Bir his var bu aralar içinde. Yazmak insanın kendisiyle resmi görüşmesidir diyor bak cömert bir kadın. Pus belki azalır. Bulanıklık açılır. Zamanı kontrol etmek gerekir. Kontrol altına almazsan ziyan oluyor her şey. En çokta sen. Geçmişsin bir masa başına, almışsın eline kalemi kağıdı, ne yazdığın belli ne okuduğun. Geçmişten kaçarak ya da gelecekten korkarak yaşanmaz ki bu hayat. Nasıl desem, sanki her şey bulanık, hissizleşmiş bir halde. Belirsizlikle çevrelenmiş gözündeki parıltı. Mutlu olmak için gelmediğimiz bu dünya hayatında bunca keder nedendir. Bir çiçek bir nefes fısıldadı önce kulağına. Sonra bu nefes büyük bir belirsizliğin en dipsiz kapılarını açtı. Kaç gece için için fısıldadı susamış dudaklarıyla. En duygu yüklü kelimelerden daha gerçek ve duygu dolu bu nefesle inledi her gece “katre…” “katre…” diye. Ardından bir boşluk bıraktı, derin ve uzun bir boşluk. Sabaha yakın uyanmalar sardı bedenini. Kapılmak korkusu düştü yorgun gözlerin bir damla suya. Bir şeyleri netleştirme çabasına girdikçe daha da derinleşti bu kuyu. Çiçek açsın diye ortaya çıkan bu susuz nefes, bir katre suya muhtaç bırakıldı da hem kendini hem de suyu yaktı. Geçti yokluğunun verdiği acıyla, kayboldu. Neden hiç anlamaz insanoğlu, çiçeğinde suyunda kendi içinde olduğunu, kendisinin var ettiğini taa yıllardır beri gelen bu hissi. Bir daha görüşmemek üzere veda etti nefesler. Ölüm mü daha zordur yirmi birinci yüzyılda yoksa birbirine hasret yaşamakla hemhal olmuş, ama gel gör ki yokluğa alışamamış nefesler mi. O kadar karmaşanın hengamenin arasında susmak ne kadarda haklı, gerçek bir direniştir değil mi? Öğret dedi çiçeğe su, öğret bileyim susmanın, susamanın ne olduğunu. Kaç belirsizliği gizlendiğini bir toprağın... Kaç misafir geldiğini susuzluktan kurumuş yapraklarına. Ne menem bir haldir bu böyle. Bitmeyeceğini mi sanırsın günlerce beklediğin, duyduğun nefesin bir gün? Nereye gidersen git, neyden kaçarsan kaç vardığın yerde beklemiyor mu sanırsın kaçtıklarının seni. Ne çok düşünce ne çok belirsiz duygu var sende. Hepsi birbirine yabancı. Hepsi birbirine mahkum. Belki de tüm gizler konuşmakla susacaktır kulaklara. Zikretmektedir tüm varlığınla dünya.
VEn savunmasız olduğu bir anıydı. Miraç diye adlandırdığı varlığıyla, kandil gibi kızın hayatına giren; hep çocuksu ve kocaman kalpli ama bir o kadar sert bakışlı, sakin ve kelimeleri tek tek, dingince konuşan ama her an bir sinirle patlayacak gibi duruşla, sıska, uzun boylu, gözleri elinde tuttuğu çağladan, yanında durduğu yeşil kayısı ağacından daha canlı bakan çocuğun. Bir anlık bir boşluktan mıdır, artık içinde tuttuklarını kaldırmaya tek başına gücü yetmeyişinden midir bilinmez... Kim bilir belki de sadece vermiş olduğunu düşündüğü kırgınlığı telafi ediyordu kendince, en masum, en kendine çeken haliyle. Bir anda çıkarıvermişti ağzından “kapat gözünü, elini başının altına koy, gökyüzünü hayal et, berrak bir gece düşün, yıldızlar var, bir sürü bir sürü yıldız, güneş çekip gitmiş, ay parlıyor öylece yerinde…” kelimelerini. Her bir kelimesi sanki umuda, sevgiye, sonsuzluğa açılan cümlelerini bırakmıştıb Hem hayatında istemediği hem de onu hayatında en çok olsun isteyen, kırılmamış olan ama kırılıyormuş gibi yapan, çünkü onun kırılmazsa gideceğinden korkan, nefesi zor bela duyulan kızın sağ tarafına. Sonra bir süre durakladı. “Ben...” dedi. “Ben küçükken uyuyabilmek için yıldızları sayıyordum, şimdi sende az önce hayalini kurduğun yıldızları saymaya başla, uyuman lazım, saat çok geç oldu..” dedi. Duraksadı sonra. Hep duraksayarak konuşurdu ama bu seferki duraklayışa derin derin alınmış birkaç nefes sığdırdıktan sonra “kırıyorum seni..” dedi. Sustu kız. İyi geceler demekten öteye geçemedi sözleri. Bazı geceler, tam en derininde olduğu zamanlar uykusunun oğlan, kız kulağına hafifçe fısıldardı ötesine geçemediği her sözün ötesinden gelerek “seni seviyorum” diye; ağlamaklı, korkak bir sesle. Bilmedi, duymadı hiç çocuk… Göremedi kızın içinde ne kadar fazla olduğunu. Her şeyi anladı da bilgin delikanlının aklı, bir katrenin gönlüne düşen bir damlayı anlayamadı ya da belki anladı ama kaçtı. Aradan zaman geçmişti, çok zaman. Yine bir şekilde dikkatini çekip sohbete ikna etmişti kız, İbrahim’in mi yoksa Nemrud’un mu oğlu olduğunu çözemediği yirmi yedilik delikanlıyı. Hep merak ettiği ama ilk soran olamaya korkan haliyle, halinin sorulmasının peşi sıra yerleştirdi ağrısının ne durumda olduğunu. Bitmiyordu sanki ağrıları. Sürekli acıyla kıvranan, beslenmesine dikkat etmeyen, yaşamını en az seviyede gıda ve bol bol tütünle devam ettiren çocuğun, gün geçtikçe yalnızlıktan mıdır yoksa kendi tabiriyle; kendisine olan küskünlüğünden mi çözemediği sebeplerden, her gün acı içinde kıvranan, bir nefesine ömür feda edilecek kadar değerli olan ama farkına bile varmayan çocuk, bu sefer onu sancıyla defalarca zorlayan acısının ara ara olduğunu söyledi. “Dikkat et.” Diyebildi kız yalnızca. Kızı hem umursamıyor gibi yapıyordu, belki de bu yüzdendi Nemrut soyundan oluşu hem de İbrahim edasıyla bir anda tüm detayları en dikkatli kelimelerle sorguluyordu. İlk kez sorabilmişti kız, dönüp dolaşıp bir şekilde onunla konuşmasını, dikkatini çekiyor oluşunun sebebi olan suskunluğunu. İnsanın tabiatı değişir mi, hem bu durumdan herkes şikayetçi, annem bile dedi oğlan. Sahi gerçekten tabiatı bu olan birine neden bu kadar bağlanır ki insan. Neden bu kadar muhtaç hisseder ağzından çıkacak tek bir kelimeye. Anlaşılacak gibi değildi bu durum. Anlamaya da çalışmıyordu kimse zaten. O olsundu sadece. Nerede nasıl olduğunun ne önemi vardı. Suskunluk gerçekten bir işe yaramıyor muydu? Onda bile huzur olmadığını, insanların daha çok etrafına toplandığını anlayabilmek mümkün müydü? Elbette ki kendini ıslah edemeyenin başkasına faydası yerine zararının olacağına, bu nedenle öğretmenlik vasfının yitirileceğine inanmak o kadar kolay olmayacaktı. Hele ki konu ; seni kendisine mahkum edenin bir yazara, senin de yazman olmaktan başka yolunun olmadığında. Ölüm gibi bir şey olsa gerek bu. Hayatta sabit olan tek şeyin gidişinin belli olmadığı gibi çıkışının da belli olmadığı bir meşgale olması ne tuhaf. Yine kırdığını hissettiği bir anda oğlanın, kız fırsat bularak birkaç şey sormuştu. Sanki yeni tanışıyormuş gibi yaptı. Cevaplar kimi zaman kaçamak, kimi zaman cevabı alınamayacak olan yeni sorular doğuran, kimi zaman da gerçekten uzaklaşarak fısıldanıyordu kulağa. Değişebilecek değil de, imkanı olmayan üç şey dilenecek olsaydı şayet, birisine bir bulut gerekiyordu; yumuşak, herkesten, kafasın içindekilerden, kalbindekilerden arındırarak onu gailesizce uyutabilecek; birisine mekanda yolculuk, istediğinde istediği yerde oluvereceği. Huzurla yatılmış bir uyku birçok şeye iyi gelebilirdi ama varlığının istenilmediği bir yerde istediğin zaman belirmenin, zulümden başka ne etkisi olabilirdi küçük bir kız çocuğuna. Soruların arasına önceden duyduğu bir şeyi sıkıştırıvermişti kız. “çocukken yıldızları sayıp uyumaya çalışmaktan başka ne yapıyordun?” dedi. Yıldızları saymadığını, çocukluğunu hatırlamadığını belitti çocuk. Masalın bittiğini, saatin geç olduğunu, artık kızın uyuması gerektiğini söyledi peşinden. Yüzüne bir kere bakabilmek istedi kız. Tüm cesaretini toplayıp soracaktı ki artık uyku vaktinin geçtiği telkinle, ilk kez bu kadar kızıcı olarak ne soracaksın dedi oğlan. Vazgeçildi isteklerden. Tüm iyi dilekler, dualar edilerek kapatıldı sohbet. Özlemek bu kadar ağır gelmezdi belki, bu kadar aleniliğin yaşandığı bir dünyada bunca sessizliğin gizemin bulunması olmasaydı. Şimdi, zaman yeniden kabullenip kaybedişi içine gömmenin zamanıydı. Hasret vuslata erer mi bilinmezdi ama her duanın en olması gereken yerde, en olması gerektiği gibi olacağına iman sonsuzdu. Sonsuz kalacaktı.
22.01.2024 - 23:29
Bir his var bu aralar içinde. Yazmak insanın kendisiyle resmi görüşmesidir diyor bak cömert bir kadın. Pus belki azalır. Bulanıklık açılır. Zamanı kontrol etmek gerekir. Kontrol altına almazsan ziyan oluyor her şey. En çokta sen. Geçmişsin bir masa başına, almışsın eline kalemi kağıdı, ne yazdığın belli ne okuduğun. Geçmişten kaçarak ya da gelecekten korkarak yaşanmaz ki bu hayat. Nasıl desem, sanki her şey bulanık, hissizleşmiş bir halde. Belirsizlikle çevrelenmiş gözündeki parıltı. Mutlu olmak için gelmediğimiz bu dünya hayatında bunca keder nedendir. Bir çiçek bir nefes fısıldadı önce kulağına. Sonra bu nefes büyük bir belirsizliğin en dipsiz kapılarını açtı. Kaç gece için için fısıldadı susamış dudaklarıyla. En duygu yüklü kelimelerden daha gerçek ve duygu dolu bu nefesle inledi her gece “katre…” “katre…” diye. Ardından bir boşluk bıraktı, derin ve uzun bir boşluk. Sabaha yakın uyanmalar sardı bedenini. Kapılmak korkusu düştü yorgun gözlerin bir damla suya. Bir şeyleri netleştirme çabasına girdikçe daha da derinleşti bu kuyu. Çiçek açsın diye ortaya çıkan bu susuz nefes, bir katre suya muhtaç bırakıldı da hem kendini hem de suyu yaktı. Geçti yokluğunun verdiği acıyla, kayboldu. Neden hiç anlamaz insanoğlu, çiçeğinde suyunda kendi içinde olduğunu, kendisinin var ettiğini taa yıllardır beri gelen bu hissi. Bir daha görüşmemek üzere veda etti nefesler. Ölüm mü daha zordur yirmi birinci yüzyılda yoksa birbirine hasret yaşamakla hemhal olmuş, ama gel gör ki yokluğa alışamamış nefesler mi. O kadar karmaşanın hengamenin arasında susmak ne kadarda haklı, gerçek bir direniştir değil mi? Öğret dedi çiçeğe su, öğret bileyim susmanın, susamanın ne olduğunu. Kaç belirsizliği gizlendiğini bir toprağın... Kaç misafir geldiğini susuzluktan kurumuş yapraklarına. Ne menem bir haldir bu böyle. Bitmeyeceğini mi sanırsın günlerce beklediğin, duyduğun nefesin bir gün? Nereye gidersen git, neyden kaçarsan kaç vardığın yerde beklemiyor mu sanırsın kaçtıklarının seni. Ne çok düşünce ne çok belirsiz duygu var sende. Hepsi birbirine yabancı. Hepsi birbirine mahkum. Belki de tüm gizler konuşmakla susacaktır kulaklara. Zikretmektedir tüm varlığınla dünya.
16.01.2024 - 22:21
VEn savunmasız olduğu bir anıydı. Miraç diye adlandırdığı varlığıyla, kandil gibi kızın hayatına giren; hep çocuksu ve kocaman kalpli ama bir o kadar sert bakışlı, sakin ve kelimeleri tek tek, dingince konuşan ama her an bir sinirle patlayacak gibi duruşla, sıska, uzun boylu, gözleri elinde tuttuğu çağladan, yanında durduğu yeşil kayısı ağacından daha canlı bakan çocuğun. Bir anlık bir boşluktan mıdır, artık içinde tuttuklarını kaldırmaya tek başına gücü yetmeyişinden midir bilinmez... Kim bilir belki de sadece vermiş olduğunu düşündüğü kırgınlığı telafi ediyordu kendince, en masum, en kendine çeken haliyle. Bir anda çıkarıvermişti ağzından “kapat gözünü, elini başının altına koy, gökyüzünü hayal et, berrak bir gece düşün, yıldızlar var, bir sürü bir sürü yıldız, güneş çekip gitmiş, ay parlıyor öylece yerinde…” kelimelerini. Her bir kelimesi sanki umuda, sevgiye, sonsuzluğa açılan cümlelerini bırakmıştıb Hem hayatında istemediği hem de onu hayatında en çok olsun isteyen, kırılmamış olan ama kırılıyormuş gibi yapan, çünkü onun kırılmazsa gideceğinden korkan, nefesi zor bela duyulan kızın sağ tarafına. Sonra bir süre durakladı. “Ben...” dedi. “Ben küçükken uyuyabilmek için yıldızları sayıyordum, şimdi sende az önce hayalini kurduğun yıldızları saymaya başla, uyuman lazım, saat çok geç oldu..” dedi. Duraksadı sonra. Hep duraksayarak konuşurdu ama bu seferki duraklayışa derin derin alınmış birkaç nefes sığdırdıktan sonra “kırıyorum seni..” dedi. Sustu kız. İyi geceler demekten öteye geçemedi sözleri. Bazı geceler, tam en derininde olduğu zamanlar uykusunun oğlan, kız kulağına hafifçe fısıldardı ötesine geçemediği her sözün ötesinden gelerek “seni seviyorum” diye; ağlamaklı, korkak bir sesle. Bilmedi, duymadı hiç çocuk… Göremedi kızın içinde ne kadar fazla olduğunu. Her şeyi anladı da bilgin delikanlının aklı, bir katrenin gönlüne düşen bir damlayı anlayamadı ya da belki anladı ama kaçtı. Aradan zaman geçmişti, çok zaman. Yine bir şekilde dikkatini çekip sohbete ikna etmişti kız, İbrahim’in mi yoksa Nemrud’un mu oğlu olduğunu çözemediği yirmi yedilik delikanlıyı. Hep merak ettiği ama ilk soran olamaya korkan haliyle, halinin sorulmasının peşi sıra yerleştirdi ağrısının ne durumda olduğunu. Bitmiyordu sanki ağrıları. Sürekli acıyla kıvranan, beslenmesine dikkat etmeyen, yaşamını en az seviyede gıda ve bol bol tütünle devam ettiren çocuğun, gün geçtikçe yalnızlıktan mıdır yoksa kendi tabiriyle; kendisine olan küskünlüğünden mi çözemediği sebeplerden, her gün acı içinde kıvranan, bir nefesine ömür feda edilecek kadar değerli olan ama farkına bile varmayan çocuk, bu sefer onu sancıyla defalarca zorlayan acısının ara ara olduğunu söyledi. “Dikkat et.” Diyebildi kız yalnızca. Kızı hem umursamıyor gibi yapıyordu, belki de bu yüzdendi Nemrut soyundan oluşu hem de İbrahim edasıyla bir anda tüm detayları en dikkatli kelimelerle sorguluyordu. İlk kez sorabilmişti kız, dönüp dolaşıp bir şekilde onunla konuşmasını, dikkatini çekiyor oluşunun sebebi olan suskunluğunu. İnsanın tabiatı değişir mi, hem bu durumdan herkes şikayetçi, annem bile dedi oğlan. Sahi gerçekten tabiatı bu olan birine neden bu kadar bağlanır ki insan. Neden bu kadar muhtaç hisseder ağzından çıkacak tek bir kelimeye. Anlaşılacak gibi değildi bu durum. Anlamaya da çalışmıyordu kimse zaten. O olsundu sadece. Nerede nasıl olduğunun ne önemi vardı. Suskunluk gerçekten bir işe yaramıyor muydu? Onda bile huzur olmadığını, insanların daha çok etrafına toplandığını anlayabilmek mümkün müydü? Elbette ki kendini ıslah edemeyenin başkasına faydası yerine zararının olacağına, bu nedenle öğretmenlik vasfının yitirileceğine inanmak o kadar kolay olmayacaktı. Hele ki konu ; seni kendisine mahkum edenin bir yazara, senin de yazman olmaktan başka yolunun olmadığında. Ölüm gibi bir şey olsa gerek bu. Hayatta sabit olan tek şeyin gidişinin belli olmadığı gibi çıkışının da belli olmadığı bir meşgale olması ne tuhaf. Yine kırdığını hissettiği bir anda oğlanın, kız fırsat bularak birkaç şey sormuştu. Sanki yeni tanışıyormuş gibi yaptı. Cevaplar kimi zaman kaçamak, kimi zaman cevabı alınamayacak olan yeni sorular doğuran, kimi zaman da gerçekten uzaklaşarak fısıldanıyordu kulağa. Değişebilecek değil de, imkanı olmayan üç şey dilenecek olsaydı şayet, birisine bir bulut gerekiyordu; yumuşak, herkesten, kafasın içindekilerden, kalbindekilerden arındırarak onu gailesizce uyutabilecek; birisine mekanda yolculuk, istediğinde istediği yerde oluvereceği. Huzurla yatılmış bir uyku birçok şeye iyi gelebilirdi ama varlığının istenilmediği bir yerde istediğin zaman belirmenin, zulümden başka ne etkisi olabilirdi küçük bir kız çocuğuna. Soruların arasına önceden duyduğu bir şeyi sıkıştırıvermişti kız. “çocukken yıldızları sayıp uyumaya çalışmaktan başka ne yapıyordun?” dedi. Yıldızları saymadığını, çocukluğunu hatırlamadığını belitti çocuk. Masalın bittiğini, saatin geç olduğunu, artık kızın uyuması gerektiğini söyledi peşinden. Yüzüne bir kere bakabilmek istedi kız. Tüm cesaretini toplayıp soracaktı ki artık uyku vaktinin geçtiği telkinle, ilk kez bu kadar kızıcı olarak ne soracaksın dedi oğlan. Vazgeçildi isteklerden. Tüm iyi dilekler, dualar edilerek kapatıldı sohbet. Özlemek bu kadar ağır gelmezdi belki, bu kadar aleniliğin yaşandığı bir dünyada bunca sessizliğin gizemin bulunması olmasaydı. Şimdi, zaman yeniden kabullenip kaybedişi içine gömmenin zamanıydı. Hasret vuslata erer mi bilinmezdi ama her duanın en olması gereken yerde, en olması gerektiği gibi olacağına iman sonsuzdu. Sonsuz kalacaktı.
Toplam 2 mesaj bulundu