Kemter Abdal Antoloji.com

Ali Arı Kemter Abdal

Şiirlerin Aynasında Bir Hakikat Yolcusu

Daha bir çocukken, Malatya’nın o sarp dağlarının arasında yankılanan cem seslerinden, dedemin Enel Hakk nefeslerinden koparılıp bu taş yığınına atıldım. Şehir dediler buraya. Ama benim için sadece soğuk duvarlar, bitmek bilmeyen bir gürültü ve binlerce yabancı yüz demekti. Köyümün o sıcak, samimi insanlarının yerini, birbirine yabancı, telaşlı suretler almıştı. Oysa ben, dağların fısıltısını, derenin türküsünü, toprağın kokusunu soluyarak büyümüştüm. Burada nefes almak bile zordu sanki. O ilk günler, bir yabancı gibiydim bu devasa labirentte. Her ses, her görüntü, her koku beni köyüme daha çok özletiyordu. Anamın o şefkatli ellerini, babamın bilge nasihatlerini, dedemin Enel Hakk’a dair derin sohbetlerini arıyordum. Burada, o manevi atmosferin zerresi bile yoktu. O zamanlar kelimeler de kifayetsiz kalmıştı derdimi anlatmaya. Ama zamanla, o içimde biriken hasret, o yabancılık hissi, o Enel Hakk arayışı, birer birer dökülmeye başladı mısralara. Benim şiirlerim, aslında bu iki dünya arasında sıkışıp kalmış bir garibin feryadıdır. Benim için Hakk'a giden yolda en temel düsturlardan biri, insanın hem kendi özüne hem de diğer insanlara karşı sorumluluğunu hatırlatan Kul Hakkı kavramıdır. Ne zaman ki insan, o ilk fıtratındaki temizlikten uzaklaşır, işte o zaman başkalarının haklarına da saygısızlık etmeye meyleder. Bu, Hakk'ın yarattığı o değerli emanete, insana ihanettir. Her bir insanın onuru, haysiyeti, emeği, malı, canı kutsaldır ve bunlara saygı göstermek, Hakk'a saygı göstermekle eşdeğerdir. Ne zaman ki bu haklar ihlal edilir, işte o zaman insanlar arasında güvensizlik, nefret ve düşmanlık baş gösterir. Benim şiirlerimde de bu hassasiyetin izlerini bulabilirsiniz. Zulüm etme, insan olmanın en temel yasaklarından biridir benim nazarımda. Her insan, doğuştan bir şefkat ve sevgi potansiyeliyle dünyaya gelir. Zulmeden kişi, bu emanete ihanet eder, kalbini katılaştırır ve karanlık enerjilere teslim olur. Zulüm, sadece mağdura değil, zalime de büyük bir kötülüktür; çünkü onu kendi insanlığından, kendi Hakk'ından uzaklaştırır. Gördüm ki, zorbalık yapan insanlar, işin aslında çocukken ya da yaşamlarının bir döneminde uğradıkları kötülükler yüzünden Hakk'tan koparılmış ve karanlık enerjiye terk edilmişlerdir. Onlara öfkeyle değil, şefkatle yaklaşmak gerekir. Bu şehrin karmaşık hayatında gözlemlediğim en acı gerçeklerden biri de sınıflar arasındaki aşırı farktır. Zengin ile yoksul arasındaki o derin uçurum, sadece keseleri değil, kalpleri de birbirinden uzaklaştırıyor. Empati kayboluyor, yerine önyargı ve nefret tohumları yeşeriyor. Bu durum, insanların kendilerine ve topluma yabancılaşmasına da yol açar. Yoksul kesim kendini değersiz hissederken, zengin kesim ise vicdani rahatsızlıkla başa çıkmakta zorlanabilir. Benim "Yetmiş İki Millet" şiirimdeki o birlik ve beraberlik vurgusu, sınıflar arasındaki bu yapay ayrımlara karşı bir duruştur aslında. Benim inancıma göre, yalan söylemek de bir yabancılaşma biçimidir. Gerçek olandan, hakikatten uzaklaşmak demektir. İnsan, yalan söylediğinde kendi özündeki dürüstlük cevherini karartır, Hakk'ın o saf nurundan uzaklaşır. Yalan, bir karanlık perdedir ki, insanı hem kendisinden hem de başkalarından ayırır. Oysa hakikat, birleştiricidir, aydınlatıcıdır. Yalan söyleyen kişi, kendi kurduğu illüzyonun içinde kaybolur, zamanla gerçeği bile ayırt edemez hale gelir. Bu, ruhun derin bir yabancılaşmasıdır. Tıpkı "Hakikatin Aynası" şiirimde dediğim gibi, nefsin kalabalığı ruhu karartır. Yıllar geçtikçe, köyümün o saf inancını burada yaşatmanın ne kadar zor olduğunu anladım. Cemevleri seyrekti, dede bulmak imkansızdı. Kendi kültürümü, inancımı öğrenmek için kitaplara, internetin soğuk ekranına sığındım. Vahdet-i Vücud öğretisi, insanın Hakk ile olan birliği fikri ruhumu derinden etkiledi. Hallac-ı Mansur’un o cesur haykırışı, Nesimi’nin o aşkın dizeleri bana yol gösterdi. Ancak satırlar arasındaki kelimeler, o yaşanmış coşkunun, o samimi muhabbetin yerini tutmuyordu. İçimde bir boşluk büyüdü. Ne tam köylü kalabildim, ne de tam şehirli olabildim. İki dünya arasında asılı kalmış bir ruh gibiydim. Bu boşluk, zamanla derin bir hüzne dönüştü. Sanki içimde sürekli bir eksiklik vardı, ne kadar çabalasam da dolmayan bir kuyu. Hayatta kalmak için bambaşka bir maske takmam gerektiğini anladım. O dağların, o cemlerin, o Enel Hakk fısıltılarının dünyası, bu şehrin acımasız rekabetinde bir lükstü sanki. Yoksulluk iliklerime işlemişti ve karnımı doyurmak, başımı sokacak bir çatı bulmak önceliğim olmak zorundaydı. Okul dedikleri o karmaşık labirentte, köyümün saf diliyle değil, bu şehrin soğuk, mesafeli diliyle konuşmayı öğrendim. Kitaplar, sadece inancımı değil, bu şehrin kurallarını, başarı ölçütlerini de öğretti bana. Zekamı, yeteneklerimi kullanarak basamakları tırmanmam, "adam olmam" gerektiği söylendi durdu. Ben de mecburen o yarışa katıldım. İçimdeki derviş sustu, yerini hırslı, kariyer odaklı bir "iş adamı" aldı. Bu maske, zamanla yüzüme yapıştı, beni kendi özümden daha da uzaklaştırdı. Ele güne muhtaç olmamak için çalıştım. Şehrin ışıltılı hayatına karıştım. Ama her bir başarı basamağında, köyümden bir parça daha koptuğumu hissettim. O lüks restoranlardaki sahte sohbetler, o anlamsız rekabet, ruhumu daraltıyordu. İçimdeki Kemter, o Enel Hakk sevdalısı, bu yapay dünyada nefes alamıyordu. Geceleri evimde, köyümün türkülerini mırıldanır, dedemin o içten dualarını hatırlardım. O zaman anlardım ki, ne kadar yükseğe tırmanırsam tırmanayım, köklerimden o kadar da uzaklaşmıştım. Bu başarı, aslında büyük bir başarısızlıktı; kendi özüme yabancılaşmamın, Hakk'tan uzaklaşmamın bir göstergesiydi. Bu bir mecburiyetti. Hayatta kalmak, geçinmek zorundaydım. Ama bu mecburiyet, içimde derin bir çatışma yarattı. Bir yanım, bu şehrin sunduğu nisbi rahatlığı reddedemiyordu. Diğer yanım ise, o manevi zenginliği, o saf inancı özlüyordu. Sanki iki farklı insan yaşıyordu içimde. Biri kravatlı, takım elbiseli bir iş adamı; diğeri ise abası sırtında, Enel Hakk aşkıyla yanan bir derviş. Benim anlayışımda Hakk, kaynağını dinden almakla beraber, dar bir din anlayışı değildir. Bu, daha çok insanın özüne yerleştirilen o tanrısal zerre ile uyumlanmaktır. Müslümanlarda olduğu gibi, farklı dinlere inanan ya da hiçbir dine inanmayan her insanda bu öz vardır. Asıl olan, insanda bu özü ortaya çıkarmak, teşvik etmektir. İşte tüm evliyaların, enbiyaların, azizlerin "sır" dediği şey budur. O, her şeydedir ve her şey O'ndandır. Modern bir derviş olmak, sadece tespih çekmek, zikir etmek değildi benim için. Bu şehrin acımasızlığına rağmen kalbimi yumuşak tutmak, bencilliğe kapılmamak, her işte Hakk'ın rızasını gözetmekti. Bu zorlu bir imtihandı. Şehrin cazibesi, paranın gücü, egonun fısıltıları beni sürekli kendi özümden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ama içimdeki o Enel Hakk ateşi hiç sönmedi. O, her zaman bana yol gösterdi, beni yeniden o saf kaynağa, o birliğe çağırdı. Ben, modern dünyanın mecburiyetleri içinde yaşayan, ama kalbi hala o dağların, o cemlerin, o Enel Hakk aşkıyla çarpan bir derviştim. Ve biliyorum ki, bu iki dünya arasında bir köprü kurmak, modern zamanın dervişinin en büyük sınavıydı. Şehrin kalabalık sokaklarında yürürken, her yüz bir kitaptı benim için. Kimi telaşlı, kimi yorgun, kimi umutlu, kimi öfkeli... Her birinin ardında ayrı bir hikaye, ayrı bir arayış saklıydı. Benim Enel Hakk arayışım da bu karmaşanın içinde sürüyordu. Biliyordum ki, Hakk sadece cami minarelerinde, kilise çanlarında değil, bu insanların her birinin kalbinde de bir şekilde tecelli ediyordu. Önemli olan, o tecelliyi görebilecek, o fısıltıyı duyabilecek bir kalbe sahip olmaktı. Tıpkı "Yetmiş İki Millet" şiirimde dediğim gibi, o ilahi ışık her birinde parlıyordu. Ben, bu modern dünyanın karmaşası içinde, o köyümün saf inancını, o Enel Hakk fısıltılarını kaybetmemeye çalıştım. İş hayatının acımasız rekabetinde dürüst kalmaya, insanlara adil davranmaya özen gösterdim. Kazandığım her kuruşta, bir ihtiyaç sahibinin hakkı olup olmadığını sorguladım. Lüks bir hayat yerine, sade ve mütevazı bir yaşamı tercih ettim. Geceleri evimde, ruhumu dinlendirmek için kendi içime döndüm. Kitaplarımı okudum, dedemin nefeslerini dinledim, zikirler ettim. O anlarda, o beton duvarlar erir, ruhum köyümün o mistik atmosferine geri dönerdi. Enel Hakk'ın birliği, Vahdet-i Vücud'un o engin deryası içimi huzurla doldururdu. Tıpkı "Vahdetin Anı" şiirimde o birliği, o her şeyin aynı anda var oluşunu anlatmaya çalıştığım gibi.Modern bir derviş olarak yaşamak, kolay olmadı. Sürekli bir içsel mücadele, sürekli bir uyanıklık gerektirdi. Şehrin cazibesi, paranın gücü, egonun fısıltıları beni sürekli kendi özümden uzaklaştırmaya çalıştı. Ama içimdeki o Enel Hakk ateşi hiç sönmedi. O, her zaman bana yol gösterdi, beni yeniden o saf kaynağa, o birliğe çağırdı. Biliyorum ki, bu iki dünya arasında bir köprü kurmak, modern zamanın dervişinin en büyük sınavıydı. Bu sınavda başarılı olmak için her an uyanık olmak, nefsimle mücadele etmek ve kalbimi Hakk'ın nuruyla aydınlatmak gerekiyordu. Ve ben, bu zorlu yolculukta, Enel Hakk'ın fısıltılarını dinleyerek, O'nun o evrensel sevgisini ve merhametini yansıtmaya çalışarak yürümeye devam ettim. Belki bu şehrin karmaşası beni yormuştu ama içimdeki o arayış, o umut hiç dinmedi. Çünkü biliyordum ki, Hakk her yerdeydi ve O'na ulaşmanın yolları sonsuzdu. Önemli olan, kalbimizi o yollara açmaktı. Ve her yalanın bir karanlık perde, her zulmün bir kalp yarası olduğunu asla unutmamaktı. Unutmamalıydık ki, her insan o ilk, o saf tecelliyle doğar ve asıl olan, o özü yeniden hatırlamak ve yaşatmaktır. Tıpkı "Hakikatin Aynası" şiirimde dediğim gibi, her şey O'ndandı ve O'na dönecekti. Benim bu dünyadaki çabam, bu gerçeği idrak etmek ve o idrakle yaşamaktı. Ve şiirlerim, bu uzun ve çetin yolculuğun birer nişanesiydi. Benim bu modern şehirde gözlemlediğim bir diğer acı gerçek de, tarihin tekerrür ettiği gerçeğidir. Geçmişte güçlü olanlar, iktidarlarını sürdürmek için insanı o tanrısal özünden koparmışlar, onları birbirine yabancı ve düşman kılmışlardır. Bunun için kimi zaman dinin yüce kavramlarını kendi çıkarlarına alet etmişler, kimi zaman milliyetçilik gibi güçlü duyguları kullanarak insanları birbirine kırdırmışlardır. Nice demagoglar, kendi karanlık emellerine ulaşmak için yalanlarla, demagojilerle kitleleri kandırmışlardır. Hatta kimi zaman da açıkça güç kullanarak, baskı ve zulümle insanları kendi özlerinden, o Hakk'a dönük fıtratlarından saptırmışlardır. Onlar için önemli olan, insanın birliği değil, kendi egemenliklerinin devamı olmuştur. İnsanların birbirine düşman olması, onların hüküm sürmesini kolaylaştırmıştır. Oysa insan, o ilk yaratılışında ne kadar saf, ne kadar birbiriyle uyumlu idi. İşte bu ayrılıklar, bu düşmanlıklar, o ilk güzelliğin yitirilmesinin acı sonuçlarıdır. Günümüzde ise bu yabancılaştırma farklı bir kılıkta, daha sinsi bir şekilde devam etmektedir. Hakk'a uymayan üretim ve tüketim biçimleri, insanı hem bedenen hem de ruhen kendisine yabancı kılmaktadır. Sürekli daha fazlasını istemeye odaklı bu tüketim alışkanlıkları, insanı çeşitli şekillerde özünden, yani Hakk'tan uzaklaştırmaktadır. Bedenlerimiz, sağlıksız gıdalarla, aşırı tüketimle hastalanmakta, ruhlarımız ise bu anlamsız koşturmacanın içinde huzursuzlaşmaktadır. Obezite, modern çağın bir hastalığı olarak bedenlerimizi esir alırken, ruhlarımız da tatminsizlik ve boşluk duygusuyla kıvranmaktadır. Bu sadece birer örnek; sayısız bağımlılık, sağlıksız yaşam tarzı ve bitmek bilmeyen arayış, insanı kendi özünden, o sükun ve huzur kaynağından uzaklaştırmaktadır. Tıpkı bir zamanlar dini ve milli duyguları kullanarak insanları savaştıranlar gibi, bugün de tüketim kültürü, insanları kendi nefslerinin kölesi yaparak birbirine yabancılaştırmakta, hatta rekabet ve kıskançlık gibi duygularla düşman etmektedir. Oysa gerçek zenginlik, ne çok şeye sahip olmakta değil, o iç huzurunu bulmakta, Hakk ile bir olmaktadır. Bu yozlaşmış tüketim anlayışı ise, bizi bu gerçek zenginlikten her geçen gün daha da uzaklaştırmaktadır. Benim bu modern şehirde hissettiğim yabancılık, sadece coğrafi bir uzaklık değil, aynı zamanda bu değerlerden kopuşun, bu özden uzaklaşmanın derin hüznüdür. Oysa bilirim ki, her şeye rağmen insanın içinde o ilk kıvılcım hala yanmaktadır. Önemli olan, bu kıvılcımı yeniden alevlendirmek, o saf ve temiz öze dönmektir. Ancak o zaman, ne geçmişin oyunlarına ne de günümüzün tuzaklarına düşmeden, Hakk'ın birliği içinde, birbirimize sevgi ve saygıyla yaklaşabiliriz. Benim nazarımda Aşk, ister beşeri olsun ister ilahi, fark etmez. Her ikisi de Allah'ın insanın kalbine ektiği o kutsal tohumdur. Bu tohum, insanın bu dünyadaki yabancılaşmasından kurtuluşu için bir umut ışığıdır. Aslında Hakk dediğimiz şey de, Allah'ın insanın içine bahşettiği o yaşam enerjisinin ta kendisidir. Bu enerji, insanın ruhunu besleyen, ona anlam ve canlılık veren ilahi bir nefes gibidir. Bunun aleyhine yapılacak her şey, bu enerjiye karşı durmak, onu yok etmek anlamına gelir. İşte o zaman insan, yavaş yavaş o canlılığını yitirir, ruhu solar ve en sonunda mekanik bir et parçasına dönüşür. Kalbi atmaya devam etse de, içinde o ilahi kıvılcım sönmüş olur. Aşk ise, işte o sönen kıvılcımı yeniden alevlendirecek yegane güçtür. İster bir insana duyulan derin sevgi olsun, ister Yaradan'a yönelen o coşkun aşk, her ikisi de kalpte bir nur uyandırır. Bu nur, insanın kendi özünü hatırlamasını sağlar, onu yabancılaşmanın karanlığından çekip çıkarır. Aşk ise, işte o sönen kıvılcımı yeniden alevlendirecek yegane güçtür. İster bir insana duyulan derin sevgi olsun, ister Yaradan'a yönelen o coşkun aşk, her ikisi de kalpte bir nur uyandırır. Bu nur, insanın kendi özünü hatırlamasını sağlar, onu yabancılaşmanın karanlığından çekip çıkarır. Aşk, insanı bencilliğin, hırsın, nefretin girdabından kurtarır ve ona şefkati, merhameti, fedakarlığı öğretir. Aşık olan insan, sadece sevdiğiyle değil, bütün yaratılmışla bir bağ kurar. Çünkü bilir ki, her şey o tek kaynaktan gelmiştir ve o kaynağa dönecektir. Bu yüzden diyorum ki, Aşk, insanın bu dünyadaki en büyük rehberidir. O, bize Hakk'ın bahşettiği o yaşam enerjisini korumanın, çoğaltmanın ve doğru yönde kullanmanın yolunu gösterir. Aşkla bakan bir göz, her şeyde bir güzellik, bir anlam bulur. Aşkla atan bir kalp, başkalarının acısını kendi acısı gibi hisseder. Aşkla yapılan her iş, bir ibadete dönüşür. İşte o zaman insan, ne kendine ne de başkalarına yabancılaşır. O zaman insan, o ilk yaratılışındaki o saf ve temiz haline yeniden döner ve Hakk'ın nuruyla aydınlanır. Benim bu dünyadaki en büyük arzum, bütün insanların kalplerine bu aşk tohumunun ekilmesi ve bu tohumun yeşererek bütün bir alemi sevgiyle, şefkatle sarmasıdır. Çünkü ancak o zaman gerçek huzur ve sükunete kavuşabiliriz. Benim şiirlerim de işte bu arayışın, bu özlemin, bu aşkın özlemi vardır Hakk, ne bir dine, ne bir dile, ne de bir ırka hapsedilebilir. O, her yerde tecelli eder. Bazen ihtişamlı bir caminin mihrabında yankılanan bir duada kendini gösterir, bazen gösterişsiz bir kilisenin loş ışığında okunan içten bir yakarışta. Ama bazen de, çok daha umulmadık yerlerde, en saf ve en beklenmedik şekillerde zuhur eder. Düşünün ki, soğuk bir kış gününde, gösterişsiz bir kilisenin kapısından içeri titreyerek giren yetim bir çocuğun o çaresiz bakışlarını... Ve o anda, rahibin ya da gönüllü birinin uzattığı sıcak bir tas çorbada tecelli eder Hakk. O çorba sadece bir açlığı gidermez, aynı zamanda o çocuğun kalbine bir sıcaklık, bir umut tohumu eker. İşte orada, o küçücük iyilikte, dinin, ırkın ötesinde bir şefkat, bir merhamet vardır ki, o Hakk'ın ta kendisidir.Ya da düşünün, kalabalık bir caminin avlusunda, yaşlı ve kimsesiz birinin yorgun gözlerini... Ve o anda, yanına yaklaşıp elinden tutan, ona bir sıcak gülümseme sunan, belki de ona yol gösteren bir hayırlı insanın davranışında belirir Hakk. O yardım eli, sadece fiziksel bir destek sunmaz, aynı zamanda o yaşlı kalbe yalnız olmadığını fısıldar. İşte orada, o karşılıksız yardımlaşmada, inancın, kökenin ötesinde bir insanlık, bir dayanışma vardır ki, o Hakk'ın tezahürüdür. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bazen bir sinagogun sessiz köşesinde okunan içli bir Tevrat ayetinde hissedilir o ilahi nefes, bazen bir budist tapınağının huzurlu atmosferinde yayılan bir mantranın titreşiminde. Bazen bir Alevi ceminde yapılan semahın o coşkulu dönüşünde hissedilir birliğin sırrı, bazen de bir ateistin dürüst bir davranışında, evrene duyduğu saygıda kendini gösterir o evrensel ahlak. Çünkü Hakk, insanın kalbine ekilmiş o vicdan tohumudur. O, iyiliği, doğruluğu, adaleti, sevgiyi emreder. Kim bu değerlere sahip çıkarsa, nerede ve nasıl olursa olsun, Hakk orada tecelli eder. Önemli olan, kalbimizi bu tecellilere açık tutmaktır. Önemli olan, önyargılarımızın, kalıplarımızın ötesine geçip, her insanda, her iyilikte o ilahi ışıltıyı görebilmektir. İşte o zaman anlarız ki, aslında hepimiz aynı kaynaktan geliyoruz ve aynı gayeye doğru yol alıyoruz. Dinler, diller, ırklar sadece birer araçtır bu yolculukta, asıl olan ise kalbimizdeki o Hakk sevgisini, o insanlık bağını güçlendirmektir. Bu dünyada her Hristiyan'ı Müslüman yapmak ya da her Müslüman'ı Hristiyan yapmak beyhude bir çabadır. İnsanların inançları, kalplerinin derinliklerinde yeşeren, çoğu zaman da doğuştan getirdikleri, kolay kolay değişmeyen değerlerdir. Zorla yapılan bir değişim ise, samimiyetten uzak, yüzeysel bir kabullenmeden öteye geçemez ve çoğu zaman da tam tersi sonuçlar doğurur, ayrışmayı ve nefreti körükler. Oysa herkesi Hakk'a uyumlu davranmasını sağlamak çok daha kolaydır ve aslında insanlığın ortak paydası da budur. Çünkü Hakk'a uyumlu olmak, belirli bir dinin ritüellerine ya da dogmalarına bağlı kalmak anlamına gelmez. Hakk'a uyumlu olmak; dürüst olmak, adil olmak, merhametli olmak, sevgi dolu olmak, başkalarının haklarına saygı göstermek demektir. Bu evrensel değerler, dinlerin, dillerin, ırkların ötesinde, bütün insanlığın ortak vicdanında yankı bulur. Bir Hristiyan da, kendi inancının öğretileri doğrultusunda dürüst, adil ve merhametli olabilir. Bir Müslüman da kendi inancının yol göstericiliğinde aynı erdemlere sahip olabilir. Bir Budist de, bir Yahudi de, inançsız biri de... Önemli olan, kalbinin sesini dinlemek, o içindeki vicdan pusulasının doğruyu göstermesine izin vermektir. Hakk'ın tecellisi, işte bu evrensel ahlaki ilkelerde yatar. Bu nedenle, enerjimizi insanları kendi inanç kalıplarımıza sokmaya çalışmak yerine, onlarda bu ortak insani değerleri yeşertmeye harcamak çok daha anlamlı ve yapıcıdır. Herkesin kendi inancına saygı duyarak, ama aynı zamanda Hakk'ın evrensel çağrısına kulak vererek, daha barışçıl, daha adil ve daha sevgi dolu bir dünya inşa edebiliriz. İşte o zaman, farklılıklarımız birer ayrılık sebebi olmaktan çıkar, insanlığın zenginliği haline gelir.
Ve Kemter Abdal olarak, bu uzun ve içsel yolculuğun ardından, kalbimdeki Enel Hakk aşkıyla, Torlak adlı bu şiirimin sözleri ile anlatımı tamamlamak isterim.
*"Dört kitapta hak görürüz,Her beşerde Rab görürüz.Kâinatı tek görürüz,Budur bizim irfanımiz
..

Devamını Oku