Bugün kalan tek örneği Küba olan bir sistem. ABD de her 30 milyon insan açlık sınırın altında yaşarken ve her sene binlerce insan grip gibi hastalıklardan ölürken Küba'da sağlık hizmeti her alanda ücretsizdir. Ayrıca sağlık kar amaçlı olmadığı için aman hasta gelsin de zengin olayım demeyen bir zihniyet olduğu için koruyucu sağlık politikaları sayesinde bir çok hastalığın adı bile duyulmamaktadır. Sadece bir eksiği vardır bu sağlık sisteminin o da Kübadan kalp ilacı üretilememektedir ve ABD ambargosu yüzünden dışarıdan da alınamamaktadır. ABD'de okul yaşındaki çocuklardan küçümsenemeyecek bir sayı çalışmak zorunda kalmaktadır ve eğitim her kademede paralıdır ve üniversite okumak ABD nüfusuna göre çok az insana nasip olmaktadır öte yandan Küba'da eğitim her kademede ücretsizdir okuma yazma oranı %99'un üzerindedir. ABD dahil olmak üzere birçok ülkeden Küba'da eğitim görmek için kontenjan talebi gelmektedir. Küba'da açlıktan ölen insan yoktur, evsiz insan yoktur. ve Küba'daki bir insanın yaşama süresi bir çok emperyalist ülkedekinden daha yüksektir. ve Küba bütün bunları yaparken elinde sadece birkaç tane hammadde vardır anlayacağınız kaynakları çok kıttır.
Sovyetler birliğinde ise Rusya tarihinin hepsinde görülen açlık ortadan kalktı(unutmayınki Rusya doğru dürüst buğday yetişmeyen bir ülke) . sovyetler birliği'nin eğitim(her köye kadar tam donanımlı ilkokul) ve sağlık alanındaki başarısı üzerine konuşmaya bile gerek yok zaten sovyetler çözüldükten sonra yaşam yılı on yıl geriledi rusyada. Kültür sanat faaliyetleri toplumun tümünün yararlanabileceği şekildeydi. Stalin döneminde nazi faşizmi ezildi ama bu sırada sovyetlerin birçok şehri yerle bir oldu sanayisinin %70'i yok oldu ve bu noktadan Sovyetler toparlandı ve dünyanın en büyük gücü oldu. Evet belki sosyalizmde Mersedesler, özel jetler, saray gibi villalar, haremler, genelevler yoktur ama bunun yanında Açlık, Eğitimsizlik, Sağlık sistemine dair problemler ve daha binlerce kötü şey de yoktu.
Peki sovyetler niye çözüldü? . 20. kongreden başlayan bir süreçle SBKP bir refah dönemi tahlili yaptı ve artık halka siyaset ve bilinç taşımanın gereksiz olduğundan bahsetti. Halka siyaset ve bilinç taşımayınca doğal olarak devrimin kazanımlarına yabancılaşıldı. İnsanlar biz mercedese binemiyoruz diye isyan ederken o mercedeslerin pırıl pırıl vitrinlerin olduğu ülkelerde çocukların sokakta yaşadığını, eğitim ve sağlık hizmetinin paralı olduğunu vs. bilmiyorlardı. Bunun en güzel kanıtı 93 yılındaki devrimci kalkışmaydı. Halk sosyalizmi geri istedi ve ayaklandı. Neredeyse teknik sebepler yüzünden başarısız olan bu kalkışma sonucunda birçok devrimci lider öldürüldü ve tutuklandı.
Küba bu anlamda daha başarılıydı F.Castro yönetimi halkı devamlı siyasal tutarak sovyetlerin çözülüşünden sonra bile ayakta kalmayı başardı.(ulyanaov)
Kapitalist Sömürünün Temel Unsuru: Artı Değer
Günlük yaşamı içinde her emekçi sömürüldüğünün farkındadır. Kendisi çalışmakta, üretmekte ama patronlar zengin olmaktadır; bunun farkedebilmesi için bilinçlenmesine gerek yoktur. Ama bu yüzeysel bilinç, ya da literatürdeki adıyla sınıfın kendiliğinden bilinci, onun bu du-rumdan kurtulabilmesini sağlayamaz. En fazla ekonomik mücadeleye yeter.
İşçi sınıfının içinde yaşadığı sömürü sistemini yıkıp, sömürüyü ortadan kaldırabilmesi için siyasi iktidarı ele geçirmesi gerekmektedir ki bu da ekonomik mücadele için yeterli olan kendiliğinden bilincinin ötesine geçebilmesine bağlıdır. Sömürüyü ortadan kaldırabilmek için o sömürünün nereden kaynaklandığı bilinmelidir. Çağımızın modern sömürü biçimi olan kapitalist sömürü, artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur.
İşçinin üretim süreci, bir değer yaratma sürecidir. İşçi emeği aracılığı ile hammaddeleri, üretim araçları yardımıyla işleyerek başlangıçtakinden başka bir şeye; ürüne dönüştürür. Ürün adını alan cisimde ortaya çıkan değeri ona işçinin emeği kazandırmıştır.
Bir şeyi, değerli birşey yapan onun işe yarayıp yaramaması; yani yararlılığıdır. Ekmek, tuz, sandalye, pantalon, tabak, çorap, kaşık ve bunlar gibi birçok şey, tüm insanlar için bir değer taşıyan nesnelerdir. Bir işçinin de yaşamını sürdürmesi için böylesine nesneleri tüketmesi gerekmektedir. Tüm bu nesneler de birer ürün olduklarına göre bunların da bir değeri vardır. İşçinin yaşamak için tüketmek zorunda olduğu bu ürünler de başka işçilerin emeklerinin ürünüdür. Ancak işçinin yaşamını sürdürmek için tükettiği ürünlerin toplam değeri, kendisinin çalışırken ürettiği değerden daha azdır. Aradaki bu farka artı-değer diyoruz.
İşçinin üretim sürecinde ürüne aktardığı değer, bu ürünün satılmasıyla paraya dönüşür. Bu paranın bir bölümü üretim için gerekli harcamalara (hammadde, enerji, bina kirası vs.) giderken, bir diğer bölümü de işçiye ücret olarak verilir. Geriye kalan para ise patronun cebine kâr olarak girer. Bu kârın kaynağı ARTI DEĞER dir. Patron, hammadde, enerji vb. girdilerin fiyatlarını belirleyemez, piyasa fiyatından almak zorundadır. Ürünlerini de piyasa koşullarının belirlediğinden daha yüksek fiyata satamaz. Bu durumda rakip firmaların daha ucuza sattığı aynı tür ürünlere pazarını kaptırır. Ürünlerin piyasada satılabilmesini sağlayan, onlara işçiler tarafından kazandırılan değerleridir. Ürün, hammadde, diğer giderler ve ücret olarak zaten belli bir maliyete sahipken, piyasada bu maliyetin üzerinde satılabilmesini sağlayan şey, ona işçiler tarafından kazandırılan bu değerdir. Bu nedenle, patronların kârlarının yegane kaynağı, işçilerin emeğidir.
Bir çivinin piyasada satılabilmesini sağlayan şey, onun çivi olarak yararlılığıdır ve bu çivi olarak işe yarama niteliği, bir parça demire işçinin emeği tarafından kazandırılmış bir niteliktir. Eğer sadece maliyeti kadar bir fiyata satılacak olsa, bir çivi ile bir parça demirin fiyatı arasında çok az bir fark olurdu. Bu durumda kimse çivi üretmek için uğraşmazdı. Ama çiviye duyulan ihtiyaç, ona bir parça demirden daha fazla bir değer kazandırmıştır. İşte bu daha fazla değeri, işçinin emeği yaratmıştır. Bu değer sayesinde çivi satılır. Ancak bu satıştan sonra işçiye ücret olarak ödenen para ile satın alabileceği değer, işçinin tüm ürettiği çivilerin değerinden azdır. Günde on bin tane çivi üreten işçinin günlük ücreti ile ancak 2 bin çivi alınabilmektedir sözgelimi. Aynı örnekte 2 bin çivi karşılığı paranın da hammadde, enerji, kira vb. giderlere harcandığını varsayarsak (10-2-2=6) , 6 bin çivi karşılığı para, patronun cebine kâr olarak girer. İşte bu 6 bin çivide cisimleşen değer, artı-değerdir.
'Hiçbir gerekçe bir sosyalist devletin bir başka sosyalist devletin içişlerine karışmasını mazur gösteremez. Sosyalist devletler arasında varolması gereken eşitlik ve özgürlük içinde dayanışma, bir güçlü devletin iradesini küçüklere dayatması biçimini almamalıdır. Küçük devletlerin bağımsızlığına kıskançlıkla sahip çıkmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur... Sovyetler Birliği sosyalist devletlerle ilişkilerinde -büyük devlet - olmanın üstünlüğü ile hareket etme alışkanlığından vazgeçmelidir.' M.Ali Aybar (1947)
Aybar'ın 1947 yılından beri söylediği bir şeyi doğruluyordu. Ulusal bağımsızlık sorunu işçilerin öncülüğünde verilecek iktidar mücadelesi perspektifinden ayrılamazdı. Şöyle belirtiyordu bunu: 'O günlerde hepimiz bağımsızlığı Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez temel ilkesi sayıyorduk. Türkiye'ye özgü Sosyalizm, Kurtuluş savaşımızın mirascısıydı. Marksizmin Kurtuluş savaşı Türkiye'sinin tarihsel gerçeklerine göre yorumuydu. Ulusal bağımsızlık bizim için Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez bir ögesiydi.', '...Geri kalmış bir ülke olan Türkiye'de komprodor kapitalizmi ilişkileri kökünden değiştirilmedikçe tam bağımsızlığa kavuşulması katiyyen mümkün değildir...İlk milli kurtuluş savaşını zafere götüren fakat insanca bir hayata gene de ulaşamayan işçiler, köylüler tüm emekçiler iyice anlamalıdır ki bu sefer sömürü düzeni tümden değişecektir.' Bütün bunların becerilebilmesi içinde gerçek devrimci eylem demek olan kitleler içinde derinlemesine çalışma yapmak zorunludur. Eylem; 'kitlelerin bilinçli siyasal bir güç olarak davranmalarını sağlayacak ön çabalarla, halk kitlelerinin bizzat etkin hale gelmesini sağlayan bir kavramdır.'
Dünyanın yüzde altmışı tarımcılıkla geçiniyor,Türkiye nüfusunun ise neredeyse yarısı. Tarım bu anlamda giydirme beslenme ve istihdam sorununu çözmesi nedeniyle stratejik bir öneme sahiptir. Günümüzde artık ülkelerin gelişmişlik düzeyleri gıda da kendine yeterlilikle ölçülmektedir.
Uluslar arası sermayenin (Kapitalizmin) yeniden yapılandırıldığı bu dönemde, Türkiye'de hükümetler,IMF ve Dünya Bankası'nın dayatmaları ile ülke çiftçilerini, yabancı ülke çiftçileri ve ulus aşırı şirketlerin yararına (öncelikle küçük ve orta çiftçileri) üretimden caydıracak kararlar almaktadırlar. Bildiğiniz gibi, zirai kredi faizlerini yükseltiler, tarımsal KİT'leri özelleştirdiler, tarımda destekleri kaldırdılar.
Hükümetler; köylüyü, çiftçileştirerek istihdamı koruyup geliştirebilecek, tüketicilere ucuz ve sağlıklı gıdalar sunabilecekken kökü dışarıda politikaları uyguladılar. Tarımsal KİT'ler ile TSKB'lerinin yasalarını üreticiler aleyhine bir biri ardına değiştirdiler. TSKB Yasası, Tütün ve Tekel Yasası, Şeker Kanunu,Bankalar Yasası,Endüstri Bölgeleri Yasası gibi...
Kısacası; yapılan özelleştirmeler, çıkarılan Bankalar Yasası,Endüstri Bölgeleri Yasası,Şeker-Tütün Yasası ile kırsal alanda 10 milyon üreticiye ürettirmeyerek işsizliğe mahkum ediyor. Yarattıkları tüm zenginlikleri ellerinden alınıyor,kendi yarattıkları devasa zenginlikleri önünde elleri kolları bağlanıyor, aç bırakılıyor...
Bu yasalar bizim çiftçilerimizin üretmesini alenen engelleyen, işsizler safına aktaran bir araç görevi görmektedir. Örneğin; Tekel ve Tütün Yasası ile tütün üreticilerinin tütün ekimi engelleniyor. Bizim tütünümüz şark tütünüdür ve daha az verimli meyilli arazilerde yetişiyor. Onun yetiştiği yerde çiftçinin başka ürün ikame etmesi de mümkün değil. Bu yasa nedeniyle 3 milyon tütün üreticisi işsiz kalacak ve kente göç edecek. Şeker Yasası ile getirilen kotalar nedeniyle tütün üreticilerinden daha fazla sayıda şekerpancarı üreticisi işsiz kalacak. Şekerpancarı küspesine dayalı hayvan besleyen, besiciler hayvancılığı bırakarak işsizler arasına katılacak. Bu güne değin tarımsal KİT'lerde özelleştirme değil de kapatma yapıldığı için çalışanları da işsiz kaldı. EBK,SEK,YEM SANAYİİ'nin özelleştirilmesi hayvancılığı bitirdi,hayvan yetiştiricilerini daha önce işsizler ordusuna katmıştı.
Köyden kente göç etmelerine neden olan bu uygulamaların durdurulması halinde; işsizlik önemli ölçüde engellenebilir. Bunun için de üretici ve tüketiciden yana olacak politik bir iradeye ihtiyaç vardır. Doğru bir tarım politikasının uygulanması halinde işsizlik sorunu azalır. Aksi halde tarımı yok sayarak,işsizlik sorunu çözülemeyeceği gibi, her kesim için huzurlu yaşayabilmek,üretebilmek de mümkün olmaz. Zira,tarım bu ülkenin yaşamını belirleyen bir kültürdür.
Üreticilerin ürettikleri,herkese yetecek kadar bol olan zenginliklere, kendilerinin nasıl sahip olacaklarıyla,açlığın ve yoksulluğun nasıl biteceğiyle,yaşamda kalabilmeleri için ne yapmaları gerektiği soru(n) larına üretilecek çözüm oranında işsizlik,yoksulluk çözüme kavuşur.
Öncelikle,tarım; herhangi bir ticaret ürünü değil, insanları beslemeye,giydirmeye yarayan bir kültürdür ve zorunludur. Mermileri gıda,tankları giyecek olarak kullanamayacağımıza göre tarım ürünlerinin üstünlüğünü,egemenliğini savunmalıyız. Tarım ürünleri işlenmeden önce tarım ürünüdür. İşlendikten sonra sanayi ürünüdür. Tarım bu nedenle,besleyen,giydiren ve istihdam yaratan en önemli sektördür. İşsizliğe karşı mücadelede de en önemli damardır. Türkiye'de tarımın sorunlarını çözmek aynı zamanda işsizliğe çare üretmektir.(inadina.com)
1957 yılında kurulan Avrupa Birliği'nin temelini Ortak Tarım Politikası (OTP) oluşturuyordu. Burada üç ana hedef vardı... Bunlar; üretimde kendine yetme,gıdanın tüketiciye ucuza mal olması ve tarımcı gelirlerinin toplumun diğer sınıflarının düzeyine çekilmesi,üretim artışını garantilemek olarak belirlenmişti. Bunu gerçekleştirmek için de AB içi vergi sistemiyle tarıma mali destek verilmesi gerekiyordu. Bu amaçla üretilen kilo başına yardım verilmeye başlandı yani,daha çok üretene daha fazla para verilmeye başlandı. Ayrıca üreticinin malını satmasını ve gelirini garantilemesi için 'garanti fiyat' sistemine geçildi. Köylülerin toprak sahibi olabilmeleri ve ziraat bankasından avantajlı kredi alabilmeleri için kolaylıklar getirildi. Böylesi politikalar sonucunda; köylüler toprak satın almak için yatırım yaptılar. Kredileri geri ödeyebilmek için de daha çok üretmeye başladılar. Üretim olanaklarını artırmak için de borçlandılar.
Uygulanan bu ekonomi politikalarla gıdada kendine yeterlilik sağlanmıştı ama,stoklar da oluşmaya başlamıştı.
AB 'nde 70'lerin başında inanılmaz düzeyde et,süt ve tahıl stoku oluştu. AB için yüklü maliyeti olan stokların eritilmesi için çok ucuza satılmaları aynı zamanda tarımcıların üretim maliyetinin karşılanması da gerekiyordu. Sistemin devamı büyük üreticilerin işine geliyordu. Çünkü; ürettikçe para kazanıyorlardı. Bu sağlıksız durumu düzeltmek için ilk adım 1984'de atılarak üretime kotalar getirildi.
1992'de Avrupa Birliği,tarıma desteğin azaltılarak yüzölçümüne ya da üreticiye göre belirlenmesi için OTP' de reforma gitti. Fakat bu reform,yardımlara hiçbir değişiklik getirmedi. Yardımların yüzde 80'ni üreticilerin yüzde 20'sine veriliyordu. Bu sistem Avrupa'da tarımda çalışanların sayısını 10 yılda 5 milyon azalttı. Toprakların daha az ellerde toplanması sonucunu getirdi. Ayrıca stok fazlası kısa sürede ihracata yönetildi. Böylece AB,az gelişmiş ülkelerin pazarlarına,o ülkelerin üretim maliyetlerinin altına düşen fiyatlarla girmiş oldu. Az gelişmiş ülke çiftçilerini üretimden caydıracak işsizler ordusuna katacak kararları IMF,Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla o ülke hükümetlerine aldırttılar. Ayrıca, Marakeş'te DTÖ anlaşmalarının imzalanmasında sonra bütün ülkelere üretimlerinin yüzde 5'ini ithal zorunluluğu getirildi. Bu tabii ki, ekonomileri tarıma dayalı olan az gelişmiş ülkelerin pazarlarını sarsarak,işsizliğin daha da artmasına neden oldu.
Dünyada çalışan kesimin yüzde 60'ı tarımcılıkla geçiniyor yani,3.5 milyar kişi. 250 milyon köylü hayvanla çekilen araçlarla tarla sürerken 1.3 milyar ise el aletleri ile çalışıyor. Sadece 28 milyonun traktörü var büyük bölümü zengin ülkelerde olmak üzere tabi.
TKP nin 1 mayıs afişindeki slogan dehşetti! 'Halk muhtırayı 1 Mayısta verecek'.
İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar derler. Ama politikada hayalperestlik olmaz. Hangi halk, hangi muhtırayı kime verecek. Böylesi bir hayalcilik palavra sınırları içine girer. Palavracılık da hiç de hoş bir şey değildir.
TKP'lilere ciddi olmalarını öneririm. Zira, o duvar afişlerini yoldan geçen herkes okuyor. Ve herkes gülüyor. Ve maalesef TKP afişi nedeniyle 1 Mayısa bence gölge düşüyor.Hem de sosyalizmi adeta HAYAL olarak halka gösteriyor.
otopark mafyasını “arazi mafyası, çek-senet mafyası, organ mafyası, çocuk mafyası ve ihale mafyası” izliyor. bunların yanı sıra türkiye'de “uyuşturucu mafyası, kumar mafyası, altın-pırlanta mafyası, kira-tahliye mafyası, fuhuş mafyası, icra mafyası, nakliye mafyası, inşaat mafyası, ehliyet mafyası, sigara mafyası, silah mafyası, hal-pazar mafyası, dilenci mafyası, gecekondu mafyası, çayhane mafyası, insan mafyası, pornografi mafyası, kitap mafyası, müzik mafyası, tarihi eser kaçakçılığı mafyası, göçmen mafyası, telefon dinleme ve izleme mafyası, hapishane mafyası, naylon fatura mafyası...” da önemli bir yer tutuyor.
'Araştırıcı, yürekli, yiğit yazar Uğur Mumcu'yu, Ankara Hukuk Fakültesi'ndeki asistanlık döneminden beri bilirim. Önce yazılarını, birkaç yıl sonra da kişisel olarak kendisini tanıdım ve sevdim. Son yıllarda onun hiçbir tehdide kulak asmadan ve her türlü tehlikeyi göze alarak deştiği konulardan her biri, ülkemizin ve bütün dünyanın çıkarcılık kenetleriyle kenetlenmiş karanlık yüzlerini ortaya çıkaracak kapıları aralamaktadır.Kahramanlık yalnız savaş cephesinde olmaz. Kalemden başka silahı olmayan yazarlık ve gazetecilik alanında da olur. Bu, yadsınamaz. Alman filozofu Hegel'in şu sözünü hiç unutmamalı: Bir uşağa göre hiç kimse kahraman değildir; bu görüş dünyada kahraman bulunmadığını değil, onu söyleyenin uşak olduğunu gösterir.'
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi... Katil zanlısı, ülkücü Mehmet Ali Ağca... Ağca'nın İstanbul Metris Askeri Cezaevinden kaçırılışı... Sahte pasaportla yurtdışına çıkışı... Bulgaristan, İsviçre, İtalya dolaşırken, Roma'da, bir 'açık hava ayini' sırasında Papa II Jean Paul'e ateş etmesi... Bütün bunların, CIA, KGB, benzeri, tüm gizli servislerle, ajanlarla, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla bağlantılı terörle ilişkisi.. Mimar Sinan'ın 'çıraklık, kalfalık, ustalık eserleri' gibi, 'Papa- Mafya-Ağca', Uğur Mumcu'nun gazetecilikte, araştırmacı gazetecilikte ulaştığı doruk.
'Araştırıcı, yürekli, yiğit yazar Uğur Mumcu'yu, Ankara Hukuk Fakültesi'ndeki asistanlık döneminden beri bilirim. Önce yazılarını, birkaç yıl sonra da kişisel olarak kendisini tanıdım ve sevdim. Son yıllarda onun hiçbir tehdide kulak asmadan ve her türlü tehlikeyi göze alarak deştiği konulardan her biri, ülkemizin ve bütün dünyanın çıkarcılık kenetleriyle kenetlenmiş karanlık yüzlerini ortaya çıkaracak kapıları aralamaktadır.Kahramanlık yalnız savaş cephesinde olmaz. Kalemden başka silahı olmayan yazarlık ve gazetecilik alanında da olur. Bu, yadsınamaz. Alman filozofu Hegel'in şu sözünü hiç unutmamalı: Bir uşağa göre hiç kimse kahraman değildir; bu görüş dünyada kahraman bulunmadığını değil, onu söyleyenin uşak olduğunu gösterir.'
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi... Katil zanlısı, ülkücü Mehmet Ali Ağca... Ağca'nın İstanbul Metris Askeri Cezaevinden kaçırılışı... Sahte pasaportla yurtdışına çıkışı... Bulgaristan, İsviçre, İtalya dolaşırken, Roma'da, bir 'açık hava ayini' sırasında Papa II Jean Paul'e ateş etmesi... Bütün bunların, CIA, KGB, benzeri, tüm gizli servislerle, ajanlarla, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla bağlantılı terörle ilişkisi.. Mimar Sinan'ın 'çıraklık, kalfalık, ustalık eserleri' gibi, 'Papa- Mafya-Ağca', Uğur Mumcu'nun gazetecilikte, araştırmacı gazetecilikte ulaştığı doruk.
Sosyalist ülkeler içinde liderinin heykeli olmayan tek ülke Küba'dır. Fidel Castro'nun heykeli yok Küba'da. Bayrağı değişmeyen tek ülke de Küba. İspanyol sömürgecilerine karşı açtıkları bayrak, bugünkü haala bayrakları.
Nato Zirvesi süresince
Türk Boğazlarından tehlikeli madde taşıyan gemilerin geçişi yasaklandı.
Demek ki; zirveye katılanların yaşamları ciddi tehdit altında!
PEKİ, İSTANBUL’DAKİ
MİLYONLARCA İNSANIN YAŞAM HAKKI,
NATO ZİRVESİNE KATILANLARLA
“EŞ DEĞİL Mİ? ”
Bir daha soralım;
ONLARIN CANI CAN DA,
BİZİM Kİ PATLICAN MI?
Greenpeace Akdeniz Ofisi'nin, bağımsız araştırma şirketi InFakto'ya yaptırdığı araştırmaya göre Türkiye'de halkın yüzde 57'si nükleer silahlanmaya karşı.
Türkiye dahil, NATO üyesi altı ülkede, ABD'nin NATO bünyesinde kullanım için sağladığı 150 nükleer bomba bulunuyor. İtalya, Almanya, Hollanda, Belçika ve İngiltere'nin yanı sıra, Türkiye'de, İncirlik'teki ABD üssünde de nükleer silahların sayısı bilinmiyor.
Hükümete ve NATO üyesi ülkelerin nükleer silahsızlanmaya gitmelerini isteyen Greenpeace, bu isteğini yaptırdığı açıklamanın sonuçlarıyla da pekiştirdi. NATO üyelerinden halkın nükleer silahsızlanma konusunda görüşlerini dikkate almasını istedi.
Araştırmaya katılanların yüzde 72'si, Türkiye'nin nükleer silahlardan arındırılmış bölge olması çabalarını destekleyeceklerini söyledi. NATO'ya üye ülkelerde 10 binin üzerinde nükleer silah bulunuyor.
Türkiye silahsızlanma için öncü olsun
Haziran ayında 7 ilde, 628 kişi üzerinde yapılan anket çalışmasına göre araştırmaya katılanların yüzde 46'sı Türkiye'de nükleer silah bulunduğunu söylüyor. Türkiye'nin kitle imha silahlarının ortadan kaldırılmasına yönelik dünyadaki ülkelere öncü olması fikrini destekleyenlerin oranı ise yüzde 75.
Greenpeace sözcüleri Danimarka, Norveç ve İspanya, barış zamanlarında topraklarında nükleer silah bulundurmayacaklarına dair karar aldığını, Yunanistan'ın ise topraklarındaki NATO silahlarının kaldırılması talebinde bulunduğunu hatırlatıyor.
Greenpeace sözcüsü Özgür Gürbüz, yazılı açıklamasında 'Türkiye hükümetinin arkasında kamuoyu desteği olduğunu görüyoruz. Hükümetin tek yapması gereken, halkın sesini dinleyip NATO toplantısı sırasında bu isteği diğer ülkelerin temsilcilerine iletmek. Türkiye'nin nükleer silahsızlanma için diğer ülkelere önayak olmasını istiyoruz. Anket sonuçları da istemimizi Türk kamuoyunun desteklediğini gösteriyor' dedi. inadina.com - sayı 134
NEDEN? Ahmet Davutoğlu
Ortadoğu yeniden savaşın eşiğine geldi. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu bölgede yapay sınırların çizilip yapay ülkelerin yaratılması zaten uzun sürecek çekişmelerin tohumlarını buraya atmıştı. Ülke liderlerinin paraları silahlara harcayıp halklarını fakir bırakmaları bu bölgede sorunları giderek derinleştirmişti. Bir de bunlara bütün Araplarla kavgalı İsrail devletinin kurulması eklenince, dünyanın bir türlü barışa kavuşamayan coğrafyası Ortadoğu, ucu kaybolmuş bir sorun yumağına dönüştü. Bugün israil'in Filistin'i işgal etmesiyle bölge yeniden bir kaosun eşiğine geldi. Her gün insanlar ölüyor, karşılıklı nefret büyüyor. Ortadoğu üzerine yaptığı analizlerle bilinen Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Profesör Ahmet Davutoğlu ile Ortadoğu'daki sorunların nedenlerini, İsrail-Filistin meselesini, bu sorunun çözümünün mümkün olup olmadığını, tarafların neler istediğini, Türkiye'nin tutumunu, Amerika'nın tavrını ve bütün bunların sonuçlarını konuştuk.
Ortadoğu savaş alanına döndü. Bu savaş kaçınılmaz mıydıyoksa iki tarafın liderlerinin ya da bir liderin hatasından mı patlak verdi?
Savaş kaçınılmazdı. İki taraf da bir gerilim süreciyle bu savaşa sürüklendi. Özellikle İsrail barış sürecini durdurma ve gerilimi artırma yönünde bir irade kullandı.
İsraillilerle Filistinliler arasındaki en büyük anlaşmazlık ne? Hangi noktada takılıyor barış?
En büyük anlaşmazlık konusu Kudüs. Kudüs sorunu çözülmedikçe İsrail-Filistin sorunu çözülmez. İsrail'le Filistin arasında beş temel sorun var. Bir, Kudüs'ün nihai statüsünün ne olacağı. İki, kendi içinde bütünlüğü olan entegre bir Filistin devletinin doğuşu meselesi. Üç, Filistinli mülteciler sorunu. Dört, Yahudi yerleşimciler meselesi. Beş, ekonomik kaynakların ortak kullanımı. Eğer Birleşmiş Milletler'in kararı geçerliliğini sürdürseydi ve bu kararı referans alan 1993 Oslo barış süreci devam etseydi, İsrail 1967'de işgal ettiği bölgelerden çekilecekti. Bu, İsrail'in Doğu Kudüs'ten de çekilmesi demekti. Böylece 1999 yılı itibarıyla bir Filistin devleti kurulacaktı ve Kudüs'ün nihai satüsü konuşulacaktı.
Ama israil 1999'ta bu nihai noktaya gelindiğinde, Oslo barış sürecini durdurdu. Filistin bölgesinde Yahudi yerleşim merkezleri kurmayı sürdürdü. Kudüs'ün etrafını Yahudi yerleşimleriyle çevirdi. Böylece entegre Filistin devletinin kurulması zorlaştı.
Filistin-İsrail anlaşmazlığını çözmek imkânsız mı?
Filistinlilerle İsraillilerin kendi başlarına sorunu çözmeleri mümkün değil. Bu sorunu çözmek için uluslararası hukuk normlarına saygılı bir uluslararası irade lazım. Ne var ki uluslararası irade olabilecek Amerika şu anda uluslararası hukuka saygı göstermiyor. İsrail, 11 Eylül'ün yarattığı terörizmle mücadele havasından yararlanıyor. 11 Eylül yaşanmasaydı, İsrail barış masasına dönmek zorunda kalacaktı. Çünkü Amerika, Filistin devletini tanıması konusunda İsrail'e baskı yapıyordu. Şaron'u da kendisine çok muhatap almıyordu. Ama 11 Eylül'den sonra Amerika Şaron'un politikalarına yeşil ışık yaktı. 11 Eylül atmosferi İsrail-Filistin savaşını tırmandırdı.
İsrail Filistin'le arasındaki sorunun nasıl çözümlenmesini istiyor?
Kudüs'ün İsrail devletinin ebedi başşehri olmasını istiyor. Bu noktada verebileceği taviz, Müslümanlarla Hıristiyanların Doğu Kudüs'te ibadet etmelerine serbestlik tanımak.
Filistinliler nasıl bir çözüm öneriyor?
Filistin, İsrail'in 1967 işgalinden önceki sınırlarına çekilmesini, tarihi Doğu Kudüs'ü Filistin egemenliğine terk etmesini istiyor. Filistin'in verebileceği taviz, tarihi Kudüs'ün Yahudilerce kutsal olan kısmında İsrail egemenliğinin devam etmesi. Mültecilere gelince, İsrail Filistinli mültecilerin Doğu Kudüs'e geri dönmesini kabul etmiyor. Dönmeleri halinde İsrail'in Yahudi karakterinin bozulacağını düşünüyor. Mülteciler ancak Batı Şeria'ya dönebilir diyor. Ayrıca İsrail, kurulacak Filistin devletinin İsrail'in güvenliğini tehdit etmeyecek, İsrail'e bağımlı, askersiz bir devlet olmasını istiyor. Bunun için de Yahudi yerleşimcilerin Filistin bölgesinden çıkmasını istemiyor. Çünkü Yahudi yerleşim bölgeleri orada kaldıkça, vatandaşının güvenliğini gerekçe göstererek İsrail her an Filistin'i işgal edebilir. Filistinliler ise tam bağımsız bir devlet kurmak istiyor. Ekonomik kaynakların ortak kullanımında İsrail bugünkü durumun devamını istiyor. Bugün İsrail, Filistin'e ait Batı Şeria'daki su kaynaklarının yüzde 80'inini kullanıyor.
Filistin lideri Arafat, Clinton'ın ABD Başkanlığı döneminde o zamanki İsrail Başbakanı Barak'la Camp David'de buluşmuştu. Oradaki önerileri Barak kabul etti ama Arafat reddetti. Niye reddetti?
Camp David'de Arafat'a çok iyi bir proje sunuldu sanılıyor. Öyle değil. İsrail, daha önce bu sorunla ilgili Birleşmiş Milletler kararları yokmuş, Oslo barış süreci sanki yaşanmamış gibi pazarlığı sıfırdan başlatmak istedi. İsrail bunu hep yapıyor. Önce barış sürecini durduruyor ve problemli alanlarda avantaj elde etmek için zaman kazanıyor. Sonra tekrar bir barış süreci başlatıyor. Camp David'de de böyle oldu. İsrail yepyeni tekliflerle geldi. Bunlar entegre Filistin devletinin kurulmasını sağlayacak teklifler değildi. Filistin'e Doğu Kudüs'te sadece bir ofis açma hakkını tanıyordu. Kudüs'ü de kendi ebedi başşehri ilan ediyordu. Filistin devletinin askersiz olmasını öngörüyordu ve mültecilerin kendi topraklarına dönme hakkını kabul etmiyordu. Yani Filistinlilerin 1949'daki BM kararından bu yana uluslararası hukuk alanında elde ettiği bütün hakları ortadan kaldırıyordu. Üstelik Kudüs ne Müslümanların, ne Filistin'in ne de Arafat'ın tek başına taviz vermeye yetkili olduğu bir sorun değildir.
Kudüs sorununu çözmekte kim yetkili peki?
Şu anda bir muhatap yok ama Arafat, Müslüman dünya, Araplar ve Filistinliler adına böyle bir tavizi veremez. Kudüs Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların ortak problem alanıdır. Zaten Amerika da Kudüs'te bir egemenlik paylaşımına gidilmesini öngörüyordu. Mescid-i Haram'ın üstünde Filistin egemenliğini, altında Ağlama Duvarı'nda ise Yahudi egemenliğini öngörüyordu. Burada Arafat'ın yapacağı şey, uluslararası hukukun gereğini söylemektir. Uluslarası hukuk da bugüne kadar Filistin'den yana kararlar almıştır. Zaten Camp David'deki tekliflere Arafat dışındaki bir başka Filistin lideri de evet diyemezdi.
Beyrut'ta yapılan son Arap zirvesinde de Arap ülkeleri İsrail'e bir barış önerisinde bulundu. İsrail 1967 öncesi sınırlarına çekilecek, bütün Arap ülkeleri de onun varlığını kabul edecekti. Böylece Araplar yıllarca varlığını reddettikleri İsrail'i tanıyacaklardı. Ama İsrail bu barış önerisine tanklarını Filistin'e sokarak cevap verdi. İsrail barış önerisine niye böyle savaşla cevap vermeyi tercih etti?
Çünkü barış sürecine kaldığı yerden devam etmek istemiyor. Zaman kazanmak istiyor.
İsrail 1967 öncesi sınırlarına niye çekilmek istemiyor?
1967 öncesi sınırlara çekilmek demek, İsrail'in tarihi hak talep ettiği Kudüs ve Batı Şeria'dan geri çekilmesi demek. İsrail teolojik bir devlettir. Teolojik argümanın temelinde de bu toprakların seçilmiş bir toplum olan İsraillilere tanrı tarafından vaat edildiği inancı vardır. İngilizler İsraillilere bir ara Uganda'da devlet kurmalarını teklif etmişlerdi. Niye Afrika'daki boş alanlara gitmediler de buraya geldiler? İsrailliler, Arapların hakkını gaspettiklerini düşünmüyor. Bizim olan bir toprağa iki bin yıl sonra geldik. Tanrı bize bu toprağı geri verdi diyorlar. Bunun tanrısal iradeyle gerçekleştiğine inanıyorlar.
Radikal dinciler, İsrail bu topraklardan çekilirse, seçilmiş millet, vaat edilmiş topraklar argümanının ve İsrail devletinin kuruluş felsefesinin yok olacağını düşünüyorlar.
İsrail ordusu, Ramallah'taki karargâhında Yaser Arafat'ı kuşattı. Şu anda onların elinde rehine durumunda. Ama biz garip bir olayla karşılaştık. Bundan üç ay önce Filistin'in özgür devlet başkanı Arafat siyasi ölüme çok yaklaşmış bir liderdi. Filistinli gruplara söz geçiremiyordu. Otoritesi yok olmuş gibiydi. Ama bugün kuşatma altında Filistin'in tek lideri, en büyük kahramanı ve dünya siyasetinin bir numaralı figürü oldu. Nasıl oldu da kötü duruma düşmek Arafat'a siyaseten bu kadar yaradı?
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, yerel ölçekte yaşanan bir adaletsizlik veya baskı bir anda küreselleşebiliyor. Yerel bir direnişçi küresel bir kahraman haline gelebiliyor. Arafat da, uluslararası vicdanın ortaya çıkmasıyla birlikte gittikçe Mandela benzeri bir imaj oluyor. Barış yanlılarının kahramanı haline geliyor. Dünyada kim uluslararası düzenin işleyişinden memnun değilse, bu düzenin karşısında duran mağdur aktöre yakınlık hissediyor. Şu anda Arafat mağdur. İsrail baskı yaparak bir kahraman yaratıyor. Arafat adaletin sembolü oluyor. Neredeyse bir Mandela doğuyor. Odasında güçsüz ama imaj olarak güçleniyor. Arafat eğer öldürülmez veya sürülmezse, orada kaldıkça güçlenecek. Arafat'ın Filistin halkının iç organizasyonu konusundaki hataları bile artık unutuldu. Arafat bir şeyi kurarken belki o kadar başarılı değil ama, bir baskı karşısında güçlü bir direnişçi. Oysa İsrail dize getirilmiş bir Arafat ister karşısında.
Sizce Arafat dize gelir mi?
Zannetmiyorum. İsrail'e yakın bir lider çıkartılsa ve onunla anlaşma yapılsa bu İsrail için optimum sonuç olur. Ama böyle bir Filistinliyi bugüne kadar bulamadılar. Çünkü muhatabın sadece İsrail'in ve Amerika'nın nezdinde değil, Filistin halkı nezdinde de kredibilitesinin olması lazım. Arafat dışında şu anda böyle bir lider yok. Çıkması da zor. Eğer Arafat öldürülürse ki, bu İsrail için çok kötü olur, Filistinli örgütler daha da kenetlenir, bu durumda Arafat'tan sonra çıkabilecek bir lider Arafat'ın bulunduğu yerden geri adım atamaz. Halk nezdinde bir kahramandan sonra o tavizi veremez.
Şaron güvenli bir ülke sözü vererek işbaşına geldi. Ama İsrail devleti tarihinin en güvensiz dönemini yaşıyor. İsrail halkı her an bir yerlerde öldürülme, bir canlı bombayla birlikte patlama tehditlerine ne kadar dayanabilir?
Güvenliği adil bir barışla değil de şiddet ve güç üzerinden kurmaya çalıştığınızda güvenliği yok ediyorsunuz. Şiddet karşı şiddeti getiriyor. İsrail tarihinin en güvensiz dönemini yaşıyor. Bu politika uzun süremez. Eskiden on Filistinli karşılığında bir İsrailli ölürken, bugün dört İsrailli ölüyor.
Arafat'ı gözden çıkaran Amerika başka Arap liderlerle görüşmek üzere bölgeye dışişlerini bakanını gönderiyor şimdi. Amerika ilk başta barışa bile o kadar istekli görünmüyordu. Amerika Filistinlilerin ezilmesini mi istiyor?
Amerika Filistin'in bileğinin bükülmesini ve gelişmelerin olgunlaşmasını bekliyor. ABD, barış şartlarının olgunlaşması için Bosna'da üç sene katliama göz yumdu. Filistin tarafının bileği öyle bükülecek ki, barış süreci bu noktada başlatılacak ve Camp David'deki şartlardan belki de çok daha zor şartlarda bir barış Filistin'e dikte ettirilmeye çalışılacak. Ama şu da var, İsrail uluslararası meşruiyetini kaybediyor. Dünyada herkes İsrail'e tepki gösteriyor. Amerika ve İsrail terör kavramını kullanarak istedikleri yöntemi meşru kılmaya çalışıyorlar. Savaş hukukuna bağlı kalmıyorlar.
Bir de Türkiye'nin durumu var. Tam savaşın en kızgın anında İsrail'le büyük bir tank anlaşması imzaladık. Sanırım bu anlaşmayla Arapları kaybettik. Niye Türk devleti bu kadar kritik bir anda böyle bir anlaşma imzaladı?
Özellikle askeri alanda Türkiye-Amerika ilişkileri İsrail üzerinden gerçekleşiyor. Ama bu üçgen bizi Ortadoğu'da yalnızlaştırır. Diyelim ki tank anlaşması çok gerekliydi. Ama zamanlaması çok yanlış oldu. Bazı şeyler kısa dönemde çok ciddi bir çıkar sağlasa da uzun dönemde sizi öyle bir çıkmaza sokar ki, tank işi de böyle. Dünya, televizyondan İsrail tanklarının Filistin'e girdiğini görüyor. Arapların zihninde bu tanklar Türk tanklarıyla özdeşleşebilir. İsrail'in savaşmasında Türkiye'nin payı oldu diye bir kanaat yerleşir. Cezayir'de 50'lerde yaptığımız hatanın, bize o toplumlar nezdinde neler kaybettirdiğini unutmamalıyız.
Peki Filistin ve İsrail barış istiyorlar mı yoksa her iki tarafın lideri de barıştan hoşlanmıyor mu?
İkisi de barışa çok yakın isimler değil. Biri asker, diğeri direnişçi. İkisi de kendi istedikleri şartlarda barış olsun istiyor. Uzlaşma bu açıdan çok güç.
Savaşmak barışmaktan daha mı kolay Ortadoğu'da?
Ortadoğu'da değil, bütün dünyada öyle. İnsanoğlu'nun tabiatında var bu. Geçen beş yüzyılda bütün büyük savaşlar Avrupa'da oldu. Batı barışı seviyor, Ortadoğu hakları kanı seviyor yanılmasını bırakmak lazım. Avrupalılar savaşlardan yorgun düştüler.
Ortadoğu henüz savaşmaktan yorulmadı mı?
Evet, o denilebilir. Ama savaşın şartlarına bakılmalı. Eğer Ortadoğu'da barış olmuyorsa, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra devredilen mirasa bakmak lazım. Ortadoğu'da hangi sınırın tabii bir yanı var ki. Osmanlı'da entegre olmuş bölgeler birbirinden suni ayırımlarla koparılmış. Irak'la Kuveyt niye savaşıyor? Kuveyt diye bir devlet tarihte hiç olmadı. İngilizler oradaki petrolü kendilerine bağlı kılmak için orada ayrı bir şeyhlik kurdular. Ya ürdün'le Suriye arasındaki ihtilaf. Şam ile Amman iki komşu şehir. Eskişehir ile Bursa gibi. Tarih boyunca birbirlerinden hiç ayrılmamışlar. Peki Türkiye ile Suriye niye ihtilaflı? Halep ve Gaziantep Asurlular döneminde bile bu kadar kopuk değildi. Ortadoğu'da bunlar yetmiyormuş gibi bir de dışarıdan İsrail devletini kuruyorsunuz. Bu ülkelerin birbirlerine olan düşmanlıklarını onlara silah satmak için körüklüyorsunuz. Sonra da burada niye problem çıkıyor diye soruyorsunuz. Evet Arapların, Ortadoğuluların ekonomik ve siyasi becereksizlikleri var ama bunlar savaşmak için neden değil.
Ortadoğu'da sınırlar yeniden çizilemeyeceğine göre bu çatışmalar, savaşlar hiç bitmeyecek mi?
Çatışmalar ancak ulus-devlet üstü entegrasyonlarla çözülecek. Bu bölgede ekonomik entegrasyonlar gerekli. Suriye ile Türkiye arasında ekonomik ilişkilerin geliştirilmesiyle savaş ihtimali minimize olur. Çünkü Antep'le Halep birbirinden alışveriş yaparken, halkları asker gönderip niye savaşsın. Ya da Diyarbakır ile Bağdat arasında TIR'lar gelip giderken, Türkiye Kuzey Irak'taki bir oluşumdan niye korksun. Türkiye Irak sınırında da yapaylıklar var. Böyle bir sınır tarihte yok. Kuzey güney savaşı yaşayan ABD'nin de ancak ekonomik entegrasyonla bütün haline geldiğini hatırlayalım.
Nisan 2002 - www.inadina.com - sayı 38
Ramallah´tan bir mektup
'Adila'
Sevgili Herkes,
ben Ramallah´taki Halil Sakakini Kültür Merkezi Müdiresiyim (www.sakakini.org) . Evimde kusatma altinda bulundugum icin bu e-maili gazeteci arkadaslara ve digerlerine, daha fazla kisiye ulastirilmasi/dagitilmasi ricasiyla yolluyorum.
Bu mesajin internette zincir email haline gelip acima duygusu uyandirmasini, dualara veya bagislara vesile olmasini degil, insanlari harekete gecirmesini umuyorum.
Biz direnerek ve ayakta durarak kendimize düseni yapiyoruz ve dünyadaki herkesi kendi kapasitesi oraninda üzerine düseni yapmaya insanlik adina cagiriyoruz.
Biz Arap dünyasinin kizilderilileri olmak istemiyoruz, sadece bu topraklarda özgürlük, baris ve onurumuzla yasamak istiyoruz.
Söze 'canli' olarak yasadiklarim isiginda buradaki durumu anlatan birkac paragrafla baslayacagim ve dis dünyada medyada ve baska yerlerde nelerin olmasini istedigimize dair 9 öneriyle bitirecegim.
Birincisi bugün - Pazar günü - 30 Filistinli polisin Ramallah´taki Irssal Sokagi´nda sigindiklari binada Israil askerlerince sogukkanlilikla öldürüldügüne dair cok sayida haber aldik. Cuma günü de 5 Filistinli polis kafalarina kursun sIkIlarak infaz edilmis ve cesetleri saatlerce bir odada birakilmisti. Ambulanslarin hedeflerine varmasi engelleniyor. Iki hastaneden biri (Arabcare) basildi, digeri (Nazer Hastanesi) yaylim atesine tutuldu. Bu böyle devam ederse yeni bir Cecenistan veya Saraybosna´ya dönüsecektir.
Ben sahsen Cuma sabahindan beri evimde hapisim. Ramallah ve El Bireh´deki onbinlerce Filistinli gibi. Ve bu yakinda bitecek gibi gözükmüyor. Bir günlügüne elektrigimiz kesikti, ama Allahtan Pazar günü yeniden geldi.
Sakakini Kültür Merkezi´nin calisanlarindan birinin köyüne (Kobar) dün Israil ordusu girdi, herkesin evini aradi, esyalar tahrip edildi, köyden götürülen 30 kisi arasinda arkadasimizin kücük erkek kardesi de bulunuyor.
Merkezimizin temizlikci kadininin oturdugu evin tuvaleti bahcede. 3 gündür kapisinda Israil askerleri nöbet tutuyor ve disari cikilmasini engelliyor. Evin en büyük oglu bugün disari tuvalete cikmaya kalkistiginda Israil askerleri onu yakaladi ve dövdüler. Babasi, bir ögretmen, araya girmeye calisti, Israilliler tarafindan dövüldü ve tutuklanip götürüldü.
Merkezimizin yönetim kurulu üyelerinden biri Persembe gecesi calistigi ofis binasindaki bütün calisanlarla beraber tutuklandi ve götürüldü. Hepsinin gözleri baglanmisti ve elleri de bagli olarak bir odada önce 16 saat tutuldular. Israilliler büro mobilyalarini kismen tahrip etti ve bilgisayarlarin hard disklerini caldi.
1. Bu uzun sürecek bir kusatma. Bu yüzden lütfen hikayemizi anlatabilmemiz icin sürekli baskiyi ayakta tutun ve sürekli harekete devam edilmesini saglayin.
2. Merkezimizin yöneticisi Bayan Manal Issa, cevresindeki cocuklardan kusatma kosullarini nasil yasadiklarini anlatan 10 taniklik belgesi topladi ve yaptiklari resimleri de bunlarla birlikte bilgisayara nakletti. Bu tanikliklara (Arapca) dogrudan onun adresinden ulasabilirsiniz [email protected].
Ben bunlari yarin Ingilizceye cevirecegim. Bu emaili dogrudan veya kopyalanmis olarak alan herkesten ricam, bu tanikliklarin mümkün oldugunca genis bir bicimde yayimlanmasidir.
3. Lütfen uluslararasi kamuoyundan ve karar mercilerinden üzerimizdeki kusatmanin kalkmasini talep edin. Her gün onlarca, yüzlerce mektubun [email protected] ve [email protected] adreslerine yollanmasina ihtiyacimiz var.
4. Bunu yapmak istemiyorsaniz, lütfen ABD´deki belli basli haber ve medya kuruluslarina kusatmayi anlatan mektuplar yazin.
5. Arap sanatcilardan Batili ve Avrupali sanatcilara konser, gösteri ve isgalin kaldirilmasi icin cagri yapilmasina ihtiyacimiz var.
6. Batili ve Avrupali sanatcilar lütfen kusatmanin kalkmasi icin harekete gecebilir.
7. Bir yayin icin calisiyorsaniz lütfen günlük veya haftalik bir kösenizi kusatma hakkindaki haberlere, cocuklarin tanikliklarina ve hastanelerden gelecek raporlara ayirin.
8. Feci saglik kosullarimiz hakkinda en dogru bilgiyi Ramallah Hastanesi´ni arayarak ve müdürü Dr. Atari veya orada görevli bulunan Saglik Bakanligi Yardimcisi Dr. Munther Sharif´le görüserek ögrenebilirsiniz (972 2 2 298 2220) .
9. Lütfen önerilerinizi ve bize daha iyi yardim edebilmek icin bizden nelere ihtiyac duydugunuzu iletin.
Muharrak Klübe, Bahreyn TV´sine, Dubai Nadwat al Thakafa´ya sesimizi simdiden duyduklari icin tesekkür ederiz.
Hepinize cok tesekkürler. Sesinizi yakinda duymak umuduyla.
Kapitalizm çılgın bir sel gibi önündeki engelleri (? ? ?) yerle bir ederek yoluna devam ediyor ve toplumların özgün kültürel, ekonomik ve sosyal koşullarını dikkate alarak her coğrafyada farklı bir reçete uyguluyor. Bu reçete, bizimki gibi geliştirilmemiş ülkelerde kendini “kriz” şeklinde gösterirken, kimi gelişmiş bölgelerde ise “refahın (egemenler hariç) çeşitli sosyal gruplar arasında bölüşülmesi” masalı ardına gizlenen sermayenin, zamanında bir gün geri alınmak koşuluyla vermeye razı olduğu ödünleri birer birer geri alması şeklinde yaşanıyor.
Kimilerince gelişmekte olan, fakat aslında sistemin doğası gereği geri bıraktırılmış olan ülkelerde özellikle son dönemde sayıları hızla artan krizler, Marxist’leri sadece heyecanlandırmakla kalmıyor ayrıca her seferinde yeni umutların yeşertilmesine de yol açıyor. Ancak, Asya krizi sonrasında ortaya saçılan belgelerin, yaşanan sözde “kriz”in gerçekte uluslararası finans kapitalin egemenleri tarafından, Wall Street gökdelenlerinden birinin gizli toplantı salonunda ve bir dünya haritası üzerinde daha 1991 yılında kurgulandığını göstermesi sonrasında kafalarda yeni soru işaretleri ve sorgulamaların başladığı, kriz tartışmalarının Manifesto’dan 150 yıl sonra ilk kez farklı boyutta da ele alınmasının bir zorunluluk olduğu görüşü belli kesimlerce kabul ediliyor.
Gazeteler, her kriz sonrasında olduğu gibi bu kez de birilerinin büyük vurgun vurduğunu duyuruyor. Bu nasıl krizdir ki, her defasında nemalanan sınıf hiç değişmezken, milyonlarca emekçi halk daha da yoksullaşıyor? Uygulamaya konduğu günden beri bilim insanlarının eleştirilerine hedef olan “istikrar programı”nın sadece parasal hedeflere endekslenmesi ve üretim ayağının tamamen göz ardı edilmiş olması nasıl olup ta bu ülkede ürettiğini, istihdam yarattığını iddia eden işveren örgütlerinin desteğini alabiliyor? Gecelik faiz oranları %7000’e yükseldiğinde bundan kimler çıkar sağlıyor? Krizden hemen önceki iki işgününde Merkez Bankasınca piyasaya verilen 7 milyar $ tutarındaki dövizi kimler satın alıyor? Döviz fiyatlarının dalgalanmaya bırakılması gibi radikal bir kararın alındığı bir Bakanlar Kurulu toplantısına nasıl olup ta Bankaların yönetim kurulu başkanları da katılabiliyor?
Bu, güdümlü krizlerden her seferinde nemalanarak ve daha da güçlenerek çıkan sermaye sınıfının kendi içinde de çeşitli düzeylerde kayıpların ve tasfiyelerin yaşandığı reddedilemeyecek bir gerçektir. Ancak, bir sınıf olarak bakıldığında sermaye, “kriz” dönemlerinde birikimini spekülatif yoldan arttıranların da katılımıyla bu kayıpların sistem üzerindeki etkilerini azaltabilmektedir.
Diğer yandan bize göre asıl yapılması gereken bu krizlerin kapitalizmin ilk ciddi bunalımı olarak kabul edilen 1929 dünya ekonomik buhranı ve daha da önemlisi bu buhran sonrasındaki gelişmelerle karşılıklı olarak analiz edilmesi ve benzerliklerle, ayrışmaların sağlıklı olarak saptanmasıdır:
- 1929 dünya bunalımı, yer küreyi cehenneme çeviren yeni bir paylaşım savaşına yol açmıştır.
- Savaş sonrasında ortaya çıkan ve kapitalizmi tehdit eder bir konuma gelen iki kutuplu dünya, sistemi yeni bir ekonomik yapılanmaya zorlamış ve sermaye istemeden de olsa “sosyal devlet” tavizini vermek zorunda kalmıştır.
- Özellikle Avrupa’da kamu kesimi güçlendirilmiş, sermayenin kar oranlarında ciddi bir düşüş yaşanırken, işçi sınıfının kazanımları süreç içersinde yükselmiştir.
- 1929 bunalımından da karlı çıkan kesimler olmuş, yeni zenginler türemiştir. Fakat, küresel bir çöküş olması dolayısıyla, toplam tüketimin büyük bir düşüş göstermesi, finans piyasalarının yeterince gelişmemiş olmasından ötürü sermayenin üretime bağımlılığının bu güne oranla çok daha yüksek olması sonucunda kar oranları da ciddi biçimde gerilemiştir.
- Önce ekonomik kriz ve ardından yaşanan paylaşım savaşı, sömürgecilik karşıtı ve bağımsızlık yanlısı hareketleri güçlendirmiş; Batı’nın temsil ettiği adaletsiz düzeni reddeden, ancak Sovyet yörüngesine de girmek istemeyen ülkeler “Bağlantısızlar Bloku” nu oluşturmuşlardır.
Sonuç olarak, 1929 dünya ekonomik krizi kapitalizmin bağrında büyük bir yara açmış ve sistemi, kendini korumaya yönelik adımlar atmaya dahası, tavizler vermeye zorlamıştır.
Fakat neo-liberal kapitalizmin krizlerine göz atıldığında belirgin bir ortak özelliğin öne çıktığı fark ediliyor: Kapitalizm, bir sistem olarak büyük bir özgüven ve kararlılık içersinde, hiç bir önlem almayı ya da belli tavizler vermeyi düşünmüyor. Hatta, krizlere alışın dercesine artık bir “Kriz Yönetimi” (Crisis Management) sektörü bile oluşturmuş durumda. Daha önce sömürge ülkelerin mücadeleleri sonucunda kazanılan “siyasi bağımsızlıklar”, bugün artık yapay ekonomik krizler yardımıyla geri alınmakta, ancak görüntüsel anlamda bir bağımsızlık hala varmış gibi gösterilmeye çalışılmakta. Politikacılar, kendilerinin bir piyon olarak kullanıldığı bu süreci isimlendirememenin telaşı içindeler, tıpkı Türkiye’nin 57. Hükümetinde Başbakan Yardımcılığı gibi önemli bir görevi üstlenmiş olan Mesut Yılmaz’ın krizin ilk günlerinde TV kameraları önünde belirttiği gibi:
“Bu, zaten beklenen ve hedeflenen bir durumdu. Yaz aylarında geçmeyi planladığımız dalgalı kur sistemine biraz erken geçtik hepsi bu.”
Anlaşılacağı gibi bu cümleden bir kriz çıkarsaması yapmak mümkün olmadığı gibi, yaşanan kaosun bir hedef olduğu gibi bir sonucun çıkarılması gerekiyor. Fakat, aynı ropörtaj sırasında gazetecilerin yönelttiği “önümüzdeki aylarda tekrar benzer bir krizin yaşanacağı beklentisi” ile ilgili soruya verilen yanıt daha da ilginç ve siyasilerin nasıl derin bir tutarsızlık içersinde olduklarını ortaya koyuyor:
“Umarım herkes bu yaşananlardan gerekli dersleri çıkarmıştır ve bunu tekrar yaşamayız.”
IMF ve Dünya Bankası politikalarının yaşanan krizle ilgili olup, olmadığı konusuna gelince, T.MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu olarak bu konuda sadece bir önermede bulunup, bir de küçük hatırlatma yapmakla yetiniyoruz: Brettton Woods ikizlerinin ülkemizdeki krizle bağlantısını anlamak isteyenlere 2000 yılı ilkbaharında Grubumuzca hazırlanıp, Türk Tabipleri Birliği tarafından basılmış bulunan “Kapitalizmin Kaleleri –I” başlıklı kitabı bir kez daha dikkatle okumalarını öneriyor ve kitabın 14. sayfasından alıntı yaparak ilgili bölümü kısaca hatırlatmak istiyoruz:
“IMF, dünya çapındaki bağımlılaştırma politikalarını yürütürken Merkez Bankalarını sıkı bir şekilde izlemektedir. Hedef, Merkez Bankalarını siyasal iktidarlardan bağımsız hale getirmektir. Bu da pratikte finansal yatırımların Hükümetlerden çok IMF tarafından kontrol edilmesi anlamına gelmektedir. IMF anlaşmaları, Hükümetleri; Merkez Bankası üzerinden para arzı yoluyla kamu harcamalarını finanse etmekten men etmektedir... IMF’nin bir diğer şartı da Merkez Bankasının üst düzey yetkililerinin bir kez atandıktan sonra ne Hükümetlere ve ne de Meclise karşı sorumlu olmamaları, yalnızca uluslararası finans kurumlarına bağımlı hale getirilmeleridir. Bu nedenle bugün pek çok gelişmekte olan ülkede Merkez Bankalarının üst düzey yöneticileri uluslararası finans kurumları ya da bölgesel kalkınma bankalarının çalışanlarıdır.”
Ülkemizde halen yaşanmakta olan krizden yaklaşık bir yıl kadar önce, uluslararası araştırmalara dayanarak yapılmış olan bu tespitler, bize göre Hükümete Ekonomi Bakanı olarak atanan Dünya Bankası Başkan Yardımcılarından Sn. Kemal Derviş’le ilgili kararın da tesadüfi olmayıp, planın bir parçası olduğunu kanıtlamaktadır.
Krizin faturası her zaman olduğu gibi yine yoksul, emekçi kitlelere çıkarılmışken alınacağı söylenen önlemlerin bu geniş tabanla hiç bir ilgisinin bulunmaması savlarımızı daha da güçlendirmektedir. Fakat belli taktiklerde değişikliğe gidildiği de gün gibi ortadadır. İstikrar programının uygulandığı süre içinde başta IMF olmak üzere uluslararası finans kuruluşları üzerinde yoğunlaşan tepkiler krizle birlikte dikkate alınmış ve gerek Başbakan, gerekse yeni Ekonomi Bakanı ısrarla “bundan böyle IMF politikalarına bağımlı olmayacağımız” gibi gerçek dışı bir söylem tutturmuşlardır. Görünüşe bakılırsa IMF Hükümeti uyarmış ve “Uluslararası Para Fonu IMF’yi isterseniz yerden yere vurabilir ve kamu oyu nezdindeki –eğer hala varsa- itibarınızı bu yolla koruyabilirsiniz, ama Fonun direktiflerini harfiyen uygulamak zorunda olduğunuzu sakın aklınızdan çıkarmayın” demiştir. Kamu oyuna verdiği ilk mesajlarda sıkça gelir dağılımını düzelteceği vurgusunu yapan Bakan Kemal Derviş, uluslararası finans kurumlarından alınan kredilerin öncelikli koşullarının gelir dağılımında uçurumlar yaratmasının kaçınılmaz bir olgu olduğunu aslında herkesten daha iyi bilen bir kurumdan, Dünya Bankasından transfer edilmiştir. Ama devir, artık “imaj” devridir ve bu nedenle ne yaptığınız, ne yapabilir olduğunuz değil, ne dediğinizdir önemli olan. Eski Merkez Bankası Başkanı, krizin günah keçisi ilan edilmiştir; iyi eğitim almış, bir de üstüne D.B tescilli yeni Bakan için şimdi bir kez daha kamu oyu desteği talep edilmekte ve değil gelir dağılımının daha adil hale getirilmesi, tersine mevcut durumun daha da geriye götürülmesi ve bunun için emekçi kitlelerden yeni onayların alınması planlanmaktadır.
Türkiye yeni ve daha güçlü krizlere, neo-liberal kapitalizmin vahşi ellerine teslim edilmiştir. Merkez Bankası ile Hazine arasındaki organik bağın kesilmesinin ardından şimdi de Merkez Bankasının sözde özerkliği adına yeni bir kanun tasarısı hazırlanmış ve Nisan ayında Meclise sunulması kararlaştırılmıştır. Çıkarılacak yeni kanun ile birlikte bir aracı kuruma indirgenecek olan Merkez Bankası bundan böyle para piyasalarını döviz-faiz dengesiyle kontrol edemeyecek, piyasalarda görece istikrarın varlığı açısından son derece önemli olan dövize kotasyon verme (yapılan son değişikliğin öncesinde günlük döviz fiyatları TCMB tarafından açıklanır ve serbest piyasada fiyatlar verilen bu fiyatlara göre oluşurdu, fakat bundan sonra döviz fiyatları tümüyle piyasa egemenleri tarafından belirlenecek) işlevini yerine getiremeyecek, bunların yerine Bankalarla bir çeşit Türev Piyasası işlemi olan Swap (Takas) yapmakla yetinecektir. Anlaşılması, takibi ve uygulaması son derece teknik ve karmaşık olan Türev Piyasalarında ise kapitalizmin yasaları işlemekte, yani güçlü para zayıf parayı kovmaktadır. Bir başka deyişle, bir takas işlemi olan Swap(X) ile dövizin gelecekteki fiyatı ile ilgili tahminini ortaya koyacak olan Merkez Bankası, kurtlar sofrasının mezesi haline getirilmiştir. Böylece bugünkü İşlemin vadesi geldiğinde, piyasada yaratılacak spekülasyonlar yardımıyla Merkez Bankası yanlış pozisyon alan taraf konumuna getirilebilecek ve zarar eden, yoksullaşan yine ülke halkı olacaktır.
Sonuç olarak;
Bu yapay krizle emekçilerin kazanılmış tüm haklarının gasp edilmesinin yolu açılmış ve ilk örnekleri yaşanmaya başlamıştır. Emek örgütleriyle (0) ücret zammı ya da ücret azaltmak için masaya oturanlar, bir yandan da bu yeni liberal finans piyasasında karlarını nasıl katlayacaklarının ince hesaplarını yapmaktadırlar. 20 yıl öncesine kadar sistemin sürdürülebilirliğini sağlamak için Gelir Dağılımı politikalarını bir subap gibi kullananlar, bugün gelinen noktada bir sus payından öte hiç bir anlamı olmayan gelir dağılımının bile yalnızca söylemi ile yetinmeye başlamışlardır.
Yine bu yapay krizler sonucunda, Ülkemizde ve dünyanın 100 kadar ülkesinde dönem dönem uygulanmış ve uygulanmakta olan, bugünkü söylemlerde başarısız olduğu toplumlara dikte ettirilmeye çalışılan IMF programları; aslında çok başarılı olmuş! amacına ulaşmış! ekonomiler çökmüş! ve Kapitalist Sistemin sürdürülebilirliğini sağlama işlevini yerine getirmiştir.
Türkiye MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu
(X) SWAP Örnek: TCMB’nin kasasında bol miktarda Sterling var, fakat aynı zamanda $ cinsinden bir borcu da derhal ödemesi gerekiyor. Aslında TCMB elindeki Sterling’i satarak karşılığında $ satın alabilir. Fakat Sterling’in önümüzdeki dönemde değer kazanacağını veya $’ın halihazırda aşırı değerlenmiş olduğunu düşünüyorsa, Swap yapmayı tercih eder ve kasasındaki Sterling’i belli bir süreyle bir başka Finans kuruluşuna devredek karşılığında $ alır. Kuşkusuz TCMB ile Swap yapan şirketin de bir hesabı vardır ve iki tarafın piyasa beklentileri farklı(ters) olduğu için genellikle bu işlemi yaparlar. İşlemin vadesi geldiğinde çok bilen değil, piyasayı yönlendirebilecek parasal güce sahip olan kazanır.)
inadina.com - sayı 32
artık değer
17.07.2004 - 13:40kitap:
' Artı Değer Teorileri '
Yazan: Karl Marks (sol - onur yayınları)
Marx Artı-Değer Teorileri'ni Ocak 1862 - Temmuz 1863 arasında yazdı.
sosyalizm
17.07.2004 - 13:40bakınız: artık değer
..ve bir kitap:
' Artı Değer Teorileri '
Yazan: Karl Marks (sol - onur yayınları)
sosyalizm
17.07.2004 - 13:30Bugün kalan tek örneği Küba olan bir sistem. ABD de her 30 milyon insan açlık sınırın altında yaşarken ve her sene binlerce insan grip gibi hastalıklardan ölürken Küba'da sağlık hizmeti her alanda ücretsizdir. Ayrıca sağlık kar amaçlı olmadığı için aman hasta gelsin de zengin olayım demeyen bir zihniyet olduğu için koruyucu sağlık politikaları sayesinde bir çok hastalığın adı bile duyulmamaktadır. Sadece bir eksiği vardır bu sağlık sisteminin o da Kübadan kalp ilacı üretilememektedir ve ABD ambargosu yüzünden dışarıdan da alınamamaktadır. ABD'de okul yaşındaki çocuklardan küçümsenemeyecek bir sayı çalışmak zorunda kalmaktadır ve eğitim her kademede paralıdır ve üniversite okumak ABD nüfusuna göre çok az insana nasip olmaktadır öte yandan Küba'da eğitim her kademede ücretsizdir okuma yazma oranı %99'un üzerindedir. ABD dahil olmak üzere birçok ülkeden Küba'da eğitim görmek için kontenjan talebi gelmektedir. Küba'da açlıktan ölen insan yoktur, evsiz insan yoktur. ve Küba'daki bir insanın yaşama süresi bir çok emperyalist ülkedekinden daha yüksektir. ve Küba bütün bunları yaparken elinde sadece birkaç tane hammadde vardır anlayacağınız kaynakları çok kıttır.
Sovyetler birliğinde ise Rusya tarihinin hepsinde görülen açlık ortadan kalktı(unutmayınki Rusya doğru dürüst buğday yetişmeyen bir ülke) . sovyetler birliği'nin eğitim(her köye kadar tam donanımlı ilkokul) ve sağlık alanındaki başarısı üzerine konuşmaya bile gerek yok zaten sovyetler çözüldükten sonra yaşam yılı on yıl geriledi rusyada. Kültür sanat faaliyetleri toplumun tümünün yararlanabileceği şekildeydi. Stalin döneminde nazi faşizmi ezildi ama bu sırada sovyetlerin birçok şehri yerle bir oldu sanayisinin %70'i yok oldu ve bu noktadan Sovyetler toparlandı ve dünyanın en büyük gücü oldu. Evet belki sosyalizmde Mersedesler, özel jetler, saray gibi villalar, haremler, genelevler yoktur ama bunun yanında Açlık, Eğitimsizlik, Sağlık sistemine dair problemler ve daha binlerce kötü şey de yoktu.
Peki sovyetler niye çözüldü? . 20. kongreden başlayan bir süreçle SBKP bir refah dönemi tahlili yaptı ve artık halka siyaset ve bilinç taşımanın gereksiz olduğundan bahsetti. Halka siyaset ve bilinç taşımayınca doğal olarak devrimin kazanımlarına yabancılaşıldı. İnsanlar biz mercedese binemiyoruz diye isyan ederken o mercedeslerin pırıl pırıl vitrinlerin olduğu ülkelerde çocukların sokakta yaşadığını, eğitim ve sağlık hizmetinin paralı olduğunu vs. bilmiyorlardı. Bunun en güzel kanıtı 93 yılındaki devrimci kalkışmaydı. Halk sosyalizmi geri istedi ve ayaklandı. Neredeyse teknik sebepler yüzünden başarısız olan bu kalkışma sonucunda birçok devrimci lider öldürüldü ve tutuklandı.
Küba bu anlamda daha başarılıydı F.Castro yönetimi halkı devamlı siyasal tutarak sovyetlerin çözülüşünden sonra bile ayakta kalmayı başardı.(ulyanaov)
sosyalizm
16.07.2004 - 17:55Kapitalist Sömürünün Temel Unsuru: Artı Değer
Günlük yaşamı içinde her emekçi sömürüldüğünün farkındadır. Kendisi çalışmakta, üretmekte ama patronlar zengin olmaktadır; bunun farkedebilmesi için bilinçlenmesine gerek yoktur. Ama bu yüzeysel bilinç, ya da literatürdeki adıyla sınıfın kendiliğinden bilinci, onun bu du-rumdan kurtulabilmesini sağlayamaz. En fazla ekonomik mücadeleye yeter.
İşçi sınıfının içinde yaşadığı sömürü sistemini yıkıp, sömürüyü ortadan kaldırabilmesi için siyasi iktidarı ele geçirmesi gerekmektedir ki bu da ekonomik mücadele için yeterli olan kendiliğinden bilincinin ötesine geçebilmesine bağlıdır. Sömürüyü ortadan kaldırabilmek için o sömürünün nereden kaynaklandığı bilinmelidir. Çağımızın modern sömürü biçimi olan kapitalist sömürü, artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur.
İşçinin üretim süreci, bir değer yaratma sürecidir. İşçi emeği aracılığı ile hammaddeleri, üretim araçları yardımıyla işleyerek başlangıçtakinden başka bir şeye; ürüne dönüştürür. Ürün adını alan cisimde ortaya çıkan değeri ona işçinin emeği kazandırmıştır.
Bir şeyi, değerli birşey yapan onun işe yarayıp yaramaması; yani yararlılığıdır. Ekmek, tuz, sandalye, pantalon, tabak, çorap, kaşık ve bunlar gibi birçok şey, tüm insanlar için bir değer taşıyan nesnelerdir. Bir işçinin de yaşamını sürdürmesi için böylesine nesneleri tüketmesi gerekmektedir. Tüm bu nesneler de birer ürün olduklarına göre bunların da bir değeri vardır. İşçinin yaşamak için tüketmek zorunda olduğu bu ürünler de başka işçilerin emeklerinin ürünüdür. Ancak işçinin yaşamını sürdürmek için tükettiği ürünlerin toplam değeri, kendisinin çalışırken ürettiği değerden daha azdır. Aradaki bu farka artı-değer diyoruz.
İşçinin üretim sürecinde ürüne aktardığı değer, bu ürünün satılmasıyla paraya dönüşür. Bu paranın bir bölümü üretim için gerekli harcamalara (hammadde, enerji, bina kirası vs.) giderken, bir diğer bölümü de işçiye ücret olarak verilir. Geriye kalan para ise patronun cebine kâr olarak girer. Bu kârın kaynağı ARTI DEĞER dir. Patron, hammadde, enerji vb. girdilerin fiyatlarını belirleyemez, piyasa fiyatından almak zorundadır. Ürünlerini de piyasa koşullarının belirlediğinden daha yüksek fiyata satamaz. Bu durumda rakip firmaların daha ucuza sattığı aynı tür ürünlere pazarını kaptırır. Ürünlerin piyasada satılabilmesini sağlayan, onlara işçiler tarafından kazandırılan değerleridir. Ürün, hammadde, diğer giderler ve ücret olarak zaten belli bir maliyete sahipken, piyasada bu maliyetin üzerinde satılabilmesini sağlayan şey, ona işçiler tarafından kazandırılan bu değerdir. Bu nedenle, patronların kârlarının yegane kaynağı, işçilerin emeğidir.
Bir çivinin piyasada satılabilmesini sağlayan şey, onun çivi olarak yararlılığıdır ve bu çivi olarak işe yarama niteliği, bir parça demire işçinin emeği tarafından kazandırılmış bir niteliktir. Eğer sadece maliyeti kadar bir fiyata satılacak olsa, bir çivi ile bir parça demirin fiyatı arasında çok az bir fark olurdu. Bu durumda kimse çivi üretmek için uğraşmazdı. Ama çiviye duyulan ihtiyaç, ona bir parça demirden daha fazla bir değer kazandırmıştır. İşte bu daha fazla değeri, işçinin emeği yaratmıştır. Bu değer sayesinde çivi satılır. Ancak bu satıştan sonra işçiye ücret olarak ödenen para ile satın alabileceği değer, işçinin tüm ürettiği çivilerin değerinden azdır. Günde on bin tane çivi üreten işçinin günlük ücreti ile ancak 2 bin çivi alınabilmektedir sözgelimi. Aynı örnekte 2 bin çivi karşılığı paranın da hammadde, enerji, kira vb. giderlere harcandığını varsayarsak (10-2-2=6) , 6 bin çivi karşılığı para, patronun cebine kâr olarak girer. İşte bu 6 bin çivide cisimleşen değer, artı-değerdir.
sosyalizm
16.07.2004 - 17:40'Hiçbir gerekçe bir sosyalist devletin bir başka sosyalist devletin içişlerine karışmasını mazur gösteremez. Sosyalist devletler arasında varolması gereken eşitlik ve özgürlük içinde dayanışma, bir güçlü devletin iradesini küçüklere dayatması biçimini almamalıdır. Küçük devletlerin bağımsızlığına kıskançlıkla sahip çıkmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur... Sovyetler Birliği sosyalist devletlerle ilişkilerinde -büyük devlet - olmanın üstünlüğü ile hareket etme alışkanlığından vazgeçmelidir.' M.Ali Aybar (1947)
sosyalizm
16.07.2004 - 17:38Aybar'ın 1947 yılından beri söylediği bir şeyi doğruluyordu. Ulusal bağımsızlık sorunu işçilerin öncülüğünde verilecek iktidar mücadelesi perspektifinden ayrılamazdı. Şöyle belirtiyordu bunu: 'O günlerde hepimiz bağımsızlığı Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez temel ilkesi sayıyorduk. Türkiye'ye özgü Sosyalizm, Kurtuluş savaşımızın mirascısıydı. Marksizmin Kurtuluş savaşı Türkiye'sinin tarihsel gerçeklerine göre yorumuydu. Ulusal bağımsızlık bizim için Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez bir ögesiydi.', '...Geri kalmış bir ülke olan Türkiye'de komprodor kapitalizmi ilişkileri kökünden değiştirilmedikçe tam bağımsızlığa kavuşulması katiyyen mümkün değildir...İlk milli kurtuluş savaşını zafere götüren fakat insanca bir hayata gene de ulaşamayan işçiler, köylüler tüm emekçiler iyice anlamalıdır ki bu sefer sömürü düzeni tümden değişecektir.' Bütün bunların becerilebilmesi içinde gerçek devrimci eylem demek olan kitleler içinde derinlemesine çalışma yapmak zorunludur. Eylem; 'kitlelerin bilinçli siyasal bir güç olarak davranmalarını sağlayacak ön çabalarla, halk kitlelerinin bizzat etkin hale gelmesini sağlayan bir kavramdır.'
tarım
16.07.2004 - 16:53Türkiye tarımı ve işsizlik
Dünyanın yüzde altmışı tarımcılıkla geçiniyor,Türkiye nüfusunun ise neredeyse yarısı. Tarım bu anlamda giydirme beslenme ve istihdam sorununu çözmesi nedeniyle stratejik bir öneme sahiptir. Günümüzde artık ülkelerin gelişmişlik düzeyleri gıda da kendine yeterlilikle ölçülmektedir.
Uluslar arası sermayenin (Kapitalizmin) yeniden yapılandırıldığı bu dönemde, Türkiye'de hükümetler,IMF ve Dünya Bankası'nın dayatmaları ile ülke çiftçilerini, yabancı ülke çiftçileri ve ulus aşırı şirketlerin yararına (öncelikle küçük ve orta çiftçileri) üretimden caydıracak kararlar almaktadırlar. Bildiğiniz gibi, zirai kredi faizlerini yükseltiler, tarımsal KİT'leri özelleştirdiler, tarımda destekleri kaldırdılar.
Hükümetler; köylüyü, çiftçileştirerek istihdamı koruyup geliştirebilecek, tüketicilere ucuz ve sağlıklı gıdalar sunabilecekken kökü dışarıda politikaları uyguladılar. Tarımsal KİT'ler ile TSKB'lerinin yasalarını üreticiler aleyhine bir biri ardına değiştirdiler. TSKB Yasası, Tütün ve Tekel Yasası, Şeker Kanunu,Bankalar Yasası,Endüstri Bölgeleri Yasası gibi...
Kısacası; yapılan özelleştirmeler, çıkarılan Bankalar Yasası,Endüstri Bölgeleri Yasası,Şeker-Tütün Yasası ile kırsal alanda 10 milyon üreticiye ürettirmeyerek işsizliğe mahkum ediyor. Yarattıkları tüm zenginlikleri ellerinden alınıyor,kendi yarattıkları devasa zenginlikleri önünde elleri kolları bağlanıyor, aç bırakılıyor...
Bu yasalar bizim çiftçilerimizin üretmesini alenen engelleyen, işsizler safına aktaran bir araç görevi görmektedir. Örneğin; Tekel ve Tütün Yasası ile tütün üreticilerinin tütün ekimi engelleniyor. Bizim tütünümüz şark tütünüdür ve daha az verimli meyilli arazilerde yetişiyor. Onun yetiştiği yerde çiftçinin başka ürün ikame etmesi de mümkün değil. Bu yasa nedeniyle 3 milyon tütün üreticisi işsiz kalacak ve kente göç edecek. Şeker Yasası ile getirilen kotalar nedeniyle tütün üreticilerinden daha fazla sayıda şekerpancarı üreticisi işsiz kalacak. Şekerpancarı küspesine dayalı hayvan besleyen, besiciler hayvancılığı bırakarak işsizler arasına katılacak. Bu güne değin tarımsal KİT'lerde özelleştirme değil de kapatma yapıldığı için çalışanları da işsiz kaldı. EBK,SEK,YEM SANAYİİ'nin özelleştirilmesi hayvancılığı bitirdi,hayvan yetiştiricilerini daha önce işsizler ordusuna katmıştı.
Köyden kente göç etmelerine neden olan bu uygulamaların durdurulması halinde; işsizlik önemli ölçüde engellenebilir. Bunun için de üretici ve tüketiciden yana olacak politik bir iradeye ihtiyaç vardır. Doğru bir tarım politikasının uygulanması halinde işsizlik sorunu azalır. Aksi halde tarımı yok sayarak,işsizlik sorunu çözülemeyeceği gibi, her kesim için huzurlu yaşayabilmek,üretebilmek de mümkün olmaz. Zira,tarım bu ülkenin yaşamını belirleyen bir kültürdür.
Üreticilerin ürettikleri,herkese yetecek kadar bol olan zenginliklere, kendilerinin nasıl sahip olacaklarıyla,açlığın ve yoksulluğun nasıl biteceğiyle,yaşamda kalabilmeleri için ne yapmaları gerektiği soru(n) larına üretilecek çözüm oranında işsizlik,yoksulluk çözüme kavuşur.
Öncelikle,tarım; herhangi bir ticaret ürünü değil, insanları beslemeye,giydirmeye yarayan bir kültürdür ve zorunludur. Mermileri gıda,tankları giyecek olarak kullanamayacağımıza göre tarım ürünlerinin üstünlüğünü,egemenliğini savunmalıyız. Tarım ürünleri işlenmeden önce tarım ürünüdür. İşlendikten sonra sanayi ürünüdür. Tarım bu nedenle,besleyen,giydiren ve istihdam yaratan en önemli sektördür. İşsizliğe karşı mücadelede de en önemli damardır. Türkiye'de tarımın sorunlarını çözmek aynı zamanda işsizliğe çare üretmektir.(inadina.com)
tarım
16.07.2004 - 16:53AB 'de tarım ve işsizlik
1957 yılında kurulan Avrupa Birliği'nin temelini Ortak Tarım Politikası (OTP) oluşturuyordu. Burada üç ana hedef vardı... Bunlar; üretimde kendine yetme,gıdanın tüketiciye ucuza mal olması ve tarımcı gelirlerinin toplumun diğer sınıflarının düzeyine çekilmesi,üretim artışını garantilemek olarak belirlenmişti. Bunu gerçekleştirmek için de AB içi vergi sistemiyle tarıma mali destek verilmesi gerekiyordu. Bu amaçla üretilen kilo başına yardım verilmeye başlandı yani,daha çok üretene daha fazla para verilmeye başlandı. Ayrıca üreticinin malını satmasını ve gelirini garantilemesi için 'garanti fiyat' sistemine geçildi. Köylülerin toprak sahibi olabilmeleri ve ziraat bankasından avantajlı kredi alabilmeleri için kolaylıklar getirildi. Böylesi politikalar sonucunda; köylüler toprak satın almak için yatırım yaptılar. Kredileri geri ödeyebilmek için de daha çok üretmeye başladılar. Üretim olanaklarını artırmak için de borçlandılar.
Uygulanan bu ekonomi politikalarla gıdada kendine yeterlilik sağlanmıştı ama,stoklar da oluşmaya başlamıştı.
AB 'nde 70'lerin başında inanılmaz düzeyde et,süt ve tahıl stoku oluştu. AB için yüklü maliyeti olan stokların eritilmesi için çok ucuza satılmaları aynı zamanda tarımcıların üretim maliyetinin karşılanması da gerekiyordu. Sistemin devamı büyük üreticilerin işine geliyordu. Çünkü; ürettikçe para kazanıyorlardı. Bu sağlıksız durumu düzeltmek için ilk adım 1984'de atılarak üretime kotalar getirildi.
1992'de Avrupa Birliği,tarıma desteğin azaltılarak yüzölçümüne ya da üreticiye göre belirlenmesi için OTP' de reforma gitti. Fakat bu reform,yardımlara hiçbir değişiklik getirmedi. Yardımların yüzde 80'ni üreticilerin yüzde 20'sine veriliyordu. Bu sistem Avrupa'da tarımda çalışanların sayısını 10 yılda 5 milyon azalttı. Toprakların daha az ellerde toplanması sonucunu getirdi. Ayrıca stok fazlası kısa sürede ihracata yönetildi. Böylece AB,az gelişmiş ülkelerin pazarlarına,o ülkelerin üretim maliyetlerinin altına düşen fiyatlarla girmiş oldu. Az gelişmiş ülke çiftçilerini üretimden caydıracak işsizler ordusuna katacak kararları IMF,Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla o ülke hükümetlerine aldırttılar. Ayrıca, Marakeş'te DTÖ anlaşmalarının imzalanmasında sonra bütün ülkelere üretimlerinin yüzde 5'ini ithal zorunluluğu getirildi. Bu tabii ki, ekonomileri tarıma dayalı olan az gelişmiş ülkelerin pazarlarını sarsarak,işsizliğin daha da artmasına neden oldu.
tarım
16.07.2004 - 16:52Dünyada çalışan kesimin yüzde 60'ı tarımcılıkla geçiniyor yani,3.5 milyar kişi. 250 milyon köylü hayvanla çekilen araçlarla tarla sürerken 1.3 milyar ise el aletleri ile çalışıyor. Sadece 28 milyonun traktörü var büyük bölümü zengin ülkelerde olmak üzere tabi.
türkiye komünist partisi
16.07.2004 - 16:45TKP nin 1 mayıs afişindeki slogan dehşetti! 'Halk muhtırayı 1 Mayısta verecek'.
İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar derler. Ama politikada hayalperestlik olmaz. Hangi halk, hangi muhtırayı kime verecek. Böylesi bir hayalcilik palavra sınırları içine girer. Palavracılık da hiç de hoş bir şey değildir.
TKP'lilere ciddi olmalarını öneririm. Zira, o duvar afişlerini yoldan geçen herkes okuyor. Ve herkes gülüyor. Ve maalesef TKP afişi nedeniyle 1 Mayısa bence gölge düşüyor.Hem de sosyalizmi adeta HAYAL olarak halka gösteriyor.
mafya
16.07.2004 - 16:29Nuri Ergin
Kürt İdris
Kürşat Yılmaz
Alaattin Çakıcı
Drej Ali
İbrahim Tatlıses
Hasan Heybetli
Sedat Peker
Sedat Şahin
Dündar Kılıç
Abdullah Çatlı
mafya
16.07.2004 - 15:41ATO'nun raporunda sıralanan Mafya çesitleri:
otopark mafyasını “arazi mafyası, çek-senet mafyası, organ mafyası, çocuk mafyası ve ihale mafyası” izliyor. bunların yanı sıra türkiye'de “uyuşturucu mafyası, kumar mafyası, altın-pırlanta mafyası, kira-tahliye mafyası, fuhuş mafyası, icra mafyası, nakliye mafyası, inşaat mafyası, ehliyet mafyası, sigara mafyası, silah mafyası, hal-pazar mafyası, dilenci mafyası, gecekondu mafyası, çayhane mafyası, insan mafyası, pornografi mafyası, kitap mafyası, müzik mafyası, tarihi eser kaçakçılığı mafyası, göçmen mafyası, telefon dinleme ve izleme mafyası, hapishane mafyası, naylon fatura mafyası...” da önemli bir yer tutuyor.
hegel, georg wilhelm friedrich
16.07.2004 - 15:29'Bir uşağa göre hiç kimse kahraman değildir; bu görüş dünyada kahraman bulunmadığını değil, onu söyleyenin uşak olduğunu gösterir.'
diyen filozof.
mafya
16.07.2004 - 15:27Uğur Mumcu kitabı:
Papa-Mafya-Ağca
'Araştırıcı, yürekli, yiğit yazar Uğur Mumcu'yu, Ankara Hukuk Fakültesi'ndeki asistanlık döneminden beri bilirim. Önce yazılarını, birkaç yıl sonra da kişisel olarak kendisini tanıdım ve sevdim. Son yıllarda onun hiçbir tehdide kulak asmadan ve her türlü tehlikeyi göze alarak deştiği konulardan her biri, ülkemizin ve bütün dünyanın çıkarcılık kenetleriyle kenetlenmiş karanlık yüzlerini ortaya çıkaracak kapıları aralamaktadır.Kahramanlık yalnız savaş cephesinde olmaz. Kalemden başka silahı olmayan yazarlık ve gazetecilik alanında da olur. Bu, yadsınamaz. Alman filozofu Hegel'in şu sözünü hiç unutmamalı: Bir uşağa göre hiç kimse kahraman değildir; bu görüş dünyada kahraman bulunmadığını değil, onu söyleyenin uşak olduğunu gösterir.'
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi... Katil zanlısı, ülkücü Mehmet Ali Ağca... Ağca'nın İstanbul Metris Askeri Cezaevinden kaçırılışı... Sahte pasaportla yurtdışına çıkışı... Bulgaristan, İsviçre, İtalya dolaşırken, Roma'da, bir 'açık hava ayini' sırasında Papa II Jean Paul'e ateş etmesi... Bütün bunların, CIA, KGB, benzeri, tüm gizli servislerle, ajanlarla, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla bağlantılı terörle ilişkisi.. Mimar Sinan'ın 'çıraklık, kalfalık, ustalık eserleri' gibi, 'Papa- Mafya-Ağca', Uğur Mumcu'nun gazetecilikte, araştırmacı gazetecilikte ulaştığı doruk.
papalık
16.07.2004 - 15:27Uğur Mumcu kitabı:
Papa-Mafya-Ağca
'Araştırıcı, yürekli, yiğit yazar Uğur Mumcu'yu, Ankara Hukuk Fakültesi'ndeki asistanlık döneminden beri bilirim. Önce yazılarını, birkaç yıl sonra da kişisel olarak kendisini tanıdım ve sevdim. Son yıllarda onun hiçbir tehdide kulak asmadan ve her türlü tehlikeyi göze alarak deştiği konulardan her biri, ülkemizin ve bütün dünyanın çıkarcılık kenetleriyle kenetlenmiş karanlık yüzlerini ortaya çıkaracak kapıları aralamaktadır.Kahramanlık yalnız savaş cephesinde olmaz. Kalemden başka silahı olmayan yazarlık ve gazetecilik alanında da olur. Bu, yadsınamaz. Alman filozofu Hegel'in şu sözünü hiç unutmamalı: Bir uşağa göre hiç kimse kahraman değildir; bu görüş dünyada kahraman bulunmadığını değil, onu söyleyenin uşak olduğunu gösterir.'
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi... Katil zanlısı, ülkücü Mehmet Ali Ağca... Ağca'nın İstanbul Metris Askeri Cezaevinden kaçırılışı... Sahte pasaportla yurtdışına çıkışı... Bulgaristan, İsviçre, İtalya dolaşırken, Roma'da, bir 'açık hava ayini' sırasında Papa II Jean Paul'e ateş etmesi... Bütün bunların, CIA, KGB, benzeri, tüm gizli servislerle, ajanlarla, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla bağlantılı terörle ilişkisi.. Mimar Sinan'ın 'çıraklık, kalfalık, ustalık eserleri' gibi, 'Papa- Mafya-Ağca', Uğur Mumcu'nun gazetecilikte, araştırmacı gazetecilikte ulaştığı doruk.
abdullah çatlı
16.07.2004 - 14:52ölü olduğu için 'yakalanma' durumu olamayacak mefta.
küba
16.07.2004 - 13:39Sosyalist ülkeler içinde liderinin heykeli olmayan tek ülke Küba'dır. Fidel Castro'nun heykeli yok Küba'da. Bayrağı değişmeyen tek ülke de Küba. İspanyol sömürgecilerine karşı açtıkları bayrak, bugünkü haala bayrakları.
ahmet kaya
16.07.2004 - 13:34Bazı ülkücülerin bile sesini ve şarkılarını sevmekten kendini alamadığı sanatçı.
abdullah çatlı
16.07.2004 - 13:05Ermeni mafyasıyla ortak uyuşturucu madde kaçakçılığı yapan zat.
nato
16.07.2004 - 12:47Nato Zirvesi süresince
Türk Boğazlarından tehlikeli madde taşıyan gemilerin geçişi yasaklandı.
Demek ki; zirveye katılanların yaşamları ciddi tehdit altında!
PEKİ, İSTANBUL’DAKİ
MİLYONLARCA İNSANIN YAŞAM HAKKI,
NATO ZİRVESİNE KATILANLARLA
“EŞ DEĞİL Mİ? ”
Bir daha soralım;
ONLARIN CANI CAN DA,
BİZİM Kİ PATLICAN MI?
nato
16.07.2004 - 12:46Greenpeace Akdeniz Ofisi'nin, bağımsız araştırma şirketi InFakto'ya yaptırdığı araştırmaya göre Türkiye'de halkın yüzde 57'si nükleer silahlanmaya karşı.
Türkiye dahil, NATO üyesi altı ülkede, ABD'nin NATO bünyesinde kullanım için sağladığı 150 nükleer bomba bulunuyor. İtalya, Almanya, Hollanda, Belçika ve İngiltere'nin yanı sıra, Türkiye'de, İncirlik'teki ABD üssünde de nükleer silahların sayısı bilinmiyor.
Hükümete ve NATO üyesi ülkelerin nükleer silahsızlanmaya gitmelerini isteyen Greenpeace, bu isteğini yaptırdığı açıklamanın sonuçlarıyla da pekiştirdi. NATO üyelerinden halkın nükleer silahsızlanma konusunda görüşlerini dikkate almasını istedi.
Araştırmaya katılanların yüzde 72'si, Türkiye'nin nükleer silahlardan arındırılmış bölge olması çabalarını destekleyeceklerini söyledi. NATO'ya üye ülkelerde 10 binin üzerinde nükleer silah bulunuyor.
Türkiye silahsızlanma için öncü olsun
Haziran ayında 7 ilde, 628 kişi üzerinde yapılan anket çalışmasına göre araştırmaya katılanların yüzde 46'sı Türkiye'de nükleer silah bulunduğunu söylüyor. Türkiye'nin kitle imha silahlarının ortadan kaldırılmasına yönelik dünyadaki ülkelere öncü olması fikrini destekleyenlerin oranı ise yüzde 75.
Greenpeace sözcüleri Danimarka, Norveç ve İspanya, barış zamanlarında topraklarında nükleer silah bulundurmayacaklarına dair karar aldığını, Yunanistan'ın ise topraklarındaki NATO silahlarının kaldırılması talebinde bulunduğunu hatırlatıyor.
Greenpeace sözcüsü Özgür Gürbüz, yazılı açıklamasında 'Türkiye hükümetinin arkasında kamuoyu desteği olduğunu görüyoruz. Hükümetin tek yapması gereken, halkın sesini dinleyip NATO toplantısı sırasında bu isteği diğer ülkelerin temsilcilerine iletmek. Türkiye'nin nükleer silahsızlanma için diğer ülkelere önayak olmasını istiyoruz. Anket sonuçları da istemimizi Türk kamuoyunun desteklediğini gösteriyor' dedi. inadina.com - sayı 134
filistin
16.07.2004 - 12:43NEDEN? Ahmet Davutoğlu
Ortadoğu yeniden savaşın eşiğine geldi. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu bölgede yapay sınırların çizilip yapay ülkelerin yaratılması zaten uzun sürecek çekişmelerin tohumlarını buraya atmıştı. Ülke liderlerinin paraları silahlara harcayıp halklarını fakir bırakmaları bu bölgede sorunları giderek derinleştirmişti. Bir de bunlara bütün Araplarla kavgalı İsrail devletinin kurulması eklenince, dünyanın bir türlü barışa kavuşamayan coğrafyası Ortadoğu, ucu kaybolmuş bir sorun yumağına dönüştü. Bugün israil'in Filistin'i işgal etmesiyle bölge yeniden bir kaosun eşiğine geldi. Her gün insanlar ölüyor, karşılıklı nefret büyüyor. Ortadoğu üzerine yaptığı analizlerle bilinen Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Profesör Ahmet Davutoğlu ile Ortadoğu'daki sorunların nedenlerini, İsrail-Filistin meselesini, bu sorunun çözümünün mümkün olup olmadığını, tarafların neler istediğini, Türkiye'nin tutumunu, Amerika'nın tavrını ve bütün bunların sonuçlarını konuştuk.
Ortadoğu savaş alanına döndü. Bu savaş kaçınılmaz mıydıyoksa iki tarafın liderlerinin ya da bir liderin hatasından mı patlak verdi?
Savaş kaçınılmazdı. İki taraf da bir gerilim süreciyle bu savaşa sürüklendi. Özellikle İsrail barış sürecini durdurma ve gerilimi artırma yönünde bir irade kullandı.
İsraillilerle Filistinliler arasındaki en büyük anlaşmazlık ne? Hangi noktada takılıyor barış?
En büyük anlaşmazlık konusu Kudüs. Kudüs sorunu çözülmedikçe İsrail-Filistin sorunu çözülmez. İsrail'le Filistin arasında beş temel sorun var. Bir, Kudüs'ün nihai statüsünün ne olacağı. İki, kendi içinde bütünlüğü olan entegre bir Filistin devletinin doğuşu meselesi. Üç, Filistinli mülteciler sorunu. Dört, Yahudi yerleşimciler meselesi. Beş, ekonomik kaynakların ortak kullanımı. Eğer Birleşmiş Milletler'in kararı geçerliliğini sürdürseydi ve bu kararı referans alan 1993 Oslo barış süreci devam etseydi, İsrail 1967'de işgal ettiği bölgelerden çekilecekti. Bu, İsrail'in Doğu Kudüs'ten de çekilmesi demekti. Böylece 1999 yılı itibarıyla bir Filistin devleti kurulacaktı ve Kudüs'ün nihai satüsü konuşulacaktı.
Ama israil 1999'ta bu nihai noktaya gelindiğinde, Oslo barış sürecini durdurdu. Filistin bölgesinde Yahudi yerleşim merkezleri kurmayı sürdürdü. Kudüs'ün etrafını Yahudi yerleşimleriyle çevirdi. Böylece entegre Filistin devletinin kurulması zorlaştı.
Filistin-İsrail anlaşmazlığını çözmek imkânsız mı?
Filistinlilerle İsraillilerin kendi başlarına sorunu çözmeleri mümkün değil. Bu sorunu çözmek için uluslararası hukuk normlarına saygılı bir uluslararası irade lazım. Ne var ki uluslararası irade olabilecek Amerika şu anda uluslararası hukuka saygı göstermiyor. İsrail, 11 Eylül'ün yarattığı terörizmle mücadele havasından yararlanıyor. 11 Eylül yaşanmasaydı, İsrail barış masasına dönmek zorunda kalacaktı. Çünkü Amerika, Filistin devletini tanıması konusunda İsrail'e baskı yapıyordu. Şaron'u da kendisine çok muhatap almıyordu. Ama 11 Eylül'den sonra Amerika Şaron'un politikalarına yeşil ışık yaktı. 11 Eylül atmosferi İsrail-Filistin savaşını tırmandırdı.
İsrail Filistin'le arasındaki sorunun nasıl çözümlenmesini istiyor?
Kudüs'ün İsrail devletinin ebedi başşehri olmasını istiyor. Bu noktada verebileceği taviz, Müslümanlarla Hıristiyanların Doğu Kudüs'te ibadet etmelerine serbestlik tanımak.
Filistinliler nasıl bir çözüm öneriyor?
Filistin, İsrail'in 1967 işgalinden önceki sınırlarına çekilmesini, tarihi Doğu Kudüs'ü Filistin egemenliğine terk etmesini istiyor. Filistin'in verebileceği taviz, tarihi Kudüs'ün Yahudilerce kutsal olan kısmında İsrail egemenliğinin devam etmesi. Mültecilere gelince, İsrail Filistinli mültecilerin Doğu Kudüs'e geri dönmesini kabul etmiyor. Dönmeleri halinde İsrail'in Yahudi karakterinin bozulacağını düşünüyor. Mülteciler ancak Batı Şeria'ya dönebilir diyor. Ayrıca İsrail, kurulacak Filistin devletinin İsrail'in güvenliğini tehdit etmeyecek, İsrail'e bağımlı, askersiz bir devlet olmasını istiyor. Bunun için de Yahudi yerleşimcilerin Filistin bölgesinden çıkmasını istemiyor. Çünkü Yahudi yerleşim bölgeleri orada kaldıkça, vatandaşının güvenliğini gerekçe göstererek İsrail her an Filistin'i işgal edebilir. Filistinliler ise tam bağımsız bir devlet kurmak istiyor. Ekonomik kaynakların ortak kullanımında İsrail bugünkü durumun devamını istiyor. Bugün İsrail, Filistin'e ait Batı Şeria'daki su kaynaklarının yüzde 80'inini kullanıyor.
Filistin lideri Arafat, Clinton'ın ABD Başkanlığı döneminde o zamanki İsrail Başbakanı Barak'la Camp David'de buluşmuştu. Oradaki önerileri Barak kabul etti ama Arafat reddetti. Niye reddetti?
Camp David'de Arafat'a çok iyi bir proje sunuldu sanılıyor. Öyle değil. İsrail, daha önce bu sorunla ilgili Birleşmiş Milletler kararları yokmuş, Oslo barış süreci sanki yaşanmamış gibi pazarlığı sıfırdan başlatmak istedi. İsrail bunu hep yapıyor. Önce barış sürecini durduruyor ve problemli alanlarda avantaj elde etmek için zaman kazanıyor. Sonra tekrar bir barış süreci başlatıyor. Camp David'de de böyle oldu. İsrail yepyeni tekliflerle geldi. Bunlar entegre Filistin devletinin kurulmasını sağlayacak teklifler değildi. Filistin'e Doğu Kudüs'te sadece bir ofis açma hakkını tanıyordu. Kudüs'ü de kendi ebedi başşehri ilan ediyordu. Filistin devletinin askersiz olmasını öngörüyordu ve mültecilerin kendi topraklarına dönme hakkını kabul etmiyordu. Yani Filistinlilerin 1949'daki BM kararından bu yana uluslararası hukuk alanında elde ettiği bütün hakları ortadan kaldırıyordu. Üstelik Kudüs ne Müslümanların, ne Filistin'in ne de Arafat'ın tek başına taviz vermeye yetkili olduğu bir sorun değildir.
Kudüs sorununu çözmekte kim yetkili peki?
Şu anda bir muhatap yok ama Arafat, Müslüman dünya, Araplar ve Filistinliler adına böyle bir tavizi veremez. Kudüs Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların ortak problem alanıdır. Zaten Amerika da Kudüs'te bir egemenlik paylaşımına gidilmesini öngörüyordu. Mescid-i Haram'ın üstünde Filistin egemenliğini, altında Ağlama Duvarı'nda ise Yahudi egemenliğini öngörüyordu. Burada Arafat'ın yapacağı şey, uluslararası hukukun gereğini söylemektir. Uluslarası hukuk da bugüne kadar Filistin'den yana kararlar almıştır. Zaten Camp David'deki tekliflere Arafat dışındaki bir başka Filistin lideri de evet diyemezdi.
Beyrut'ta yapılan son Arap zirvesinde de Arap ülkeleri İsrail'e bir barış önerisinde bulundu. İsrail 1967 öncesi sınırlarına çekilecek, bütün Arap ülkeleri de onun varlığını kabul edecekti. Böylece Araplar yıllarca varlığını reddettikleri İsrail'i tanıyacaklardı. Ama İsrail bu barış önerisine tanklarını Filistin'e sokarak cevap verdi. İsrail barış önerisine niye böyle savaşla cevap vermeyi tercih etti?
Çünkü barış sürecine kaldığı yerden devam etmek istemiyor. Zaman kazanmak istiyor.
İsrail 1967 öncesi sınırlarına niye çekilmek istemiyor?
1967 öncesi sınırlara çekilmek demek, İsrail'in tarihi hak talep ettiği Kudüs ve Batı Şeria'dan geri çekilmesi demek. İsrail teolojik bir devlettir. Teolojik argümanın temelinde de bu toprakların seçilmiş bir toplum olan İsraillilere tanrı tarafından vaat edildiği inancı vardır. İngilizler İsraillilere bir ara Uganda'da devlet kurmalarını teklif etmişlerdi. Niye Afrika'daki boş alanlara gitmediler de buraya geldiler? İsrailliler, Arapların hakkını gaspettiklerini düşünmüyor. Bizim olan bir toprağa iki bin yıl sonra geldik. Tanrı bize bu toprağı geri verdi diyorlar. Bunun tanrısal iradeyle gerçekleştiğine inanıyorlar.
Radikal dinciler, İsrail bu topraklardan çekilirse, seçilmiş millet, vaat edilmiş topraklar argümanının ve İsrail devletinin kuruluş felsefesinin yok olacağını düşünüyorlar.
İsrail ordusu, Ramallah'taki karargâhında Yaser Arafat'ı kuşattı. Şu anda onların elinde rehine durumunda. Ama biz garip bir olayla karşılaştık. Bundan üç ay önce Filistin'in özgür devlet başkanı Arafat siyasi ölüme çok yaklaşmış bir liderdi. Filistinli gruplara söz geçiremiyordu. Otoritesi yok olmuş gibiydi. Ama bugün kuşatma altında Filistin'in tek lideri, en büyük kahramanı ve dünya siyasetinin bir numaralı figürü oldu. Nasıl oldu da kötü duruma düşmek Arafat'a siyaseten bu kadar yaradı?
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, yerel ölçekte yaşanan bir adaletsizlik veya baskı bir anda küreselleşebiliyor. Yerel bir direnişçi küresel bir kahraman haline gelebiliyor. Arafat da, uluslararası vicdanın ortaya çıkmasıyla birlikte gittikçe Mandela benzeri bir imaj oluyor. Barış yanlılarının kahramanı haline geliyor. Dünyada kim uluslararası düzenin işleyişinden memnun değilse, bu düzenin karşısında duran mağdur aktöre yakınlık hissediyor. Şu anda Arafat mağdur. İsrail baskı yaparak bir kahraman yaratıyor. Arafat adaletin sembolü oluyor. Neredeyse bir Mandela doğuyor. Odasında güçsüz ama imaj olarak güçleniyor. Arafat eğer öldürülmez veya sürülmezse, orada kaldıkça güçlenecek. Arafat'ın Filistin halkının iç organizasyonu konusundaki hataları bile artık unutuldu. Arafat bir şeyi kurarken belki o kadar başarılı değil ama, bir baskı karşısında güçlü bir direnişçi. Oysa İsrail dize getirilmiş bir Arafat ister karşısında.
Sizce Arafat dize gelir mi?
Zannetmiyorum. İsrail'e yakın bir lider çıkartılsa ve onunla anlaşma yapılsa bu İsrail için optimum sonuç olur. Ama böyle bir Filistinliyi bugüne kadar bulamadılar. Çünkü muhatabın sadece İsrail'in ve Amerika'nın nezdinde değil, Filistin halkı nezdinde de kredibilitesinin olması lazım. Arafat dışında şu anda böyle bir lider yok. Çıkması da zor. Eğer Arafat öldürülürse ki, bu İsrail için çok kötü olur, Filistinli örgütler daha da kenetlenir, bu durumda Arafat'tan sonra çıkabilecek bir lider Arafat'ın bulunduğu yerden geri adım atamaz. Halk nezdinde bir kahramandan sonra o tavizi veremez.
Şaron güvenli bir ülke sözü vererek işbaşına geldi. Ama İsrail devleti tarihinin en güvensiz dönemini yaşıyor. İsrail halkı her an bir yerlerde öldürülme, bir canlı bombayla birlikte patlama tehditlerine ne kadar dayanabilir?
Güvenliği adil bir barışla değil de şiddet ve güç üzerinden kurmaya çalıştığınızda güvenliği yok ediyorsunuz. Şiddet karşı şiddeti getiriyor. İsrail tarihinin en güvensiz dönemini yaşıyor. Bu politika uzun süremez. Eskiden on Filistinli karşılığında bir İsrailli ölürken, bugün dört İsrailli ölüyor.
Arafat'ı gözden çıkaran Amerika başka Arap liderlerle görüşmek üzere bölgeye dışişlerini bakanını gönderiyor şimdi. Amerika ilk başta barışa bile o kadar istekli görünmüyordu. Amerika Filistinlilerin ezilmesini mi istiyor?
Amerika Filistin'in bileğinin bükülmesini ve gelişmelerin olgunlaşmasını bekliyor. ABD, barış şartlarının olgunlaşması için Bosna'da üç sene katliama göz yumdu. Filistin tarafının bileği öyle bükülecek ki, barış süreci bu noktada başlatılacak ve Camp David'deki şartlardan belki de çok daha zor şartlarda bir barış Filistin'e dikte ettirilmeye çalışılacak. Ama şu da var, İsrail uluslararası meşruiyetini kaybediyor. Dünyada herkes İsrail'e tepki gösteriyor. Amerika ve İsrail terör kavramını kullanarak istedikleri yöntemi meşru kılmaya çalışıyorlar. Savaş hukukuna bağlı kalmıyorlar.
Bir de Türkiye'nin durumu var. Tam savaşın en kızgın anında İsrail'le büyük bir tank anlaşması imzaladık. Sanırım bu anlaşmayla Arapları kaybettik. Niye Türk devleti bu kadar kritik bir anda böyle bir anlaşma imzaladı?
Özellikle askeri alanda Türkiye-Amerika ilişkileri İsrail üzerinden gerçekleşiyor. Ama bu üçgen bizi Ortadoğu'da yalnızlaştırır. Diyelim ki tank anlaşması çok gerekliydi. Ama zamanlaması çok yanlış oldu. Bazı şeyler kısa dönemde çok ciddi bir çıkar sağlasa da uzun dönemde sizi öyle bir çıkmaza sokar ki, tank işi de böyle. Dünya, televizyondan İsrail tanklarının Filistin'e girdiğini görüyor. Arapların zihninde bu tanklar Türk tanklarıyla özdeşleşebilir. İsrail'in savaşmasında Türkiye'nin payı oldu diye bir kanaat yerleşir. Cezayir'de 50'lerde yaptığımız hatanın, bize o toplumlar nezdinde neler kaybettirdiğini unutmamalıyız.
Peki Filistin ve İsrail barış istiyorlar mı yoksa her iki tarafın lideri de barıştan hoşlanmıyor mu?
İkisi de barışa çok yakın isimler değil. Biri asker, diğeri direnişçi. İkisi de kendi istedikleri şartlarda barış olsun istiyor. Uzlaşma bu açıdan çok güç.
Savaşmak barışmaktan daha mı kolay Ortadoğu'da?
Ortadoğu'da değil, bütün dünyada öyle. İnsanoğlu'nun tabiatında var bu. Geçen beş yüzyılda bütün büyük savaşlar Avrupa'da oldu. Batı barışı seviyor, Ortadoğu hakları kanı seviyor yanılmasını bırakmak lazım. Avrupalılar savaşlardan yorgun düştüler.
Ortadoğu henüz savaşmaktan yorulmadı mı?
Evet, o denilebilir. Ama savaşın şartlarına bakılmalı. Eğer Ortadoğu'da barış olmuyorsa, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra devredilen mirasa bakmak lazım. Ortadoğu'da hangi sınırın tabii bir yanı var ki. Osmanlı'da entegre olmuş bölgeler birbirinden suni ayırımlarla koparılmış. Irak'la Kuveyt niye savaşıyor? Kuveyt diye bir devlet tarihte hiç olmadı. İngilizler oradaki petrolü kendilerine bağlı kılmak için orada ayrı bir şeyhlik kurdular. Ya ürdün'le Suriye arasındaki ihtilaf. Şam ile Amman iki komşu şehir. Eskişehir ile Bursa gibi. Tarih boyunca birbirlerinden hiç ayrılmamışlar. Peki Türkiye ile Suriye niye ihtilaflı? Halep ve Gaziantep Asurlular döneminde bile bu kadar kopuk değildi. Ortadoğu'da bunlar yetmiyormuş gibi bir de dışarıdan İsrail devletini kuruyorsunuz. Bu ülkelerin birbirlerine olan düşmanlıklarını onlara silah satmak için körüklüyorsunuz. Sonra da burada niye problem çıkıyor diye soruyorsunuz. Evet Arapların, Ortadoğuluların ekonomik ve siyasi becereksizlikleri var ama bunlar savaşmak için neden değil.
Ortadoğu'da sınırlar yeniden çizilemeyeceğine göre bu çatışmalar, savaşlar hiç bitmeyecek mi?
Çatışmalar ancak ulus-devlet üstü entegrasyonlarla çözülecek. Bu bölgede ekonomik entegrasyonlar gerekli. Suriye ile Türkiye arasında ekonomik ilişkilerin geliştirilmesiyle savaş ihtimali minimize olur. Çünkü Antep'le Halep birbirinden alışveriş yaparken, halkları asker gönderip niye savaşsın. Ya da Diyarbakır ile Bağdat arasında TIR'lar gelip giderken, Türkiye Kuzey Irak'taki bir oluşumdan niye korksun. Türkiye Irak sınırında da yapaylıklar var. Böyle bir sınır tarihte yok. Kuzey güney savaşı yaşayan ABD'nin de ancak ekonomik entegrasyonla bütün haline geldiğini hatırlayalım.
Nisan 2002 - www.inadina.com - sayı 38
filistin
16.07.2004 - 12:38Ramallah´tan bir mektup
'Adila'
Sevgili Herkes,
ben Ramallah´taki Halil Sakakini Kültür Merkezi Müdiresiyim (www.sakakini.org) . Evimde kusatma altinda bulundugum icin bu e-maili gazeteci arkadaslara ve digerlerine, daha fazla kisiye ulastirilmasi/dagitilmasi ricasiyla yolluyorum.
Bu mesajin internette zincir email haline gelip acima duygusu uyandirmasini, dualara veya bagislara vesile olmasini degil, insanlari harekete gecirmesini umuyorum.
Biz direnerek ve ayakta durarak kendimize düseni yapiyoruz ve dünyadaki herkesi kendi kapasitesi oraninda üzerine düseni yapmaya insanlik adina cagiriyoruz.
Biz Arap dünyasinin kizilderilileri olmak istemiyoruz, sadece bu topraklarda özgürlük, baris ve onurumuzla yasamak istiyoruz.
Söze 'canli' olarak yasadiklarim isiginda buradaki durumu anlatan birkac paragrafla baslayacagim ve dis dünyada medyada ve baska yerlerde nelerin olmasini istedigimize dair 9 öneriyle bitirecegim.
Birincisi bugün - Pazar günü - 30 Filistinli polisin Ramallah´taki Irssal Sokagi´nda sigindiklari binada Israil askerlerince sogukkanlilikla öldürüldügüne dair cok sayida haber aldik. Cuma günü de 5 Filistinli polis kafalarina kursun sIkIlarak infaz edilmis ve cesetleri saatlerce bir odada birakilmisti. Ambulanslarin hedeflerine varmasi engelleniyor. Iki hastaneden biri (Arabcare) basildi, digeri (Nazer Hastanesi) yaylim atesine tutuldu. Bu böyle devam ederse yeni bir Cecenistan veya Saraybosna´ya dönüsecektir.
Ben sahsen Cuma sabahindan beri evimde hapisim. Ramallah ve El Bireh´deki onbinlerce Filistinli gibi. Ve bu yakinda bitecek gibi gözükmüyor. Bir günlügüne elektrigimiz kesikti, ama Allahtan Pazar günü yeniden geldi.
Sakakini Kültür Merkezi´nin calisanlarindan birinin köyüne (Kobar) dün Israil ordusu girdi, herkesin evini aradi, esyalar tahrip edildi, köyden götürülen 30 kisi arasinda arkadasimizin kücük erkek kardesi de bulunuyor.
Merkezimizin temizlikci kadininin oturdugu evin tuvaleti bahcede. 3 gündür kapisinda Israil askerleri nöbet tutuyor ve disari cikilmasini engelliyor. Evin en büyük oglu bugün disari tuvalete cikmaya kalkistiginda Israil askerleri onu yakaladi ve dövdüler. Babasi, bir ögretmen, araya girmeye calisti, Israilliler tarafindan dövüldü ve tutuklanip götürüldü.
Merkezimizin yönetim kurulu üyelerinden biri Persembe gecesi calistigi ofis binasindaki bütün calisanlarla beraber tutuklandi ve götürüldü. Hepsinin gözleri baglanmisti ve elleri de bagli olarak bir odada önce 16 saat tutuldular. Israilliler büro mobilyalarini kismen tahrip etti ve bilgisayarlarin hard disklerini caldi.
1. Bu uzun sürecek bir kusatma. Bu yüzden lütfen hikayemizi anlatabilmemiz icin sürekli baskiyi ayakta tutun ve sürekli harekete devam edilmesini saglayin.
2. Merkezimizin yöneticisi Bayan Manal Issa, cevresindeki cocuklardan kusatma kosullarini nasil yasadiklarini anlatan 10 taniklik belgesi topladi ve yaptiklari resimleri de bunlarla birlikte bilgisayara nakletti. Bu tanikliklara (Arapca) dogrudan onun adresinden ulasabilirsiniz [email protected].
Ben bunlari yarin Ingilizceye cevirecegim. Bu emaili dogrudan veya kopyalanmis olarak alan herkesten ricam, bu tanikliklarin mümkün oldugunca genis bir bicimde yayimlanmasidir.
3. Lütfen uluslararasi kamuoyundan ve karar mercilerinden üzerimizdeki kusatmanin kalkmasini talep edin. Her gün onlarca, yüzlerce mektubun [email protected] ve [email protected] adreslerine yollanmasina ihtiyacimiz var.
4. Bunu yapmak istemiyorsaniz, lütfen ABD´deki belli basli haber ve medya kuruluslarina kusatmayi anlatan mektuplar yazin.
5. Arap sanatcilardan Batili ve Avrupali sanatcilara konser, gösteri ve isgalin kaldirilmasi icin cagri yapilmasina ihtiyacimiz var.
6. Batili ve Avrupali sanatcilar lütfen kusatmanin kalkmasi icin harekete gecebilir.
7. Bir yayin icin calisiyorsaniz lütfen günlük veya haftalik bir kösenizi kusatma hakkindaki haberlere, cocuklarin tanikliklarina ve hastanelerden gelecek raporlara ayirin.
8. Feci saglik kosullarimiz hakkinda en dogru bilgiyi Ramallah Hastanesi´ni arayarak ve müdürü Dr. Atari veya orada görevli bulunan Saglik Bakanligi Yardimcisi Dr. Munther Sharif´le görüserek ögrenebilirsiniz (972 2 2 298 2220) .
9. Lütfen önerilerinizi ve bize daha iyi yardim edebilmek icin bizden nelere ihtiyac duydugunuzu iletin.
Muharrak Klübe, Bahreyn TV´sine, Dubai Nadwat al Thakafa´ya sesimizi simdiden duyduklari icin tesekkür ederiz.
Hepinize cok tesekkürler. Sesinizi yakinda duymak umuduyla.
Adila Laidi. (inadina.com - sayı 37)
kapitalizm
16.07.2004 - 12:28Kapitalizme Taze Kan: YAPAY KRİZLER
Kapitalizm çılgın bir sel gibi önündeki engelleri (? ? ?) yerle bir ederek yoluna devam ediyor ve toplumların özgün kültürel, ekonomik ve sosyal koşullarını dikkate alarak her coğrafyada farklı bir reçete uyguluyor. Bu reçete, bizimki gibi geliştirilmemiş ülkelerde kendini “kriz” şeklinde gösterirken, kimi gelişmiş bölgelerde ise “refahın (egemenler hariç) çeşitli sosyal gruplar arasında bölüşülmesi” masalı ardına gizlenen sermayenin, zamanında bir gün geri alınmak koşuluyla vermeye razı olduğu ödünleri birer birer geri alması şeklinde yaşanıyor.
Kimilerince gelişmekte olan, fakat aslında sistemin doğası gereği geri bıraktırılmış olan ülkelerde özellikle son dönemde sayıları hızla artan krizler, Marxist’leri sadece heyecanlandırmakla kalmıyor ayrıca her seferinde yeni umutların yeşertilmesine de yol açıyor. Ancak, Asya krizi sonrasında ortaya saçılan belgelerin, yaşanan sözde “kriz”in gerçekte uluslararası finans kapitalin egemenleri tarafından, Wall Street gökdelenlerinden birinin gizli toplantı salonunda ve bir dünya haritası üzerinde daha 1991 yılında kurgulandığını göstermesi sonrasında kafalarda yeni soru işaretleri ve sorgulamaların başladığı, kriz tartışmalarının Manifesto’dan 150 yıl sonra ilk kez farklı boyutta da ele alınmasının bir zorunluluk olduğu görüşü belli kesimlerce kabul ediliyor.
Gazeteler, her kriz sonrasında olduğu gibi bu kez de birilerinin büyük vurgun vurduğunu duyuruyor. Bu nasıl krizdir ki, her defasında nemalanan sınıf hiç değişmezken, milyonlarca emekçi halk daha da yoksullaşıyor? Uygulamaya konduğu günden beri bilim insanlarının eleştirilerine hedef olan “istikrar programı”nın sadece parasal hedeflere endekslenmesi ve üretim ayağının tamamen göz ardı edilmiş olması nasıl olup ta bu ülkede ürettiğini, istihdam yarattığını iddia eden işveren örgütlerinin desteğini alabiliyor? Gecelik faiz oranları %7000’e yükseldiğinde bundan kimler çıkar sağlıyor? Krizden hemen önceki iki işgününde Merkez Bankasınca piyasaya verilen 7 milyar $ tutarındaki dövizi kimler satın alıyor? Döviz fiyatlarının dalgalanmaya bırakılması gibi radikal bir kararın alındığı bir Bakanlar Kurulu toplantısına nasıl olup ta Bankaların yönetim kurulu başkanları da katılabiliyor?
Bu, güdümlü krizlerden her seferinde nemalanarak ve daha da güçlenerek çıkan sermaye sınıfının kendi içinde de çeşitli düzeylerde kayıpların ve tasfiyelerin yaşandığı reddedilemeyecek bir gerçektir. Ancak, bir sınıf olarak bakıldığında sermaye, “kriz” dönemlerinde birikimini spekülatif yoldan arttıranların da katılımıyla bu kayıpların sistem üzerindeki etkilerini azaltabilmektedir.
Diğer yandan bize göre asıl yapılması gereken bu krizlerin kapitalizmin ilk ciddi bunalımı olarak kabul edilen 1929 dünya ekonomik buhranı ve daha da önemlisi bu buhran sonrasındaki gelişmelerle karşılıklı olarak analiz edilmesi ve benzerliklerle, ayrışmaların sağlıklı olarak saptanmasıdır:
- 1929 dünya bunalımı, yer küreyi cehenneme çeviren yeni bir paylaşım savaşına yol açmıştır.
- Savaş sonrasında ortaya çıkan ve kapitalizmi tehdit eder bir konuma gelen iki kutuplu dünya, sistemi yeni bir ekonomik yapılanmaya zorlamış ve sermaye istemeden de olsa “sosyal devlet” tavizini vermek zorunda kalmıştır.
- Özellikle Avrupa’da kamu kesimi güçlendirilmiş, sermayenin kar oranlarında ciddi bir düşüş yaşanırken, işçi sınıfının kazanımları süreç içersinde yükselmiştir.
- 1929 bunalımından da karlı çıkan kesimler olmuş, yeni zenginler türemiştir. Fakat, küresel bir çöküş olması dolayısıyla, toplam tüketimin büyük bir düşüş göstermesi, finans piyasalarının yeterince gelişmemiş olmasından ötürü sermayenin üretime bağımlılığının bu güne oranla çok daha yüksek olması sonucunda kar oranları da ciddi biçimde gerilemiştir.
- Önce ekonomik kriz ve ardından yaşanan paylaşım savaşı, sömürgecilik karşıtı ve bağımsızlık yanlısı hareketleri güçlendirmiş; Batı’nın temsil ettiği adaletsiz düzeni reddeden, ancak Sovyet yörüngesine de girmek istemeyen ülkeler “Bağlantısızlar Bloku” nu oluşturmuşlardır.
Sonuç olarak, 1929 dünya ekonomik krizi kapitalizmin bağrında büyük bir yara açmış ve sistemi, kendini korumaya yönelik adımlar atmaya dahası, tavizler vermeye zorlamıştır.
Fakat neo-liberal kapitalizmin krizlerine göz atıldığında belirgin bir ortak özelliğin öne çıktığı fark ediliyor: Kapitalizm, bir sistem olarak büyük bir özgüven ve kararlılık içersinde, hiç bir önlem almayı ya da belli tavizler vermeyi düşünmüyor. Hatta, krizlere alışın dercesine artık bir “Kriz Yönetimi” (Crisis Management) sektörü bile oluşturmuş durumda. Daha önce sömürge ülkelerin mücadeleleri sonucunda kazanılan “siyasi bağımsızlıklar”, bugün artık yapay ekonomik krizler yardımıyla geri alınmakta, ancak görüntüsel anlamda bir bağımsızlık hala varmış gibi gösterilmeye çalışılmakta. Politikacılar, kendilerinin bir piyon olarak kullanıldığı bu süreci isimlendirememenin telaşı içindeler, tıpkı Türkiye’nin 57. Hükümetinde Başbakan Yardımcılığı gibi önemli bir görevi üstlenmiş olan Mesut Yılmaz’ın krizin ilk günlerinde TV kameraları önünde belirttiği gibi:
“Bu, zaten beklenen ve hedeflenen bir durumdu. Yaz aylarında geçmeyi planladığımız dalgalı kur sistemine biraz erken geçtik hepsi bu.”
Anlaşılacağı gibi bu cümleden bir kriz çıkarsaması yapmak mümkün olmadığı gibi, yaşanan kaosun bir hedef olduğu gibi bir sonucun çıkarılması gerekiyor. Fakat, aynı ropörtaj sırasında gazetecilerin yönelttiği “önümüzdeki aylarda tekrar benzer bir krizin yaşanacağı beklentisi” ile ilgili soruya verilen yanıt daha da ilginç ve siyasilerin nasıl derin bir tutarsızlık içersinde olduklarını ortaya koyuyor:
“Umarım herkes bu yaşananlardan gerekli dersleri çıkarmıştır ve bunu tekrar yaşamayız.”
IMF ve Dünya Bankası politikalarının yaşanan krizle ilgili olup, olmadığı konusuna gelince, T.MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu olarak bu konuda sadece bir önermede bulunup, bir de küçük hatırlatma yapmakla yetiniyoruz: Brettton Woods ikizlerinin ülkemizdeki krizle bağlantısını anlamak isteyenlere 2000 yılı ilkbaharında Grubumuzca hazırlanıp, Türk Tabipleri Birliği tarafından basılmış bulunan “Kapitalizmin Kaleleri –I” başlıklı kitabı bir kez daha dikkatle okumalarını öneriyor ve kitabın 14. sayfasından alıntı yaparak ilgili bölümü kısaca hatırlatmak istiyoruz:
“IMF, dünya çapındaki bağımlılaştırma politikalarını yürütürken Merkez Bankalarını sıkı bir şekilde izlemektedir. Hedef, Merkez Bankalarını siyasal iktidarlardan bağımsız hale getirmektir. Bu da pratikte finansal yatırımların Hükümetlerden çok IMF tarafından kontrol edilmesi anlamına gelmektedir. IMF anlaşmaları, Hükümetleri; Merkez Bankası üzerinden para arzı yoluyla kamu harcamalarını finanse etmekten men etmektedir... IMF’nin bir diğer şartı da Merkez Bankasının üst düzey yetkililerinin bir kez atandıktan sonra ne Hükümetlere ve ne de Meclise karşı sorumlu olmamaları, yalnızca uluslararası finans kurumlarına bağımlı hale getirilmeleridir. Bu nedenle bugün pek çok gelişmekte olan ülkede Merkez Bankalarının üst düzey yöneticileri uluslararası finans kurumları ya da bölgesel kalkınma bankalarının çalışanlarıdır.”
Ülkemizde halen yaşanmakta olan krizden yaklaşık bir yıl kadar önce, uluslararası araştırmalara dayanarak yapılmış olan bu tespitler, bize göre Hükümete Ekonomi Bakanı olarak atanan Dünya Bankası Başkan Yardımcılarından Sn. Kemal Derviş’le ilgili kararın da tesadüfi olmayıp, planın bir parçası olduğunu kanıtlamaktadır.
Krizin faturası her zaman olduğu gibi yine yoksul, emekçi kitlelere çıkarılmışken alınacağı söylenen önlemlerin bu geniş tabanla hiç bir ilgisinin bulunmaması savlarımızı daha da güçlendirmektedir. Fakat belli taktiklerde değişikliğe gidildiği de gün gibi ortadadır. İstikrar programının uygulandığı süre içinde başta IMF olmak üzere uluslararası finans kuruluşları üzerinde yoğunlaşan tepkiler krizle birlikte dikkate alınmış ve gerek Başbakan, gerekse yeni Ekonomi Bakanı ısrarla “bundan böyle IMF politikalarına bağımlı olmayacağımız” gibi gerçek dışı bir söylem tutturmuşlardır. Görünüşe bakılırsa IMF Hükümeti uyarmış ve “Uluslararası Para Fonu IMF’yi isterseniz yerden yere vurabilir ve kamu oyu nezdindeki –eğer hala varsa- itibarınızı bu yolla koruyabilirsiniz, ama Fonun direktiflerini harfiyen uygulamak zorunda olduğunuzu sakın aklınızdan çıkarmayın” demiştir. Kamu oyuna verdiği ilk mesajlarda sıkça gelir dağılımını düzelteceği vurgusunu yapan Bakan Kemal Derviş, uluslararası finans kurumlarından alınan kredilerin öncelikli koşullarının gelir dağılımında uçurumlar yaratmasının kaçınılmaz bir olgu olduğunu aslında herkesten daha iyi bilen bir kurumdan, Dünya Bankasından transfer edilmiştir. Ama devir, artık “imaj” devridir ve bu nedenle ne yaptığınız, ne yapabilir olduğunuz değil, ne dediğinizdir önemli olan. Eski Merkez Bankası Başkanı, krizin günah keçisi ilan edilmiştir; iyi eğitim almış, bir de üstüne D.B tescilli yeni Bakan için şimdi bir kez daha kamu oyu desteği talep edilmekte ve değil gelir dağılımının daha adil hale getirilmesi, tersine mevcut durumun daha da geriye götürülmesi ve bunun için emekçi kitlelerden yeni onayların alınması planlanmaktadır.
Türkiye yeni ve daha güçlü krizlere, neo-liberal kapitalizmin vahşi ellerine teslim edilmiştir. Merkez Bankası ile Hazine arasındaki organik bağın kesilmesinin ardından şimdi de Merkez Bankasının sözde özerkliği adına yeni bir kanun tasarısı hazırlanmış ve Nisan ayında Meclise sunulması kararlaştırılmıştır. Çıkarılacak yeni kanun ile birlikte bir aracı kuruma indirgenecek olan Merkez Bankası bundan böyle para piyasalarını döviz-faiz dengesiyle kontrol edemeyecek, piyasalarda görece istikrarın varlığı açısından son derece önemli olan dövize kotasyon verme (yapılan son değişikliğin öncesinde günlük döviz fiyatları TCMB tarafından açıklanır ve serbest piyasada fiyatlar verilen bu fiyatlara göre oluşurdu, fakat bundan sonra döviz fiyatları tümüyle piyasa egemenleri tarafından belirlenecek) işlevini yerine getiremeyecek, bunların yerine Bankalarla bir çeşit Türev Piyasası işlemi olan Swap (Takas) yapmakla yetinecektir. Anlaşılması, takibi ve uygulaması son derece teknik ve karmaşık olan Türev Piyasalarında ise kapitalizmin yasaları işlemekte, yani güçlü para zayıf parayı kovmaktadır. Bir başka deyişle, bir takas işlemi olan Swap(X) ile dövizin gelecekteki fiyatı ile ilgili tahminini ortaya koyacak olan Merkez Bankası, kurtlar sofrasının mezesi haline getirilmiştir. Böylece bugünkü İşlemin vadesi geldiğinde, piyasada yaratılacak spekülasyonlar yardımıyla Merkez Bankası yanlış pozisyon alan taraf konumuna getirilebilecek ve zarar eden, yoksullaşan yine ülke halkı olacaktır.
Sonuç olarak;
Bu yapay krizle emekçilerin kazanılmış tüm haklarının gasp edilmesinin yolu açılmış ve ilk örnekleri yaşanmaya başlamıştır. Emek örgütleriyle (0) ücret zammı ya da ücret azaltmak için masaya oturanlar, bir yandan da bu yeni liberal finans piyasasında karlarını nasıl katlayacaklarının ince hesaplarını yapmaktadırlar. 20 yıl öncesine kadar sistemin sürdürülebilirliğini sağlamak için Gelir Dağılımı politikalarını bir subap gibi kullananlar, bugün gelinen noktada bir sus payından öte hiç bir anlamı olmayan gelir dağılımının bile yalnızca söylemi ile yetinmeye başlamışlardır.
Yine bu yapay krizler sonucunda, Ülkemizde ve dünyanın 100 kadar ülkesinde dönem dönem uygulanmış ve uygulanmakta olan, bugünkü söylemlerde başarısız olduğu toplumlara dikte ettirilmeye çalışılan IMF programları; aslında çok başarılı olmuş! amacına ulaşmış! ekonomiler çökmüş! ve Kapitalist Sistemin sürdürülebilirliğini sağlama işlevini yerine getirmiştir.
Türkiye MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu
(X) SWAP Örnek: TCMB’nin kasasında bol miktarda Sterling var, fakat aynı zamanda $ cinsinden bir borcu da derhal ödemesi gerekiyor. Aslında TCMB elindeki Sterling’i satarak karşılığında $ satın alabilir. Fakat Sterling’in önümüzdeki dönemde değer kazanacağını veya $’ın halihazırda aşırı değerlenmiş olduğunu düşünüyorsa, Swap yapmayı tercih eder ve kasasındaki Sterling’i belli bir süreyle bir başka Finans kuruluşuna devredek karşılığında $ alır. Kuşkusuz TCMB ile Swap yapan şirketin de bir hesabı vardır ve iki tarafın piyasa beklentileri farklı(ters) olduğu için genellikle bu işlemi yaparlar. İşlemin vadesi geldiğinde çok bilen değil, piyasayı yönlendirebilecek parasal güce sahip olan kazanır.)
inadina.com - sayı 32
Toplam 1733 mesaj bulundu