Bir ülkenin bütün üretim tesislerini bir fabrika içindeymiş gibi düşünün. Bir fabrikadan bir ürünün üretilmesi için öncelikle hammadde, sermaye, üretim araçları ve işçi gereklidir.
Örneğin hammaddenin 20, üretim araçlarının masrafı 20, işçi ücreti aylık 40 TL olsun. Bu fabrikadan üretilen Bir malın satış maliyeti aylık 80 TL. dir. Yani bu fabrikanın sahibinin zarar etmemesi için bu malı aylık en az 80 TL. den satması gerekir. Fabrikatörü 2 işçi gibi düşünelim. O zaman maliyet 80 + (40/işçi sayısı) *2 olur. Bu durum az çok normal olan durumdur (çünkü patronun hiçbir emeği yok; o evde yatmaktadır) . Ancak kapitalizm koşullarında sermaye yoğunlaşmaya yol açar. Yani bu malın maliyeti 80 TL ise onu 120 TL ye satarak aylık 40 TL kar sağlar. Bu kar miktarı patronun insiyatifinde 50 TL de, 60 TL de olabilir. Bu sömürü oranına göre değişir. Bir malın maliyeti onun üretilmesi için harcanan emek miktarı ise patronun emek vermeden aldığı 40, 50 TL lik kar sömürüdür. Yani işçisinin sırtından kazandığı para.
Şimdi gelelim bu malın pazarlanmasına... Bu mal eğer ülke içinde 120 TL ye satılırsa 40 TL lik bir artı değer oluşur. Çünkü işçiye, çalışana verilen aylık toplam ücret 40 TL dir ve bu işçi piyasaya sürülen 120 TL lik malın ancak 40 TL lik kısmını alabilir. Yani üretilen malın yaklaşık %66 sı artacaktır. Emekçimiz ise üretilen metanın ancak % 33 ünü alabilecektir. Örneğin bu işçimiz belki evine zeytin, peynir alabilecek ama et, sebze gibi diğer ihtiyaçlarını karşılayamayacaktır. Bu sömürü oranına göre değişmekle birlikte bütün kapitalist ülkelerde geçerlidir. Örneğin avrupa ülkelerinde sömürü oranı nispeten daha azdır. Zira enflasyon oranı ile sömürü oranı genelde paralel bir çizgi gösterir. Türkiye gibi ülkelerde ise bu teori daha net bir şekilde görülmektedir. Bu artı- değer kapitalisti dış pazar aramaya iter. Çünkü malının %66 sı elinde kalmıştır. Velhasıl savaşlarla, komplolarla (bunu bizzat değil devlet eliyle yapar) dış pazarını bulur. Ancak aynı şartlar sömürdüğü ülke içinde geçerlidir. Yani onun da birkaç kapitalisti ve üretilmiş artı-değeri vardır. Birgün o da dış pazar arayacaktır. Ve ilişkiler yavaş yavaş bir çıkmazın içine girecektir (pazar kıtlığından dolayı) . Bu döngü, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm ile son bulmalıdır.
İşte sosyalizm, özel mülkiyetin neden olduğu bu sömürü ortamını kaldırarak sömürüsüz bir dünya kurar. Bunu nasıl mı yapar? Öncelikle sömürünün kaynağı olan artı-değeri, özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyeti getirerek yok eder. Böylece özel mülkiyetten kaynaklanan artı-değer üretimi son bulur. Sosyalist ekonomide bütün üretim araçları ulusaldır, yani devletin malı değil halkın malıdır. Bu sebeple patron diye birşey yoktur. Halk kendi fabrikasının patronudur. Üretim artı-değer için değil ihtiyaç içindir. Bu yüzden ürünler ihtiyaç kadar üretilir. Gerçek sosyalist ülkelerde enflasyondan söz edilemez.
Sosyalist ülkelerde iktidar, emekçi halkın elindedir. Ve bu iktidarını kendisini sömürmek isteyen kapitaliste karşı dikte etmektedir.
Sosyalist ülkelerde çıkar, rekabet gibi unsurların yerine paylaşım, eşitlik esasları geçerlidir. Sağlanan en büyük eşitlikler eğitim, sağlık, spor, emek kadar ücret, sanatsal ve kişisel girişim alanlarında olmaktadır. Örneğin Sovyetler Birliğinde, fabrikalarda çalışma saatleri 6 saattir. Bunun yanında fabrikalarda sanatsal atölyeler, işçilerin mucitliklerini gösterebilecekleri labaratuarlar, kütüphaneler ile bireyin yeteneklerini ortaya çıkaracak ve geliştirecek ortamlar bulunurdu. Sosyalist ülkelerde en büyük önem eğitim ve sağlığa verilir. Bu yüzden bu kurumlar, herkesin eşitçe faydalanabilmesi için, ücretsiz hale getirilmiştir.
İşte sosyalizm, kapitalizmin özel mülkiyetinin sebep olduğu bütün kötülükleri (çıkar savaşları, pazar savaşları, komplolar, yoksul halkları sindirme politikaları, insanların insani ve kültürel bilinç kaybı, daha da vahimi açlık, yoksulluk, sefalet) yok ederek halka kendi geleceğini özgürce tayin etme hakkı verir. Bunu, her biriminde sistematikleştirdiği paylaşım, eşitlik, disiplin ile başarır.
Sosyalizm, kapitalizmin yaması değildir. Sosyalizm devrimci bir değişmedir. Yani bu sömürü çarkının yeni bir dişlisi değildir. Sosyalizmin amacı birey için bireysel çaba yerine toplum için toplumsal çabayı koymaktır. İşte bu noktada liberallerin birey edebiyetının saçmalığını anlayabilirsiniz. Yani birey toplumu oluşturmamaktadır. Bu yüzden kapitalist sistemde hortumcular, düzembazlar halkın malını çalarak zenginleşirken halk fakirleşmektedir. Oysa sosyalizmde toplum için toplumsal çaba unsuru ile (bireyler toplumu oluşturduğuna göre) bütün insanların zenginleşmesi sağlanır. Kapitalistlerin bir diğer aldatmacası ise serbest rekabet yalanıdır. Düşünün ki bir kapitalistin elinde çalışan işçinin patronuyla serbest olarak rekabet etmesi ne kadar aptalca birşey olur.
Sosyalizm uzak bir sistem değildir. Sömürülen halklar kendi dünyalarını kurmak için birçok olanağa sahiptir.
(funky-c)
NATO İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Sovyetler Birliği'ne karşi kuruldu. ABD ve Bati Avrupa ülkeleri SSCB'nin Doğu Avrupa'da egemen olmasını; Çin, Vietnam ve Cezayir gibi ülkelerde bağımsızlık eylemlerinin başını komünistlerin çekmesini, dünya kapitalizmi için bir tehlike olarak görüyorlardı. 1991'de SSCB dağılıp Varşova Paktı da ortadan kalkınca NATO'nun varlığı için bir gerekçe aramak gerekti. Demokrasiyi korumak, biyolojik silahların yayılmasını veya aşırı milliyetçilerin barbarlığını önlemek gibi insancıl hedefler ileri sürüldü. Grenada'ya, Somali'ye çıkarmalar yapıldı; Libya'da, Sudan'da, Irak'ta, Bosna'da kentler bombalandı. NATO şemsiyesi altında ABD saldırıları için son gerekçe ise terördür. ABD ve onun komutasındaki NATO için sürekli bir düşman aranmaktadır. Neden bu arayış? Ve neden NATO?
Bu arayışın birbirine bağlı birkaç nedeni vardır. Bunlardan bir tanesi serbest piyasa ekonomisini bütün dünyaya yayarak Amerikan 'emperyal doktrini'ni gerçekleştirmektir. Bu doktrine göre ABD direnişe geçen devletlere karşi koyacak, bunu yapmak için de itaatkârlari etrafina toplayacaktir. NATO bunu saglamak için bir araçtir (R. Haas, The Reluctant Cheriff, Diş Ilişkiler Konseyi N.Y 1997) . Amerika, saldiriya ugradigini ispatladigi an diger NATO ülkelerini yaninda bulacaktir. Afganistan'a saldırıda olduğu gibi.
Neo liberal ekonomik düzen 1970'li yıllardan beri bunalım içindedir. Rant ekonomisine, yüksek mali sermaye birikimine dayanan bu düzen; yüksek boyutlarda işsizliğe ve sefalete yol açmıştır. Ezilen, toplumdan dışlanan yığınların bir bölümü çaresizlik içinde teröre, kökten dinciliğe, aşırı milliyetçiliğe yönelmiştir. Yani rejim kendi düşmanının yaratmıştır.
1990'lı yılların sonlarında ise başta ABD olmak üzere bütün gelişmiş kapitalist ülkeler sürekli bir durgunluğa girmiştir. Silah üretiminin artırılması ve savaşlar rejimin iç çelişkilerine ve bunalıma karşı bir önlem olarak görülmektedir. NATO'ya bağlı askeri güçlerin aynı techizatı kullanması, Amerikan savaş sanayiine büyük avantajlar sağlamıştır. Doğu Avrupa ülkelerinin NATO'ya katılmasıyla birlikte Boeing, Lockheed-Martin gibi Amerikan silah firmaları bu ülkelere milyarlarca dolarlık silah satmışlardır. Lockheed-Martin, Afgan savaşı başlar başlamaz 200-400 milyar dolar civarında bir ihale aldı. Silah üretimi arttıkça yeni iş alanları açılıyor, dünya ekonomisine egemen olma ümitleri artıyor.
NATO'nun ABD'nin ekonomik çıkarlarının korunmasında oynadığı rol göz ardı edilemez. Arizona Üniversitesi'nden siyasal bilimler profösörü D.N. Gibbs, ekonomik çıkarların korunmasında silah gücünün önemini şöyle anlatıyor: 'Askeri sınayi kompleks önemli bir ekonomik aktördür; Avrupa'da ve dünyada Amerika'nın sürekli ekonomik egemenliğine hizmet eder. Bu nedenle ekonomik çıkar grupları askeri saldırganlıktan yanadır. Amerikan yatırımları küreselleşmektedir, bu yatırımların her zamankinden çok askeri korunmaya ihtiyaçları vardır, özellikle Ortadoğu ve Afrika gibi istikrarsız bölgelerde.' Gibbs, New York Times gazetesi köşe yazari T. Friedman'dan da şu aktarmayi yapiyor: 'Pazarın gizli eli, hiçbir zaman bir gizli yumruk olmadan yaşayamayacak. Mc Donalds, Mc Donalds-Douglas (F-15 tipi savaş uçaklarıı üreten firma) olmadan semiremez ki. Kısacası küreselleşme hiçbir zaman askeri müdahale fikrine düşman değildir. Tersine askeri maceralarla küreselleşme birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.' (Monthly Review, New-York, Eylül 2001)
Gibbs'in de belirttiği gibi, son on yıl içinde NATO Amerikan siyasetinin temel taşı olmuştur. Ancak silahlanma, müdahaleler ve savaşlar pahalıya mal olduğuna göre, varlık nedeninin izah etmek, işlenen insanlık suçlarını halka kabul ettirmek zorundadır.
Doç. Dr. Yıldız Sertel (inadina.com)
BÜYÜK ORTADOĞU PROEJESİ VE NATO
Çalışma GRUBU (Sendika Org)
Büyük Ortadoğu Projesi Nedir?
Projenin iki önemli yönü var:
ABD'nin Kuzey Afrika'dan Pakistan'a kadar 22 ülkeyi kapsayan coğrafyada siyasal, askeri ve ekonomik yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlaması.
NATO'nun, ABD'nin müttefiklerini hem denetleyerek hem de onları kullanarak Ortadoğu'ya hakim olabilmek için yeni tehdit kavramlarına göre yapılandırılması.
Kısaca BOP ile bölgemizde ABD düzenini tesis edebilmek için tüm dünya seferber edilecek. Bu proje yeni bir proje değil. Projenin temelleri 1. Körfez Krizi'nden sonra 6 Mart 1991'de Bush'un yaptığı 'Yeni Dünya Düzeni' başlıklı konuşmada atılmıştır. Bu konuşmaya göre:
Bölgedeki kitle imha silahları kontrol edilecektir
Siyasal sistemler demokratikleştirilecektir
Bölgenin güvenliği için NATO çatısı altında oluşturulacak bir güç bölgeye her an müdahale edebilecek duruma getirilecektir.
Yukarıdaki açıklamalar ABD'nin bölgemize yaptığı seferlerin bir bahanesidir. Bölgede en çok kitle imha silahına sahip olan İsrail silahlandırılırken, bölge halkının yeraltı ve yerüstü zenginlikleri yağma edilerek yoksullaştırıldı. Yıllardır bir arada yaşayan Yugoslav halkları NATO aracılığıyla parçalandı.
BOP, kamuoyuna ilk kez Amerikan Silahlı Kuvvetleri için Joint Forces Quartly dergisinin 1995 Sonbahar sayısında 'The Greaten Middle East' başlığıyla yayınlanan bir yazıyla yansıdı. Aynı yıl AB, Almanya-Fransa ikilisince hazırlanan 'AB - Akdeniz Girişimi Projesi'ni Barcelona'da başlattı. Bu AB projesine göre, bölgede ekonomik reformlar desteklenecek ve 2010 yılında bir serbest ticaret bölgesi kurulacaktı. Ama bu bölgeyi AB'ye bırakmak istemeyen ABD daha sonra Kuzey Afrika'yı da BOP içine aldı.
Bu arada Türkiye'de önemli bir olay oldu ve 28 Şubat post modern darbesi sahneye çıktı. Fazilet Partisi iktidardan düşürüldü, radikallerden temizlenen 'Siyasal İslam' arayışlara girdi. Bugün Siyasal İslam'ın bu yeni kadrosu ile ABD ilişkileri her geçen gün gelişmektedir. Bunun bir tesadüf olmadığı kesin.
NATO'nun Yeni İşlevi
23-25 Nisan 1999 NATO Washington Zirvesi'nde 'Yeni NATO Konsepti' zorlu müzakerelerden sonra kabul edilmiştir. Alınan kararlar kısaca şöyledir:
NATO'nun, 'Alan Dışı' askeri harekatlarda kullanılması
NATO'nun, kitle imha silahları, uluslararası terör, uyuşturucu kaçakçılığı ve ırk ayrımı gibi sorunların çözümünde kullanılması
Askeri harekat ve savaş kararlarının BM kararlarına bağlı olmaksızın NATO'da alınması
NATO'da 'Çokuluslu Birleşik Görev Kuvvetleri' kurulması, bu kuvvetlerin askeri harekatlarda kullanılması
NATO'ya küresel boyutlarda ekonomik, politik, demokratik ve stratejik görevler verilmesi.
ABD'nin 11 Eylül 2001 saldırıları sonucunda yönetime yakın düşünce kuruluşları tarafından daha sık dile getirmeye başlanan 'Ilımlı İslam Modeli' teorik olarak öncelikle Graham Fuller, John Esposito ve John Voll gibi Beyaz Saray'a yakın isimlerce gündeme getirilmiş ve uygulamaya geçirilmesi için çalışmalar başlatılmıştır. Graham Fuller, Foreign Affairs dergisinin Mart-Nisan 2002 tarihli sayısına yazdığı 'Siyasal İslam'ın Geleceği' başlıklı makalede Türkiye'nin hangi özellikleri ekseninde İslam ülkelerine bir model olmaya başladığını şu sözlerle ifade etmiştir:
'Türkiye kesinlikle bir model haline gelmektedir. Çünkü Türk Demokrasisi katı devlet ideolojisini yıkmakta ve gönülsüz de olsa, ülkenin gelişmekte olan demokratik ruhunu, kamuoyunun önemli bir kısmını, geleneği yansıtan İslami Hareket ve partilerin doğuşuna izin vermektedir.'
Türk-İslam sentezinden Ilımlı İslam'a doğru geçiş, yeşil kuşaktan BOP'a geçişle aynı zamana rastlamıştır. AKP' nin kuruluş çalışmaları hızla gelişirken Başbakan Erdoğan'ın ABD'de geziler yapması tesadüf mü? Tam bu sırada Eylül 2002'de yayınlanan ve Bush Doktrini olarak adlandırılan 'ABD'nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi' başlıklı belge ortaya çıkmıştır. Olaylar birbirini takip etmiş, gizli bir el sanki her şeyi arka planda organize etmiştir.
4 Ekim 2002 tarihinde yapılan NATO Daimi Konseyi Toplantısında ABD'nin görüşleri, NATO Genel Sekreteri George Robertson tarafından dile getiriliyor. Bu konuşmada NATO'nun genişlemesine göre geliştirilecek talepler sıralanmıştır:
NATO ülkeleri, istihbarat, işbirliği ve bilgi paylaşımında bulunmalıdır.
Terörle karşılaşan NATO veya diğer üyelere destek verilmelidir.
ABD, NATO üstlerinden yararlanmalıdır.
NATO topraklarında bulunan ABD üstlerinin güvenliği bağlanmalıdır.
NATO ülkeleri havaalanlarını ve limanlarını ABD'ye açmalıdır.
NATO gücü Doğu Akdeniz'e kaydırılmalıdır.
Hegemonik Bataklık:
26 Şubat 2003'te yani Irak'ın işgali için düğmeye basılmasından kısa bir süre önce ABD Başkanı George Bush, yeni muhafazakarların üssü olarak bilinen 'Amerikan Girişim Enstitüsü' adlı düşünce kuruluşunda bir konuşma yaparak 'Ortadoğu'da demokratik değerlerin yayılmasını öngören' planı açıklamıştır.
Brezinski, 'Natıonal İnterest Dergisi'nin kış 2003 sayısına yazdığı 'Hegemonik Bataklık' başlıklı makalesinde:
'...ABD, Global Balkanları, kendi stratejik çıkarlarına uygun olarak şekillendirmelidir. Bu bölge o kadar önemlidir ki ABD herhangi bir bölgesel gücün beklenti ve önceliklerini buraya dayatmasına izin vermemelidir.'
Bu arada, Bush bu konuda ısrarlı olduğunu göstermek için 9 Mayıs 2003'te yaptığı bir konuşmada on yıl içinde bir ABD-Ortadoğu Serbest Ticaret Bölgesi'nin kurulacağını açıklamıştır.
12 Mayıs 2003'te Brüksel'de düzenlenen Avrupa Güvenlik Forumu için Henry J. Barker tarafından hazırlanan 'Türkiye'nin Stratejik Geleceği: ABD Perspektifi' başlıklı belgede, yeni dönemde Washington açısından Türkiye'nin stratejik öneminin artacağı belirtilerek şu görüşlere yer verilmiştir:
'Türkiye'nin artan stratejik değeri, bu ülkenin iç istikrarını ABD'li politika belirleyicileri için daha da önemli bir kaygı haline getirmiştir.'
Bu arada AKP iktidarının desteklenmesi konusunda, ABD Dışişleri Bakanlığı Siyaset Geliştirme Dairesi Direktörü Richard Haass, muhafazakar The Washington Quarterly Dergisi'nin yaz 2003 sayısına yazdığı bir yazı ile Müslüman dünyada demokrasinin yaygınlaştırılması amacıyla, 'Yeni Türk Hükümeti'nin sonuna kadar destekleme konusunda kararlı' olduklarını açıklıyordu. Böylece Türkiye'nin BOP bağlamında 'Ilımlı İslam Modeli' olarak Ortadoğu ülkelerine önerilmesini savunmuştur.
Yeni Marshall Planı:
Artık Ortadoğu Projesi çerçevesinde eski Marshall Planı'na benzer bir planın hazırlanıp uygulanma zamanının geldiğini gören ABD, kendisi ile birlikte hareket eden ülkelere bir nevi ekonomik yardım yapma kararı alıyor.
NATO ile işbirliğini genişletmek isteyen ABD'nin NATO Büyükelçisi Nicholas Burns'un, 19 Ekim 2003'te Prag'daki NATO toplantısında yaptığı konuşmadan bazı önemli noktalar şöyle aktarılabilir:
NATO artık Büyük Ortadoğu hedefine kilitlenmelidir.
Kavramsal ilgimizi ve askeri gücümüzü Doğuya ve Güneye yerleştirmeliyiz. NATO'nun geleceği Doğu ve Güneydedir: Bu da Ortadoğu'dur.
NATO'nun genişlemesini 'Akdeniz Diyalogu' ile değil, Kafkasya ve Orta Asya ile birlikte düşünmeliyiz.
Yeni ortaklar, yeni üyeler, yeni askeri yetenekler ve stratejik misyon: Hepsini topladığımızda yeni bir NATO'muz oluyor.
Eğer NATO ile AB arasında işbirliğini garanti altına alırsak ve ilişkilerimizin ruhu ve gerçeği bu olursa, durum iyi olacaktır. Ama bazı AB üyeleri bunu rekabetçi bir ilişkiye çevirirse o zaman aramızda büyük anlaşmazlıklar olacak demektir, çünkü biz Amerikalılar NATO'yu devam ettirmek istiyoruz.
2004 yılında, ABD'nin BOP çerçevesinde ilk somut adım olarak Senatör Joe Lieberman ve Chuck Hagel, Ortadoğu'da bir kalkınma bankası kurulması ve bu ülkelere ekonomik yardım sağlanmasını içeren bir tasarıya kongreye sundu. Tasarıda, 'Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Kalkınma Bankası' kurulması maddesi yer alıyor. Ayrıca tasarıda ABD'nin söz konusu ülkelere beş yıl boyunca yılda bir milyar dolar bağışta bulunması ve programa diğer ülkelerden de destek sağlanması öngörülüyor.
Brezinski, 8 Mart 2004'te The New York Times gazetesinde yayınlanan 'Büyük Ortadoğu'ya Dikkat' başlıklı bir uyarı yazısında, 'Yönetimin Büyük Ortadoğu Girişimi ile ilgili hatalı işler yaptığına kuşku yok.' diyerek şöyle devam ediyor:
'Daha başlangıçta, demokrasi girişimi Başkan tarafından burnu büyük biçimde sunuldu. Bush bu konudaki açıklamasını, Irak savaşının destekçiliğini yapan ve Arap dünyasının gözündeki imajı hiç de iyi olmayan Washington merkezli bir düşünce kuruluşunda, Amerikan Girişim Enstitüsü'nde yaptı.'
Bu arada 12 Mart 2004'te Suriye'nin Kamışlı bölgesinde Kürtler ile Araplar arasında çıkan ve etnik çatışmaya uzanan kanlı olaylar, bu çatışmaların bölge ülkelerindeki etnik unsurların üzerinde yarattığı etkinin tespiti için küçük bir prova niteliğinde görülmektedir.
Ilımlı İslam-Laik Amerikancılık
Genelkurmay İkinci Başkanı Org. İlker Başbuğ, ABD'den döndükten sonra 19 Mart 2004 günü yaptığı açıklamada ABD ile BOP konusunda anlaşmaya vardıklarını söylüyordu:
'...Bu açıdan BOP' un yararlı, isabetli olacağı düşüncesindeyiz. Teröre karşı mücadelenin sadece askeri tedbirlerle olmayacağını biz 80'lerden beri söyledik. Eğitimsel, ekonomik, sosyal, kültürel unsurlar da olmalı. Bu girişimin şeffaf olması, tepeden inme, zorlayıcı olmaması gerektiğini de muhataplarımızla paylaştık. İslam devleti modeli gibi kavramlar ortaya atılıyor. Hem laiklik, hem ılımlı İslam devleti bir arada olmaz. Ya biri ya diğeri olur. Biz anlattık. Türkiye'nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğunu, bunu dışındaki düşüncelerin uygun olmadığını düşünüyoruz. Bu muhataplarımızca çok iyi anlaşıldı.'
Kısacası Ordu'nun fikri BOP'a evet, Ilımlı İslam'a hayır... Buna Laik Amerikancılık da denebilir.
TSK NATO temsilcisi Korg. Engin Saygun da, 4-7 Nisan 2004 günlerinde Washington'da gerçekleştirilen Amerikan-Türk Konseyi 23 yıllık Konferansında aynı görüşü dile getirmiştir.
Türkiye'de siyasal iktidar BOP' un ortaya atıldığı andan itibaren kendileri için kaçırılmaz bir fırsat olduğunu düşünmüş ve projenin en büyük sahiplenicilerinden biri olmuştur. Başbakan Erdoğan 'Diyarbakır yıldız olabilir' diyerek projenin parçası olduğunu ilan etmiştir. Erdoğan'ın G-8 zirvesine çağrılmasının nedeni budur.
4 Nisan 2004'te 'Stockholm School of Economics'de bir konuşma yapan ABD'nin NATO nezdindeki büyükelçisi R. Nicholas Burns NATO'dan İstanbul Zirvesinde istediklerini şöyle özetledi:
ABD'ye Afganistan'da destek
Irak'ta destek
Müslüman dünya ile işbirliği için destek
'Büyük Ortadoğu'yu oluşturmak için destek
NATO ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler
ABD güdümünde Avrupa mı yoksa bağımsız Avrupa mı?
Türkiye'nin Önemi...
Türkiye'nin BOP ve 'Yeni NATO' için ne kadar önemli olduğu, Washington'un İzmir'deki ikinci bir NATO karargahı kurmak istemesiyle de açıkça görülmektedir. İzmir'deki bu ikinci karargahın 'Yeni NATO'nun asıl karargahı olarak düşünüldüğünü, 5 Nisan 2004 günü Ege Üniversitesi'nde yapılan uluslararası bir panelde NATO'nun ilgili masa sorumlusu Stefani Bobst'un şu sözleri ortaya koyuyor:
'NATO'nun yeni güvenlik misyonu, ABD'nin Büyük Ortadoğu Planını içeriyor ve bu paralelde Belçika dışında, burada, Türkiye'de ikinci bir üsse ihtiyaç var. İzmir'in üs olmasını istiyoruz. NATO Büyük Ortadoğu ile ilişkilerini düzenlemek için Türkiye'de İzmir'i merkez olarak kullanmalıdır.'
Buna Washington merkezli düşünce kuruluşlarının İstanbul'da NATO'nun bir 'Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi' kurması gerektiği fikrini telkin etmeye başlamalarını da eklemeli. NATO'nun 'Acil Müdahale Gücünü' İstanbul'a taşıma kararı ve İstanbul'daki 3. Kolordu'nun AGSK üzerinden doğrudan NATO karargahına tahsis edilmesi bu bağlamda özel bir anlam kazanıyor.
Son olarak 17 Mayıs 2004 tarihinde Brüksel'de toplanan NATO Zirvesi hazırlık toplantısında konuşan Genel Sekreter De Hoop Schffer de NATO'nun güvenliği bundan böyle ancak yeni biçimde; yani, 'Sıcak Barış' anlamını tarif ediyor.
'Yeni NATO, istikrarı tesis ederken üç yönteme dayanacaktır: Ortaklarının sayısını artıracak; Balkanlar, Afganistan ve Akdeniz'de gerçekleştirilecek müdahaleler; ve silahlı kuvvetlerinin yapısının, üye devletlerin kendi topraklarından uzakta gerçekleştireceği yeni misyonlara uygun hale getirilmesi'
Sonuç:
Türkiye'nin coğrafi ve stratejik konumu ve çevre ülkelerle yakın ilişkileri ayrıca Batılı tekellerle bağımlı ilişkiler içinde olması nedeniyle Türkiye'ye 'model ülke' gömleği sıkça giydirilmeye çalışılıyor. Tekellerin bu bölgeyi yeniden biçimlendirmeye çalışması kendi yönetim ve müdahale araçlarını bu coğrafyaya daha da yaklaştırmasını gerektirmektedir. Bu sebeple Türkiye'de uzun yıllardan beri işgalci güçlerin hizmetine açık olan üslerin daha da genişletilmesi ve üs sayılarının arttırılması tasarlanmaktadır. Türkiye tekellerinin de seve seve onay vereceği bu kararların gerekleri masa başında yerine getirilmeye başlandı bile! Bu pazarlıkların sonucunu ilerleyen tarihlerde göreceğiz.
28-29 Haziran'daki zirvede Türkiye - NATO - ABD işbirliği çerçevesinde uygulamaya geçirilecek gündem şöyle özetlenebilir:
Önemli noktalarda üsler kurulması, ortak tatbikatların düzenlenmesi.
Napoli'deki Güney Müttefik Komutanlığı'nın genişleterek veya tamamen yeri değiştirilerek İstanbul'a taşınması. Ayrıca NATO'nun genel karargahının da Brüksel'den taşınması düşünülmektedir.
Amerika, Ortadoğu ve Avrasya'ya yönelik işgal politikalarının bir askeri uzantısı olarak Florida'daki Ortadoğu Kuvvetleri Komutanlığı'nı Irak'a ya da bölgedeki bir ülkenin topraklarına taşımaya hazırlanıyor.
İzmir'de ikinci bir üs açılması ve buranın NATO'nun hareket merkezi olması.
ABD ile Türkiye arasında 1980 yılında imzalanan 'Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması' çerçevesinde her yıl yapılan 'Yüksek Düzeyli Ortak Savunma Grubu' toplantısı düzenlendi ve görüşmelerde NATO'nun en önemli üç karargahının biri olan 'Yüksek Seviyede Hazırlık Gücü' meselesi ve bunun birinin İstanbul Maslak'taki 3. Kolordu olması konusunda ABD onay verdi. Eğer bu gerçekleştirilirse Maslak, Türkiye'deki üslerin en önemli noktalarından birini oluşturacaktır.
İncirlik Üssü'nün kapasitesinin genişletilmesi. Asker, teçhizat ve silah sayısının arttırılması.
Karadeniz Bölgesi kıyılarında deniz üssü kurulması projesi. (Özellikle Trabzon ve Samsun olmak üzere)
Konya'nın askeri tatbikatlar için merkez olması.
Bu tasarıların NATO'nun geleceği için öneminin ne kadar büyük olduğu görülmektedir. Ayrıca Türkiye tekelleri açısından da önemi büyüktür. Türkiye'de egemen güçler, bazı tereddütler taşısa da göreve atılmak için sabırsızlanıyorlar! Görünen bu gelişmeler açık bir işbirliğini daha da kuvvetlendirecektir. Bu işbirliğinin sonunda Türkiye ekonomik ve siyasi olarak ABD'ye daha da bağımlı hale gelecektir. Türkiye'nin tüm askeri, siyasi, ekonomik varlığı, ABD'nin çıkarları uğruna kullanılacak bir araç olacaktır. Ülkemiz kardeş bölge halklarıyla düşman haline getirilecektir. Bölge halkları yaşadıkları acılardan ötürü ülkemize öfke duyacaktır. Gençlerimiz ABD çıkarları için bölge halklarına karşı savaşa sürülecektir. Ülkemizin kültürel zenginliğinin parçası olan halklar, Batı tarafından parçalanacaktır. Buna sessiz kalmak bu barbarlığa ortak olmaktır.
(inadına.com)
YOLSUZLUK YETMEZ
KARAPARA ÇOK ÖNEMLİDİR
Sermayenin ilk birikimini anlatırken Marx, 'kan ve gözyaşından' söz açarak, birikimin temelinde hiç de saf-temiz bir efsane olmadığını yazar. Elbette burada anlatılan,yani emekle piyasada buluşan sermayenin birikimidir. Fetihler, sömürgeler, köleleştirilen halkları vs. kasteder düşünürümüz. Ancak tarihi randevusunu verdiği emekle buluşmak için pazara geldiğinde kendine, insanların 'çalışa çalışa, hiç harcamadan, çok tutumlu davrananların, bütün kazancını harvurup harman savuran ve böylece emeklerinden başka satacak şeyleri kalmayanlara inat' oluşturdukları saf tertemiz 'sermaye' olduğunu anlatır. Daha ilk ortaya çıkışta, kendini oluşturan önemli ögelerin başında, haydutluk, soygunculuk, hırsızlık olduğunu saklarken, emekle birleşerek oluşturduğu sistemi insancıl özelliklere dayanan 'doğal' bir sistem olarak tanıtmakta çok başarılı olur.
Fakat bu sistemin bir vazgeçemediği zayıf yanı vardır. Para olarak kalması yetmediği gibi, sermaye olabilmesi için 'değer doğurması' ve giderek sürekli kendini büyütmek, yeniden üretmek zorundadır. Fakat bu büyüme,sermayenin büyümesi için gerekli artı değerin küçülmesi, sabit sermayenin değişken sermaye karşısında çeşitli nedenlere daralması ve daha bir takım unsurların birlikteliği sonucu duru ve bu da giderek krizlere neden olur. Kapitalizmin içine düştüğü bu krizlerin bedelini elbette kapitalistin kendisi dışında kalan tüm kesimler öder ve en çok da elbette emeği ile çalışan halk öder.
Ancak işin bu tarafı değil bizi ilgilendiren. Bu yazının çercevesi, paranın mübadele aracı olmaktan çıkıp, kendisinin mübadele konusu olması aşamasından sonra, banka sermayesi ile sanayii sermayesinin içiçe geçmesi ve kapitalist yoğunlaşmanın yeni biçimlerine ulaşmasında özel bir durumun kapitalizm açısından vazgeçilmez olduğudur. Bu çok özel durumu, 'kara para' denilen ve tek özelliği 'yasa dışı' denilerek tanımlanamayacak paranın sistem içine alınmasına olan gereksinimidir. Basit rakamlarla açıklamak için, Maliye Bakanlığı bünyesindeki Mali Suçlar Araştırma Kurulu tüm dünyadaki 'uyuşturucu parasının' 400 milyar dolar olduğunu ve bunun yüzde kırkının Türkiye üzerinde geçerek tüm dünyaya dağıldığını saptadığını söylemek yeter. Yani devletin tespitlerine göre bu miktar en kaba hesapla 16 milyar dolardır.
Tüm dünyada olduğu gibi, 'kara paranın' engellenmesi çabası içindeymiş gibi gözüken kapitalist sistemin aslında bunu ehlileştirmekten öteye bir çabası olması abesle iştigaldir. Bu para bir şekilde yeniden üretime katılmalıdır. Bunun tek yolu elbette bankacılık sistemidir. İlk başlarda, altın üzerine kurgulanan bu 'aklama' işlemi artık 'paranın yüksek hareket' yeteneği ile çok daha kolaylaşmış görünmektedir. İkide bir ileri sürülen, 'halkın yastık altındaki altınlarını' piyasa çıkarabilme ve 'üretime katkı' olarak kullanabilmenin yollarını araştırmak ve önermek modadır. Gerçekten de halkın tasarruflarını ilk başlarda altına yatırdığı veya şimdilerde olduğu gibi dövize yöneldiği doğrudur. Ancak bunun bir açıklaması, halkın küçük tasarruflarını kendince güvence altına almasına dayanma güdüsüne dayanmaktadır. O nedenle de ortaya çıkarılması çok da mümkün olmayan küçük miktarları içerir. Zaten yasal yapılanmaların düzenlenmesi de hep bu doğrultudadır. Bir dönem çıkarılan, 'isimsiz hesap', bankaların dağıttığı 'hamiline yazılı' hediye çekleri, isimsiz, şifre esasına dayalı banka hesapları ve dokunulmazlıkla donatılan banka kasaları, halkın elindeki bu zavallı 'birikim' için değil doğrudan 'kara para' nın finansman sektörüne döndürülmesi içindir. 'Nereden buldun' yasası bunun için çıkarılmaz. Kaldı ki sorun sadece bankacılık sermayesi ile sanayici arasında değildir. Finans sermayesi zaten önünde sonda 'yoğunlaşma' dediğimiz süreç içinde tek egemen olmuştur. Türkiye'de bu adımlar 1980 ihtilalcilerinin koruması altında atılmıştır. Dövizin serbest bırakılmasının hemen ardından döviz mevduat hesaplarındaki yükseliş bile kara paranın sisteme legal yollardan entegrasyonun başlı başına bir göstergesidir. Şimdilerde halkın yararına gibi gösterilen, cebinde 10 dolar yakalatan yıllarca hapis yatardı edebiyatı, aslında binlerce doları bulan kara para aklamasının kılıfı değil midir? Bu adımlar son derece yararlı olmuştur. Öte yandan ortalığı çiğ gibi bir müteahhitler ordusu sarmıştır. Ordu ihaleleri ile, devlet ihaleleri ile bir anda aile resimlerine giren türedi fabrikatörlerle ortalığın dolması ve giderek türedi iş adamlarının her birinin kendine banka kurması raslantı mıdır? Öte yanda şöyle bir düşünürsek, Türkiye'nin geçmişe dayanan tüm sanayicilerinin birer banka kurması da bu sürecinin başlangıcı değil midir? Yanlış anlaşılmasın elbette 1980 sonrası müteahhitlerinin, sanayicilerinin, bankacılarının sadece kara para aklayarak, kendilerini varettiğini ileri sürmüyorum elbette. Fakat Türkiye'nin üzerinden geçtiğini devletin kendisinin açıkladığı 16 milyarın (bu sadece uyuşturucu parası) düzeninin legal çarkları içine entegre olmasını sağlamak yolundaki çabalarının bu türedilerin oluşmasında hiç mi payı yok? Örneğin Uğur Mumcu'nun zamanında belgeleriyle açıkladığı silah ticaretinden gelen kara paranın bu ülkede büyük finans sermayesinin oluşmazsın da dahli olmadı mı? Bu paralar sermaye tarafından içselleştirilmedi mi? Siirt'li aşiret reisi, İstanbul'un en lüks semtinde onlarca apartman satın alırken, ülkücü gangster belediye inşaatları yoluyla uyuşturucu parasını sisteme sokmuyor mu? Bir general Türkiye'nin en pahallı yerlerinde yazlıklar yaptırarak 'tüm alınterini' sisteme entegre etmiyor mu? Bunları siz çok daha uzatabilirsiniz. Ama kapitalizmle 'kalkınmak' istiyorsanız, sürekli bunu söyleyen partilere oy veriyorsanız, en yakışıklı iktisatçı silahşörlerinizi televizyon televizyon gezdirip yetmezmiş gibi üniversitelerde magazin programlarla (içtenlikle söylüyorum çok sempatik ve etkili oluyorlar bence) kapitalizmin erdemlerini anlattırıyorsanız (ve iktisat profesörü olarak buna inanıyorsanız) yolsuzluktan ve kara yollarda gelen paranın aklanmasında, sadece daha rafine yollar bularak, patronlarınızın takdirini kazanmaya çalışmanız gerekir.
Kapitalizm karapara ile mücadele etmez, edemez. Etmemesi gerekir. Kapitalizm, Alcapon'ları karapara kazandığı için değil, bu paranın vergisini ödemediği için mahkum eder.
Çok yakın tarihte hepsi işinin başına dönecek olan Kartal Cezaevi misafirleri içlerini rahat tutsun.
ÖZET OLARAK
Kapitalizm için 'karapara' nın dayanılmaz vazgeçilmezliği vardır. Kapitalizme akıl vermek haddimiz değil ama, hiç olmazsa bizi enayi yerine koymasınlar
Mehmet Ali Aybar: 'Bilimsel Sosyalizm adı verilen teori her sorunu yanıtlamış ve dolayısıyla 'noktalanmış' bir teori değildir. Gerek teori alanında, gerekse pratikte, yeni yeni sorunlara çözüm bulmak zorundadır. Her bilim teorisi gibi o da eleştiriye açıktır. Yarınlara bakmak ve ilerlemek; karşımıza çıkacak yeni yeni sorunlara çözüm getirmekle olanaklıdır....'Raslantısallık' örneğinde olduğu gibi Marx eleştiriye ve tartışmaya açıktı. Bilimsellik iddiası da ancak böyle ciddiye alınır.'
Nihat Behram ın Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ın yakalandıklarından asılmalarına kadar olan süreçte olanları anlatan kitabı, ' Darağacında Üç Fidan ' 1976'da yasaklanmış ve 1998'de tekrar piyasaya sürülmüştür.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi(THKP-C) 'nin kurucularından, Mahir Çayan, 14 Ağustos 1945'de Samsun'da doğdu. Babası devlet memuruydu. İlköğretimine Üsküdar'da Halil Güçlü İlkokulu'nda başladı ve Paşakapısı İlkokulu'nda tamamladı. Ortaokul ve liseyi Haydarpaşa Lisesi'nde tamamlayan Mahir Çayan, 1963'te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Ancak burada bir yıl öğrrenim gördükten sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne kaydoldu. Bu arada Türkiye İşçi Partisi(TİP) 'ne ve Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF) 'na bağlı SBF Fikir Kulübü'ne de giren Çayan, 1965'de bu örgütün başkanlığını yaptı. 1967'de kısa bir süre için Fransa'ya gitti. 1968'de İzmir'de 6.Filo'yu protesto gösterilerinde gözaltına alındı, sonra serbest bırakıldı. Bu yıllarda TİP ve FKF içinde başlayan tartışmalarda Milli Demokratik Devrim(MDD) görüşünü benimsedi. SBF içindeki etkinliğinde bu görüş doğrultusunda davrandı. Yusuf Küpeli'nin FKF genel başkanı olduğu bu dönemde, gerek SBF'de gerekse Ankara'daki devrimci mücadele içinde aktif olan Çayan, TİP adına Zonguldak'da ve Karadeniz Ereğlisi'nde çalışmalarda bulundu. Bu gezide Sadun Aren ile TİP Senatörü Fatma İşmen'in tutumunu eleştirdi. Bu konudaki görüşlerini 'Aren Oportunizminin Niteliği' adı altında Türk Solu adlı dergide yayınladı. Bu arada Milli Demokratik Devrim doğrultusunda ideolojik çalışmalarını yoğunlaştıran Mahir Çayan, Emek dergisinde Kenan Somer'in 'Devlet Devrim ve Lenin' ve 'Devrim Nasıl Tanımlanmalı' başlıklı yazılarına Türk Solu'nda 'Revizyonizmin Keskin Kokusu' adlı iki yazıyla cevap verdi. 9-10 Ekim 1969'da Ankara'da yapılan ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu(Dev-Genç) adını alan FKF kurultayında yapmış olduğu uzun konuşmayla dikkati çekti. Bu dönemde Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile davranan Mahir Çayan, 1970'de Gülten Savaşçı ile evlendi. 17-18 Ekim 1970'te divan başkanlığını Yusuf Küpeli'nin yaptığı son Dev-Genç genel kurulunda da önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Mihri Belli ile olan ayrılıkların üstüne giden Çayan, MDD stratejisinin bir savaş stratejisi olduğunu ve bunun bir savaş örgütü yani bir parti ile gerçekleşebileceğini savundu.
Bundan sonra 29-30 Ekim 1971'de Ankara'da TİP Genel Kurulu toplandığı sırada, bu kongreye katılmamış MDD görüşünü benimseyen delegelerle ve delege olmayan işçi ve öğrencilerle birlikte düzenlenen 'Proleter Devrimcilerin Sohbet Toplantısı'ndan sonra Mihri Belli ve grubu ile olan anlaşmazlık kopma noktasına geldi. Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü ve Münir Ramazan Aktolga imzasıyla yayınlanan 'Aydınlık Sosyalist Dergi'ye Açık Mektup' ise bu süreci noktaladı. Bu sırada birlikte hareket ettiği arkadaşlarıyla birlikte Türkiye Halk Partisi(THKP) 'nin kuruluş çalışmalarını da yürüten Mahir Çayan, örgütün genel komitesi tarafından Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ile birlikte Merkez Komitesi'ne getirildi. Komite içinde yapılan görev bölüşümü sonucunda, THKP'nin siyasal ve ideolojik görüşlerinin biçimlenmesinden sorumlu oldu. Bu konuda Kurtuluş dergisinde yazılar yazdı. 'Yayın Politikamız' ve 'Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi' başlıklı yazılarda partinin devrim anlayışını formüle etti. Daha sonra bu görüşlerini 'Kesintisiz Devrim I-II-III' adlı broşürde daha açıklayıcı biçime sokarak, kesinleştirdi. Bu arada THKP'nin şehir gerillası eylemlerini de planlayan Çayan, 12 Şubat 1971'de Ankara'da Ziraat Bankası Küçükesat Şubesi soygununa katıldı. Şubat 1971'de Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Kamil Dede, ve Oktay Etiman'la birlikte İstanbul'a geldi ve örgütün eylemlerine burada devam edilmesi için hazırlıklarda bulundu. 15 Mart 1971'de Türk Ticaret Bankası Erenköy Şubesi soygununa katıldı. Bunun ardından 4 Nisan 1971'de işadamları Mete Has ve Talip Aksoy'un kaçırılıp 400 bin liralık fidye alınması eylemini arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdi. Bu arada Türkiye Halk Kurtuluş Partisi'nin tüzüğünü Münir Ramazan Aktolga'yla birlikte hazırladı. Aynı günlerde 'İhtilalin Yolu' adlı parti bildirisini de kaleme alan Mahir Çayan, 17 Mayıs 1971 günü İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Ephrahim Elrom'un kaçırılması eylemini Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir'le birlikte gerçekleştirdi. 29 Mayıs 1971'de Hüseyin Cevahir'le birlikte kaldıkları evden kaçıp, sığındıkları bir başka evde Sibel Erkan'ı alıkoydular. Burada güvenlik kuvvetleri tarafından kuşatıldılar. 1 Haziran 1971'de polisin açtığı ateş sonunda Hüseyin Cevahir öldü. İntihara teşebbüs eden Mahir Çayan yaralı olarak ele geçti. Bir süre hastanede yatan Çayan, daha sonra tutuklanarak hakkında TCK'nın 146. maddesini ihlal etmekten dolayı dava açıldı. Mahir Çayan duruşmasının savunma aşamasında 29 Kasım 1971 günü Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı ve Ömer Ayna'yla birlikte Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı. Bir süre İstanbul'da kalan Çayan, bu süre zarfında örgüt içinde başgösteren anlaşmazlığı tartışmak üzere 12 Aralık 1971'de Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile görüştü. Ancak bu görüşmede bir sonuç sağlanamadı ve Çayan içerde oldukları süre içinde partinin çizilmiş olan stratejisini terkettikleri gerekçesiyle Merkez Komitesi'ndeki bu iki arkadaşını suçladı. Daha sonra Genel Komite'deki diğer üyelerin de onayını ile Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga'nın THKP'den ihraç edilmelerini sağladı. Ocak 1972'de İstanbul'dan Ankara'ya gelen Çayan, burada Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO) 'yla birlikte bir eylem yapılması konusunda Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'yla görüş birliğine vardı. Mart 1972'de Fatsa'ya gelen Mahir Çayan ve arkadaşları 26 Mart 1972'de Ünye'deki Radar Üssü'nde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırdılar. Bundan sonra İngilizlerle birlikte Niksar'ın Kızıldere köyüne gelen Mahir Çayan ve arkadaşları, gizlendikleri evi kuşatan güvenlik güçlerinin açtığı ateşle 30 mart 1972'de öldürüldüler.
'..hiçbir bilim dalında yüz yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (Mehmet Ali Aybar- Türkiye İşçi partisi -TİP- genel başkanı)
'..hiçbir bilim dalında yüz yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (Mehmet Ali Aybar-Türkiye İşçi Partisi Genel başkanı)
'...hiçbir bilim dalında 100 yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (M.A.Aybar)
Mark (Apter) uyarmıştı:'... gözlerine uzun bakma sakın, adamı efsunluyor! . Oysa Çıtra Roy'un -asıl adı başka- asıl bakılacak yeri, zaman zaman, kadife yeşiline çalan,bal sarısı, iri gözleri; : derinliğine daldın mı, sanki esrarengiz bir yıldızlı maytabın, pırıltılarını seçiyorsun!
Çıtra Roy, Hindu, besbelli yüksek bir kastın mensubu: Ailesi, Hindistan alt/kıt'ası majestelerinin imparatorluğu sayılırken; ya yüksek yönetim katında görevliydi ya da komprador bir iş adamı. Fransızca'yı sökmeye uğraştığımız, Alliance Française'e İngiltere'den geldi; orada sanat tarihi okuyormuş, ille Fransızca'yı da sökecek: olmazsa olmaz! O, hayatım boyunca, sohbet edebildiğim iki Hintliden birisi. Öteki İzmir gazeteciliğinde, demokrat İzmir'i ziyarete gelmiş, bir Hindistan Büyükelçisi idi ki, Çıtra Roy'dan zevahirde farklı, esasta aynı kumaşlar!
Demek istediğim şu: Çıtra Roy'un herhangi bir İngiliz kızından hiç bir farkı yok; kılığı kıyafeti, süsü püsü, alışkanlıkları ve tercihleri aynı: Şiir yazdığını Mark'tan öğrenmiş, sözü oraya getirip İngiliz şiirinin büyük isimlerini ardı ardına sıralıyor, bilmediği yok! Buna mukabil soydaşı Tavore'u önemsemedi; zaten Gandhi ve Nehru'ya da burun kıvırıyordu, Londra Hindistan da uyguladığı eğitim ve öğretimi, adab-ı muhaşereti, zevk yelpazesi ve itiyatlarıyla, ne yapmış yapmış; Çıtra Roy'da adından ve gözlerinden başka, Hindu hiç bir şey bırakmamıştı; halkını Handiyse maymun sürüsü gibi görüyor.
Yıllarca sonra İzmir'de karşıma çıkan büyükelçinin İngilizcesi, tam tersine zayıf; Fransızcayı sular seller gibi konuşuyor; sohbetimiz de o yüzdten uzamadımı? O da Hindu ama, giyim kuşam tarzından eğitim ve öğretimine, edebiyat merakından içki ve sofra zevklerine kadar herşeyiyle sanki bir Fransız! Nasıl mı olur, o halde siz sömürgelik döneminde Hindistan'ın galiba doğu kıyısında Pondiçherry adında bir yörenin, Fransız yönetiminde kaldığını bilmiyorsunuz: Oradaki Hindular, Senegal'daki ya da Tunus'daki yerliler gibi tam bir Fransiz eğitimi alıyor, öyle yetişiyorlardı. Bu bakımdan ahbaplık ettiğim büyükelçi, OETF'in Hindistan'da yaptığı Pondiçherry belgeselinde seyrettiğim o mutsuz savcının hık demiş, adeta burnundan düşmüştü.
Fransa'ya Az, Türkiye'ye Fazla mı?
Meraklısı onu Hangi Batı'dan hatırlayacaktır; daha sonra TRT/2'deki zaman yolculuklarında sözünü etmiştim: Derli toplu hatta kerli ferli bir zat; işi gücü yerinde, nasiyesi temiz! Çıtra Roy ne kadar, ilk bakışta bir İngiliz kızını andırıyorsa; o da Paris'teki herhangi bir Dupont Kahvesi'nde yanınızdaki masada oturup şarabını yudumlarken Figaro Gazetesini gözden geçirecek, Fransız bir savcıdan ayrılamaz ama; tragedyası bu benzerliğin altında yatıyor. Mikrofona diyor ki:
'... sömürge düzeni sürseydi, belki olmazdı bu; çünkü Fransız kültürü ve yaşama tarzı başattı; ben onun ürünüyüm, öyle yaşayıp gidecektik ama, sürmedi: Bağımsızlık biz Pontiçherry aydınlarına çifte bir yabancılaşma getiriyor: Hitli olmamız lazım, Fransız gibiyiz; zaten onlar da o kadar İngiliz ki, bizi nasıl Hindulaştıracaklar?
Önce pek çarpmıyor belki, oysa adamın tragedyası hem ağır, hem çok boyutlu, beşeri yanı var, toplumsal yanı var, ekonomik yanı var; galiba 'kültürsüzleşme' olayındaki vahşetin ve hınzırlığın olanca dehşetiyle ilk olarak o belgeseli izlerken karşılaşmıştım; ne diyordu Pondiçherry Savcısı:
'... Halkımla benim aramdaki aidiyet bağı koptu; elimde olmaksızın onları hor gördüğümü saptıyor bundan utanıyorum; üzerindeki baskı o mertebeye vardı ki bir ara asıl ait olduğumu sandığım yere gidip, orada yaşamaya karar verdim; uyguladım da bu kararı, ne yazık ki Fransa'da ulaştığım sonuç, yalnızlığımı ve yabancılaşmamı yoğunlaştırmaktan başka işe yaramadı; çünkü ben kendimi Fransız sayıyor, halkıma yabancılaşıyordum ama; Fransız beni kendinden saymıyordu ki, onun gözünde ben Fransızlığa özenen kötü bir Hindu idim; bunu kibarca da olsa, bütün davranışlarıyla yüzüme vuruyorlardı...'
Türkiye hiç bir zaman tam sömürge olmadı ama, Tanzimat sonrasının Osmanlı aydınlarını; milli şef kültür çağının Cumhuriyet aydınlarını; 1950 sonrasının demokrasi aydınlarını; Pondiçherry savcısının o kadar yakındığı yabancılaşma'ya -daha doğru bir deyişle - kültürsüzleşmeye sevk ettiği söylenemez mi? Zira içlerinden birisi, Fransa'da yaşamakla Türkiye'de yaşamak arasında tercih yapamadığını anlatırken bana, durumun ne kadar aynı olduğunu şu söyledikleri açıkça kanıtlamıştı:
'... olmuyor yahu! Ne yapacağımı şaşırdım. Türkiye'ye fazla geliyorum, Fransaya az! En ağır dıramı biz yaşamaktayız! '
Farkında görünmüyordu ya 'komprador alafrangalığı'nın bunun getirdiği sözde seçkinliğin', gerçekte 'Emperyalizm'in korkunç operasyonu 'kültürsüzleştirme' demek olduğunu söylüyordu.
İki Temel Irkçı Düşünce..
Sıra geldi, bu operasyonun nasıl yapıldığını, incelemeye! Meraklısı bilir, yıllardır bahis açıldıkça J.M. Albertini'nin, o son derece aydınlatıcı kitabından hlep aynı alıntıyı yaparım; daha önce görmediyseniz, Batı'lı bir aydın, Batılılaşma'nın aslında ne anlama geldiğini nasıl itiraf ediyor göreceksiniz, belki şaşacaksınız da!
'...(Batı'lı) sömürücü yerli halkın metropoliten sömürgeci halka benzemesi amacıyla, eski anlayış ve kuruluşlara yeni bir biçim vermeye çalışır; ama, yerlileri aşağı düzeyde tutarak tam bir benzerlikten kesinlikle kaçınır...'
'... bu politika iki temel 'ırkçı' düşünce üzerine kurulmuştur; bu düşüncelere göre, hiç bir insan için bir Avrupalıya benzemekten daha güzel bir şey olamayacağından ötürü Afrika Asya ve Latin Amerika halkına, 'Batı Uygarlığı' aktarılmalıdır; ve hiç bir uygarlık, Avrupa uygarlığından üstün değildir. Bu arada, 'yerli'nin aşağılık bir varlık olduğuna ve hiç bir zaman düzelemeyeceğine inanılmaktadır...'
'...ekonomik ve politik egemenliğin ötesinde 'sömürgecilik' üçüncü dünya halkının kişiliğini, derinliğini hedef alan genmiş bir beyin yıkama kalkışımı olmaktadır. Sömürgeleşmiş ülke sömürgeciyi taklit etmesi gerektiğine inandırılmak istenmektedir.(...) sömürge halkının sanatı, felsefesi ve dini yok sayılmakta, giderek bu halkın kişiliği yok edilmektedir....'
(buraya dikkat!) '... Bağımsızlık, elde edildiği zaman bile özellikle kültür alanında, sömürgecinin taklit edilmesi süregelir...' ('Az gelişmişliğin mekanizması', s:141/142, May Yayınları, 1974) .
Aybar, bilim adamı ve lider olmanın yanı sıra ünlü bir atlet ve sporcudur.100, 200 ve 400 metreleri koşmuş, Türkiye ve Balkan rekorları kırmıştır.1928 Amsterdam Olimpiyatları’na, 1930,’31 ve ’33 Atina Balkan Oyunları’na katılmıştır. Edebiyata ve resme çok meraklı olan Aybar’ın kendi resim çalışmaları da vardır.
Peter Alexandroviç Kropotkin. Anarko Komünizmin kuramcısı Rus Devrimci düşünür(1842 - 1921) . Etik bir Anarşist anlayış, karşılıklı yardımlaşma prensibinden hareket eden bir evrim teorisi ve sanayileşmeyi ve doğanın tahakküm altına alınmasını içermeyen bir kollektivist üretim düzeni düşüncesi geliştirmiştir. Düşünceleri özellikle ispanyol Anarşist devriminde hayat bulmuştur.
Tarihin en büyük savaşlarından birinin (belki de en büyüğünün) yaşandığı şehir. 1 milyon 100 bin asker ve sivil sovyet, 900 bin de alman üzere toplam 2 milyon kişi ölmüştür. 2. dünya savaşının gidişini ve dünyanın tarihini kökten değiştirmiştir.
devrim
14.07.2004 - 14:19Mustafa Kemal, Deniz Gezmiş, Che, Fidel Castro, Lenin...
fikir kulüpleri federasyonu
14.07.2004 - 14:101968 Mart'ında 3.kurultayda federasyonun yönetimine MDD (Milli Demokratik Devrim) görüşüne yakın olanlar geçer.
Fikir Klüpleri Federasyonu'nun adı, 1969'daki 4. Kurultayı'nda Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu, kısaca DEV-GENÇ olarak değiştirildi.
artık değer
14.07.2004 - 12:17Bir ülkenin bütün üretim tesislerini bir fabrika içindeymiş gibi düşünün. Bir fabrikadan bir ürünün üretilmesi için öncelikle hammadde, sermaye, üretim araçları ve işçi gereklidir.
Örneğin hammaddenin 20, üretim araçlarının masrafı 20, işçi ücreti aylık 40 TL olsun. Bu fabrikadan üretilen Bir malın satış maliyeti aylık 80 TL. dir. Yani bu fabrikanın sahibinin zarar etmemesi için bu malı aylık en az 80 TL. den satması gerekir. Fabrikatörü 2 işçi gibi düşünelim. O zaman maliyet 80 + (40/işçi sayısı) *2 olur. Bu durum az çok normal olan durumdur (çünkü patronun hiçbir emeği yok; o evde yatmaktadır) . Ancak kapitalizm koşullarında sermaye yoğunlaşmaya yol açar. Yani bu malın maliyeti 80 TL ise onu 120 TL ye satarak aylık 40 TL kar sağlar. Bu kar miktarı patronun insiyatifinde 50 TL de, 60 TL de olabilir. Bu sömürü oranına göre değişir. Bir malın maliyeti onun üretilmesi için harcanan emek miktarı ise patronun emek vermeden aldığı 40, 50 TL lik kar sömürüdür. Yani işçisinin sırtından kazandığı para.
Şimdi gelelim bu malın pazarlanmasına... Bu mal eğer ülke içinde 120 TL ye satılırsa 40 TL lik bir artı değer oluşur. Çünkü işçiye, çalışana verilen aylık toplam ücret 40 TL dir ve bu işçi piyasaya sürülen 120 TL lik malın ancak 40 TL lik kısmını alabilir. Yani üretilen malın yaklaşık %66 sı artacaktır. Emekçimiz ise üretilen metanın ancak % 33 ünü alabilecektir. Örneğin bu işçimiz belki evine zeytin, peynir alabilecek ama et, sebze gibi diğer ihtiyaçlarını karşılayamayacaktır. Bu sömürü oranına göre değişmekle birlikte bütün kapitalist ülkelerde geçerlidir. Örneğin avrupa ülkelerinde sömürü oranı nispeten daha azdır. Zira enflasyon oranı ile sömürü oranı genelde paralel bir çizgi gösterir. Türkiye gibi ülkelerde ise bu teori daha net bir şekilde görülmektedir. Bu artı- değer kapitalisti dış pazar aramaya iter. Çünkü malının %66 sı elinde kalmıştır. Velhasıl savaşlarla, komplolarla (bunu bizzat değil devlet eliyle yapar) dış pazarını bulur. Ancak aynı şartlar sömürdüğü ülke içinde geçerlidir. Yani onun da birkaç kapitalisti ve üretilmiş artı-değeri vardır. Birgün o da dış pazar arayacaktır. Ve ilişkiler yavaş yavaş bir çıkmazın içine girecektir (pazar kıtlığından dolayı) . Bu döngü, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm ile son bulmalıdır.
İşte sosyalizm, özel mülkiyetin neden olduğu bu sömürü ortamını kaldırarak sömürüsüz bir dünya kurar. Bunu nasıl mı yapar? Öncelikle sömürünün kaynağı olan artı-değeri, özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyeti getirerek yok eder. Böylece özel mülkiyetten kaynaklanan artı-değer üretimi son bulur. Sosyalist ekonomide bütün üretim araçları ulusaldır, yani devletin malı değil halkın malıdır. Bu sebeple patron diye birşey yoktur. Halk kendi fabrikasının patronudur. Üretim artı-değer için değil ihtiyaç içindir. Bu yüzden ürünler ihtiyaç kadar üretilir. Gerçek sosyalist ülkelerde enflasyondan söz edilemez.
Sosyalist ülkelerde iktidar, emekçi halkın elindedir. Ve bu iktidarını kendisini sömürmek isteyen kapitaliste karşı dikte etmektedir.
Sosyalist ülkelerde çıkar, rekabet gibi unsurların yerine paylaşım, eşitlik esasları geçerlidir. Sağlanan en büyük eşitlikler eğitim, sağlık, spor, emek kadar ücret, sanatsal ve kişisel girişim alanlarında olmaktadır. Örneğin Sovyetler Birliğinde, fabrikalarda çalışma saatleri 6 saattir. Bunun yanında fabrikalarda sanatsal atölyeler, işçilerin mucitliklerini gösterebilecekleri labaratuarlar, kütüphaneler ile bireyin yeteneklerini ortaya çıkaracak ve geliştirecek ortamlar bulunurdu. Sosyalist ülkelerde en büyük önem eğitim ve sağlığa verilir. Bu yüzden bu kurumlar, herkesin eşitçe faydalanabilmesi için, ücretsiz hale getirilmiştir.
İşte sosyalizm, kapitalizmin özel mülkiyetinin sebep olduğu bütün kötülükleri (çıkar savaşları, pazar savaşları, komplolar, yoksul halkları sindirme politikaları, insanların insani ve kültürel bilinç kaybı, daha da vahimi açlık, yoksulluk, sefalet) yok ederek halka kendi geleceğini özgürce tayin etme hakkı verir. Bunu, her biriminde sistematikleştirdiği paylaşım, eşitlik, disiplin ile başarır.
Sosyalizm, kapitalizmin yaması değildir. Sosyalizm devrimci bir değişmedir. Yani bu sömürü çarkının yeni bir dişlisi değildir. Sosyalizmin amacı birey için bireysel çaba yerine toplum için toplumsal çabayı koymaktır. İşte bu noktada liberallerin birey edebiyetının saçmalığını anlayabilirsiniz. Yani birey toplumu oluşturmamaktadır. Bu yüzden kapitalist sistemde hortumcular, düzembazlar halkın malını çalarak zenginleşirken halk fakirleşmektedir. Oysa sosyalizmde toplum için toplumsal çaba unsuru ile (bireyler toplumu oluşturduğuna göre) bütün insanların zenginleşmesi sağlanır. Kapitalistlerin bir diğer aldatmacası ise serbest rekabet yalanıdır. Düşünün ki bir kapitalistin elinde çalışan işçinin patronuyla serbest olarak rekabet etmesi ne kadar aptalca birşey olur.
Sosyalizm uzak bir sistem değildir. Sömürülen halklar kendi dünyalarını kurmak için birçok olanağa sahiptir.
(funky-c)
nato
14.07.2004 - 11:38NEDEN YENİ ARAYIŞLAR, NEDEN NATO?
NATO İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Sovyetler Birliği'ne karşi kuruldu. ABD ve Bati Avrupa ülkeleri SSCB'nin Doğu Avrupa'da egemen olmasını; Çin, Vietnam ve Cezayir gibi ülkelerde bağımsızlık eylemlerinin başını komünistlerin çekmesini, dünya kapitalizmi için bir tehlike olarak görüyorlardı. 1991'de SSCB dağılıp Varşova Paktı da ortadan kalkınca NATO'nun varlığı için bir gerekçe aramak gerekti. Demokrasiyi korumak, biyolojik silahların yayılmasını veya aşırı milliyetçilerin barbarlığını önlemek gibi insancıl hedefler ileri sürüldü. Grenada'ya, Somali'ye çıkarmalar yapıldı; Libya'da, Sudan'da, Irak'ta, Bosna'da kentler bombalandı. NATO şemsiyesi altında ABD saldırıları için son gerekçe ise terördür. ABD ve onun komutasındaki NATO için sürekli bir düşman aranmaktadır. Neden bu arayış? Ve neden NATO?
Bu arayışın birbirine bağlı birkaç nedeni vardır. Bunlardan bir tanesi serbest piyasa ekonomisini bütün dünyaya yayarak Amerikan 'emperyal doktrini'ni gerçekleştirmektir. Bu doktrine göre ABD direnişe geçen devletlere karşi koyacak, bunu yapmak için de itaatkârlari etrafina toplayacaktir. NATO bunu saglamak için bir araçtir (R. Haas, The Reluctant Cheriff, Diş Ilişkiler Konseyi N.Y 1997) . Amerika, saldiriya ugradigini ispatladigi an diger NATO ülkelerini yaninda bulacaktir. Afganistan'a saldırıda olduğu gibi.
Neo liberal ekonomik düzen 1970'li yıllardan beri bunalım içindedir. Rant ekonomisine, yüksek mali sermaye birikimine dayanan bu düzen; yüksek boyutlarda işsizliğe ve sefalete yol açmıştır. Ezilen, toplumdan dışlanan yığınların bir bölümü çaresizlik içinde teröre, kökten dinciliğe, aşırı milliyetçiliğe yönelmiştir. Yani rejim kendi düşmanının yaratmıştır.
1990'lı yılların sonlarında ise başta ABD olmak üzere bütün gelişmiş kapitalist ülkeler sürekli bir durgunluğa girmiştir. Silah üretiminin artırılması ve savaşlar rejimin iç çelişkilerine ve bunalıma karşı bir önlem olarak görülmektedir. NATO'ya bağlı askeri güçlerin aynı techizatı kullanması, Amerikan savaş sanayiine büyük avantajlar sağlamıştır. Doğu Avrupa ülkelerinin NATO'ya katılmasıyla birlikte Boeing, Lockheed-Martin gibi Amerikan silah firmaları bu ülkelere milyarlarca dolarlık silah satmışlardır. Lockheed-Martin, Afgan savaşı başlar başlamaz 200-400 milyar dolar civarında bir ihale aldı. Silah üretimi arttıkça yeni iş alanları açılıyor, dünya ekonomisine egemen olma ümitleri artıyor.
NATO'nun ABD'nin ekonomik çıkarlarının korunmasında oynadığı rol göz ardı edilemez. Arizona Üniversitesi'nden siyasal bilimler profösörü D.N. Gibbs, ekonomik çıkarların korunmasında silah gücünün önemini şöyle anlatıyor: 'Askeri sınayi kompleks önemli bir ekonomik aktördür; Avrupa'da ve dünyada Amerika'nın sürekli ekonomik egemenliğine hizmet eder. Bu nedenle ekonomik çıkar grupları askeri saldırganlıktan yanadır. Amerikan yatırımları küreselleşmektedir, bu yatırımların her zamankinden çok askeri korunmaya ihtiyaçları vardır, özellikle Ortadoğu ve Afrika gibi istikrarsız bölgelerde.' Gibbs, New York Times gazetesi köşe yazari T. Friedman'dan da şu aktarmayi yapiyor: 'Pazarın gizli eli, hiçbir zaman bir gizli yumruk olmadan yaşayamayacak. Mc Donalds, Mc Donalds-Douglas (F-15 tipi savaş uçaklarıı üreten firma) olmadan semiremez ki. Kısacası küreselleşme hiçbir zaman askeri müdahale fikrine düşman değildir. Tersine askeri maceralarla küreselleşme birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.' (Monthly Review, New-York, Eylül 2001)
Gibbs'in de belirttiği gibi, son on yıl içinde NATO Amerikan siyasetinin temel taşı olmuştur. Ancak silahlanma, müdahaleler ve savaşlar pahalıya mal olduğuna göre, varlık nedeninin izah etmek, işlenen insanlık suçlarını halka kabul ettirmek zorundadır.
Doç. Dr. Yıldız Sertel (inadina.com)
kapitalizm
14.07.2004 - 11:26IMF, DB, WTO, G8, BM ya da NATO; bu ve benzeri diğer kurumların her biri kapitalist sistemin işleyişinde son derece önemli bir işleve sahip yapılardır
Büyük Ortadoğu Projesi (bop)
14.07.2004 - 11:24BÜYÜK ORTADOĞU PROEJESİ VE NATO
Çalışma GRUBU (Sendika Org)
Büyük Ortadoğu Projesi Nedir?
Projenin iki önemli yönü var:
ABD'nin Kuzey Afrika'dan Pakistan'a kadar 22 ülkeyi kapsayan coğrafyada siyasal, askeri ve ekonomik yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlaması.
NATO'nun, ABD'nin müttefiklerini hem denetleyerek hem de onları kullanarak Ortadoğu'ya hakim olabilmek için yeni tehdit kavramlarına göre yapılandırılması.
Kısaca BOP ile bölgemizde ABD düzenini tesis edebilmek için tüm dünya seferber edilecek. Bu proje yeni bir proje değil. Projenin temelleri 1. Körfez Krizi'nden sonra 6 Mart 1991'de Bush'un yaptığı 'Yeni Dünya Düzeni' başlıklı konuşmada atılmıştır. Bu konuşmaya göre:
Bölgedeki kitle imha silahları kontrol edilecektir
Siyasal sistemler demokratikleştirilecektir
Bölgenin güvenliği için NATO çatısı altında oluşturulacak bir güç bölgeye her an müdahale edebilecek duruma getirilecektir.
Yukarıdaki açıklamalar ABD'nin bölgemize yaptığı seferlerin bir bahanesidir. Bölgede en çok kitle imha silahına sahip olan İsrail silahlandırılırken, bölge halkının yeraltı ve yerüstü zenginlikleri yağma edilerek yoksullaştırıldı. Yıllardır bir arada yaşayan Yugoslav halkları NATO aracılığıyla parçalandı.
BOP, kamuoyuna ilk kez Amerikan Silahlı Kuvvetleri için Joint Forces Quartly dergisinin 1995 Sonbahar sayısında 'The Greaten Middle East' başlığıyla yayınlanan bir yazıyla yansıdı. Aynı yıl AB, Almanya-Fransa ikilisince hazırlanan 'AB - Akdeniz Girişimi Projesi'ni Barcelona'da başlattı. Bu AB projesine göre, bölgede ekonomik reformlar desteklenecek ve 2010 yılında bir serbest ticaret bölgesi kurulacaktı. Ama bu bölgeyi AB'ye bırakmak istemeyen ABD daha sonra Kuzey Afrika'yı da BOP içine aldı.
Bu arada Türkiye'de önemli bir olay oldu ve 28 Şubat post modern darbesi sahneye çıktı. Fazilet Partisi iktidardan düşürüldü, radikallerden temizlenen 'Siyasal İslam' arayışlara girdi. Bugün Siyasal İslam'ın bu yeni kadrosu ile ABD ilişkileri her geçen gün gelişmektedir. Bunun bir tesadüf olmadığı kesin.
NATO'nun Yeni İşlevi
23-25 Nisan 1999 NATO Washington Zirvesi'nde 'Yeni NATO Konsepti' zorlu müzakerelerden sonra kabul edilmiştir. Alınan kararlar kısaca şöyledir:
NATO'nun, 'Alan Dışı' askeri harekatlarda kullanılması
NATO'nun, kitle imha silahları, uluslararası terör, uyuşturucu kaçakçılığı ve ırk ayrımı gibi sorunların çözümünde kullanılması
Askeri harekat ve savaş kararlarının BM kararlarına bağlı olmaksızın NATO'da alınması
NATO'da 'Çokuluslu Birleşik Görev Kuvvetleri' kurulması, bu kuvvetlerin askeri harekatlarda kullanılması
NATO'ya küresel boyutlarda ekonomik, politik, demokratik ve stratejik görevler verilmesi.
ABD'nin 11 Eylül 2001 saldırıları sonucunda yönetime yakın düşünce kuruluşları tarafından daha sık dile getirmeye başlanan 'Ilımlı İslam Modeli' teorik olarak öncelikle Graham Fuller, John Esposito ve John Voll gibi Beyaz Saray'a yakın isimlerce gündeme getirilmiş ve uygulamaya geçirilmesi için çalışmalar başlatılmıştır. Graham Fuller, Foreign Affairs dergisinin Mart-Nisan 2002 tarihli sayısına yazdığı 'Siyasal İslam'ın Geleceği' başlıklı makalede Türkiye'nin hangi özellikleri ekseninde İslam ülkelerine bir model olmaya başladığını şu sözlerle ifade etmiştir:
'Türkiye kesinlikle bir model haline gelmektedir. Çünkü Türk Demokrasisi katı devlet ideolojisini yıkmakta ve gönülsüz de olsa, ülkenin gelişmekte olan demokratik ruhunu, kamuoyunun önemli bir kısmını, geleneği yansıtan İslami Hareket ve partilerin doğuşuna izin vermektedir.'
Türk-İslam sentezinden Ilımlı İslam'a doğru geçiş, yeşil kuşaktan BOP'a geçişle aynı zamana rastlamıştır. AKP' nin kuruluş çalışmaları hızla gelişirken Başbakan Erdoğan'ın ABD'de geziler yapması tesadüf mü? Tam bu sırada Eylül 2002'de yayınlanan ve Bush Doktrini olarak adlandırılan 'ABD'nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi' başlıklı belge ortaya çıkmıştır. Olaylar birbirini takip etmiş, gizli bir el sanki her şeyi arka planda organize etmiştir.
4 Ekim 2002 tarihinde yapılan NATO Daimi Konseyi Toplantısında ABD'nin görüşleri, NATO Genel Sekreteri George Robertson tarafından dile getiriliyor. Bu konuşmada NATO'nun genişlemesine göre geliştirilecek talepler sıralanmıştır:
NATO ülkeleri, istihbarat, işbirliği ve bilgi paylaşımında bulunmalıdır.
Terörle karşılaşan NATO veya diğer üyelere destek verilmelidir.
ABD, NATO üstlerinden yararlanmalıdır.
NATO topraklarında bulunan ABD üstlerinin güvenliği bağlanmalıdır.
NATO ülkeleri havaalanlarını ve limanlarını ABD'ye açmalıdır.
NATO gücü Doğu Akdeniz'e kaydırılmalıdır.
Hegemonik Bataklık:
26 Şubat 2003'te yani Irak'ın işgali için düğmeye basılmasından kısa bir süre önce ABD Başkanı George Bush, yeni muhafazakarların üssü olarak bilinen 'Amerikan Girişim Enstitüsü' adlı düşünce kuruluşunda bir konuşma yaparak 'Ortadoğu'da demokratik değerlerin yayılmasını öngören' planı açıklamıştır.
Brezinski, 'Natıonal İnterest Dergisi'nin kış 2003 sayısına yazdığı 'Hegemonik Bataklık' başlıklı makalesinde:
'...ABD, Global Balkanları, kendi stratejik çıkarlarına uygun olarak şekillendirmelidir. Bu bölge o kadar önemlidir ki ABD herhangi bir bölgesel gücün beklenti ve önceliklerini buraya dayatmasına izin vermemelidir.'
Bu arada, Bush bu konuda ısrarlı olduğunu göstermek için 9 Mayıs 2003'te yaptığı bir konuşmada on yıl içinde bir ABD-Ortadoğu Serbest Ticaret Bölgesi'nin kurulacağını açıklamıştır.
12 Mayıs 2003'te Brüksel'de düzenlenen Avrupa Güvenlik Forumu için Henry J. Barker tarafından hazırlanan 'Türkiye'nin Stratejik Geleceği: ABD Perspektifi' başlıklı belgede, yeni dönemde Washington açısından Türkiye'nin stratejik öneminin artacağı belirtilerek şu görüşlere yer verilmiştir:
'Türkiye'nin artan stratejik değeri, bu ülkenin iç istikrarını ABD'li politika belirleyicileri için daha da önemli bir kaygı haline getirmiştir.'
Bu arada AKP iktidarının desteklenmesi konusunda, ABD Dışişleri Bakanlığı Siyaset Geliştirme Dairesi Direktörü Richard Haass, muhafazakar The Washington Quarterly Dergisi'nin yaz 2003 sayısına yazdığı bir yazı ile Müslüman dünyada demokrasinin yaygınlaştırılması amacıyla, 'Yeni Türk Hükümeti'nin sonuna kadar destekleme konusunda kararlı' olduklarını açıklıyordu. Böylece Türkiye'nin BOP bağlamında 'Ilımlı İslam Modeli' olarak Ortadoğu ülkelerine önerilmesini savunmuştur.
Yeni Marshall Planı:
Artık Ortadoğu Projesi çerçevesinde eski Marshall Planı'na benzer bir planın hazırlanıp uygulanma zamanının geldiğini gören ABD, kendisi ile birlikte hareket eden ülkelere bir nevi ekonomik yardım yapma kararı alıyor.
NATO ile işbirliğini genişletmek isteyen ABD'nin NATO Büyükelçisi Nicholas Burns'un, 19 Ekim 2003'te Prag'daki NATO toplantısında yaptığı konuşmadan bazı önemli noktalar şöyle aktarılabilir:
NATO artık Büyük Ortadoğu hedefine kilitlenmelidir.
Kavramsal ilgimizi ve askeri gücümüzü Doğuya ve Güneye yerleştirmeliyiz. NATO'nun geleceği Doğu ve Güneydedir: Bu da Ortadoğu'dur.
NATO'nun genişlemesini 'Akdeniz Diyalogu' ile değil, Kafkasya ve Orta Asya ile birlikte düşünmeliyiz.
Yeni ortaklar, yeni üyeler, yeni askeri yetenekler ve stratejik misyon: Hepsini topladığımızda yeni bir NATO'muz oluyor.
Eğer NATO ile AB arasında işbirliğini garanti altına alırsak ve ilişkilerimizin ruhu ve gerçeği bu olursa, durum iyi olacaktır. Ama bazı AB üyeleri bunu rekabetçi bir ilişkiye çevirirse o zaman aramızda büyük anlaşmazlıklar olacak demektir, çünkü biz Amerikalılar NATO'yu devam ettirmek istiyoruz.
2004 yılında, ABD'nin BOP çerçevesinde ilk somut adım olarak Senatör Joe Lieberman ve Chuck Hagel, Ortadoğu'da bir kalkınma bankası kurulması ve bu ülkelere ekonomik yardım sağlanmasını içeren bir tasarıya kongreye sundu. Tasarıda, 'Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Kalkınma Bankası' kurulması maddesi yer alıyor. Ayrıca tasarıda ABD'nin söz konusu ülkelere beş yıl boyunca yılda bir milyar dolar bağışta bulunması ve programa diğer ülkelerden de destek sağlanması öngörülüyor.
Brezinski, 8 Mart 2004'te The New York Times gazetesinde yayınlanan 'Büyük Ortadoğu'ya Dikkat' başlıklı bir uyarı yazısında, 'Yönetimin Büyük Ortadoğu Girişimi ile ilgili hatalı işler yaptığına kuşku yok.' diyerek şöyle devam ediyor:
'Daha başlangıçta, demokrasi girişimi Başkan tarafından burnu büyük biçimde sunuldu. Bush bu konudaki açıklamasını, Irak savaşının destekçiliğini yapan ve Arap dünyasının gözündeki imajı hiç de iyi olmayan Washington merkezli bir düşünce kuruluşunda, Amerikan Girişim Enstitüsü'nde yaptı.'
Bu arada 12 Mart 2004'te Suriye'nin Kamışlı bölgesinde Kürtler ile Araplar arasında çıkan ve etnik çatışmaya uzanan kanlı olaylar, bu çatışmaların bölge ülkelerindeki etnik unsurların üzerinde yarattığı etkinin tespiti için küçük bir prova niteliğinde görülmektedir.
Ilımlı İslam-Laik Amerikancılık
Genelkurmay İkinci Başkanı Org. İlker Başbuğ, ABD'den döndükten sonra 19 Mart 2004 günü yaptığı açıklamada ABD ile BOP konusunda anlaşmaya vardıklarını söylüyordu:
'...Bu açıdan BOP' un yararlı, isabetli olacağı düşüncesindeyiz. Teröre karşı mücadelenin sadece askeri tedbirlerle olmayacağını biz 80'lerden beri söyledik. Eğitimsel, ekonomik, sosyal, kültürel unsurlar da olmalı. Bu girişimin şeffaf olması, tepeden inme, zorlayıcı olmaması gerektiğini de muhataplarımızla paylaştık. İslam devleti modeli gibi kavramlar ortaya atılıyor. Hem laiklik, hem ılımlı İslam devleti bir arada olmaz. Ya biri ya diğeri olur. Biz anlattık. Türkiye'nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğunu, bunu dışındaki düşüncelerin uygun olmadığını düşünüyoruz. Bu muhataplarımızca çok iyi anlaşıldı.'
Kısacası Ordu'nun fikri BOP'a evet, Ilımlı İslam'a hayır... Buna Laik Amerikancılık da denebilir.
TSK NATO temsilcisi Korg. Engin Saygun da, 4-7 Nisan 2004 günlerinde Washington'da gerçekleştirilen Amerikan-Türk Konseyi 23 yıllık Konferansında aynı görüşü dile getirmiştir.
Türkiye'de siyasal iktidar BOP' un ortaya atıldığı andan itibaren kendileri için kaçırılmaz bir fırsat olduğunu düşünmüş ve projenin en büyük sahiplenicilerinden biri olmuştur. Başbakan Erdoğan 'Diyarbakır yıldız olabilir' diyerek projenin parçası olduğunu ilan etmiştir. Erdoğan'ın G-8 zirvesine çağrılmasının nedeni budur.
4 Nisan 2004'te 'Stockholm School of Economics'de bir konuşma yapan ABD'nin NATO nezdindeki büyükelçisi R. Nicholas Burns NATO'dan İstanbul Zirvesinde istediklerini şöyle özetledi:
ABD'ye Afganistan'da destek
Irak'ta destek
Müslüman dünya ile işbirliği için destek
'Büyük Ortadoğu'yu oluşturmak için destek
NATO ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler
ABD güdümünde Avrupa mı yoksa bağımsız Avrupa mı?
Türkiye'nin Önemi...
Türkiye'nin BOP ve 'Yeni NATO' için ne kadar önemli olduğu, Washington'un İzmir'deki ikinci bir NATO karargahı kurmak istemesiyle de açıkça görülmektedir. İzmir'deki bu ikinci karargahın 'Yeni NATO'nun asıl karargahı olarak düşünüldüğünü, 5 Nisan 2004 günü Ege Üniversitesi'nde yapılan uluslararası bir panelde NATO'nun ilgili masa sorumlusu Stefani Bobst'un şu sözleri ortaya koyuyor:
'NATO'nun yeni güvenlik misyonu, ABD'nin Büyük Ortadoğu Planını içeriyor ve bu paralelde Belçika dışında, burada, Türkiye'de ikinci bir üsse ihtiyaç var. İzmir'in üs olmasını istiyoruz. NATO Büyük Ortadoğu ile ilişkilerini düzenlemek için Türkiye'de İzmir'i merkez olarak kullanmalıdır.'
Buna Washington merkezli düşünce kuruluşlarının İstanbul'da NATO'nun bir 'Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi' kurması gerektiği fikrini telkin etmeye başlamalarını da eklemeli. NATO'nun 'Acil Müdahale Gücünü' İstanbul'a taşıma kararı ve İstanbul'daki 3. Kolordu'nun AGSK üzerinden doğrudan NATO karargahına tahsis edilmesi bu bağlamda özel bir anlam kazanıyor.
Son olarak 17 Mayıs 2004 tarihinde Brüksel'de toplanan NATO Zirvesi hazırlık toplantısında konuşan Genel Sekreter De Hoop Schffer de NATO'nun güvenliği bundan böyle ancak yeni biçimde; yani, 'Sıcak Barış' anlamını tarif ediyor.
'Yeni NATO, istikrarı tesis ederken üç yönteme dayanacaktır: Ortaklarının sayısını artıracak; Balkanlar, Afganistan ve Akdeniz'de gerçekleştirilecek müdahaleler; ve silahlı kuvvetlerinin yapısının, üye devletlerin kendi topraklarından uzakta gerçekleştireceği yeni misyonlara uygun hale getirilmesi'
Sonuç:
Türkiye'nin coğrafi ve stratejik konumu ve çevre ülkelerle yakın ilişkileri ayrıca Batılı tekellerle bağımlı ilişkiler içinde olması nedeniyle Türkiye'ye 'model ülke' gömleği sıkça giydirilmeye çalışılıyor. Tekellerin bu bölgeyi yeniden biçimlendirmeye çalışması kendi yönetim ve müdahale araçlarını bu coğrafyaya daha da yaklaştırmasını gerektirmektedir. Bu sebeple Türkiye'de uzun yıllardan beri işgalci güçlerin hizmetine açık olan üslerin daha da genişletilmesi ve üs sayılarının arttırılması tasarlanmaktadır. Türkiye tekellerinin de seve seve onay vereceği bu kararların gerekleri masa başında yerine getirilmeye başlandı bile! Bu pazarlıkların sonucunu ilerleyen tarihlerde göreceğiz.
28-29 Haziran'daki zirvede Türkiye - NATO - ABD işbirliği çerçevesinde uygulamaya geçirilecek gündem şöyle özetlenebilir:
Önemli noktalarda üsler kurulması, ortak tatbikatların düzenlenmesi.
Napoli'deki Güney Müttefik Komutanlığı'nın genişleterek veya tamamen yeri değiştirilerek İstanbul'a taşınması. Ayrıca NATO'nun genel karargahının da Brüksel'den taşınması düşünülmektedir.
Amerika, Ortadoğu ve Avrasya'ya yönelik işgal politikalarının bir askeri uzantısı olarak Florida'daki Ortadoğu Kuvvetleri Komutanlığı'nı Irak'a ya da bölgedeki bir ülkenin topraklarına taşımaya hazırlanıyor.
İzmir'de ikinci bir üs açılması ve buranın NATO'nun hareket merkezi olması.
ABD ile Türkiye arasında 1980 yılında imzalanan 'Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması' çerçevesinde her yıl yapılan 'Yüksek Düzeyli Ortak Savunma Grubu' toplantısı düzenlendi ve görüşmelerde NATO'nun en önemli üç karargahının biri olan 'Yüksek Seviyede Hazırlık Gücü' meselesi ve bunun birinin İstanbul Maslak'taki 3. Kolordu olması konusunda ABD onay verdi. Eğer bu gerçekleştirilirse Maslak, Türkiye'deki üslerin en önemli noktalarından birini oluşturacaktır.
İncirlik Üssü'nün kapasitesinin genişletilmesi. Asker, teçhizat ve silah sayısının arttırılması.
Karadeniz Bölgesi kıyılarında deniz üssü kurulması projesi. (Özellikle Trabzon ve Samsun olmak üzere)
Konya'nın askeri tatbikatlar için merkez olması.
Bu tasarıların NATO'nun geleceği için öneminin ne kadar büyük olduğu görülmektedir. Ayrıca Türkiye tekelleri açısından da önemi büyüktür. Türkiye'de egemen güçler, bazı tereddütler taşısa da göreve atılmak için sabırsızlanıyorlar! Görünen bu gelişmeler açık bir işbirliğini daha da kuvvetlendirecektir. Bu işbirliğinin sonunda Türkiye ekonomik ve siyasi olarak ABD'ye daha da bağımlı hale gelecektir. Türkiye'nin tüm askeri, siyasi, ekonomik varlığı, ABD'nin çıkarları uğruna kullanılacak bir araç olacaktır. Ülkemiz kardeş bölge halklarıyla düşman haline getirilecektir. Bölge halkları yaşadıkları acılardan ötürü ülkemize öfke duyacaktır. Gençlerimiz ABD çıkarları için bölge halklarına karşı savaşa sürülecektir. Ülkemizin kültürel zenginliğinin parçası olan halklar, Batı tarafından parçalanacaktır. Buna sessiz kalmak bu barbarlığa ortak olmaktır.
(inadına.com)
ibrahim tatlıses
14.07.2004 - 11:20Mağrada doğduğunu her tv programı içerisinde, yada konserinde en az 1 kere söyler...
leyla zana
14.07.2004 - 11:17Bugün Yargıtay 9. Ceza Dairesi, kapatılan DEP'in 4 eski milletvekili hakkında yeniden yargılama sonucunda verilen kararı oybirliğiyle bozdu.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin bu kararından sonra Leyla Zana ve arkadaşları Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak yeniden yargılanacaklar.
kapitalizm
14.07.2004 - 10:40YOLSUZLUK YETMEZ
KARAPARA ÇOK ÖNEMLİDİR
Sermayenin ilk birikimini anlatırken Marx, 'kan ve gözyaşından' söz açarak, birikimin temelinde hiç de saf-temiz bir efsane olmadığını yazar. Elbette burada anlatılan,yani emekle piyasada buluşan sermayenin birikimidir. Fetihler, sömürgeler, köleleştirilen halkları vs. kasteder düşünürümüz. Ancak tarihi randevusunu verdiği emekle buluşmak için pazara geldiğinde kendine, insanların 'çalışa çalışa, hiç harcamadan, çok tutumlu davrananların, bütün kazancını harvurup harman savuran ve böylece emeklerinden başka satacak şeyleri kalmayanlara inat' oluşturdukları saf tertemiz 'sermaye' olduğunu anlatır. Daha ilk ortaya çıkışta, kendini oluşturan önemli ögelerin başında, haydutluk, soygunculuk, hırsızlık olduğunu saklarken, emekle birleşerek oluşturduğu sistemi insancıl özelliklere dayanan 'doğal' bir sistem olarak tanıtmakta çok başarılı olur.
Fakat bu sistemin bir vazgeçemediği zayıf yanı vardır. Para olarak kalması yetmediği gibi, sermaye olabilmesi için 'değer doğurması' ve giderek sürekli kendini büyütmek, yeniden üretmek zorundadır. Fakat bu büyüme,sermayenin büyümesi için gerekli artı değerin küçülmesi, sabit sermayenin değişken sermaye karşısında çeşitli nedenlere daralması ve daha bir takım unsurların birlikteliği sonucu duru ve bu da giderek krizlere neden olur. Kapitalizmin içine düştüğü bu krizlerin bedelini elbette kapitalistin kendisi dışında kalan tüm kesimler öder ve en çok da elbette emeği ile çalışan halk öder.
Ancak işin bu tarafı değil bizi ilgilendiren. Bu yazının çercevesi, paranın mübadele aracı olmaktan çıkıp, kendisinin mübadele konusu olması aşamasından sonra, banka sermayesi ile sanayii sermayesinin içiçe geçmesi ve kapitalist yoğunlaşmanın yeni biçimlerine ulaşmasında özel bir durumun kapitalizm açısından vazgeçilmez olduğudur. Bu çok özel durumu, 'kara para' denilen ve tek özelliği 'yasa dışı' denilerek tanımlanamayacak paranın sistem içine alınmasına olan gereksinimidir. Basit rakamlarla açıklamak için, Maliye Bakanlığı bünyesindeki Mali Suçlar Araştırma Kurulu tüm dünyadaki 'uyuşturucu parasının' 400 milyar dolar olduğunu ve bunun yüzde kırkının Türkiye üzerinde geçerek tüm dünyaya dağıldığını saptadığını söylemek yeter. Yani devletin tespitlerine göre bu miktar en kaba hesapla 16 milyar dolardır.
Tüm dünyada olduğu gibi, 'kara paranın' engellenmesi çabası içindeymiş gibi gözüken kapitalist sistemin aslında bunu ehlileştirmekten öteye bir çabası olması abesle iştigaldir. Bu para bir şekilde yeniden üretime katılmalıdır. Bunun tek yolu elbette bankacılık sistemidir. İlk başlarda, altın üzerine kurgulanan bu 'aklama' işlemi artık 'paranın yüksek hareket' yeteneği ile çok daha kolaylaşmış görünmektedir. İkide bir ileri sürülen, 'halkın yastık altındaki altınlarını' piyasa çıkarabilme ve 'üretime katkı' olarak kullanabilmenin yollarını araştırmak ve önermek modadır. Gerçekten de halkın tasarruflarını ilk başlarda altına yatırdığı veya şimdilerde olduğu gibi dövize yöneldiği doğrudur. Ancak bunun bir açıklaması, halkın küçük tasarruflarını kendince güvence altına almasına dayanma güdüsüne dayanmaktadır. O nedenle de ortaya çıkarılması çok da mümkün olmayan küçük miktarları içerir. Zaten yasal yapılanmaların düzenlenmesi de hep bu doğrultudadır. Bir dönem çıkarılan, 'isimsiz hesap', bankaların dağıttığı 'hamiline yazılı' hediye çekleri, isimsiz, şifre esasına dayalı banka hesapları ve dokunulmazlıkla donatılan banka kasaları, halkın elindeki bu zavallı 'birikim' için değil doğrudan 'kara para' nın finansman sektörüne döndürülmesi içindir. 'Nereden buldun' yasası bunun için çıkarılmaz. Kaldı ki sorun sadece bankacılık sermayesi ile sanayici arasında değildir. Finans sermayesi zaten önünde sonda 'yoğunlaşma' dediğimiz süreç içinde tek egemen olmuştur. Türkiye'de bu adımlar 1980 ihtilalcilerinin koruması altında atılmıştır. Dövizin serbest bırakılmasının hemen ardından döviz mevduat hesaplarındaki yükseliş bile kara paranın sisteme legal yollardan entegrasyonun başlı başına bir göstergesidir. Şimdilerde halkın yararına gibi gösterilen, cebinde 10 dolar yakalatan yıllarca hapis yatardı edebiyatı, aslında binlerce doları bulan kara para aklamasının kılıfı değil midir? Bu adımlar son derece yararlı olmuştur. Öte yandan ortalığı çiğ gibi bir müteahhitler ordusu sarmıştır. Ordu ihaleleri ile, devlet ihaleleri ile bir anda aile resimlerine giren türedi fabrikatörlerle ortalığın dolması ve giderek türedi iş adamlarının her birinin kendine banka kurması raslantı mıdır? Öte yanda şöyle bir düşünürsek, Türkiye'nin geçmişe dayanan tüm sanayicilerinin birer banka kurması da bu sürecinin başlangıcı değil midir? Yanlış anlaşılmasın elbette 1980 sonrası müteahhitlerinin, sanayicilerinin, bankacılarının sadece kara para aklayarak, kendilerini varettiğini ileri sürmüyorum elbette. Fakat Türkiye'nin üzerinden geçtiğini devletin kendisinin açıkladığı 16 milyarın (bu sadece uyuşturucu parası) düzeninin legal çarkları içine entegre olmasını sağlamak yolundaki çabalarının bu türedilerin oluşmasında hiç mi payı yok? Örneğin Uğur Mumcu'nun zamanında belgeleriyle açıkladığı silah ticaretinden gelen kara paranın bu ülkede büyük finans sermayesinin oluşmazsın da dahli olmadı mı? Bu paralar sermaye tarafından içselleştirilmedi mi? Siirt'li aşiret reisi, İstanbul'un en lüks semtinde onlarca apartman satın alırken, ülkücü gangster belediye inşaatları yoluyla uyuşturucu parasını sisteme sokmuyor mu? Bir general Türkiye'nin en pahallı yerlerinde yazlıklar yaptırarak 'tüm alınterini' sisteme entegre etmiyor mu? Bunları siz çok daha uzatabilirsiniz. Ama kapitalizmle 'kalkınmak' istiyorsanız, sürekli bunu söyleyen partilere oy veriyorsanız, en yakışıklı iktisatçı silahşörlerinizi televizyon televizyon gezdirip yetmezmiş gibi üniversitelerde magazin programlarla (içtenlikle söylüyorum çok sempatik ve etkili oluyorlar bence) kapitalizmin erdemlerini anlattırıyorsanız (ve iktisat profesörü olarak buna inanıyorsanız) yolsuzluktan ve kara yollarda gelen paranın aklanmasında, sadece daha rafine yollar bularak, patronlarınızın takdirini kazanmaya çalışmanız gerekir.
Kapitalizm karapara ile mücadele etmez, edemez. Etmemesi gerekir. Kapitalizm, Alcapon'ları karapara kazandığı için değil, bu paranın vergisini ödemediği için mahkum eder.
Çok yakın tarihte hepsi işinin başına dönecek olan Kartal Cezaevi misafirleri içlerini rahat tutsun.
ÖZET OLARAK
Kapitalizm için 'karapara' nın dayanılmaz vazgeçilmezliği vardır. Kapitalizme akıl vermek haddimiz değil ama, hiç olmazsa bizi enayi yerine koymasınlar
A.ATEŞ (inadına.com)
marksist felsefe
14.07.2004 - 10:34Mehmet Ali Aybar: 'Bilimsel Sosyalizm adı verilen teori her sorunu yanıtlamış ve dolayısıyla 'noktalanmış' bir teori değildir. Gerek teori alanında, gerekse pratikte, yeni yeni sorunlara çözüm bulmak zorundadır. Her bilim teorisi gibi o da eleştiriye açıktır. Yarınlara bakmak ve ilerlemek; karşımıza çıkacak yeni yeni sorunlara çözüm getirmekle olanaklıdır....'Raslantısallık' örneğinde olduğu gibi Marx eleştiriye ve tartışmaya açıktı. Bilimsellik iddiası da ancak böyle ciddiye alınır.'
deniz gezmiş
13.07.2004 - 17:54Nihat Behram ın Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ın yakalandıklarından asılmalarına kadar olan süreçte olanları anlatan kitabı, ' Darağacında Üç Fidan ' 1976'da yasaklanmış ve 1998'de tekrar piyasaya sürülmüştür.
mahir çayan
13.07.2004 - 17:49Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi(THKP-C) 'nin kurucularından, Mahir Çayan, 14 Ağustos 1945'de Samsun'da doğdu. Babası devlet memuruydu. İlköğretimine Üsküdar'da Halil Güçlü İlkokulu'nda başladı ve Paşakapısı İlkokulu'nda tamamladı. Ortaokul ve liseyi Haydarpaşa Lisesi'nde tamamlayan Mahir Çayan, 1963'te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Ancak burada bir yıl öğrrenim gördükten sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne kaydoldu. Bu arada Türkiye İşçi Partisi(TİP) 'ne ve Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF) 'na bağlı SBF Fikir Kulübü'ne de giren Çayan, 1965'de bu örgütün başkanlığını yaptı. 1967'de kısa bir süre için Fransa'ya gitti. 1968'de İzmir'de 6.Filo'yu protesto gösterilerinde gözaltına alındı, sonra serbest bırakıldı. Bu yıllarda TİP ve FKF içinde başlayan tartışmalarda Milli Demokratik Devrim(MDD) görüşünü benimsedi. SBF içindeki etkinliğinde bu görüş doğrultusunda davrandı. Yusuf Küpeli'nin FKF genel başkanı olduğu bu dönemde, gerek SBF'de gerekse Ankara'daki devrimci mücadele içinde aktif olan Çayan, TİP adına Zonguldak'da ve Karadeniz Ereğlisi'nde çalışmalarda bulundu. Bu gezide Sadun Aren ile TİP Senatörü Fatma İşmen'in tutumunu eleştirdi. Bu konudaki görüşlerini 'Aren Oportunizminin Niteliği' adı altında Türk Solu adlı dergide yayınladı. Bu arada Milli Demokratik Devrim doğrultusunda ideolojik çalışmalarını yoğunlaştıran Mahir Çayan, Emek dergisinde Kenan Somer'in 'Devlet Devrim ve Lenin' ve 'Devrim Nasıl Tanımlanmalı' başlıklı yazılarına Türk Solu'nda 'Revizyonizmin Keskin Kokusu' adlı iki yazıyla cevap verdi. 9-10 Ekim 1969'da Ankara'da yapılan ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu(Dev-Genç) adını alan FKF kurultayında yapmış olduğu uzun konuşmayla dikkati çekti. Bu dönemde Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile davranan Mahir Çayan, 1970'de Gülten Savaşçı ile evlendi. 17-18 Ekim 1970'te divan başkanlığını Yusuf Küpeli'nin yaptığı son Dev-Genç genel kurulunda da önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Mihri Belli ile olan ayrılıkların üstüne giden Çayan, MDD stratejisinin bir savaş stratejisi olduğunu ve bunun bir savaş örgütü yani bir parti ile gerçekleşebileceğini savundu.
Bundan sonra 29-30 Ekim 1971'de Ankara'da TİP Genel Kurulu toplandığı sırada, bu kongreye katılmamış MDD görüşünü benimseyen delegelerle ve delege olmayan işçi ve öğrencilerle birlikte düzenlenen 'Proleter Devrimcilerin Sohbet Toplantısı'ndan sonra Mihri Belli ve grubu ile olan anlaşmazlık kopma noktasına geldi. Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü ve Münir Ramazan Aktolga imzasıyla yayınlanan 'Aydınlık Sosyalist Dergi'ye Açık Mektup' ise bu süreci noktaladı. Bu sırada birlikte hareket ettiği arkadaşlarıyla birlikte Türkiye Halk Partisi(THKP) 'nin kuruluş çalışmalarını da yürüten Mahir Çayan, örgütün genel komitesi tarafından Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ile birlikte Merkez Komitesi'ne getirildi. Komite içinde yapılan görev bölüşümü sonucunda, THKP'nin siyasal ve ideolojik görüşlerinin biçimlenmesinden sorumlu oldu. Bu konuda Kurtuluş dergisinde yazılar yazdı. 'Yayın Politikamız' ve 'Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi' başlıklı yazılarda partinin devrim anlayışını formüle etti. Daha sonra bu görüşlerini 'Kesintisiz Devrim I-II-III' adlı broşürde daha açıklayıcı biçime sokarak, kesinleştirdi. Bu arada THKP'nin şehir gerillası eylemlerini de planlayan Çayan, 12 Şubat 1971'de Ankara'da Ziraat Bankası Küçükesat Şubesi soygununa katıldı. Şubat 1971'de Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Kamil Dede, ve Oktay Etiman'la birlikte İstanbul'a geldi ve örgütün eylemlerine burada devam edilmesi için hazırlıklarda bulundu. 15 Mart 1971'de Türk Ticaret Bankası Erenköy Şubesi soygununa katıldı. Bunun ardından 4 Nisan 1971'de işadamları Mete Has ve Talip Aksoy'un kaçırılıp 400 bin liralık fidye alınması eylemini arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdi. Bu arada Türkiye Halk Kurtuluş Partisi'nin tüzüğünü Münir Ramazan Aktolga'yla birlikte hazırladı. Aynı günlerde 'İhtilalin Yolu' adlı parti bildirisini de kaleme alan Mahir Çayan, 17 Mayıs 1971 günü İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Ephrahim Elrom'un kaçırılması eylemini Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir'le birlikte gerçekleştirdi. 29 Mayıs 1971'de Hüseyin Cevahir'le birlikte kaldıkları evden kaçıp, sığındıkları bir başka evde Sibel Erkan'ı alıkoydular. Burada güvenlik kuvvetleri tarafından kuşatıldılar. 1 Haziran 1971'de polisin açtığı ateş sonunda Hüseyin Cevahir öldü. İntihara teşebbüs eden Mahir Çayan yaralı olarak ele geçti. Bir süre hastanede yatan Çayan, daha sonra tutuklanarak hakkında TCK'nın 146. maddesini ihlal etmekten dolayı dava açıldı. Mahir Çayan duruşmasının savunma aşamasında 29 Kasım 1971 günü Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı ve Ömer Ayna'yla birlikte Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı. Bir süre İstanbul'da kalan Çayan, bu süre zarfında örgüt içinde başgösteren anlaşmazlığı tartışmak üzere 12 Aralık 1971'de Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile görüştü. Ancak bu görüşmede bir sonuç sağlanamadı ve Çayan içerde oldukları süre içinde partinin çizilmiş olan stratejisini terkettikleri gerekçesiyle Merkez Komitesi'ndeki bu iki arkadaşını suçladı. Daha sonra Genel Komite'deki diğer üyelerin de onayını ile Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga'nın THKP'den ihraç edilmelerini sağladı. Ocak 1972'de İstanbul'dan Ankara'ya gelen Çayan, burada Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO) 'yla birlikte bir eylem yapılması konusunda Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'yla görüş birliğine vardı. Mart 1972'de Fatsa'ya gelen Mahir Çayan ve arkadaşları 26 Mart 1972'de Ünye'deki Radar Üssü'nde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırdılar. Bundan sonra İngilizlerle birlikte Niksar'ın Kızıldere köyüne gelen Mahir Çayan ve arkadaşları, gizlendikleri evi kuşatan güvenlik güçlerinin açtığı ateşle 30 mart 1972'de öldürüldüler.
sosyalizm
13.07.2004 - 17:21'..hiçbir bilim dalında yüz yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (Mehmet Ali Aybar- Türkiye İşçi partisi -TİP- genel başkanı)
marksist felsefe
13.07.2004 - 17:13'..hiçbir bilim dalında yüz yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (Mehmet Ali Aybar-Türkiye İşçi Partisi Genel başkanı)
mehmet ali aybar
13.07.2004 - 17:10'...hiçbir bilim dalında 100 yıl önceki teorilerle çalışılmıyor. Marksizm’ in geçen yüz yıldan beri olduğu yerde saymasına göz yumulamaz.... İnsan biliminin niteliği de herhalde zorluklar çıkarıyor. Toplumsal olaylar son derece karışık. Belirleyici faktörleri bu kargaşa içinden çekip çıkarmak kolay değil sanıyorum. Ama gene de Marx’ın kalın çizgilerini inceltmeye çalışmalıyız...Yani demek istiyorum ki, Marksizmin yetersiz yanları ortaya konmalıdır. Bunlar gizlenerek, Marksizm bir süper bilim olarak tanıtılmaya kalkışılmamalıdır. Bilim aşağı yukarı bir bilgi değildir. Bilim kesin bir bilgidir (yenisi kadar kesin) .” (M.A.Aybar)
batılı olmak
13.07.2004 - 17:00'Batılılaşma'nın, 'Gerçek' Anlamı! ..
Mark (Apter) uyarmıştı:'... gözlerine uzun bakma sakın, adamı efsunluyor! . Oysa Çıtra Roy'un -asıl adı başka- asıl bakılacak yeri, zaman zaman, kadife yeşiline çalan,bal sarısı, iri gözleri; : derinliğine daldın mı, sanki esrarengiz bir yıldızlı maytabın, pırıltılarını seçiyorsun!
Çıtra Roy, Hindu, besbelli yüksek bir kastın mensubu: Ailesi, Hindistan alt/kıt'ası majestelerinin imparatorluğu sayılırken; ya yüksek yönetim katında görevliydi ya da komprador bir iş adamı. Fransızca'yı sökmeye uğraştığımız, Alliance Française'e İngiltere'den geldi; orada sanat tarihi okuyormuş, ille Fransızca'yı da sökecek: olmazsa olmaz! O, hayatım boyunca, sohbet edebildiğim iki Hintliden birisi. Öteki İzmir gazeteciliğinde, demokrat İzmir'i ziyarete gelmiş, bir Hindistan Büyükelçisi idi ki, Çıtra Roy'dan zevahirde farklı, esasta aynı kumaşlar!
Demek istediğim şu: Çıtra Roy'un herhangi bir İngiliz kızından hiç bir farkı yok; kılığı kıyafeti, süsü püsü, alışkanlıkları ve tercihleri aynı: Şiir yazdığını Mark'tan öğrenmiş, sözü oraya getirip İngiliz şiirinin büyük isimlerini ardı ardına sıralıyor, bilmediği yok! Buna mukabil soydaşı Tavore'u önemsemedi; zaten Gandhi ve Nehru'ya da burun kıvırıyordu, Londra Hindistan da uyguladığı eğitim ve öğretimi, adab-ı muhaşereti, zevk yelpazesi ve itiyatlarıyla, ne yapmış yapmış; Çıtra Roy'da adından ve gözlerinden başka, Hindu hiç bir şey bırakmamıştı; halkını Handiyse maymun sürüsü gibi görüyor.
Yıllarca sonra İzmir'de karşıma çıkan büyükelçinin İngilizcesi, tam tersine zayıf; Fransızcayı sular seller gibi konuşuyor; sohbetimiz de o yüzdten uzamadımı? O da Hindu ama, giyim kuşam tarzından eğitim ve öğretimine, edebiyat merakından içki ve sofra zevklerine kadar herşeyiyle sanki bir Fransız! Nasıl mı olur, o halde siz sömürgelik döneminde Hindistan'ın galiba doğu kıyısında Pondiçherry adında bir yörenin, Fransız yönetiminde kaldığını bilmiyorsunuz: Oradaki Hindular, Senegal'daki ya da Tunus'daki yerliler gibi tam bir Fransiz eğitimi alıyor, öyle yetişiyorlardı. Bu bakımdan ahbaplık ettiğim büyükelçi, OETF'in Hindistan'da yaptığı Pondiçherry belgeselinde seyrettiğim o mutsuz savcının hık demiş, adeta burnundan düşmüştü.
Fransa'ya Az, Türkiye'ye Fazla mı?
Meraklısı onu Hangi Batı'dan hatırlayacaktır; daha sonra TRT/2'deki zaman yolculuklarında sözünü etmiştim: Derli toplu hatta kerli ferli bir zat; işi gücü yerinde, nasiyesi temiz! Çıtra Roy ne kadar, ilk bakışta bir İngiliz kızını andırıyorsa; o da Paris'teki herhangi bir Dupont Kahvesi'nde yanınızdaki masada oturup şarabını yudumlarken Figaro Gazetesini gözden geçirecek, Fransız bir savcıdan ayrılamaz ama; tragedyası bu benzerliğin altında yatıyor. Mikrofona diyor ki:
'... sömürge düzeni sürseydi, belki olmazdı bu; çünkü Fransız kültürü ve yaşama tarzı başattı; ben onun ürünüyüm, öyle yaşayıp gidecektik ama, sürmedi: Bağımsızlık biz Pontiçherry aydınlarına çifte bir yabancılaşma getiriyor: Hitli olmamız lazım, Fransız gibiyiz; zaten onlar da o kadar İngiliz ki, bizi nasıl Hindulaştıracaklar?
Önce pek çarpmıyor belki, oysa adamın tragedyası hem ağır, hem çok boyutlu, beşeri yanı var, toplumsal yanı var, ekonomik yanı var; galiba 'kültürsüzleşme' olayındaki vahşetin ve hınzırlığın olanca dehşetiyle ilk olarak o belgeseli izlerken karşılaşmıştım; ne diyordu Pondiçherry Savcısı:
'... Halkımla benim aramdaki aidiyet bağı koptu; elimde olmaksızın onları hor gördüğümü saptıyor bundan utanıyorum; üzerindeki baskı o mertebeye vardı ki bir ara asıl ait olduğumu sandığım yere gidip, orada yaşamaya karar verdim; uyguladım da bu kararı, ne yazık ki Fransa'da ulaştığım sonuç, yalnızlığımı ve yabancılaşmamı yoğunlaştırmaktan başka işe yaramadı; çünkü ben kendimi Fransız sayıyor, halkıma yabancılaşıyordum ama; Fransız beni kendinden saymıyordu ki, onun gözünde ben Fransızlığa özenen kötü bir Hindu idim; bunu kibarca da olsa, bütün davranışlarıyla yüzüme vuruyorlardı...'
Türkiye hiç bir zaman tam sömürge olmadı ama, Tanzimat sonrasının Osmanlı aydınlarını; milli şef kültür çağının Cumhuriyet aydınlarını; 1950 sonrasının demokrasi aydınlarını; Pondiçherry savcısının o kadar yakındığı yabancılaşma'ya -daha doğru bir deyişle - kültürsüzleşmeye sevk ettiği söylenemez mi? Zira içlerinden birisi, Fransa'da yaşamakla Türkiye'de yaşamak arasında tercih yapamadığını anlatırken bana, durumun ne kadar aynı olduğunu şu söyledikleri açıkça kanıtlamıştı:
'... olmuyor yahu! Ne yapacağımı şaşırdım. Türkiye'ye fazla geliyorum, Fransaya az! En ağır dıramı biz yaşamaktayız! '
Farkında görünmüyordu ya 'komprador alafrangalığı'nın bunun getirdiği sözde seçkinliğin', gerçekte 'Emperyalizm'in korkunç operasyonu 'kültürsüzleştirme' demek olduğunu söylüyordu.
İki Temel Irkçı Düşünce..
Sıra geldi, bu operasyonun nasıl yapıldığını, incelemeye! Meraklısı bilir, yıllardır bahis açıldıkça J.M. Albertini'nin, o son derece aydınlatıcı kitabından hlep aynı alıntıyı yaparım; daha önce görmediyseniz, Batı'lı bir aydın, Batılılaşma'nın aslında ne anlama geldiğini nasıl itiraf ediyor göreceksiniz, belki şaşacaksınız da!
'...(Batı'lı) sömürücü yerli halkın metropoliten sömürgeci halka benzemesi amacıyla, eski anlayış ve kuruluşlara yeni bir biçim vermeye çalışır; ama, yerlileri aşağı düzeyde tutarak tam bir benzerlikten kesinlikle kaçınır...'
'... bu politika iki temel 'ırkçı' düşünce üzerine kurulmuştur; bu düşüncelere göre, hiç bir insan için bir Avrupalıya benzemekten daha güzel bir şey olamayacağından ötürü Afrika Asya ve Latin Amerika halkına, 'Batı Uygarlığı' aktarılmalıdır; ve hiç bir uygarlık, Avrupa uygarlığından üstün değildir. Bu arada, 'yerli'nin aşağılık bir varlık olduğuna ve hiç bir zaman düzelemeyeceğine inanılmaktadır...'
'...ekonomik ve politik egemenliğin ötesinde 'sömürgecilik' üçüncü dünya halkının kişiliğini, derinliğini hedef alan genmiş bir beyin yıkama kalkışımı olmaktadır. Sömürgeleşmiş ülke sömürgeciyi taklit etmesi gerektiğine inandırılmak istenmektedir.(...) sömürge halkının sanatı, felsefesi ve dini yok sayılmakta, giderek bu halkın kişiliği yok edilmektedir....'
(buraya dikkat!) '... Bağımsızlık, elde edildiği zaman bile özellikle kültür alanında, sömürgecinin taklit edilmesi süregelir...' ('Az gelişmişliğin mekanizması', s:141/142, May Yayınları, 1974) .
Bence, bir kere daha, düşünmelisiniz!
Attila İlhan (Cumhuriyet Gazetesi - 24 Ekim 2001)
mehmet ali aybar
13.07.2004 - 16:57Aybar, bilim adamı ve lider olmanın yanı sıra ünlü bir atlet ve sporcudur.100, 200 ve 400 metreleri koşmuş, Türkiye ve Balkan rekorları kırmıştır.1928 Amsterdam Olimpiyatları’na, 1930,’31 ve ’33 Atina Balkan Oyunları’na katılmıştır. Edebiyata ve resme çok meraklı olan Aybar’ın kendi resim çalışmaları da vardır.
vandalizm
13.07.2004 - 16:37sağı solu kırıp parçalama isteği, sanatı...
misojinizm
13.07.2004 - 16:34Kadınlardan nefret etme durumu.
bakunin
13.07.2004 - 16:28Anarşizmin dedesi.
kropotkin
13.07.2004 - 16:25Peter Alexandroviç Kropotkin. Anarko Komünizmin kuramcısı Rus Devrimci düşünür(1842 - 1921) . Etik bir Anarşist anlayış, karşılıklı yardımlaşma prensibinden hareket eden bir evrim teorisi ve sanayileşmeyi ve doğanın tahakküm altına alınmasını içermeyen bir kollektivist üretim düzeni düşüncesi geliştirmiştir. Düşünceleri özellikle ispanyol Anarşist devriminde hayat bulmuştur.
stalingrad
13.07.2004 - 15:22Tarihin en büyük savaşlarından birinin (belki de en büyüğünün) yaşandığı şehir. 1 milyon 100 bin asker ve sivil sovyet, 900 bin de alman üzere toplam 2 milyon kişi ölmüştür. 2. dünya savaşının gidişini ve dünyanın tarihini kökten değiştirmiştir.
joseph stalin
13.07.2004 - 15:19Nazım, Bolşevik Devrim'in ve Lenin'in mirasını yiyen Stalinist lere 'bir gram insanlığı olmayan asalaklar' demiştir.
Recep Tayyip Erdoğan
13.07.2004 - 15:12Yargılandığı mahkemede servet artışı için ‘Oğlumun düğününde takılan altınları bozdurduk, parayı kendisinden borç aldım! ’ diyen başbakan(!)
Toplam 1733 mesaj bulundu