F Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antoloji.com

  • küreselleşme

    16.07.2004 - 12:27

    'İstanbul Buluşması'ndaki tek muhalif ses olan Dr. Hasan Hanefi ile roportaj:

    - Bu forumdan ne bekliyordunuz? Umduğunuzu bulabildiniz mi?

    Ne yazık ki beklentiler, asla tam olarak karşılanamaz. Genellikle, beklenti ile gerçeklik arasında büyük bir farklılık vardır. Ama yine de okyanus, damlalardan oluşur. Bu bağlamda, AB'nin Türkiye'de İslam dünyası ile ortak bir diyaloğa girmesi olumlu. Türkiye, Doğu ile Batı arasında diyalog ülkesi.

    11 Eylül'den sonra neredeyse bütün yazılıp çizilenler, İslam ile Batı arasındaki ilişkiye dairdi. Burada AB Batıyı, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) da Müslüman ülkelerin önemli bir bölümünü temsil ediyor. Genel olarak toplantı; bir yanda kültürlerarası diyalog, medeniyetler çatışması gibi teorik konular ile, taktik konular arasında salındı diyebiliriz.

    Ancak asıl sorun şu ki diyalog, eşit taraflar arasında mümkündür. Ama şu anda Müslümanlar ve Batı eşit taraflar değil: Bir yanda yoksulluk, diğer yanda zenginlik. Bir yanda özgürlük diğer yanda baskı... Demek ki ortada dengesiz, eşitsiz bir güç ilişkisi var. Öyleyse işin taktik düzeyini deşmek gerek. Filistin sorununu ele alalım. İsrail, Filistin ile diyaloğu reddediyor. Görüşme masasına oturması gereken insanlar birbirlerinden çok uzak. Bu pratik sorunu çözmemiz gerek. Müslümanlar kaygılı, kendilerini çok zayıf hissediyorlar. Filistin'in yanı sıra Keşmir, Kuzey Fas gibi sorunları da sayabiliriz. Ama İslam dünyasının kalbindeki mesele, hâlâ Filistin'dir. 11 Eylül saldırısı, aslında bir çığlıktır: 'Biz zayıfız, Amerika güçlü, Amerika İsrail'i destekliyor, onun yanında duruyor' diyen bir çığlık. 11 Eylül, Filistin İntifadası'nın başlangıcı olan 28 Eylüle bir tepkidir. İkinci eylülü, ancak ilkini anlayabilirsek kavrayabiliriz.

    Bu toplantıda dikkatimi çeken bir şey, oturumlarda tartışanların sadece Müslüman ülke temsilcileri olmasıydı. Avrupalılar tartışmıyor, çünkü güçlü olan onlar. Diyaloğa ihtiyaçları yok.

    Bu forumda vurgulanan bir şeyi tekrarlamak isterim: İslam, şiddetin kaynağı değildir. Kuzey İrlanda'daki mezhep çatışmalarını, Sri Lanka'daki Tamilleri, İspanya'daki Bask gerillalarını hatırlayalım Bunların kaynağı da mı İslam?

    Batılılar şiddeti dinsel şiddete, dinsel şiddeti de İslam'a indirgiyor. ABD ve Avrupa'da, İslam ile şiddet arasında böyle önyargılı bir bağ kurulmuş. Oysa aynı İslam geçmişte mantık, ilerleme, hümanizm ile ilişkilendiriliyordu. Belki de gelecekte İslam, özellikle Asya ve Ortadoğu'daki yükselişi ile, ABD'ye bir rakip haline gelecek. Zaten bu nedenle ABD, Afganistan'ı bahane ederek Asya'ya sıçradı. Rusya ve Çin'i, Pakistan'ı, İran İslam Devrimi'ni tehdit ediyor. Irak ambargosunu tamamlamak ve Asya pazarlarını Japonya, Güney Kore, Tayvan ve Hong Kong'dan almak istiyor. Bu amaçlar için, terörizm gerekçesini kullanıyor.

    ABD, Asya ve İslam'dan kendisine karşı bir cephenin oluşmasını önlemek istedi. İslam dünyası bugün tek küresel dünyaya, tek kutuplu sisteme karşı duruyor, küreselleşmenin yeni bir tür hegemonya olmasını istemiyor. Elbette, küresel bir dünyada yaşıyoruz. Ama bu kimin küreselleşmesi? Merkezin küreselleşmesi söz konusu, çevre ülkeler ise parçalanıyor. Ortada; uluslararası şirketlerin, sanayileşmiş ülkelerin çıkarına bir küreselleşme var. Öyleyse küreselleşme, yeni bir tür ekonomik, ama aynı zamanda kültürel ve askeri bir hegemonya.

    - 11 Eylül'den sonra iki paralel gelişmeden biri, ABD'nin Asya'ya adım atması ise, diğeri de, ülke farkı gözetilmeden meşru hak ve özgürlüklerin geri alınması, bağımsızlık hareketlerinin terörizm olarak damgalanması oldu. Sizce bu süreç dünyayı nereye götürür?

    Daha fazla Amerikan karşıtlığına. Şimdi yaşadıklarımız, 1960'lardaki savaş karşıtı harekete benziyor. İsrail'de bile barış hareketi protestoya başladı. Seattle, Prag, Cenevre, Londra ve Paris'teki küreselleşme karşıtı gösterileri de unutmayalım.

    ABD, terörizmi tanımlamak için uluslararası bir konferans toplama teklifini reddetti. Böylece terörizm ile ulusal kurtuluş hareketleri, bireysel terörizm ile devlet terörizmi, görünen terörizm ile görünmez terörizm arasında ayrım yapmayı reddetmiş oldu. GATT anlaşması, görünmez terörizmdir. Dünya Bankası, IMF, görünmez terörizmdir. Küreselleşme görünmez terörizmdir. Medya, CNN, görünmez terörizmdir.

    Benim için asıl şaşırtıcı olan, bugüne dek hep 'çoğulcu' olarak sunulan, çoğulcu bir evren tahayyülüne sahip olduğu söylenen Batının, ABD önderliğinde tek taraflı, monolitik bir vizyona yönelmesidir. Dedikleri bellidir: Irak terörist, şeytan ekseni terörist... BM'nin, uluslararası hukukun dışında davranıyorlar... Küba'daki Guantanamo Üssü'ne götürülen Arap-Afgan tutsakları hatırlayın. Onlar için ne insan hakkı, ne uluslararası anlaşmalar, ne Cenevre Sözleşmesi geçerli oldu.

    Müslümanlar, özellikle Filistin meselesinde kendilerini işgal altında hissediyorlar. Bu nedenle İslam, bir direniş dini olarak ortaya çıkıyor ve ABD, İslam'ı terörizm olarak suçlamakta ısrar ediyor. Ama asıl ABD, uluslararası terörizm uyguluyor. Miloseviç'in başına gelenlere bakın: Amerika Miloseviç'in düşmanıydı, şimdi ise onun yargıcı oluyor. İkisi aynı anda nasıl olabilir?

    - Azgelişmiş ülkelerin yöneticilerine dair iki örnek vermek istiyorum. Afgan Dışişleri Bakanı Abdullah Abdullah burada, ülkesini bombalayan ülkelerin temsilcileriyle bir arada. Görüştüğümüz Mozambikli bir bakan yardımcısı ise, bize IMF-Dünya Bankası reçetelerini savundu. Bu iki örnek, azgelişmiş ülkeleri yönetenler hakkında bize ne anlatıyor?

    Afganistan, epey karmaşık bir durumda. 11 Eylül'ü gerçekleştiren kişinin Bin Ladin veya Taliban olduğuna dair elde bir delil yok. Ama ABD oldukça çabuk saldırıya geçti, çünkü asıl mesele Asya'nın kalbine yerleşmekti. Taliban, Afganistan'ın yasal hükümetiydi ve ona karşı isyan etmek, sadece Afganların hakkıydı.

    - Üstelik Taliban, uzun bir süre ABD tarafından desteklendi...

    Taliban, ABD'nin ürünüdür. Pakistan ve Suudilerin katkısını da unutmamak gerek. Ama 11 Eylül'den sonra ABD'nin pozisyonu değişti. Stratejik hedeflerine ulaşmak için, Afganistan'ı kurban seçtiler. Ülkede zaten bir iç savaş sürüyordu, ama bir süper gücün, uzaktan gelip şiddet yoluyla bir hükümeti devirmesi ve yerine bir başkasını getirmesi, uluslararası hukuka tamamen aykırıdır. Afganistan'da kimse bu hükümete saygı duymaz; iç çatışmalar başladı bile. Kısa süre içinde, belki de altı ay sonra, Afganların yabancı işgalcilere karşı ayağa kalkacağını düşünüyorum. Çünkü Afgan halkı bugüne dek hiçbir işgal gücüne boyun eğmedi. ABD, bu dönemde Afganistan'da kurulan geçici hükümeti bir araç olarak kullanıyor sadece.

    Mozambik'e gelelim: Her ülke, bugünlerde bir yabancı işgalden korkuyor. Komor Adaları'na çıkarma yapan 100 darbeci askeri hatırlayın. Herkes, ABD'nin adayı işgal ettiğini sandı ve dünya basını ayağa kalktı. ABD'nin herhangi bir yeri işgal edebileceğine dair ciddi bir korku var. ABD, sopa-havuç politikasını uyguluyor. IMF ve Dünya Bankası'nın havucunu almazsanız, sopa geliyor.

    Ancak bence bu dönemde, 1960'larda yaşanan hareketin gücünde, dev bir yeni anti-sömürgeci hareket yükselecek. Bu hareket; illa ki açık bir askeri işgale karşı değil, küreselleşmeye karşı olacak. Hem Üçüncü Dünya'da, hem de Amerika ve Avrupa'da. Çünkü tek kutuplu dünya sağlıklı değildir. Dünya; tek gözle göremez, tek burunla koklayamaz, tek kulakla dinleyemez. Bu sistem, rakip tanımadığı ve çoğulcu olmadığı için daima baskı kaynağı olacaktır. Piyasalar, işgücü, herşey onların isteğine göre şekillendiriliyor. 21. yüzylılın başlangıcında, yeni bir tehlike yükselmektedir. Geçmişte, iki kutuplu dünyanın savaş ve çatışma kaynağı olduğunu düşünüyorduk. Ama şimdi görüyoruz ki asıl tehdit, tek kutuplu dünya imiş!

    - Yine de, bu durumun tersine çevrileceğini düşünüyorsunuz...

    Çevrilecek. Yeni ulusal hareketler, halk hareketleri ve tabii ki şiddet yükselecek. Amerika uluslararası polis rolünü oynamayı sürdürdükçe, yüzlerce Usame Bin Ladin ortaya çıkacak.

    - Peki ama İslam, doğacak bu hareketi kapsayabilir mi? Geçmişte aynı İslam, SSCB'ye karşı ABD tarafından kullanldı. Bin Ladin ve Taliban, ABD'nin kucağında yetişti...

    Sermayenin uluslararası hegemonyasına karşı çıkanlar, ondan zarar görenler, acı çekenler olacaktır: Latin Amerika'da artık Che'nin ruhu kalmamış. Afrika ise AIDS ve kıtlıklar ile harap olmuş durumda. Geriye tek kalan seçenek Asya. Ve İslam, Asya'nın kültürüdür. Burada İslam derken, Hinduizmi, Budizmi, Konfiçyusçuluğu da kapsayabiliriz; bunların hepsi, İslam'daki değerler sistemine benzer sistemlere sahip.

    İslam, şimdilik muhafazakâr bir tona sahip. Ama belki de bu direniş sürecinde, yeni bir İslam ortaya çıkacak; bir kurtuluş teolojisi. Latin Amerika'daki Katoliklik, Alman köylü isyanlarındaki Thomas Münzer'in ideolojisi gibi, Tayland'daki radikal Budizm gibi... Eğer bu gerçekleşirse İslam, muhafazakârlıktan kurtulup daha militan bir biçime bürünecek ve bir tür halk ideolojisi haline gelebilecek, böylece Batı'nın 'insan hakları' karşısına 'halkların hakları' kavramı ile çıkacaktır. Dünyaya ABD'den bağımsız, yeni, halkları ve rejimleri birleştirici bir gündem sunacaktır. Bugün İslam ülkelerinde rejimler, dış baskılar ile içerideki halk tepkisi arasında ikiye bölünmüş, köşeye sıkışmış durumda. En yakın örnek, Pervez Müşerref'in Pakistanı. İslam ile birlikte liderler, halklarıyla bir uzlaşmaya girebileceklerdir. İslam dünyasının daha yakınlaşması anlamında, umutluyum. Bazı Asya-Afrika ülkelerinin, G-7'ye alternatif olarak G-22'yi oluşturmaları, bu birliğin sağlanması için olumlu bir adımdı. Böylesi birlikler, küreselleşmeye karşı bir Afrika-Asya dayanışmasının güçlendirilmesini sağlayabilir. Çin'i de unutmayalım; Çin, henüz elindeki kartları oynamış değil. Çin'in çıkarı Amerika veya Avrupa'da değil Asya'dadır. Ekonomik sorunlarını ancak böyle çözebilir. Çok kutuplu yeni bir dünyada daha sağlıklı bir uluslararası ortam oluşabilecek.

    - Bölgemize dönelim. Türkiye ve İsrail arasındaki stratejik ilişki hızla gelişiyor. Sadece bu yıl içinde 3 ortak tatbikat yapılacağı açıklandı. Bu ilişki, Ortadoğu halkları için zararlı değil mi?

    Zararlı tabii. Bu nedenle hem İslam dünyası, hem Türkiye kamuoyunda ciddi bir tepki var. Türkiye artık, geleceğinin nerede olduğuna karar vermelidir. İki ülkenin orduları, ilişkilerini büyük bir hızla geliştiriyor, ama aslında kamuoyuna, halkın isteklerine ve tarihe karşı geliyorlar. Türkiye'nin çıkarları İran ile, Suriye ile, Arap dünyası iledir. Biz komşuyuz, ortak bir tarihimiz var ve çıkarlarımız da ortak. Siyasi uyanıklığa, bağımsız bir iradeye ihtiyacımız bulunuyor. Türkiye ve İsrail, İsrail ve Çin arasındaki askeri işbirliğini etkisizleştirecek olan şeyin; kamuoyunun kendisini daha net bir biçimde ortaya koyması olduğunu düşünüyorum.

    Güç, göreceli bir kavramdır. İslam dünyası daha güçlü hale geldiğinde, daha iyi işbirliği yapıp uzun vadeli politikalar üretebildiğinde, Türkiye'nin yabancılaşmasının sona ereceğini düşünüyorum.

    - Türk hükümeti Irak'a yönelik bir saldırıyı desteklerse Ortadoğu'daki konumu ne olur?

    Öncelikle, kendi halkı nezdinde durumu çok kötü olacaktır. Halk, bu saldırıyı asla kabul etmez. Ortadoğu'daki imajı daha da olumsuza dönecektir. ABD de eninde sonunda dostlarını satacaktır zaten. Tıpkı Pakistan'ı Hindistan'a sattığı gibi. Irak parçalanırsa, Türkiye de kendi içinde bir bölünmeyi davet etmiş olur.
    inadina.com - sayı 31

  • bor madeni

    16.07.2004 - 12:21

    RİO TİNTO ve Bor Pazarı
    Bir bor konusu Türkiye'nin en büyük rezervidir, yani, Dünyanın en büyük rezervlerine sahibiz' diye iddia ediyoruz, ama acaba bor satışları maden olarak değil, hammadde olarak değil, nihai mamul olarak satışlarının yüzde kaçına sahibiz? Yüzde 10'una yüzde
    15'ine sahip miyiz? Ben zannetmiyorum; yani nihai mamul olarak, katma
    değeri ilave edilmiş olarak sahip değiliz. 1960'lı yılların sonuna doğru bu konu üzerine Planlamada eğildiğimiz zaman karşımıza bir büyük monopol sistem meydana çıktı. Üzerinde çok durduk, bu gün gibi hatırlıyorum, hatta bir takım anlaşmaya yaklaşmıştık. Şöyle bir anlaşma;

    Hepinizin de bildiği gibi, 'Amerikan Boraks' diye Kaliforniya'da bir grup, daha doğrusu
    Kaliforniya'daki rezervleri işleten grup, aşağı yukarı dünyanın o tarihlerde yüzde 80'ine sahip durumdaydı ve birtakım patentleri de var. Nihai mamulleri yapıyor. Pazarlaması gayet güçlü. O tarihlerdeki araştırmalarımızda, ya rakiplerine gidecektik, ya da onlarla bir ortaklık
    kuracaktık; yani monopol olacaksak, beraber monopol olalım diye düşündük. Bu şekilde bir anlaşmaya varma imkanı gözüktü, bu söylediğim 1970 yılına doğrudur. 1970 yılı dahil, bu yabancılarla dünyayı ikiye bölmek, Avrupa'yı ve Amerika'nın doğusunu Türkiye'den beslemek; Japonya, Uzakdoğu ve Amerika'nın batısını Kaliforniya'dan beslemek - ekonomik oluyor tabii, mesafeler bakımından ekonomik oluyor- böyle bir anlaşmaya varmak üzereydik; ama maalesef o zaman Türkiye'deki devletleştirme havaları, illa her şeyi biz yapacağız havaları bu gelişmeye mani olmuştur.

    Tabii ileri ki yıllarda ülkemiz bunun sıkıntısını çok çekti, döviz yokluğunun ana sebeplerinden biri, bu politikaların 1970'li yılların başından itibaren uygulanamaması, özellikle 12 Mart'tan sonra uygulanmamasıdır.'

    Bu sözler 21 - 22 Haziran 1990 tarihlerinde Ankara'da
    gerçekleştirilen I.Maden Şurası'nın açılış konuşmasını yapan zamanın
    Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a ait. Özal biliyor muydu bilinmez ama, bilinen şu ki, konuşmanın yapıldığı tarihte dünya bor pazarı, tam da düşündükleri gibi, ikiye bölünmüştü.

    Avrupa'yı ve Amerika'nın doğusunu Türkiye'den beslemek; Japonya, Uzakdoğu ve Amerika'nın batısını Kaliforniya'dan beslemek şeklindeki paylaşma aynen yürürlükte idi. Uzakdoğu'da en büyük pazar olan Japonya, US Borax tarafından beslenmektedir. Tayland ve Güney Kore Türk borlarına bırakılmıştır, ancak buraya satışlar Owens Corning'in firmasına ait, kendisi de bor üreticisi olan, ABD'deki Billie, Boraxo, Millsite, Kathleen ve Sigma 17-20 bölgelerindeki bor madenleri ruhsatlarının sahibi, üretim yaptığı Billie
    madenini Türkiye'den ucuz hammadde temin ettiği için 1986 yılında kapatan American Borate Company (ABC) tarafından yapılmaktadır. 1995 yılında eski bor üreticisi Yakal ailesine ait Borochemie firması ile bu durum değiştirilmek istendi ise de pek başarılı olunamadı. Yine Amerika'nın batısı US Borax tarafından beslenmektedir.
    Amerika'nın doğusu ve Avrupa, Türkiye'den beslenmektedir. Amerika'nın doğusuna satışlar ABC, Pittsburg Plate Glass (PPG Industries) ve Kobitex aracılığı ile yapılmaktadır.

    Bu anlaşmaya o kadar sadık kalınır ki, rakip US Borax'ın Fransa'daki tesisleri hammadde olarak Türk borlarını kullanmaktadır. Mal temininde sıkıntıya düştüğünde müşterilerini Türkiye'den temin ettiği Asit Borik ile korumaktadır. Etimine, US Borax'tan ürün almak
    istediğinde ise buna izin verilmez. US Borax, Rio Tinto'nun Londra kolu Rio Tinto Plc.nin alt kuruluşu olan Kennecott Holdinge bağlıdır. Sermayesinin %100'ü Rio Tinto'ya aittir.

    Afyon Ticaretinden Kazanılan Para İle Kurulan Şirket: Rio Tinto

    Rio Tinto, 1873 yılında Jardine Matheson firması tarafından kurulmuştur.
    Şirkette en büyük hisse Rothschild ailesine aittir ve kraliyet ailesinin de hissesi bulunmaktadır. Jardine Matheson 1800'lü yılların başından itibaren Türkiye'den Çin'e 'afyon' ticareti yapan bir firmadır. 1837 Paniği'nde diğer afyon tüccarları Russel ve Perkins
    firmalarının zor duruma düşmeleri ve Rothschildlere başvurmaları üzerine, Jardine Matheson, Russel Co ve Perkins Co birleştirilerek Rothschild ailesine ait J.P. Morgan denetiminde afyon karteli oluşturuldu. 1839 yılında Çin ile İngiltere arasındaki Afyon Savaşı'nın Çin'in mağlubiyeti ile sonuçlanması üzerine Hong Kong İngilizlere bırakıldı. Burada, Rothschildler tarafından kurulan Hong Kong Shangai Bank Corporation (HSBC)
    afyon ticaretini finanse etmeye başladı. Jardine Matheson firmasının afyon ticaretinden kazanılan parası ile kurulan Rio Tinto, dünyanın en büyük maden firması olup, tek başına dünya maden üretiminde % 12.5'lik pay ile birinci sıradadır. İkinci sırada %
    11'lik pay ile yine İngiltere merkezli Anglo American Corp., üçüncü sırada % 8'lik pay ile yine İngiltere merkezli Billiton/BHP gelmektedir. Billiton/BHP firması Royal Deutch Shell'e ait olup, Shell ise Rothschild ailesinin kontrolündedir. Anglo American Corp.(AAC) ,
    Oppenheimer ailesinin kontrolünde olup, Rothschild ailesinin De Beers kanalıyla payı bulunmaktadır. AAC'nin % 37'si De Beers'e, De Beers'in % 34'ü AAC'ye aittir. Her üç firmada ayrıca kraliyet ailesinin payları bulunmaktadır.

    Rio Tinto, 2001 yılında eroinin serbest bırakılması için ciddi miktarda para harcamaktadır. Avustralya'da bazı kiliseler bünyesinde oluşturulan Tolerance Room'larda (Hoşgörü Odaları) haftanın belli gününde, belli saatlerde isteyenlere düşük miktarda eroin enjekte
    edilmektedir. T-Room'ların masraflarını karşılayanlar ve lobi çalışmalarını destekleyenler arasında Rio Tinto'da vardır. Diğer destekçiler, Westpacbank, ANZBank, NABank gibi Rio Tinto'nun kurumsal yatırımcılarıdır. Prens Charles'e ait Queen Truest firması da bu
    çalışmayı desteklemektedir.

    Yukarıda sayılan üç firma ve diğer firmalarla birlikte İngiltere dünya madenlerinin yaklaşık % 50'sini tek başına kontrol etmektedir. Bu durum altın, gümüş, elmas gibi kıymetli madenlerde % 100'e yaklaşmaktadır. Türkiye'de altın, gümüş, trona, bakır, çinko, nikel,
    platonyum v.s. maden aramaları yapan ve yatırım için MAI, MIGA, Endüstriyel
    Bölgeler Yasa Tasarısı gibi düzenlemelerin yapılmasını bekleyen firmaların
    tamamı sonuçta İngiltere'de yerleşik firmaların kontrolündedir. Kanada
    ve Avustralya'da yerleşik maden firmalarının tamamı da bunların
    kontrolündedir.

    Galip Türkmen
    (inadina.com - sayı 27)

  • bor madeni

    16.07.2004 - 12:10

    Türkiye'de Bor Madenleri
    Tartışılmayan sorun: Bor

    Özelleştirilmesine karşı çıkılan madenler, yıllardır yabancı şirketlerin kullanımı altında

    Eti Holding'in bir avuç bürokratının oluşturduğu Truva atının yardımı ile, bor madenleri çoktan birkaç yabancı şirketin hammadde deposuna dönüştü. Türkiye'deki bor madenlerinin içindeki bu Truva atı da Eti Holding'in yurtdışındaki pazarlama şirketi Etimine S.A. oldu.

    Bor madenleri konusunda hiçbir siyasi partinin bor politikası olmadığı açıkça görülüyor. Eti Holding'e prens atar gibi genel müdür atanmış, genel müdür de bor pazarlamasından sorumlu yöneticilerle birlikte o güne kadar belirlenen politikayı uygulamışlar.

    Eti Holding'in Etimine S.A.'daki hissesi halen yüzde 75'tir. Etimine S.A.'nın diğer ortağı Bormine'in hissesi yüzde 9'dur. Yüzde 16 hissenin kime ait olduğu bilinmiyor. Bor madenlerini 2480 sayılı kanuna göre Türkiye'de kendisinin işlemesi gereken Eti Holding, yasal haklarını Hollandalı Ankersmit'e devretmiştir.

    Bor madenlerinin özelleştirilmesine karşı kamuoyundaki duyarlılık Türkiye'nin bor politikası oluşturmasına yardımcı olabilecek kadar umut verici.

    Ancak, kamuoyunda bor madenlerinin önemi çok iyi bilindiği halde, devletleştirme sonrasındaki gelişmeler, satış rakamları, alıcılar, ülkeler gibi konuların yeterince bilinmediği görülüyor. Bunun nedeni, devletleştirme sonrasında DİE istatistiklerinin bile yayımlanmasına izin vermeyen birkaç bürokratın, bor konusunu 'tapınak sırrı' na dönüştürmesidir. Bu nedenle, bor sorunu, 'özelleştirilemez' ya da 'özelleştirilmemeli' nin ötesinde, neredeyse hiçbir açıdan tartışılamıyor. Yıllardır bor madenlerinin zaten birkaç yabancı şirketin kullanımı (imtiyazı) altında olduğu gerçeği gözden kaçıyor. Yabancıların bor madenlerini ele geçirmek için IMF baskısı ile özel sektöre devrini istemelerine hiç gerek olmadığı gerçeği görülemiyor.

    Ne var ki devletleştirme ile bacadan kovulanlar, Truva atı ile çoktan ön kapıdan girmişti bile. Türkiye'deki bor madenleri, Eti Holding'in bir avuç bürokratının oluşturduğu Truva atının yardımı ile, çoktan birkaç yabancı şirketin hammadde deposuna dönüştü. Türkiye'deki bor madenlerinin içindeki bu Truva atı da Eti Holding'in yurtdışındaki pazarlama şirketi Etimine S.A. oldu.

    Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu raporuna göre(1) Eti Holding denetçileri, kuruma yalnız maaş almak için uğrarken, kurumda neler olup bittiğini Werner Bühler 'den(2) öğreniyoruz. Büyük ölçüde bu kitaptan özetlenen bu öykü, bugün iyi niyetle devletçiliği savunan kişilerin yanına sığınmaya çalışan bürokratların da öyküsüdür.

    Etimine S.A. ekibinin oluşması

    1975 yılında Eti Holding'e Satış Müdürü olan Turhan Ardalı 'nın, Etimine S.A. şirketinin kuruluşunda ve daha sonraki politikaların belirlenmesinde önemli rolü oldu. Göreve başladığında, Eti Holding'in bor madenlerini pazarlayan şirketleri, tasfiye edilmesi gereken birer aracı olarak görüyordu. Ardalı'ya göre bütün aracı ve temsilciler birer parazitti. Geçerli temsilcilik anlaşmalarına rağmen, Eti Holding'in en büyük rakipleri Larderello ve US Borax şirketlerine doğrudan satış yapmakta bir sakınca görmüyordu.

    Turhan Ardalı göreve başladığında, İhsan Ergen ve İltekin Aksakoğlu'ndan oluşan bir ekip kurdu. Daha sonra Bülent Bilge 'nin de katıldığı bu ekip, kendisi görevden ayrıldığında da kurduğu politikayı aynen devam ettirdi. 1978 yılında bor madenlerinin tamamen devletleştirilmesinden sonra, 1979 yılında Turhan Ardalı Eti Holding'den ayrıldı ve Londra'da Ultracrest isimli bir şirket kurdu. Aracıları parazit olarak gören Turhan Ardalı'nın sahibi olduğu Ultracrest, Eti Holding'in ürünlerini yurtdışında pazarlıyordu. Eti Holding'in dışında olmasına rağmen, daha önce kurduğu ilişkiler sayesinde, Turhan Ardalı'nın varlığı dünya bor piyasasında hâlâ hissediliyordu.

    Etimine S.A.'nın kuruluşu

    Mart 1982'de göreve başlayan Eti Holding'in Genel Müdürü Muammer Öcal, bor madenlerini yurtdışında pazarlayacak Etimine S.A. şirketinin kurulmasını sağladı. Tamamen yabancı şirketlerin ortaklığı ile oluşan Etimine S.A.'nın kuruluşunun arkasındaki en önemli isim Turhan Ardalı idi.

    O sırada Londra'da Eti Holding'in ürünlerini yurtdışında pazarlayan Ultracrest'in sahibiydi. Eti Holding Pazarlama Müdürü İhsan Ergen ve İltekin Aksakoğlu da Etimine S.A.'nın kurulmasına içeriden destek verdi.

    Etimine S.A. şirketi, yüzde 35.7 Minerais, yüzde 32.9 Brenntag, yüzde 30 Karl Gross, yüzde 1.4 Ultracrest şirketlerinin ortaklığı ile kuruldu.

    Ultracrest, Turhan Ardalı'nın Londra'da kurduğu bir şirketti. O zamanlar konuyu bilen herkes görünürde çok az iş yapmış olan Ultracrest'in nereden para bulup da Etimine S.A.'ya ortak olduğunu merak ediyordu.

    Brenntag, Almanya'da 1975 yılında Eti Holding'in ürünlerini karaborsada satan şirketti.

    Minerais'nin hisseleri ise dolaylı olarak US Borax'ın elindeydi.

    1985'e kadar krom işinden zarar eden Etimine S.A.'nın ortaklarından Minerais, birçok personelini Etimine S.A. şirketine çok yüksek ücretlerle kaydırdı. Nokta dergisi 1986 yılında, Etimine S.A.'nın ortaklarından Minerais'nin, Eti Holding'in dış piyasalardaki en büyük rakibi US Borax'ın elinde olduğunu yazdı. O sırada Etimine S.A., Minerais'nin bürolarında çalışmaktaydı. Genel Müdür Jean Claude Dumont da eski bir Minerais elemanıydı. Dahası Etimine S.A.'nın muhasebesi Minerais'nin muhasebecisi tarafından tutulmaktaydı. Özetle Eti Holding'in kurdurduğu Etimine S.A., Minerais kanalı ile Eti Holding'in en büyük rakibi olan US Borax tarafından yönetiliyordu.

    1987 yılında Eti Holding, Etimine S.A.'nın yüzde 91 hissesini satın aldı. Yeni ortak Bormine'e yüzde 9 oranında hisse verildi. İltekin Aksakoğlu Etimine S.A.'ya Genel Müdür Yardımcısı oldu.

    Fethi Ağalar dönemi

    Ancak, Etimine S.A. hâlâ Minerais tarafından yönetilmekte, hesaplarını da onlar tutmaktaydı. US Borax'ın sahip olduğu Minerais'nin eski Genel Müdürü Ehrmann, hâlâ Etimine S.A.'nın Yönetim Kurulu üyesiydi. Etimine S.A., Minerais'den koptuğu takdirde kendisinin sağladığı kredilerin kesilebileceğini ileri sürüyordu. Dünya bor madeni rezervlerinin yüzde 66'sına sahip bir kuruluş için kredi kullanmak bir nimet haline gelmişti. Ocak 1989'da Fethi Ağalar Genel Müdür oldu. Fethi Ağalar, Yönetim Kurulu üyesi olduğu için Ehrmann'a bir şey yapamadı ama Ehrmann'ın arkadaşı, Etimine S.A.'nın Genel Müdürü Jean Claude Dumont'u görevden aldı.

    Hissedarlıktan genel müdürlüğe

    1990 yılında Süha Nizamoğlu yeniden Eti Holding Genel Müdürlüğü'ne atanınca, Satış Müdürü İhsan Ergen, Turhan Ardalı'nın Etimine S.A.'ya Genel Müdür olmasını sağladı. 1993 yılında Eti Holding Genel Müdürü olan Taşkın Akdeniz, İhsan Ergen'in yerine Aynur Taşçı 'yı Satış Müdürü olarak atadı.

    Beş yıl boyunca bu ilişki devam etti. İsmail Hakkı Arslan Eti Holding'e Genel Müdür olunca, 1994 yılında Satış Müdürü Aynur Taşçı, Etimine S.A. Genel Müdürü Turan Ardalı ve Genel Müdür Yardımcısı İltekin Aksakoğlu görevlerinden ayrıldı. İsmail Hakkı Arslan, İhsan Ergen'in yakın arkadaşı Bülent Bilge 'yi Satış Müdürü yaptı. Daha sonra yerine gelen genel müdürler de o güne kadar uygulanan politikalara kendi ekipleri ile devam ettiler. Türk borları birkaç şirket için kullandırılmaya devam edildi. US Borax'ın Avrupa'daki rafinerileri ile Larderello ve Solvay, Eti Holding'den yerli sanayicilere göre daha ucuza maden almaya devam etti.

    Eti Holding'in bugünkü ortakları

    Eti Holding'in Etimine S.A.'daki hissesi halen yüzde 75'tir. Etimine S.A.'nın diğer ortağı Bormine'in hissesi yüzde 9'dur. Yüzde 16 hissenin kime ait olduğu bilinmiyor. Bormine, Continental Resources Inc. (New York) şirketler grubuna bağlıydı. Ancak daha sonra tüm hisseleri Ankersmit B.V'ye (Hollanda) sattı. Halen Ankersmit, Hollanda/ Belçika/Almanya'daki kolemanit piyasasında tekeldir. Eti Holding'den aldığı kolemaniti öğüterek Avrupa pazarlarına satmaktır. Bor madenlerini 2480 sayılı kanuna göre Türkiye'de kendisinin işlemesi gereken Eti Holding, yasal haklarını Hollandalı Ankersmit'e devretmiştir.

    Bor politikasını kim belirliyor?

    Bugüne kadar Türkiye'ye hiç kâr transferi yapmayan ve dünyanın en büyük bor rezervlerine sahip Eti Holding'in yurtdışındaki pazarlama şirketi Etimine S.A.'nın öyküsü böyle. Werner Bühler'in anlattıklarından, bor madenlerinin 1969 yılından başlayarak 1978 yılında biten devletleştirilme süreci sonrasında tamamen birkaç bürokratın eline bırakıldığı açıkça görülüyor. 1996 yılında yayımlanan kitapta anlatılan olaylar bugüne kadar yalanlanmadı. 1995 yılına kadar süren Etimine S.A. öyküsünün devamı için, Eti Holding ile anlaşmazlığa düşen bir başka Avrupalının anılarını beklememeyi umalım.

    Anlatılanlardan bor madenleri konusunda hiçbir siyasi partinin bor politikası olmadığı açıkça görülü- yor. Eti Holding'e prens atar gibi genel müdür atanmış, genel müdür de bor pazarlamasından sorumlu yöneticilerle birlikte o güne kadar belirlenen politikayı uygulamışlar. Bor madenlerini yönetim tarzları, görev anlayışları ve davranış biçimleri, en iyimser anlatımla Nâzım Hikmet 'in 'İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? ' oyunundaki Petrof ve İvan İvanoviç'leri anımsatıyor. Bu nedenle öyküde hiç bir siyasi parti politikasının doğru ya da yanlışlığından söz edilmiyor ve sadece bürokratların adı geçiyor.

    HASAN ÇETİN

    (1) Cumhuriyet 5 Şubat 2001, www.inadina.com

    (2) BORASIT (The Story of The Turkish Boron Mines and Their Impact on Boron Industry - Werner BÜHLER - May 1996 - Switzerland)

  • attila ilhan

    16.07.2004 - 12:08

    'Batıcı Aydın'ı, Batı Üretiyor...
    E minim, dikkatle okuyanlarınız, sonradan düşünmüştür: Andre Siegfrid 'in
    'Batı Medeniyeti' tarifi, handiyse dört dörtlük, tarif; kavramın, bütün
    temel unsurlarını içeriyor; öyle ise, savaş ertesinde başlatılan, 'Avrupa
    Birliği Hareketi', yarım yüzyıl sonrasında, neden hâlâ tartışılıyor? Neden
    şu 'euro' sorununda bile, uyuşamadılar; geçiş, tam olmadı? (Yanılmıyorsam, Danimarka, reddetmişti.)

    'Avrupa Birliği', dediniz mi, eli ayağı çözülen 'şaşkınları', bir kenara
    bırakıp; Siegfrid 'in tarifindeki unsurları hatırlayalım: 1. Eski Yunan, 2.
    İncil (Hıristiyanlık) , 3. Modern Üretim Teknolojisi! Üç aşağı beş yukarı,
    Batı Avrupa 'da bunların hepsi var ve işliyor; öyleyse neden, bir türlü tam
    mutabakat sağlayamıyorlar? Daha işin başında, İngiltere 'nin, 'birlik'
    fikrine, ne kadar 'soğuk' baktığını, unuttuk mu? Bugün bile Londra, birliğin
    'merkezi' olamadığı için; daha çok, ABD 'nin 'köstebeği' rolünde görünmüyor mu? 'Ortak Pazar' döneminde, o eski Latin/Cermen uyuşmazlığı, sık sık, kendini hissettirmedi mi? 70'li yıllarda, İtalyan basınında, Kuzey'in Güney'i, yani Almanya 'nın İtalya ve İspanya 'yı sömürge gibi kullanacağı yazılmıyor muydu? Günümüzde bile, 'Solcu Komünistler' in başlıca savı; 'Avrupa Birliği' nin, Naziler'in savaşla gerçekleştiremediği 'Yeni Nizam' ı, bu defa gerçekleştirdiği; değil mi?

    Neden, üç temel 'unsur' da mutabık oldukları halde, aralarında hırlaşıp
    duruyorlar?

    Andre Siegfrid, hatırladığım kadarıyla, iyi gazeteciydi, kapsamlı düşünen
    biriydi de; Doktor Dalbanezo gibi, (Bkz. 'Kafatası'. N. Hikmet) o da
    'İktisad-i Siyasi' bilmezdi, pek; Avrupa Medeniyeti'nin, o unsurlar'dan
    oluşsa da, 'Ulusal Demokratik Devrim' çağında, her ülkenin, koşullarına
    göre, 'ulusal sentezi'ni yaptığını; gerek ekonomik, gerek sosyal, gerekse
    kültürel düzeyde, onun 'üstünlüğünü' savunduğunu kestiremiyor. 'Avrupa
    Medeniyeti', elbette 'Aydınlık Felsefesi' de demektir; ama, onun getirdiği
    Rasyonalizm (Akılcılık) , nurtopu gibi iki düşman kardeş doğuruyor:
    Liberalizm ve sosyalizm! Buysa, sosyal sınıfların, hem ulusal hem
    uluslararası sınırlar' içinde, çekişip durması demek! Aksi halde, aynı
    'medeniyet' in mensubu oldukları halde, Avrupa ve Amerika 'nın (Batı 'nın) ,
    yarım yüzyıl içinde gezegeni, iki büyük dünya savaşına sürüklemesini nasıl açıklayabilirsiniz?

    Çıkar paylaşmasında, anlaşamıyorlardı: 'Ulusallık' ağır basıyordu..

    'Ulusal çıkar' hep ağır basmış! ..

    O yıllarda, meramımı anlatamazdım; savaşın hemen sonrasıydı; bırakın
    işçileri, aydınlardan bile, yurtdışına çıkan pek olmazdı. Anlatamadığım şu:
    Biz burada, Batı, Batı diye sayıklayıp dururuz ya; oraya gittiğin zaman
    görüyorsun ki, Batı diye somut bir şey yok; ya da sadece, Siegfrid'in
    saydığı unsurlar var; onun dışında, tutulabilir gerçek; Fransa gerçeği,
    Almanya gerçeği, İtalya gerçeği, İngiltere gerçeği; bunlar da, 'Batı' değil,
    'ulusal' ekonomik, sosyal ve kültürel birimler ki, bırakın iç içe ve ortak
    olmayı, düpedüz rekabet halindeler: Alman resmi İtalyan resmine benzemez, Fransız edebiyatı İngiliz edebiyatına; İspanyolların düşünce tarzı Almanlardan ne kadar farklıdır; Alman felsefesi de Fransızlarınkinden!

    Ekonomik düzeydeki 'husûmetlerine' (düpedüz 'husûmet' tir, çünkü savaşlara neden oluyor) gelince, bunu iyice idrak edebilmek için, herhangi bir ansiklopedinin 'sömürge' (colonie) maddesini açıp okumalısınız: Gezegen, Avrupa'lı 'ulusal ekonomilerin' doymazlığı yüzünden, son beş asrını, sömürge savaşları halinde yaşamıştır; İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İspanya, Portekiz, İtalya vb. ülkelerin sömürgeleri, aslında, Batı Avrupa 'nın, -Osmanlı dahil-, dünyayı nasıl sömürdüğünü açıkça gösterir. Merak edip baktım, Türkçe Büyük Larousse 'da bile, şu saydığım sömürgeleştirme sürecinin, özetinin özeti bile, küçük puntolarla tam on sayfa tutmuş!

    Belki de 'ulusal'dırlar! ..

    P eki, ne yapıyor bu 'sömürgeci' ülkeler? Batı Medeniyeti 'ni, yekpâre
    olarak -bir bütün halinde- 'ihraç' mı ediyorlar? Siz öyle sanın: gerçi
    usulen 'evrensel kültür' denir ama; her ulusal birim, yani her millet,
    'sömürgesine' kendi 'ulusal' dilini, kültürünü, alışkanlıklarını 'aşılar',
    onları 'kültürsüzleştirir', böylece 'nüfuz alanını' genişletir. Kanıtı
    kolay, İspanyolca, İsyanya 'nın dışında, daha çok konuşuluyor; İngilizce,
    Fransızca öyle; İtalyanca bile, mesela Habeşistan 'da, bayağı yaygındır;
    gerçekte, Batı Avrupa, o ünlü 'medeniyeti'; daha az ünlü olmayan, Atina
    demokrasisinin, Akdeniz ve Karadeniz havzasındaki 'kolonileri'nde, yaptığı
    'marifeti' yapıyor: girdiği yeri oligarşisinin 'yemliği' haline getirip,
    halkını tutsak gibi 'kullanıyor'.

    Bu 'yozlaşma' sürecinde, en büyük yardımcı ve destekçisi, kim diyeceksiniz; bilmeyecek ne var; onların sundukları 'medeniyet' in, yani 'kültür' ve 'ekonomi' nin, gerçekten 'evrensel' olduğuna inanan; safdil, 'yerli'
    aydınlar -ki onlara genellikle 'Batı'cı' deniyor-. Ben hanidir 'komprador
    aydın' adını taktım, çok da yakıştı. Siz bu Müslüman isimli Fransız,
    İngiliz, Rus vb. yazarlar, nereden çıktı sanıyorsunuz? (Yavaş yavaş, Türk
    isimlileri de çıkacaktır, namzet çok.) Bunlar 'Batı' cılar, 'sömürgeci' nin
    diliyle yazmayı, uluslararası olmak, değerini 'dünyaya' kanıtlamak sanırlar!
    Oyunun ne olduğunu, daha XIX. yy'da, Dostoyevsky ve Tolstoy çok güzel
    anlamış, üstelik yazmışlardır; XX. yy'da, yazan çizen çok oldu ama; 'sistem' in hem zenginliğinden, hem sunduğu imkânlardan dolayı; dil, yurt,
    millet -dolayısıyla tarih- bilinci gelişmemiş 'aydınlar' üzerinde, cazibesi
    yüksek, bir nefeste hepsini içine çekebiliyor.

    İyi de, niye kendi aralarında olmuyor bu? Niye Fransa 'da okullarda devlet
    Rusça, Almanya 'da Fransızca, İspanya 'da İngilizce öğretime geçmiyor? Niye yazarları Rusça, Arapça ya da Çince yazmıyorlar? Yoksa, Batı 'daki aydınlar ve sanatçılar, 'Batı' cı değiller mi? Kimbilir, belki de 'ulusal' dırlar.

    Attila İLHAN

  • bor madeni

    16.07.2004 - 12:05

    BORDA YENİ OYUN: 2840 SAYILI YASA’DA DEĞİŞİKLİĞİ

    Özelleştirmeciler, borda yasa değişikliği ile yeni bir oyun daha sergiliyor.

    Sendikamız ve diğer ilgili tüm taraflarca değiştirilmemesi yönündeki taleplerin ısrarla dile getirilmiş olmasına karşın, borların kamu eliyle işletilmesi ve pazarlanmasına son verilerek, bu alanın yabancı ve yerli firmalara açılması yönünde 2840 sayılı Yasa'nın 2. Maddesinin değiştiren bir taslak hazırlanmış olup, Meclise getirilmek üzeredir. Yasanın değiştirilme gerekçesinde; borların stratejik olmadığı ve üretim, işlenmesi ve pazarlanmasında “bir tüccar gibi” davranılmadığı yaklaşımında bulunarak, bor ruhsat ve işletmesinin yerli-yabancı şirketlere açılması gereği açıkça ifade edilmektedir.

    Yapılmak istenen bu değişiklik ile bor madenlerinin devlet eliyle işletmesine son verilerek, tamamen yabancı tekelin eline geçecek biçimde yeni bir düzenlemeye gidilmekte ve böylece borlar, yeni bir özelleştirilme sürecine daha sokulmaktadır.

    Oysa, Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından 20.12.2000 tarihinde alınan Eti Holding A.Ş.’yi özelleştirme kararı kamu oyunun geniş kesimlerinden gelen tepkiler üzerine 2001 başında Bakanlar Kurulunca geri alınmış, Sendikamızın açtığı dava ile 26 Nisan 2001’de yürütmeyi durdurma kararı aldırılmış ve 16 Temmuz 2001 tarihinde de Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı ile Eti Holding tamamen özelleştirme kapsamından çıkarılmıştı.

    Halkın arasına çıkamayacak kadar tükenmiş ve seçim barajı altında kaldıklarını kendilerinin de dile getirdiği bir koalisyon hükümeti son çırpınışları içinde, bir yandan çalışanların kazanılmış haklarını yok etmeye çalışmakta, diğer yandan da özelleştirme yağmasını sürdürmektedir.

    Halkın gözünde meşruluğunu yitiren ve yalnızca IMF'nin desteğiyle ayakta kalabilen bu hükümetin aldığı kararlar ve yaptıkları da meşru değildir. Türkiye'nin petrolü ve önde gelen ulusal kaynağı durumunda olan bor madenleri üzerinde, tamamen dünya bor tekelinin (USA Boraks-Rio Tinto, E.ON.AG, Citicorp Venture Capital) çıkarına olarak oyun oynamaya kimsenin hakkı yoktur.

    Ham madde yetersizliğinden yüzde 50 kapasite ile çalışan ABD bor işletmelerinin acilen Türkiye’deki bor rezervlerine ihtiyaçları vardır. Bu nedenle 130 yıldır sürdürdükleri borlarımızı ele geçirme çabalarını çok daha artırmışlardır.

    Bir kez daha dile getiriyoruz ki bor madenleri stratejiktir. Çünkü;

    Bor madenlerinin stratejik değeri yüz yılı aşan geçmişi ve kullanım alanlarının genişliği ile kanıtlanmış, sürekli dünya bor tekelinden korunmaya çalışılmıştır. Çünkü dünyadaki bor maden rezervinin yüzde 70'i Türkiye'dedir.

    Bor madenlerinin işlenmesi ile sağlanacak gelir yılda 1 milyar doları dahi bulabilecek olup, her türlü engele rağmen bor madeni ve ürünlerinden yılda 260 milyon dolar ihracat geliri sağlanmaktadır.

    Türkiye bor madenlerini ele geçiren firma, dünyada bor üretim ve satışının tek belirleyicisi olacak, kendi bor ürün gereksinimimiz için dahi bu ulusötesi tekellere muhtaç durumda kalınacaktır. Türkiye kendi borlarını işlediğinde ise dünya pazarındaki payını çok daha artırabilecektir.

    Borlar ve işlenmeleri Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik sorunlarını çözmede ve özellikle içinde bulunulan kriz koşullarında eşsiz bir kaynak durumundadır.

    Böylesi stratejik değerleri ve Türkiye'nin en önemli doğal kaynağı durumunda olan bor madenleri, 2840 sayılı Yasa’da yapılan ve Meclisten geçirilmeye hazırlanan bu değişiklik ile belki yerli ortak aracılığı ile ulusötesi tekele sunulacaktır. Ulusötesi tekelin çıkarını değil, ülke halkının çıkarını düşünmeye mecbur olan mevcut hükümet, hazırlanmış olan bu yasa taslağını derhal geri almalıdır. Saygı ile kamu oyuna duyurulur.

    Mustafa Öztaşkın
    (Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı) - www.inadina.com

  • 11 eylül

    16.07.2004 - 11:53

    Küreselleşmenin Terör Yüzü

    Dünyada tek güç olma, patronluğunu pekiştirme iddiasında olan ABD,
    yönetmeye talip olduğu dünyanın en pis ucuyla, uluslararası terör ile
    tanııtı. Olayın önemi ABD'nin terör kurbanı olması ya da bu tür saldırı
    ile ilk kez karıılaıması değil. Daha önce de bu tür olaylar olmuıtu. Son
    terör saldırısının önemi, olayın ABD'nin kendi evinde gerçekleımesi,
    daha önce görülmemiı boyutlara ulaıması ve üstün bir organizasyon ve
    teknik beceri ürünü olduğu izlenimi vermesidir.
    Bunlar son terör saldırısının sergilediği ilklerdir.

    ABD'yi altüst eden, dünyayı şaşkına çeviren terör saldırısının yarattığı moral çöküntü ve paniğin alışılmış ölçülerin dışına taşmasının temel nedeni de bu ilklerdir. Olayı bu açıdan değerlendirince, tüm bu ilkleri
    çevreleyen bir baıka ilk'e, terörün küreselleımesinin ilk örneğine tanık
    olduğumuzu söylemek de mümkün.

    Bunu da nereden çıkarttın, diyebilirsiniz. Bu da kafasını küreselleşmeye
    taktı, her şeyin altında küreselleıme arıyor, diye düıünebilirsiniz. Ben öyle düşünmüyorum, tersine küreselleşmenin somut, hemen görülebilen,
    küresel ölçekte izlenen, yarattığı etkilerin pekçoğunun hemen ölçülebileceği, küresel kordinatlarına kolayca ayrılabilen ender
    küreselleşme örneklerinden birisi ile karıı karııyayız diye düşünüyorum.

    Sergilenen terörün hedefi, kurgusu ve oldukça karmaşık teknolojilerin
    kullanımında gözlenen organizasyon becerisi, bu saldırının ardında tek
    bir örgütün, tek bir ulus devletin ya da tekil bir gücün olabileceği
    yönündeki görüılere pek fazla prim vermiyor doğrusu. Hele ilk sanıkların
    dünyanın görece geri kalmış yörelerinden aday gösterilmesi, hepten
    şaşkın bir eğilim gibi görünüyor.

    Terörün hedefi olan ABD, bugünün dünyasında, alelade, kendi halinde bir
    ulus devlet değil. Tersine, hegomonik bir egemen haline gelmek isteyen,
    küreselleımenin finansörü ve kuıkusuz jandarması olma görevlerini
    üstlenmiı olan ve dolayısıyla dünyanın ayrık bir noktada duran bir
    devlet ABD. Bu konumu ile küreselleıme karııtı öfkenin neredeyse
    bütününü üstüne çeken bir ülke bu. Son olayın bu tür küresel öfkenin
    ürünü olduğunu düıünmek, tekil bir örgütün ya da ülkenin ABD ile
    olabilecek hesaplaımasının doğurduğu bir etki olobileceğini düıünmekten
    daha doğru olacaktır.

    Terörist saldırısının aynı anda birden fazla hedefe yönlenmeyi
    hedefleyen bir kurgu içinde yürütülmesi de olayın arkasında bu tür bir
    kurguyu kurabilecek becerinin varlığına iıaret etmektedir. Bu kurgu
    becerisini küçümsemek yanlıı olur.Üstelik bu bestseller romanlarda
    gördüğümüz türde, hayal gücünü sergileyen, soyut bir kurgu becerisi de
    değildir. Somuttur ve uygulanmııtır. Bu anlamıyla hayal gücünden çok,
    teknik bir becerinin iıaretlerini taıımaktadır. Bu tür bir beceri de
    dünyada pek yaygın değildir ve sanık adayı yörelerde hemen hiç yoktur.
    Dolayısıyla olayı tekil bir yörenin kurgu becerisinden çok, birden fazla
    becerinin bir araya getirildiği bir organizasyon ürünü olduğunu düıünmek
    daha doğru olabilir.

    Saldırının uygulanmasında ortaya çıkan tablo böylesi çok katılımlı bir
    organizasyon izlenimini pekiıtiren özelliklere sahiptir. Olayın bir
    yanında hava teknolojisinin eıanlı olarak ve hedeflere yaklaıım açıları,
    hızları gibi ciddi yatkınlıklar sergilenerek kullanılma becerisi vardır.
    Öte yandan ise hedefe doğrudan dalarak, intahar etmek gibi görece ilkel
    bir güdünün iıaretleri yer almaktadır.
    Benim aklım bunları yanyana getirince, yerelliğin çok ötesine geçen
    küresel kaygıların, öfkelerin, becerilerin ve güdülerin bir araya
    getirildiği bir organizasyonun ABD'ye yönelttiği bir saldırının söz
    konusunu olduğu sonucuna ulaııyor.

    Bu olayın pek çok yansıması olacaktır. Örneğin küresel terörün bu
    biçimde sergilenmesinin, küreselleıme konusunda aymazlıklarda ısrar eden
    çevreleri de düıündüklerinin tersine ikna edebilecek önemli bir örnek
    olabileceği kanısındayım.

    Küreselleımenin varlığını inkar edip çağa damgasını basacak bir süreci
    eski bir hikayenin tekrarı olarak algılama hafifliği içinde olanlar,
    küresel tepkinin bu boyutlara ulaıması ve hızlı teröre bulaıarak
    kirlenmesi karıısında, kendi düıüncelerini yeniden gözden geçirme
    ihtiyacı duyacaklardır sanırım.

    Küreselleşmenin herkese, her zaman yarar getireceği, bütünüyle nesnel ve
    üretken bir süreç olduğu hayaliyle oyalanan aymazların ise bu olaydan
    yüklü ve pahalı bir ders aldıklarını düıünüyorum. Bu dersin patronun
    evinde ve total bir faturanın ödenmesini gerektiren biçimde öğrenilmesi
    ise olayın kirli yüzüdür. Bu bile kafi derecede öğreticidir, diye
    düşünüyorum.

    Taner BERKSOY

  • 11 eylül

    16.07.2004 - 11:47

    11 eylül 2001 sonrası sol partilerin açıklamaları:

    Emeğin Partisi Genel Başkanı Levent TÜZEL
    11 Eylül Olayından sonra basına verdiği demeçte: 'Yayılmacı sömürgeci politikaları çağın gereği sayıp bütün dünya halklarına korku salanlar, şantaj, tehdit, baskı ve savaş politikalarından çıkarı olanlar kimlerse saldırıların gerçek sorumlusu da onlardır. Yine tüm dünya ülkelerine dayatmalarla egemen kılınan ve her geçen gün derinleştirilen ekonomik, siyasal ve askeri politikaların yapıcısı ve uygulayacısı kimlerse, saldırının sorumluları onlardır.' (...)
    ABD ve diğer emperyalist ülkelerin, uluslararası terörle mücadele etmek adına başta Ortadoğu olmak üzere dünyayı emperyalist terörün arenasına çevirmelere kabul edilemez. Şiddetin, şantaj ve tehditin, gerilim siyasetinin faturası başta Arap İslam halkları olmak üzere sömürü ve baskı altında tutulan halklara kesilemez. Dün olduğu gibi bugün de Türkiye böyle bir emperyalist saldırganlığın destek üslerinden biri yapılmak istenecektir. Devletle hükümetin bu konuda işbirlikçi tutumunu sürdürmesi, ülkemizi yeni felaketlerin ve belki de yeni bir dünya savaşının bataklığının içine geri dönülemez biçimde çekecektir. Bunun için, emperyalistlerle yapılan açık gizli tüm anlaşmalar iptal edilmelidir. İncirlik üssü ve diğer ABD- NATO üslerinin emperyalist saldırılarda kullanılmasına izin verilmemeli ve bu üsler kapatılmalıdır.

    Özgürlük Ve Dayanışma Partisi Genel Başkanı Ufuk URAS
    'Dünya yeni bir dönemin eşiğindedir. Bu saldırı kültürler ve ülkeler arası yeni çatışmalara ve savaşlara yol açmamalıdır. (...) Sürmekte olan sermayenin küreselleşmesinden ve bunun yarattığı şiddet politikalarından kaynaklanan sürecin yarattığı dışlanma, ezilme ve yoksullaşmanın toplumlarda büyük bir çaresizlik, öfke ve şiddet ortamı geliştirmiştir.
    Seçildiğiden bu yana şahinlerin şahini bir politika izleyen Bush, dünyadaki kısmi barış ortamını bile her geçen gün zedeleyen adımlardan vazgeçmelidir. Yaşananlar dünyadaki eşitsizliklere, adaletsizliklere ve haksızlıklara yol açan politikalardan vazgeçilmesi için fırsat olmalıdır.

    Sosyalist İktidar Partisi(bugünkü TKP) 'nden yapılan açıklamada: Saldırıların ABD emperyalizmin ekmeğine yağ sürdüğü belirtilerek saldırının insani ve siyasi açılardan anlayışla karşılanması mümkün değildir denildi. Amerikan emperyalizminin bu tür katliamlarla zayıflayacağı ya da alt edileceğini düşünmek için bir neden olmadığını, saldırının anti emperyalist olarak değerlendirilmemesi gerektiğine dikkat çekildi. Açıklamada, ABD'de gerçekleştirilen eylemler kınandı ve bu eylemlerden yararlanarak daha saldırgan bir politika izleyeceği belli olan ABD emperyalizmi ile mücadelenin öneminin arttığı gerçeğinden hareket edilmelidir denildi.

  • mit

    16.07.2004 - 11:39

    Büyük ifşaat

    Hürriyet, 'Abdullah Öcalan MİT'te ofis boydu' diyor. Radikal yazarı Avni Özgürel, 'Fikir Ajans' adlı bir kuruluşta getir-götür işlerini görürken tanıdığı genci yıllar sonra Bekaa'da Abdullah Öcalan kimliğiyle karşısında bulunca şaşırmış... Meğer, Fikir Ajans, MİT'in bir yan kuruluşu değil miymiş?

    Hani, Yeniçeri'nin 'Sen bizim İsa Efendimizi öldürmüşsün' diye boğazına sarıldığı Musevi, 'İyi ama, o dediğin olay 1500 yıl önce oldu' deyince aldığı cevabı gel de hatırlama: 'Ben yeni duydum...' Avni Özgürel hakkı teslim etmiş ve 'Öcalan sağcı geçmişini hiçbir zaman gizlemedi zaten' demiş... Hürriyet de, haberine, 'Öcalan'ın MİT irtibatına Uğur Mumcu ışık tutmuştu' ayrıntısını eklemekte...

    Her ikisi de doğru. Abdullah Öcalan, Ankara'ya ilk geldiğinde namaz kılan bir Anadolu çocuğu olduğunu kendisi defalarca anlatmıştı. Mahir Sayın'ın ilk bakışta adı tuhaf gelen 'Erkeği Öldürmek' kitabı Öcalan'la konuşmalardan oluşur; orada o günlerdeki Öcalan kimliğine ışık tutan bölümler vardır... Aynı kitapta, eşi Kesire'nin babası Ali Yıldırım'ın ve Diyarbakır günlerinde yardımını aldığı, PKK'nın kuruluşunda emeği geçen 'Pilot Necati' lâkaplı Necati Kaya'nın MİT ile ilişkili olduğu da anlatılır...

    Sizin anlayacağınız, bu iki ayrıntının da bugün için haber değeri bulunmuyor...

    Uğur Mumcu, rahmetli, bu tuhaf ilişkilere ilk ışık tutan yazardı. Ölümünden hemen önce kaleme aldığı yazılar bu konudaydı. Suikasta uğradığında, yakınları, 'PKK ile ilgili bir kitap hazırlığındaydı, bazı belgelere ulaşmıştı' bilgisini vermişlerdi. Yazdığı kadarı kitaplaştı, ama ülkeyi ayağa kaldıracak olağanüstülükte bilgiler yoktu kitapta...

    İşin ilginç tarafı şudur: Öldürülmeden önce çalıştığı Cumhuriyet gazetesinin o zamanki yayın müdürü Özgen Acar, suikastın üzerinden tam altı yıl geçtikten sonra, Uğur Mumcu'nun konuya açıklık getirecek bilgileri nereden sağladığını anlamamıza yarayacak bir ifşaatta bulundu. Kaynaklardan biri Milli Güvenlik Kurulu imiş...

    Özgen Acar'ın kaleminden okuyalım: 'Işık içinde yatsın Uğur Mumcu, öldürülmeden önce çeteler kadar Apo'ya da takmıştı. PKK bağlantıları konusunda yoğun bir araştırma yürütüyordu. Ölümünden sonra Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nden yüksek düzeyde bir yetkili bana –o zaman Genel Yayın Yönetmeni olduğum için– şöyle dedi: Rahmetli Mumcu öldürülmeden 3-5 gün önce Apo hakkında bize bazı sorular yönetti. Kendisine sınırlı olmak koşulu ile bazı bilgiler derlemeye söz verdim. Araştırmacılığını bildiğim için onu yönlendirmek amacıyla kısa bir not hazırladım. Pazartesi günü kendisine verecektim ki o pazar öldürüldü. Bu notu size veriyorum.'

    Nasıl, ilginç geldi mi?

    Konu, Uğur Mumcu'nun epey önemli yerlere uzanabilmesi bakımından ilginç. Cumhuriyet yazarının MGK genel sekreterliğinden bilgi talep edebilecek durumda olduğu anlaşılıyor. Suikast sonrası, dönemin Genelkurmay başkanı Org. Doğan Güreş, evini ziyaret ettiğinde, 'Dostumdu, zaman zaman görüşürdük' demiş, Emniyet genel müdürü Yılmaz Ergun da, 'Bizden bilgi isterdi, verirdik; suikastten kısa süre önce yine aramış, bazı belgeler talep etmişti, hazırlıyorduk' anlamında sözler sarf etmişti.

    Daha sonra, Emin Çölaşan, gazeteci Celalettin Çetin'e, bazı başka gazetecilerle birlikte RV Restoran'da oturup Uğur Mumcu'yla son çalışması üzerine konuştuklarını anlatmıştı. Orada, 'Medyadaki 2. Cumhuriyetçiler ve gericilere karşı mücadele etmeye' söz verdiklerini de söylüyordu Çölaşan; Mumcu'nun belinden çıkarttığı silâhı ellerine alarak...

    Bugün Uğur Mumcu kadar geniş irtibatlı bir yazar var mıdır, bilemem... Varsa bile, yazdıklarını zevkle okutacak biri olmadığı ortada... 'Kâtilleri yakalandı' denilmesine, hatta suikastla irtibatlandırılıp birileri cezalandırılmasına rağmen Mumcu Ailesi tatmin olmuş görünmedi... Yıllar sonra, Mehmet Ağar, bakanlık koltuğunda otururken, acılı eş Güldal Mumcu'ya, 'Bu işin arkasını bırakın' tavsiyesinde bulunurken, 'Devletle ilgili şeyler duvara benzer, alttan bir tuğla çektiğinizde bütünü yıkılır' benzetmesinde de bulunmuştu...

    Abdullah Öcalan'ın 'sağcı' geçmişi ile yakınlarının MİT irtibatını herkese anlatmaya hazır olduğu günler sonradan geldi. Uğur Mumcu, henüz bu konuları kimse bilmezken ipin ucunu yakalamış çözmeye başlamıştı. Tapu Kadastro Lisesi mezunu Öcalan'ın Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girebilmesini, bir eylem yüzünden gözaltına alındığı halde yurtta kalmaya ve devletten kredi almaya devam etmesini yadırgatıcı buluyordu Cumhuriyet yazarı... PKK öncesi dönemde MİT'le irtibatlı Pilot Necati ve Ali Yıldırım'ın Öcalan'a yakınlıklarını da... Buradan çıkartacağı sonuç yazmakta olduğu kitabın tezi olacaktı besbelli...

    Olmadı, suikasta uğradı... 'Radikal İslâmcı teröristler öldürdü' denilip bir örgüte mâl edildi cinayet... Oysa, son olarak üzerinde çalıştığı konular ve araştırmalarını genişletmek için başvurduğu adreslerin de soruşturma kapsamına sokulması gerekirdi... 'Ben, PKK'nın kuruluşundaki esrarengiz irtibatları araştırıyorum' diye etrafına duyurması, bazılarının kulağına kar suyu kaçırmış olamaz mı?
    Taha Kıvanç(yeni şafak-ekim 2003)

  • sivas katliamı

    16.07.2004 - 11:00

    Ölen 37 kişinin 23'ü henüz 25 yaşın altında, bunların da 11'i, 20 yaşın altındaydı.Bu gencecik çocukların annelerini-babalarını düşünün...Kimin aklına gelirdi bir 'şenlik'te çocuklarının katledileceği..........Derin devletten başka...? ! ! ! !

  • türban

    15.07.2004 - 17:56

    İnanmayan birisi için dinsel inanç ve onun gerekleri olan pratiklerin, son derece saçma olması gayet tabii. İnsanların, akıllarına hiç yatmayan inanış ve pratiklere karşı sempati duymalarının ve onları sonuna kadar desteklemelerinin zor olması da anlaşılır bir şey.
    Ancak Demokrasi fikri tam da bu yüzden önemli; başkası için önemli ve anlamlı olan bir şeye SAYGI duymak ve onunla yaşamayı öğrenmek zorundayız.

  • laiklik

    15.07.2004 - 17:25

    . Batı toplumlarında din ve demokrasi arasında gerilim olmamasının nedeni, sıkça iddia edildiği gibi, Hıristiyan dininin demokratik modele daha yatkın olması değil. Bunun nedeni, Batı'da, uzun ve kanlı bir çatışma sürecinin sonucunda, dinin ya toplumsal hayattan radikal bir şekilde el çektirilmiş olması ya da Protestanlaşma süreciyle modernleşmeye uyarlı hale gelmesidir.

  • kamusal alan

    15.07.2004 - 17:19

    İki sıkımlık demokrasi
    Son AİHM kararı ile yeniden alevlenen türban tartışması, öyle kolayca sonuçlandırılabilecek bir tartışma değil. Çünkü türban da, imam-hatip liseleri de, ilk ve ortaöğretimde din dersleri konusu da, tek tek içinden çıkılabilecek, 'inanç özgürlüğü' çerçevesinde halledilebilecek konular değil. Aslında, hep, genel olarak din ve demokrasiyi tartışıyoruz, hiç yol alamıyoruz, o ayrı.
    Başından başlayalım, şimdiye kadar, demokrasi söz konusu olduğunda model olarak görmeye alıştığımız Batı demokrasileri, dinsel inanç ve pratiklerin halihazırda toplumsal ve bireysel hayatta geri çekilmiş, yani sekülerleşmiş
    toplumlarda yaşanan siyasi pratikler. Batı toplumlarında din ve demokrasi arasında gerilim olmamasının nedeni, sıkça iddia edildiği gibi, Hıristiyan dininin demokratik modele daha yatkın olması değil. Bunun nedeni, Batı'da, uzun ve kanlı bir çatışma sürecinin sonucunda, dinin ya toplumsal hayattan radikal bir şekilde el çektirilmiş olması ya da Protestanlaşma süreciyle modernleşmeye uyarlı hale gelmesidir.
    Ben, İslam coğrafyasında bu süreçler yaşanmak zorunda kalınmaksızın, demokrasilerin mümkün olduğunu düşünenlerdenim. Ancak, bu imkânın hayata geçmesi için, demokrasi üzerinde çok ciddi biçimde yeniden düşünmek, yeni konvansiyonlar üretmek zorundayız.
    Dinsel baskı öngörmeyen ancak, Müslümanların toplumsal taleplerini dikkate alan bir demokratik konvansiyon mümkün. Demokraside ısrarlı ve samimiysek bunu kurmak elimizde, yok aklımız dayatmaya yatıyorsa, o zaman boşuna nefes tüketmeyelim.
    Halihazırda, çözüm adına, açıkça dayatmadan yana olmayanlardan, kimisi 'kamusal alan', 'hizmet alan/hizmet veren' gibi kavramlar icat ediyor, kimisi 'dinsel reform' adı altında Protestanlaşma teklif ediyor. Açık konuşalım, bunlar da dayatma anlayışının farklı biçimleri. Yine açık konuşalım, inanmayan birisi için dinsel inanç ve onun gerekleri olan pratiklerin, son derece saçma olması gayet tabii. İnsanların, akıllarına hiç yatmayan inanış ve pratiklere karşı sempati duymalarının ve onları sonuna kadar desteklemelerinin zor olması da anlaşılır bir şey.
    Ancak demokrasi fikri tam da bu yüzden önemli; başkası için önemli ve anlamlı olan bir şeye saygı duymak ve onunla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Dindar insanlardan bunu talep ederken herkes son derece rahat, aynı şeyi inanmayanlardan beklemekse son derece zor. Halbuki, inanmayan biri için din ne kadar saçma ise, inanan biri için de, inanmamak en az o kadar saçma, ilkel ve sığ bir yaşama biçimi. Buna rağmen aynı toplumsal hayatı paylaşacaksak, öncelikle her iki durumun da eşit konumda olduğunu algılamak zorundayız.
    Buna benzer şeyleri daha önce defalarca yazdım, tekrar tekrar yazmamın nedeni, bu istikamette olumlu yol almaktan uzak olmamızın ötesinde, durumun giderek daha vahim bir hal alması. Bakıyorum, Avrupa'da yaşanan yasaklama örneklerinin artmasıyla, Önceleri sadece demokrasi kaygıları fazla olmayanların kullandığı dil, artık demokratlık konusunda iddialı çevrelere de sirayet etmeye başladı. Özgürlük ve Demokrasi Partisi eski genel başkanı, ayetlerden seçmelerle İslam'ın aslında şiddete ne kadar yatkın olduğuna işaret edebiliyor. Saygın bir sol demokrat gazete olarak ortaya çıkan Birgün gazetesinde, İslam ve türban konusunda son derece seviyesiz ve saldırgan yazılar yayımlanıyor. Son olarak, Radikal İki'de,
    'türbanın dayatma simgesi' olduğu ileri sürülüyor (Yüksel Işık, 11 Temmuz 2004) . Bu iddianın sahibi, 'Türban gibi simgeler, simge olmaktan çok çağrıştırdıkları yaşam biçimini herkese dayatmanın aracı haline dönüşmüş durumdadır' demiş. Nasıl yani? Cevabı yok!
    İki sıkımlık demokratlık da, AİHM'nin son derece tartışmalı kararı ile tükenmiş görünüyor. Demek ki, işimiz giderek daha zorlaşacak, şimdi de, her adımda, demokrasiyi 'Avrupa'ya ait her şey' olarak algılayan zihniyetin tezahürleri ayağımıza dolanmaya başlayacak. Kısacası, demokratikleşme açısından, tüm dünya için çok önemli bir dönemeçte, Üçüncü Dünya Batıcılığından öteye bir adım atamayacağız. Üzücü olan, farklı fikirlerin ifade edilmesi değil, farklı görüntüler altında dayatmacılığın çeşitlenerek gelişmesi.
    Nuray Mert(Radikal)

  • kamusal alan

    15.07.2004 - 17:16

    kamusal: halka yönelik, mahrem olmayan.
    kamusal alan: halka için açık alan.

  • halk

    15.07.2004 - 17:03

    Halk otobüsü, Halk ekmek, Halk eğitim merkezi, Halk plajı, Halk oyunları, Halk günü, Halk'a inmek kavramlarını düşününce, ülkedeki fakir ve cahil kesimden bahsediliyormuş hissi veren kelime.

  • millet

    15.07.2004 - 16:55

    Malesef politik tartışmalara konu olan kavramlar/kelimler, sözlük anlamlarından öte, çağrışımları ve politik duruşlarıyla birlikte varolurlar.Ama bir kelimeye siyasi kimlik yüklemek ne kadar bilimseldir? Ne kadar doğru/dürüstçedir?

  • seçim sistemi

    15.07.2004 - 16:16

    Aşağıdaki listede yukarıdan aşağı temsilde ADALET azalır, yönetimde istikrar artar.

    milli bakiye
    barajsız d'hont
    barajlı d'hont
    ülke barajlı d'hont
    çifte barajlı d'hont
    çifte barajlı d'hont + kontenjan
    liste usülü çoğunluk

    kaynak: erol tuncer (asomedya dergisi nisan 2002 sayısı http://www.tesav.org.tr/genbskon.htm)

  • seçim sistemi

    15.07.2004 - 16:14

    d'hont, seçimlerde milletvekili sayısını hesaplamak için kullanılan metodtur.

    örneğin:
    a-partisi 120, b-partisi 50, c-partisi 28 oy almış olsun ve o il 7 milletvekili çıkarıyor olsun
    a-partisine en çok oyu aldığı için 1 milletvekili
    a-partisine 120 için 1 milletvekili daha
    a-partisine 120/2=60 için 1 milletvekili daha
    b-partisine 50 için 1 milletvekili
    a-partisine 60/2=30 için 1 milletvekili daha
    c-partisine 28 için bir milletvekili
    b-partisine 50/2=25 için bir milletvekili daha

  • seçim sistemi

    15.07.2004 - 16:12

    Türkiye' de Seçim sistemleri:(1.rakam Seçimlere Katılan
    Parti Sayısıdır, 2.rakam TBMM’ye Giren
    Parti Sayısıdır)

    1950 Liste Usulü Çoğunluk 3 - 3
    1954 Liste Usulü Çoğunluk 4 - 3
    1957 Liste Usulü Çoğunluk 4 - 4
    1961 Barajlı d’ Hondt 4 - 4
    1965 Milli Bakiye 6 - 6
    1969 Barajsız d’ Hondt 8 - 8
    1973 Barajsız d’ Hondt 8 - 7
    1977 Barajsız d’ Hondt 8 - 6
    1983 Çifte Barajlı d’Hondt 3 - 3
    1987 Çifte Barajlı d’Hondt +Kontenjan 7 - 3
    1991 Çifte Barajlı d’Hondt +Kontenjan 6 - 5
    1995 Ülke Barajlı d’Hondt 12 - 5
    1999 Ülke Barajlı d’Hondt 20 - 5
    2002 Ülke Barajlı d’Hondt 18 - 2

  • seçim sistemi

    15.07.2004 - 16:07

    Türkiye'de milletin % 66' sının OY VERMEDİĞİ bir partinin, TBMM'de 3'te 2 çoğunluğa sahip olmasına yol açan sistem.

  • demokrasi

    15.07.2004 - 15:41

    “Çoğunluğun azınlık tarafından yönetimi diktatörlüktür; azınlığın çoğunluk tarafından yönetimi de diktatörlüktür. Her iki durumda da ‘senin istediğin gibi değil, bizim istediğimiz gibi yapacaksın! ’ kuralı geçerlidir.”
    (Herbert Spencer)

    “Demokrasilerde bir seçmenin cehaleti, bütün halkın güvenliği için tehlikedir.”
    (John F. Kennedy)

    “Parlamentonun kapıları fakirlere kapalıdır.”
    (Ovid)

    “yönetici olarak yanlış kararlar vereceği varsayılan insanların yönetici olarak doğru kişiyi seçeceğini varsayan yönetim şeklidir”
    (Zebellah)

  • demokrasi

    15.07.2004 - 15:31

    demos: halk
    kratos: egemenlik, kudret

  • oligarşi

    15.07.2004 - 15:12

    Siyasi gücün, birkaç kişilik bir grubun elinde toplandığı yönetim, aristokrasinin daralmış biçimi.

  • filistin bayrağı

    15.07.2004 - 15:03

    1964'te oluşturulmuştur. Ürdün bayrağı ile büyük benzerlikler gösterir. Ürdün bayrağı gibi üç adet, eşit boyuttaki yatay şeritlerden ve bayrağın sol kenarına bitişik kırmızı bir üçgenden oluşur. Şeritlerin renkleri ise yukarıdan aşağıya; geleneksel Arap renkleri olan Siyah, Beyaz ve Yeşildir. Ürdün bayrağından tek farkı kırmızı üçgendeki yedi köşeli yıldız bulunmaz.

    bütün olarak, cefakar filistin halkını temsil eder.

  • küba

    15.07.2004 - 14:57

    bir kitap:Küba Devriminin İçinden
    Yazarı: Julia E. Sweig
    Küba Devrimi hakkındaki genel kanı onun bir kırlardan şehirleri kuşatma öyküsü olduğudur. Oysa Küba kentlerinde Llano adlı çok güçlü bir yer altı mukavemet örgütü vardı. Küba Devlet Konseyi, Tarihsel Olaylar Bürosu arşivlerini incelemesine izin verilen tek sosyal bilimci olan Julia E. Sweig, Castro’nun dağlarda üslenen gerilla hareketi ile Havana, Santiago ve diğer kentlerin devrimcileri arasındaki ideolojik, siyasal ve stratejik tartışmaların ayrıntılarını bu kitabıyla gözler önüne seriyor. Sweig, kent yer altı hareketinin mücadelenin başını çektiği, Kasım 1956 ile Temmuz 1958 arasındaki 15 ayı mercek altına alarak, iki grup arasında, kırlarda gerilla savaşı ile kentlerde silahlı ayaklanma tezleri üzerinden cereyan eden tartışmayı inceliyerek Fidel Castro’nun Llano ile yürüttüğü işbirliğinin nasıl bir düzeye ulaştığını ilk kez belgeliyor. Sweig, Castro’nun Küba Devrimi’nin tek karar mercii olduğu şeklindeki yaygın kanının tersine olarak, Frank País, Armando Hart, Haydée Santamaría, Enrigue Oltuski ve Faustino Pérez gibi önderlerin yönetimindeki Llano’nun strateji ve taktiklerin belirlenmesi, mücadeleye tahsis edilecek kaynaklar, diğer muhalefet güçleri ve hatta ABD ile ilişkiler gibi konularda hayati kararlar verdiğini gösteriyor. Küba Devriminin İçinden kent yer altı hareketiyle Fidel Castro arasındaki gerçek ilişkiye ortaya çıkararak Küba Devrim tarihini yeniden ele alıyor; Küba’nın 1960’larda uyguladığı politikaları anlamamıza olanak sağlıyor ve bize gelecekte Küba’da meydana gelebilecek iktidar kaymalarına ilişkin ipuçları veriyor.

Toplam 1733 mesaj bulundu