diyarbakır’a gitmek üzere 17 şubat 1993’-te ankara güvercinlik askeri havaalanı’ndan kalkış yaptıktan yaklaşık 9 dakika sonra, uçağın düşmesi sonucu hayatını kaybeden jandarma eski genel komutanı. öldürülmeden bir hafta önce suriye, iran, ırak dışişleri bakanlarıyla görüsmeler yapması ve pkk'yı bitirmeye calısması, cekic güc'ün ülkeden cıkarılması için ugraslar vermesi, halen insanları kaza mı-suikast mı diye arada bırakmaktadır
Atatürk'ün bir tabu haline getirildiği, Atatürkçülüğün ise sadece altı okla tanımlandığı günümüzde Hangi Atatürk kitabı farklı bir çizgi izlemektedir. Attilâ İlhan'ın kitabı, düzen sahiplerinin yaratmak istediği sağcı Atatürk portresine karşı gerçek ve devrimci Atatürk'ü ortaya koyan temel başvuru kaynağı niteliği taşımaktadır. Atatürkçülüğün antiemperyalist, devrimci bir hareket olduğunu vurgulayan ve İnönü Atatürkçülüğü ile Atatürkçülüğü küçümseyen anlayışlarla tartışan İlhan, özellikle genç kuşaklara Atatürk gerçeğini somut olgulara dayanarak anlatmaktadır.
Attilâ İlhan kitabının tamamını iki ana konu etrafında yazmıştır;
1-Atatürkçülük, antiemperyalist bir mücadeledir. Bu özelliğiyle Türk ulusunun mücadelesi mazlum milletlere örnek olan ilk mücadeledir.
2-Atatürkçülük Batıcılığın karşısındadır.
Atatürkçülüğün Antiemperyalizmi
Emperyalizm, kapitalist ülkelerin gelişimini tamamlayamayan ülkeler üzerinde kurduğu sömürü sisteminin adıdır. Emperyalist ülkeler sömürge devletin gerici, tutucu güçleriyle işbirliğine girer. Osmanlı İmparatorluğu'nda emperyalizmin destekçileri saray çevresi ve feodal düzen savunucuları olmuştur.
Dolayısıyla Atatürk önderliğindeki Milli Kurtuluş Mücadelesi sadece emperyalizme karşı verilmiş bir mücadele değildir. Aynı zamanda ülkedeki işbirlikçilerle de mücadele edilmiştir. Attilâ İlhan kitabının önsöz kısmında bu durumu şöyle açıklar; 'Mustafa Kemal'in iç içe eylemi var. Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı, padişaha karşı demokratik devrim, toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü...' (sf.13)
Atatürk önderliğindeki halk, emperyalizme karşı Kurtuluş Mücadelesi'ni başlatarak dünyanın ezilen uluslarına örnek olmuştur. Savaştan yeni çıkmış, yorgun ve her şeyden yoksun Türk halkı bağımsızlığı için cepheye koşmuş ve ezilen halkların ezenleri yenebileceğini göstermiştir. Halkın bu azim ve kararlılığı ise Atatürk'ün devrimciliğinden kaynaklanmaktadır. Atatürk bütün dünyaya devrimci kararlılığın, en güçlü ülkeleri bile yeneceğini göstermiştir.
Attilâ İlhan, Atatürk'ün antiemperyalist mücadelesi hakkında şunları söylemektedir:
'...Dünya sosyalist hareketi, Anadolu İhtilali'ni antiemperyalist bir devrim olarak nitelendirmiş, nitelendirmekle de kalmamış, emperyalizme karşı savaşımında, onu her bakımdan desteklemiştir. Müdafaa-i Hukuk öğretisinin bu temel özelliğini ne unutmalı, ne de unutturmalıyız.
Nedeni belli; değil mi ki Türkiye'nin kuruluş felsefesi böyle antiemperyalist bir felsefedir, emperyalizm elbette zamanla bu felsefenin yaratıcısı ve eyleme çeviricisi olan Mustafa Kemal Paşa'yı aşındırmak, kendi ulusunun gözünde küçük düşürmek isteyecektir, istemiştir de. Daha Kurtuluş Savaşı sırasında başlayan, uzun süre yakamızı bırakmayan şeriat isyanları, dinselliğe ve bölücülüğe dayanılarak, antiemperyalist ve demokratik yeNi iktidarın yıpratılması için kullanılmamış mıdır? Dün olduğu gibi bugün de, kullanılmamakta mıdır? Kemal Paşa'nın antiemperyalist düşünce platformuna ve eylemine sahip çıkmalıyız.'(sf.35)
Başta Amerika olmak üzere emperyalist ülkeleri kızdıran kurtuluş mücadelesi ezilen dünya tarafından alkışlanmış, saygıyla karşılanmıştır. Lenin önderliğinde kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, bu mücadeleye her anlamda destek vermiştir.
'...Türkiye'nin işçileri çağdaş ulusların yağmaya karşı direnişlerinin hesaba katılması gereken bir şey olduğunu kanıtlamışlardır. Türkiye, emperyalist devletlerce yağma edilmeye öyle bir şiddetle karşı koydu ki içlerinden en kabadayı olanları bile ondan elini çekmek zorunda kaldı.'(sf.34) Lenin'in bu sözleri ezilen sınıf ve ulusların kurtuluş mücadelemize verdikleri desteğin göstergesidir aslında. Mücadelemizin başarıya ulaşması ise ezilen bütün ulusları cesaretlendirmiştir. Atatürkçülük ezilen ulusların emperyalizmle mücadelelerinde onların yolunu aydınlatan bir meşale olmuştur.
Atatürkçülüğü Küçümsemeye Çalışanlar
'Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.' diyen Mustafa Kemal, bütün kurumları emperyalist ve feodal artıklardan temizlemiş ve her alanda tam bağımsızlıkçı bir politika yürütmüştür. Fakat bu anlayış, onun ölümüyle son bulmuştur. İnönü iktidarıyla tekrar Batıcı anlayış içerisine girilmiştir.
1938'den sonra iktidarı ele geçiren Batı taraftarları Atatürkçülüğün içini boşaltmışlar ve Milli Mücadele önderini, reformist bir put haline getirmişlerdir. Sağ ve sol kesimlerce de insafsızca eleştirilen Atatürkçülük, bir burjuva diktatörlüğü olarak nitelendirilmiştir. Atatürkçülüğün antiemperyalist yönü ise unutturulmaya çalışılmıştır.
Atillâ İlhan, kitabında bu eleştirilere yer vermiş ve Atatürkçülüğü küçümseyen bu bakış açısının tutarsızlığını göstermiştir bizlere:
'Birincisi bazı delikanlılarımızda fark ettiğim, cumhuriyeti küçümseme eğilimi. Bunlara bakarsanız, Mustafa Kemal hiçbir şey yapmamış, cumhuriyet Anadolu halkının kaderine hiçbir değişiklik getirmemiş, hep yerimizde saymışız; o kadar ki bugün herhangi bir üçüncü dünya ülkesi bile bizden ilerde bulunuyormuş! bu iddialar ipe sapa gelmez iddialardır...' (sf.29)
Anadolu halkı, devrimci bir bilinçle hareket ederek kaderini değiştirmiştir. Anadolu İhtilali, yüzyıllarca ezilen Anadolu halkının emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine verdiği cevaptır.
Atatürkçülüğe yöneltilen diğer bir eleştiri ise şudur; Cumhuriyet rejiminin gerek sanayide gerekse eğitim ve öğretimde gösterdiği gelişme doğal bir gelişmedir. Her ülkede böyle bir ilerleme yaşanır. Attilâ İlhan bir soruyla karşılık verir bu eleştiriye; '...Osmanlı rejimi, son iki yüzyıl içerisinde acaba neden zaman içinde doğal ilerlemeyi gösterememiş de, batmıştır? Bizi de batırmıştır? ...'(sf.30)
Devam ediyor Attilâ İlhan: '...birisini küçümsemek istediler mi, dudaklarından aynı kelime dökülüyor! Atatürkçü. Aslında küçümsediklerinin Mustafa Kemal'le de, onun savunduklarıyla da alakası yok, 1950'den bu yana ülkemizde görmeye alıştığımız o biçimsel Atatürkçüler yok mu hani, Amerikan Soğuk Savaşı'nı Mustafa Kemal'in Müdafaa-i Hukuk doktrini yerine koyan, aşırı uçlar edebiyatını icat eden, Jeep'lerde Kemal Paşa'nın büstünü gezdirip halkı selam vermek zorunda bırakan, işte onlar. Gel gör ki, Mustafa Kemal'i de, antiemperyalist kurtuluş savaşını da, teokratik bir iktidarı halk rejimine dönüştürerek, toplumsal iktidarın yapısını değiştirişini de es geçip, doğruyla yanlışı birbirine karıştırıyorlar.' (sf36)
İnönü Atatürkçülüğü
Attilâ İlhan, kitabının bir bölümünde İnönü Atatürkçülüğüne değiniyor. İnönü'nün uyguladığı politikaların Atatürkçülükle uzlaşmadığını vurguluyor. 1939'da İngiltere ve Fransa ile yapılan ittifak, IMF'ye üye oluş ve Batıcı eğitim modeli bağımsızlığımızdan verdiğimiz ilk ödünlerdir. İnönü döneminde 'çağdaş uluslar seviyesi', Batı uluslarının seviyesi şekline dönüştürülmüş ve Batılılaşma cereyanı başlamıştır. Türk kültürünün küçümsendiği bu dönem, Yunan-Latin klasiklerinin Türkçe'ye çevrildiği dönemdir.
Attilâ İlhan, İnönü Atatürkçülüğünü İnönü diktası olarak nitelerken çok yerinde bir göndermede de bulunuyor günümüz solcularına: '40 yıllarında İnönü diktası, Mustafa Kemal hareketinin antiemperyalist niteliğini unutturmaya çalışırken, bunun altını çizen kimlerdi bilir misiniz? Cezaevinde süründürülen, sürgünden sürgüne gönderilen solcular. Açın o yıllarda yayınlanmış dergileri, gazeteleri, açıkça görürsünüz. Buna ne hacet, Nâzım Hikmet 'Kurtuluş Savaşı Destanı'nı tam da o yıllarda yazmamış mıdır? Tarihin şu garip cilvesine bakın ki, 70 yıllarının solcuları Kurtuluş Savaşı'nın antiemperyalistliğine dudak büküyorlar...' (sf.33)
Atatürk ne bir burjuva diktatörü ne de dine savaş açmış biridir. Atatürk'ü bu şekilde tanımlayanlar bir takım dogmatik fikirlere saplanıp kalmış zavallıdır. Peki, kimdir Atatürk? Atatürk, tarihe müdahale etmiş bir ulusal kurtuluş savaşçısı, bir devrimcidir. O, 1919'da Samsun'a hareket ederken de, hakkında idam fermanı çıkartılırken de sadece Türk ulusunun bağımsızlığını düşünüyordu.
'Ya istiklal ya ölüm' sözleri boşa sarf edilmiş sözler değildir. Bu sözler, Kuvayı Milliye örgütleyicisinin zafer sözleridir. Atatürkçülük ise ezilen ulusların emperyalizmle mücadelesindeki yol göstericidir.
Attilâ İlhan ise Atatürkçülüğü şöyle açıklar: 'Günümüzde Atatürkçü olmak, Mustafa Kemal'in gerçekleştirdiği ulusal demokratik devrimi, toplumsal sürekli değişme içerisinde, bir sonrakine ulaşmak için geçerli bir birikim, bir aşama saymakla başlar.(...) Türk ulusu, ulusluğunu saldırgan emperyalist sisteme karşı savaşarak elde etmiştir, bu da Müdafaa-i Hukuk doktrinini, ülkenin sonraki yaşantısı için geçerli ve sürekli kılar.' (sf.37)
Milli Bağımsızlık Politikası Olarak Devletçilik ve Halkçılık
1838 yılında İngiltere ile imzalanan bir ticaret antlaşması Osmanlı'yı Batının açık pazarı haline getirir. Arkasından azınlıklardan oluşan işbirlikçi burjuvazinin güvenliğini sağlayan Tanzimat ve Islahat Fermanları imzalanır. Dış borçların artmasıyla Düyun-u Umumiye kurulur. İşte Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne kalan miras!
Ekonomik anlamda bağımsızlığını yitiren bir ülke, her anlamda sömürgeleşmeye mahkumdur. Bundan dolayı, Atatürk, bağımsız bir ekonomi kurmayı öncelikle hedef olarak seçmiştir. 1930'dan sonra devletçilik ve planlı ekonomi ülkenin ekonomik politikasını oluşturur. Ekonomide 5 yıllık sanayi planları uygulanır.
Atatürk'ün devletçilik programı Attilâ İlhan tarafından 'Devlet sosyalizmi' olarak nitelendirilmiştir. Ekonomide izlenen yol devletçilik ve halkçılık ilkeleri doğrultusunda, halkın ihtiyaçlarına cevap verir nitelikteki uygulamalardır. Kapitalist ekonominin yarattığı burujuvaziyi yaratmak değildir amaç. Amaç, halkın ihtiyaçlarına cevap verecek ve halk arasındaki dayanışmayı arttıracak bir ekonomik sistemdir.
Attilâ İlhan kitabındaki bazı bölümlerin sonuna eklediği 'meraklısı için notlar' kısmında Atatürk'ün kalkınma modeli için şunları söyler: 'Mustafa Kemal Paşa'nın kalkınma modeli yabancılardan en çok da yabancı sermayeden mümkün mertebe uzak durmaya, ülkenin kendi olanaklarına güvenmeye dayalıdır. Türkiye yoksuldu, sermayesi kıttı, bırakın teknik kadroları klasik anlamda yeterince tüccarı bile yoktu, ne var ki bu yokluklar müdafa-i hukuk iktidarlarını yıldırmıyordu. Başından itibaren ekonomiyi Türkleştirmek sürecine girmişlerdi. Bunda direndiler...' (sf.149.)
Mazlum Milletlerin Kurtuluşunda Atatürk Milliyetçiliğinin Önemi
Atatürk milliyetçiliği, Atatürkçülüğün temel unsurlarındandır. Çünkü teokratik yönetime ve sömürüye karşı ulusal egemenliği ve tam bağımsızlığı sağlamıştır. Günümüz solcularınca ırkçılıkla eş tutulan Atatürk milliyetçiliği, Batı karşıtı bir mazlum milletler milliyetçiliğidir.
Attilâ İlhan'ın da Atatürk milliyetçiliği bölümünde ele aldığı milliyetçilik bu düşünceleri destekler mahiyettedir: '...Müdafaa-i Hukuk milliyetçiliği gerçekte bir mazlum milletler milliyetçiliğidir, dolayısıyla antiemperyalist, antikolonyalisttir.' (sf.77)
Atatürk milliyetçiliği insanlığı temel alan bir milliyetçiliktir. Dolayısıyla dil, din, ırk farkını reddeden bir mazlum milletler milliyetçiliğidir. Mustafa Kemal, bu durumu şu sözlerle açıklıyor: '...Türkiye önemli ve büyük bir çaba harcıyor. Çünkü savunduğu bütün mazlum milletlerin, bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.'(1922)
Batı, sömürüyü, bir ulusun dilini ve tarihini yok ederek gerçekleştirmiştir. Atatürk milliyetçiliği ile bu durumun önüne bir set çekilmiştir. Ulus bilincini oluşturmanın yoluysa Batıdan kopuş, öze dönüş olmuştur. Batının tarih anlayışı reddedilmiş ve ulusal tarihi oluşturabilmek için Türk Tarih Kurumu kurulmuştur. Türk Dil Kurumu da böyle bir çabanın ürünüdür.
Atatürk milliyetçiliğinin oluşturduğu ulus anlayışını Attilâ İlhan şöyle ifade eder: '...İnsan gruplarını ırksal kökenlerine göre ayırmaz da, tarihsel yazgı beraberliklerine, ekonomik ortaklıklarına, kültür birikimlerine göre birlikte düşünürsen, çağdaş ulus anlayışı ortaya çıkar, bunda da esas yurttaşın kendini içinde yaşadığı ulusun hissetmesidir, böyle hissetti mi, bitti, o ulusun çocuğudur, ama şu ya da bu asıldandır, farketmez.' (82)
Ana hatlarını çizmeye çalıştığımız 'Hangi Atatürk? ' kitabı günümüze ışık tutar niteliktedir. Herkesin Atatürkçü geçindiği bir dönemde yaşıyoruz. Amerika'nın onayıyla 1980'de darbe yapan Kenan Evren, kendisine 'Atatürkçüyüm diyebiliyor. Diğer taraftan okullarımızda 'Tören Atatürkçüleri' ya da 'Rozet Atatürkçüleri' yetiştiriliyor. Atatürkçülüğün antiemperyalizmi ve devrimci yönü ise unutturulmaya çalışılıyor.
Sistem, Atatürk'ü bizlere bir put olarak sunmaktan geri durmuyor. Atatürkçülük ise Batıcı bir çağdaşlaşma hareketi olarak sunuluyor. İşte Attilâ İlhan, bu noktadan hareket ederek, Atatürkçü olmanın antiemperyalist ve Batı karşıtı olmakla aynı anlama geldiğini vurguluyor defalarca.
Saddam Hüseyin ile Amerika Birlesik Devletleri’nin (ABD) suikastle koltugundan indirilen iki baskanı John F. Kennedy ve Abraham Lincoln arasında bir benzerliği hiç düşündünüz mü?
Bu benzerligi anlayabilmek için cebinizdeki Amerikan bankınotuna bir göz atmanız gerekiyor.
Cebimde Amerikan bankınotu yok demeyin, mutlaka vardir. Hani rahmetli Özal “Türk Parasini Koruma Yasasini” dinazorluk olarak gösterip ülkeyi yesil dolarlara bogmustu ya.
Ön yüzündeki FEDERAL RESERVE NOTE yazisini gördünüz mü?
O halde şimdi John F. Kennedy ile baslayalim hikayemize. John F. Kennedy, vatansever ve zeki bir baskandi. Eger ABD su an teknolojide süper güç konumunda ise bunu John F. Kennedy’nin kısa süren baskanlıgı döneminde baslattıgı bazı projelere borçludur. Bu vatansever ve zeki insan, 4 Haziran 1963 tarihli bir emirle Amerikan banknotlarında gördügünüz FEDERAL RESERVE NOTE yazısını sildirmek istemistir.
Bunun ne anlama geldigini birazdan daha iyi anlayacağız! ..
Federal Reserve Bank, çogu kisinin zannettiginin aksine Türkiye’deki Merkez Bankası’nın karsılıgı bir banka degildir. Hatta çogu Amerikan vatandasının zannettigi gibi Amerika Birlesik Devletleri’nin bir kurumu da degildir. Federal Reserve Bank (FRB) , aralarında kan bagı ve sirket bagı olan, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek birkaç ailenin ve sirketin sahip oldugu özel bir bankadır. Bank of England’ın sahibi Rothschilds ailesi FRB’nin gerçek sahibidir dersek çok yanlıs olmaz. Rothschild ailesinin Amerika’daki temsilcileri olan Morgan gibi Amerika’nın bilinen dev firmaları FRB’nin yönetimini elinde tutmaktadır. Bunlara ilave olarak Chase Manhattan’ın sahibi Rockfeller ailesi gibi birkaç zengin aile, Texaco gibi petrol sirketleri de FRB’in sahipleri arasında. Sistemin çalısmasına gelince:
ABD’nin piyasaya sürecegi para FRB’nin matbaalarında basılıyor. FRB, bu bankınotları ABD’ye borç olarak veriyor. Yanlıs okumadınız. ABD, FRB’den aldıgı kagıtlar karsılıgında FRB’ye faiz ödüyor. Piyasaya sürülen bankınotların karsılıgının olup olmadıgına bakılmıyor. Nasıl olsa kimse karsılıgını sormuyor, karsılıgını soran çıkarsa defteri dürülüyor, tıpkı Fransa’nın 1969’da basına geldigi gibi..
Iste vatansever Kennedy, bu “borç para vererek devletten faiz toplama gücünü” FRB’nin elinden almak istemistir. John F. Kennedy’nin 4 Haziran 1963 tarihli ve 11110 sayılı emri ile Amerikan hükümetine kendi parasını kendi basması yolu açılmıstı. Amerikan Hazinesi, kasasında tuttugu gümüs karsılıgında basacagı bankınotları piyasaya sürebilecekti. ABD, artık FRB’ye faiz ödemek zorunda kalmayacaktı.
Kennedy’nin bu emri aynı zamanda FRB’nin iflası anlamına geliyordu. Kagıt basıp yüklü miktarda faiz geliri almak gibi tatlı bir ticaret sona ermek üzereydi.
22 Kasım 1963 tarihinde Kennedy suikaste ugradı ve öldü. Kenndy öldürüldükten 5 ay sonra Amerika yine eskiden oldugu gibi FRB’den aldıgı kagıtları (dolarları) piyasaya sürüp, FRB’ye faiz ödemeye devam etti. Ne büyük tesadüftür ki Abraham Lincoln de ulusal para politikasını düzenleyen bir yasa çıkarttıktan sonra suikaste ugramıstı. Doların dünyadaki hakimiyeti, sokaktaki Amerikan vatandasından çok, Federal Reserve Bank için önemli. Piyasaya sürülen her dolar, FRB’nin kasasına girecek faiz gelirinin artması demek. Doların hakimiyetinin sona ermesi ise FRB’nin kolaydan kazandıgı faizlerin buharlasması anlamına geliyor. Madalyonun nasıl iki yüzü varsa, doların da bir görünen bir de uluslararası “böyle bir karanlık yüzü” var.
Dünyadaki resmi rezervlerin %60’ı Amerikan doları cinsinden kasalarda tutuluyor. Euro henüz piyasaya çıkmadan önce Alman Mark’ı sadece %13 gibi düsük bir paya sahipti. Yen ise %5 düzeyindeydi. Avrupa Birligi (AB) 1999 senesinden itibaren Euro kullanacagını ilan ettigi zaman bu para biriminin pek tutmayacagı yönündeki görüsler agırlık kazanıyordu. Federal Rezerv Bank için tehlike çanları henüz çalmıyordu, hatta tam tersine dolarin hakimiyeti daha da köklesebilirdi.
Gelin görün ki Saddam gibi bazı Amerikan düsmanları doları tahtından indirip Euro’yu birinci sınıf para koltuguna oturtmaya kalkıstı. Hem de bu durum düsünüldügünden daha hızlı gelismeye basladı. Iran ve Venezuella gibi petrol zengini diger ülkeler de “petrolü dolarla satmam, euro ile satarım” diyen Saddam’ı kendilerine örnek alınca doların “rengi” aniden degisti; yesilligini kaybedip morarmaya basladı. İki Amerikan başkanı, kagıt basıp faiz toplayanların dümenine çomak sokunca suikaste ugradı. Saddam da aynı dümene çomak sokunca bazılarının aklına “Irak halkına demokrasi getirmek” geldi. Yasasın demokrasi!
Saddam Hüseyin ile Amerika Birlesik Devletleri’nin (ABD) suikastle koltugundan indirilen iki baskanı John F. Kennedy ve Abraham Lincoln arasında bir benzerliği hiç düşündünüz mü?
Bu benzerligi anlayabilmek için cebinizdeki Amerikan bankınotuna bir göz atmanız gerekiyor.
Cebimde Amerikan bankınotu yok demeyin, mutlaka vardir. Hani rahmetli Özal “Türk Parasini Koruma Yasasini” dinazorluk olarak gösterip ülkeyi yesil dolarlara bogmustu ya.
Ön yüzündeki FEDERAL RESERVE NOTE yazisini gördünüz mü?
O halde şimdi John F. Kennedy ile baslayalim hikayemize. John F. Kennedy, vatansever ve zeki bir baskandi. Eger ABD su an teknolojide süper güç konumunda ise bunu John F. Kennedy’nin kısa süren baskanlıgı döneminde baslattıgı bazı projelere borçludur. Bu vatansever ve zeki insan, 4 Haziran 1963 tarihli bir emirle Amerikan banknotlarında gördügünüz FEDERAL RESERVE NOTE yazısını sildirmek istemistir.
Bunun ne anlama geldigini birazdan daha iyi anlayacağız! ..
Federal Reserve Bank, çogu kisinin zannettiginin aksine Türkiye’deki Merkez Bankası’nın karsılıgı bir banka degildir. Hatta çogu Amerikan vatandasının zannettigi gibi Amerika Birlesik Devletleri’nin bir kurumu da degildir. Federal Reserve Bank (FRB) , aralarında kan bagı ve sirket bagı olan, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek birkaç ailenin ve sirketin sahip oldugu özel bir bankadır. Bank of England’ın sahibi Rothschilds ailesi FRB’nin gerçek sahibidir dersek çok yanlıs olmaz. Rothschild ailesinin Amerika’daki temsilcileri olan Morgan gibi Amerika’nın bilinen dev firmaları FRB’nin yönetimini elinde tutmaktadır. Bunlara ilave olarak Chase Manhattan’ın sahibi Rockfeller ailesi gibi birkaç zengin aile, Texaco gibi petrol sirketleri de FRB’in sahipleri arasında. Sistemin çalısmasına gelince:
ABD’nin piyasaya sürecegi para FRB’nin matbaalarında basılıyor. FRB, bu bankınotları ABD’ye borç olarak veriyor. Yanlıs okumadınız. ABD, FRB’den aldıgı kagıtlar karsılıgında FRB’ye faiz ödüyor. Piyasaya sürülen bankınotların karsılıgının olup olmadıgına bakılmıyor. Nasıl olsa kimse karsılıgını sormuyor, karsılıgını soran çıkarsa defteri dürülüyor, tıpkı Fransa’nın 1969’da basına geldigi gibi..
Iste vatansever Kennedy, bu “borç para vererek devletten faiz toplama gücünü” FRB’nin elinden almak istemistir. John F. Kennedy’nin 4 Haziran 1963 tarihli ve 11110 sayılı emri ile Amerikan hükümetine kendi parasını kendi basması yolu açılmıstı. Amerikan Hazinesi, kasasında tuttugu gümüs karsılıgında basacagı bankınotları piyasaya sürebilecekti. ABD, artık FRB’ye faiz ödemek zorunda kalmayacaktı.
Kennedy’nin bu emri aynı zamanda FRB’nin iflası anlamına geliyordu. Kagıt basıp yüklü miktarda faiz geliri almak gibi tatlı bir ticaret sona ermek üzereydi.
22 Kasım 1963 tarihinde Kennedy suikaste ugradı ve öldü. Kenndy öldürüldükten 5 ay sonra Amerika yine eskiden oldugu gibi FRB’den aldıgı kagıtları (dolarları) piyasaya sürüp, FRB’ye faiz ödemeye devam etti. Ne büyük tesadüftür ki Abraham Lincoln de ulusal para politikasını düzenleyen bir yasa çıkarttıktan sonra suikaste ugramıstı. Doların dünyadaki hakimiyeti, sokaktaki Amerikan vatandasından çok, Federal Reserve Bank için önemli. Piyasaya sürülen her dolar, FRB’nin kasasına girecek faiz gelirinin artması demek. Doların hakimiyetinin sona ermesi ise FRB’nin kolaydan kazandıgı faizlerin buharlasması anlamına geliyor. Madalyonun nasıl iki yüzü varsa, doların da bir görünen bir de uluslararası “böyle bir karanlık yüzü” var.
Dünyadaki resmi rezervlerin %60’ı Amerikan doları cinsinden kasalarda tutuluyor. Euro henüz piyasaya çıkmadan önce Alman Mark’ı sadece %13 gibi düsük bir paya sahipti. Yen ise %5 düzeyindeydi. Avrupa Birligi (AB) 1999 senesinden itibaren Euro kullanacagını ilan ettigi zaman bu para biriminin pek tutmayacagı yönündeki görüsler agırlık kazanıyordu. Federal Rezerv Bank için tehlike çanları henüz çalmıyordu, hatta tam tersine dolarin hakimiyeti daha da köklesebilirdi.
Gelin görün ki Saddam gibi bazı Amerikan düsmanları doları tahtından indirip Euro’yu birinci sınıf para koltuguna oturtmaya kalkıstı. Hem de bu durum düsünüldügünden daha hızlı gelismeye basladı. Iran ve Venezuella gibi petrol zengini diger ülkeler de “petrolü dolarla satmam, euro ile satarım” diyen Saddam’ı kendilerine örnek alınca doların “rengi” aniden degisti; yesilligini kaybedip morarmaya basladı. İki Amerikan başkanı, kagıt basıp faiz toplayanların dümenine çomak sokunca suikaste ugradı. Saddam da aynı dümene çomak sokunca bazılarının aklına “Irak halkına demokrasi getirmek” geldi. Yasasın demokrasi!
1- ADD tüzüğünü değiştirmek için toplanan tüzük kongresine derneğin resmi 1363 delegesinden sadece 223’ü katıldı. Yani kongre delegelerin sadece % 17’si ile toplandı.
Delegelerin sadece %17’sini toplayarak tüzük değiştirmek demokratik midir?
2- ADD tüzük kurultayına delegelerin % 17’si katıldı. Ancak tüzük maddelerinin delegelerin 2/3’lük nitelikli çoğunluğu ile değişmesi gerekirken, bu kurala da uyulmadı. Maddelerin kimisi sadece 100 kişinin oyuyla değişti.
Kısacası ADD tüzüğü delegelerin sadece %8’inin onayıyla değişti.
Bu nasıl bir demokrasidir?
3- ADD tüzük değişikliği önergelerinden en çok tartışılanı iki dönemden fazla üstüste yönetim kurulu üyeliğine getirilen kısıtlamanın kaldırılmasıydı.
Bu kısıtlama dernek tüzüğüne, siyasi partilerde yaşanan saltanatın bir benzeri ADD’ye kurulmasın diye konmuştu. Ancak bu kısıtlamanın kaldırılması ile birlikte bu önlem kaldırılmış oldu.
ADD’de yöneticilik yapacak başka insan yok mudur ki bu kısıtlama kaldırılmıştır?
Ya da Türkiye’de ADD’yi yöneten bugünkü 23 kişinin dışında Atatürkçü yok mudur ki mevcut yönetim bir dönem daha yönetimde kalmak istiyor?
4- ADD örgütlerinin büyük kısmı kapalı durumda. Dernek merkezi maalesef bu örgütleri açık tutamıyor.
Mevcut şubelerin üçte ikisi kapalı iken nasıl olur da yönetim görev süresinin uzamasını ister?
ADD yönetimi daha şubeleri açık tutamazken, çalıştıramazken, neden yeni dönemde de görev almak ister?
İşin mantıklısı görevin, derneği açık tutmayı başaracak, çalıştıracak bir yönetime devredilmesi değil midir?
5- ADD son dönemde, iki siyasi parti ile birlikte anılmaya başlandı: MHP ve İP.
Oysa derneğin, her tür siyasal partiden bağımsız olması gerekir. Halbuki derneğin son dönem etkinlikleri, dernek şubelerinin ve üyelerinin değil, Atatürkçülükten başka bir ideolojiyi benimseyenlerin etkinliklerine dönüşüyor.
Yukarda fotoğrafta görüldüğü gibi ADD bir Ulusal Birlik Kongresi topluyor ve bu kongereye 100 kadar kişi katılıyor. Görüldüğü gibi koltuklar boş, oturanlarsa Maocu partinin militanları.
ADD bu kongreler için mi kuruldu?
6- ADD Yöneticilerinin bir bölümü televizyon ekranlarından Erbakan’ı antiemperyalist ilan edebiliyorlar. 28 Şubat’ın, Atatürk ilke ve davrimlerinin ve elbette laikliğin savunucusu bir dernek yöneticisi nasıl olur da böyle bir adamı savunabilir?
ADD üzerine düşen bu şeriatçı lekeyi temizlemeyi düşünmüyor mu?
7- ADD Genel Sekreteri, Milli Dava Kıbrıs için düzenlenen bir imza kampanyasına engel olmak için çalışıyor. Ancak hâlâ koltuğunda oturabiliyor!
ADD bu şahsı İsviçre’ye Tayyiplerin ekibine göndermeyi düşünmüyor mu?
8- ADD yönetimine genç sıfatı ile dahil olan kimi provokatörler, açık bir biçimde Maocu partinin taşeronluğunu yapıyor.
Dernek yönetimi içinde hizip örgütlüyor. Tüm bunlar hakkında yapılan şikayetlere rağmen bu provokatör hâlâ koltuğunda oturabiliyor.
Şiir Kitapları:
Duvar,
Sisler Bulvarı,
Yağmur Kaçağı,
Ben Sana Mecburum,
Belâ Çiçeği,
Yasak Sevişmek,
Tutuklunun Günlüğü,
Böyle Bir Sevmek,
Elde Var Hüzün,
Korkunun Krallığı,
Ayrılık Sevdâya Dahil.
Romanları:
Sokaktaki Adam,
Zenciler Birbirine Benzemez,
Kurtlar Sofrası,
Fena Halde Leman,
Haco Hanım Vay,
Bıçağın Ucu,
Sırtlan Payı,
Yaraya Tuz Basmak,
Dersaadette Sabah Ezanları,
O Karanlıkta Biz.
Öykü Kitabı:
Yengecin Kıskacı.
Gezi Notları:
Abbas Yolcu.
Senaryo:
O Sarışın Kurt.
Denemeleri/Anıları:
Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler,
Gerçekçilik Savaşı,
İkinci Yeni Savaşı,
Faşizmin Ayak Sesleri,
Batı'nın Deli Gömleği,
Sağım Solum Sobe,
Ulusal Kültür Savaşı,
Sosyalizm Asıl Şimdi,
Aydınlar Savaşı, Kadınlar Savaşı,
Hangi Sol,
Hangi Batı,
Hangi Seks,
Hangi Sağ,
Hangi Atatürk,
Hangi Edebiyat,
Hangi Laiklik,
Hangi Küreselleşme,
Bir Sap Kırmızı Karanfil,
Ufkun Arkasını Görebilmek,
Sultan Galiyef.
Hakkındaki Kitaplar/Söyleşiler:
Tarih Öncesi Yazıları (hazırlayan İbrahim Oluklu, Jaycees Balıkesir Genç Müteşebbisler Derneği Yayını, 1998) ,
Yalnız Şövalye (hazırlayan Zeynep Ankara, Bilgi Yayınevi, 1996) ,
Edebiyat Dünyasından Attilâ İlhan'a Mektuplar (derleyen Belgin Sarmaşık, Otopsi Yayınları, 2001) ,
Attilâ İlhan'la 1000 Saat (Erol Manisalı, Bilgi Yayınevi, 2001) ,
Mavi Adam/Attilâ İlhan'la Söyleşiler (Zeynep Aliye, Bilgi Yayınevi, 2001) ,
Attilâ İlhan'da Kültür Sorunsalı, (Gönülden Esemenli Söker, Bilgi Yayınevi, 2002) ,
Nam-ı Diğer Kaptan/Attilâ İlhan'ı Dinledim (hazırlayan Selim İleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001) .
Attila İlhan la roportajdan...
* Şu anda Batıya karşı mücadele verilirken, birtakım odaklar hala üniversiteye gitmek isteyen kızların başörtüsü ile uğraşıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
-Bu çok sinsi bir tuzak. Türkiye’nin meselesi emperyalist Batı’ya karşı mücadele olmalıdır. Bağımsızlığını kazanan Türk milletinin önüne başka bir konu koymuşlar. Nedir o? Laiklik.
* Laikliği Gazi getirmedi mi?
-Laiklik, Gazi’nin ölümünden bir yıl önce, 1937’de anayasaya giriyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti 1920’de kuruluyor. Şimdi bakınız, Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya? Emperyalist Batı’dan yana olanlara. İslam’ı irtica olarak anlasa, yanına Mehmet Akif’i alır mı? Onun yazdığı şiiri İstiklal Marşı ilan eder mi? Ben 1930’lu yıllarda Konya’nın Ilgın kazasında yaşadım. Orada kadınlar örtülüydü. Kimse kimseye bir şey demezdi. Yasak olsaydı, orda da uygulanırdı. Bana göre, Türkiye’de emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatmak için Türk halkını böyle yasaklarla oyalıyorlar. Laikliğin ön plana çıkarılmasının sebebi; Türklerin Batı’ya karşı anti emperyalist tavra girmemesini sağlamaktır. Türkiye’nin meselesi “Laiklik mi-değil mi” meselesi değildir. Türkiye’nin meselesi Tam Bağımsızlıktır. Ekonomisini ve kültürünü kurtarmak meselesidir. Bütün gücümüzü buna yöneltmek zorundayız. Bunun içinde yapılması gereken şey bir ulusal cephedir. Bu ulusal cephede herkes var.
Ülkemize asıl tehdidin Batı’dan geldiğini söyleyen yazar Attila İlhan ile röportaj:
Sayın İlhan, Türkiye nereye gidiyor?
-Merak etmeyin, Türkiye kötü bir yere gitmez. Bu memleket ayakta. Ayakta ve uyanık olan bir memleketi yıkamazlar. Bu olayı Kuva-i Milliye Kurtuluş Savaşı’nda kanıtlamıştır.. O zaman Türkiye’de on senedir savaşan aç ve sefil bir millet vardı. Buna rağmen başardık. Halbuki biz şimdi 70 milyonun üzerinde, gayet güçlü, kuvvetli, ekonomisi dünyanın ilk 20’si içinde, Silahlı Kuvvetleri ilk 10’un içinde olan güçlü bir devletiz. Böyle bir devletin ve halkın esir olması, bölünmesi, parçalanması mümkün değildir. Bunu başaramazlar.
Amerikalılar filmlerde her yeri zabt ederler. Halbuki gerçek hayat öyle değil. Girdikleri her yerde dayak yiyorlar. Vietnam’da dayak yediler. Kore’de biz kurtardık. Afganistan’da, Irak’ta hala dayak yiyorlar.
* Bu ülkelerde henüz iş bitmedi mi?
-Ne Afganistan’da ne de Irak’ta iş kolay kolay bitmez. Çünkü bir kere Afganistan Avrasya ülkesi. Bir de Amerika’nın her yere aynı anda müdahale gücü yok. İşte görüyorsunuz, İspanya’da üç tane treni bombaladılar, İspanya kaçıyor. Şimdi Polonya kaçacak. Amerika’nın Irak’ta şansı yok.
* Avrupa Birliği Türkiye’yi içine alacak mı, almayacak mı?
-Keşke almasa. AB meselesinde es geçilen bir nokta var. O da ABile ABD müttefik, ama rakip. Çünkü Kıbrıs meselesini şu anda fişekleyen ABD değil, AB.
* AB niye Kıbrıs meselesini fişekliyor?
-Çünkü ABDve İngiltere’nin Kıbrıs’ta askeri üssü var. Almanya ve Fransa’nın üssü yok. Onlar da üs sahibi olmak istiyorlar. Kıbrıs’ta askeri üs sahibi olmanın çok önemi var. Kıbrıs adası; Akdeniz’de sabit bir uçak gemisi. Oradan ulaşamayacağın yer yok. Bir kere Süveyş’i kapatırsın, ikincisi İsrail’e ve Ortadoğu’ya hakim olursun. Üçüncüsü Anadolu’ya hakim olursun. İnanılmaz stratejik bir yer orası. Onun için ABkafayı oraya taktı. Aslında ABDile İngiltere, Almanya ve Fransa’nın Kıbrıs’a gelmesinden o kadar da memnun değil.
* Halkımız, AB’ye girersek, İmam-Hatiplerin önündeki engellerin giderileceğini, türban yasağının kalkacağını, insanların refah içinde yaşayacağını, işsiz insan kalmayacağını, kısaca bütün sorunların çözüleceğini zannediyor. Siz ne diyorsunuz?
-Rusya Devlet Başkanı Putin’in Başdanışmanı Albert Çernişev, bizimkilere dedi ki; “AB’ye güvenmeyin. Kapısını çalmayın. Gelin aramızda anlaşalım. Bu işi Asya’da halledelim. O zaman onlar gelecek bize” Adam haklı. O zaman öyle büyük bir güç olacaksın ki, koskoca bir Avrasya pazarı düşünün. Bütün mallarımızı tek başına Rusya ya da Çin satın alabilir. Şimdi sen bu kadarını bırakıyorsun, ordan bir ekmek atacaklar diye Batı’nın kıçında dolaşıyorsun. Onlar da seni inim inim inletiyorlar. Bu bir kere haysiyetine dokunuyor Türkiye’nin. Şimdi bugün aynen Tanzimat döneminin mandacıları gibi bir devletin kıçına takılıyoruz. AB,Hıristiyan birliği
* Tanzimat mandacıları mı?
-Evet, aynen mandacı zihniyeti bu. “Aman, o bizi korur”. Ulan sen kendini korursun. Sen güçlü bir devletsin. Kısaca bizi AB’ye almazlar. Çünkü Avrupa Birliği’nin kuruluş amacı Sovyet Rusya’ya karşıydı. Amerika da onları destekledi. ABbayrağına 12 yıldız koydular. O 12 yıldız Hz. İsa’nın 12 havarisini temsil ediyor. Bu bir tesadüf değil. Hıristiyan Birliği. Üye devletlerin sayısı artıyor., yıldızlar hala 12’de duruyor. Gizli-saklı değil, ortada olan bir olay bu. İngiliz Başbakanı çok net olarak diyor ki: “Türkleri Avrupa’ya ancak Hıristiyan olduklarında alabiliriz” Hıristiyanlar, dinlerini çok ciddiye alırlar. Onunla dünyayı kurtaracaklarını sanırlar. Şunu hiç unutma, 20. yüzyıl onların “Kara yüzyılı”dır..
* Yani onun rövanşını mı alıyorlar bizden?
-Evet, onun rövanşını almaya çalışıyorlar. Çünkü Sovyet ihtilali ile Anadolu İhtilali, 83 bloklu üçüncü dünyayı ortaya çıkardı. Bu 2 büyük kitle onları Batı Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya sıkıştırdı. Oraya sıkışınca, korktular. Şimdi onun öcü bu. Dağıtmaya çalışıyorlar. * Bunları bazı güç odakları bilmiyorlar mı? Biliyorlarsa neden engel omuyorlar? -Hepsi biliyor, ancak işte asıl sorun buradan kaynaklanıyor. Bence çekiniyorlar. Aslında çekinecekleri bir şey yok. Çünkü emperyalizmi savunan medya çöküyor. Kontrolü kaybetmeye başladılar. Bunun ilk belirtileri özel televizyonlarda görülmeye başlandı. Sürekli adam çıkarıyorlar. Şu anda hepsi kötü durumdalar. Birçoğu devlete borcunu ödeyemiyor. Gazetelerin de durumu kötü. Onlar belli bir partiyi sevdiklerinden değil, para koparabilmek için o partiyi destekliyorlar. * Türkiye nasıl kurtulur? Eğitim, savunma ve iktisat mutlaka milli olmalı. NATO’ya girince herşeyin halledildiğini sandık. Kıbrıs meselesi ortaya çıkınca uçaklarımızı kullanmaya kalktık. Johnson’dan İnönü’ye tehdit ve hakaret dolu bir mektup geldi. Bu mektuptan sonra duvarlara “Kendi uçağını kendin yap, kendi silahını kendin yap” sloganları yazıldı. İşte doğrusu bu. Onlar sömürge aydınları
* KKTC’de yapılacak referanduma ABD ve AB’nin müdahale edeceği, oyların dolarla satın alınacağı söyleniyor. O zaman Kıbrıs davamız bitti mi sayılır? -Ben KKTC dahil, hiçbir olayın bitmeyeceğini düşünen bir insanım. Türkiye’de her zaman 2 X 2 = 4 değil, 5 edebilir. Irak fotoğrafına iyi bakın. Emperyalistler Irak’a sonunda girebildiler, ancak olay henüz bitti mi? Bitmez. “Rusya’yı ele geçirdik” sanıyorlardı. Şu anda Rusya’dan korkuyorlar. Çünkü Rusya nükleer, dev güç.
* Anti emperyalist düşünceleri savunanları istiskal edercesine “Üçüncü dünyacılar” diyenlere bir sözünüz yok mu?
-Onlar sömürge aydınları. Bunlar her şeye ihanet eden hain. Bunların üstünde durmaya bile gerek yok. Çünkü halkımız doğruyu yanlıştan çok iyi ayırıyor.
* Gerçekten ayırabiliyor mu?
-İnanılmaz bir şey. Ben bunu şahsımdan biliyorum. Beraber başladığımız yazarların büyük bir kısmı yolda kaldılar. Ben niye devam ediyorum? Çünkü halk biliyor ki, Attila İlhan, kendi aleyhine de olsa doğruları yazar. Yalan söylemez. Gerçek Atatürkçüler ortaya çıktıkça sahte Atatürkçüler dehşete kapılıyor. Zaten Atatürk yaşasa bu sahtekarları duman eder. Biz Kurtuluş Savaşı’nı Yunanlılara karşı yapmadık. Biz Kurtuluş Savaşı’nı emperyalistlere karşı yaptık. Yani Batılılarla savaştık. Lozan anlaşmasında karşımızda kim var? İyi bakın., Lozan’da karşımızda İngiltere ve Fransa var, İran yok. Yanımızda bize destek olan ise Rusya. Daha geçenlerde Rusya DevletBaşkanı Putin’in Danışmanı Albert Çernişev Türkiye’ye geldi ve: “Avrasya’nın sınırları Türk Kıbrıs’tan başlar” dedi. Ancak bunu sömürge medyası görmedi. Adam İstanbul’dan Ankara’ya, oradan Kıbrıs’a gidip aynı şeyleri söyleyecekti. Ama bizimkiler onlara yüz vermiyorlar. Batı’dan kazık yiyoruz
* Türkiye’yi yönetenler deli mi, yoksa akıllı da bilerek mi böyle yapıyorlar?
-Hayır, hayır, Türkiye’yi şu anda yönetenlerin öncekilerden farkı, emperyalizme daha angaje ve daha cesur olmaları. Yani açık açık söylüyorlar. 1950’den beri Batı’dan kazık yiyoruz. Bu kazıkları yöneticilerimiz sineye çekiyorlar. Her şeyimiz baltalanmış. Ekonomi, savunma ve eğitim Batı’nın kontrolünde.
* Mesela 1940’ta bir dolar kaç liraydı?
-Ne doları, ne Euro’su. O zaman dövizin esamisi okunmuyordu. 100 Türk lirası ile Fransa’ya gidiyorum. Napoli limanında parayı bozdurmak istedim. Kambiyonun önü çok kalabalık. Veznedarlardan birine elimdeki parayı gösterdim. Adam yerinden kalktı, o kalabalığı yararak beni aldı, bir odaya götürdü. 100 Türk lirasına karşılık tam 120 bin Frank para verdi. Ben o parayla Paris’te 2 ay geçindim. Çünkü o M. Kemal’in 100 lirasıydı.
* Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya?
Laiklik, Gazi’nin ölümünden bir yıl önce, 1937’de anayasaya giriyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti 1920’de kuruluyor. Şimdi bakınız, Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya? Emperyalist Batı’dan yana olanlara. İslam’ı irtica olarak anlasa, yanına Akif’i alır mı? Onun yazdığı şiiri İstiklal Marşı ilan eder mi?
* Gazi’nin parası ne zaman bozulmaya başladı?
-İsmet İnönü devrinde bozulma başladı. Ancak sadece paramız değil, Gazi döneminin güvenlik stratejisi de değişti.İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olunca o sırada tek dostumuz olan Sovyet Rusya, “Durum ne olacak? ” diye yüksek rütbeli bir diplomatını (Potentin’i) Ankara’ya gönderiyor. Potentin, Dışişleri ve İsmet Paşa ile görüşüyor. Net bir cevap alamıyor. Yani Gazi’nin döneminde olduğu gibi “Tamam, dostluğumuz devam ediyor. Batı’ya karşı beraberiz” demiyorlar. Bunun üzerine Potentin gidiyor. Durum kötü. Hitler ve Mussolini Avrupa’yı tehdit ediyor. Harp çıkacak. Ruslar, Hitler’den çekiniyor. Bizimkiler garanti vermiyor. Ruslar Almanlarla anlaşıyor. İnönü de gidiyor Fransa ve İngiltere ile ittifak imzalıyor. Bugün çektiklerimiz o ittifakın sonucudur. Yani o ittifak olmasaydı, biz yine bağımsız, tarafsız bir devlet olacaktık.
* Batılılaşma Gazi’yle başlamıyor mu?
-Hayır hayır, Gazi Paşa’nın ağzından hiçbir zaman “Garplılaşacağız” sözü çıkmıyor. Gazi bütün nutuklarında “Muasır millet olacağız” diyor. “Muasırlaşma”nın muadili “Çağdaşlık”tır. “Batılılaşma” değil. Çok vahim yanlış yapıldı
* Gazi’nin “Muasırlaşma” sözü ne zaman “Batılılaşma” şeklinde yorumlanıyor?
-İsmet Paşa’dan itibaren. Biz Lisede okurken ders kitapları değiştirildi. Türk şairleri ve edibleri yerine Yunan filozoflarına ve şairlerine ağırlık verildi. Çok vahim yanlış yapıldı. Devlet kurulur kurulmaz Gazi’nin en büyük jesti Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nu kurmasıdır. Gazi’nin döneminde okutulan kitapları okuyanlar, ulusalcı, memleketini seven, tarihini seven insanlar olarak yetiştik. Yaş olarak Erbakan, Demirel, Ecevit, ben hep aynı kuşağın insanlarıyız. Hatta Adnan Menderes.
* Ancak aynı fikirde insanlar değilsiniz. Öyle değil mi?
-Karşıt fikirlerde olabiliriz, bir noktada aynı düşüncedeyiz. O da: “Türkiye büyük bir devlettir, büyük bir devlet olmalıdır, büyük bir devlet olarak kalmalıdır” Bu noktada aramızda ihtilaf yoktur.. İhtilaf olmadığı için aynı şeyi Batı’ya karşı bugün de yapabiliriz diye düşünüyorum. Gazi’nin yaptığı gibi.
* Gazi’nin etrafında o zaman kimler var?
-Gazi’nin etrafında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Mehmet Akif, Mustafa Suphi. Yani Gazi, Türkçüleri, İslamcıları, Solcuları yanına alarak Batı’ya karşı birlikte savaştı. Bu memleketin İstiklal Marşı’nı Mehmet Akif yazdı ve buna kimse itiraz etmedi. Çünkü Türkler işler zora geldiği zaman birleşir. Bu çok sinsi bir tuzak
* Şu anda Türkiye’de bu birlikteliği kurmak mümkün mü?
-İşte ben bunu söylüyorum. Partisi ve zihniyeti ne olursa olsun, Türkiye’de aslında 2 grup var. Emperyalist Batı yanlıları ile emperyalizme karşı Türkiye’den yana olanlar. Türkiye’de bu 2 grubun mücadelesi yaşanıyor. Lozan’daki gibi. Şu anda da Sosyalist partiler ikiye bölünmüş. Batı’dan yana olanlar, Türkiye’den yana olanlar.
* Ya Müslümanların durumunu nasıl görüyorsunuz?
-Onlar da bölünmüşler. Bir grup emperyalizme karşı Müslümanlar. Öteki grup ise “Canım Müslümanız, ama, Batı’yı, ABD’yi de küstürmeyelim. Hatta bir vilayeti verelim gitsin” diyenler.
* Şu anda batıya karşı mücadele verilirken, birtakım odaklar hala üniversiteye gitmek isteyen kızların başörtüsü ile uğraşıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
-Bu çok sinsi bir tuzak. Türkiye’nin meselesi emperyalist Batı’ya karşı mücadele olmalıdır. Bağımsızlığını kazanan Türk milletinin önüne başka bir konu koymuşlar. Nedir o? Laiklik.
* Laikliği Gazi getirmedi mi?
-Laiklik, Gazi’nin ölümünden bir yıl önce, 1937’de anayasaya giriyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti 1920’de kuruluyor. Şimdi bakınız, Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya? Emperyalist Batı’dan yana olanlara. İslam’ı irtica olarak anlasa, yanına Akif’i alır mı? Onun yazdığı şiiri İstiklal Marşı ilan eder mi? Ben 1930’lu yıllarda Konya’nın Ilgın kazasında yaşadım. Orada kadınlar örtülüydü. Kimse kimseye bir şey demezdi. Yasak olsaydı, orda da uygulanırdı. Bana göre, Türkiye’de emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatmak için Türk halkını böyle yasaklarla oyalıyorlar. Laikliğin ön plana çıkarılmasının sebebi; Türklerin Batı’ya karşı anti emperyalist tavra girmemesini sağlamaktır. Türkiye’nin meselesi “Laiklik mi-değil mi” meselesi değildir. Türkiye’nin meselesi tam bağımsızlıktır. Ekonomisini ve kültürünü kurtarmak meselesidir. Bütün gücümüzü buna yöneltmek zorundayız. Bunun içinde yapılması gereken şey bir ulusal cephedir. Bu ulusal cephede herkes var.
* Kartel medyasının ulusal cepheye bakışını nasıl buluyorsunuz?
-Medya ülkenin satışına hazırlandı. Bu oyun önce Rusya’da oynandı. Ondan sonra Yugoslavya’da oynadılar. “Böl, parçala, yut” oyunu her yerde oynanıyor. Yaptıkları gayet basit: Partileri ve basını satın alıyorlar. İktidara hangi parti gelirse gelsin, emperyalistlerin sözü geçiyor. Partileri, gazeteleri, televizyonları ve sivil toplum kuruluşlarını ele geçirince o ülkeyi ele geçirmiş oluyorlar. Etrafımızı kuşattılar
* ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamına Türkiye’de giriyor mu?
-Elbette giriyor. Etrafımızı kuşattılar. Sıra bizde. Türkiye’yi bölmeyi, bugünkü topraklarımız üzerinde 4-5 devlet kurdurmayı düşünüyorlar. Fakat bu amaçlarına eremeyecekler. Çünkü doğuluları tanımıyor. Doğuluların en büyük özelliği vatan ve namus uğruna ölümü göze almaları. Vietnam’da, Afganistan’da rezil oldu. Irak’ta rezil olacak. Türkiye’nin de içinde bulunduğu proje yeni değil. “Birleşik Amerika’nın 21. yüzyıl Güvenlik Stratejisi” diye 150 sayfalık bir belge var. Bu belge Türkçe’ye çevrildi. Yetkili makamlarda da var. O belgede adam açıkça diyor ki: “Dünyaya hakim olacağım. Bütün dünyanın petrol rezervleri Ortadoğu ve Asya’dadır. Burada şu kadar milyar varil petrol yatıyor. Bunun üzerindeki devletler de koftidir. Ben oralara girip demokrasi yapacağım” Cihet-i Askeriye yeni gördü
* Amerika girdiği yere demokrasi götürüyor mu?
-Onun anladığı şekilde bir demokrasi götürüyor. Bizim bildiğimiz demokrasiyi değil. Ülkemiz üzerinde asıl fırıldakları Batı’nın çevirdiğini Cihet-i Askeriye yeni gördü. Bunlar herkesin bildiği olaylar. Saratoga’dan atılan füzelerle Muavenet muhribimizin vurulması. Eşref Bitlis Paşa’nın uçağının düşürülmesi ve şehit edilmesi. Bunları herkes biliyor. ABD bize uçak satıyor, roket satıyor, bilgi sayar sistemini vermiyor. Çünkü o uçağın içine öyle bir düzenek koyuyor ki daha uçak havalanmadan bir düğmeye basıyor. İnfilak ettiriyorlar. Her şey Milli olacak
* Böyle müttefik olur mu?
-Onlar başından beri ittifak amacıyla gelmediler ki. “Eğitim gönüllüleri” adı altında ülkemize gelen misyonerler Türkiye hakkında raporlar verdiler. “Hangi kavimlerin nerede yaşadığını, aralarındaki inanç ve mezhep farklarının neler olduğunu ve bunları birbirine nasıl düşürebiliriz? ” diye raporlar hazırladılar. Adamlar “Türkiye’den kaç devlet çıkar” ın hesabını yapmışlar.
* Size göre Türkiye’nin kurtuluş reçetesi nedir?
-Eğitim, savunma sanayi ve iktisat mutlaka milli olmalı. Biz NATO’ya girdiğimizde herşeyin halledildiğini sandık. Kıbrıs meselesi ortaya çıkınca uçaklarımızı kullanmaya kalktık. Johnson’dan İsmet İnönü’ye 1963 yılında tehdit ve hakaret dolu bir mektup geldi. Bu mektuptan sonra duvarlara “Kendi uçağını kendin yap, kendi silahını kendin yap” sloganları yazıldı. İşte doğrusu bu. Habuki Gazi’nin sağlığında uçak fabrikası kurduk, Hollanda, İspanya, Suriye ve Irak’a uçak sattık. Sonra “Batı’yla ittifak yaptık” diye bunları bırakıyorlar. İşte bu Tanzimat kafası. Çünkü Tanzimatçı Ali Paşa Padişah’a tavsiyesinde diyor ki: “Padişahım, donanmayı elimizde tutmak, beslemek zor ve masraflı bir iş. Bunu özel sektöre devr edelim.”
* Donanmayı mı?
-Evet, şimdi aynı şeyler olmuyor mu? Tersaneler kapatılıp müzeye çevrilmiyor mu? Patrikhane’nin etrafındaki binaları kimlerin aldığını, konut yapımına neden açılamadığını bilmeyen var mı?
Sosyalist ve Kemalist Sol Halk Cephesi Kurmalı
Uluslararası düzeyde içinde bulunduğumuz durum 12 Eylül’den sonra Özal’ın Başbakan olduğu vaziyete benziyor. Yani aynı plan uygulanmaya çalışılıyor. O zaman da Kürdistan’ı orada kuralım, siz de üzerinde fazla durmayın diyorlardı.
Meraklısı için bir bilgi vereyim hemen, Yunanlıların daha 1970’lerde ABD’de dağıttığı bir broşür var, yazan Yunan İstihbaratı’nda çalışmış General Tagaris. Burada Türkiye’nin pek çok etnik gruptan meydana geldiği, tüm bu etnik grupların devlet kurma hakkının olduğu söyleniyor ve hepsinin Türkiye haritasındaki yeri gösteriliyor.
Ben daha o zaman bu broşürü yayınladım. Bu adam bir istihbaratçı ve ABD’de bu broşürü yayınlıyor. Ve açık açık Pontus’un yeri şurası, Kürdistan’ın yeri şurası diye gösteriyor.
O günden bugüne hiçbir şey değişmiş değil. Uygulamanın gecikmesinin nedeni, Sevr Antlaşması’ndan bu yana, önce onları yenmemiz sonra da Sovyetler Birliği’nin varlığı.
Sovyetler’den öyle korkuyorlardı ki Türkiye’ye dokunamıyorlardı ve biz de kendimizi koruyacak şartlara sahiptik. Ama Sovyetler dağıldıktan hemen sonra bu planları uygulamaya koydular, şimdi Sykes-Picot Antlaşması’nı uygulamayı düşünüyorlar. Türkiye’ye bakışları bu.
Türkiye’de iktidara gelip de “Canım Kıbrıs’ı da veriverelim” diyen herkes tipik bir Tanzimat sadrazamı durumundadır. Biliyoruz o sadrazamlar “İngiltere’yle aramız bozulacağına bir Osmanlı vilayetini verelim” diyorlardı. Aynı mantık bugün Türkiye’de bir takım insanlarda mevcut.
Halk Avrupacıları Barajın Altına Sürükledi
Bu seçimlerde halkın düşündüğüyle seçilenlerin düşündüğü arasındaki farka bakalım. Açık açık Tanzimatçıyız diyenler, yani Avrupa Birliği’yle anlaşalım, ABD’nin istediklerini yapalım diyenleri Türkiye Cumhuriyeti ahalisi barajın altına sürükledi. Yani bunları zararsız hale getirdi halk.
Halk bunu yaparken geçen seçimlerde yaptığını yaptı. O zaman halk, “ben sizden bıktım, Batıdan bıktım, artık dediklerinizi duymak bile istemiyorum, Türkiye kendi başının çaresine bakmalıdır” mantığı içerisinde o zamana kadar denenmemiş partileri iktidara getirmişti.
Fakat DSP ile MHP kötü bir sınav verdiler. Çünkü kendi içlerinde karşı tarafın virüslerini taşıyorlardı. Yani olacak iş değil, zora düşünce Kemal Derviş’i getiriyorlar. Ve sonunda başarısız oldular.
“Lıght” Yeşil Kuşak İçin Tayyip
Şimdi halk Tayyip’in bu işi temizleyeceğini düşünüyor, denenmemiş olan o, bunun için onu getiriyor. Halbuki Tayyip önceden pazarlığını yapmış, daha iktidara geldiği günden itibaren söylediği her laf, Mesut’un da, Çiller’in de söylediği laflar.
Öyle bir şey ki Fransız Le Monde gazetesi gibi bir gazete bile AK Parti iktidarını kötü bir olay gibi ele almıyor. Çünkü Tayyip daha seçim öncesi ziyaretlerinde Avrupa’ya tavizler verdi.
Benim gördüğüm, 1990’larda Graham Fuller’in tavsiye ettiği gibi Ilımlı İslam’ın iktidarı olacak. Yani Atatürk’ü bir kenara bırakıp İslam’la demokrasiyi bağdaştırmaya çalışan, yeni, “light” bir yeşil kuşak için Batının işine yarayacak bir adam iktidarda olacak.
Erbakan da o nedenle feda edilmiş oldu. Çünkü Erbakan’a, feda edilen başka bir tarafla yani Suudi Arabistan’la ilişkili diye bakılıyordu. Orada da bir prensi başa getirmeye çalışıyorlar. O prens onların tercih ettiği bir prens.
60’ların Tip’i Bu Seçimi Alırdı
Şimdi soldaki duruma bakalım. İlk defa tüm sol partiler seçime girdi. Seçime giren işçi partileri var, komünist parti var, sosyalist parti var ama hiçbirinin arkasında işçi yok. O zaman da işçiler Tayyip’in arkasından gidiyor.
Neden böyle oluyor, çünkü kültürsüzleştirme operasyonuna aydınlar baş eğdikçe işçiler dahil halk onları yadırgıyor, yadırgayınca onların aleyhine oy vermek istiyor ve onların aleyhinde kimi bulursa ona oy veriyor.
Eğer 60’ların TİP’i olsaydı ona oy verirdi, çünkü o zaman dört dörtlük, ulusal, sosyalist, kültürsüzleşmemiş bir parti olacaktı.
Buradan ne çıkıyor?
Buradan şu çıkıyor: işçi partileri, sosyalist partiler ve ortanın sahiden solunda olduğunu söyleyen sosyal demokratlar eğer Türkiye’de iş yapmak istiyorlarsa mutlaka bir halk cephesi kurmak zorundalar.
Bu, Mustafa Kemal Paşa’nın Halk Fırkası’nı kurarken yaptığı şey. Çünkü bir araya gelmedikleri sürece seçilmeleri mümkün değildir. Fakat biraraya gelirken de mutlaka Batıcılıktan sıyrılmaları lazım.
Esas Mesele Laiklik Değil, Ekonomi
Çünkü demokratik solun, sosyalist solun en büyük meselesi laiklik değildir, üretici güçler ve bu güçlerin iktidarda dengeli bir biçimde söz sahibi olmasıdır. Eğer bütün süreci laikliğe indirgersen o zaman bir manada mason partisi olmuş olursun, çünkü laiklik masonların en büyük meselesidir: Laiklik üzerindeki ısrarlar aslında anti İslamcılıktır. Halk bunu sezgisiyle anlıyor. Bir insan laik bir toplum içinde dininin gereklerini uygulayabilir, buna hiçbir mani yok. Çünkü laiklik demek dinin ortadan kaldırılması değil, dinin bireyselleştirilmesi, toplumsallıktan çıkartılması demektir. Sen dini toplumsal alandan sürdükten sonra gerisine karışmayacaksın.
Esas mesele ekonomide, yani gelir dağılımının adalete uygun hale getirilmesinde. Çünkü sosyalizmde demokrasiye yönelik eleştiri nedir; burjuva toplumda demokrasi sadece hukuk alanında sağlanır oysa asıl mesele ekonomik anlamda demokrasinin, yani gelir dağılımında eşitliğin sağlanmasıdır.
Bunu nasıl sağlayacaksın, laiklikle mi? Hayır, bunu ancak sosyal politikalarla yani üretim gücüne hak tanıyarak sağlayabilirsin. Yani üretim gücünün partisi olacak. Siyasi ifadesini orada bulacak ve siyasete ağırlığını koyacak.
Demokratik sol, sosyalist sol ve Kemalist solun biraraya gelmesi ve bunların en azından bir işçi konfederasyonun desteğini arkasına alması lazım. Hatta bu arada merkez sağda yer alan temiz politikacılarla ve milliyetçi kesimlerle ittifak aramak gerekir.
Ama bunu hiçbiri yapmadı, seçimlere tek başına girdiler ve ortada kaldılar.
Çok Örgütlü Sağcılığa Karşı Çok Örgütlü Solculuk
Bizde bütün politikacılar hatta ciheti askeriye dahil işçilerden korkuyor. Ve işçileri bir güç olarak bu işin içine sokmak istemiyorlar.
Halbuki demokrasi demek sermaye gücü ile üretim gücünün alternatif olarak birbirini iktidara taşıması demektir. Bunu halk yapar. Her seçimde birini başa getirir ve eğer başarısız olursa indirir. Ama bunun için üretim gücünün faal olması ve siyasi olarak ifade edilebilmesi lazım.
Ama bu böyle yürümez, karşınızdaki çok örgütlü sağcılığa çok örgütlü bir solculukla ve çok örgütlü bir ulusalcılıkla karşı çıkmak gerekir. Bu çok örgütlü ulusalcılıksa işçi konfederasyonları olmadan olmaz. Yalnız öğrencilerle, profesörlerle sosyalizm de olmaz, demokrasi de olmaz.
Mesela Fransız İhtilali’ni yapanlara bakın, onlara baldırıçıplaklar denir, yani fakir halk. Fakir halk olmadı mı, fakir halk devreye girmedi mi, fakir halk destek olmadı mı hep avcunu yalarsın.
Tanzimatçı Kafadan Kurtulmak Lazım
Peki halkın desteğini nasıl alırsın? Kültürde onlara yabancılaşmayarak. Bunun için de önce Tanzimatçı kafadan kurtulmak lazım. Yani ilerici olacağım diye Batılı gibi giyinmek, Batılının müziğini dinlemek, Batılının kitabını okumak değil, o metodlarla ulusalı yaratmak gerek. Sanatta da yaratacaksın, politikada da, iktisatta da...
Bunun için de eğitim ve kültür politikalarının düzeltilmesi lazım. Kültür Bakanlığı, kültür politikaları için hiçkimsenin hiçbir şey anlamadığı ve hiçbir zaman gitmediği bir takım tiyatro oyunlarına ve sinema filmlerine para veriyorsa, yahut halkın hiçbir zaman ilgilenmeyeceği bir takım işleri finanse ediyorsa, Avrupa’ya benzeyeceğim diye, yanlış yapıyor. Böylelikle Tayyip’in değirmenine su taşıyor.
Bunun düzeltilebilmesi için eğitimde ve kültürde ulusallığı sağlamak lazım. Bunu sağlamayıp koleje gönderdiğin her çocuğu kaybediyorsun. Bugün kolejlere gönderdiğin her çocuk ya Batıya gidiyor ya da Tayyip’e. Yalnız İmam Hatipleri ortadan kaldırmak yetmez, bu şekilde Tayyip’in arkasından gidenleri kesmiyorsun, takviye gönderiyorsun. O nedenle öncelikle kolejleri çözmen lazım.
Ulusal Canlanış
Tüm bunlara rağmen özellikle son beş yıldır bir ulusal canlanış var. Özellikle de gençlikte var. Bunun içine ülkücülerin bir kesimini hatta müslümanların bir kesimini de koyabiliriz. Olayın devletin kaderini, Türk milletinin kaderini ilgilendiren çok hassas bir yere gittiğini anladılar. Anladıkları için de, tüm bu kesimler içinde bir diyalog başladı. Ortak nokta Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığının devamı.
Şimdi Batılı devletler aynı şeyleri istiyorlar diye bırakacak mıyız? Biz Sykes-Picot’u 1919’da uygulamadık da şimdi mi uygulayacağız? O şartlar altında bile karşı çıktık, oysa şimdi çok daha güçlüyüz, çünkü Türkiye çok gelişti.
Sadece baştaki bir takım Batı yanlıları ve fırıldaklar yüzünden Türkiye bu noktaya sürüklenemez. Buna engel olunabilir. Buna halk engel olacaktır. Halkı harekete geçirecek olan da işçilerle gençlerdir. Bunun için işçilerle gençlerin birleşmesi lazım. Ve devletin bekasına dair sağlam tutumları varsa işçilerden korkmamak lazım.
Tayyip İçin Turnusol Kağıdı: Avrasya Protokolü
Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar ilgili olduğunu test etmek için turnusol kağıdı şu: Türkiye’nin parafe ettiği fakat henüz imzalanmamış Avrasya Protokolü’nün imzalanması. Putin bunun imzalanması için Türkiye’ye gelecekti ama seçimlerin sonrasına ertelendi.
Bu antlaşma imzalandığı andan itibaren Türkiye, savunmasını Avrasya’yla birleştirmiş olacak. Bu ise Mustafa Kemal Paşa’nın Batıya karşı savunma anlayışının uygulanması demek.
Böylelikle Türkiye Rusya ile stratejik ortak olmuş olacak. Türk devleti NATO üyesi olduğu halde bu projeye katıldı. Çünkü tehlikenin nereden geldiğini gördü. Şimdi Tayyip Erdoğan bunu imzalayacak mı yoksa Batının istediği gibi hayır mı diyecek göreceğiz.
Bu çok hassas bir nokta. Bugün Amerika ve BM Irak’a neden saldırıyor? Çünkü Saddam roket imal ediyor. Saddam’ın elinde bu roketlerin olmasını istemiyorlar.
Ancak gözden kaçan bir şey var, Türkiye de beş yıldır roket imal ediyor. Bu roketler karadan karaya 200 km menzilde hedefi vuruyorlar. Ve Türkiye bu roketleri yapacak teknolojiyi ABD’den değil Çin’den alıyor. Çünkü ABD Türkiye’nin bu teknolojiyi ele geçirmesini istemiyor.
Bugün roket imal ediyor diye Irak kötü devlet oldu. Peki yarın öbür gün aynı ABD’nin Türkiye’ye sen roket yapıyorsun diye saldırmayacağının garantisini kim verebilir? Herhalde bu garanti edilemeyeceği içindir ki Türkiye Avrasya’yla işbirliği yolu aramaktadır.
Fakat bugün Türkiye’de iktidara gelen parti de muhalefete gelen parti de Türkiye’nin hayati meselelerinden bahsetmiyor bile.
Batılı, Dünyaya “Nasıl Yerim” Diye Bakar
Bugün Irak’ın parçalanması meselesini ya da Kıbrıs meselesini, Amerika’nın yani sistemin bakış açısıyla değerlendirmek lazım. Çünkü Batılıların bakışlarıyla Doğuluların bakışları başka anlama geliyor.
Batının gözünde beyaz, Hıristiyan emperyalizm ile onların dünyayı yemesi vardır. Onun dünyayı yemesi için neler lazım, bunu düşünüyorlar. ABD de bunu düşünüyor, Avrupa Birliği de hatta onların denetlediği Birleşmiş Milletler de bunu düşünüyor. Doğu Akdeniz arazisine veya Orta Asya’ya nasıl bakar bunlar?
Bunların enerji politikaları petrole dayalı. Ama petrol onlarda yok, Orta Doğu’da ve Orta Asya’da var. Şimdi bu arazinin şu veya bu şekilde onların kontrolüne geçmesi lazım. Eğer onların eline geçmezse Avrasya’nın eline geçer.
Yani Rusya, Çin, Pakistan, Hindistan, İran ve Türkiye. Bunların hepsi çok güçlü devletler ve Türkiye hariç hepsi de nükleer. Bu Batı için ne büyük bir tehdittir.
ABD Asya’ya Kürdıstan’dan gırmeye çalişiyor
ABD’nin başarısız olduğu şey de Asya’ya girmek. Çin’den girmeyi denedi başarısız oldu, Çin Hindi’nden, Vietnam’dan girmeye çalıştı başarısız oldu, Irak’tan girmeye çalıştı olmadı. Onun için 11 Eylül’den beri uğraşıyorlar ve Afganistan’dan biraz girer gibi oldular.
Şimdi bu defa Irak’tan, Kürdistan üzerinden girmeye çalışıyor. Çünkü Kürdistan ve Ermenistan onların eski emelleri.
Daha 1920 yılında Türk istihbaratçıları İngiltere’nin bir Kürdistan ve Ermenistan kurarak Orta Asya’ya geçişi kontrol altına almak istediğini Gazi’ye rapor ediyor. Zaten onlar da bunu saklamıyorlardı, Azerbaycan’ı ele geçirmişlerdi, Ermenistan’ı kurmuşlardı, Irak’ı Türkiye’den ayırmışlardı.
Ama Türkiye ve Sovyetler bunları bu bölgeden attı. Ancak Sovyetler’in dağılması ve Türkiye’de de Yeni Tanzimatçıların iktidarı ele geçirmesiyle eski planları uygulamak için düğmeye bastılar.
Kıbrıs’ta Toprak Demek Vatan Demek
Onların gözünde bizim devletimizin bulunduğu toprak Bizans. Burası Yunanlılara ait. Yunanlılar da onların kültürlerinin temeli. Ve Yunan topraklarını Müslüman barbarların elinden kurtarmak istiyorlar.
ABD de Avrupa Birliği de Türkiye toprakları üzerindeki Yunanistan haklarını hiçbir zaman reddetmemişlerdir. Ve el altından da her zaman desteklemişlerdir.
Şimdi Dışişleri Bakanı “Kıbrıs planını önceden Yunanlılara vermişler” diye bas bas bağırıyor. Bunda şaşıracak bir şey yok. İzmir’in işgalinde de aynısı olmuştu. İzmir İtalyanlara bırakılmıştı ama İngiltere son anda Venizelos’la anlaştı ve Yunan ordusu İzmir’e çıktı.
Yani hep onlardan yanadırlar. Kıbrıs’a Türklerin girmesi onların bir gafletine geldi. Türklerin Kıbrıs’a girmesi ve orada söz sahibi olması demek Doğu Akdeniz’de daimi bir uçak gemisinin olması demek.
Orada Türkler var, İngilizler var, Yunanlılar var fakat Avrupalılar yok. Şimdi Avrupalılar da girmek peşindeler. Yunanistan’ı almalarının nedeni bu, stratejik olarak Avrupa da orada asker bulundurmak istiyor. Türklerle ortak bir devlet olduğu sürece bu mümkün değil.
O nedenle Türkler oradan toptan atılmalı ama bunu bir türlü başaramıyorlar. Ne kadar zayıf hükümetler gelirse sonuçta bir şey engel oluyor.
Şimdi kimileri toprak o kadar önemli değil, mesele orada güçleri dengede tutmak diyor. Ama toprak çok önemli. Neden önemli? Çünkü bizim milletimiz topraktan anlar. Şimdi topraklarımız gidiyor dedin mi alır silahını gelir hemen. Çünkü o, vatan ne demektir biliyor. O nedenle toprak meselesinde ve hakimiyet meselesinde çok hassas olmak gerek.(Attila İlhan- Ocak 2003)
KÜBA Devlet Başkanı Fidel Castro’nun, Küba Devrimi'nin sosyalist karakterinin ilan edilişinin 40. yıldönümünde yaptığı konuşma: (16 Nisan 2001, Havana)
Yurttaşlar:
Tam olarak 40 yıl önce, yine bu saatlerde, yine bu yerde Devrimimizin sosyalist karakterini ilan ettik. 15 Nisan 1961 yılında, gün ağarırken kalleş bir saldırıya kurban giden adamlarımızı az önce defnettik.
Bu saldırıyı, Birleşik Devletler hükümetine ait olan fakat bizim mütevazi Hava Kuvvetlerimizin rengine boyanan ve rütbelerini taşıyan B-52 bombardıman uçakları gerçekleştirdi. Üç ana hava üssümüz -Ciudad Libertad, San Antonio de los Banos ve Santiago de Cuba- bu hain ve kanlı sabahta vurulan hedeflerdi. Uçaklar 10.000 kilogram bomba, 64 adet 5 inçlik füze ve 23 bin 40 adet 50 kalibrelik mermi taşıyorlardı. Hâlâ eğitim almakta olan genç topçularımız bu sürpriz saldırıya uçaksavarlarla anında karşılık verdiler. Düşman sadece yerdeki üç savaş uçağımızı yok edebildi.
Yedi yurttaşımız öldü, aralarında Ciudad Libertad havaalanının çevresinde yaşayan 5 çocuğun da bulunduğu 53 yurttaşımız yaralandı.
Saldırı uçakları Nikaragua'daki bir üsten havalanmışlardı. Bunlardan bir tanesi düşürüldü, ikisi değişik bölgelere zorunlu iniş yaptı ve üslerine dönmeye çalışan diğerleri de uçaksavarlarla vuruldu.
Domuzlar Körfezi'ndeki çatışmanın sonunda kurnaz düşmanımız aralarında 4 ABD vatandaşının da bulunduğu 14 pilotunu ve ABD tarafından sağlanan uçakların % 62'sini kaybetti.
Devrim, 15 Nisan'daki saldırıyı püskürttükten sonra, hâlâ pilotumuzdan daha çok savaş uçağımız vardı. 48 saat sonra, 17 Nisan sabahında bu pilotlar istilacı güçlere ölümcül bir darbe indirdiler. Bu hava saldırısı, saldırganlar gelmeden 36 saat önce, çok yakında karşılaşabileceğimiz bir saldırıya karşı bizi alarma geçirdi. Bütün kuvvetlerimiz seferber oldu ve alarma geçti.
Böylece süpergüç uluslararası hukuku utanmazca çiğneyerek, iğrenç ve korkakça bir askeri saldırıya başladı.
Tahmin edileceği gibi emperyalizmin güçlü yalan ve propoganda mekanizması acilen devreye sokuldu. ABD, bütün bu olanları dünyaya nasıl açıkladı?
Daha sonra doğmuş olan nesillere bu olayı açıklamak için 16 Nisan günü bu ülkenin liderlerinin utanmazca hareketlerini açığa vurduğum telgraf mesajlarından pasajlar kullanacağım:
“Miami, 15 Nisan, UPI - Fidel Castro'nun Hava Kuvvetleri’nden kaçan Kübalı pilotlar, Küba askeri tesislerini 2. Dünya Savaşı'nda kullanılan uçaklarla havaya uçurduktan sonra, bugün Florida'ya indiler. Küba Hava Kuvvetleri'ne ait B-26 bombardıman uçaklarından biri, uçaksavar ve makineli tüfek mermileriyle delik deşik edilmiş bir halde ve sadece tek motorla Miami Uluslararası Havaalanı'na indi. Bir diğeri Key West Marina'daki havaalanına inerken bir üçüncüsü ise saldırıdan sonra hiç hesapta olmayan yabancı bir ülkeye iniş yaptı. Diğer uçağın da Tortuga Adası'na düştüğü yolunda doğrulanmamış raporlar var. ABD Deniz Kuvvetleri olayı araştırıyor. Manevra üniformaları içinde uçaklarından inen ve kimliklerinin açıklanmasını istemeyen pilotlar, sığınma hakkı için hemen ABD'ye başvurdular.”
Dakikalar sonra başka bir mesaj:
“Miami, UPI. Miami'ye iniş yapan bombardıman uçağının pilotu, kendisinin Küba Hava Kuvvetleri'nden geriye kalan 12 B-26 pilotundan biri olduğunu açıkladı. 'Yoldaşlarım kararlaştırdığımız hava sahalarına saldırıya geçmek için benden daha önce havalandılar. Daha sonra, yakıtım azaldığı için planladığımız hedefe varamayacağımdan Miami'ye yönelmek zorundaydım.”
“Miami, 15 Nisan, AP. Fidel Castro hükümetinden kaçma planları nedeniyle hain damgası yemekten korkan üç Kübalı bombardıman pilotu, Santiago ve Havana'daki havaalanlarını bombaladıktan sonra, bugün ABD'ye firar ettiler.
“İki çift motorlu bombardıman uçaklarından biri Miami Uluslararası Havaalanı'na indi ve pilot, Küba Hava Kuvvetleri'ne ait 12 B-26 pilotlarından üçünün de kendisi gibi aylardır Küba'dan kaçmayı planladıklarını açıkladı. Göç bürosu yetkilileri Kübalıları koruma altına aldılar ve uçaklara el koydular.”
Gördüğünüz gibi kendi uçaklarına el koyuyorlar.
“Mexico City, 15 Nisan, AP. Küba üslerinin Kübalı kaçak uçaklar tarafından bombalanması, burada gazetelerin çoğu ve Küba'dan sürülen gruplar tarafından Küba'daki komünizme karşı özgürlük hareketlerinin başlangıcı olarak kabul edildi. Küba'dan sürülenler arasında önemli miktarda hareketlenme görüldü. Kübalı bir kaynak, sürgündeki yeni Küba hükümetinin, Fidel Castro rejimine karşı ilk saldırı dalgasından hemen sonra, pek çok Castro karşıtı Latin Amerika ülkesi tarafından da derhal tanınacağı umulan geçici bir hükümet kurmak için Küba'nın başına geçeceğini açıkladı. Küba Demokratik Devrimci Cephesi'nden Amado Hernandes Valdes; özgürlük vaktinin yaklaştığını söyledi. Dört Küba üssüne, üç kaçak Küba uçağı tarafından saldırıldığını da açıkladı.”
İki ajans da aşağıdaki haberleri yayımladı:
“Dr. Miro Kardona'nın demeci: Bu sabah, Küba Hava Kuvvetleri'nden birkaç subay, Küba'nın özgürlüğü yararına kahramanca bir uçuş gerçekleştirdiler. Bu gerçek devrimciler, uçaklarıyla özgürlüğe doğru havalanmadan önce, Castro'nun askeri uçaklarından olabildiğince fazla sayıda yoketmeyi denediler. Devrimci Meclis, planlarının başarıyla işlediğini açıklamaktan gurur duyuyor; Meclis bu pilotlarla bağlantı halindeydi ve bu cesur pilotları yüreklendirdi. Onların yaptıkları, Castro'nun acımasız zorbalığından kurtulabilecek tüm sosyal kesimlerden yurtseverlerin çaresizliğinin başka bir örneğidir.
Castro ve yandaşları dünyayı, Küba'nın dışarıdan bir saldırıyla tehdit edildiğine inandırmaya çalıştığında, bu ve bundan önceki özgürlük hareketlerinin de zulme ve baskıya karşı savaşmaya veya bu yolda ölmeye karar vermiş, Küba'da yaşayan Kübalılar tarafından gerçekleştirildiği hatırlanacaktır. Güvenlik tedbirlerinden dolayı daha fazla ayrıntı açıklanmayacak.”
Miro Cardona, Domuzlar Körfezi'nde güvenlik sağlandıktan sonra onu ve diğer liderlerini de bavullarıyla birlikte Küba'ya getirecek olan uçağı, ABD'de bir hava üssündeki kışlada bekleyen geçici hükümetin başkanından başkası değildir.
Fakat sayısız yalanları burada bitmiyor. Telgrafçılar aynı gün öğlende şunu rapor ettiler:
“ABD'nin Birleşmiş Milletler'deki büyükelçisi Adlai Stevenson, Roa'nın taleplerini reddetmiş ve Komisyon'a, bugün üç Küba şehrine düzenlenen baskında yer alan iki uçağın Florida'ya iniş yaparken United Press International (UPI) tarafından çekilen fotoğraflarını göstermiştir. 'Kuyruklarında Castro'nun Hava Kuvvetleri'nin işaretleri var, yıldız ve Küba harfleri de var; bunlar çok net görülüyor. Bu fotoğrafları memnuniyetle gösterebilirim.' Stevenson bu iki uçağın Küba Hava Kuvvetleri'nin subayları tarafından kullanıldığını ve Castro rejiminden kaçtıklarını da ekledi. 'Bugünkü olaya hiçbir ABD personeli katılmadı ve uçaklar ABD'ye ait değildir; Onlar Castro'nun kendi havaüslerinden havalanan kendi uçaklarıdır.'”
Büyük ihtimalle ABD hükümetinin hilekârlığı ve yalancılığı basını da aldatabildi. Nasıl yalanlar uydurulduğu ve pilotlara da benimsetildiği çok açık: Herkes aynı yalanları aynı ayrıntılarla kusuyor. Geçici Hükümet'in hüsrana uğrayan Başkanından da bunların dışında bir şey tekrarlaması beklenemezdi.
ABD Büyükelçisi’nin Birleşmiş Milletler'e sunduğu dosya içler acısı. Daha sonra ABD halkının ve politikacılarının saygı duyduğu bir Başkan adayı oldu. Ona inanan pek çok kimse de, onun ünü göz önünde tutulmadan aldatıldı.
Yalanları Hâlâ Değişmedi
Kırk yıl geçti. Yine de İmparator'un ve askeri işbirlikçilerinin kullandığı yalan ve hile yöntemleri hâlâ değişmedi. Ancak dört yıl önce, Kübalı Amerikalılar Ulusal Derneği tarafından finanse edilen ve Küba'ya Orta Amerika'dan getirilen kana susamış teröristlerin bombaları Havana otellerinde patlamaya başladığında, bu saldırıların Devrim'den canı sıkılan devletin kendi güvenlik birimleri tarafından gerçekleştirildiği hikâyesini yaymaya çalıştılar.
40 yıl önce burada yaptığım konuşmamın sonlarına doğru, “Emperyalistlerin bizi affedemeyecekleri nokta, bizim burada olmamızdır. Bizi affedemeyecekleri nokta ağırbaşlılık, kararlılık, cesaret, ideolojik sağlamlık, Küba halkının fedakârlık ve devrimcilik ruhu ve bizim sosyalist bir devrim yaptığımız gerçeğidir. Bizim bu silahlarla savunduğumuz sosyalist devrimdir! Sosyalist devrimi, dün uçaksavarlarla saldırgan uçakları delik deşik eden askerlerimizin cesaretiyle savunuyoruz! Onu paralı askerlerle savunmayacağız; biz devrimi kendi halkımızın kadınları ve erkekleriyle savunacağız!
“Silahları olanlar milyonerler mi?
- “Hayır! ”
“Ellerinde silah olanlar zenginlerin çocukları mı? ”
- “Hayır! ”
Bunlar benim sorduklarım ve sizin bugün de verdiğiniz yanıtlar.
“Silahları olanlar müdürler mi? ”
- “Hayır! ”
“Kimin silahları var? ”
-“Küba Halkının”
“Bu silahları kaldıran eller kimin elleri? ”
- “Halkın! ”
“Bunlar zengin çocukların elleri mi? ”
- “Hayır! ”
“Bunlar zenginlerin elleri mi? ”
- “Hayır! ”
“Bunlar sömürücülerin elleri mi? ”
- “Hayır! ”
“Bu silahları kaldıran eller kimin elleri? ”
- “Halkın! ”
“Bunlar işçilerin elleri değil mi, bunlar köylülerin elleri değil mi, bunlar çalışmaktan nasır tutmuş eller değil mi, bunlar yaratıcı eller değil mi, bunlar halkın yoksul elleri değil mi? ”
- “Evet! ”
“Ve halkın çoğunluğunu kim oluşturuyor; milyonerler mi yoksa işçiler
mi? ”
- “İşçiler! ”
“Sömürücüler mi yoksa sömürülenler mi? ”
- “Sömürülenler! ”
“Ayrıcalıklılar mı yoksa yoksullar mı? ”
- “Yoksullar! ”
“Ayrıcalıklıların silahları var mı?
- “Hayır! ”
“Yoksulların silahları var mı?
- “Evet! ”
“Ayrıcalıklılar azınlıkta mı?
- “Evet! ”
“Yoksullar çoğunlukta mı?
- “Evet! ”
“Silahlı yoksulların yaptığı devrim demokratik midir? ”
- “Evet! ”
Yoldaşlar, işçiler ve köylüler: Bu yoksulların yoksullar için ve yoksullarla birlikte gerçekleştirdikleri sosyalist ve demokratik bir devrimdir. Ve yoksulların yoksullar için ve yoksullarla birlikte gerçekleştirdikleri bu devrimde bizler can verebiliriz!
Yedi kahraman cana malolan dünkü saldırıda, uçaklarımızı yerdeyken vurmak amaçlanmıştı. Fakat başaramadılar, sadece üç uçağımızı yok edebildiler ve düşman uçaklarının önemli bir bölümü ya düşürüldü ya da hasar gördü.
Dünün, bugünün ve yarının yurttaşları:
Domuzlar Körfezi'nde, güçlü imparatorlukla topu topu iki yıllık bir mücadele içinde olağanüstü olgunlaşan yurtsever ve kahraman insanlarımız, sosyalizm için korkusuzca ve duraksamadan savaştılar.
Önce, İspanyol koloniciliğine ve onun kölelik esasına dayanan sömürgeciliğine, sonra, ABD tarafından yenikolonici, kapitalist ve burjuva toplumunu Küba'ya benimsetmek için kurulan yoz ve kanlı hükümetlere ve emperyalist egemenliğe karşı neredeyse yüz yıldır verilen bağımsızlık ve adalet mücadelesinde çekilen acılara, dökülen kanlara ve göz yaşlarına sonsuza kadar dayanılabileceği şeklindeki saçma düşünceyi paramparça ettiler.
Bunu yapmak gerekiyordu ve bu mümkündü. Biz bunu tarihin en doğru anlarından birinde tam olarak yapabildik; ne bir dakika önce ne de bir dakika sonra, ve bunu gerçekleştirmek için yeterince yürekliydik de.
Rio Grande'nin güneyinde aynı kökenden -aynı dili, kültürü, tarihi ve etnik kökleri paylaşmalarına rağmen- ülkelerin bize yukardan bakan, kavgacı ve yabani kuzeyin güçlü, yayılmacı ve doymak bilmez süpergücü tarafından parçalanmak üzere olduğunu gördüğümüzde, biz Kübalılar avazımız çıktığı kadar bağırabiliriz: Devrimimizin sosyalist bir devrim olduğunu ilan ettiğimiz o güne dua edin, bin kez daha dua edin. Bugün çok geç olabilirdi. 1 Ocak 1959 zaferi, bunu gerçekleştirmemiz için olağanüstü bir fırsat sundu.
Sosyalizm olmadan, okur yazar olmama oranını sıfıra çekemezdik.
Sosyalizm olmadan, istisnasız ülkenin en uzak ve en ücra köşelerinde bile bütün çocuklarımız için okullarımız ve öğretmenlerimiz olamazdı. Ne ihtiyacı olanlar için özel olarak hazırlanmış okullarımız, ne % 100'lük ilköğretim düzeyimiz ne de % 98,8'lik ortaöğretim düzeyimiz olabilirdi. Tam bir bilimsel eğitim veren meslek okullarımız, üst düzeyde eğitim veren yüksek okullarımız, askeri okullarımız, spor akademilerimiz, fiziksel eğitim ve spor okullarımız, ticaret okullarımız, profesyonel teknik ve politeknik eğitim enstitülerimiz, işçi ve köylüler için kolejlerimiz, dil okullarımız veya sanat okullarımız ülkenin her bölgesine yayılamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba'nın bugün 700 bin üniversite mezunu, 15 öğretmen eğitim koleji, 22 tıp okulu, toplamda 51 yüksek eğitim enstitüsü, 137 bin üniversite öğrencisine eğitim veren fakülteleri olamazdı.
Sosyalizm olmadan, 67 bin 500 doktorumuzla 250 binin üzerinde profesör ve öğretmenimizle, 34 bin fiziksel eğitim ve spor eğitmenimizle, bu üç kategoride de (nüfusla orantılandığında) dünyadaki en yüksek düzeyi yakalayamazdık.
Sosyalizm olmadan, spor, insanların bir hakkı olamaz ve Küba, (nüfusla orantılandığında) dünyada en fazla Olimpiyat madalyası kazanan ülke olamazdı.
Sosyalizm olmadan, bugün sahip olduğumuz politik kültür seviyesine ulaşamazdık.
Sosyalizm olmadan, 30 bin 133 aile doktorumuz, 436 polikliniğimiz, 275 hastanemiz, hem genel hem de uzmanlık alanında hizmet veren cerrahi müdahale, pediatri ve doğum hastanelerimiz ile 13 adet uzmanlaşmış tıp enstitümüz olamazdı.
Sosyalizm olmadan, ülkemizin 133 bilimsel araştırma merkezi ve on binlerce yönetici ve uzman araştırmacısı olamazdı.
Sosyalizm olmadan, 1 milyon 12 bin emekli işçimiz, 325 bin 500 emekli aylığı alan yurttaşımız, istisnasız, gerektiğinde, ülkenin her tarafında sosyal refahı artıran sosyal güvenlik sisteminden faydalanan 120 bin insanımız olamazdı.
Sosyalizm olmadan, parsellerle veya kooperatifler aracılığıyla kendi arsasına sahip olan 163 bin insanımız, kooperatif üretimi içindeki temel birimlerde kendi yerlerine, makinelerine ve ürünlerine sahip 252 bin tarım işçimiz olamazdı.
Sosyalizm olmadan, ailelerin % 85'i kendi evlerine sahip olamaz, nüfusun %95'i elektrikten, % 93.3'ü içme suyundan faydalanamaz, 48 bin 540 km otoyol, neredeyse tamamı sulama, endüstri ve günlük hayatta kullanılan 1005 adet baraj yapılamazdı.
Sosyalizm olmadan, doğum sırasında ölen çocukların sayısı binde sekizlerden daha aşağıya çekilemezdi. 13 bulaşıcı hastalığa karşı geliştirilen aşılar çocuklarımızı koruyamaz, insanlarımızın ortalama yaşam süresi 76 yıla çıkartılamazdı. HIV virüsü oranı ABD ve kalkınmış diğer zengin ülkelerdeki gibi 0.6 değil de, 0.03% olmazdı. 2000 yılında kan bağışında bulunmak için gönüllü olan 575 bin kişi olamazdı.
Sosyalizm olmadan, gençlerimizin 100%'üne eğitim aldıkları alanlarda iyi işler bulacağımıza, eğitimleri için onlara tüm fırsatları sunacak programları geliştireceğimize şimdi verdiğimiz gibi söz veremezdik.
Sosyalizm olmadan, çalışmaları bizim maddi ve manevi ihtiyaçlarımızı karşılayan kol emekçileri ve entelektüeller, toplumda hakettikleri öncü role asla sahip olamazlardı.
Sosyalizm olmadan, eskiden küçük görülen ve yüz kızartıcı işlerde çalıştırılan Kübalı kadınlar, neredeyse tüm kalkınmış kapitalist ülkelerin ulaşamadığı bir hedef olarak; bugün ülkemizin teknik iş gücünün 65%'ini oluşturamaz, eşit iş için eşit ücret alamazlardı.
Sosyalizm olmadan, işçi ve emekçilerin, yurttaşların, kadınların, Devrim Savunma Komiteleri'nde örgütlenen semt sakinlerinin, ilk öğretim, orta öğretim ve yüksek öğretimde eğitim alan öğrencilerin, üniversite öğrencilerinin, Küba Devrimi gazilerinin kitle örgütleri olamazdı. Bu örgütler, halkımızın büyük çoğunluğunu kapsayamaz, devrimci süreçte belirleyici bir rol oynamaz ve ülkenin kaderinde ve önderliğinde gerçekten demokratik bir katılım sağlayamazlardı.
Sosyalizm olmadan, ABD dahil, dünyanın pek çok ülkesinde olanın tersine; sokaklarında dilencilerin dolaşmadığı, çocukların yaşamak için çalışmak zorunda oldukları ve okullarına gidemeyip sokaklarda yalınayak dolaşarak dilenmedikleri, cinsel sömürüye maruz kalmadıkları, suç işlemedikleri, çetelere katılmadıkları bir toplum yaratamazdık.
Sosyalizm olmadan, gelişmede, doğayı korumak için verilen inatçı ve kararlı mücadelede seçkin bir yere sahip olamazdı.
Sosyalizm olmadan, ülkenin kültürel mirası savunmasız bırakılacak, yağmalanacak ve yok edilecekti. Küba'nın en eski şehirlerindeki tarihi bölgeler mimari yapılarıyla tamamen uyumsuzluk gösteren yeni binalarla çevrilecekti. Ziyaretçilerin, restorasyonu ve korunmasını gittikçe artan bir özenle sürdürdüğümüzü gördüğü başkentimizin en eski bölgeleri varolamayacaktı. Genelkurmay Sarayı'nın arkasında, yüzlerce yıllık bir üniversite binasının yıkılarak yerine gözümüze batan bir helikopter pistinin yapılması bu iddialarımız için yeterince sağlam bir delildir.
Sosyalizm olmadan, dünyada pek çok insanı etkileyen yıkıcı yabancı etkisine dayanamayacak, ülkemizde bugün gelişen sağlam kültürel ve sanatsal hareketlere şahit olamayacaktık: Restore edilen ve genişletilen Yüksek Sanat Enstitüsü, Devrim'in yarattığı saygın bir enstitüdür; sayılarını ülkenin her tarafında artıracağımız 43 mesleki ve peofesyonel sanat okulunda çok değerli bilgiler öğretilmektedir ve geçen yıl yaptığımız 15 yeni sanat eğitim okulunda bu yıl 4 bin genç eğitim almaktadır. Toplamda 15 bin kişiye eğitim verebilecek bu okulara her yıl 4000 öğrenci alınacak ve yüksek okul derecesiyle mezun olacaklardır.
Bugün 306 kültür merkezine, 292 müzeye, tüm halka açık olan 368 halk kütüphanesine ve 181 sanat galerisine sahibiz.
Sosyalizm olmadan, tüm üniversitelerimizde televizyonlu kurslar açamayacak, ilk programlarında muazzam bir etki yaratamayacak ve Kübalıları dünyadaki en eğitimli insanlar haline getirmek için genel kültürü yüksek bir seviyeye çıkaracak kaydadeğer bir başarı elde etmeye söz veremezdik.
300 Gençlik Bilgisayar Kulübü çalışıyor ve 20 bin kişisel bilgisayar orta ve yüksek öğretimin hizmetinde. Bilgisayar kullanma yeteneği tabana yayılarak okul öncesi eğitimden başlayıp üniversite düzeyine kadar çıkartılacak.
Sosyalizm Olmadan...
Bu tip karşılaştırmaların sonu yok fakat yurtseverlik, enternasyonalizm ve insanlık konularında bahsetmeden geçemeyeceğim birkaç nokta daha var:
Sosyalizm olmadan, Küba emperyalizm tarafından sürdürülen 42 yıllık düşmanlığa, ablukaya ve ekonomik savaşa dayanamazdı; en azından 10 yıllık bir özel dönem hâlâ sona ermiş değil. Doların değeri 1994'te 150 peso iken,1999 yılında 20 pesoya indirmek gibi başka ülkelerle kıyaslanamayacak bir başarı kazanamayacaktık. Anlaşılmaz zorlukların ortasındayken sonuna kadar namuslu kalabilmek ve sağlıklı bir ekonomik büyüme sağlamak mümkün olamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba bugün ayakta kalabilmek ve hem sosyal hem de ekonomik alanda gelişebilmek için ABD ile ticaret yapmaya gerek duymayan tek ülke olamazdı. İkinci olarak, Küba'ya benzeyen diğer ülkelerle karşılaştırdığınızda aralarındaki en zengin ve en çok sanayileşmiş ülke de olamazdık.
Küba, imparatorun çıkarlarının ateşli bir gardiyanı olan Uluslararası Para Fonu (IMF) 'na üye olmayan ve üye olmak da istemeyen birkaç ülkeden biridir. Eğer ellerimiz ve kollarımız, Bretton Woods'da üreyen ve ondan vazgeçmesi gereken ülkeleri de istikrarsız ve yokedici hükümetlerle politik olarak yıkan bu kötü kurum tarafından bağlanmış olsaydı, yukarıda saydıklarımdan hiçbirini gerçekleştiremezdik. Dünyaya adaletsiz ve akıl dışı ekonomik düzenlerini empoze eden IMF ve neoliberalizmin çifte boyunduruğuna bağlananlar için çıkış yoktur.
Sosyalizm olmadan, ülkemizdeki herkes maliyetleri çok yüksek olmasına rağmen, dini inançları veya politik görüşleri sorgulanmaksızın ücretsiz sağlık ve ücretsiz eğitim hizmetlerinden faydalanamazdı.
Sosyalizm olmadan, uyuşturuculardan, genelevlerden, kumarhanelerden, organize suçlardan, ölüm mangalarından, linç girişimlerinden ve kanun dışı cezalandırmalardan temizlenmiş bir ülke olamazdık.
Sosyalizm olmadan, Kübalı aileler çocuklarının sağlıklı, iyi eğitim görmüş, yetenekli insanlar olarak büyüdüklerini göremez, uyuşturucu kullanacağı, suç işleyeceği veya sınıf arkadaşı tarafından okulda öldürüleceği gibi korkulardan uzak olamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba bugün olduğu gibi yarımkürede ABD toplumundan bile kâr elde eden uyuşturucu akışının karşısındaki en sağlam bariyer olamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba 42 yıldır, Avrupa'nın birçok köşesinde olduğu gibi, başka bir dünyadan gelmiş gibi garip kıyafetler giyen adamlarla ve isyan karşıtı araçlarıyla, coplarla, kalkanlarla, plastik mermilerle, gözyaşartıcı gazlarla, biber gazlarıyla ve diğer araçlarıyla halkının üstüne saldıran polislerin baskısından ve vahşiliğinden acı çekmekten kurtulamazdı.
Böyle şeylerin Küba'da neden olmadığını anlamak Batı için oldukça zor. Onların birlik, politik bilinç, dayanışma, özveri, cömertlik, yurtseverlik, ahlaki değerlerle zenginleştirilen gerçek bir devrimin sağladığı eğitim, kültür ve adaletin vaat ettikleri hakkında en ufak bir fikirleri yoktur.
Sosyalizm olmadan, yüz binlerce Kübalı enternasyonalist görevleri üstlenemez, ülkemiz Afrika'nın bir parça toprağı uğruna bile sömürgeciliğe karşı verdiği mücadeleye katkıda bulunamaz, ayrımcılık, ırkçılık ve faşizmin nefret dolu sisteminin görünüşte yenilmez olan kuvvetlerine karşı mücadele ederken bir damla kanlarını bile dökemezlerdi.
Güney Afrika ve Afrika kıtasındaki diğer ülkelerle ticaret yapan, oralarda yatırımları bulunan ve buralardan muazzam kârlar elde eden ülkelerden hiçbiri -Küba'nın Afrika'da gördüğü, sahip olduğu ya da istediği bir parça toprak bile olmamasına rağmen- bu fedakarlığın paylaşılmasında en ufak bir katkıda bile bulunmadılar.
Bizi Afrika'dan ayıran muazzam uzaklıklar bu küçük, abluka ve kuşatma altındaki adayla aramızda dayanışma ruhunun bulunması için aşılmaz bir engel oluşturmadı.
Sosyalizm olmadan, Devrim'in yarattığı sonu gelmez insan kaynağı sayesinde 40 binden fazla Kübalı sağlık görevlisi 90'dan fazla ülkede oluşturulan gönüllü uluslararası işbirliğine katılamaz, Latin Amerika, Karayipler ve Afrika'daki 16 ülkede geniş kapsamlı sağlık programlarını geliştirmek için yardım edemezdi.
Sosyalizm olmadan, Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen 15 bin 600 öğrenci Küba üniversitelerinde eğitim göremez, bu ülkelerden gelen 11 bin öğrenci Küba'da yüksek lisans eğitimi göremezdi.
Sosyalizm olmadan, 24 ülkeden ve 63 etnik gruptan genç insan Latin Amerika'daki saygın Tıp Okullarımızda eğitim göremez ve her yıl 2 bin yeni öğrenci bu okullara kayıt yaptıramazdı.
Sosyalizm olmadan, toplam 1500 öğrencisiyle ve 50 ülkeden her yıl gelen 588 gence eğitim veren Uluslararası Spor ve Fiziksel Eğitim Okulu'nu kuramazdık.
Sosyalizm olmadan, 1986'daki Çernobil felaketinden etkilenen üç ülkenin 19 bin çocuğuna ve yetişkinine bu özel dönemin ortalarındayken sağlık hizmeti sunamaz, Brezilya'nın Goias kentindeki radyasyon sızıntısından zarar gören 53 kişiye de elimizi uzatamazdık.
Saldırgan Ve Ahlaksız Bir Yönetim
Bizim diğer insanlarla paylaştığımız şeyler, Kübalı yurttaşlarımızdan hiçbirisinin milyonlarca orta düzey teknisyenden veya üniversite eğitimi almış profesyonellerden biri olmaları fırsatını engellemedi. Bu, çok daha azıyla çok daha fazla iş; reklama, silahlara, uyuşturucuya ve lüks maddelere harcanan parayla ise herşeyin yapılabileceğini gösteriyor.
Sosyalizm olmadan, Küba, aslında çok da sıkılmadan, hegemonyacı süper gücün hükümetlerinin adaletsiz ekonomik düzenlerini, aç gözlülüğünü, yırtıcı, ikiyüzlü ve ahlaksız politikalarını hiçbir misilleme veya saldırganlık korkusu taşımadan uluslararası toplantılarda özgürce teşhir eden neredeyse tek ülke olmanın gıpta edilecek ayrıcalığından memnunluk duyan küçük bir ülke ve bu ilgiyi en çok hakeden meselelerin sadık bir sesi olarak dünyadaki pek çok insana örnek olamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba, gerçekten ülkemize karşı düşmanca veya aşırı derecede saldırgan davranan 9 ABD başkanının -dürüst olmak gerekirse Carter hariç- düşmanlığına dayanamazdı. Yakın zamanda başkanlık tahtına oturanı da eklemek istiyorum; uluslararası arenada attığı ilk adımlardan ve danışmanlarıyla Miami'deki terörist çetesinin konuştukları dilden de tahmin edileceği gibi saldırgan ve ahlaksız bir yönetimle karşı karşıya kalabileceğimize dair işaretler var.
Böyle bir günde, Maceo'dan Bronz Titan'dan çok değerli ve ölümsüz bir alıntı yapmak istiyorum: “Küba'yı yıkmaya çalışanlar, eğer savaşırken ölmezlerse, Küba'nın kanla sulanmış toprağının tozundan başka hiçbir şey elde edemeyecekler.”
Maceo'nun, Marti'nin ve bugün burada olmamızı sağlayan uzun yolun öncü kahraman lejyonların mirasçısı olan Küba halkı, bugün bunu ilan edecek konumda: “Küba'yı yıkmaya çalışanlar, Küba'nın kanla sulanmış toprağının tozundan başka hiçbir şey elde edemeyecekler, çünkü savaşırken ölmekten başka bir seçenekleri yok! ”
Daha önce de söylediğim gibi, bugün tarihin önemli bir anı; Latin Amerika halkları bugün, günümüz dünyasının hegemonyacı süper gücü ABD tarafından yokedilmek üzere. Birkaç gün içinde, 20 Nisan - 22 Nisan arasında Quebec'te yarıküresel bir zirve toplantısı yapılacak. Orada, hegemonyacı süpergüç, Latin Amerika hükümetlerine teslim olma koşullarını kabul ettirecek.
Yarıküredeki ülkeler arasında serbest ticaret anlaşmasıyla ilgili dökümanlar acilen hazırlanmış durumda. ABD, Avrupa ve Asya'daki sanayileşmiş ülkelerin Amerika'daki ticari rekabet ve yatırım yolunu kapatabilmeyi umarak işleri hızlandırmak istiyor. Strateji; MERCOSUR'u takviye etmek için bedeli ne olursa olsun anlaşmayı kabul ettirmek ve Güney Amerika ülkelerinin birleşerek ABD karşısındaki pazarlıklarda daha güçlü kozlara sahip olmalarını engellemek.
ABD hükümeti, ekonomik güçsüzlüklerini, eşitsiz kalkınma düzeylerini, aralarındaki anlaşmazlıkları ve boğazlarını sıkan aşırı dış borçlarının yarattığı umutsuzluğu kullanabilmek için bu ülkelerle tek tek görüşmeyi tercih eder.
ABD'ye ve uluslararası finans kuruluşlarına olan tüm bağımlılıkları dolayısıyla, bu ülkelerden bazıları direniş gösterecek durumda değil, diğerleri de yutulma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarının farkında değiller ya da direnmek istemiyorlar. Fakat hiçbirisi de öyle kolay kolay yok edilme heveslisi değil ve direnecekler.
Orada temsil edilen insanlar, cehalet, aşırı yoksulluk ve umutsuzluk batağına saplanmış, alınan kararların hiçbirisine katılamamış ve bu görüşmelerin hedefleri, konuları, sonuçları onların bildikleri ve anladıkları şeylerden çok uzakta. Uyanıklığı artırmak, emperyalizmin aç gözlülüğünü, Latin Amerika ve Karayip insanlarının nasıl bir tehlikeyle yüz yüze olduklarını teşhir etmek; bugün belki de siyasi ve sosyal liderlerin, ilerici ekonomistlerin, aydınların ve soldaki tüm kuvvetlerin karşısındaki en acil görevdir.
Bizim gibi toplumsal gerçekliklerin, göz korkutucu sorunların vehametinin ve bu sorunların bu yolla çözülemeyip daha da tehlikeli bir noktaya geleceğinin farkında olanlar, Latin Amerika'nın yenip yutulabileceğinin fakat sindirilemeyeceğinin de farkındayız. Eninde sonunda, kutsal kitaptaki gibi, balinanın karnından kurtulacaklardır. Uzun yıllardan beri tehlikeli sularda yüzmeyi öğrenen ve yaşam koşullarındaki kökten bir değişime kadar Üçüncü Dünya'nın gittikçe zaptedilemez olacağını ve gereken çözümlere uyum gösterme gücü bulamayacağını bilen Kübalılar, onları dışarıda bekleyecek.
İnancımız Sağlamlaştı
Böyle bir günde, dönüp Devrim'in başarılarına bir baktığımızda, gereken ve mümkün olan tüm adaleti sağlayamamış olduğumuzu görmek şaşırtıcıdır.
Geçen yıllar, deneyimimizi ve bilgimizi önemli ölçüde zenginleştirdi. Muazzam zorluklara karşı kırk yıldır verdiğimiz mücadele, insan soyuna olan güvenimizi ve sınırsız potansiyeline olan inancımızı sağlamlaştırdı.
Bugün uyguladığımız sosyalizm, hayallerimizdekinden hâlâ uzak. Geçirdiğimiz özel dönem, bizi geriye dönmeye zorlayarak yürüdüğümüz yolu uzatıyor. Acı veren eşitsizlikler ortaya çıktı. Sabırla dayanma iradesi gösterenler, kendini herşeyden çok devrimci meselelere adayanlar, en sadık kol emekçilerimiz ve aydınlarımız, en yoksul ve en vefakâr insanlarımız, en vicdanlı devrimcilerimiz bu kaçınılmaz durumu anladılar. Her zaman olduğu gibi ve her zor zamanda olacağı gibi, ne pahasına olursa olsun ülkemizi ve sosyalizmi kurtarmak için harcanan çabaların büyük kısmını omuzladılar.
Gelecekte de sadece geçmişte başardığımızdan daha büyük hedefleri başarmayacağız, aynı zamanda onları aşacağız. 10 yıl önce başlayan ve bizim muzaffer olarak çıktığımız aşırı zor durumdan sonra bugün, geliştirmekte olduğumuz hedeflerimizi 40 yıl önce hayal bile edemezdik. Geleceğimizde yeni bir şafak parlıyor, çok daha iyi bir sosyalizmin ve çok daha fazla umut vaat eden, gurur veren devrimci bir çalışmanın üzerinde daha parlak bir güneş parlıyor.
Bugün buraya Devrim'in sosyalist karakterinin ilan edilişinin 40. yılını anmaya gelmedik, aynı zamanda onu onaylamaya ve ona olan bağlılığımız için yemin etmeye geldik.
40 yıl önce o unutulmaz günde kullandığım sözcükleri kullanarak size soruyorum: “İşçiler ve köylüler, anavatanımızın yoksul erkek ve kadınları, yoksullarla beraber ve yoksullar için yaptığımız yoksulların Devrim'ini kanınızın son damlasına kadar korumak için and içiyor musunuz? ”
- “İçiyoruz! ”
“Burada, düşen yoldaşlarımızın mezarlarının başında, burada, işçilerin ve yoksulların çocukları olan kahraman gençlerimizin cesetlerinin yanında iki şey daha eklemek istiyorum: Son 133 yılda anavatanları ve adalet için ölenlerin, enternasyonalist görevlerde insanlık için hayatlarını veren kahramanların isimlerinin anısına, paralı askerler karşısında kurşunlara karşı dimdik duranlar gibi, hayatlarını verenler gibi, bizler de Devrimimizle gurur duyuyoruz, yoksullarla beraber, yoksullar için yapılan yoksulların bu devrimini savunmaktan gurur duyuyoruz; hiç tereddüt etmeden, karşımızda kim olursa olsun kanımızın son damlasına kadar Devrimimizi savunacağımıza and içiyoruz.”
Zafer için hiç durmadan ileri!
Patria o Muerte! **
Venceremos! ***
** Ya Vatan Ya Ölüm
*** Kazanacağız
Dünyanın en küçük kuşlarına sadece Küba'da rastlanır. Boyu beş santimi biraz geçen arı sinekkuşu (Mellisuga helenae) cüssesi kadar çıkardığı sesle de bu ada uygun düşüyor. Tahminen saniyede 80 çırpmayla kanatlarını oynatırken öylesine vızıltılı bir ses çıkarıyor ki, insanlar çoğu kez bir böcek olduğunu sanma yanılgısına düşüyor. Bu büyüleyici kuş Küba'ya özgü binlerce hayvan ve bitki türünden yalnızca biri.
İstatistiklere göre, Amerikan şirketlerinin genel müdürlerinin yüzde yetmişi kendilerini dindar (coğunluğu bir Protestant mezhebine bağlıdır) olarak tanıtır. Yirminci yüzyılda yaratılan, ve ekonomik sistemde başarının şartlarından biri olan WASP “White Anglo-Saxon Protestant” (Beyaz-İngiliz Asıllı-Protestant) sözcüğü bu başarının bir simgesidir. Bir kilisenin üyesi olmak, Pazarları ibadete gitmek, gönüllü olarak (özellikle din uğruna) başkalarına yardım etmek dinciler tarafından Amerika’nın şuuruna işlenmiş ve Amerika’lıların kendilerini “Allah’ın seçtiği” bir ırk olarak görmesinde büyük rol oynamıştır.
Kübanın en işlek caddelerinden birinin üzerinde Atatürk büstü de bulunur.Büst, Mihri Belli'nin Hürriyet Gazetesi için kaleme aldığı Küba gezisi anıları sırasında gündeme gelmişti.
Küba'ya bir Atatürk büstü gönderme fikri ilk olarak 1993'de Gürbüz Çapan'ın Küba ziyareti sırasında ortaya çıkmış. Havana Belediye Başkanı'yla bir araya gelen Gürbüz Çapan, bu ülkede pek bilinmeyen Türk Kurtuluş Savaşı'nı anlatmış ve Atatürk'ten bahsetmiş. Bunun üzerine Kübalı yetkililer kendisinden Küba'da dikilmek üzere bir Atatürk büstü istemişler ve karşılığnda da Türkiye'ye gönderilmek üzere bir Jose Marti büstü söz vermişler.
Jose Marti, Kübalı bir halk kahramanı ve şair. Aynı zamanda, İspanya'dan sonra Amerikan sömürgesi olan Küba'daki bağımsızlık mücadelesine silahlı olarak destek olmuş.
Çapan'ın 1993'teki bu ziyaretinin ardından, yayılmacılığa karşı sembol haline gelmiş bu iki önemli tarihi kişiliğin büstleri hazırlanmış ve Atatürk'ünki Havana'ya, Marti'ninki de Esenyurt'ta Esenkent-Abdullah Baştürk Parkı'na dikilmiş.
Büstlerin dikiliş tarihleri de ilginç: 19 Mayıs 1995. Başkan Çapan, 19 Mayıs'ın seçilme nedenini şöyle açıklıyor: Marti'nin ölüm tarihi 19 Mayıs 1895. Çapan şöyle diyor: ‘‘Atatürk'ün doğum günü de bence, 19 Mayıs 1919. Bu tarih onu diğer Osmanlı paşalarından ayıran ve tıpkı Jose Marti gibi bir halk kahramanı yapan tarih. O yüzden bu çakışmayı belgelemek istedik.’’
Guantanamera şarkısının yazarı
Hepimiz ünlü ‘‘Guantanamera’’ şarkısını biliriz. İşte Kübalı şair Jose Marti (1853-1895) bu ünlü şarkının söz yazarı. Jose Marti, bir şair, bir denemeci ve Kübalı bir yurtseverdi. 1869'da düşünceleri yüzünden hapsedildi ve yüksek öğrenim yaptığı İspanya'ya sürüldü. Buradan geçtiği New York'ta uzun süre gazetecilik yaptı. Küba Devrimci Partisi'ni kurdu. Sonra Venezuela'ya geçti. Ülkesinin bağımsızlık mücadelesine destek oldu. Dos Rios Savaşı'nda Kurtuluş Ordusu'nun başındayken öldürüldü. Jose Marti, 20. yüzyılda bütün Güney Amerika'da sevilen bir özgürlük şairi haline geldi. 1959 Küba Devrimi'nden sonra yeni rejimin de kahramanlarından biri oldu. İşin ilginç yanı, Küba'ya karşı bir propaganda savaşı yürüten ABD'nin de 1980'lerde Florida eyaletinden adaya yaptığı radyo kanalına ‘‘Jose Marti Radyosu’’ adını vermesiydi. Guantanamera şarkısıyla yayınına başlayan ve Küba halkını rejime karşı isyana çağıran radyonun yayını, bu adı kullandığı için Küba'da ters tepki yarattı.
Fidel Castro geçen yıl, 1/Mayıs/2003 de Devrim Meydanı'nda yaptığı konuşmada Küba'nın GÜNÜMÜZDEKİ durumunu ve dünyaya bakışını şöyle anlatmıştır:
Değerli misafirler;
Sevgili Kübalılar:
Dünyanın en korkutucu emperyalist gücünden birkaç mil uzaklıktaki bu küçük Karayip adasında, halkımız 44 yıldır mücadele etmektedir. Bu mücadele boyunca halkımız tarihte eşine rastlanmamış bir bölüm eklemiştir. Dünya hiç bu kadar adaletsiz bir savaşa şahit olmamıştır.
Bazıları, bu emperyalist gücün, dünyada bir eşiti bulunmayan askeri ve teknolojik donanımıyla Kübalıları korkutabileceğini veya cesaretini kırabileceğini sanmıştır. Ancak bugün, bu cesur halkın giderek artan cesaretini şaşkınlıkla izlemekten başka bir şey yapamamaktadırlar. Böylesi bir günde, uluslararası işçi bayramında, Şikagolu beş şehidi anarken; ben, burada toplanan bir milyon Kübalının adına, her tür tehdide karşı duracağımızı, baskılara boyun eğmeyeceğimizi, Devrim'i ve ülkemizi düşüncelerimizle ve silahlarımızla kanımızın son damlasına kadar savunacağımızı ilan ediyorum.
Küba'nın suçu ne? Dürüst bir insan hangi gerekçeyle bu ülkeye saldırabilir?
Kendi kanıyla ve düşmandan gasp ettiği silahlarla Küba halkı, ABD tarafından iktidara getirilen zalim bir tiranı 80 bin silahlı adamla devirdi. Küba, Latin Amerika ve Karayiplerde, emperyalist egemenlikten bağımsızlaşan ilk ülkedir, güney yarımküredeki tek ülkedir. Aynı zamanda, sömürgecilik sonrası dönemde on binlerce insanı katleden işkencecilerin, katillerin ve savaş suçlularının cezalandırıldığı tek ülkedir.
Ülkenin bütün toprakları köylülere ve tarım işçilerine verildi. Doğal kaynaklar, sanayi ve temel hizmetler tek ve gerçek sahibinin, Küba halkının eline geçti. Küba, ABD yönetimi tarafından düzenlenen Domuzlar Körfezi çıkartmasını, 72 saat boyunca durmadan, gece gündüz savaşarak geri püskürterek, bu ülkenin doğrudan yapacağı bir askeri müdahaleyi ve bunun tahmin edilemez sonuçlarını engelledi. Devrim'in zaten, 400 bin silah ve yüz binlerce milisten oluşan bir İsyan Ordusu vardı. 1962'de Küba onurlu bir şekilde ve taviz vermeden, onlarca kez nükleer saldırı tehdidi ile karşı karşıya kaldı. Bütün ülkeye yayılan ve bağımsızlık savaşından daha fazla can kaybına neden olan kirli bir savaşı bastırdı.
ABD hükümeti tarafından düzenlenen binlerce sabotaj girişimine metanetle dayandı.
Devrim'in liderlerine karşı yapılan yüzlerce suikast planını boşa çıkardı. Yarım yüzyıldır süren katı bir ambargo ve ekonomik rekabet koşulları altında, Küba'daki okur yazarlık oranı bir yılda, diğer Latin Amerika ülkelerinin ve ABD'nin kırk yıldır ulaşamadığı bir seviyeye yükseltildi.
Ülkenin çocuklarının yüzde 100'üne ücretsiz eğitim sağlandı. Okullardaki devamlılık oranı yarımküredeki en yüksek seviyedir; bu oran anaokulu ve dokuzuncu sınıf arasında yüzde 99'dur. Ortaokul öğrencileri, anadil ve matematik bilgisi alanında dünyada birinci sırada gelmektedir. Ülkemiz aynı zamanda, dünyada, en fazla öğretmen ve sınıf başına düşen öğrenci sayısında da birinci sıradadır. Fiziksel veya zihinsel yetenekleri olan bütün öğrenciler bu alanlara özel okullara alınır. Bilgisayar eğitimi ve görsel-işitsel metotların kullanımı, hem şehirlerde hem de köylerde bütün çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin hizmetine sunulmuştur.
Dünyada ilk kez, daha önce eğitim almamış ve çalışmamış, 17-30 yaşları arasındaki bütün insanlara, bir yandan maddi destek verilirken diğer yandan yeniden eğitim görme fırsatı tanınmıştır. Bütün vatandaşlarımız, anaokulundan doktora eğitimine kadar her tür eğitim hizmetini tek kuruş ödemeden alabilmektedir. Bugün ülkemizdeki üniversite mezunu, aydın ve profesyonel sanatçı sayısı Devrim'den öncekinin 30 katıdır. Bugün ortalama bir Küba vatandaşı, en az 9 yıl eğitim almaktadır. Kasıtlı cahil bırakma diye bir şey Küba'da yoktur.
Ülkenin dört bir yanında sanatçıların yetiştirilmesi için kurulmuş sanat okulları ve buralarda çalışan sanat öğretmenleri vardır; bu okullarda 20,000'den fazla genç insan yeteneklerini geliştirmektedir. Bunun aynını on binlerce genç insan meslek okullarında yapmakta ve sonra da profesyonel eğitimine devam etmektedir. Üniversite kampusları giderek ülkenin bütün kasabalarına yayılmaktadır....
Ölü bebek doğumu oranı binde 60'tan, binde 6 - 6.5 seviyesine düşürülmüştür. Bu oran, Patagonya'dan ABD'ye, yarımküredeki en düşük orandır. Ortalama yaşam süresi 15 yıl artmıştır. Çocuk felci, sıtma, neonatal tetanos, difteri, kızamık, kızamıkçık, kabakulak, boğmaca, dang gibi bulaşıcı hastalıklar yok edilmiş; tetanos, meningokok menenjit, hepatit B, homofil menenjit ve tüberküloz tamamen kontrol altına alınmıştır....
Genetik, doğum öncesi veya doğum sırasındaki nedenlerden kaynaklanan sorunları en aza indirmek için yapılan araştırmalar sürmektedir. Küba bugün, kişi başına düşen en fazla doktor sayısına ve en yakın takipçisinin iki katı kadar doktora sahiptir.
Kübalılar dünyadaki en iyi sağlık sistemine sahiptir ve ilerde de bütün sağlık hizmetlerini ücretsiz almaya devam edeceklerdir.
Sosyal güvenlik halkımızın tamamını kapsamaktadır.
Küba'da insanların yüzde 85'i ev sahibidir ve bunun için vergi veya benzeri bir şey ödemezler. Geri kalan yüzde 15 sembolik bir ücret olarak, maaşlarının yüzde 10'unu ödemektedir. Yasadışı uyuşturucu kullanımı nüfusun önemsiz bir kısmını içermektedir ve bununla kararlı bir biçimde mücadele edilmektedir. Kimsenin umudunu şansa bağlamaması için piyango ve bunun gibi kumar oyunları Devrim'in ilk yıllarından itibaren yasaklanmıştır.
Küba televizyonlarında, radyolarında veya yazılı basınında hiçbir ticari reklam yayınlanmaz. Bunun yerine, sağlık, eğitim, kültür, beden eğitimi, spor, hobiler, çevreyi koruma ile ve uyuşturucu, trafik kazaları ve diğer sosyal sorunlarla ilgili anonslar yapılır. Bizim medyamız eğitir, zehirlemez veya yabancılaştırmaz. Bizim medyamız ahlaksızca tüketen toplumları yüceltmez.
Heykeller, resmi fotoğraflar, sokak veya kurum adları gibi yaşayan devrimcileri kültleştirme gibi bir şeye rastlanmaz. BU ÜLKENİN LİDERLERİ İNSANDIR, İLAH DEĞİL...
Yeni kuşaklar ve bütün insanlar çevreyi koruma gerekliliği konusunda eğitiliyorlar. Medya, çevre bilinci aşılamak için kullanılıyor. Ülkemiz, kültürel kimliğini inançla savunuyor, bir tarafın iyi niteliklerini kültürüne katarken bozucu, yabancılaştırıcı ve aşağılayıcı olan her şeye karşı da savaşıyor. Sağlıklı bir toplumun geliştirilmesi, amatör sporun teşvik edilmesi, halkımızı madalyalar ve takdirlerle dünyanın en üst sıralarına taşımıştır.
Halkımızın ve tüm insanlığın hizmetinde olan bilimsel araştırmalar, birkaç yüz katına çıkmıştır. Bu çabaların sonucunda, önemli ilaçlar Küba'da ve diğer ülkelerde hayat kurtarmaktadır.
Küba asla biyolojik silah geliştirme girişiminde bulunmamıştır, çünkü bu bizim geçmişte ve gelecekte bilimsel personelin eğitiminde temel aldığımız ve alacağımız ilkelerle ve felsefeyle tamamen çelişir.
Başka hiçbir halkta uluslararası dayanışma ruhu bu kadar gelişmemiştir....
Bunun pek çok örneği var. 2000'den fazla Kübalı enternasyonalist savaşçı, diğer kardeş ülkelerin bağımsızlık mücadelelerini desteklerken hayatlarını vermişlerdir. Ancak, bu ülkelerin hiç birinde tek bir Küba mülkü bulunmamaktadır. Çağımızda hiçbir ülke bu kadar cömert destek vermemiştir.
Küba daima örnek bir ülke olmuştur. Asla boyun eğmemiştir. Başka halkların mücadelelerini de asla bırakmamıştır. Asla taviz vermemiştir. Asla ilkelerinden vazgeçmemiştir....
Yarım milyondan fazla Kübalı, savaşçı olarak, öğretmen olarak, teknisyen olarak, doktor veya sağlık emekçisi olarak enternasyonalist görevlerini yerine getirmiştir. On binlerce sağlık emekçisi hizmetleriyle 40 yıldan fazla bir süre boyunca milyonlarca hayat kurtarmıştır. 18 tane üçüncü dünya ülkesinin en ıssız bölgelerinde çalışmakta olan 300 kapsamlı genel hekim ve diğer sağlık personeli vardır. Önleme ve tedavi yöntemleriyle her yıl yüz binlerce hayat kurtarmakta, milyonlarca insanı tedavi etmekte ve hizmetlerinin karşılığında tek bir kuruş talep etmemektedirler.
Küba'nın Birleşmiş Milletlere, gerekli fon... sağlandığında verdiği Kübalı doktorlar olmasaydı, AIDS ile mücadele için gereken acil programlar başarısız olurdu....
Küba, radyo ile okumayazma öğretimi teknikleri geliştirmiştir; artık beş dilde - Haiti Creole, Portekizce, Fransızca, İngilizce ve İspanyolca - verilen yardımcı metinleri pek çok ülkede kullanılmaktadır. Çok yakında İspanyolca için benzer bir program, çok yüksek kalitede, televizyon ile okuma öğretme programı tamamlanacaktır. Bunlar Küba'da geliştirilmiş ve tamamen Kübalı olan programlardır. Biz patentlerle veya özel telif haklarıyla ilgilenmiyoruz. Biz onlara, dünyada okur-yazarlık oranının en düşük olduğu Üçüncü Dünya'ya bunları tek kuruş talep etmeden sunmaya hazırız....
SSCB'nin ve sosyalist bloğun dağılmasından sonra, kimse Küba Devrimi'nin ayakta kalabileceğine inanmıyordu. ABD ambargo koşullarını ağırlaştırdı. Torricelli ve yurtdışından yönetilen Helms-Burton hareketi desteklendi. Başlıca pazarlarımızı ve gıda kaynaklarımızı kaybettik. Nüfusun ortalama kalori ve protein tüketimi yarıya düştü. Ancak, ülkemiz baskılara direndi ve sosyal alanda oldukça ilerledi.
Bugün, gıda ihtiyacını büyük oranda karşılamakta; diğer alanlarda da hızla ilerlemektedir. Bu koşullarda bile, başardığımız işlerle ve yarattığımız bilinçle bir mucizeyi gerçekleştirdik. Nasıl mı dayandık? Çünkü Devrim dayandı, hâlâ dayanıyor ve hep dayanacak, insanların, zeki insanların, daha fazla birleşen, eğitilen ve savaşan insanların desteğiyle dayanacak.
Küba, 11 Eylül 2001'de ABD halkına dayanışma elini uzatan ilk ülkeydi. Küba aynı zamanda ABD'de Kasım 2000'de haksız bir şekilde iktidara gelen aşırı sağın dünyaya empoze etmeye çalışacağı politikanın neo-faşist doğası hakkında uyarı yapan ilk ülkeydi. Bu politika, geçmişte ABD'nin başka yönetimlerine hizmet etmiş radikal bir örgütün ABD halkına karşı korkunç bir saldırı düzenlemesi sonucu ortaya çıkmadı. Bu politika, serinkanlı ve dikkatli biçimde geliştirildi; bu da, Soğuk Savaş'ın çoktan bittiği ve 11 Eylül'den çok önceki bir dönemde ABD'nin askeri yapılanmasını ve silahlanmaya yaptığı büyük harcamaları açıklıyor. O gün yaşanan korkunç olaylar bu politikanın uygulanması için sadece uygun bir mazeret oluşturmuştur.
20 Eylül 2001'de, Başkan Bush, dokuz gün önce yaşananların etkisi altında olan
Kongre'de bunu açıkça belirtmiştir. İlginç bir terminoloji kullanarak, sonu olmayacak gibi görünen bir savaşın amacını 'sonsuz adalet' olarak açıklamıştır....
İki gün sonra, 22 Eylül'de, Küba, bu konuşmanın, kaba kuvvetle, uluslararası hukuka ve kurumlara uyulmadan uygulanacak olan küresel askeri diktatörlük politikasının bir ipucu olduğunu söyleyerek kınadı....
Birkaç ay sonra, 3 Haziran 2002'de, 958 öğrencinin mezun olduğu Batı Askeri Akademisi'nin 200. kuruluş yıldönümünde, Başkan Bush bu düşünce çizgisini o gün mezun olanlara yaptığı uzun bir nutuk haline getirdi ve en temel düşüncelerini açıkladı.
8 Haziran 2002'de, Küba'nın Santiago şehrindeki General Antonio Maceo Meydanı'ndaki kutlamada beş yüz bin kişinin önünde yaptığım konuşmada dedim ki:
'Gördüğünüz gibi, konuşmasında Birleşmiş Milletlerden bir kez bile söz etmiyor. Halkların güvenlik ve barış içinde yaşama haklarından veya ilkeler ve normlar çerçevesinde yönetilen bir dünyanın gerekliliğinden de bahsetmiyor.
'İnsanlığın, acı Nazi deneyimini yaşamasının üzerinden elli yıl bile geçmedi. Hitler'in karşıtlarına karşı en yakın müttefiki korkuydu… Daha sonra, onun korkak ordusu tüm dünyayı etkisi altına alan bir savaş başlattı. Avrupa'nın en güçlü aktörlerinin o zamanki vizyon eksikliği ve korkaklığı büyük bir trajediye giden yolu açtı.
'ABD'de faşist bir rejimin kurulabileceğini sanmıyorum. Siyasi sistemde çok ciddi hatalar yapıldı ve eşitsizlikler yerleşti - bunlar hâlâ devam ediyor - ancak Amerikan halkının bunu engelleyecek kurumları, gelenekleri, eğitimsel, kültürel ve etik değerleri var. Asıl risk uluslararası arenada. Bu ülkenin başkanının gücü ve imtiyazları öylesine çok ve bu devletin ekonomik, teknolojik ve askeri gücü öylesine gelişkin ki, Amerika halkının isteği dışında gelişen koşullara göre dünya yeniden Nazi kavramlarına ve metotlarına geri dönüyor.
'Kendisi ve en yakın yardımcıları tarafından - ve Küba için de Miami'deki arkadaşları tarafından - seçilen 60 veya daha fazla ülkede yaşayan zavallı böcekler bununla tamamen alakasızdır. Onlar, haber verilmeden veya 'savuna amaçlı' yapılan saldırıların hedefi olabilecek 'karanlık noktalar'dır. Küba sadece bu ülkelerden biri değildir, aynı zamanda teröre destek veren ülkeler arasında da sayılmıştır.'
Dünya egemenliği düşüncesinden ilk kez, Irak'a yönelik saldırıdan tam bir yıl üç ay on dokuz gün önce bahsettim. Savaş başlamadan önceki günlerde, Başkan Bush ABD'nin gerektiğinde elindeki her yöntemi, diğer bir deyişle nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlarını kullanabileceğini tekrarladı. Afganistan'a yönelik saldırı ve işgal zaten yapılmıştı.
Bugün sözde 'muhalifler' denen, aslında Bush'un Hitler benzeri hükümetince tutulmuş paralı askerler, sadece vatanlarına değil, bütün insanlığa ihanet etmektedir.
Neo-faşist aşırı sağın ve onun Miami'de seçimleri hileyle kazanmış olan terörist çete müttefiklerinin ülkemize düzenlediği hain planlara karşı, solcu ve hümanist oldukları iddia edilen ve bizden birkaç mil uzaklıktaki bir süper güçten korunmak için kabul etmek zorunda kaldığımız yasal düzenlemeler üzerinden bize saldıran kişilerden kaç tanesi bu sözleri okuma şansı buldu, merak ediyorum. Bu insanlardan kaç tanesi, silahlarıyla tüm insanlığı on kez yok edebilecek bir süper gücün lideri olan Bush'un Nazi-faşisti uluslararası politikasını ortaya koyan ve demin benim de aktardığım sözlerini duydu, kınadı veya yanıt verdi, merak ediyorum.
Bütün dünya, amansızca bombalanarak yerle bir edilen şehirlerin, yaralı çocukların ve parçalanmış cesetlerin korkunç görüntülerinin etkisiyle harekete geçti.
Hepimizin iyi bildiği bazı oportünist ve demagojik küçük grupları bir kenara ayırırsak, ben özellikle Küba'nın dostu olan onurlu mücadele insanlarından bahsediyorum. Küba'ya haksız yere, yanlış bilgilendirmelerle ve dikkatli bir analiz yapmadan saldıranların, bir gün ülkemiz Nazi-faşizmi tarafından bombalandığında yıkılan şehirlerimizi, ölen çocuklarımızı, annelerimizi, kadınlarımızı ve erkeklerimizi, gençlerimizi ve yaşlılarımızı gördüklerinde ve çabalarının provokatörler tarafından Küba'ya yapılan saldırıyı haklı göstermek için yönlendirildiğini fark ettiklerinde üzülmelerini istemiyoruz. Sadece ölen ve yaralanan çocuk sayısı insan kaybının ölçüsü olamaz, bunun yanı sıra milyonlarca çocuk, anne, kadın, erkek, genç, yaşlı hayatlarının geri kalanında savaşın etkilerini hissedecektir.
Para cezasına, dini, felsefi veya insani nedenlerle karşı çıkanlara saygı duyuyoruz. Biz, Kübalı devrimciler, sosyal bilimlerin kastettiğinden daha önemli nedenlerden dolayı para cezasından nefret ederiz. Reverend Lucius Walker'ın muhteşem konuşmasında mükemmel bir biçimde açıkladığı bu tür bir cezanın kaldırılması dileğimiz bir gün gerçekleşecek. Bu konuyla özel olarak ilgilenmemizin nedeni, ABD'de yargılananların çoğunun Afrika-Amerikalı veya İspan-yol ırkından olması, genellikle masum olmaları, özellikle Bush'un önceden eyalet başkanlığı yaptığı Teksas'ta, en fazla ölüm cezası verilen yerde, hiçbir cezanın affedilmemesi göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir.
Küba Devrim'i, gemi kaçıran üç kişiyi yasal ceza olan idama mahkum ederek milyonlarca Kübalının hayatını kurtarma veya hiçbir şey yapmama arasında bir çelişkiye düşürülmüştür. ABD hükümeti sıradan suçluları gemi veya uçak kaçırmaya teşvik etmekte, bu kişileri masumların hayatını tehlikeye atmaları ve Küba'ya bir saldırı için uygun koşulları yaratmaları için cesaretlendirmektedir. Bir dizi uçak kaçırma olayının sorumluları serbest bırakılmıştı ve artık hadlerini aşmaya başladılar; bunların durdurulması gerekliydi.
Söz konusu sonuna kadar savaşmaya kararlı bir halkın çocuklarını korumak olunca, provokatörlere hizmet edenlere, uçak veya gemi kaçıranlara en ağır cezaları vermekte ve onları yasalarımızla yargılamakta asla tereddüt etmeyiz....
ABD'nin provokatif politikası sonucu, 25 Nisan'da, ABD Dışişleri Bakanlığı Küba Bürosu başkanı Kevin Whitaker, Washington'daki İlişkiler Büromuzun başkanına, Ulusal Güvenlik Konseyi'nin Milli Güvenlik Bölümü'nün Küba'daki uçak kaçırma olaylarını ABD açısından ciddi bir tehdit olarak gördüğünü bildirdi ve Küba hükümetinden bu olayları önlemek için gerekli tüm önlemleri almasını istedi.
Bunu, sanki bu kaçırma olaylarını provoke eden onlar değilmiş gibi, bu olayları engellemek ve yolcuların güvenliğini sağlamak için sıkı önlemler alan da biz değilmişiz gibi, faşist radikal sağın Küba'ya karşı bu aralar bir saldırı gerçekleştireceğinin farkında değilmişiz gibi söyledi. Bu istek haber kanallarına sızınca, Miami'deki terörist çeteler karıştı. Hala anlamıyorlar ki onların doğrudan veya dolaylı hiçbir eylemi bu ülkede bir kişiyi bile korkutmuyor.
Batılı politikacıların ve bir grup ortalama liderin iki yüzlülüğü o kadar fazla ki Atlantik Okyanusu'na sığmaz. Küba'nın yasal savunma amaçlı aldığı bütün önlemler medyanın ilk haberleri arasında yer alıyor. Diğer yandan, İspanya'daki hükümet binasında bir odada onlarca ETA üyesinin yargılanmadan infaz edildiğini ve BM İnsan Hakları Komisyonu'ndan kimsenin bunu kınamadığını söylediğimizde, veya başka bir İspanyol başkanının Kosova'daki savaş sırasında ABD'den savaşı daha da hızlandırmasını, bombardımanları artırmasını istediğini ve yüzlerce masum sivilin ölümüne, milyonlarcasının yaralanmasına neden olduğunu söylediğimizde, manşetlerde sadece 'Castro, Felipe ve Aznar'a saldırdı' yazıyor. Gerçekte söylediklerimizle ilgili tek bir kelime bile yok....
Başkan Bush'un yakın bir arkadaşı ve danışmanı ve aynı zamanda utanmaz bir hain olan Lincoln DiazBalart, bir Miami televizyonunda şu anlaşılmaz cümleyi sarfetti: 'Detaylara giremem, ama bu şiddet döngüsünü kırmaya çalışıyoruz.'
Bu şiddet döngüsüyle mücadele etmek için hangi yöntemleri kullanmayı düşünüyorlar? Bay Bush'un seçimlerden önce Teksas'ta söz verdiği gibi, beni en gelişmiş ve modern yöntemleriyle fiziksel olarak ortadan kaldırarak mı? Yoksa Irak'a saldırdıkları gibi Küba'ya da saldırarak mı?
Eğer birinci yolu deneyecekseler, bu beni hiç korkutmuyor. Hayatım boyunca uğruna mücadele verdiğim düşüncelerim ölmeyecek ve uzun bir süre yaşayacak.
Eğer çözüm Küba'ya, Irak'a yaptıkları gibi, saldırmaksa, buna çok üzülürüm çünkü bu çok sayıda cana mal olur ve Küba'ya büyük bir yıkım getirir. Ancak, bu seçenek ABD yönetiminin faşist saldırılarında son seçenek gibi görünüyor, çünkü buradaki mücadele oldukça uzun sürecektir.
Saldırganlar, sadece bir orduyla karşılaşmayacak; aynı zamanda kendini sürekli yeniden üreten binlerce orduyla karşı karşıya gelecektir. Bu ordu düşmana o kadar çok kayıp verdirecektir ki, bu ABD halkının, Başkan Bush'un serüvenleri ve düşünceleri için feda etmeye razı olduğundan çok yüksek bir sayı olacaktır. Bugün, Bush çoğunluğun desteğini almaktadır, ancak bu destek giderek azalmaktadır ve yarın arkasında hiç destek kalmayacaktır.
Amerikan halkı, soran ve sorgulayan milyonlarca eğitimli birey, onların temel ahlaki ilkeleri, iletişim kurdukları ve sayısı Vietnam savaşı dönemine göre yüz katına çıkmış olan milyonlarca bilgisayarları, insanları her zaman kandıramayacağınızı gösterecek....
Bu 1 Mayıs'ta burada toplanan bir milyon insanın adına, dünyaya ve Amerikan halkına bir mesaj göndermek istiyorum:
Biz, Kübalıların ve Amerikalıların bir savaşta kanlarının dökülmesini istemiyoruz. Birbiriyle dost olabilecek binlerce insanın silahlı bir çatışmada hayatlarını kaybetmelerini istemiyoruz. Ancak savunduğumuz şeyler o kadar kutsal, uğruna mücadele ettiğimiz inançlarımız o kadar değerli ki, Kübalıların kuşaklar boyu hayatları pahasına savunduğu onurlu ve cömert bir eserden vazgeçmektense, bu dünyadan yok olmayı tercih ederiz. Silahlar ne kadar gelişmiş veya güçlü olursa olsun, düşüncelerin silahtan daha güçlü olduğuna dair derin inancımızla direniyoruz.
Che Guevera'nın bize veda ederken dediği gibi: Zafere doğru, ileri!
İdam cezası, Türkiye'de 1984'ten bu yana uygulanmıyor. 14 Nisan 1926'dan 1984'e kadar toplam 423 infaz gerçekleştirilmiş. En son infaz edilen idam cezaları ise, ekim 1984'te İlyas Has ve Hıdır Aslan hakkındaki kararlar. İdam cezaları Türkiye'de özellikle, sıkıyönetim dönemlerinde daha yoğun bir şekilde uygulanmış. 1984'ten bu yana TBMM Adalet Komisyonu'nda bulunan 26 kişiye ait idam dosyaları Meclis gündeminde bekletiliyor. Bu dosyalardan 19'unu adi suçlar, 2'sini bölücülük, 3'ünü vatana ihanet, geriye kalanını ise siyasi suçlar oluşturuyor
eşref bitlis
22.04.2004 - 13:36diyarbakır’a gitmek üzere 17 şubat 1993’-te ankara güvercinlik askeri havaalanı’ndan kalkış yaptıktan yaklaşık 9 dakika sonra, uçağın düşmesi sonucu hayatını kaybeden jandarma eski genel komutanı. öldürülmeden bir hafta önce suriye, iran, ırak dışişleri bakanlarıyla görüsmeler yapması ve pkk'yı bitirmeye calısması, cekic güc'ün ülkeden cıkarılması için ugraslar vermesi, halen insanları kaza mı-suikast mı diye arada bırakmaktadır
Claude Henry de Saint-Simon
22.04.2004 - 13:32ilk Sosyolog ve ilk Sosyalist. agust comte'un hocası.pozitivizm terimini de ilk kez kullanan Simon dur.
attila ilhan
22.04.2004 - 13:01Atatürk'ün bir tabu haline getirildiği, Atatürkçülüğün ise sadece altı okla tanımlandığı günümüzde Hangi Atatürk kitabı farklı bir çizgi izlemektedir. Attilâ İlhan'ın kitabı, düzen sahiplerinin yaratmak istediği sağcı Atatürk portresine karşı gerçek ve devrimci Atatürk'ü ortaya koyan temel başvuru kaynağı niteliği taşımaktadır. Atatürkçülüğün antiemperyalist, devrimci bir hareket olduğunu vurgulayan ve İnönü Atatürkçülüğü ile Atatürkçülüğü küçümseyen anlayışlarla tartışan İlhan, özellikle genç kuşaklara Atatürk gerçeğini somut olgulara dayanarak anlatmaktadır.
Attilâ İlhan kitabının tamamını iki ana konu etrafında yazmıştır;
1-Atatürkçülük, antiemperyalist bir mücadeledir. Bu özelliğiyle Türk ulusunun mücadelesi mazlum milletlere örnek olan ilk mücadeledir.
2-Atatürkçülük Batıcılığın karşısındadır.
Atatürkçülüğün Antiemperyalizmi
Emperyalizm, kapitalist ülkelerin gelişimini tamamlayamayan ülkeler üzerinde kurduğu sömürü sisteminin adıdır. Emperyalist ülkeler sömürge devletin gerici, tutucu güçleriyle işbirliğine girer. Osmanlı İmparatorluğu'nda emperyalizmin destekçileri saray çevresi ve feodal düzen savunucuları olmuştur.
Dolayısıyla Atatürk önderliğindeki Milli Kurtuluş Mücadelesi sadece emperyalizme karşı verilmiş bir mücadele değildir. Aynı zamanda ülkedeki işbirlikçilerle de mücadele edilmiştir. Attilâ İlhan kitabının önsöz kısmında bu durumu şöyle açıklar; 'Mustafa Kemal'in iç içe eylemi var. Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı, padişaha karşı demokratik devrim, toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü...' (sf.13)
Atatürk önderliğindeki halk, emperyalizme karşı Kurtuluş Mücadelesi'ni başlatarak dünyanın ezilen uluslarına örnek olmuştur. Savaştan yeni çıkmış, yorgun ve her şeyden yoksun Türk halkı bağımsızlığı için cepheye koşmuş ve ezilen halkların ezenleri yenebileceğini göstermiştir. Halkın bu azim ve kararlılığı ise Atatürk'ün devrimciliğinden kaynaklanmaktadır. Atatürk bütün dünyaya devrimci kararlılığın, en güçlü ülkeleri bile yeneceğini göstermiştir.
Attilâ İlhan, Atatürk'ün antiemperyalist mücadelesi hakkında şunları söylemektedir:
'...Dünya sosyalist hareketi, Anadolu İhtilali'ni antiemperyalist bir devrim olarak nitelendirmiş, nitelendirmekle de kalmamış, emperyalizme karşı savaşımında, onu her bakımdan desteklemiştir. Müdafaa-i Hukuk öğretisinin bu temel özelliğini ne unutmalı, ne de unutturmalıyız.
Nedeni belli; değil mi ki Türkiye'nin kuruluş felsefesi böyle antiemperyalist bir felsefedir, emperyalizm elbette zamanla bu felsefenin yaratıcısı ve eyleme çeviricisi olan Mustafa Kemal Paşa'yı aşındırmak, kendi ulusunun gözünde küçük düşürmek isteyecektir, istemiştir de. Daha Kurtuluş Savaşı sırasında başlayan, uzun süre yakamızı bırakmayan şeriat isyanları, dinselliğe ve bölücülüğe dayanılarak, antiemperyalist ve demokratik yeNi iktidarın yıpratılması için kullanılmamış mıdır? Dün olduğu gibi bugün de, kullanılmamakta mıdır? Kemal Paşa'nın antiemperyalist düşünce platformuna ve eylemine sahip çıkmalıyız.'(sf.35)
Başta Amerika olmak üzere emperyalist ülkeleri kızdıran kurtuluş mücadelesi ezilen dünya tarafından alkışlanmış, saygıyla karşılanmıştır. Lenin önderliğinde kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, bu mücadeleye her anlamda destek vermiştir.
'...Türkiye'nin işçileri çağdaş ulusların yağmaya karşı direnişlerinin hesaba katılması gereken bir şey olduğunu kanıtlamışlardır. Türkiye, emperyalist devletlerce yağma edilmeye öyle bir şiddetle karşı koydu ki içlerinden en kabadayı olanları bile ondan elini çekmek zorunda kaldı.'(sf.34) Lenin'in bu sözleri ezilen sınıf ve ulusların kurtuluş mücadelemize verdikleri desteğin göstergesidir aslında. Mücadelemizin başarıya ulaşması ise ezilen bütün ulusları cesaretlendirmiştir. Atatürkçülük ezilen ulusların emperyalizmle mücadelelerinde onların yolunu aydınlatan bir meşale olmuştur.
Atatürkçülüğü Küçümsemeye Çalışanlar
'Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.' diyen Mustafa Kemal, bütün kurumları emperyalist ve feodal artıklardan temizlemiş ve her alanda tam bağımsızlıkçı bir politika yürütmüştür. Fakat bu anlayış, onun ölümüyle son bulmuştur. İnönü iktidarıyla tekrar Batıcı anlayış içerisine girilmiştir.
1938'den sonra iktidarı ele geçiren Batı taraftarları Atatürkçülüğün içini boşaltmışlar ve Milli Mücadele önderini, reformist bir put haline getirmişlerdir. Sağ ve sol kesimlerce de insafsızca eleştirilen Atatürkçülük, bir burjuva diktatörlüğü olarak nitelendirilmiştir. Atatürkçülüğün antiemperyalist yönü ise unutturulmaya çalışılmıştır.
Atillâ İlhan, kitabında bu eleştirilere yer vermiş ve Atatürkçülüğü küçümseyen bu bakış açısının tutarsızlığını göstermiştir bizlere:
'Birincisi bazı delikanlılarımızda fark ettiğim, cumhuriyeti küçümseme eğilimi. Bunlara bakarsanız, Mustafa Kemal hiçbir şey yapmamış, cumhuriyet Anadolu halkının kaderine hiçbir değişiklik getirmemiş, hep yerimizde saymışız; o kadar ki bugün herhangi bir üçüncü dünya ülkesi bile bizden ilerde bulunuyormuş! bu iddialar ipe sapa gelmez iddialardır...' (sf.29)
Anadolu halkı, devrimci bir bilinçle hareket ederek kaderini değiştirmiştir. Anadolu İhtilali, yüzyıllarca ezilen Anadolu halkının emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine verdiği cevaptır.
Atatürkçülüğe yöneltilen diğer bir eleştiri ise şudur; Cumhuriyet rejiminin gerek sanayide gerekse eğitim ve öğretimde gösterdiği gelişme doğal bir gelişmedir. Her ülkede böyle bir ilerleme yaşanır. Attilâ İlhan bir soruyla karşılık verir bu eleştiriye; '...Osmanlı rejimi, son iki yüzyıl içerisinde acaba neden zaman içinde doğal ilerlemeyi gösterememiş de, batmıştır? Bizi de batırmıştır? ...'(sf.30)
Devam ediyor Attilâ İlhan: '...birisini küçümsemek istediler mi, dudaklarından aynı kelime dökülüyor! Atatürkçü. Aslında küçümsediklerinin Mustafa Kemal'le de, onun savunduklarıyla da alakası yok, 1950'den bu yana ülkemizde görmeye alıştığımız o biçimsel Atatürkçüler yok mu hani, Amerikan Soğuk Savaşı'nı Mustafa Kemal'in Müdafaa-i Hukuk doktrini yerine koyan, aşırı uçlar edebiyatını icat eden, Jeep'lerde Kemal Paşa'nın büstünü gezdirip halkı selam vermek zorunda bırakan, işte onlar. Gel gör ki, Mustafa Kemal'i de, antiemperyalist kurtuluş savaşını da, teokratik bir iktidarı halk rejimine dönüştürerek, toplumsal iktidarın yapısını değiştirişini de es geçip, doğruyla yanlışı birbirine karıştırıyorlar.' (sf36)
İnönü Atatürkçülüğü
Attilâ İlhan, kitabının bir bölümünde İnönü Atatürkçülüğüne değiniyor. İnönü'nün uyguladığı politikaların Atatürkçülükle uzlaşmadığını vurguluyor. 1939'da İngiltere ve Fransa ile yapılan ittifak, IMF'ye üye oluş ve Batıcı eğitim modeli bağımsızlığımızdan verdiğimiz ilk ödünlerdir. İnönü döneminde 'çağdaş uluslar seviyesi', Batı uluslarının seviyesi şekline dönüştürülmüş ve Batılılaşma cereyanı başlamıştır. Türk kültürünün küçümsendiği bu dönem, Yunan-Latin klasiklerinin Türkçe'ye çevrildiği dönemdir.
Attilâ İlhan, İnönü Atatürkçülüğünü İnönü diktası olarak nitelerken çok yerinde bir göndermede de bulunuyor günümüz solcularına: '40 yıllarında İnönü diktası, Mustafa Kemal hareketinin antiemperyalist niteliğini unutturmaya çalışırken, bunun altını çizen kimlerdi bilir misiniz? Cezaevinde süründürülen, sürgünden sürgüne gönderilen solcular. Açın o yıllarda yayınlanmış dergileri, gazeteleri, açıkça görürsünüz. Buna ne hacet, Nâzım Hikmet 'Kurtuluş Savaşı Destanı'nı tam da o yıllarda yazmamış mıdır? Tarihin şu garip cilvesine bakın ki, 70 yıllarının solcuları Kurtuluş Savaşı'nın antiemperyalistliğine dudak büküyorlar...' (sf.33)
Atatürk ne bir burjuva diktatörü ne de dine savaş açmış biridir. Atatürk'ü bu şekilde tanımlayanlar bir takım dogmatik fikirlere saplanıp kalmış zavallıdır. Peki, kimdir Atatürk? Atatürk, tarihe müdahale etmiş bir ulusal kurtuluş savaşçısı, bir devrimcidir. O, 1919'da Samsun'a hareket ederken de, hakkında idam fermanı çıkartılırken de sadece Türk ulusunun bağımsızlığını düşünüyordu.
'Ya istiklal ya ölüm' sözleri boşa sarf edilmiş sözler değildir. Bu sözler, Kuvayı Milliye örgütleyicisinin zafer sözleridir. Atatürkçülük ise ezilen ulusların emperyalizmle mücadelesindeki yol göstericidir.
Attilâ İlhan ise Atatürkçülüğü şöyle açıklar: 'Günümüzde Atatürkçü olmak, Mustafa Kemal'in gerçekleştirdiği ulusal demokratik devrimi, toplumsal sürekli değişme içerisinde, bir sonrakine ulaşmak için geçerli bir birikim, bir aşama saymakla başlar.(...) Türk ulusu, ulusluğunu saldırgan emperyalist sisteme karşı savaşarak elde etmiştir, bu da Müdafaa-i Hukuk doktrinini, ülkenin sonraki yaşantısı için geçerli ve sürekli kılar.' (sf.37)
Milli Bağımsızlık Politikası Olarak Devletçilik ve Halkçılık
1838 yılında İngiltere ile imzalanan bir ticaret antlaşması Osmanlı'yı Batının açık pazarı haline getirir. Arkasından azınlıklardan oluşan işbirlikçi burjuvazinin güvenliğini sağlayan Tanzimat ve Islahat Fermanları imzalanır. Dış borçların artmasıyla Düyun-u Umumiye kurulur. İşte Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne kalan miras!
Ekonomik anlamda bağımsızlığını yitiren bir ülke, her anlamda sömürgeleşmeye mahkumdur. Bundan dolayı, Atatürk, bağımsız bir ekonomi kurmayı öncelikle hedef olarak seçmiştir. 1930'dan sonra devletçilik ve planlı ekonomi ülkenin ekonomik politikasını oluşturur. Ekonomide 5 yıllık sanayi planları uygulanır.
Atatürk'ün devletçilik programı Attilâ İlhan tarafından 'Devlet sosyalizmi' olarak nitelendirilmiştir. Ekonomide izlenen yol devletçilik ve halkçılık ilkeleri doğrultusunda, halkın ihtiyaçlarına cevap verir nitelikteki uygulamalardır. Kapitalist ekonominin yarattığı burujuvaziyi yaratmak değildir amaç. Amaç, halkın ihtiyaçlarına cevap verecek ve halk arasındaki dayanışmayı arttıracak bir ekonomik sistemdir.
Attilâ İlhan kitabındaki bazı bölümlerin sonuna eklediği 'meraklısı için notlar' kısmında Atatürk'ün kalkınma modeli için şunları söyler: 'Mustafa Kemal Paşa'nın kalkınma modeli yabancılardan en çok da yabancı sermayeden mümkün mertebe uzak durmaya, ülkenin kendi olanaklarına güvenmeye dayalıdır. Türkiye yoksuldu, sermayesi kıttı, bırakın teknik kadroları klasik anlamda yeterince tüccarı bile yoktu, ne var ki bu yokluklar müdafa-i hukuk iktidarlarını yıldırmıyordu. Başından itibaren ekonomiyi Türkleştirmek sürecine girmişlerdi. Bunda direndiler...' (sf.149.)
Mazlum Milletlerin Kurtuluşunda Atatürk Milliyetçiliğinin Önemi
Atatürk milliyetçiliği, Atatürkçülüğün temel unsurlarındandır. Çünkü teokratik yönetime ve sömürüye karşı ulusal egemenliği ve tam bağımsızlığı sağlamıştır. Günümüz solcularınca ırkçılıkla eş tutulan Atatürk milliyetçiliği, Batı karşıtı bir mazlum milletler milliyetçiliğidir.
Attilâ İlhan'ın da Atatürk milliyetçiliği bölümünde ele aldığı milliyetçilik bu düşünceleri destekler mahiyettedir: '...Müdafaa-i Hukuk milliyetçiliği gerçekte bir mazlum milletler milliyetçiliğidir, dolayısıyla antiemperyalist, antikolonyalisttir.' (sf.77)
Atatürk milliyetçiliği insanlığı temel alan bir milliyetçiliktir. Dolayısıyla dil, din, ırk farkını reddeden bir mazlum milletler milliyetçiliğidir. Mustafa Kemal, bu durumu şu sözlerle açıklıyor: '...Türkiye önemli ve büyük bir çaba harcıyor. Çünkü savunduğu bütün mazlum milletlerin, bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.'(1922)
Batı, sömürüyü, bir ulusun dilini ve tarihini yok ederek gerçekleştirmiştir. Atatürk milliyetçiliği ile bu durumun önüne bir set çekilmiştir. Ulus bilincini oluşturmanın yoluysa Batıdan kopuş, öze dönüş olmuştur. Batının tarih anlayışı reddedilmiş ve ulusal tarihi oluşturabilmek için Türk Tarih Kurumu kurulmuştur. Türk Dil Kurumu da böyle bir çabanın ürünüdür.
Atatürk milliyetçiliğinin oluşturduğu ulus anlayışını Attilâ İlhan şöyle ifade eder: '...İnsan gruplarını ırksal kökenlerine göre ayırmaz da, tarihsel yazgı beraberliklerine, ekonomik ortaklıklarına, kültür birikimlerine göre birlikte düşünürsen, çağdaş ulus anlayışı ortaya çıkar, bunda da esas yurttaşın kendini içinde yaşadığı ulusun hissetmesidir, böyle hissetti mi, bitti, o ulusun çocuğudur, ama şu ya da bu asıldandır, farketmez.' (82)
Ana hatlarını çizmeye çalıştığımız 'Hangi Atatürk? ' kitabı günümüze ışık tutar niteliktedir. Herkesin Atatürkçü geçindiği bir dönemde yaşıyoruz. Amerika'nın onayıyla 1980'de darbe yapan Kenan Evren, kendisine 'Atatürkçüyüm diyebiliyor. Diğer taraftan okullarımızda 'Tören Atatürkçüleri' ya da 'Rozet Atatürkçüleri' yetiştiriliyor. Atatürkçülüğün antiemperyalizmi ve devrimci yönü ise unutturulmaya çalışılıyor.
Sistem, Atatürk'ü bizlere bir put olarak sunmaktan geri durmuyor. Atatürkçülük ise Batıcı bir çağdaşlaşma hareketi olarak sunuluyor. İşte Attilâ İlhan, bu noktadan hareket ederek, Atatürkçü olmanın antiemperyalist ve Batı karşıtı olmakla aynı anlama geldiğini vurguluyor defalarca.
a.b.d
22.04.2004 - 11:53Saddam Hüseyin ile Amerika Birlesik Devletleri’nin (ABD) suikastle koltugundan indirilen iki baskanı John F. Kennedy ve Abraham Lincoln arasında bir benzerliği hiç düşündünüz mü?
Bu benzerligi anlayabilmek için cebinizdeki Amerikan bankınotuna bir göz atmanız gerekiyor.
Cebimde Amerikan bankınotu yok demeyin, mutlaka vardir. Hani rahmetli Özal “Türk Parasini Koruma Yasasini” dinazorluk olarak gösterip ülkeyi yesil dolarlara bogmustu ya.
Ön yüzündeki FEDERAL RESERVE NOTE yazisini gördünüz mü?
O halde şimdi John F. Kennedy ile baslayalim hikayemize. John F. Kennedy, vatansever ve zeki bir baskandi. Eger ABD su an teknolojide süper güç konumunda ise bunu John F. Kennedy’nin kısa süren baskanlıgı döneminde baslattıgı bazı projelere borçludur. Bu vatansever ve zeki insan, 4 Haziran 1963 tarihli bir emirle Amerikan banknotlarında gördügünüz FEDERAL RESERVE NOTE yazısını sildirmek istemistir.
Bunun ne anlama geldigini birazdan daha iyi anlayacağız! ..
Federal Reserve Bank, çogu kisinin zannettiginin aksine Türkiye’deki Merkez Bankası’nın karsılıgı bir banka degildir. Hatta çogu Amerikan vatandasının zannettigi gibi Amerika Birlesik Devletleri’nin bir kurumu da degildir. Federal Reserve Bank (FRB) , aralarında kan bagı ve sirket bagı olan, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek birkaç ailenin ve sirketin sahip oldugu özel bir bankadır. Bank of England’ın sahibi Rothschilds ailesi FRB’nin gerçek sahibidir dersek çok yanlıs olmaz. Rothschild ailesinin Amerika’daki temsilcileri olan Morgan gibi Amerika’nın bilinen dev firmaları FRB’nin yönetimini elinde tutmaktadır. Bunlara ilave olarak Chase Manhattan’ın sahibi Rockfeller ailesi gibi birkaç zengin aile, Texaco gibi petrol sirketleri de FRB’in sahipleri arasında. Sistemin çalısmasına gelince:
ABD’nin piyasaya sürecegi para FRB’nin matbaalarında basılıyor. FRB, bu bankınotları ABD’ye borç olarak veriyor. Yanlıs okumadınız. ABD, FRB’den aldıgı kagıtlar karsılıgında FRB’ye faiz ödüyor. Piyasaya sürülen bankınotların karsılıgının olup olmadıgına bakılmıyor. Nasıl olsa kimse karsılıgını sormuyor, karsılıgını soran çıkarsa defteri dürülüyor, tıpkı Fransa’nın 1969’da basına geldigi gibi..
Iste vatansever Kennedy, bu “borç para vererek devletten faiz toplama gücünü” FRB’nin elinden almak istemistir. John F. Kennedy’nin 4 Haziran 1963 tarihli ve 11110 sayılı emri ile Amerikan hükümetine kendi parasını kendi basması yolu açılmıstı. Amerikan Hazinesi, kasasında tuttugu gümüs karsılıgında basacagı bankınotları piyasaya sürebilecekti. ABD, artık FRB’ye faiz ödemek zorunda kalmayacaktı.
Kennedy’nin bu emri aynı zamanda FRB’nin iflası anlamına geliyordu. Kagıt basıp yüklü miktarda faiz geliri almak gibi tatlı bir ticaret sona ermek üzereydi.
22 Kasım 1963 tarihinde Kennedy suikaste ugradı ve öldü. Kenndy öldürüldükten 5 ay sonra Amerika yine eskiden oldugu gibi FRB’den aldıgı kagıtları (dolarları) piyasaya sürüp, FRB’ye faiz ödemeye devam etti. Ne büyük tesadüftür ki Abraham Lincoln de ulusal para politikasını düzenleyen bir yasa çıkarttıktan sonra suikaste ugramıstı. Doların dünyadaki hakimiyeti, sokaktaki Amerikan vatandasından çok, Federal Reserve Bank için önemli. Piyasaya sürülen her dolar, FRB’nin kasasına girecek faiz gelirinin artması demek. Doların hakimiyetinin sona ermesi ise FRB’nin kolaydan kazandıgı faizlerin buharlasması anlamına geliyor. Madalyonun nasıl iki yüzü varsa, doların da bir görünen bir de uluslararası “böyle bir karanlık yüzü” var.
Dünyadaki resmi rezervlerin %60’ı Amerikan doları cinsinden kasalarda tutuluyor. Euro henüz piyasaya çıkmadan önce Alman Mark’ı sadece %13 gibi düsük bir paya sahipti. Yen ise %5 düzeyindeydi. Avrupa Birligi (AB) 1999 senesinden itibaren Euro kullanacagını ilan ettigi zaman bu para biriminin pek tutmayacagı yönündeki görüsler agırlık kazanıyordu. Federal Rezerv Bank için tehlike çanları henüz çalmıyordu, hatta tam tersine dolarin hakimiyeti daha da köklesebilirdi.
Gelin görün ki Saddam gibi bazı Amerikan düsmanları doları tahtından indirip Euro’yu birinci sınıf para koltuguna oturtmaya kalkıstı. Hem de bu durum düsünüldügünden daha hızlı gelismeye basladı. Iran ve Venezuella gibi petrol zengini diger ülkeler de “petrolü dolarla satmam, euro ile satarım” diyen Saddam’ı kendilerine örnek alınca doların “rengi” aniden degisti; yesilligini kaybedip morarmaya basladı. İki Amerikan başkanı, kagıt basıp faiz toplayanların dümenine çomak sokunca suikaste ugradı. Saddam da aynı dümene çomak sokunca bazılarının aklına “Irak halkına demokrasi getirmek” geldi. Yasasın demokrasi!
ırak savaşı
22.04.2004 - 11:48Saddam Hüseyin ile Amerika Birlesik Devletleri’nin (ABD) suikastle koltugundan indirilen iki baskanı John F. Kennedy ve Abraham Lincoln arasında bir benzerliği hiç düşündünüz mü?
Bu benzerligi anlayabilmek için cebinizdeki Amerikan bankınotuna bir göz atmanız gerekiyor.
Cebimde Amerikan bankınotu yok demeyin, mutlaka vardir. Hani rahmetli Özal “Türk Parasini Koruma Yasasini” dinazorluk olarak gösterip ülkeyi yesil dolarlara bogmustu ya.
Ön yüzündeki FEDERAL RESERVE NOTE yazisini gördünüz mü?
O halde şimdi John F. Kennedy ile baslayalim hikayemize. John F. Kennedy, vatansever ve zeki bir baskandi. Eger ABD su an teknolojide süper güç konumunda ise bunu John F. Kennedy’nin kısa süren baskanlıgı döneminde baslattıgı bazı projelere borçludur. Bu vatansever ve zeki insan, 4 Haziran 1963 tarihli bir emirle Amerikan banknotlarında gördügünüz FEDERAL RESERVE NOTE yazısını sildirmek istemistir.
Bunun ne anlama geldigini birazdan daha iyi anlayacağız! ..
Federal Reserve Bank, çogu kisinin zannettiginin aksine Türkiye’deki Merkez Bankası’nın karsılıgı bir banka degildir. Hatta çogu Amerikan vatandasının zannettigi gibi Amerika Birlesik Devletleri’nin bir kurumu da degildir. Federal Reserve Bank (FRB) , aralarında kan bagı ve sirket bagı olan, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek birkaç ailenin ve sirketin sahip oldugu özel bir bankadır. Bank of England’ın sahibi Rothschilds ailesi FRB’nin gerçek sahibidir dersek çok yanlıs olmaz. Rothschild ailesinin Amerika’daki temsilcileri olan Morgan gibi Amerika’nın bilinen dev firmaları FRB’nin yönetimini elinde tutmaktadır. Bunlara ilave olarak Chase Manhattan’ın sahibi Rockfeller ailesi gibi birkaç zengin aile, Texaco gibi petrol sirketleri de FRB’in sahipleri arasında. Sistemin çalısmasına gelince:
ABD’nin piyasaya sürecegi para FRB’nin matbaalarında basılıyor. FRB, bu bankınotları ABD’ye borç olarak veriyor. Yanlıs okumadınız. ABD, FRB’den aldıgı kagıtlar karsılıgında FRB’ye faiz ödüyor. Piyasaya sürülen bankınotların karsılıgının olup olmadıgına bakılmıyor. Nasıl olsa kimse karsılıgını sormuyor, karsılıgını soran çıkarsa defteri dürülüyor, tıpkı Fransa’nın 1969’da basına geldigi gibi..
Iste vatansever Kennedy, bu “borç para vererek devletten faiz toplama gücünü” FRB’nin elinden almak istemistir. John F. Kennedy’nin 4 Haziran 1963 tarihli ve 11110 sayılı emri ile Amerikan hükümetine kendi parasını kendi basması yolu açılmıstı. Amerikan Hazinesi, kasasında tuttugu gümüs karsılıgında basacagı bankınotları piyasaya sürebilecekti. ABD, artık FRB’ye faiz ödemek zorunda kalmayacaktı.
Kennedy’nin bu emri aynı zamanda FRB’nin iflası anlamına geliyordu. Kagıt basıp yüklü miktarda faiz geliri almak gibi tatlı bir ticaret sona ermek üzereydi.
22 Kasım 1963 tarihinde Kennedy suikaste ugradı ve öldü. Kenndy öldürüldükten 5 ay sonra Amerika yine eskiden oldugu gibi FRB’den aldıgı kagıtları (dolarları) piyasaya sürüp, FRB’ye faiz ödemeye devam etti. Ne büyük tesadüftür ki Abraham Lincoln de ulusal para politikasını düzenleyen bir yasa çıkarttıktan sonra suikaste ugramıstı. Doların dünyadaki hakimiyeti, sokaktaki Amerikan vatandasından çok, Federal Reserve Bank için önemli. Piyasaya sürülen her dolar, FRB’nin kasasına girecek faiz gelirinin artması demek. Doların hakimiyetinin sona ermesi ise FRB’nin kolaydan kazandıgı faizlerin buharlasması anlamına geliyor. Madalyonun nasıl iki yüzü varsa, doların da bir görünen bir de uluslararası “böyle bir karanlık yüzü” var.
Dünyadaki resmi rezervlerin %60’ı Amerikan doları cinsinden kasalarda tutuluyor. Euro henüz piyasaya çıkmadan önce Alman Mark’ı sadece %13 gibi düsük bir paya sahipti. Yen ise %5 düzeyindeydi. Avrupa Birligi (AB) 1999 senesinden itibaren Euro kullanacagını ilan ettigi zaman bu para biriminin pek tutmayacagı yönündeki görüsler agırlık kazanıyordu. Federal Rezerv Bank için tehlike çanları henüz çalmıyordu, hatta tam tersine dolarin hakimiyeti daha da köklesebilirdi.
Gelin görün ki Saddam gibi bazı Amerikan düsmanları doları tahtından indirip Euro’yu birinci sınıf para koltuguna oturtmaya kalkıstı. Hem de bu durum düsünüldügünden daha hızlı gelismeye basladı. Iran ve Venezuella gibi petrol zengini diger ülkeler de “petrolü dolarla satmam, euro ile satarım” diyen Saddam’ı kendilerine örnek alınca doların “rengi” aniden degisti; yesilligini kaybedip morarmaya basladı. İki Amerikan başkanı, kagıt basıp faiz toplayanların dümenine çomak sokunca suikaste ugradı. Saddam da aynı dümene çomak sokunca bazılarının aklına “Irak halkına demokrasi getirmek” geldi. Yasasın demokrasi!
enteresan tarihler
22.04.2004 - 11:392 ABD başkanının başına gelen şeylerin tarihi, hepsi gerçektir:
-Abraham Lincoln'un kongreye secildigi yil 1846.
John F. Kennedy'nin kongreye secildigi yil 1946.
-Abraham Lincoln'un ABD Baskani oldugu yyil 1860.
John F. Kennedy'nin ABD Baskani oldugu yil 1960.
-Her iki baskan da bir cuma gunu suikastta kurban gitti.
Her iki baskan da baslarina isabet eden kursunla oldu.
-Lincoln'un sekreterinin soyadi Kennedy idi.
Kennedy'nin sekreterinin soyadi Lincoln idi.
-Lincoln ve Kennedy guneyliler tarafindaan olduruldu.
Lincoln ve Kennedy'nin koltuguna guneyliler oturdu.
-Yerlerine gelen baskanlarin soyadlari JJohnson'di.
-Lincoln'den sonra baskan olan Andrew Joohnson'in dogum yili 1808'di.
Kennedy'den sonra baskan olan Lyndon Johnson'in dogum yili 1908'di.
-Lincoln'u vuran John Wilkes Booth'un doogum yili 1839'du.
Kennedy'yi vuran Lee Harvey Oswald'in dogum yili 1939'du.
-Iki suikastcinin de uc ismi vardi.
-Iki suikastcinin de isimlerinde 15 harff vardi.
-Lincoln, 'Kennedy' isimli bir tiyatrodaa vuruldu.
Kennedy, 'Lincoln' marka bir otomobilde vuruldu.
-Lincoln'u vuran tiyatrodan kacti, bir ddepoda yakalandi.
Kennedy'yi vuran depodan kacti, bir tiyatroda yakalandi.
-Her ikisi de davalari baslamadan olduruuldu.
-Lincoln olmeden bir hafta once Marylandd Monroe'daydi.
Kennedy olmeden bir hafta once Marilyn Monroe'ylaydi
atatürkçü düşünce derneği
21.04.2004 - 15:301- ADD tüzüğünü değiştirmek için toplanan tüzük kongresine derneğin resmi 1363 delegesinden sadece 223’ü katıldı. Yani kongre delegelerin sadece % 17’si ile toplandı.
Delegelerin sadece %17’sini toplayarak tüzük değiştirmek demokratik midir?
2- ADD tüzük kurultayına delegelerin % 17’si katıldı. Ancak tüzük maddelerinin delegelerin 2/3’lük nitelikli çoğunluğu ile değişmesi gerekirken, bu kurala da uyulmadı. Maddelerin kimisi sadece 100 kişinin oyuyla değişti.
Kısacası ADD tüzüğü delegelerin sadece %8’inin onayıyla değişti.
Bu nasıl bir demokrasidir?
3- ADD tüzük değişikliği önergelerinden en çok tartışılanı iki dönemden fazla üstüste yönetim kurulu üyeliğine getirilen kısıtlamanın kaldırılmasıydı.
Bu kısıtlama dernek tüzüğüne, siyasi partilerde yaşanan saltanatın bir benzeri ADD’ye kurulmasın diye konmuştu. Ancak bu kısıtlamanın kaldırılması ile birlikte bu önlem kaldırılmış oldu.
ADD’de yöneticilik yapacak başka insan yok mudur ki bu kısıtlama kaldırılmıştır?
Ya da Türkiye’de ADD’yi yöneten bugünkü 23 kişinin dışında Atatürkçü yok mudur ki mevcut yönetim bir dönem daha yönetimde kalmak istiyor?
4- ADD örgütlerinin büyük kısmı kapalı durumda. Dernek merkezi maalesef bu örgütleri açık tutamıyor.
Mevcut şubelerin üçte ikisi kapalı iken nasıl olur da yönetim görev süresinin uzamasını ister?
ADD yönetimi daha şubeleri açık tutamazken, çalıştıramazken, neden yeni dönemde de görev almak ister?
İşin mantıklısı görevin, derneği açık tutmayı başaracak, çalıştıracak bir yönetime devredilmesi değil midir?
5- ADD son dönemde, iki siyasi parti ile birlikte anılmaya başlandı: MHP ve İP.
Oysa derneğin, her tür siyasal partiden bağımsız olması gerekir. Halbuki derneğin son dönem etkinlikleri, dernek şubelerinin ve üyelerinin değil, Atatürkçülükten başka bir ideolojiyi benimseyenlerin etkinliklerine dönüşüyor.
Yukarda fotoğrafta görüldüğü gibi ADD bir Ulusal Birlik Kongresi topluyor ve bu kongereye 100 kadar kişi katılıyor. Görüldüğü gibi koltuklar boş, oturanlarsa Maocu partinin militanları.
ADD bu kongreler için mi kuruldu?
6- ADD Yöneticilerinin bir bölümü televizyon ekranlarından Erbakan’ı antiemperyalist ilan edebiliyorlar. 28 Şubat’ın, Atatürk ilke ve davrimlerinin ve elbette laikliğin savunucusu bir dernek yöneticisi nasıl olur da böyle bir adamı savunabilir?
ADD üzerine düşen bu şeriatçı lekeyi temizlemeyi düşünmüyor mu?
7- ADD Genel Sekreteri, Milli Dava Kıbrıs için düzenlenen bir imza kampanyasına engel olmak için çalışıyor. Ancak hâlâ koltuğunda oturabiliyor!
ADD bu şahsı İsviçre’ye Tayyiplerin ekibine göndermeyi düşünmüyor mu?
8- ADD yönetimine genç sıfatı ile dahil olan kimi provokatörler, açık bir biçimde Maocu partinin taşeronluğunu yapıyor.
Dernek yönetimi içinde hizip örgütlüyor. Tüm bunlar hakkında yapılan şikayetlere rağmen bu provokatör hâlâ koltuğunda oturabiliyor.
Neden?
attila ilhan
21.04.2004 - 13:01Attila İlhan'ın Yapıtları
Şiir Kitapları:
Duvar,
Sisler Bulvarı,
Yağmur Kaçağı,
Ben Sana Mecburum,
Belâ Çiçeği,
Yasak Sevişmek,
Tutuklunun Günlüğü,
Böyle Bir Sevmek,
Elde Var Hüzün,
Korkunun Krallığı,
Ayrılık Sevdâya Dahil.
Romanları:
Sokaktaki Adam,
Zenciler Birbirine Benzemez,
Kurtlar Sofrası,
Fena Halde Leman,
Haco Hanım Vay,
Bıçağın Ucu,
Sırtlan Payı,
Yaraya Tuz Basmak,
Dersaadette Sabah Ezanları,
O Karanlıkta Biz.
Öykü Kitabı:
Yengecin Kıskacı.
Gezi Notları:
Abbas Yolcu.
Senaryo:
O Sarışın Kurt.
Denemeleri/Anıları:
Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler,
Gerçekçilik Savaşı,
İkinci Yeni Savaşı,
Faşizmin Ayak Sesleri,
Batı'nın Deli Gömleği,
Sağım Solum Sobe,
Ulusal Kültür Savaşı,
Sosyalizm Asıl Şimdi,
Aydınlar Savaşı, Kadınlar Savaşı,
Hangi Sol,
Hangi Batı,
Hangi Seks,
Hangi Sağ,
Hangi Atatürk,
Hangi Edebiyat,
Hangi Laiklik,
Hangi Küreselleşme,
Bir Sap Kırmızı Karanfil,
Ufkun Arkasını Görebilmek,
Sultan Galiyef.
Hakkındaki Kitaplar/Söyleşiler:
Tarih Öncesi Yazıları (hazırlayan İbrahim Oluklu, Jaycees Balıkesir Genç Müteşebbisler Derneği Yayını, 1998) ,
Yalnız Şövalye (hazırlayan Zeynep Ankara, Bilgi Yayınevi, 1996) ,
Edebiyat Dünyasından Attilâ İlhan'a Mektuplar (derleyen Belgin Sarmaşık, Otopsi Yayınları, 2001) ,
Attilâ İlhan'la 1000 Saat (Erol Manisalı, Bilgi Yayınevi, 2001) ,
Mavi Adam/Attilâ İlhan'la Söyleşiler (Zeynep Aliye, Bilgi Yayınevi, 2001) ,
Attilâ İlhan'da Kültür Sorunsalı, (Gönülden Esemenli Söker, Bilgi Yayınevi, 2002) ,
Nam-ı Diğer Kaptan/Attilâ İlhan'ı Dinledim (hazırlayan Selim İleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001) .
laiklik
21.04.2004 - 12:47Attila İlhan la roportajdan...
* Şu anda Batıya karşı mücadele verilirken, birtakım odaklar hala üniversiteye gitmek isteyen kızların başörtüsü ile uğraşıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
-Bu çok sinsi bir tuzak. Türkiye’nin meselesi emperyalist Batı’ya karşı mücadele olmalıdır. Bağımsızlığını kazanan Türk milletinin önüne başka bir konu koymuşlar. Nedir o? Laiklik.
* Laikliği Gazi getirmedi mi?
-Laiklik, Gazi’nin ölümünden bir yıl önce, 1937’de anayasaya giriyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti 1920’de kuruluyor. Şimdi bakınız, Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya? Emperyalist Batı’dan yana olanlara. İslam’ı irtica olarak anlasa, yanına Mehmet Akif’i alır mı? Onun yazdığı şiiri İstiklal Marşı ilan eder mi? Ben 1930’lu yıllarda Konya’nın Ilgın kazasında yaşadım. Orada kadınlar örtülüydü. Kimse kimseye bir şey demezdi. Yasak olsaydı, orda da uygulanırdı. Bana göre, Türkiye’de emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatmak için Türk halkını böyle yasaklarla oyalıyorlar. Laikliğin ön plana çıkarılmasının sebebi; Türklerin Batı’ya karşı anti emperyalist tavra girmemesini sağlamaktır. Türkiye’nin meselesi “Laiklik mi-değil mi” meselesi değildir. Türkiye’nin meselesi Tam Bağımsızlıktır. Ekonomisini ve kültürünü kurtarmak meselesidir. Bütün gücümüzü buna yöneltmek zorundayız. Bunun içinde yapılması gereken şey bir ulusal cephedir. Bu ulusal cephede herkes var.
attila ilhan
21.04.2004 - 12:42Ülkemize asıl tehdidin Batı’dan geldiğini söyleyen yazar Attila İlhan ile röportaj:
Sayın İlhan, Türkiye nereye gidiyor?
-Merak etmeyin, Türkiye kötü bir yere gitmez. Bu memleket ayakta. Ayakta ve uyanık olan bir memleketi yıkamazlar. Bu olayı Kuva-i Milliye Kurtuluş Savaşı’nda kanıtlamıştır.. O zaman Türkiye’de on senedir savaşan aç ve sefil bir millet vardı. Buna rağmen başardık. Halbuki biz şimdi 70 milyonun üzerinde, gayet güçlü, kuvvetli, ekonomisi dünyanın ilk 20’si içinde, Silahlı Kuvvetleri ilk 10’un içinde olan güçlü bir devletiz. Böyle bir devletin ve halkın esir olması, bölünmesi, parçalanması mümkün değildir. Bunu başaramazlar.
Amerikalılar filmlerde her yeri zabt ederler. Halbuki gerçek hayat öyle değil. Girdikleri her yerde dayak yiyorlar. Vietnam’da dayak yediler. Kore’de biz kurtardık. Afganistan’da, Irak’ta hala dayak yiyorlar.
* Bu ülkelerde henüz iş bitmedi mi?
-Ne Afganistan’da ne de Irak’ta iş kolay kolay bitmez. Çünkü bir kere Afganistan Avrasya ülkesi. Bir de Amerika’nın her yere aynı anda müdahale gücü yok. İşte görüyorsunuz, İspanya’da üç tane treni bombaladılar, İspanya kaçıyor. Şimdi Polonya kaçacak. Amerika’nın Irak’ta şansı yok.
* Avrupa Birliği Türkiye’yi içine alacak mı, almayacak mı?
-Keşke almasa. AB meselesinde es geçilen bir nokta var. O da ABile ABD müttefik, ama rakip. Çünkü Kıbrıs meselesini şu anda fişekleyen ABD değil, AB.
* AB niye Kıbrıs meselesini fişekliyor?
-Çünkü ABDve İngiltere’nin Kıbrıs’ta askeri üssü var. Almanya ve Fransa’nın üssü yok. Onlar da üs sahibi olmak istiyorlar. Kıbrıs’ta askeri üs sahibi olmanın çok önemi var. Kıbrıs adası; Akdeniz’de sabit bir uçak gemisi. Oradan ulaşamayacağın yer yok. Bir kere Süveyş’i kapatırsın, ikincisi İsrail’e ve Ortadoğu’ya hakim olursun. Üçüncüsü Anadolu’ya hakim olursun. İnanılmaz stratejik bir yer orası. Onun için ABkafayı oraya taktı. Aslında ABDile İngiltere, Almanya ve Fransa’nın Kıbrıs’a gelmesinden o kadar da memnun değil.
* Halkımız, AB’ye girersek, İmam-Hatiplerin önündeki engellerin giderileceğini, türban yasağının kalkacağını, insanların refah içinde yaşayacağını, işsiz insan kalmayacağını, kısaca bütün sorunların çözüleceğini zannediyor. Siz ne diyorsunuz?
-Rusya Devlet Başkanı Putin’in Başdanışmanı Albert Çernişev, bizimkilere dedi ki; “AB’ye güvenmeyin. Kapısını çalmayın. Gelin aramızda anlaşalım. Bu işi Asya’da halledelim. O zaman onlar gelecek bize” Adam haklı. O zaman öyle büyük bir güç olacaksın ki, koskoca bir Avrasya pazarı düşünün. Bütün mallarımızı tek başına Rusya ya da Çin satın alabilir. Şimdi sen bu kadarını bırakıyorsun, ordan bir ekmek atacaklar diye Batı’nın kıçında dolaşıyorsun. Onlar da seni inim inim inletiyorlar. Bu bir kere haysiyetine dokunuyor Türkiye’nin. Şimdi bugün aynen Tanzimat döneminin mandacıları gibi bir devletin kıçına takılıyoruz. AB,Hıristiyan birliği
* Tanzimat mandacıları mı?
-Evet, aynen mandacı zihniyeti bu. “Aman, o bizi korur”. Ulan sen kendini korursun. Sen güçlü bir devletsin. Kısaca bizi AB’ye almazlar. Çünkü Avrupa Birliği’nin kuruluş amacı Sovyet Rusya’ya karşıydı. Amerika da onları destekledi. ABbayrağına 12 yıldız koydular. O 12 yıldız Hz. İsa’nın 12 havarisini temsil ediyor. Bu bir tesadüf değil. Hıristiyan Birliği. Üye devletlerin sayısı artıyor., yıldızlar hala 12’de duruyor. Gizli-saklı değil, ortada olan bir olay bu. İngiliz Başbakanı çok net olarak diyor ki: “Türkleri Avrupa’ya ancak Hıristiyan olduklarında alabiliriz” Hıristiyanlar, dinlerini çok ciddiye alırlar. Onunla dünyayı kurtaracaklarını sanırlar. Şunu hiç unutma, 20. yüzyıl onların “Kara yüzyılı”dır..
* Yani onun rövanşını mı alıyorlar bizden?
-Evet, onun rövanşını almaya çalışıyorlar. Çünkü Sovyet ihtilali ile Anadolu İhtilali, 83 bloklu üçüncü dünyayı ortaya çıkardı. Bu 2 büyük kitle onları Batı Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya sıkıştırdı. Oraya sıkışınca, korktular. Şimdi onun öcü bu. Dağıtmaya çalışıyorlar. * Bunları bazı güç odakları bilmiyorlar mı? Biliyorlarsa neden engel omuyorlar? -Hepsi biliyor, ancak işte asıl sorun buradan kaynaklanıyor. Bence çekiniyorlar. Aslında çekinecekleri bir şey yok. Çünkü emperyalizmi savunan medya çöküyor. Kontrolü kaybetmeye başladılar. Bunun ilk belirtileri özel televizyonlarda görülmeye başlandı. Sürekli adam çıkarıyorlar. Şu anda hepsi kötü durumdalar. Birçoğu devlete borcunu ödeyemiyor. Gazetelerin de durumu kötü. Onlar belli bir partiyi sevdiklerinden değil, para koparabilmek için o partiyi destekliyorlar. * Türkiye nasıl kurtulur? Eğitim, savunma ve iktisat mutlaka milli olmalı. NATO’ya girince herşeyin halledildiğini sandık. Kıbrıs meselesi ortaya çıkınca uçaklarımızı kullanmaya kalktık. Johnson’dan İnönü’ye tehdit ve hakaret dolu bir mektup geldi. Bu mektuptan sonra duvarlara “Kendi uçağını kendin yap, kendi silahını kendin yap” sloganları yazıldı. İşte doğrusu bu. Onlar sömürge aydınları
* KKTC’de yapılacak referanduma ABD ve AB’nin müdahale edeceği, oyların dolarla satın alınacağı söyleniyor. O zaman Kıbrıs davamız bitti mi sayılır? -Ben KKTC dahil, hiçbir olayın bitmeyeceğini düşünen bir insanım. Türkiye’de her zaman 2 X 2 = 4 değil, 5 edebilir. Irak fotoğrafına iyi bakın. Emperyalistler Irak’a sonunda girebildiler, ancak olay henüz bitti mi? Bitmez. “Rusya’yı ele geçirdik” sanıyorlardı. Şu anda Rusya’dan korkuyorlar. Çünkü Rusya nükleer, dev güç.
* Anti emperyalist düşünceleri savunanları istiskal edercesine “Üçüncü dünyacılar” diyenlere bir sözünüz yok mu?
-Onlar sömürge aydınları. Bunlar her şeye ihanet eden hain. Bunların üstünde durmaya bile gerek yok. Çünkü halkımız doğruyu yanlıştan çok iyi ayırıyor.
* Gerçekten ayırabiliyor mu?
-İnanılmaz bir şey. Ben bunu şahsımdan biliyorum. Beraber başladığımız yazarların büyük bir kısmı yolda kaldılar. Ben niye devam ediyorum? Çünkü halk biliyor ki, Attila İlhan, kendi aleyhine de olsa doğruları yazar. Yalan söylemez. Gerçek Atatürkçüler ortaya çıktıkça sahte Atatürkçüler dehşete kapılıyor. Zaten Atatürk yaşasa bu sahtekarları duman eder. Biz Kurtuluş Savaşı’nı Yunanlılara karşı yapmadık. Biz Kurtuluş Savaşı’nı emperyalistlere karşı yaptık. Yani Batılılarla savaştık. Lozan anlaşmasında karşımızda kim var? İyi bakın., Lozan’da karşımızda İngiltere ve Fransa var, İran yok. Yanımızda bize destek olan ise Rusya. Daha geçenlerde Rusya DevletBaşkanı Putin’in Danışmanı Albert Çernişev Türkiye’ye geldi ve: “Avrasya’nın sınırları Türk Kıbrıs’tan başlar” dedi. Ancak bunu sömürge medyası görmedi. Adam İstanbul’dan Ankara’ya, oradan Kıbrıs’a gidip aynı şeyleri söyleyecekti. Ama bizimkiler onlara yüz vermiyorlar. Batı’dan kazık yiyoruz
* Türkiye’yi yönetenler deli mi, yoksa akıllı da bilerek mi böyle yapıyorlar?
-Hayır, hayır, Türkiye’yi şu anda yönetenlerin öncekilerden farkı, emperyalizme daha angaje ve daha cesur olmaları. Yani açık açık söylüyorlar. 1950’den beri Batı’dan kazık yiyoruz. Bu kazıkları yöneticilerimiz sineye çekiyorlar. Her şeyimiz baltalanmış. Ekonomi, savunma ve eğitim Batı’nın kontrolünde.
* Mesela 1940’ta bir dolar kaç liraydı?
-Ne doları, ne Euro’su. O zaman dövizin esamisi okunmuyordu. 100 Türk lirası ile Fransa’ya gidiyorum. Napoli limanında parayı bozdurmak istedim. Kambiyonun önü çok kalabalık. Veznedarlardan birine elimdeki parayı gösterdim. Adam yerinden kalktı, o kalabalığı yararak beni aldı, bir odaya götürdü. 100 Türk lirasına karşılık tam 120 bin Frank para verdi. Ben o parayla Paris’te 2 ay geçindim. Çünkü o M. Kemal’in 100 lirasıydı.
* Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya?
Laiklik, Gazi’nin ölümünden bir yıl önce, 1937’de anayasaya giriyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti 1920’de kuruluyor. Şimdi bakınız, Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya? Emperyalist Batı’dan yana olanlara. İslam’ı irtica olarak anlasa, yanına Akif’i alır mı? Onun yazdığı şiiri İstiklal Marşı ilan eder mi?
* Gazi’nin parası ne zaman bozulmaya başladı?
-İsmet İnönü devrinde bozulma başladı. Ancak sadece paramız değil, Gazi döneminin güvenlik stratejisi de değişti.İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olunca o sırada tek dostumuz olan Sovyet Rusya, “Durum ne olacak? ” diye yüksek rütbeli bir diplomatını (Potentin’i) Ankara’ya gönderiyor. Potentin, Dışişleri ve İsmet Paşa ile görüşüyor. Net bir cevap alamıyor. Yani Gazi’nin döneminde olduğu gibi “Tamam, dostluğumuz devam ediyor. Batı’ya karşı beraberiz” demiyorlar. Bunun üzerine Potentin gidiyor. Durum kötü. Hitler ve Mussolini Avrupa’yı tehdit ediyor. Harp çıkacak. Ruslar, Hitler’den çekiniyor. Bizimkiler garanti vermiyor. Ruslar Almanlarla anlaşıyor. İnönü de gidiyor Fransa ve İngiltere ile ittifak imzalıyor. Bugün çektiklerimiz o ittifakın sonucudur. Yani o ittifak olmasaydı, biz yine bağımsız, tarafsız bir devlet olacaktık.
* Batılılaşma Gazi’yle başlamıyor mu?
-Hayır hayır, Gazi Paşa’nın ağzından hiçbir zaman “Garplılaşacağız” sözü çıkmıyor. Gazi bütün nutuklarında “Muasır millet olacağız” diyor. “Muasırlaşma”nın muadili “Çağdaşlık”tır. “Batılılaşma” değil. Çok vahim yanlış yapıldı
* Gazi’nin “Muasırlaşma” sözü ne zaman “Batılılaşma” şeklinde yorumlanıyor?
-İsmet Paşa’dan itibaren. Biz Lisede okurken ders kitapları değiştirildi. Türk şairleri ve edibleri yerine Yunan filozoflarına ve şairlerine ağırlık verildi. Çok vahim yanlış yapıldı. Devlet kurulur kurulmaz Gazi’nin en büyük jesti Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nu kurmasıdır. Gazi’nin döneminde okutulan kitapları okuyanlar, ulusalcı, memleketini seven, tarihini seven insanlar olarak yetiştik. Yaş olarak Erbakan, Demirel, Ecevit, ben hep aynı kuşağın insanlarıyız. Hatta Adnan Menderes.
* Ancak aynı fikirde insanlar değilsiniz. Öyle değil mi?
-Karşıt fikirlerde olabiliriz, bir noktada aynı düşüncedeyiz. O da: “Türkiye büyük bir devlettir, büyük bir devlet olmalıdır, büyük bir devlet olarak kalmalıdır” Bu noktada aramızda ihtilaf yoktur.. İhtilaf olmadığı için aynı şeyi Batı’ya karşı bugün de yapabiliriz diye düşünüyorum. Gazi’nin yaptığı gibi.
* Gazi’nin etrafında o zaman kimler var?
-Gazi’nin etrafında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Mehmet Akif, Mustafa Suphi. Yani Gazi, Türkçüleri, İslamcıları, Solcuları yanına alarak Batı’ya karşı birlikte savaştı. Bu memleketin İstiklal Marşı’nı Mehmet Akif yazdı ve buna kimse itiraz etmedi. Çünkü Türkler işler zora geldiği zaman birleşir. Bu çok sinsi bir tuzak
* Şu anda Türkiye’de bu birlikteliği kurmak mümkün mü?
-İşte ben bunu söylüyorum. Partisi ve zihniyeti ne olursa olsun, Türkiye’de aslında 2 grup var. Emperyalist Batı yanlıları ile emperyalizme karşı Türkiye’den yana olanlar. Türkiye’de bu 2 grubun mücadelesi yaşanıyor. Lozan’daki gibi. Şu anda da Sosyalist partiler ikiye bölünmüş. Batı’dan yana olanlar, Türkiye’den yana olanlar.
* Ya Müslümanların durumunu nasıl görüyorsunuz?
-Onlar da bölünmüşler. Bir grup emperyalizme karşı Müslümanlar. Öteki grup ise “Canım Müslümanız, ama, Batı’yı, ABD’yi de küstürmeyelim. Hatta bir vilayeti verelim gitsin” diyenler.
* Şu anda batıya karşı mücadele verilirken, birtakım odaklar hala üniversiteye gitmek isteyen kızların başörtüsü ile uğraşıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
-Bu çok sinsi bir tuzak. Türkiye’nin meselesi emperyalist Batı’ya karşı mücadele olmalıdır. Bağımsızlığını kazanan Türk milletinin önüne başka bir konu koymuşlar. Nedir o? Laiklik.
* Laikliği Gazi getirmedi mi?
-Laiklik, Gazi’nin ölümünden bir yıl önce, 1937’de anayasaya giriyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti 1920’de kuruluyor. Şimdi bakınız, Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya? Emperyalist Batı’dan yana olanlara. İslam’ı irtica olarak anlasa, yanına Akif’i alır mı? Onun yazdığı şiiri İstiklal Marşı ilan eder mi? Ben 1930’lu yıllarda Konya’nın Ilgın kazasında yaşadım. Orada kadınlar örtülüydü. Kimse kimseye bir şey demezdi. Yasak olsaydı, orda da uygulanırdı. Bana göre, Türkiye’de emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatmak için Türk halkını böyle yasaklarla oyalıyorlar. Laikliğin ön plana çıkarılmasının sebebi; Türklerin Batı’ya karşı anti emperyalist tavra girmemesini sağlamaktır. Türkiye’nin meselesi “Laiklik mi-değil mi” meselesi değildir. Türkiye’nin meselesi tam bağımsızlıktır. Ekonomisini ve kültürünü kurtarmak meselesidir. Bütün gücümüzü buna yöneltmek zorundayız. Bunun içinde yapılması gereken şey bir ulusal cephedir. Bu ulusal cephede herkes var.
* Kartel medyasının ulusal cepheye bakışını nasıl buluyorsunuz?
-Medya ülkenin satışına hazırlandı. Bu oyun önce Rusya’da oynandı. Ondan sonra Yugoslavya’da oynadılar. “Böl, parçala, yut” oyunu her yerde oynanıyor. Yaptıkları gayet basit: Partileri ve basını satın alıyorlar. İktidara hangi parti gelirse gelsin, emperyalistlerin sözü geçiyor. Partileri, gazeteleri, televizyonları ve sivil toplum kuruluşlarını ele geçirince o ülkeyi ele geçirmiş oluyorlar. Etrafımızı kuşattılar
* ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamına Türkiye’de giriyor mu?
-Elbette giriyor. Etrafımızı kuşattılar. Sıra bizde. Türkiye’yi bölmeyi, bugünkü topraklarımız üzerinde 4-5 devlet kurdurmayı düşünüyorlar. Fakat bu amaçlarına eremeyecekler. Çünkü doğuluları tanımıyor. Doğuluların en büyük özelliği vatan ve namus uğruna ölümü göze almaları. Vietnam’da, Afganistan’da rezil oldu. Irak’ta rezil olacak. Türkiye’nin de içinde bulunduğu proje yeni değil. “Birleşik Amerika’nın 21. yüzyıl Güvenlik Stratejisi” diye 150 sayfalık bir belge var. Bu belge Türkçe’ye çevrildi. Yetkili makamlarda da var. O belgede adam açıkça diyor ki: “Dünyaya hakim olacağım. Bütün dünyanın petrol rezervleri Ortadoğu ve Asya’dadır. Burada şu kadar milyar varil petrol yatıyor. Bunun üzerindeki devletler de koftidir. Ben oralara girip demokrasi yapacağım” Cihet-i Askeriye yeni gördü
* Amerika girdiği yere demokrasi götürüyor mu?
-Onun anladığı şekilde bir demokrasi götürüyor. Bizim bildiğimiz demokrasiyi değil. Ülkemiz üzerinde asıl fırıldakları Batı’nın çevirdiğini Cihet-i Askeriye yeni gördü. Bunlar herkesin bildiği olaylar. Saratoga’dan atılan füzelerle Muavenet muhribimizin vurulması. Eşref Bitlis Paşa’nın uçağının düşürülmesi ve şehit edilmesi. Bunları herkes biliyor. ABD bize uçak satıyor, roket satıyor, bilgi sayar sistemini vermiyor. Çünkü o uçağın içine öyle bir düzenek koyuyor ki daha uçak havalanmadan bir düğmeye basıyor. İnfilak ettiriyorlar. Her şey Milli olacak
* Böyle müttefik olur mu?
-Onlar başından beri ittifak amacıyla gelmediler ki. “Eğitim gönüllüleri” adı altında ülkemize gelen misyonerler Türkiye hakkında raporlar verdiler. “Hangi kavimlerin nerede yaşadığını, aralarındaki inanç ve mezhep farklarının neler olduğunu ve bunları birbirine nasıl düşürebiliriz? ” diye raporlar hazırladılar. Adamlar “Türkiye’den kaç devlet çıkar” ın hesabını yapmışlar.
* Size göre Türkiye’nin kurtuluş reçetesi nedir?
-Eğitim, savunma sanayi ve iktisat mutlaka milli olmalı. Biz NATO’ya girdiğimizde herşeyin halledildiğini sandık. Kıbrıs meselesi ortaya çıkınca uçaklarımızı kullanmaya kalktık. Johnson’dan İsmet İnönü’ye 1963 yılında tehdit ve hakaret dolu bir mektup geldi. Bu mektuptan sonra duvarlara “Kendi uçağını kendin yap, kendi silahını kendin yap” sloganları yazıldı. İşte doğrusu bu. Habuki Gazi’nin sağlığında uçak fabrikası kurduk, Hollanda, İspanya, Suriye ve Irak’a uçak sattık. Sonra “Batı’yla ittifak yaptık” diye bunları bırakıyorlar. İşte bu Tanzimat kafası. Çünkü Tanzimatçı Ali Paşa Padişah’a tavsiyesinde diyor ki: “Padişahım, donanmayı elimizde tutmak, beslemek zor ve masraflı bir iş. Bunu özel sektöre devr edelim.”
* Donanmayı mı?
-Evet, şimdi aynı şeyler olmuyor mu? Tersaneler kapatılıp müzeye çevrilmiyor mu? Patrikhane’nin etrafındaki binaları kimlerin aldığını, konut yapımına neden açılamadığını bilmeyen var mı?
attila ilhan
21.04.2004 - 12:14Sosyalist ve Kemalist Sol Halk Cephesi Kurmalı
Uluslararası düzeyde içinde bulunduğumuz durum 12 Eylül’den sonra Özal’ın Başbakan olduğu vaziyete benziyor. Yani aynı plan uygulanmaya çalışılıyor. O zaman da Kürdistan’ı orada kuralım, siz de üzerinde fazla durmayın diyorlardı.
Meraklısı için bir bilgi vereyim hemen, Yunanlıların daha 1970’lerde ABD’de dağıttığı bir broşür var, yazan Yunan İstihbaratı’nda çalışmış General Tagaris. Burada Türkiye’nin pek çok etnik gruptan meydana geldiği, tüm bu etnik grupların devlet kurma hakkının olduğu söyleniyor ve hepsinin Türkiye haritasındaki yeri gösteriliyor.
Ben daha o zaman bu broşürü yayınladım. Bu adam bir istihbaratçı ve ABD’de bu broşürü yayınlıyor. Ve açık açık Pontus’un yeri şurası, Kürdistan’ın yeri şurası diye gösteriyor.
O günden bugüne hiçbir şey değişmiş değil. Uygulamanın gecikmesinin nedeni, Sevr Antlaşması’ndan bu yana, önce onları yenmemiz sonra da Sovyetler Birliği’nin varlığı.
Sovyetler’den öyle korkuyorlardı ki Türkiye’ye dokunamıyorlardı ve biz de kendimizi koruyacak şartlara sahiptik. Ama Sovyetler dağıldıktan hemen sonra bu planları uygulamaya koydular, şimdi Sykes-Picot Antlaşması’nı uygulamayı düşünüyorlar. Türkiye’ye bakışları bu.
Türkiye’de iktidara gelip de “Canım Kıbrıs’ı da veriverelim” diyen herkes tipik bir Tanzimat sadrazamı durumundadır. Biliyoruz o sadrazamlar “İngiltere’yle aramız bozulacağına bir Osmanlı vilayetini verelim” diyorlardı. Aynı mantık bugün Türkiye’de bir takım insanlarda mevcut.
Halk Avrupacıları Barajın Altına Sürükledi
Bu seçimlerde halkın düşündüğüyle seçilenlerin düşündüğü arasındaki farka bakalım. Açık açık Tanzimatçıyız diyenler, yani Avrupa Birliği’yle anlaşalım, ABD’nin istediklerini yapalım diyenleri Türkiye Cumhuriyeti ahalisi barajın altına sürükledi. Yani bunları zararsız hale getirdi halk.
Halk bunu yaparken geçen seçimlerde yaptığını yaptı. O zaman halk, “ben sizden bıktım, Batıdan bıktım, artık dediklerinizi duymak bile istemiyorum, Türkiye kendi başının çaresine bakmalıdır” mantığı içerisinde o zamana kadar denenmemiş partileri iktidara getirmişti.
Fakat DSP ile MHP kötü bir sınav verdiler. Çünkü kendi içlerinde karşı tarafın virüslerini taşıyorlardı. Yani olacak iş değil, zora düşünce Kemal Derviş’i getiriyorlar. Ve sonunda başarısız oldular.
“Lıght” Yeşil Kuşak İçin Tayyip
Şimdi halk Tayyip’in bu işi temizleyeceğini düşünüyor, denenmemiş olan o, bunun için onu getiriyor. Halbuki Tayyip önceden pazarlığını yapmış, daha iktidara geldiği günden itibaren söylediği her laf, Mesut’un da, Çiller’in de söylediği laflar.
Öyle bir şey ki Fransız Le Monde gazetesi gibi bir gazete bile AK Parti iktidarını kötü bir olay gibi ele almıyor. Çünkü Tayyip daha seçim öncesi ziyaretlerinde Avrupa’ya tavizler verdi.
Benim gördüğüm, 1990’larda Graham Fuller’in tavsiye ettiği gibi Ilımlı İslam’ın iktidarı olacak. Yani Atatürk’ü bir kenara bırakıp İslam’la demokrasiyi bağdaştırmaya çalışan, yeni, “light” bir yeşil kuşak için Batının işine yarayacak bir adam iktidarda olacak.
Erbakan da o nedenle feda edilmiş oldu. Çünkü Erbakan’a, feda edilen başka bir tarafla yani Suudi Arabistan’la ilişkili diye bakılıyordu. Orada da bir prensi başa getirmeye çalışıyorlar. O prens onların tercih ettiği bir prens.
60’ların Tip’i Bu Seçimi Alırdı
Şimdi soldaki duruma bakalım. İlk defa tüm sol partiler seçime girdi. Seçime giren işçi partileri var, komünist parti var, sosyalist parti var ama hiçbirinin arkasında işçi yok. O zaman da işçiler Tayyip’in arkasından gidiyor.
Neden böyle oluyor, çünkü kültürsüzleştirme operasyonuna aydınlar baş eğdikçe işçiler dahil halk onları yadırgıyor, yadırgayınca onların aleyhine oy vermek istiyor ve onların aleyhinde kimi bulursa ona oy veriyor.
Eğer 60’ların TİP’i olsaydı ona oy verirdi, çünkü o zaman dört dörtlük, ulusal, sosyalist, kültürsüzleşmemiş bir parti olacaktı.
Buradan ne çıkıyor?
Buradan şu çıkıyor: işçi partileri, sosyalist partiler ve ortanın sahiden solunda olduğunu söyleyen sosyal demokratlar eğer Türkiye’de iş yapmak istiyorlarsa mutlaka bir halk cephesi kurmak zorundalar.
Bu, Mustafa Kemal Paşa’nın Halk Fırkası’nı kurarken yaptığı şey. Çünkü bir araya gelmedikleri sürece seçilmeleri mümkün değildir. Fakat biraraya gelirken de mutlaka Batıcılıktan sıyrılmaları lazım.
Esas Mesele Laiklik Değil, Ekonomi
Çünkü demokratik solun, sosyalist solun en büyük meselesi laiklik değildir, üretici güçler ve bu güçlerin iktidarda dengeli bir biçimde söz sahibi olmasıdır. Eğer bütün süreci laikliğe indirgersen o zaman bir manada mason partisi olmuş olursun, çünkü laiklik masonların en büyük meselesidir: Laiklik üzerindeki ısrarlar aslında anti İslamcılıktır. Halk bunu sezgisiyle anlıyor. Bir insan laik bir toplum içinde dininin gereklerini uygulayabilir, buna hiçbir mani yok. Çünkü laiklik demek dinin ortadan kaldırılması değil, dinin bireyselleştirilmesi, toplumsallıktan çıkartılması demektir. Sen dini toplumsal alandan sürdükten sonra gerisine karışmayacaksın.
Esas mesele ekonomide, yani gelir dağılımının adalete uygun hale getirilmesinde. Çünkü sosyalizmde demokrasiye yönelik eleştiri nedir; burjuva toplumda demokrasi sadece hukuk alanında sağlanır oysa asıl mesele ekonomik anlamda demokrasinin, yani gelir dağılımında eşitliğin sağlanmasıdır.
Bunu nasıl sağlayacaksın, laiklikle mi? Hayır, bunu ancak sosyal politikalarla yani üretim gücüne hak tanıyarak sağlayabilirsin. Yani üretim gücünün partisi olacak. Siyasi ifadesini orada bulacak ve siyasete ağırlığını koyacak.
Demokratik sol, sosyalist sol ve Kemalist solun biraraya gelmesi ve bunların en azından bir işçi konfederasyonun desteğini arkasına alması lazım. Hatta bu arada merkez sağda yer alan temiz politikacılarla ve milliyetçi kesimlerle ittifak aramak gerekir.
Ama bunu hiçbiri yapmadı, seçimlere tek başına girdiler ve ortada kaldılar.
Çok Örgütlü Sağcılığa Karşı Çok Örgütlü Solculuk
Bizde bütün politikacılar hatta ciheti askeriye dahil işçilerden korkuyor. Ve işçileri bir güç olarak bu işin içine sokmak istemiyorlar.
Halbuki demokrasi demek sermaye gücü ile üretim gücünün alternatif olarak birbirini iktidara taşıması demektir. Bunu halk yapar. Her seçimde birini başa getirir ve eğer başarısız olursa indirir. Ama bunun için üretim gücünün faal olması ve siyasi olarak ifade edilebilmesi lazım.
Ama bu böyle yürümez, karşınızdaki çok örgütlü sağcılığa çok örgütlü bir solculukla ve çok örgütlü bir ulusalcılıkla karşı çıkmak gerekir. Bu çok örgütlü ulusalcılıksa işçi konfederasyonları olmadan olmaz. Yalnız öğrencilerle, profesörlerle sosyalizm de olmaz, demokrasi de olmaz.
Mesela Fransız İhtilali’ni yapanlara bakın, onlara baldırıçıplaklar denir, yani fakir halk. Fakir halk olmadı mı, fakir halk devreye girmedi mi, fakir halk destek olmadı mı hep avcunu yalarsın.
Tanzimatçı Kafadan Kurtulmak Lazım
Peki halkın desteğini nasıl alırsın? Kültürde onlara yabancılaşmayarak. Bunun için de önce Tanzimatçı kafadan kurtulmak lazım. Yani ilerici olacağım diye Batılı gibi giyinmek, Batılının müziğini dinlemek, Batılının kitabını okumak değil, o metodlarla ulusalı yaratmak gerek. Sanatta da yaratacaksın, politikada da, iktisatta da...
Bunun için de eğitim ve kültür politikalarının düzeltilmesi lazım. Kültür Bakanlığı, kültür politikaları için hiçkimsenin hiçbir şey anlamadığı ve hiçbir zaman gitmediği bir takım tiyatro oyunlarına ve sinema filmlerine para veriyorsa, yahut halkın hiçbir zaman ilgilenmeyeceği bir takım işleri finanse ediyorsa, Avrupa’ya benzeyeceğim diye, yanlış yapıyor. Böylelikle Tayyip’in değirmenine su taşıyor.
Bunun düzeltilebilmesi için eğitimde ve kültürde ulusallığı sağlamak lazım. Bunu sağlamayıp koleje gönderdiğin her çocuğu kaybediyorsun. Bugün kolejlere gönderdiğin her çocuk ya Batıya gidiyor ya da Tayyip’e. Yalnız İmam Hatipleri ortadan kaldırmak yetmez, bu şekilde Tayyip’in arkasından gidenleri kesmiyorsun, takviye gönderiyorsun. O nedenle öncelikle kolejleri çözmen lazım.
Ulusal Canlanış
Tüm bunlara rağmen özellikle son beş yıldır bir ulusal canlanış var. Özellikle de gençlikte var. Bunun içine ülkücülerin bir kesimini hatta müslümanların bir kesimini de koyabiliriz. Olayın devletin kaderini, Türk milletinin kaderini ilgilendiren çok hassas bir yere gittiğini anladılar. Anladıkları için de, tüm bu kesimler içinde bir diyalog başladı. Ortak nokta Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığının devamı.
Şimdi Batılı devletler aynı şeyleri istiyorlar diye bırakacak mıyız? Biz Sykes-Picot’u 1919’da uygulamadık da şimdi mi uygulayacağız? O şartlar altında bile karşı çıktık, oysa şimdi çok daha güçlüyüz, çünkü Türkiye çok gelişti.
Sadece baştaki bir takım Batı yanlıları ve fırıldaklar yüzünden Türkiye bu noktaya sürüklenemez. Buna engel olunabilir. Buna halk engel olacaktır. Halkı harekete geçirecek olan da işçilerle gençlerdir. Bunun için işçilerle gençlerin birleşmesi lazım. Ve devletin bekasına dair sağlam tutumları varsa işçilerden korkmamak lazım.
Tayyip İçin Turnusol Kağıdı: Avrasya Protokolü
Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar ilgili olduğunu test etmek için turnusol kağıdı şu: Türkiye’nin parafe ettiği fakat henüz imzalanmamış Avrasya Protokolü’nün imzalanması. Putin bunun imzalanması için Türkiye’ye gelecekti ama seçimlerin sonrasına ertelendi.
Bu antlaşma imzalandığı andan itibaren Türkiye, savunmasını Avrasya’yla birleştirmiş olacak. Bu ise Mustafa Kemal Paşa’nın Batıya karşı savunma anlayışının uygulanması demek.
Böylelikle Türkiye Rusya ile stratejik ortak olmuş olacak. Türk devleti NATO üyesi olduğu halde bu projeye katıldı. Çünkü tehlikenin nereden geldiğini gördü. Şimdi Tayyip Erdoğan bunu imzalayacak mı yoksa Batının istediği gibi hayır mı diyecek göreceğiz.
Bu çok hassas bir nokta. Bugün Amerika ve BM Irak’a neden saldırıyor? Çünkü Saddam roket imal ediyor. Saddam’ın elinde bu roketlerin olmasını istemiyorlar.
Ancak gözden kaçan bir şey var, Türkiye de beş yıldır roket imal ediyor. Bu roketler karadan karaya 200 km menzilde hedefi vuruyorlar. Ve Türkiye bu roketleri yapacak teknolojiyi ABD’den değil Çin’den alıyor. Çünkü ABD Türkiye’nin bu teknolojiyi ele geçirmesini istemiyor.
Bugün roket imal ediyor diye Irak kötü devlet oldu. Peki yarın öbür gün aynı ABD’nin Türkiye’ye sen roket yapıyorsun diye saldırmayacağının garantisini kim verebilir? Herhalde bu garanti edilemeyeceği içindir ki Türkiye Avrasya’yla işbirliği yolu aramaktadır.
Fakat bugün Türkiye’de iktidara gelen parti de muhalefete gelen parti de Türkiye’nin hayati meselelerinden bahsetmiyor bile.
Batılı, Dünyaya “Nasıl Yerim” Diye Bakar
Bugün Irak’ın parçalanması meselesini ya da Kıbrıs meselesini, Amerika’nın yani sistemin bakış açısıyla değerlendirmek lazım. Çünkü Batılıların bakışlarıyla Doğuluların bakışları başka anlama geliyor.
Batının gözünde beyaz, Hıristiyan emperyalizm ile onların dünyayı yemesi vardır. Onun dünyayı yemesi için neler lazım, bunu düşünüyorlar. ABD de bunu düşünüyor, Avrupa Birliği de hatta onların denetlediği Birleşmiş Milletler de bunu düşünüyor. Doğu Akdeniz arazisine veya Orta Asya’ya nasıl bakar bunlar?
Bunların enerji politikaları petrole dayalı. Ama petrol onlarda yok, Orta Doğu’da ve Orta Asya’da var. Şimdi bu arazinin şu veya bu şekilde onların kontrolüne geçmesi lazım. Eğer onların eline geçmezse Avrasya’nın eline geçer.
Yani Rusya, Çin, Pakistan, Hindistan, İran ve Türkiye. Bunların hepsi çok güçlü devletler ve Türkiye hariç hepsi de nükleer. Bu Batı için ne büyük bir tehdittir.
ABD Asya’ya Kürdıstan’dan gırmeye çalişiyor
ABD’nin başarısız olduğu şey de Asya’ya girmek. Çin’den girmeyi denedi başarısız oldu, Çin Hindi’nden, Vietnam’dan girmeye çalıştı başarısız oldu, Irak’tan girmeye çalıştı olmadı. Onun için 11 Eylül’den beri uğraşıyorlar ve Afganistan’dan biraz girer gibi oldular.
Şimdi bu defa Irak’tan, Kürdistan üzerinden girmeye çalışıyor. Çünkü Kürdistan ve Ermenistan onların eski emelleri.
Daha 1920 yılında Türk istihbaratçıları İngiltere’nin bir Kürdistan ve Ermenistan kurarak Orta Asya’ya geçişi kontrol altına almak istediğini Gazi’ye rapor ediyor. Zaten onlar da bunu saklamıyorlardı, Azerbaycan’ı ele geçirmişlerdi, Ermenistan’ı kurmuşlardı, Irak’ı Türkiye’den ayırmışlardı.
Ama Türkiye ve Sovyetler bunları bu bölgeden attı. Ancak Sovyetler’in dağılması ve Türkiye’de de Yeni Tanzimatçıların iktidarı ele geçirmesiyle eski planları uygulamak için düğmeye bastılar.
Kıbrıs’ta Toprak Demek Vatan Demek
Onların gözünde bizim devletimizin bulunduğu toprak Bizans. Burası Yunanlılara ait. Yunanlılar da onların kültürlerinin temeli. Ve Yunan topraklarını Müslüman barbarların elinden kurtarmak istiyorlar.
ABD de Avrupa Birliği de Türkiye toprakları üzerindeki Yunanistan haklarını hiçbir zaman reddetmemişlerdir. Ve el altından da her zaman desteklemişlerdir.
Şimdi Dışişleri Bakanı “Kıbrıs planını önceden Yunanlılara vermişler” diye bas bas bağırıyor. Bunda şaşıracak bir şey yok. İzmir’in işgalinde de aynısı olmuştu. İzmir İtalyanlara bırakılmıştı ama İngiltere son anda Venizelos’la anlaştı ve Yunan ordusu İzmir’e çıktı.
Yani hep onlardan yanadırlar. Kıbrıs’a Türklerin girmesi onların bir gafletine geldi. Türklerin Kıbrıs’a girmesi ve orada söz sahibi olması demek Doğu Akdeniz’de daimi bir uçak gemisinin olması demek.
Orada Türkler var, İngilizler var, Yunanlılar var fakat Avrupalılar yok. Şimdi Avrupalılar da girmek peşindeler. Yunanistan’ı almalarının nedeni bu, stratejik olarak Avrupa da orada asker bulundurmak istiyor. Türklerle ortak bir devlet olduğu sürece bu mümkün değil.
O nedenle Türkler oradan toptan atılmalı ama bunu bir türlü başaramıyorlar. Ne kadar zayıf hükümetler gelirse sonuçta bir şey engel oluyor.
Şimdi kimileri toprak o kadar önemli değil, mesele orada güçleri dengede tutmak diyor. Ama toprak çok önemli. Neden önemli? Çünkü bizim milletimiz topraktan anlar. Şimdi topraklarımız gidiyor dedin mi alır silahını gelir hemen. Çünkü o, vatan ne demektir biliyor. O nedenle toprak meselesinde ve hakimiyet meselesinde çok hassas olmak gerek.(Attila İlhan- Ocak 2003)
fidel castro
21.04.2004 - 12:10KÜBA Devlet Başkanı Fidel Castro’nun, Küba Devrimi'nin sosyalist karakterinin ilan edilişinin 40. yıldönümünde yaptığı konuşma: (16 Nisan 2001, Havana)
Yurttaşlar:
Tam olarak 40 yıl önce, yine bu saatlerde, yine bu yerde Devrimimizin sosyalist karakterini ilan ettik. 15 Nisan 1961 yılında, gün ağarırken kalleş bir saldırıya kurban giden adamlarımızı az önce defnettik.
Bu saldırıyı, Birleşik Devletler hükümetine ait olan fakat bizim mütevazi Hava Kuvvetlerimizin rengine boyanan ve rütbelerini taşıyan B-52 bombardıman uçakları gerçekleştirdi. Üç ana hava üssümüz -Ciudad Libertad, San Antonio de los Banos ve Santiago de Cuba- bu hain ve kanlı sabahta vurulan hedeflerdi. Uçaklar 10.000 kilogram bomba, 64 adet 5 inçlik füze ve 23 bin 40 adet 50 kalibrelik mermi taşıyorlardı. Hâlâ eğitim almakta olan genç topçularımız bu sürpriz saldırıya uçaksavarlarla anında karşılık verdiler. Düşman sadece yerdeki üç savaş uçağımızı yok edebildi.
Yedi yurttaşımız öldü, aralarında Ciudad Libertad havaalanının çevresinde yaşayan 5 çocuğun da bulunduğu 53 yurttaşımız yaralandı.
Saldırı uçakları Nikaragua'daki bir üsten havalanmışlardı. Bunlardan bir tanesi düşürüldü, ikisi değişik bölgelere zorunlu iniş yaptı ve üslerine dönmeye çalışan diğerleri de uçaksavarlarla vuruldu.
Domuzlar Körfezi'ndeki çatışmanın sonunda kurnaz düşmanımız aralarında 4 ABD vatandaşının da bulunduğu 14 pilotunu ve ABD tarafından sağlanan uçakların % 62'sini kaybetti.
Devrim, 15 Nisan'daki saldırıyı püskürttükten sonra, hâlâ pilotumuzdan daha çok savaş uçağımız vardı. 48 saat sonra, 17 Nisan sabahında bu pilotlar istilacı güçlere ölümcül bir darbe indirdiler. Bu hava saldırısı, saldırganlar gelmeden 36 saat önce, çok yakında karşılaşabileceğimiz bir saldırıya karşı bizi alarma geçirdi. Bütün kuvvetlerimiz seferber oldu ve alarma geçti.
Böylece süpergüç uluslararası hukuku utanmazca çiğneyerek, iğrenç ve korkakça bir askeri saldırıya başladı.
Tahmin edileceği gibi emperyalizmin güçlü yalan ve propoganda mekanizması acilen devreye sokuldu. ABD, bütün bu olanları dünyaya nasıl açıkladı?
Daha sonra doğmuş olan nesillere bu olayı açıklamak için 16 Nisan günü bu ülkenin liderlerinin utanmazca hareketlerini açığa vurduğum telgraf mesajlarından pasajlar kullanacağım:
“Miami, 15 Nisan, UPI - Fidel Castro'nun Hava Kuvvetleri’nden kaçan Kübalı pilotlar, Küba askeri tesislerini 2. Dünya Savaşı'nda kullanılan uçaklarla havaya uçurduktan sonra, bugün Florida'ya indiler. Küba Hava Kuvvetleri'ne ait B-26 bombardıman uçaklarından biri, uçaksavar ve makineli tüfek mermileriyle delik deşik edilmiş bir halde ve sadece tek motorla Miami Uluslararası Havaalanı'na indi. Bir diğeri Key West Marina'daki havaalanına inerken bir üçüncüsü ise saldırıdan sonra hiç hesapta olmayan yabancı bir ülkeye iniş yaptı. Diğer uçağın da Tortuga Adası'na düştüğü yolunda doğrulanmamış raporlar var. ABD Deniz Kuvvetleri olayı araştırıyor. Manevra üniformaları içinde uçaklarından inen ve kimliklerinin açıklanmasını istemeyen pilotlar, sığınma hakkı için hemen ABD'ye başvurdular.”
Dakikalar sonra başka bir mesaj:
“Miami, UPI. Miami'ye iniş yapan bombardıman uçağının pilotu, kendisinin Küba Hava Kuvvetleri'nden geriye kalan 12 B-26 pilotundan biri olduğunu açıkladı. 'Yoldaşlarım kararlaştırdığımız hava sahalarına saldırıya geçmek için benden daha önce havalandılar. Daha sonra, yakıtım azaldığı için planladığımız hedefe varamayacağımdan Miami'ye yönelmek zorundaydım.”
“Miami, 15 Nisan, AP. Fidel Castro hükümetinden kaçma planları nedeniyle hain damgası yemekten korkan üç Kübalı bombardıman pilotu, Santiago ve Havana'daki havaalanlarını bombaladıktan sonra, bugün ABD'ye firar ettiler.
“İki çift motorlu bombardıman uçaklarından biri Miami Uluslararası Havaalanı'na indi ve pilot, Küba Hava Kuvvetleri'ne ait 12 B-26 pilotlarından üçünün de kendisi gibi aylardır Küba'dan kaçmayı planladıklarını açıkladı. Göç bürosu yetkilileri Kübalıları koruma altına aldılar ve uçaklara el koydular.”
Gördüğünüz gibi kendi uçaklarına el koyuyorlar.
“Mexico City, 15 Nisan, AP. Küba üslerinin Kübalı kaçak uçaklar tarafından bombalanması, burada gazetelerin çoğu ve Küba'dan sürülen gruplar tarafından Küba'daki komünizme karşı özgürlük hareketlerinin başlangıcı olarak kabul edildi. Küba'dan sürülenler arasında önemli miktarda hareketlenme görüldü. Kübalı bir kaynak, sürgündeki yeni Küba hükümetinin, Fidel Castro rejimine karşı ilk saldırı dalgasından hemen sonra, pek çok Castro karşıtı Latin Amerika ülkesi tarafından da derhal tanınacağı umulan geçici bir hükümet kurmak için Küba'nın başına geçeceğini açıkladı. Küba Demokratik Devrimci Cephesi'nden Amado Hernandes Valdes; özgürlük vaktinin yaklaştığını söyledi. Dört Küba üssüne, üç kaçak Küba uçağı tarafından saldırıldığını da açıkladı.”
İki ajans da aşağıdaki haberleri yayımladı:
“Dr. Miro Kardona'nın demeci: Bu sabah, Küba Hava Kuvvetleri'nden birkaç subay, Küba'nın özgürlüğü yararına kahramanca bir uçuş gerçekleştirdiler. Bu gerçek devrimciler, uçaklarıyla özgürlüğe doğru havalanmadan önce, Castro'nun askeri uçaklarından olabildiğince fazla sayıda yoketmeyi denediler. Devrimci Meclis, planlarının başarıyla işlediğini açıklamaktan gurur duyuyor; Meclis bu pilotlarla bağlantı halindeydi ve bu cesur pilotları yüreklendirdi. Onların yaptıkları, Castro'nun acımasız zorbalığından kurtulabilecek tüm sosyal kesimlerden yurtseverlerin çaresizliğinin başka bir örneğidir.
Castro ve yandaşları dünyayı, Küba'nın dışarıdan bir saldırıyla tehdit edildiğine inandırmaya çalıştığında, bu ve bundan önceki özgürlük hareketlerinin de zulme ve baskıya karşı savaşmaya veya bu yolda ölmeye karar vermiş, Küba'da yaşayan Kübalılar tarafından gerçekleştirildiği hatırlanacaktır. Güvenlik tedbirlerinden dolayı daha fazla ayrıntı açıklanmayacak.”
Miro Cardona, Domuzlar Körfezi'nde güvenlik sağlandıktan sonra onu ve diğer liderlerini de bavullarıyla birlikte Küba'ya getirecek olan uçağı, ABD'de bir hava üssündeki kışlada bekleyen geçici hükümetin başkanından başkası değildir.
Fakat sayısız yalanları burada bitmiyor. Telgrafçılar aynı gün öğlende şunu rapor ettiler:
“ABD'nin Birleşmiş Milletler'deki büyükelçisi Adlai Stevenson, Roa'nın taleplerini reddetmiş ve Komisyon'a, bugün üç Küba şehrine düzenlenen baskında yer alan iki uçağın Florida'ya iniş yaparken United Press International (UPI) tarafından çekilen fotoğraflarını göstermiştir. 'Kuyruklarında Castro'nun Hava Kuvvetleri'nin işaretleri var, yıldız ve Küba harfleri de var; bunlar çok net görülüyor. Bu fotoğrafları memnuniyetle gösterebilirim.' Stevenson bu iki uçağın Küba Hava Kuvvetleri'nin subayları tarafından kullanıldığını ve Castro rejiminden kaçtıklarını da ekledi. 'Bugünkü olaya hiçbir ABD personeli katılmadı ve uçaklar ABD'ye ait değildir; Onlar Castro'nun kendi havaüslerinden havalanan kendi uçaklarıdır.'”
Büyük ihtimalle ABD hükümetinin hilekârlığı ve yalancılığı basını da aldatabildi. Nasıl yalanlar uydurulduğu ve pilotlara da benimsetildiği çok açık: Herkes aynı yalanları aynı ayrıntılarla kusuyor. Geçici Hükümet'in hüsrana uğrayan Başkanından da bunların dışında bir şey tekrarlaması beklenemezdi.
ABD Büyükelçisi’nin Birleşmiş Milletler'e sunduğu dosya içler acısı. Daha sonra ABD halkının ve politikacılarının saygı duyduğu bir Başkan adayı oldu. Ona inanan pek çok kimse de, onun ünü göz önünde tutulmadan aldatıldı.
Yalanları Hâlâ Değişmedi
Kırk yıl geçti. Yine de İmparator'un ve askeri işbirlikçilerinin kullandığı yalan ve hile yöntemleri hâlâ değişmedi. Ancak dört yıl önce, Kübalı Amerikalılar Ulusal Derneği tarafından finanse edilen ve Küba'ya Orta Amerika'dan getirilen kana susamış teröristlerin bombaları Havana otellerinde patlamaya başladığında, bu saldırıların Devrim'den canı sıkılan devletin kendi güvenlik birimleri tarafından gerçekleştirildiği hikâyesini yaymaya çalıştılar.
40 yıl önce burada yaptığım konuşmamın sonlarına doğru, “Emperyalistlerin bizi affedemeyecekleri nokta, bizim burada olmamızdır. Bizi affedemeyecekleri nokta ağırbaşlılık, kararlılık, cesaret, ideolojik sağlamlık, Küba halkının fedakârlık ve devrimcilik ruhu ve bizim sosyalist bir devrim yaptığımız gerçeğidir. Bizim bu silahlarla savunduğumuz sosyalist devrimdir! Sosyalist devrimi, dün uçaksavarlarla saldırgan uçakları delik deşik eden askerlerimizin cesaretiyle savunuyoruz! Onu paralı askerlerle savunmayacağız; biz devrimi kendi halkımızın kadınları ve erkekleriyle savunacağız!
“Silahları olanlar milyonerler mi?
- “Hayır! ”
“Ellerinde silah olanlar zenginlerin çocukları mı? ”
- “Hayır! ”
Bunlar benim sorduklarım ve sizin bugün de verdiğiniz yanıtlar.
“Silahları olanlar müdürler mi? ”
- “Hayır! ”
“Kimin silahları var? ”
-“Küba Halkının”
“Bu silahları kaldıran eller kimin elleri? ”
- “Halkın! ”
“Bunlar zengin çocukların elleri mi? ”
- “Hayır! ”
“Bunlar zenginlerin elleri mi? ”
- “Hayır! ”
“Bunlar sömürücülerin elleri mi? ”
- “Hayır! ”
“Bu silahları kaldıran eller kimin elleri? ”
- “Halkın! ”
“Bunlar işçilerin elleri değil mi, bunlar köylülerin elleri değil mi, bunlar çalışmaktan nasır tutmuş eller değil mi, bunlar yaratıcı eller değil mi, bunlar halkın yoksul elleri değil mi? ”
- “Evet! ”
“Ve halkın çoğunluğunu kim oluşturuyor; milyonerler mi yoksa işçiler
mi? ”
- “İşçiler! ”
“Sömürücüler mi yoksa sömürülenler mi? ”
- “Sömürülenler! ”
“Ayrıcalıklılar mı yoksa yoksullar mı? ”
- “Yoksullar! ”
“Ayrıcalıklıların silahları var mı?
- “Hayır! ”
“Yoksulların silahları var mı?
- “Evet! ”
“Ayrıcalıklılar azınlıkta mı?
- “Evet! ”
“Yoksullar çoğunlukta mı?
- “Evet! ”
“Silahlı yoksulların yaptığı devrim demokratik midir? ”
- “Evet! ”
Yoldaşlar, işçiler ve köylüler: Bu yoksulların yoksullar için ve yoksullarla birlikte gerçekleştirdikleri sosyalist ve demokratik bir devrimdir. Ve yoksulların yoksullar için ve yoksullarla birlikte gerçekleştirdikleri bu devrimde bizler can verebiliriz!
Yedi kahraman cana malolan dünkü saldırıda, uçaklarımızı yerdeyken vurmak amaçlanmıştı. Fakat başaramadılar, sadece üç uçağımızı yok edebildiler ve düşman uçaklarının önemli bir bölümü ya düşürüldü ya da hasar gördü.
Dünün, bugünün ve yarının yurttaşları:
Domuzlar Körfezi'nde, güçlü imparatorlukla topu topu iki yıllık bir mücadele içinde olağanüstü olgunlaşan yurtsever ve kahraman insanlarımız, sosyalizm için korkusuzca ve duraksamadan savaştılar.
Önce, İspanyol koloniciliğine ve onun kölelik esasına dayanan sömürgeciliğine, sonra, ABD tarafından yenikolonici, kapitalist ve burjuva toplumunu Küba'ya benimsetmek için kurulan yoz ve kanlı hükümetlere ve emperyalist egemenliğe karşı neredeyse yüz yıldır verilen bağımsızlık ve adalet mücadelesinde çekilen acılara, dökülen kanlara ve göz yaşlarına sonsuza kadar dayanılabileceği şeklindeki saçma düşünceyi paramparça ettiler.
Bunu yapmak gerekiyordu ve bu mümkündü. Biz bunu tarihin en doğru anlarından birinde tam olarak yapabildik; ne bir dakika önce ne de bir dakika sonra, ve bunu gerçekleştirmek için yeterince yürekliydik de.
Rio Grande'nin güneyinde aynı kökenden -aynı dili, kültürü, tarihi ve etnik kökleri paylaşmalarına rağmen- ülkelerin bize yukardan bakan, kavgacı ve yabani kuzeyin güçlü, yayılmacı ve doymak bilmez süpergücü tarafından parçalanmak üzere olduğunu gördüğümüzde, biz Kübalılar avazımız çıktığı kadar bağırabiliriz: Devrimimizin sosyalist bir devrim olduğunu ilan ettiğimiz o güne dua edin, bin kez daha dua edin. Bugün çok geç olabilirdi. 1 Ocak 1959 zaferi, bunu gerçekleştirmemiz için olağanüstü bir fırsat sundu.
Sosyalizm olmadan, okur yazar olmama oranını sıfıra çekemezdik.
Sosyalizm olmadan, istisnasız ülkenin en uzak ve en ücra köşelerinde bile bütün çocuklarımız için okullarımız ve öğretmenlerimiz olamazdı. Ne ihtiyacı olanlar için özel olarak hazırlanmış okullarımız, ne % 100'lük ilköğretim düzeyimiz ne de % 98,8'lik ortaöğretim düzeyimiz olabilirdi. Tam bir bilimsel eğitim veren meslek okullarımız, üst düzeyde eğitim veren yüksek okullarımız, askeri okullarımız, spor akademilerimiz, fiziksel eğitim ve spor okullarımız, ticaret okullarımız, profesyonel teknik ve politeknik eğitim enstitülerimiz, işçi ve köylüler için kolejlerimiz, dil okullarımız veya sanat okullarımız ülkenin her bölgesine yayılamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba'nın bugün 700 bin üniversite mezunu, 15 öğretmen eğitim koleji, 22 tıp okulu, toplamda 51 yüksek eğitim enstitüsü, 137 bin üniversite öğrencisine eğitim veren fakülteleri olamazdı.
Sosyalizm olmadan, 67 bin 500 doktorumuzla 250 binin üzerinde profesör ve öğretmenimizle, 34 bin fiziksel eğitim ve spor eğitmenimizle, bu üç kategoride de (nüfusla orantılandığında) dünyadaki en yüksek düzeyi yakalayamazdık.
Sosyalizm olmadan, spor, insanların bir hakkı olamaz ve Küba, (nüfusla orantılandığında) dünyada en fazla Olimpiyat madalyası kazanan ülke olamazdı.
Sosyalizm olmadan, bugün sahip olduğumuz politik kültür seviyesine ulaşamazdık.
Sosyalizm olmadan, 30 bin 133 aile doktorumuz, 436 polikliniğimiz, 275 hastanemiz, hem genel hem de uzmanlık alanında hizmet veren cerrahi müdahale, pediatri ve doğum hastanelerimiz ile 13 adet uzmanlaşmış tıp enstitümüz olamazdı.
Sosyalizm olmadan, ülkemizin 133 bilimsel araştırma merkezi ve on binlerce yönetici ve uzman araştırmacısı olamazdı.
Sosyalizm olmadan, 1 milyon 12 bin emekli işçimiz, 325 bin 500 emekli aylığı alan yurttaşımız, istisnasız, gerektiğinde, ülkenin her tarafında sosyal refahı artıran sosyal güvenlik sisteminden faydalanan 120 bin insanımız olamazdı.
Sosyalizm olmadan, parsellerle veya kooperatifler aracılığıyla kendi arsasına sahip olan 163 bin insanımız, kooperatif üretimi içindeki temel birimlerde kendi yerlerine, makinelerine ve ürünlerine sahip 252 bin tarım işçimiz olamazdı.
Sosyalizm olmadan, ailelerin % 85'i kendi evlerine sahip olamaz, nüfusun %95'i elektrikten, % 93.3'ü içme suyundan faydalanamaz, 48 bin 540 km otoyol, neredeyse tamamı sulama, endüstri ve günlük hayatta kullanılan 1005 adet baraj yapılamazdı.
Sosyalizm olmadan, doğum sırasında ölen çocukların sayısı binde sekizlerden daha aşağıya çekilemezdi. 13 bulaşıcı hastalığa karşı geliştirilen aşılar çocuklarımızı koruyamaz, insanlarımızın ortalama yaşam süresi 76 yıla çıkartılamazdı. HIV virüsü oranı ABD ve kalkınmış diğer zengin ülkelerdeki gibi 0.6 değil de, 0.03% olmazdı. 2000 yılında kan bağışında bulunmak için gönüllü olan 575 bin kişi olamazdı.
Sosyalizm olmadan, gençlerimizin 100%'üne eğitim aldıkları alanlarda iyi işler bulacağımıza, eğitimleri için onlara tüm fırsatları sunacak programları geliştireceğimize şimdi verdiğimiz gibi söz veremezdik.
Sosyalizm olmadan, çalışmaları bizim maddi ve manevi ihtiyaçlarımızı karşılayan kol emekçileri ve entelektüeller, toplumda hakettikleri öncü role asla sahip olamazlardı.
Sosyalizm olmadan, eskiden küçük görülen ve yüz kızartıcı işlerde çalıştırılan Kübalı kadınlar, neredeyse tüm kalkınmış kapitalist ülkelerin ulaşamadığı bir hedef olarak; bugün ülkemizin teknik iş gücünün 65%'ini oluşturamaz, eşit iş için eşit ücret alamazlardı.
Sosyalizm olmadan, işçi ve emekçilerin, yurttaşların, kadınların, Devrim Savunma Komiteleri'nde örgütlenen semt sakinlerinin, ilk öğretim, orta öğretim ve yüksek öğretimde eğitim alan öğrencilerin, üniversite öğrencilerinin, Küba Devrimi gazilerinin kitle örgütleri olamazdı. Bu örgütler, halkımızın büyük çoğunluğunu kapsayamaz, devrimci süreçte belirleyici bir rol oynamaz ve ülkenin kaderinde ve önderliğinde gerçekten demokratik bir katılım sağlayamazlardı.
Sosyalizm olmadan, ABD dahil, dünyanın pek çok ülkesinde olanın tersine; sokaklarında dilencilerin dolaşmadığı, çocukların yaşamak için çalışmak zorunda oldukları ve okullarına gidemeyip sokaklarda yalınayak dolaşarak dilenmedikleri, cinsel sömürüye maruz kalmadıkları, suç işlemedikleri, çetelere katılmadıkları bir toplum yaratamazdık.
Sosyalizm olmadan, gelişmede, doğayı korumak için verilen inatçı ve kararlı mücadelede seçkin bir yere sahip olamazdı.
Sosyalizm olmadan, ülkenin kültürel mirası savunmasız bırakılacak, yağmalanacak ve yok edilecekti. Küba'nın en eski şehirlerindeki tarihi bölgeler mimari yapılarıyla tamamen uyumsuzluk gösteren yeni binalarla çevrilecekti. Ziyaretçilerin, restorasyonu ve korunmasını gittikçe artan bir özenle sürdürdüğümüzü gördüğü başkentimizin en eski bölgeleri varolamayacaktı. Genelkurmay Sarayı'nın arkasında, yüzlerce yıllık bir üniversite binasının yıkılarak yerine gözümüze batan bir helikopter pistinin yapılması bu iddialarımız için yeterince sağlam bir delildir.
Sosyalizm olmadan, dünyada pek çok insanı etkileyen yıkıcı yabancı etkisine dayanamayacak, ülkemizde bugün gelişen sağlam kültürel ve sanatsal hareketlere şahit olamayacaktık: Restore edilen ve genişletilen Yüksek Sanat Enstitüsü, Devrim'in yarattığı saygın bir enstitüdür; sayılarını ülkenin her tarafında artıracağımız 43 mesleki ve peofesyonel sanat okulunda çok değerli bilgiler öğretilmektedir ve geçen yıl yaptığımız 15 yeni sanat eğitim okulunda bu yıl 4 bin genç eğitim almaktadır. Toplamda 15 bin kişiye eğitim verebilecek bu okulara her yıl 4000 öğrenci alınacak ve yüksek okul derecesiyle mezun olacaklardır.
Bugün 306 kültür merkezine, 292 müzeye, tüm halka açık olan 368 halk kütüphanesine ve 181 sanat galerisine sahibiz.
Sosyalizm olmadan, tüm üniversitelerimizde televizyonlu kurslar açamayacak, ilk programlarında muazzam bir etki yaratamayacak ve Kübalıları dünyadaki en eğitimli insanlar haline getirmek için genel kültürü yüksek bir seviyeye çıkaracak kaydadeğer bir başarı elde etmeye söz veremezdik.
300 Gençlik Bilgisayar Kulübü çalışıyor ve 20 bin kişisel bilgisayar orta ve yüksek öğretimin hizmetinde. Bilgisayar kullanma yeteneği tabana yayılarak okul öncesi eğitimden başlayıp üniversite düzeyine kadar çıkartılacak.
Sosyalizm Olmadan...
Bu tip karşılaştırmaların sonu yok fakat yurtseverlik, enternasyonalizm ve insanlık konularında bahsetmeden geçemeyeceğim birkaç nokta daha var:
Sosyalizm olmadan, Küba emperyalizm tarafından sürdürülen 42 yıllık düşmanlığa, ablukaya ve ekonomik savaşa dayanamazdı; en azından 10 yıllık bir özel dönem hâlâ sona ermiş değil. Doların değeri 1994'te 150 peso iken,1999 yılında 20 pesoya indirmek gibi başka ülkelerle kıyaslanamayacak bir başarı kazanamayacaktık. Anlaşılmaz zorlukların ortasındayken sonuna kadar namuslu kalabilmek ve sağlıklı bir ekonomik büyüme sağlamak mümkün olamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba bugün ayakta kalabilmek ve hem sosyal hem de ekonomik alanda gelişebilmek için ABD ile ticaret yapmaya gerek duymayan tek ülke olamazdı. İkinci olarak, Küba'ya benzeyen diğer ülkelerle karşılaştırdığınızda aralarındaki en zengin ve en çok sanayileşmiş ülke de olamazdık.
Küba, imparatorun çıkarlarının ateşli bir gardiyanı olan Uluslararası Para Fonu (IMF) 'na üye olmayan ve üye olmak da istemeyen birkaç ülkeden biridir. Eğer ellerimiz ve kollarımız, Bretton Woods'da üreyen ve ondan vazgeçmesi gereken ülkeleri de istikrarsız ve yokedici hükümetlerle politik olarak yıkan bu kötü kurum tarafından bağlanmış olsaydı, yukarıda saydıklarımdan hiçbirini gerçekleştiremezdik. Dünyaya adaletsiz ve akıl dışı ekonomik düzenlerini empoze eden IMF ve neoliberalizmin çifte boyunduruğuna bağlananlar için çıkış yoktur.
Sosyalizm olmadan, ülkemizdeki herkes maliyetleri çok yüksek olmasına rağmen, dini inançları veya politik görüşleri sorgulanmaksızın ücretsiz sağlık ve ücretsiz eğitim hizmetlerinden faydalanamazdı.
Sosyalizm olmadan, uyuşturuculardan, genelevlerden, kumarhanelerden, organize suçlardan, ölüm mangalarından, linç girişimlerinden ve kanun dışı cezalandırmalardan temizlenmiş bir ülke olamazdık.
Sosyalizm olmadan, Kübalı aileler çocuklarının sağlıklı, iyi eğitim görmüş, yetenekli insanlar olarak büyüdüklerini göremez, uyuşturucu kullanacağı, suç işleyeceği veya sınıf arkadaşı tarafından okulda öldürüleceği gibi korkulardan uzak olamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba bugün olduğu gibi yarımkürede ABD toplumundan bile kâr elde eden uyuşturucu akışının karşısındaki en sağlam bariyer olamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba 42 yıldır, Avrupa'nın birçok köşesinde olduğu gibi, başka bir dünyadan gelmiş gibi garip kıyafetler giyen adamlarla ve isyan karşıtı araçlarıyla, coplarla, kalkanlarla, plastik mermilerle, gözyaşartıcı gazlarla, biber gazlarıyla ve diğer araçlarıyla halkının üstüne saldıran polislerin baskısından ve vahşiliğinden acı çekmekten kurtulamazdı.
Böyle şeylerin Küba'da neden olmadığını anlamak Batı için oldukça zor. Onların birlik, politik bilinç, dayanışma, özveri, cömertlik, yurtseverlik, ahlaki değerlerle zenginleştirilen gerçek bir devrimin sağladığı eğitim, kültür ve adaletin vaat ettikleri hakkında en ufak bir fikirleri yoktur.
Sosyalizm olmadan, yüz binlerce Kübalı enternasyonalist görevleri üstlenemez, ülkemiz Afrika'nın bir parça toprağı uğruna bile sömürgeciliğe karşı verdiği mücadeleye katkıda bulunamaz, ayrımcılık, ırkçılık ve faşizmin nefret dolu sisteminin görünüşte yenilmez olan kuvvetlerine karşı mücadele ederken bir damla kanlarını bile dökemezlerdi.
Güney Afrika ve Afrika kıtasındaki diğer ülkelerle ticaret yapan, oralarda yatırımları bulunan ve buralardan muazzam kârlar elde eden ülkelerden hiçbiri -Küba'nın Afrika'da gördüğü, sahip olduğu ya da istediği bir parça toprak bile olmamasına rağmen- bu fedakarlığın paylaşılmasında en ufak bir katkıda bile bulunmadılar.
Bizi Afrika'dan ayıran muazzam uzaklıklar bu küçük, abluka ve kuşatma altındaki adayla aramızda dayanışma ruhunun bulunması için aşılmaz bir engel oluşturmadı.
Sosyalizm olmadan, Devrim'in yarattığı sonu gelmez insan kaynağı sayesinde 40 binden fazla Kübalı sağlık görevlisi 90'dan fazla ülkede oluşturulan gönüllü uluslararası işbirliğine katılamaz, Latin Amerika, Karayipler ve Afrika'daki 16 ülkede geniş kapsamlı sağlık programlarını geliştirmek için yardım edemezdi.
Sosyalizm olmadan, Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen 15 bin 600 öğrenci Küba üniversitelerinde eğitim göremez, bu ülkelerden gelen 11 bin öğrenci Küba'da yüksek lisans eğitimi göremezdi.
Sosyalizm olmadan, 24 ülkeden ve 63 etnik gruptan genç insan Latin Amerika'daki saygın Tıp Okullarımızda eğitim göremez ve her yıl 2 bin yeni öğrenci bu okullara kayıt yaptıramazdı.
Sosyalizm olmadan, toplam 1500 öğrencisiyle ve 50 ülkeden her yıl gelen 588 gence eğitim veren Uluslararası Spor ve Fiziksel Eğitim Okulu'nu kuramazdık.
Sosyalizm olmadan, 1986'daki Çernobil felaketinden etkilenen üç ülkenin 19 bin çocuğuna ve yetişkinine bu özel dönemin ortalarındayken sağlık hizmeti sunamaz, Brezilya'nın Goias kentindeki radyasyon sızıntısından zarar gören 53 kişiye de elimizi uzatamazdık.
Saldırgan Ve Ahlaksız Bir Yönetim
Bizim diğer insanlarla paylaştığımız şeyler, Kübalı yurttaşlarımızdan hiçbirisinin milyonlarca orta düzey teknisyenden veya üniversite eğitimi almış profesyonellerden biri olmaları fırsatını engellemedi. Bu, çok daha azıyla çok daha fazla iş; reklama, silahlara, uyuşturucuya ve lüks maddelere harcanan parayla ise herşeyin yapılabileceğini gösteriyor.
Sosyalizm olmadan, Küba, aslında çok da sıkılmadan, hegemonyacı süper gücün hükümetlerinin adaletsiz ekonomik düzenlerini, aç gözlülüğünü, yırtıcı, ikiyüzlü ve ahlaksız politikalarını hiçbir misilleme veya saldırganlık korkusu taşımadan uluslararası toplantılarda özgürce teşhir eden neredeyse tek ülke olmanın gıpta edilecek ayrıcalığından memnunluk duyan küçük bir ülke ve bu ilgiyi en çok hakeden meselelerin sadık bir sesi olarak dünyadaki pek çok insana örnek olamazdı.
Sosyalizm olmadan, Küba, gerçekten ülkemize karşı düşmanca veya aşırı derecede saldırgan davranan 9 ABD başkanının -dürüst olmak gerekirse Carter hariç- düşmanlığına dayanamazdı. Yakın zamanda başkanlık tahtına oturanı da eklemek istiyorum; uluslararası arenada attığı ilk adımlardan ve danışmanlarıyla Miami'deki terörist çetesinin konuştukları dilden de tahmin edileceği gibi saldırgan ve ahlaksız bir yönetimle karşı karşıya kalabileceğimize dair işaretler var.
Böyle bir günde, Maceo'dan Bronz Titan'dan çok değerli ve ölümsüz bir alıntı yapmak istiyorum: “Küba'yı yıkmaya çalışanlar, eğer savaşırken ölmezlerse, Küba'nın kanla sulanmış toprağının tozundan başka hiçbir şey elde edemeyecekler.”
Maceo'nun, Marti'nin ve bugün burada olmamızı sağlayan uzun yolun öncü kahraman lejyonların mirasçısı olan Küba halkı, bugün bunu ilan edecek konumda: “Küba'yı yıkmaya çalışanlar, Küba'nın kanla sulanmış toprağının tozundan başka hiçbir şey elde edemeyecekler, çünkü savaşırken ölmekten başka bir seçenekleri yok! ”
Daha önce de söylediğim gibi, bugün tarihin önemli bir anı; Latin Amerika halkları bugün, günümüz dünyasının hegemonyacı süper gücü ABD tarafından yokedilmek üzere. Birkaç gün içinde, 20 Nisan - 22 Nisan arasında Quebec'te yarıküresel bir zirve toplantısı yapılacak. Orada, hegemonyacı süpergüç, Latin Amerika hükümetlerine teslim olma koşullarını kabul ettirecek.
Yarıküredeki ülkeler arasında serbest ticaret anlaşmasıyla ilgili dökümanlar acilen hazırlanmış durumda. ABD, Avrupa ve Asya'daki sanayileşmiş ülkelerin Amerika'daki ticari rekabet ve yatırım yolunu kapatabilmeyi umarak işleri hızlandırmak istiyor. Strateji; MERCOSUR'u takviye etmek için bedeli ne olursa olsun anlaşmayı kabul ettirmek ve Güney Amerika ülkelerinin birleşerek ABD karşısındaki pazarlıklarda daha güçlü kozlara sahip olmalarını engellemek.
ABD hükümeti, ekonomik güçsüzlüklerini, eşitsiz kalkınma düzeylerini, aralarındaki anlaşmazlıkları ve boğazlarını sıkan aşırı dış borçlarının yarattığı umutsuzluğu kullanabilmek için bu ülkelerle tek tek görüşmeyi tercih eder.
ABD'ye ve uluslararası finans kuruluşlarına olan tüm bağımlılıkları dolayısıyla, bu ülkelerden bazıları direniş gösterecek durumda değil, diğerleri de yutulma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarının farkında değiller ya da direnmek istemiyorlar. Fakat hiçbirisi de öyle kolay kolay yok edilme heveslisi değil ve direnecekler.
Orada temsil edilen insanlar, cehalet, aşırı yoksulluk ve umutsuzluk batağına saplanmış, alınan kararların hiçbirisine katılamamış ve bu görüşmelerin hedefleri, konuları, sonuçları onların bildikleri ve anladıkları şeylerden çok uzakta. Uyanıklığı artırmak, emperyalizmin aç gözlülüğünü, Latin Amerika ve Karayip insanlarının nasıl bir tehlikeyle yüz yüze olduklarını teşhir etmek; bugün belki de siyasi ve sosyal liderlerin, ilerici ekonomistlerin, aydınların ve soldaki tüm kuvvetlerin karşısındaki en acil görevdir.
Bizim gibi toplumsal gerçekliklerin, göz korkutucu sorunların vehametinin ve bu sorunların bu yolla çözülemeyip daha da tehlikeli bir noktaya geleceğinin farkında olanlar, Latin Amerika'nın yenip yutulabileceğinin fakat sindirilemeyeceğinin de farkındayız. Eninde sonunda, kutsal kitaptaki gibi, balinanın karnından kurtulacaklardır. Uzun yıllardan beri tehlikeli sularda yüzmeyi öğrenen ve yaşam koşullarındaki kökten bir değişime kadar Üçüncü Dünya'nın gittikçe zaptedilemez olacağını ve gereken çözümlere uyum gösterme gücü bulamayacağını bilen Kübalılar, onları dışarıda bekleyecek.
İnancımız Sağlamlaştı
Böyle bir günde, dönüp Devrim'in başarılarına bir baktığımızda, gereken ve mümkün olan tüm adaleti sağlayamamış olduğumuzu görmek şaşırtıcıdır.
Geçen yıllar, deneyimimizi ve bilgimizi önemli ölçüde zenginleştirdi. Muazzam zorluklara karşı kırk yıldır verdiğimiz mücadele, insan soyuna olan güvenimizi ve sınırsız potansiyeline olan inancımızı sağlamlaştırdı.
Bugün uyguladığımız sosyalizm, hayallerimizdekinden hâlâ uzak. Geçirdiğimiz özel dönem, bizi geriye dönmeye zorlayarak yürüdüğümüz yolu uzatıyor. Acı veren eşitsizlikler ortaya çıktı. Sabırla dayanma iradesi gösterenler, kendini herşeyden çok devrimci meselelere adayanlar, en sadık kol emekçilerimiz ve aydınlarımız, en yoksul ve en vefakâr insanlarımız, en vicdanlı devrimcilerimiz bu kaçınılmaz durumu anladılar. Her zaman olduğu gibi ve her zor zamanda olacağı gibi, ne pahasına olursa olsun ülkemizi ve sosyalizmi kurtarmak için harcanan çabaların büyük kısmını omuzladılar.
Gelecekte de sadece geçmişte başardığımızdan daha büyük hedefleri başarmayacağız, aynı zamanda onları aşacağız. 10 yıl önce başlayan ve bizim muzaffer olarak çıktığımız aşırı zor durumdan sonra bugün, geliştirmekte olduğumuz hedeflerimizi 40 yıl önce hayal bile edemezdik. Geleceğimizde yeni bir şafak parlıyor, çok daha iyi bir sosyalizmin ve çok daha fazla umut vaat eden, gurur veren devrimci bir çalışmanın üzerinde daha parlak bir güneş parlıyor.
Bugün buraya Devrim'in sosyalist karakterinin ilan edilişinin 40. yılını anmaya gelmedik, aynı zamanda onu onaylamaya ve ona olan bağlılığımız için yemin etmeye geldik.
40 yıl önce o unutulmaz günde kullandığım sözcükleri kullanarak size soruyorum: “İşçiler ve köylüler, anavatanımızın yoksul erkek ve kadınları, yoksullarla beraber ve yoksullar için yaptığımız yoksulların Devrim'ini kanınızın son damlasına kadar korumak için and içiyor musunuz? ”
- “İçiyoruz! ”
“Burada, düşen yoldaşlarımızın mezarlarının başında, burada, işçilerin ve yoksulların çocukları olan kahraman gençlerimizin cesetlerinin yanında iki şey daha eklemek istiyorum: Son 133 yılda anavatanları ve adalet için ölenlerin, enternasyonalist görevlerde insanlık için hayatlarını veren kahramanların isimlerinin anısına, paralı askerler karşısında kurşunlara karşı dimdik duranlar gibi, hayatlarını verenler gibi, bizler de Devrimimizle gurur duyuyoruz, yoksullarla beraber, yoksullar için yapılan yoksulların bu devrimini savunmaktan gurur duyuyoruz; hiç tereddüt etmeden, karşımızda kim olursa olsun kanımızın son damlasına kadar Devrimimizi savunacağımıza and içiyoruz.”
Zafer için hiç durmadan ileri!
Patria o Muerte! **
Venceremos! ***
** Ya Vatan Ya Ölüm
*** Kazanacağız
fidel castro
21.04.2004 - 11:28ABD imparatorluğunun emperyalizminin bu kadar azdığı bir dönemde bile hala korkmadan konuşuyor.Ve tüm Küba halkı yanında..!
küba
21.04.2004 - 10:19Dünyanın en küçük kuşlarına sadece Küba'da rastlanır. Boyu beş santimi biraz geçen arı sinekkuşu (Mellisuga helenae) cüssesi kadar çıkardığı sesle de bu ada uygun düşüyor. Tahminen saniyede 80 çırpmayla kanatlarını oynatırken öylesine vızıltılı bir ses çıkarıyor ki, insanlar çoğu kez bir böcek olduğunu sanma yanılgısına düşüyor. Bu büyüleyici kuş Küba'ya özgü binlerce hayvan ve bitki türünden yalnızca biri.
w.a.s.p
21.04.2004 - 09:52İstatistiklere göre, Amerikan şirketlerinin genel müdürlerinin yüzde yetmişi kendilerini dindar (coğunluğu bir Protestant mezhebine bağlıdır) olarak tanıtır. Yirminci yüzyılda yaratılan, ve ekonomik sistemde başarının şartlarından biri olan WASP “White Anglo-Saxon Protestant” (Beyaz-İngiliz Asıllı-Protestant) sözcüğü bu başarının bir simgesidir. Bir kilisenin üyesi olmak, Pazarları ibadete gitmek, gönüllü olarak (özellikle din uğruna) başkalarına yardım etmek dinciler tarafından Amerika’nın şuuruna işlenmiş ve Amerika’lıların kendilerini “Allah’ın seçtiği” bir ırk olarak görmesinde büyük rol oynamıştır.
marksist felsefe
21.04.2004 - 09:49Bilim dalı ise 'ideoloji' olmamalıydı.Önerisinin ideolojik bir din haline getirildiğini gören Marks bile 'Ben Marksist değilim' demiştir.
küba
20.04.2004 - 16:04Kübanın en işlek caddelerinden birinin üzerinde Atatürk büstü de bulunur.Büst, Mihri Belli'nin Hürriyet Gazetesi için kaleme aldığı Küba gezisi anıları sırasında gündeme gelmişti.
Küba'ya bir Atatürk büstü gönderme fikri ilk olarak 1993'de Gürbüz Çapan'ın Küba ziyareti sırasında ortaya çıkmış. Havana Belediye Başkanı'yla bir araya gelen Gürbüz Çapan, bu ülkede pek bilinmeyen Türk Kurtuluş Savaşı'nı anlatmış ve Atatürk'ten bahsetmiş. Bunun üzerine Kübalı yetkililer kendisinden Küba'da dikilmek üzere bir Atatürk büstü istemişler ve karşılığnda da Türkiye'ye gönderilmek üzere bir Jose Marti büstü söz vermişler.
Jose Marti, Kübalı bir halk kahramanı ve şair. Aynı zamanda, İspanya'dan sonra Amerikan sömürgesi olan Küba'daki bağımsızlık mücadelesine silahlı olarak destek olmuş.
Çapan'ın 1993'teki bu ziyaretinin ardından, yayılmacılığa karşı sembol haline gelmiş bu iki önemli tarihi kişiliğin büstleri hazırlanmış ve Atatürk'ünki Havana'ya, Marti'ninki de Esenyurt'ta Esenkent-Abdullah Baştürk Parkı'na dikilmiş.
Büstlerin dikiliş tarihleri de ilginç: 19 Mayıs 1995. Başkan Çapan, 19 Mayıs'ın seçilme nedenini şöyle açıklıyor: Marti'nin ölüm tarihi 19 Mayıs 1895. Çapan şöyle diyor: ‘‘Atatürk'ün doğum günü de bence, 19 Mayıs 1919. Bu tarih onu diğer Osmanlı paşalarından ayıran ve tıpkı Jose Marti gibi bir halk kahramanı yapan tarih. O yüzden bu çakışmayı belgelemek istedik.’’
Guantanamera şarkısının yazarı
Hepimiz ünlü ‘‘Guantanamera’’ şarkısını biliriz. İşte Kübalı şair Jose Marti (1853-1895) bu ünlü şarkının söz yazarı. Jose Marti, bir şair, bir denemeci ve Kübalı bir yurtseverdi. 1869'da düşünceleri yüzünden hapsedildi ve yüksek öğrenim yaptığı İspanya'ya sürüldü. Buradan geçtiği New York'ta uzun süre gazetecilik yaptı. Küba Devrimci Partisi'ni kurdu. Sonra Venezuela'ya geçti. Ülkesinin bağımsızlık mücadelesine destek oldu. Dos Rios Savaşı'nda Kurtuluş Ordusu'nun başındayken öldürüldü. Jose Marti, 20. yüzyılda bütün Güney Amerika'da sevilen bir özgürlük şairi haline geldi. 1959 Küba Devrimi'nden sonra yeni rejimin de kahramanlarından biri oldu. İşin ilginç yanı, Küba'ya karşı bir propaganda savaşı yürüten ABD'nin de 1980'lerde Florida eyaletinden adaya yaptığı radyo kanalına ‘‘Jose Marti Radyosu’’ adını vermesiydi. Guantanamera şarkısıyla yayınına başlayan ve Küba halkını rejime karşı isyana çağıran radyonun yayını, bu adı kullandığı için Küba'da ters tepki yarattı.
küba
20.04.2004 - 15:25Fidel Castro geçen yıl, 1/Mayıs/2003 de Devrim Meydanı'nda yaptığı konuşmada Küba'nın GÜNÜMÜZDEKİ durumunu ve dünyaya bakışını şöyle anlatmıştır:
Değerli misafirler;
Sevgili Kübalılar:
Dünyanın en korkutucu emperyalist gücünden birkaç mil uzaklıktaki bu küçük Karayip adasında, halkımız 44 yıldır mücadele etmektedir. Bu mücadele boyunca halkımız tarihte eşine rastlanmamış bir bölüm eklemiştir. Dünya hiç bu kadar adaletsiz bir savaşa şahit olmamıştır.
Bazıları, bu emperyalist gücün, dünyada bir eşiti bulunmayan askeri ve teknolojik donanımıyla Kübalıları korkutabileceğini veya cesaretini kırabileceğini sanmıştır. Ancak bugün, bu cesur halkın giderek artan cesaretini şaşkınlıkla izlemekten başka bir şey yapamamaktadırlar. Böylesi bir günde, uluslararası işçi bayramında, Şikagolu beş şehidi anarken; ben, burada toplanan bir milyon Kübalının adına, her tür tehdide karşı duracağımızı, baskılara boyun eğmeyeceğimizi, Devrim'i ve ülkemizi düşüncelerimizle ve silahlarımızla kanımızın son damlasına kadar savunacağımızı ilan ediyorum.
Küba'nın suçu ne? Dürüst bir insan hangi gerekçeyle bu ülkeye saldırabilir?
Kendi kanıyla ve düşmandan gasp ettiği silahlarla Küba halkı, ABD tarafından iktidara getirilen zalim bir tiranı 80 bin silahlı adamla devirdi. Küba, Latin Amerika ve Karayiplerde, emperyalist egemenlikten bağımsızlaşan ilk ülkedir, güney yarımküredeki tek ülkedir. Aynı zamanda, sömürgecilik sonrası dönemde on binlerce insanı katleden işkencecilerin, katillerin ve savaş suçlularının cezalandırıldığı tek ülkedir.
Ülkenin bütün toprakları köylülere ve tarım işçilerine verildi. Doğal kaynaklar, sanayi ve temel hizmetler tek ve gerçek sahibinin, Küba halkının eline geçti. Küba, ABD yönetimi tarafından düzenlenen Domuzlar Körfezi çıkartmasını, 72 saat boyunca durmadan, gece gündüz savaşarak geri püskürterek, bu ülkenin doğrudan yapacağı bir askeri müdahaleyi ve bunun tahmin edilemez sonuçlarını engelledi. Devrim'in zaten, 400 bin silah ve yüz binlerce milisten oluşan bir İsyan Ordusu vardı. 1962'de Küba onurlu bir şekilde ve taviz vermeden, onlarca kez nükleer saldırı tehdidi ile karşı karşıya kaldı. Bütün ülkeye yayılan ve bağımsızlık savaşından daha fazla can kaybına neden olan kirli bir savaşı bastırdı.
ABD hükümeti tarafından düzenlenen binlerce sabotaj girişimine metanetle dayandı.
Devrim'in liderlerine karşı yapılan yüzlerce suikast planını boşa çıkardı. Yarım yüzyıldır süren katı bir ambargo ve ekonomik rekabet koşulları altında, Küba'daki okur yazarlık oranı bir yılda, diğer Latin Amerika ülkelerinin ve ABD'nin kırk yıldır ulaşamadığı bir seviyeye yükseltildi.
Ülkenin çocuklarının yüzde 100'üne ücretsiz eğitim sağlandı. Okullardaki devamlılık oranı yarımküredeki en yüksek seviyedir; bu oran anaokulu ve dokuzuncu sınıf arasında yüzde 99'dur. Ortaokul öğrencileri, anadil ve matematik bilgisi alanında dünyada birinci sırada gelmektedir. Ülkemiz aynı zamanda, dünyada, en fazla öğretmen ve sınıf başına düşen öğrenci sayısında da birinci sıradadır. Fiziksel veya zihinsel yetenekleri olan bütün öğrenciler bu alanlara özel okullara alınır. Bilgisayar eğitimi ve görsel-işitsel metotların kullanımı, hem şehirlerde hem de köylerde bütün çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin hizmetine sunulmuştur.
Dünyada ilk kez, daha önce eğitim almamış ve çalışmamış, 17-30 yaşları arasındaki bütün insanlara, bir yandan maddi destek verilirken diğer yandan yeniden eğitim görme fırsatı tanınmıştır. Bütün vatandaşlarımız, anaokulundan doktora eğitimine kadar her tür eğitim hizmetini tek kuruş ödemeden alabilmektedir. Bugün ülkemizdeki üniversite mezunu, aydın ve profesyonel sanatçı sayısı Devrim'den öncekinin 30 katıdır. Bugün ortalama bir Küba vatandaşı, en az 9 yıl eğitim almaktadır. Kasıtlı cahil bırakma diye bir şey Küba'da yoktur.
Ülkenin dört bir yanında sanatçıların yetiştirilmesi için kurulmuş sanat okulları ve buralarda çalışan sanat öğretmenleri vardır; bu okullarda 20,000'den fazla genç insan yeteneklerini geliştirmektedir. Bunun aynını on binlerce genç insan meslek okullarında yapmakta ve sonra da profesyonel eğitimine devam etmektedir. Üniversite kampusları giderek ülkenin bütün kasabalarına yayılmaktadır....
Ölü bebek doğumu oranı binde 60'tan, binde 6 - 6.5 seviyesine düşürülmüştür. Bu oran, Patagonya'dan ABD'ye, yarımküredeki en düşük orandır. Ortalama yaşam süresi 15 yıl artmıştır. Çocuk felci, sıtma, neonatal tetanos, difteri, kızamık, kızamıkçık, kabakulak, boğmaca, dang gibi bulaşıcı hastalıklar yok edilmiş; tetanos, meningokok menenjit, hepatit B, homofil menenjit ve tüberküloz tamamen kontrol altına alınmıştır....
Genetik, doğum öncesi veya doğum sırasındaki nedenlerden kaynaklanan sorunları en aza indirmek için yapılan araştırmalar sürmektedir. Küba bugün, kişi başına düşen en fazla doktor sayısına ve en yakın takipçisinin iki katı kadar doktora sahiptir.
Kübalılar dünyadaki en iyi sağlık sistemine sahiptir ve ilerde de bütün sağlık hizmetlerini ücretsiz almaya devam edeceklerdir.
Sosyal güvenlik halkımızın tamamını kapsamaktadır.
Küba'da insanların yüzde 85'i ev sahibidir ve bunun için vergi veya benzeri bir şey ödemezler. Geri kalan yüzde 15 sembolik bir ücret olarak, maaşlarının yüzde 10'unu ödemektedir. Yasadışı uyuşturucu kullanımı nüfusun önemsiz bir kısmını içermektedir ve bununla kararlı bir biçimde mücadele edilmektedir. Kimsenin umudunu şansa bağlamaması için piyango ve bunun gibi kumar oyunları Devrim'in ilk yıllarından itibaren yasaklanmıştır.
Küba televizyonlarında, radyolarında veya yazılı basınında hiçbir ticari reklam yayınlanmaz. Bunun yerine, sağlık, eğitim, kültür, beden eğitimi, spor, hobiler, çevreyi koruma ile ve uyuşturucu, trafik kazaları ve diğer sosyal sorunlarla ilgili anonslar yapılır. Bizim medyamız eğitir, zehirlemez veya yabancılaştırmaz. Bizim medyamız ahlaksızca tüketen toplumları yüceltmez.
Heykeller, resmi fotoğraflar, sokak veya kurum adları gibi yaşayan devrimcileri kültleştirme gibi bir şeye rastlanmaz. BU ÜLKENİN LİDERLERİ İNSANDIR, İLAH DEĞİL...
Yeni kuşaklar ve bütün insanlar çevreyi koruma gerekliliği konusunda eğitiliyorlar. Medya, çevre bilinci aşılamak için kullanılıyor. Ülkemiz, kültürel kimliğini inançla savunuyor, bir tarafın iyi niteliklerini kültürüne katarken bozucu, yabancılaştırıcı ve aşağılayıcı olan her şeye karşı da savaşıyor. Sağlıklı bir toplumun geliştirilmesi, amatör sporun teşvik edilmesi, halkımızı madalyalar ve takdirlerle dünyanın en üst sıralarına taşımıştır.
Halkımızın ve tüm insanlığın hizmetinde olan bilimsel araştırmalar, birkaç yüz katına çıkmıştır. Bu çabaların sonucunda, önemli ilaçlar Küba'da ve diğer ülkelerde hayat kurtarmaktadır.
Küba asla biyolojik silah geliştirme girişiminde bulunmamıştır, çünkü bu bizim geçmişte ve gelecekte bilimsel personelin eğitiminde temel aldığımız ve alacağımız ilkelerle ve felsefeyle tamamen çelişir.
Başka hiçbir halkta uluslararası dayanışma ruhu bu kadar gelişmemiştir....
Bunun pek çok örneği var. 2000'den fazla Kübalı enternasyonalist savaşçı, diğer kardeş ülkelerin bağımsızlık mücadelelerini desteklerken hayatlarını vermişlerdir. Ancak, bu ülkelerin hiç birinde tek bir Küba mülkü bulunmamaktadır. Çağımızda hiçbir ülke bu kadar cömert destek vermemiştir.
Küba daima örnek bir ülke olmuştur. Asla boyun eğmemiştir. Başka halkların mücadelelerini de asla bırakmamıştır. Asla taviz vermemiştir. Asla ilkelerinden vazgeçmemiştir....
Yarım milyondan fazla Kübalı, savaşçı olarak, öğretmen olarak, teknisyen olarak, doktor veya sağlık emekçisi olarak enternasyonalist görevlerini yerine getirmiştir. On binlerce sağlık emekçisi hizmetleriyle 40 yıldan fazla bir süre boyunca milyonlarca hayat kurtarmıştır. 18 tane üçüncü dünya ülkesinin en ıssız bölgelerinde çalışmakta olan 300 kapsamlı genel hekim ve diğer sağlık personeli vardır. Önleme ve tedavi yöntemleriyle her yıl yüz binlerce hayat kurtarmakta, milyonlarca insanı tedavi etmekte ve hizmetlerinin karşılığında tek bir kuruş talep etmemektedirler.
Küba'nın Birleşmiş Milletlere, gerekli fon... sağlandığında verdiği Kübalı doktorlar olmasaydı, AIDS ile mücadele için gereken acil programlar başarısız olurdu....
Küba, radyo ile okumayazma öğretimi teknikleri geliştirmiştir; artık beş dilde - Haiti Creole, Portekizce, Fransızca, İngilizce ve İspanyolca - verilen yardımcı metinleri pek çok ülkede kullanılmaktadır. Çok yakında İspanyolca için benzer bir program, çok yüksek kalitede, televizyon ile okuma öğretme programı tamamlanacaktır. Bunlar Küba'da geliştirilmiş ve tamamen Kübalı olan programlardır. Biz patentlerle veya özel telif haklarıyla ilgilenmiyoruz. Biz onlara, dünyada okur-yazarlık oranının en düşük olduğu Üçüncü Dünya'ya bunları tek kuruş talep etmeden sunmaya hazırız....
SSCB'nin ve sosyalist bloğun dağılmasından sonra, kimse Küba Devrimi'nin ayakta kalabileceğine inanmıyordu. ABD ambargo koşullarını ağırlaştırdı. Torricelli ve yurtdışından yönetilen Helms-Burton hareketi desteklendi. Başlıca pazarlarımızı ve gıda kaynaklarımızı kaybettik. Nüfusun ortalama kalori ve protein tüketimi yarıya düştü. Ancak, ülkemiz baskılara direndi ve sosyal alanda oldukça ilerledi.
Bugün, gıda ihtiyacını büyük oranda karşılamakta; diğer alanlarda da hızla ilerlemektedir. Bu koşullarda bile, başardığımız işlerle ve yarattığımız bilinçle bir mucizeyi gerçekleştirdik. Nasıl mı dayandık? Çünkü Devrim dayandı, hâlâ dayanıyor ve hep dayanacak, insanların, zeki insanların, daha fazla birleşen, eğitilen ve savaşan insanların desteğiyle dayanacak.
Küba, 11 Eylül 2001'de ABD halkına dayanışma elini uzatan ilk ülkeydi. Küba aynı zamanda ABD'de Kasım 2000'de haksız bir şekilde iktidara gelen aşırı sağın dünyaya empoze etmeye çalışacağı politikanın neo-faşist doğası hakkında uyarı yapan ilk ülkeydi. Bu politika, geçmişte ABD'nin başka yönetimlerine hizmet etmiş radikal bir örgütün ABD halkına karşı korkunç bir saldırı düzenlemesi sonucu ortaya çıkmadı. Bu politika, serinkanlı ve dikkatli biçimde geliştirildi; bu da, Soğuk Savaş'ın çoktan bittiği ve 11 Eylül'den çok önceki bir dönemde ABD'nin askeri yapılanmasını ve silahlanmaya yaptığı büyük harcamaları açıklıyor. O gün yaşanan korkunç olaylar bu politikanın uygulanması için sadece uygun bir mazeret oluşturmuştur.
20 Eylül 2001'de, Başkan Bush, dokuz gün önce yaşananların etkisi altında olan
Kongre'de bunu açıkça belirtmiştir. İlginç bir terminoloji kullanarak, sonu olmayacak gibi görünen bir savaşın amacını 'sonsuz adalet' olarak açıklamıştır....
İki gün sonra, 22 Eylül'de, Küba, bu konuşmanın, kaba kuvvetle, uluslararası hukuka ve kurumlara uyulmadan uygulanacak olan küresel askeri diktatörlük politikasının bir ipucu olduğunu söyleyerek kınadı....
Birkaç ay sonra, 3 Haziran 2002'de, 958 öğrencinin mezun olduğu Batı Askeri Akademisi'nin 200. kuruluş yıldönümünde, Başkan Bush bu düşünce çizgisini o gün mezun olanlara yaptığı uzun bir nutuk haline getirdi ve en temel düşüncelerini açıkladı.
8 Haziran 2002'de, Küba'nın Santiago şehrindeki General Antonio Maceo Meydanı'ndaki kutlamada beş yüz bin kişinin önünde yaptığım konuşmada dedim ki:
'Gördüğünüz gibi, konuşmasında Birleşmiş Milletlerden bir kez bile söz etmiyor. Halkların güvenlik ve barış içinde yaşama haklarından veya ilkeler ve normlar çerçevesinde yönetilen bir dünyanın gerekliliğinden de bahsetmiyor.
'İnsanlığın, acı Nazi deneyimini yaşamasının üzerinden elli yıl bile geçmedi. Hitler'in karşıtlarına karşı en yakın müttefiki korkuydu… Daha sonra, onun korkak ordusu tüm dünyayı etkisi altına alan bir savaş başlattı. Avrupa'nın en güçlü aktörlerinin o zamanki vizyon eksikliği ve korkaklığı büyük bir trajediye giden yolu açtı.
'ABD'de faşist bir rejimin kurulabileceğini sanmıyorum. Siyasi sistemde çok ciddi hatalar yapıldı ve eşitsizlikler yerleşti - bunlar hâlâ devam ediyor - ancak Amerikan halkının bunu engelleyecek kurumları, gelenekleri, eğitimsel, kültürel ve etik değerleri var. Asıl risk uluslararası arenada. Bu ülkenin başkanının gücü ve imtiyazları öylesine çok ve bu devletin ekonomik, teknolojik ve askeri gücü öylesine gelişkin ki, Amerika halkının isteği dışında gelişen koşullara göre dünya yeniden Nazi kavramlarına ve metotlarına geri dönüyor.
'Kendisi ve en yakın yardımcıları tarafından - ve Küba için de Miami'deki arkadaşları tarafından - seçilen 60 veya daha fazla ülkede yaşayan zavallı böcekler bununla tamamen alakasızdır. Onlar, haber verilmeden veya 'savuna amaçlı' yapılan saldırıların hedefi olabilecek 'karanlık noktalar'dır. Küba sadece bu ülkelerden biri değildir, aynı zamanda teröre destek veren ülkeler arasında da sayılmıştır.'
Dünya egemenliği düşüncesinden ilk kez, Irak'a yönelik saldırıdan tam bir yıl üç ay on dokuz gün önce bahsettim. Savaş başlamadan önceki günlerde, Başkan Bush ABD'nin gerektiğinde elindeki her yöntemi, diğer bir deyişle nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlarını kullanabileceğini tekrarladı. Afganistan'a yönelik saldırı ve işgal zaten yapılmıştı.
Bugün sözde 'muhalifler' denen, aslında Bush'un Hitler benzeri hükümetince tutulmuş paralı askerler, sadece vatanlarına değil, bütün insanlığa ihanet etmektedir.
Neo-faşist aşırı sağın ve onun Miami'de seçimleri hileyle kazanmış olan terörist çete müttefiklerinin ülkemize düzenlediği hain planlara karşı, solcu ve hümanist oldukları iddia edilen ve bizden birkaç mil uzaklıktaki bir süper güçten korunmak için kabul etmek zorunda kaldığımız yasal düzenlemeler üzerinden bize saldıran kişilerden kaç tanesi bu sözleri okuma şansı buldu, merak ediyorum. Bu insanlardan kaç tanesi, silahlarıyla tüm insanlığı on kez yok edebilecek bir süper gücün lideri olan Bush'un Nazi-faşisti uluslararası politikasını ortaya koyan ve demin benim de aktardığım sözlerini duydu, kınadı veya yanıt verdi, merak ediyorum.
Bütün dünya, amansızca bombalanarak yerle bir edilen şehirlerin, yaralı çocukların ve parçalanmış cesetlerin korkunç görüntülerinin etkisiyle harekete geçti.
Hepimizin iyi bildiği bazı oportünist ve demagojik küçük grupları bir kenara ayırırsak, ben özellikle Küba'nın dostu olan onurlu mücadele insanlarından bahsediyorum. Küba'ya haksız yere, yanlış bilgilendirmelerle ve dikkatli bir analiz yapmadan saldıranların, bir gün ülkemiz Nazi-faşizmi tarafından bombalandığında yıkılan şehirlerimizi, ölen çocuklarımızı, annelerimizi, kadınlarımızı ve erkeklerimizi, gençlerimizi ve yaşlılarımızı gördüklerinde ve çabalarının provokatörler tarafından Küba'ya yapılan saldırıyı haklı göstermek için yönlendirildiğini fark ettiklerinde üzülmelerini istemiyoruz. Sadece ölen ve yaralanan çocuk sayısı insan kaybının ölçüsü olamaz, bunun yanı sıra milyonlarca çocuk, anne, kadın, erkek, genç, yaşlı hayatlarının geri kalanında savaşın etkilerini hissedecektir.
Para cezasına, dini, felsefi veya insani nedenlerle karşı çıkanlara saygı duyuyoruz. Biz, Kübalı devrimciler, sosyal bilimlerin kastettiğinden daha önemli nedenlerden dolayı para cezasından nefret ederiz. Reverend Lucius Walker'ın muhteşem konuşmasında mükemmel bir biçimde açıkladığı bu tür bir cezanın kaldırılması dileğimiz bir gün gerçekleşecek. Bu konuyla özel olarak ilgilenmemizin nedeni, ABD'de yargılananların çoğunun Afrika-Amerikalı veya İspan-yol ırkından olması, genellikle masum olmaları, özellikle Bush'un önceden eyalet başkanlığı yaptığı Teksas'ta, en fazla ölüm cezası verilen yerde, hiçbir cezanın affedilmemesi göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir.
Küba Devrim'i, gemi kaçıran üç kişiyi yasal ceza olan idama mahkum ederek milyonlarca Kübalının hayatını kurtarma veya hiçbir şey yapmama arasında bir çelişkiye düşürülmüştür. ABD hükümeti sıradan suçluları gemi veya uçak kaçırmaya teşvik etmekte, bu kişileri masumların hayatını tehlikeye atmaları ve Küba'ya bir saldırı için uygun koşulları yaratmaları için cesaretlendirmektedir. Bir dizi uçak kaçırma olayının sorumluları serbest bırakılmıştı ve artık hadlerini aşmaya başladılar; bunların durdurulması gerekliydi.
Söz konusu sonuna kadar savaşmaya kararlı bir halkın çocuklarını korumak olunca, provokatörlere hizmet edenlere, uçak veya gemi kaçıranlara en ağır cezaları vermekte ve onları yasalarımızla yargılamakta asla tereddüt etmeyiz....
ABD'nin provokatif politikası sonucu, 25 Nisan'da, ABD Dışişleri Bakanlığı Küba Bürosu başkanı Kevin Whitaker, Washington'daki İlişkiler Büromuzun başkanına, Ulusal Güvenlik Konseyi'nin Milli Güvenlik Bölümü'nün Küba'daki uçak kaçırma olaylarını ABD açısından ciddi bir tehdit olarak gördüğünü bildirdi ve Küba hükümetinden bu olayları önlemek için gerekli tüm önlemleri almasını istedi.
Bunu, sanki bu kaçırma olaylarını provoke eden onlar değilmiş gibi, bu olayları engellemek ve yolcuların güvenliğini sağlamak için sıkı önlemler alan da biz değilmişiz gibi, faşist radikal sağın Küba'ya karşı bu aralar bir saldırı gerçekleştireceğinin farkında değilmişiz gibi söyledi. Bu istek haber kanallarına sızınca, Miami'deki terörist çeteler karıştı. Hala anlamıyorlar ki onların doğrudan veya dolaylı hiçbir eylemi bu ülkede bir kişiyi bile korkutmuyor.
Batılı politikacıların ve bir grup ortalama liderin iki yüzlülüğü o kadar fazla ki Atlantik Okyanusu'na sığmaz. Küba'nın yasal savunma amaçlı aldığı bütün önlemler medyanın ilk haberleri arasında yer alıyor. Diğer yandan, İspanya'daki hükümet binasında bir odada onlarca ETA üyesinin yargılanmadan infaz edildiğini ve BM İnsan Hakları Komisyonu'ndan kimsenin bunu kınamadığını söylediğimizde, veya başka bir İspanyol başkanının Kosova'daki savaş sırasında ABD'den savaşı daha da hızlandırmasını, bombardımanları artırmasını istediğini ve yüzlerce masum sivilin ölümüne, milyonlarcasının yaralanmasına neden olduğunu söylediğimizde, manşetlerde sadece 'Castro, Felipe ve Aznar'a saldırdı' yazıyor. Gerçekte söylediklerimizle ilgili tek bir kelime bile yok....
Başkan Bush'un yakın bir arkadaşı ve danışmanı ve aynı zamanda utanmaz bir hain olan Lincoln DiazBalart, bir Miami televizyonunda şu anlaşılmaz cümleyi sarfetti: 'Detaylara giremem, ama bu şiddet döngüsünü kırmaya çalışıyoruz.'
Bu şiddet döngüsüyle mücadele etmek için hangi yöntemleri kullanmayı düşünüyorlar? Bay Bush'un seçimlerden önce Teksas'ta söz verdiği gibi, beni en gelişmiş ve modern yöntemleriyle fiziksel olarak ortadan kaldırarak mı? Yoksa Irak'a saldırdıkları gibi Küba'ya da saldırarak mı?
Eğer birinci yolu deneyecekseler, bu beni hiç korkutmuyor. Hayatım boyunca uğruna mücadele verdiğim düşüncelerim ölmeyecek ve uzun bir süre yaşayacak.
Eğer çözüm Küba'ya, Irak'a yaptıkları gibi, saldırmaksa, buna çok üzülürüm çünkü bu çok sayıda cana mal olur ve Küba'ya büyük bir yıkım getirir. Ancak, bu seçenek ABD yönetiminin faşist saldırılarında son seçenek gibi görünüyor, çünkü buradaki mücadele oldukça uzun sürecektir.
Saldırganlar, sadece bir orduyla karşılaşmayacak; aynı zamanda kendini sürekli yeniden üreten binlerce orduyla karşı karşıya gelecektir. Bu ordu düşmana o kadar çok kayıp verdirecektir ki, bu ABD halkının, Başkan Bush'un serüvenleri ve düşünceleri için feda etmeye razı olduğundan çok yüksek bir sayı olacaktır. Bugün, Bush çoğunluğun desteğini almaktadır, ancak bu destek giderek azalmaktadır ve yarın arkasında hiç destek kalmayacaktır.
Amerikan halkı, soran ve sorgulayan milyonlarca eğitimli birey, onların temel ahlaki ilkeleri, iletişim kurdukları ve sayısı Vietnam savaşı dönemine göre yüz katına çıkmış olan milyonlarca bilgisayarları, insanları her zaman kandıramayacağınızı gösterecek....
Bu 1 Mayıs'ta burada toplanan bir milyon insanın adına, dünyaya ve Amerikan halkına bir mesaj göndermek istiyorum:
Biz, Kübalıların ve Amerikalıların bir savaşta kanlarının dökülmesini istemiyoruz. Birbiriyle dost olabilecek binlerce insanın silahlı bir çatışmada hayatlarını kaybetmelerini istemiyoruz. Ancak savunduğumuz şeyler o kadar kutsal, uğruna mücadele ettiğimiz inançlarımız o kadar değerli ki, Kübalıların kuşaklar boyu hayatları pahasına savunduğu onurlu ve cömert bir eserden vazgeçmektense, bu dünyadan yok olmayı tercih ederiz. Silahlar ne kadar gelişmiş veya güçlü olursa olsun, düşüncelerin silahtan daha güçlü olduğuna dair derin inancımızla direniyoruz.
Che Guevera'nın bize veda ederken dediği gibi: Zafere doğru, ileri!
papalık
20.04.2004 - 11:58Roma katolik kilisesi.
alemin kralı
20.04.2004 - 11:28Hangi alemden bahsedildiğine göre değişir.Ormanlar aleminin kralı aslandır.Dolayısıyla futbol aleminin kralı Galatasaray'dır.
ebrar
20.04.2004 - 11:24iyi kimseler, kabul edilmiş olanlar... bozuk inanışlardan, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden uzak duranlar...
dinlerin birleştirilmesi
20.04.2004 - 11:21imkansız, mantıksız ve gereksiz...
tv 5
20.04.2004 - 10:53'Osmanlı milliyetçisi / İslamcı' TV kanalı.
ölüm cezası
20.04.2004 - 10:44İdam cezası, Türkiye'de 1984'ten bu yana uygulanmıyor. 14 Nisan 1926'dan 1984'e kadar toplam 423 infaz gerçekleştirilmiş. En son infaz edilen idam cezaları ise, ekim 1984'te İlyas Has ve Hıdır Aslan hakkındaki kararlar. İdam cezaları Türkiye'de özellikle, sıkıyönetim dönemlerinde daha yoğun bir şekilde uygulanmış. 1984'ten bu yana TBMM Adalet Komisyonu'nda bulunan 26 kişiye ait idam dosyaları Meclis gündeminde bekletiliyor. Bu dosyalardan 19'unu adi suçlar, 2'sini bölücülük, 3'ünü vatana ihanet, geriye kalanını ise siyasi suçlar oluşturuyor
Toplam 1733 mesaj bulundu