Yahudi düşmanı çevrelerin “best-seller” kitabı olan “Sion Bilgelerinin Protokolleri” (ya da “Sion Önderlerinin Protokolleri” ya da kısaca “Protokoller”) , bu tür düşmanca yayınlarda sürekli olarak alıntılarla yinelenen bir demirbaş “kaynak” (!) kitaptır. Bu kitabın Yahudi bilgelerince yapılan toplantıların tutanakları olduğu ve bu kişilerin verdiği talimatlar doğrultusunda Yahudi ulusunun “Dünya Egemenliği” sağlayabilmesi için kullandığı bir “elkitabı” niteliği taşıdığı, Yahudi karşıtı çevreler tarafından ileri sürülmüştür. Dünyanın hemen tüm dillerine çevrilerek yayınlanmış olan bu kitaptan Türkiye’de kendisine düşen payı fazlasıyla almıştır.
Çağdaş Anti-Semitizmin en ilgi çeken ve en başarılı ürünü olan Sion Bilgelerinin Protokolleri’nin köklerini, Haçlı Seferleri sırasında Ortaçağ Avrupa’sında ortaya çıkan popüler Yahudi düşmanlığı akımında bulmak olasıdır. Bu dönemde, Yahudilerin “Hamursuz” Bayramlarında Hıristiyan çocukların kanlarını içtikleri, kuyuları zehirledikleri ve salgın hastalıklar yaydıkları biçiminde oluşturulan iftiralar, tüm Avrupa’daki Yahudi topluluklarının toptan yok edilebilmesi için bahane edilmişlerdir. Hıristiyanların boyun eğdirilmeleri ve yok edilmeleri amacıyla gizli haham toplantıları düzenlendiği biçiminde uydurulan masallar halkın arasında kulaktan kulağa yayılmıştır. Benzer motifler, erken Anti-Semitik edebiyatta sıkça görülebilir.
Son iki yüz yıl içinde bir çok kez Mason karşıtlığı, çok daha eskiden beri süren Yahudi düşmanlığı ile, Yahudilere karşı beslenen nefret duyguları, yani Anti-Semitizm ile iç içe geçmiştir. Bu iki korkunun bir araya gelmesine, belki de her ikisinin de kökeninde yatan mantıkdışı özellikler neden olmuştur. Yine de, 19. yüzyılın ortalarından bu yana Mason karşıtı ve Yahudi karşıtı propaganda dalgalarının giderek artan bir biçimde geliştiği gözlemlenmektedir. Bu tür propaganda yazımının büyük olasılıkla zirvesini oluşturan tipik örnek “Sion Bilgelerinin Protokolleri” adlı metindir.
“Sion Bilgelerinin Protokolleri”, tarih boyunca en iyi bilinen saptırmalardan biridir ve en başından beri sahtekarlık ve aşırmaya dayanan bir uydurmacadan ibarettir. Ne var ki bu aldatmaca, çeşitli nedenlere bağlı olarak Yahudilik ve Masonluk ile bağıntılı belirli bir duyarlılık sahibi olan bir çok kişinin hayal gücünü etkilemiş, Yahudi ve Mason karşıtlarının ellerinde vazgeçilmez bir “bilgi kaynağı” (!) biçimine dönüşmüştür.
Öncüller
Mason karşıtlığı ile Yahudi karşıtlığı bağlantısı, Protokoller ile başlamaz. 1894 Yılında ortaya çıkan ve 1906 yılına dek kesintisiz süren Dreyfus olayını fırsat bilen Fransız basını ve diğer ülkelerdeki gazeteler, Dreyfus’un Yahudiliği ile onun sadık savunmacılarının bir çoğunun mason olmasını birbirine bağlamışlardır.
Protokollerin esinlendiği temel kavramların izini, geriye doğru, 18. yüzyıl sonundaki Fransız Devrimi’ne kadar sürmek olasıdır. 1797 Yılında, devrim karşıtı unsurları temsil eden Abbé Augustin Barruel adında bir Fransız Cizvit’inin yazdığı bir inceleme yayınlanmıştır: “Memory to Serve the History of Jacobinisme” (Jakobenizm Tarihine Hizmet Eden Anılar) adlı yapıtında Augustin Barruel, İlluminatiler ile karıştırdığı Masonluğu, Tampliyeler’in mirasçısı ve Fransız Devrimi’ni yaratan gizli güç olarak suçlamıştır. Ne var ki, Fransız soylularının büyük çoğunluğunun mason olması, Abbé Barruel’in bu savının saçmalığını ortaya çıkarmaktadır. Barruel, söz konusu yapıtının hiçbir yerinde Yahudileri suçlayamamıştır. Devrimciler arasında Yahudilerin olmaması ve böylece aradığı tarihsel verilerin bulunmaması yüzünden, saldırılarını Yahudilere kadar yaymak fırsatını yakalayamayan Barruel’e karşın, kendisinden sonra gelen propaganda yazarları o denli titiz davranmamışlar ve gerçekte olmayan olguları uydurmakta hiç sıkıntı çekmemişlerdir. Ancak 1806 yılında, önceden tümüyle masonlara dayandırdığı komploda, Yahudilerin de rolü bulunduğunu ileri süren sahte bir mektup Barruel tarafından yayınlamıştır. Aslında bu mektubun, NapoleonBonapart’ın Yahudilere yönelik takındığı liberal tutumdan hoşnut olmayan gizli polis tarafından düzenlendiği sanılmaktadır. Uluslararası Yahudi komplosu miti, 19. yüzyılda Almanya ve Polonya gibi ülkelerde sık sık yinelenmiştir.
Protokoller’den önce ya da sonra yayınlanan sayısız kitap, Masonluğun kökeninde Yahudiliğin bulunduğunu ileri sürer. Port-Louis Başpiskoposu Leon Meurin tarafından yazılmış ve 1893 yılında yayınlanmış olan “La Franc-Maçonnerie,Synagogue de Satan” (Masonluk, Şeytanın Sinagogu) adlı kitap bunlardan biridir. Yazar, kitabın 260. sayfasında şunları söylemektedir: “Masonlukta başından sonuna her şey; esas olarak Yahudi’dir, özellikle Yahudi’dir, hevesle Yahudi’dir.”
Masonluk tarihi hakkında yazılan tüm ciddi yapıtlarda kolaylıkla bulunabilecek olan tarihsel gerçek, mason localarının köken olarak tümüyle ve özellikle Hıristiyan olmalarıdır. Ancak 1717 yılında Londra Büyük Locası’nın kurulmasından sonra, Masonluğun Hıristiyanlıktan uzaklaşması başlamış ve bu süreç 1813 yılında doruğuna ulaşmıştır. İki rakip Büyük Loca’nın birleşmeleri ve İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın oluşması zamanında, ritüeller incelenmiş ve kalan son Hıristiyanlık simgeleri de ayıklanarak örgüt bugün bilinen evrensel niteliğine kavuşmuştur. Ek bir yorum olarak, özellikle İskandinav ülkelerinde İsveç Riti’ni uygulayan bazı Büyük Locaların, bugüne dek Hıristiyan dinine bağlı olmayan kişileri üye olarak kabul etmediklerini anımsatmak yararlı olacaktır. Üstelik, Yahudilerin ve diğer din mensuplarının üye olabildikleri mason localarında bile bazı dereceler, örneğin York Riti’nin “Konstantin Haçı”, “Malta Şövalyesi” ve “Tampliye Şövalyesi” gibi bazı üst dereceleri özellikle Hıristiyanlara özgü tutulmaktadır ve diğer dinlerden olanlar bu derecelere kabul edilmemektedirler. Kimi Süprem Konseyler de (örneğin İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Avustralya Süprem Konseyleri) , Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’ni özellikle Hıristiyan bir rit olarak değerlendirmekte ve diğer din mensuplarını aralarına kabul etmemektedirler. Bu seçicilik öylesine gelişmiştir ki, adaylar sadece Hıristiyan inancına bağlılıklarını bildirmekle kalmazlar, ayrıca “Kutsal Üçlü Birlik” üzerine de yemin etmek zorunda tutulurlar.
“Protokoller”in Ortaya Çıkışı
“Protokoller” ilk olarak Çar II. Nikola döneminde 1905 yılında Saint Petersburg yakınlarında bir sayfiye kenti olan Tsarskoe Selo’da yayınlandığı kabul edilir. İlk baskılarında yazar olarak belirtilen kişi hukukçu, yargıç ve aynı zamanda bir Ortodoks papazı olan Sergey Aleksandroviç Nilus’tur (1862-1930) .
Önceleri bir tanrıtanımaz olan Nilus, 1900 yılında Fransa’dan Rusya’ya Tanrı inancına yeniden kavuşmuş olarak geri döndü ve manastırdan manastıra yolculuk yapmaya başladı. Bu yolculuklar sırasında “Velikoe v Malom” (Küçüğünİçinde Büyük) adlı kitabını yazdı. Bu kitap tanrıtanımaz bir aydının yeniden imana dönüşünü ve mistik yeniden doğuşunu anlatmaktaydı. Kitap, basında olumlu tepkiler topladı ve yankıları Büyük Düşes YelizavetaFeodorovna’ya kadar ulaştı. Büyük Düşes, Çar II. Nikola’nın çevresini saran gizemciler ile mücadele ediyor ve Çar’ın günah çıkardığı özel rahibini de hiç sevmiyordu. Feodorovna, Nilus’un özel rahip konumuna kavuşmasını istiyor, böylece Çar’ın üzerinde olumlu bir etki yaratabileceğini düşünüyordu.
Nilus, Paris’i terk ederken geride sevgilisi Bayan K.’yı bırakmıştı. Bayan K., tüm servetini yitirmiş ve Nilus’un ayrılığı ile psikolojik açıdan çökmüş olduğundan gizemci konulara ve çevrelere ilgi göstermeye başlamıştı. Bu çevrelerde GeneralRatçkovski’ye rastladı. General Ratçkovski, Çarlık Rusya’sının korkunç gizli polis örgütü Okhrana’nın Paris’teki ajanlarından biriydi. Protokoller’in el yazmasını Ratçkovski’den alan bayan K. bunları Nilus’a gönderdi. Belki de Ratçkovski, Nilus’un yakında Çar’ın özel rahibi olacağını duymuş ve bu geleceği parlak kişinin gözüne girmek gerektiğini düşünmüştü.
Özgün olarak Protokoller, Nilus tarafından yazılan “Velikoe v Malom” (Küçüğün İçinde Büyük) adlı kitabın ikinci baskısına ek olarak yayınlanmıştır (1901 yılında yayınlanan ilk baskıda Protokoller yer almamıştır) . O dönemde adet olduğu biçimiyle Nilus kitabına bir de alt başlık vermiştir: “Yakın bir Politik Olasılık Olarak Deccal”. Alt başlık doğrudan kitabın ekine, yani Protokoller’e gönderme yapmaktadır.
Yirmi dört ayrı protokol ya da bölümden oluşan ve ilk tam metin olarak değerlendirilen 1905 baskısı Protokoller’in doğuşu olarak kabul edilmektedir. Nilus, kitabın temel aldığı Fransızca yazılmış el yazmalarının özgün ve gerçek olduklarını ileri sürmekteydi. El yazmaları, değişik renkte mürekkep kullanılarak ve değişik el yazıları ile kaleme alınmışlardı. Nilus, Protokoller’i kaleme alan yazmanların nöbetleşe çalıştıklarını ve bu yüzden yazmaların değişik nitelikli yazılardan oluştuğunu açıklamıştı.
İzleyen değişik baskılarda (tümü Rusça olarak 1911, 1912, 1917 ve 1919 baskıları) Nilus, kendisinin sadece çevirisini yapmış olduğunu özellikle belirttiği Protokoller’in metninin eline nasıl ulaştığı konusunda farklı açıklamalar sunmuştur. Başkaları tarafından yapılan diğer baskılar ve diğer çeviriler de, metnin kökeni hakkında değişik öyküler sunmuşlardır. En sık rastlanan “sonradan eklenen” açıklama, Protokoller’in 1897 yılında Basel’de Dr. Theodor Herzl tarafından toplanan “Birinci Siyonist Kongresi”nin gizli tutanakları oldukları biçimindedir.
Protokoller’de, Yahudilerin çeşitli komplolar sayesinde tüm dünya hükümetlerini denetimleri altına alacakları, Hıristiyan uygarlığını yok ederek dünyanın efendileri olacakları görüşü ileri sürülmektedir. Protokoller, bu amaçlara ulaşmakta kullanılacak olan yöntemleri ayrıntıları ile açıklamaktadır. “Sion Bilgeleri” tarafından insanlığı aldatmak ve dünyaya egemen olmak için geliştirilen hilelerden biri de Masonluktur.
Aslında “Sion Bilgeleri” ya da “Sion Yaşlıları” (Elders of Sion) adında bir örgüt hiç bir zaman var olmamıştır. Yine de, doğrulayacak en küçük bir kanıtın bulunmamasına karşın, Protokoller’in bu örgütün gizli tutanakları olduğu inatla ileri sürülmüştür.
Protokollerin biçimi incelenince, tarafsız okurun dikkatini çeken ilk nokta, bu metnin daha önceden bilinen hiçbir protokol metni ile bir benzerlik göstermemesidir. Protokol bir tutanaktır, yani bir toplantıda olanların aktarılmasıdır; bir toplantı yeri, toplantı tarihi ve saati, toplantının başkanı ve genellikle toplantıya katılanların isimleri protokolde yer alır; tartışmaların anlatımı, söz alanlar, özet olarak da olsa nelerin söylendiği ve hangi kararların alındığı belirtilir; sonuç olarak tutanakların son bölümünde, protokollerin doğruluğunu sağlamakla görevli olan kimselerin imzaları bulunur. Oysa bu “Protokoller”de bu sayılanların hiçbiri yer almamaktadır. Yalnızca metnin sonunda, imza yerine basit bir satır biçiminde: “33 Dereceli Sion Temsilcileri tarafından imzalanmıştır.” diye yazılıdır.
Üstelik, Protokoller’de duyulan yalnızca tek bir kişinin sözleridir. Öyleyse bu, çeşitli kişilerin söze karıştığı bir görüşmenin metni değil, en fazla monolog ya da bir kişinin okuması biçiminde uzun bir söylev olabilir. Bu nitelikteki bir metni gerçek protokoller olarak kabul eden okuyucuların ya kötü niyetli ya da saf olduklarını düşünmek gerekir.
İçeriğe gelince, dünya üzerindeki kitlesel iletişimi denetimi altında tuttuğu ileri sürülen ve her nedense gizli planlarının sürekli olarak yayınlanmasını engelleyemeyen, bir örgütün hazırladığı böyle bir suç planının saçmalığına ancak gülünebilir.
Protokoller’in Filizlenmesi
Nilus’un kitabı, Yahudilerin dünyaya egemen olma planlarının varlığını ileri süren ilk kitap değildir. Daha önceleri de çeşitli yazarların kaleme aldığı başka kitaplar yayınlanmıştır. Özellikle, Hermann Goedsche adlı bir Alman’ın “Sir John Retcliffe” takma adıyla yazdığı ve 1868 yılında yayınlanan “Biarritz” adındaki kitap dikkat çekicidir. Goedsche, Prusya gizli polisi adına casusluk yapan bir posta memurudur, 1849 yılında demokrat lider BenedictWaldeck’e karşı yürütülen soruşturmada belge sahtekarlığı yaptığı gerekçesi ile bir süre tutuklanmış ve posta memurluğundan uzaklaştırılmıştır. Bu hayal ürünü yapıtın bir bölümünde, Prag’da bulunan Yahudi mezarlığında korkutucu bir sahne geçer; on iki Yahudi kabilesinin temsilcileri her yüz yılda bir bu mezarlıkta toplanarak Şeytan ile buluşmaktadırlar (Goedsche, on iki Yahudi kabilesinden on tanesinin iki beş yüz yıllık tarih içinde ortadan kaybolduğunu unutmuş görünmektedir) . Yahudi kabilelerinin temsilcileri, planlarının son durumu hakkında Şeytana bilgi verirler ve projelerinin devamı için onun desteğini isterler. Kitabın, “Prag Yahudi Mezarlığı ve İsrail’in On İki Boyunun Temsilcileri Konseyi” adlı bölümünde, yüz yılda bir gerçekleşen bu gizli hahamlar toplantısı fantezisi kurgulanmış ve gece yarısı mezarlıkta düzenlenen bu toplantının amacını, geçmiş yüz yılın değerlendirilmesi ve gelecek yüz yılın planlanması olarak sunulmuştur.
Bu Yahudi karşıtı fantezi, kısa süre içinde ayrı bir el kitabı biçiminde ve hayal ürünü olarak değil, gerçekliği ünlü İngiliz soylusu “Lord Retcliffe” tarafından garantilenen bir belge olarak yeniden yayınlandı. Oysa bu adın ardında gerçek bir kişi yoktu; “Retcliffe” adı Goedsche tarafından takma isim olarak kullanılmıştı. Bu kitabın ilk Rusça çevirisi 1872 yılında Saint Petersburg’da gerçekleşti. 1876 Yılında Moskova’da yeni bir baskısı yapıldı. Bunları, 1880 yılında Odessa ve Prag’da yapılan baskılar izledi. 1891 yılında Prag mezarlığındaki temsilciler konseyi bölümü “Hahamın Konuşması” adı ile yayınlanmıştır. Bu yapıtlar hiç kuşkusuz Rus gizli polisi Okhrana’ya, Çar II. Nikola’nın durumunu güçlendirmek ve Yahudilerle iyi geçinen liberallerin reformlarını gözden düşürmek için olanak sağlamıştır.
Gougenot de Mousseaux 1869 yılında Paris’te, bu kitaptan yaptığı alıntıları “Le Juif, le Judaisme et la Judaisation des Peuples Chretiens” (Yahudi, Yahudilik ve Hıristiyan Halkların Yahudileştirilmesi) adlı kendi kitabında yayınladı ve Yahudi Kabalacıları dünyayı ele geçirmek istemekle itham etti. Bu kitabı, Poitou bölgesindeki San Andres kenti papazı Chabauty tarafından yazılan ve 1881 yılında yayınlanan “Les Franc-Maçons et les Juifs” (Masonlar ve Yahudiler) adlı kitap izledi. Papaz Chabauty kitabında, Şeytanın Yahudi-Mason komploları sayesinde Deccal’ın gelişini hazırladığını ve pek yakında dünyayı Yahudilerin ele geçireceklerini ileri sürdü.
Yaklaşık aynı zamanda, 1880’lerin başlarında Papa XIII. Leo, İtalyan Masonluğu ile acımasız bir savaşa girişmişti. Her ne kadar Papanın kendisi Yahudi karşıtı propaganda yapacak kadar alçalmasa da, başkalarının benzer propagandalarına izin vermekteydi. Özellikle “Civilta Cattolica” adlı derginin yayınından sorumlu olan Cizvitler, dünya çapında bir Yahudi komplosunun bir parçası biçiminde nitelendirerek, Masonluğu halkın gözünden düşürmeyi meşru görmekteydiler. Bu Cizvit ileri gelenlerinden ikisi; Ballerini ve Rondina adlı papazlar, 1890’a dek sürecek Masonluk karşıtı bir kampanya başlatmışlardı.
Son olarak, Protokoller’e çok benzeyen, ancak bir ölçüde kısaltılmış olan bir metnin 26 Ağustos ile 7 Eylül 1903 tarihleri arasında (Nilus’un kitabından yaklaşık iki yıl önce) Saint Petersburg’da yayınlanan 'Znamya” (Bayrak) adlı dergide tefrika edildiğini belirtmek gerekiyor. “Znamya” adlı dergi, ünlü Yahudi düşmanlarından P. A. Kruşevan ve yardımcısı George V. Butmi tarafından yayınlanmaktaydı. Kruşevan, dergide yayınlanan metnin aslında Fransa’da yazılmış olduğunu ve çevirmenin bu metni “Sion Bilgeleri ve Masonların Evrensel Toplantısının Tutanakları” diye adlandırdığını belirtmiştir. Aynı metin 1905 yılında bu kez Saint Petersburg’da imzasız bir broşür biçiminde “Belalarımızın Kaynağı” adı altında yayınlanmıştır.
Protokoller 1905 yılına kadar pek dikkati çekmemiştir. Aynı yıl, Rus-Japon savaşının yenilgiyle son bulması, bir anayasanın yürürlüğe konmasını ve Duma’nın (Meclis) kurulmasını sağlayan bir ihtilale yol açmıştır. Bu gelişmeler sırasında, “Rus Ulusunun Birliği” ya da “Kara Yüzler” adlı tepkisel bir örgüt, ihtilal ve anayasanın sorumlusu olarak gördüğü Yahudiler aleyhine halkın duygularını ateşlemek için propagandaya başlamıştır. Bu amaçla “Protokoller” kullanılmış ve kitabın gizemci keşiş Nilus tarafından 1905 yılında yayınlanması sağlanmıştır. “Protokoller” Okhrana tarafından hazırlanan 1905 Pogromlarını (Yahudi kıyımı) ateşleyen propaganda kampanyasının parçası olmuştur.
1906 Yılında George V. Butmi, “Protokoller”in farklı bir metnini kitap biçiminde yayınlamıştır. Aynı metin 1907 yılında bir kez daha basılmıştır. 1906 baskısının bir örneği Çarın kitaplığında bulunmuştur. Daha sonra yapılan baskılarda Nilus, “Protokoller”in 1897 yılında Basel’de düzenlenen “Birinci Siyonist Kongresi”nde gizlice okunduğunu ileri sürmüştür. Oysa Butmi, kendi hazırladığı baskılarda kitabın Siyonist hareketi ile bir bağlantısının olmadığını, fakat bir mason komplosunun parçası olduğunu belirtmiştir.
1917 Yılındaki Bolşevik devrimini izleyen iç savaş sırasında, karşı devrimci “Beyaz Ordular”, yaygın Yahudi katliamlarını kışkırtmak için Protokoller’i yoğun biçimde kullanmışlardır. Aynı süre zarfında, Rus göçmenleri Protokoller’i Batı Avrupa'ya taşımışlardır. 1920 Yılında başlayarak, Nilus’un hazırladığı baskılar, Avrupa’da gerçekleştirilen çok sayıda çeviriye kaynak olmuştur.
Protokoller’i gerçek anlamı ile dünyaya tanıtan yazı Londra’da yayınlanan “London Times” gazetesinin 8 Mayıs 1920 tarihli nüshasında yer aldı. Burada Protokoller’in yeni yayınlanan İngilizce çevirisine gönderme yapılarak “…şimdiye dek hiçbir ırk ve din bundan daha karanlık bir komplo savı ile karşılaşmadı” deniliyordu. Ciddi bir gazetede yayınlanan bu yazı ile “Yahudi tehlikesi” ve “Yahudilerin dünya egemenliği” komplosu bir ölçüde kabul edilebilir, tartışılabilir ve saygın bir konuma yükseliyordu. Bu makale sayesinde Protokoller, tescilli Yahudi düşmanlarının oluşturduğu çerçeveden çıkarak geniş halk kitlelerine ulaşıyor, kültürel bir kabul edilebilirlik niteliği kazanıyordu.
Protokollerin Kısa Vadeli Amacı
Protokoller, ilk kez Rusya’da Yahudilere karşı nefret duygularını uyandırmak için kullanılmıştır. En önde gelen amaç, dönemin hükümetinin en önde gelen bakanlarından KontWitte’nin politik gücünü baltalamaktır. Çarın pek güvendiği bir kişi olan Witte, kültürlü ve geniş görüşlü bir politikacıdır; çağdaş ve aydınlık bir devlet politikasını yürürlüğe koymak amacındadır. Witte’nin eşi Yahudi olduğu için genel kanı, uzun yıllardır baskı ve zulüm altında yaşayan Rus Yahudilerini koruduğu biçimindedir. Başta Büyük Düşes Feodorovna olmak üzere siyasi rakipleri, Witte’nin soyluların ve Çarın gözünden düşmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Witte’nin en yırtıcı düşmanlarından biri de, adı Protokoller’in yayınına karışmış olan George V. Butmi idi.
Doğrudan İtiraf
8 Ocak 1935 tarihinde Chicago’da gazeteci yazar Sigmund Livingston, Gleb Verşobski adlı Katolik bir rahip ile bir röportaj yapar. Livingston, daha önceden Protokoller’in sahteliğini açıklayan bir yazı yayınlamıştır. Rahip Verşobski, o zamana kadar gizli kalmış bazı bilgileri ve kişisel deneyimlerini Livingston’a aktarmak istemiştir. Rahip, söylediklerinin doğruluğu konusunda yazılı yemin vermiştir. Sonradan Livingston, bu röportajın ayrıntılarını tümüyle “Must Men Hate? ” (İnsanlar Nefret Etmeli mi?) adlı kitabında yayınlamıştır.
Verşobski, 1888 yılında Saint Petersburg’da doğmuş, 1913 yılında İstanbul’a göç etmiştir. Daha sonra Amerika’ya yerleşen Verşobski, çeşitli kentlerde kalmış ve 1929’da Katolik Kilisesine bağlı olarak rahiplik görevini sürdüreceği Chicago’ya taşınmıştır. Çarlık Rusya’sında yaşadığı dönemde George V. Butmi, Verşobski’lerin yakın bir aile dostu olmuştur.
Dreyfus olayının hemen ardından Butmi Paris’e gitmiş ve bir süre sonra Saint Petersburg’a geri dönerken Rusça’ya çevirtmek istediği bazı el yazmalarını beraberinde getirmiştir. Çeviriler, Butmi’nin karısı ve Verşobski’nin annesi tarafından yapılmıştır. Bu çalışma kısa bir süre sonra “Sion Bilgelerinin Protokolleri” adı altında yayınlanmıştır. Yeminli ifadesinde Verşobski, Protokoller’in bir sahtekarlık ürünü olduğunu belirtmiştir. Verşobski, bu belgelerin yayınlanmasında görev alan başka kişileri de tanıdığını açıklamıştır. Bu kişiler arasında, “Russky Trud” (Rusya Gerçeği) adlı, özellikle Kont Witte’ye karşıt yayınlar yapan, haftalık bir derginin yöneticisi Sergey Şarapov da bulunmaktadır. Bu grup, yabancı yatırımları ülkeye çekmeye çalışan ve altın standardını getirmeye çabalayan Witte’ye ateşli bir biçimde muhalefet etmektedir. Witte, Rusya’nın Fransa ile bir bağdaşma kurmasını istemekte, oysa rakipleri Rusya ile Almanya arasında bir dayanışmayı arzulamaktadırlar. Witte’nin Rusya’da yaşayan Yahudilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye çalıştığı ve kimi baskıcı yasaları kaldırmak istediği iyi bilinir. Verşobski’ye göre Protokoller’in yayını, Witte’nin Çar üzerindeki etkisini baltalamayı amaçlamıştır.
Nilus’un Saçmalıkları
Lucien Wolf, “The Trivialities of Nilus” (Nilus’un Saçmalıkları) adlı 1920 tarihli makalesinde Protokoller’in kökeni konusunda Nilus’un sunduğu açıklamaları özetlemiştir:
“Bir açıklamaya göre, Nilus Protokolleri bir arkadaşından almıştır; Nilus’un bu arkadaşı ölmüştür. Aslında Nilus’un arkadaşı da bu belgeleri Bayan K. adlı bir kadından almıştır. Kadın ise bu belgeleri önde gelen bir Fransız masondan çalmıştır. Ne var ki, o kadın da çoktan ölmüştür… Nilus’un diğer bir açıklamasına göre; işin içinde bir kadın yoktur; her şeyi Nilus’un arkadaşı halletmiştir; Fransa’da Sion Derneği’nin merkez bürosuna girmeyi başarmış ve bu belgeleri oradan çalarak Nilus’a vermiştir… 1911 Yılında gerçekleşen üçüncü genişletilmiş baskıda yer alan açıklamaya göre; belgeler Fransa’dan değil İsviçre’den gelmiştir; Mason belgeleri değil Siyonist belgelerdir ve 1897 yılında Basel’de yapılan Siyonist Kongresinin gizli tutanaklarıdır.”
Tüm bu açıklamalardan çıkan sonuç; Protokoller büyük olasılıkla Fransızca olarak Paris’te Okhrana ajanları tarafından düzenlenmiştir. El yazmaları Butmi’ye verilmiş; Butmi ise, bir rahip olduğu için yayına daha fazla prestij katacağı düşüncesi ile çevirileri Nilus’a aktarmıştır. Rusya’daki politik önderler Protokoller’in gerçekliğine asla inanmamışlardır, ancak Yahudilere karşı beslenen nefreti körükledikleri için yayınlanmaları işlerine gelmiştir.
Basel’deki Siyonist Kongresi
Kimi yazarların Protokoller’i Theodor Herzl tarafından düzenlenen Birinci Siyonist Kongresine ısrarla bağlamaları nedeniyle, söz konusu toplantının tümüyle belgelenmiş olan gerçek amaçları, tasarıları ve kararları hakkında burada açıklamalar yapmak yersiz olmayacaktır.
Herzl ve birkaç yandaşı tarafından oluşturulan Siyonist akım, en basit anlamıyla, Yahudilere atalarının yurduna, 19. yüzyıl sonlarında hala Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olan Judea’ya geri dönmeleri çağrısından ibaretti. Asıl amaç, Avrupa ülkelerinin başının derdi olan Yahudi Sorununu, Yahudileri göç ettirerek çözümlemekti. Filistin’e geri dönecek olan Yahudiler, dağıldıkları ülkelerde kendilerine yüzyıllardır yasaklanmış olan ziraat ve inşaat gibi etkinliklerde bulunacaklardı. “Siyonizm” sözcüğü ilk kez 1 Nisan 1890 tarihinde “Autoemancipation” adlı dergide gazeteci Nathan Birnbaum tarafından kullanılmıştır.
Dünya çapında Birinci Siyonist Kongresi İsviçre’nin Basel kentinde 29, 30 ve 31 Ağustos 1897 tarihinde toplandı. Toplantılar, Basel Belediye Gazinosu’nda günde iki seanstan toplam altı seans biçiminde gerçekleştirildi. Kongre, İbrani’ce ve Almanca dillerinde yapıldı ve birkaç yüz sayfa tutan tutanaklar da bu iki lisanda basıldı. Oysa Protokoller’in özgün olduğu ileri sürülen el yazmaları Fransızca idi.
Kongreye katılan delegelerin çoğunluğu Avrupa ülkelerinden gelmişlerdi (İspanya ve Portekiz hariç) . Arap ülkeleri arasından yalnızca Cezayir’den on delege vardı. Amerika anakarasından bir tek Amerika Birleşik Devletleri dört delege göndermişti, diğer Amerika ülkelerinden hiç delege bulunmuyordu.
Bu kongrenin gerçek kararları arasında, bir örgüt oluşturma (Dünya Siyonist Örgütü) , Siyonist programı eyleme geçirme, Filistin’de toprak satın almak üzere bir ulusal fon kurulması, anayurtta bataklıkların kurutulması, yol yapımı, ağaç dikilmesi gibi tasarılar vardı. Siyonist akımın en yetkili organı olarak Siyonist Kongresinin düzenli biçimde toplantılara devamı da alınan kararlar arasındaydı.
Gerçek Ortaya Çıkıyor
1921 Yılında “London Times” gazetesinin İstanbul muhabiri Philip Graves, “Dialogues aux Enfers entre Machiavel et Montesquieu” (Cehennemde Makyavel ile Montesquieu Arasında Diyaloglar) adında eski bir Fransızca kitap bulur. Kitabın yazarı belirsizdir; basımı 1864 yılında Brüksel’de “A. Martens ve Oğulları Yayınevi” tarafından yapılmıştır. Times ekibinin kısa sürede ortaya çıkardığı kadarıyla “Diyaloglar” 1858 yılında MauriceJoly adında bir Fransız avukat tarafından yazılmıştır. Bu yapıtta Joly, Makyavel ile Montesquieu arasında ölümden sonra geçen konuşmaları kullanarak III.Napoleon’a ve politikalarına saldırmaktadır. Yahudilikle ilgisi olmayan Joly, bu yapıtında, İmparator III. Napoleon’un siyasi ihtiraslarını eleştirmek için, cehennemde düzenlenen şeytani bir komplo imgesini kullanmıştır. Yapıtta Yahudilerden hiçbir bahis yoktur. “Diyaloglar” yayınlanmasından kısa bir süre sonra Fransız yetkililerce toplatılmış, Joly ise yargılanmış ve yazdıkları yüzünden on beş ay boyunca hapsi boylamıştır.
Graves, “Diyaloglar” ile Nilus’un “Protokoller”i arasındaki olağanüstü benzerliğin hemen farkına varmıştı. Protokoller’de bütünüyle Diyaloglar’dan kopya edilen paragraflar bulunuyordu; yalnızca diyaloglar, monolog biçimine getirilmişti. Graves büyük bir buluş yapmıştı. 16, 17 ve 18 Ağustos 1921’de peş peşe yayınlanan üç büyük makale ile Graves, Protokoller’in içerdiği sahtekarlığı herkese duyurdu. Graves’e göre Nilus, Joly’nin “Diyaloglar”ından çeşitli bölümleri aşırmış, bazı değişiklikler ve Goedsche’den yaptığı ek kopyalar ile kendi amacına uygun biçime getirmişti.
Graves, “London Times” gazetesinde yayınlanan dizi makalelerinde özetle şunları belirtiyordu: İstanbul’da bir gün bir Rus vatandaşı olan Bay “X”, Graves’i ziyarete gelir. Bay X., bir süre önce eski bir Okhrana mensubu olan bir Rus mülteciden bir parti eski kitap satın almıştır. Bu kitaplar arasında 1860’lı yıllarda Brüksel’de yayınlanmış, ilk sayfası eksik bir kitap vardır. Bay X., ilk bakışta, bu eski kitabın intihal ile Protokoller biçimine dönüştüğünü anlamıştır.
Graves, tüm bunların sonucu olarak şunları belirtiyordu:
Protokoller, Diyalogların bir intihalidir.
Protokoller, Rusya’da saray çevresindeki baskı grupları tarafından Çar’ı etkilemek ve liberallere karşı mücadele etmek için hazırlanmıştır.
İntihal, acele ve dikkatsiz yapılmıştır.
Protokoller’in bir kısmı Diyaloglar’dan alınma değildir; herhalde Okhrana tarafından eklenmiştir.
Sahte belgeler hakkında daha sonraları da bir çok açıklama yayınlandı. 1933 Yılında Joly ve Nilus’un metinlerini paragraf paragraf karşılaştıran; iki metnin benzerliklerini, hatta aynılıklarını ortaya koyan bir çalışma yayınlandı. Jose Antonio Ferrer Benimelli tarafından kaleme alınan “El Contubernio Judeo-Masonico-Comunista” (Yahudi-Mason-Komünist Komplosu) adlı kitapta da, iki metnin paralellikleri seçilmiş bazı paragrafların karşılaştırılmaları ile kanıtlanmaktadır.
Katolik Kilisesinin, ne Yahudilere ne de masonlara pek fazla sempati beslememesine karşın, Protokoller’in kesinlikle sahte olduğunu ileri süren bir açıklamanın Belçikalı Rahip Pierre Charles tarafından kaleme alınmış olması oldukça şaşırtıcıdır. Bu açıklama, Ocak 1938’de “Nouvelle Revue Théologique” adlı dergide yayınlanmıştır. Yazının zamanlamasında dikkat çeken husus, 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde Hitler, Franco ve Mussolini rejimlerinin şiddetli bir Yahudi-Mason aleyhtarı propaganda yaptıkları dönemde yayınlanmış olmasıdır. Olayların akışını izleyen herkes, savaşın kaçınılmaz olduğunu ve Alman askeri gücünün kısa sürede tüm komşuları gibi Belçika’yı da perişan edeceğini görüyordu. Böyle bir dönemde Protokoller’in sahteliği hakkında yazı yazmayı göze alan Pierre Charles, olağanüstü cesur bir kişi olmalıdır. Bu yayına izin veren dergi yöneticileri de, o günlerde Avrupa’da pek görülmeyen bir adalet ve insancıllık sergilemişlerdir.
Koşutluklar
Bu yazının çerçevesi içinde Joly’nin yapıtı ile Nilus’un Protokoller’i arasında ayrıntılı bir karşılaştırma yapma olanağı bulunmamasına karşın, yine de belirli bir fikre ulaşılması için bazı seçilmiş paragraflar aşağıda sunulmuştur:
-Diyaloglar, Joly, s. 75:
Örneğin muazzam mali tekeller örgütlerdim; tüm özel sağlık konularının sıkıca bağlı olacağı kamu sağlığı fonları oluştururdum. Her politik felaketten sonra Devletin varlıkları bunlar tarafından hortumlanacaktır. Sen bir ekonomistsin Montesquieu, bu tertibin değerini ölçersin.
-Protokoller, Nilus, s. 42:
Çok yakında koskoca tekeller kuracağız – devasa sağlık fonları – tüm Hıristiyanların, en büyüklerinin bile, sağlığı bu fonlara bağlı olacak; öylesine ki, bir politik felaketten sonra Devletin varlıkları bunlar tarafından hortumlanacak. Burada bulunan baylar, sizler ekonomistsiniz: bu tertibin önemini tasavvur ediniz.
-Diyaloglar, Joly, s. 77
Devletin sadece işçilere, birkaç milyonere ve askerlere sahip olacak duruma gelmesini sağlamak gerekir.
-Protokoller, Nilus, s. 45
Devletin sadece işçilere, birkaç milyonere ve askerlere sahip olması gerekir.
-Diyaloglar, Joly, s. 159:
Sylla tanrılaşarak geri döndü, hiç kimse kafasındaki saçlara dokunamadı.
-Protokoller, Nilus, s. 93:
Sylla tanrılaşmıştı (Sylla’nın saçına kimse dokunamadı) .
Kimi zaman Nilus’un hata yaptığını, olayların akışını ve kimin konuştuğunu şaşırarak, Joly’nin yapıtındaki iki kişinin çelişkili yargılarını yan yana kullandığını belirtmek gereklidir.
Protokoller’de toplam olarak 160 bölüm, yani metnin yaklaşık yüzde kırkı, açıkça Joly’nin yazdıklarından alınmıştır. Dokuz bölümde, kopya çekme oranı yüzde ellinin üzerine ulaşmaktadır.
Protokoller’de yer alan tek Latince deyiş olan “Per me reges regnant” (Krallar benimle hükmeder) ilgi çeken bir ayrıntıdır. Bu deyiş, Eski Ahit’in Katolik versiyonu olan Vulgata’nın “Proverbs 8, 15” bölümünden yapılan bir doğrudan alıntıdır. Hemen tüm katılanların İbrani’ce konuştuğu Basel Kongresinde, bu deyişin özgün İbrani’ce biçimi olan “Bi Melakhim Yimlekhu” yerine Latince çevirisinin kullanılmış olması mantıksızdır.
Joly’nin kitabında yer almayan, Masonluk karşıtı saldırılar Protokoller’in bir çok bölümünde yinelenir. Örneğin Protokol No. 11’de: “Politikamız gizli Masonluk örgütlerine temel olmuştur. Bu örgüt gizlidir ve amaçlarından Hıristiyanlar kuşku bile duymazlar; kardeşlerinin gözlerini boyamak için locaların açık ordularına bizim vasıtamızla kaydedilmişlerdir“ denilmektedir. Protokol No. 15 belki de Masonluk açısından en ilginç sözleri içermektedir: “Dünyanın tüm ülkelerinde mason locaları kuracağız ve sayılarını arttıracağız… Tüm bu locaları yalnızca bizim bildiğimiz merkezi bir yönetimin emrine vereceğiz… Locaların üyeleri arasında neredeyse tüm uluslararası ve ulusal polis örgütlerinin ajanları bulunacak “.
Bu bölümlerde komplo kuramlarının tüm öğeleri bulunmaktadır. Bu anlamsızlıklara inanmaya hazır olanlarla tartışmaya kalkışmakta yarar yoktur. Bu tür kişilerle konuşurken; örneğin, dünya çapında tüm Büyük Locaların bağımsızlıklarına ne kadar kıskançlıkla değer verdiklerini ya da baskıcı rejimlerde gizli polislerin Masonluğun en büyük düşmanları olduklarını belirtmek yersiz olacaktır.
İlk Elden Bir İtiraf
Protokoller’in bir sahtekarlık ürünü ve bir intihal oldukları konusunda mahkemeler birden çok karar vermişlerdir. Örneğin, Mayıs 1935’te Bern kentinde İsviçreli bir yargıç, Protokoller’i yayınladığı için yıkıcı yayın yapmakla yargılanan bir kişi için şunları söylemiştir: “Protokoller bir sahtekarlık, intihal ve saçmalıktır”. Ne var ki, Nazi propagandası ırkçı politikalarını doğrulamak uğruna Protokoller’i yoğun olarak kullanmış ve bugüne dek dünyanın hemen her yerinde, Protokoller’in basım ve dağıtımı Yahudi düşmanlarının ana uğraşlarından biri olmuştur.
Bu mahkeme sırasında Kont A. M. du Chayla, yakından tanıdığı Nilus hakkında ilginç ve önemli bilgiler vermiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Chayla, Don Kazaklarından oluşturulmuş bir birliğe komuta etmiş ve kahramanlık madalyası kazanmıştır. 1909 Yılında “Optina Poustina” manastırında dokuz ay kalmış ve burada Nilus ile yakın bir dostluk geliştirmiştir. Nilus, Chayla’ya sık sık Protokoller’den söz etmiş, özgün belgeleri göstererek, hazırlamakta olduğu yeni yorumları açıklamıştır. Chayla, el yazmalarını Nilus’un evinde incelemiş ve metnin bazı tuhaf yanları dikkatini çekmişti. Fransızca yazım hataları ve özellikle Fransızca dilbilgisi yapısına uymayan tümceler, bu el yazmalarının Fransız olmayan bir kişi, yani bir yabancı tarafından kaleme alındığını gösteriyormuş.
Herman Bernstein 1935 yılında yayınlanan “The Truth About the Protocols of Sion” (Sion Protokolleri Hakkındaki Gerçek) adlı kitabında bu konuda şu ayrıntıları vermektedir:
“Nilus, Chayla’yı Bayan K. adında bir kadınla tanıştırdı. Bu kadın Paris’teyken Nilus’un sevgilisi olmuştu. Hatta Nilus evlendikten sonra bile bu kadın gelip Nilus’un evine yerleşmişti. Nilus’un karısı zayıf karakterli bir kadındı ve bu duruma ses çıkartamamıştı. Nilus Chayla’ya, Paris’teyken kadının General Ratçkovski adında bir arkadaşı olduğunu, Protokoller’i Ratçkovski’nin kendisine verdiğini söylemişti Ratçkovski, bu belgelerin masonların gizli arşivinden çalındığını belirtmişti”.
Protokoller’in Joly’nin kitabından aşırıldığı ortaya çıkınca, Yahudi düşmanları buna da bir kılıf uydurdular: güya Joly sonradan Hıristiyan olmuş bir Yahudi idi; asıl adı Moses Joel’di ve elbette bir komünistti; dünyayı ele geçirmek için düzenlenen Yahudi-Mason komplosunu doğal olarak biliyordu. İşte bu yüzden, Joly’nin Diyalogları ile Protokoller birbirine benzemekteydiler.
Tarihsel gerçek ise bunun tam tersiydi: Maurice Joly aslında bir monarşist ve Yahudi düşmanıydı, bir çoğu hükümet memuru olarak görev almış olan eski bir Fransız Katolik ailesinden gelmekteydi.
Protokoller Yayılıyor
Protokoller’in yayın başarısı tartışmasızdır. Londra’da British Museum’da 43 ayrı baskısı bulunmaktadır. Özellikle Nazi ve Faşist rejimlerin yükseldiği 1930'u yıllarda, dünyanın dört bir yanında 28 ayrı baskısı yapılmıştır.
Protokoller’in Rusça’dan bir diğer dile ilk çevirisi Müller von Hausen adlı bir Alman tarafından “Die Geheimnisse der Weisen von Sion” (Sion Bilgelerinin Gizi) adıyla yapılmıştır. Gottfried zur Beck takma ismiyle yazan bu kişi Protokoller’e sayısız notlar ve yorumlar da eklemiştir. Von Hausen, kitabını “Avrupa’nın Prenslerine” ithaf etmiş; böylece tahtlarını tehdit eden tehlike hakkında onları uyarmak istemiştir. Kitabın yayını Alman soyluları tarafından paraca desteklenmiş, çok sayıda dağıtım yapılabilmesi amacıyla broşür biçiminde basılması sağlanmıştır.
1920 Yılında Protokoller Polonya’da basılmıştır. Aynı yıl İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yayınlanmıştır. Kısa süre sonra İsveç, Japonya, Portekiz ve Fransa’da da Protokoller yayınlanmıştır. 1925’te Şam’da ilk Arapça baskısı yapılmış ve Ortadoğu’ya yaygın biçimde dağıtılmıştır. İspanya’da ilk baskı “Yahudi-Mason Tehlikesi” adı altında 1927 yılında gerçekleşmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Protokoller, ünlü otomobil sanayicisi Henry Ford’un kişiliğinde önemli bir destekçi kazanmıştır. Ford’un Yahudi düşmanlığının nedenleri belirsizdir; ancak Ford, Protokoller’in bir çok baskısını mali yönden desteklemekle yetinmemiş, ayrıca Yahudi tehlikesini açığa çıkartmak için “The Dearborn Independent” adıyla bir de dergi çıkartmıştır. Ayrıca kendi yazdığı bir çok Yahudi karşıtı makaleyi “The International Jew” (UluslararasıYahudi) adlı bir kitapta toplamıştır. Bu kitap hemen Theodor Fritsch tarafından Almanca’ya çevrilmiş ve 1922 yılına dek tam 22 baskı yapmıştır. Hem Protokoller, hem de Ford’un kitabı Nazilerin Yahudi karşıtı propagandalarının vazgeçilmez unsurları olmuştur.
Hitler ve Protokoller
Hitler, Protokoller’i ırkçı baskı politikasının bir aracı olarak kullanmış, bu durum “Son Çözüm” ile yani Yahudilerin kitle halinde öldürülmeleri ile sonuçlanmıştır. Nora Levin, “The Holocaust: The Destruction of European Jewry 1933-1945” adlı 1973 basımı kitabında, Hitler’in Yahudi ırkını yok etmek için Protokoller’i bir el kitabı gibi kullandığını ileri sürer:
“Protokoller, kaba bir sahtekarlık örneği olduğunun kesin olarak kanıtlanmasına karşın, 1920-1930’larda dikkat çeken bir popülerliğe ve büyük satışlara ulaşmıştı. Avrupa’nın tim dillerine çevrilmiş, Arap ülkelerinde yaygın olarak dağıtılmış, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerinde basılmıştı. Ancak en büyük başarıyı Birinci Dünya Savaşından sonra Almanya’da sağladı. Protokoller, Almanya’nın başına gelen tüm felaketleri; savaş yenilgisi, açlık, yıkıcı enflasyon gibi ulusal sıkıntıların nedenlerini açıklamakta kullanıldı.”
Hitler, “Mein Kampf” (Kavgam) adlı ünlü kitabında Protokoller hakkında şu yorumu yapmıştı:
“Yahudilerin sınırsız biçimde nefret ettikleri Protokoller, bu ulusun ne ölçüde varlığını yalana bağladığını eşsiz bir şekilde göstermektedir. “Frankfurter Zeitung”Protokoller’in sahte olduğunu neredeyse her hafta haykırıyor; bu da Protokoller’in gerçek olduğunun en iyi kanıtıdır. Önemli olan da budur. Bu açıklamaların hangi Yahudi beyninden kaynaklandıkları fark etmez; önemli olan, Yahudi ulusunun doğasını ve eylemlerini korkutucu bir kesinlikle açığa çıkarmaları, gizli düşünceleri ile nihai amaçlarını ortaya dökmeleridir. Protokoller’e yöneltilecek en iyi eleştiri gerçeğin ta kendisidir. Bu kitabın bakış açısından son yüzyılın tarihsel gelişmelerini inceleyen herkes, Yahudi basınının çığlıklarının nedenini anlar. Bir kez Protokoller, bir ulusun ortak malı biçimine dönüşürse, o ulus için Yahudi tehdidi ortadan kalkmış olur.”
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Nazi Almanya’sının insanlığa karşı işlediği suçlar açığa çıktığı zaman, sahte oldukları defalarca kanıtlanmış olan Protokoller’e karşı daha eleştirel bir tutumun gelişmesi beklenmekteydi. Savaş sırasındaki Yahudi kıyımı, en trajik ve en somut biçimde Protokoller’de öngörülen Yahudilerin dünya egemenliği projesinin saçmalığını ortaya çıkarmıştır. Yahudi ve mason karşıtı nefretin mantıkla değil, aslında psikopatoloji ile bağıntısı vardır. Yahudi karşıtları, yine de toplu mezarlar, gaz odaları, binlerce tanıklık, fotoğraf, film ve itiraflara karşın, Yahudi kıyımının aslında hiç gerçekleşmediğini ileri sürmekten çekinmeyerek, tüm bunların uydurma olduklarını savunmaktadırlar.
Sanki hiç bir şey olmamışçasına Protokoller’in çeşitli basımları sürüp gidiyor; bu nefret saçan yazılar popülerliğini hiç yitirmeden günümüze kadar ulaştılar. Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri, Estonya, Slovakya, Ukrayna, İran, Danimarka gibi ülkelerde yeni baskıları piyasaya sürüldü; Avustralya’da Yunanca bir çevirisi bile yayınlandı.
Türkiye’de Protokoller
Protokoller, Türkiye’de ilk kez 1943 yılında Sami Sabit Karaman’ın çevirisi ile “Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri” adı altında yayınlandı. Almanya’da eğitim görmüş ve tümgeneral rütbesi ile emekli olmuş bir subay olan Sami Sabit Karaman, çevirisine Will Durant’ın “Histoire de la Civilisation” (Uygarlık Tarihi) adlı yapıtının Yahudi Tarihi bölümünü de eklemiş ve böylece Protokoller’e biraz da bilimsel bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Çevirmen tarafından yazılan ilk sözden anlaşıldığı kadarı ile kitap 1941 yılında hazırlanmaya başlanmış, ancak çeviri için 1943 yılında Roger Lambelin’in Rusça’dan Fransızca’ya çevirdiği nüsha esas alınmıştır.
Bu ilk yayından sonra Protokoller’in giderek artan bir hızla Türkiye’de de yeni baskılarının yapılması sürdürülmüştür. 1943 – 1994 yılları arasında Protokoller, ya tam metinleri ile ya da kısaltılmış olarak tam 45 kez basılmışlardır. Üstelik bu baskıları yapan yayınevleri, kitabın başına koydukları sunuş yazılarında yer alan açıklamaları ile Protokoller’in özgün olduğunu her seferinde “teyit” etmişlerdir.
Protokoller’in bu denli çok sayıda basılmış olmalarına karşılık, düzmece oldukları hakkında tek kapsamlı yanıt, 1948 yılında Avram Galanti tarafından “İki Uydurma Eser, I-Siyon Önderlerinin Protokolleri. II- Beynelmilel Yahudi” adlı kitapla verilmiştir. Bu kitabın dışında, Protokoller’in sahte olduklarına bir dönemin polemikçi yazarı Yesevizade de “Yahudilik ve Dönmeler” adlı kitabında dikkati çekmiştir. Yesevizade bu kitabında, Prof. Hikmet Tanyu tarafından yazılan “Tarih Boyunca Türkler ve Yahudiler” adlı kitabı eleştirirken şunları söylemiştir: “Siyon Hükemasının Protokolleri hakkında verilen haberde onun kaynağı hakkındaki iddia safsatadır. Gerçekte Protokoller’in düzmece olma ihtimali, sahih olma ihtimalinden daha fazladır. Yahudiyat, yani Yahudiliği tedkik ilmi asla böyle şüpheli vesikalara istinad ettirilemez”.
Sonuç
Bir program olarak ele alındığında Protokoller, konunun özünden uzaklaşan, yazarın çelişkilerini ve en basit olguları bile bilmediğini ortaya koyan önemsiz bir dizi sözden ibarettir. Hiç kimse böyle bir programı uygulamaya koyamaz zira mantıksızlıklar ve çelişkilerle doludur.
Protokoller’in sahte olduğu, Joly’nin yapıtından intihal edildiği, Yahudilere karşı nefret uyandırmak ve kalabalıkların kör tutkularını kışkırtmak için yazıldıkları kanıtlanmıştır.
Basel’deki Siyonist Kongresinin Protokoller ile hiç bir bağlantısı yoktur.
Protokoller’in yazarlarının gerçekleştirdikleri saptırmalardaki gerçek amaçları, o dönemde Çarlık Rusya’sının içinde bulunduğu iç politika koşulları ile bağlantılıdır.
Protokoller, Yahudilik ile Masonluk arasında bir ilişki bulunduğunu ileri sürerek açık bir saptırmada bulunmaktadır. Aynı biçimde, Masonluk ile Komünizm arasında bir bağlantı bulunduğunu varsaymak da saçma ve gariptir. Masonluk tüm komünist ülkelerde yasaklanmış ve üyeleri kovuşturmaya uğramıştır. 1922 Yılında Dördüncü Komünist Enternasyonal, Masonluk ile komünizmin birbirini dışladıklarını açıklamıştır. Bundan birkaç yıl sonra Sovyet gizli polisi, son mason örgütlerini de yok etmiş, masonları tutuklamıştır. Sovyet uydusu olan diğer ülkelerde de benzer olaylar yaşanmış, Masonluk kesin biçimde yasaklanmıştır. Bu genel kuralın tek istisnası, Masonluğun halen çalışmayı sürdürdüğü ve baskı altında tutulmadığı tek komünist ülke olan Küba’dır.
Işığın çocukları masonlar ile nefret ve hoşgörüsüzlük grupları arasındaki savaş sona ermek şöyle dursun, giderek şiddetleniyor. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi uzun demokratik geleneklere sahip ülkelerde bile mason düşmanlığı yeniden yeşeriyor ve yeni fanatik eylemler ortaya koyuyor. Mason karşıtları ile Yahudi düşmanları yeni elektronik olanaklardan, özellikle Internet’ten hızla yararlanıyorlar. Oysa Masonluk tepki vermekte oldukça yavaş kalıyor. Dünya sahnesinde, eski Sovyet uydusu ülkelerde Masonluğun Rönesans’ı pek yavaş ve zor gerçekleşmekte. Diğer taraftan, dünyada birçok ülkede, özellikle Müslüman ülkelerde, Masonluk hala yasak tutuluyor.
kaynak:
http://filistindavasi.netfirms.com/harun/Sion-Protokol/Sion1.htm
Günümüzdeki İslam Şeriatı sadece Kur'an'a dayalı değildir, hatta Kuran'dan çok fıkha dayalıdır. Fıkh ise Kuran'in bir yorumu olduğundan şeriat coğunlukla dolaylı yönden Kuran'la ilintilidir. Bunun yanında Kuran'da hicbir şekilde yer almayan kimi kavramlar (bkz: recm) da şeriatın kültürel alt yapısı ile ilgilidir.
Eğer biri, Müslümanlığın tarihsel süreç içinde bozulan şeklini yeniden inşa eder, ruhunu tek vücut haline döndürerek yeniden birleştirir ve 20. yüzyılda İsrafil’in, surunu ölü bir topluma üflemesi ve onun hareketini, gücünü, ruhunu diriltmesi gibi, İslâm’ın mevcut, doğudan uzak esaslarını bir kalıba koyarsa, Muhammed İkbâl gibi örnek şahsiyetler yeniden doğabilir ve yetişebilir. Muhammed İkbâl; Gazalî, Muhyiddin İbn Arabî ve Mevlânâ gibi sadece tasavvufla ve metafizik ile ilgilenen bir mutasavvıf değildir. Mutasavvıflar, ferdi tekâmülün, ruhun temizlenmesinin ve benliğin ruhânî aydınlığı üzerinde durdular. Sadece az sayıda insanı kendileri gibi yetiştirdiler; ancak Moğol saldırısına, sonraki despotça düzenin oluşumuna ve insanlara yapılan baskının farkında olmayacak kadar dünyaya yabancı kaldılar.
İkbâl, İslâm tarihinde, kılıcın, gücün, savaşın, mücadelenin, güç gösterisinin ve düşmanları mağlup etmenin, insanların zihinlerinde ve sosyal ilişkilerindeki reform ve inkılâba tesir etmek için kâfi olduğunu düşünen Ebû Müslim, Hasan Sabbah ve Selâhaddin Eyyubî gibi bir şahsiyet de değildi.
İkbâl, Hintli Seyyid Ahmet Han gibi, İslâm toplumunun, hangi durumda olursa olsun (İngiliz valilerinin tahakkümü altında dâhi olsa) , modern ilmî tefsirlerle, İslâmî içtihatlarla, Kur’an ayetlerinin 20. yüzyılın fennî ve mantıkî yorumlarıyla ve derin malûmatlı felsefî ve ilmî araştırmalarla yeniden canlanacağını düşünen âlimlere de benzemiyordu.
İkbâl, ilmin, insanlığın kurtuluşu, gelişmesi ve ıstıraplarının dinmesi için kâfi olduğunu düşünen birtakım batılı düşünürlerden de değildi. Ekonomik ihtiyaçlarla insanî ihtiyaçları aynı kefeye koyan filozoflardan da değildi. Hintli ve Budist düşünürler, zihin huzurunu ve ruhî kurtuluşu, tenasüh (hicret) olarak; ya da Nirvana’ya ulaşmayı, insanlık görevinin tamamlanışı olarak görürlerdi. İkbâl, -bir tane de olsa- aç insanın, köleliğin, mahrumiyetin ve rezaletin olduğu bir toplumda, bütün bunlara rağmen refaha ve ahlâkî şuura erişmiş, saf, yüksek ruhlar ile disiplinli ve eğitimli insanlar hayal eden bu hemşehrileri gibi de değildi.
İkbâl; “Hayatın en güzel hallerini, fecirle tan yerinin ağarması arasındaki özlemlerde ve tefekkürde buldum” derdi. İkbâl, materyalizmden sıyrılmış, lekesiz ruhu ile büyük bir mutasavvıftı. Aynı zamanda O, çağımızın ilmine, teknolojik ilerlemelerine ve insanlığın gelişimine önem ve değer verirdi. Sufizm, Hristiyanlık, Lao Tzu ve Buda inançlarıyla canlanan duyguları; ilme, mantığa ve bilimsel gelişmelere verdiği değeri azaltmadı. İkbâl, Francis Bacon ya da Claude Bernard gibi fenomenlerin ve maddî tezahürlerin arasındaki ilişkinin keşfi ve maddî hayat için, doğal güçlerin istihdamı ile sınırlı, sadece olaylara dayanan “kuru” bir ilmin savunucusu değildi. Aynı zamanda bazılarının yaptığı gibi, felsefeyi, ilmi, dini, mantığı ve vahyi mânâsız bir şekilde birleştirmezdi. Mantığı ve ilmi, günümüzde anlaşıldığı gibi, aşkın, duygunun ve ilhamın insan ruhundaki tekâmülü olarak sayar; fakat onların gayelerini kabul etmezdi.
İkbâl’in insanlığa verdiği en büyük öğüt şudur: “İsa gibi bir kalbiniz, Sokrat gibi fikirleriniz ve Sezar gibi kuvvetiniz olsun; fakat bunların hepsi tek kişide, ruhun tek bir hedefe vâsıl olması temeli üzerine olsun.” Bu, İkbâl gibi olmak demektir: Kendi döneminde siyasal şuurun doruğuna erişmiş, insanların, 20.yüzyıl bağımsızlık sembolü olarak gördüğü, liberal ve milliyetçi bir lider olmak. İkbâl, felsefî düşünce alanında, bugün, batıda Bergson ile veya İslâm tarihinde Gazalî ile aynı mertebede olduğu düşünülen çağdaş bir düşünür ve filozoftur. Aynı zamanda, yaşadığı ve Müslümanların kurtuluşu, bilinçlenmesi ve özgürlüğü için cihad ettiği İslâm toplumunun ve insanlığın durumunu düşünen, bizlerin, İslâm toplumunun ıslahatçısı olarak itibar ettiğimiz biridir. Onun gayretleri, sadece sathî ve fennî ya da Sartre’in deyimiyle “sahte solcuların entelektüel delilleri” gibi değil, sorumluluklarının bilincinde olan fertlerin gayretleri gibidir. İkbâl, çabalar ve mücadele eder. Mevlânâ’nın hayranlarındandır. Manevî yükselişlerinde, onunla birlikte yolculuk eder ve âşıkın alevleriyle, ıstırabıyla ve manevî endişeleriyle yanardı. Bu büyük adam, tek taraflı ya da tek boyutlu bir Müslüman değildi; parçalara ayrılmadı. Tam mânâsıyla bir Müslüman’dı. Mevlânâ’yı sevdiği halde, onun etkisinde kalmadı. Avrupa’ya, oradaki felsefe okullarını tanımak için gitti ve onları kendi çağdaşlarına tanıttı. Herkes İkbâli bir 20. yüzyıl filozofu olarak kabul eder; fakat O, batılı düşünceye teslim olmaz; aksine, batıyı fetheder. İkbâl, 20. yüzyılda ve batı medeniyetinde münekkit bir zihin ve seçme gücüyle yaşadı. Mevlânâ’nın, İslâmî ruhun hakikî boyutlarıyla ters düşmeyen ve onları tekzip etmeyen sâdık bir müridiydi.
Tasavvuf der ki; “Yokluğumuzda kaderimizin önceden tayin edilmesi seni memnun etmiyorsa, şikâyet etme,” ya da “Eğer dünya seninle mutâbık değilse (sana uygun gelmiyorsa) , sen dünya ile mutâbık ol.” Fakat mutasavvıf İkbâl der ki; “Eğer dünya seninle mutâbık değilse, ona başkaldır! ” Burada dünya, “kader” ve “insanoğlunun hayatı” anlamına geliyor. İnsan bir dalgadır, durgun bir sahil değil. Erkeğin ya da dişinin varlığı ve oluşu harekettedir, harekette olmalıdır. İkbâl’in tasavvufu, Hint mistisizmi ya da dinî taassup gibi değil, Kur’an mistisizmi gibidir. İnsanın dünyayı değiştirmesi gerektiğine inanır. İslâm, insanı önemsemeyen kadercilik yerine, insanın önemli bir rol üstlendiği bir anlayışı getirmiştir. Bu, İslâm’ın dünya görüşü, hayat felsefesi ve ahlâkıyla yarattığı ilerleyen ve müspet esas kaidesi gibi, en büyük inkılâptır.
Hümanistlerin ve liberal entelektüellerin İslâm’a karşı yaptıkları en büyük tenkit, dinin mutlak doğru veya ilâhî emir olarak telakki edilmesi, bundan dolayı insanların tam bir teslimiyetle inanması ve bunun sonucunda da Müslümanların, Allah ile olan ilişkilerinde serbestçe hareket etmelerinin mantıken kısıtlanmasıdır. Eğer bu, doğru olsaydı, İslâm adına bir utanç kaynağı olacaktı. Kölelik olacaktı; gücün, özgürlüğün, sorumluluğun inkârı olacaktı. Bu, statükoya ve “ne olacaksa olsun”a bırakmak, dünya hayatında insana empoze edilen akıbeti kabul etmek ve hayatın faydasızlığı ile boşluğunu kabul etmek olacaktı.
Geçmişte ve günümüzde olayların gerçekleştiği ve gelecekte de vuku bulmaya kaderin emriyle devam edeceği gibi herhangi bir tenkit ve itiraz çabaları da, “bizim için önceden ne takdir edildiyse” inanışı gibidir. Bu sûretle, insanoğlunun değişmek ve statükoyu düzeltmek adına yaptığı girişimler imkânsız, mantıksız ve ihtiyatsız olur. Fakat İslâm felsefesinde tek Allah (cc) , mutlak güçtür; her şeye kâdirdir ve yaratmak, rehberlik, deva ve kainatın hâkimiyeti sadece O’na mahsustur. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de “... Dikkat edin ki, yaratmak ve emretmek yalnız ve yalnız O’na mahsustur.”(7:54) buyurulmuştur. Bu geniş kainatta yaşayan insanların kimi Allah’ın emirlerinden ayrılmazken, kimi de istediği gibi serbestçe yaşayabilir. Müslüman, hür irade ile isyan ve teslimiyet gücüne sahiptir. Bu sûretle hareketlerinin yapıcısı ve sorumlusu da kendisidir. “Herkes kazandığına karşı rehin tutulacaktır.” (74:38) “...Şüphe yok ki Rabbin, kimin O’nun yolundan saptığını ve kimin O’nun rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir.” (53:30)
Hümanist, varoluşçu ve radikallerin, dini ve Allah’ı yalanlama ve inkâr için kullandıkları bu prensipleri, İkbâl, Kur’an’daki tasavvufî yolculuğunda, insanlara iyilik yapma ve sorumluluk sahibi olma şeklinde yorumlamıştır. Hümanist, varoluşçu ve radikaller, İslâm’ın ve Allah’ın, zihinlerde insan hürriyeti, itibarı, salâhiyeti ve sorumluluğuyla zıt olarak algılandığını düşünüyorlar.. Halbuki İslâm, felsefî ispat ve izahlara başvurmadan, açık ve net bir şekilde şöyle beyanda bulunur: “... O gün kişi (hayır veya şer) iki elinin önden ne gönderdiğine bakacak...” (78:40)
Görünüşü, imana yönelişi ve İslâmî tasavvufuyla İkbâl, çağımızın bütün felsefî ve manevî hallerine nüfuz etmiştir. O, Hint Okyanusunun derinliklerinden Avrupa’daki heybetli dağların zirvesine yükselmiş Müslüman bir göçmendi. İkbâl Avrupa’da kalmadı; harikulâde seyahatinde öğrendiklerini anlatmak için, bize geri döndü. Kişiliğine bakınca, O’nun, 20. yüzyılda kendini anlama bilincine ulaşma yolundaki yeni nesil için bir model, bir örnek teşkil ettiği bir kere daha görülür. Ruhanî ve aydınlık bir kültürün kalbi olan diyardan seçilmiş, doğu telkinleriyle dolu parlak bir ruh. Çok sayıda batılı düşünce, medeniyet diyarı, idrak, ilerleme ve yaratıcılığın gücüyle ilim, zihninde yer edinmişti. Bütün bu yatırımlarla, 20. yüzyılın âlimi hâline geldi. O, batıya ve yeniliklere düşman olan, yeni medeniyete sebepsiz yere muhalefet eden, geçmişin gericilerinden değildi. Seçme ve kritik etme cesareti olmayan, batının yuttuğu taklitçilerden de değildi. Bir taraftan ilmi kullanırken, diğer taraftan, ilmin, insanlığın manevî gereklerini ve gelişme ihtiyaçlarını karşılama konusundaki kusurlarını ve yetersizliğini de idrak ediyordu; bu eksikliğin giderilmesi için çözüm teklifleri getiriyordu. İkbâl’in, dünyaya ve insanlara arz ettiği, felsefî-manevî açıklamalar üzerine kurulu bir dünya görüşü vardı. İkbâl, sosyal öğretisini bu dünya görüşü üzerine tesis etmişti. Bağlı olduğu kültür ve tarihe dayanarak, günümüzde insanoğlunun gelişmesinin elverdiği kadar, Hz. Ali ayarında bir insan mefhumu düşünmüştür. “Hz. Ali ayarında” ne demektir? Hz. Ali ayarında demek; doğulu kalbine ve batılı zihnine sahip bir insan demektir. Derin ve engin düşünen insan demektir. Güzel ve muhteşem bir aşkı anlatan bir insan demektir. Hayatın acıları kadar, ruhun ızdıraplarını da tanıyan biri demektir. Hem Allah’ı, hem de insanları bilen biri demektir.
İkbâl, ilmin ışığına sahip, aşk ve iman ile yanan, keskin bakışları, esir milletlerin kaderini sorgulamadan, gafletin ve cehaletin galip gelmesine asla izin vermeyen biriydi. Reformları, inkılâpları ve zihinsel değişimleri araştırırdı. Bir düşünür olarak, ilmin ruhsuz gözünün (Francis Bacon’a göre) kainatın bütün gerçeklerini görmekten âciz olduğunu idrak etmişti. Sevdalı bir kalbin, sadece zâhitlik, kendini alçaltma ve paklama ile hiçbir şeye ulaşamayacağını hissederdi. Çünkü madde dünyası, toplumun ve hayatın kabullendiği bir insanı yalnız başına serbest bırakmaz. Kişi toplum kervanıyla birlikte hareket eder ve kendine ondan ayrı bir yol seçemez. İşte bizim, hem felsefî ihtiyaçlarımıza cevap verecek, hem de dünyaca kabul görecek, medeniyet ve dünyanın yeni kültürü tarafından fark edilecek, bir “düşünce ve hareket ekolü” isteme sebebimiz budur. Biz, düşünce ve hareket ekolünü; kişiyi, kültürümüzün ve bütün manevî/dinî servetlerimizin farkında olan, 4. veya 5. yüzyıldan değil, günümüzden vazgeçmeyen bir birey olarak yetiştirmesi için istiyoruz.
Biz, sorgulayabilen, ilmî bir düşünce yapısına sahip, insanlarının ıstıraplarına, hayatına, esaretine ve sıkıntılarına kayıtsız kalmayan insanlar yetiştirmek için böyle bir oluşumun özlemini çektik. Hem insanlığın gerçek ve (somut) ıstıraplarını, bütün toplumların ve kendi toplumunun içinde bulunduğu karmaşayı ve zorlukları düşünen, hem de örnek insanı, insanın önemini, insanlığın tarihteki ebedî vazifesini unutmayan ve bütün insan ideallerini maddî tüketim seviyesine indirmeyen bireylerin yetişmesini arzuladık. Bizim, bu muhtelif sahalarda ulaşmaya çalıştığımız her şey, İkbâl ’de bulunabilir. Çünkü İkbâl ’in yaptığı tek şey -ki bu, 20. yüzyılda, İslâmî bir toplumda, İkbâl’in bir Müslüman olarak gerçekleştirdiği en büyük başarıdır-, eski ve yeni kültürlere ait zengin bilgisiyle ve İslâm’ı örnek alarak kurduğu ideolojik ekolün ona verdikleriyle kendini geliştirmeye çalışmasıdır. İkbâl için mükemmel ve örnek bir insan diyemeyiz. O, ayrılıp dağıldıktan sonra, 20. yüzyılda tam bir Müslüman ve mükemmel bir İslâmî şahsiyet olarak yeniden yapılandı. Bu yeniden yapılanma, biz Müslüman aydınların atacağı ilk adım için bir başlangıç noktasıdır. Biz, en büyük sorumluluğu kendimizi ve toplumumuzu yeniden yapılandırma hususunda hissetmeliyiz. Seyyid Cemal (Cemaleddin Afgani) yeniden uyanış gibi bir duyguyu meydana koyan ilk kişidir. İkbâl, “Kimsiniz? Kimdiniz? ” sorularını sorarak, Seyyid Cemal’in insanlarda canlandırdığı bu hareketin tohumunun ilk meyvesi oldu. Bu ilk mahsul, büyük bir model, bir örnek ve bizim uyanışımızdır. Doğulular gibi biz de dünyanın bu bölümüne aidiz; bu tarihle bağlantımız var. Tabiatın ve batının karşı durduğu insanlarız.
Peki, biz “İkbâl bir reformcuydu” derken ne demek istiyoruz? Gerçekten de reform, bir toplumu, bütün talihsizlik, ıstırap ve zorluklarından kurtarabilir mi? Toplumla ilgili ilişki ve düşüncede ani, sert ve köklü bir inkılâp yer almamalı mı? İkbâl’in bir reformist olduğunu söylediğimizde, eğitimli sınıftakiler, sosyo-politik anlamda “reform”un “inkılâp” ile zıt olduğunu düşünürler. Çoğunlukla “reform” dediğimizde, tedrici değişimi veya üst kademedeki değişimi kastederiz. “İnkılap” ise, alt yapıdaki ani değişime, topyekün bir çöküşe ve akabinde de yeniden yapılanmaya işaret eder. Bu değişimler içinde, İkbâl’e reformist derken, toplumda yavaş ve tedrici bir değişimi kast etmiyoruz.. Maksadımız, tedrici değişim veya haricî reform değildir. Biz bu kelimeyi, “inkılâb”ı da içeren genel anlamıyla kullanıyoruz.
İkbâl’in bir reformist olduğunu, Seyyid Cemal’den sonraki büyük düşünürlerin yüzyılın dünyadaki en büyük reformistleri olarak bilindiğini söylerken, onların, toplumdaki tedrici ve haricî değişimi desteklediklerini söylemiyoruz. Onlar, düşüncede, görüşlerde ve duygulardaki köklü bir inkılâbın, ideolojik ve kültürel bir inkılâbın taraftarıydılar. İkbâl, Seyyid Cemal, Kevakibî, Muhammed Abduh, İbn İbrahim ve Mağrib Ulema Cemiyeti’nin üyeleri, son yüzyılda doğuyu sarsan büyük adamlardı. Kişisel reformun bir çözüm olmayacağına inandıkları için, bunların reformları ya da “ıslah edici inkılâpları” topluma yönelik olmaktadır.
O 'en büyük leke'ye takılıp kalmadım, dünyaya
bulaşmadım. Öğretmenliği ve sessizliği seçtim, hale
bakıp sözlere aldırmadım diye, Allah'a hamdediyorum;
içim içime sığmıyor. Onlar altın topladılar, ben
hazine buldum. Onlar saraylar inşa edip bir kaç koltuk
elde ettiler, ben tapınak inşa ettim ve iyilik
tanrısının sonsuz iklimlerinde, saltanat tahtına
kuruldum. Onlar bağ bahçe aldılar, ben ise mucizelerin
yeşil ülkesine sahibim. Onlar masa başlarında
gururlandılar, ben aşk tapınağının minaresinde,
gururumu ayaklar altına aldım. Onlar Kayser'in
köleleri oldular, ben ise 'Hekim'in sahabesi oldum.
Onlar yoldan saptılar, el ve avuçlarını doldurdular,
ben ise kaldım ve elim avucum boş bir halde, inzivayı
tercih ettim.
Onlar adlarını ekmeğe sattılar, ben adımı suya verdim.
Hızır'dan daha çabuk, İskender'den daha önce hedefe
ulaştım. Onlar lezzet ve zevk aldılar, ben ise gam ve
keder. Onlar paraperest oldular, ben putperest. Onlar
altın ve gümüş sergilediler, ben Mevlana gibi, Şems'te
açtım ve Şems'te yandım. Gönül sofrasını açtım, dert
sergisini yaydım. Kandan şarap içtim. Onlar para
babası oldular, ben dert babası. Onlar yaşamaya
bağlandılar, ben yaşama. Onlar bakanlık elde ettiler,
ben saltanat. Onları yalanla övüyorlarsa, birileri
beni gerçek manada kutsuyoorlar. Onları, içlerinden
düşman, beni ise kalben dost biliyorlar. Onlara
işlerini rapor ederlerken, bana hallerini rapor
ediyorlar. Onlar özgürlüğe ihanet ettiler, ben
özgürlüğe vefalı kaldım. Onlar gece alemlerinde kötü
kadınlarla dans ederken, ben tertemiz uzletimde,
sufilerin temiz güllerini kokluyorum. Onlar
elbiselerine sığmayacak kadar şişmanlarken, ben içim
içime sığmayacak kadar aşık oldum. Onların memurları,
benim dertlilerim var. Onlar hasta ve zayıf
develerini, zorla, saray kapılarında kurban ederken,
ben İsmail'imi, şevkle Ka'be yolunda boğazladım.
Onların içen ve gülenleri varsa, benim de yanan ve
ağlayanlarım var. Onlar, kalabalıkta birbirlerine
yabancıyken, biz yalnızlıkta birbirimizi tanıyoruz.
Onların altını varsa, benim de aşkım var. Onların evi
varsa, benim de mihrabım var.
Onlar yükselirken, ben Mi'rac'a çıkıyorum. Onlar
yeryüzünde sürünürken, ben göklerde uçuyorum. Onlar
biterken, ben daha yeni başladım. Onlar yaşlanırken,
ben gençleşiyorum. Onlar vekil oldular, ben ise
ma'bud. Onlar reis olmuşlarsa, ben de rehber oldum.
Onların kapıkulları ve fedakar uşakları varsa, benim
de soylu bir önderim var. Onlar Nuşirevan'ın adalet
zincirini boyunlarına vurdular ve ahırları bayındır
kıldılar, ben ise sarayları terkettim. Buda oldum,
zincirleri kırdım, özgür oldum. Sanatçı oldum,
üretici-yaratıcı oldum; nübüvvet ve risalet buldum,
ebedileştim. Alem gazetesinde bekamı sağladım. Onlara,
bir grup insan dalkavukluk ediyorsa, bu onları mesleği
olduğu içindir. Bunların yerine başkaları geçse, onlar
da dalkavukluk eder, yağcılık yapar; ama içlerinden
nefret duyarlar. Beni ise, dünyaya asla teveccüh
etmeyen bir kalp över. O, dünyayı bir çöplük olarak
görür. Bu kalpte güzellikten, imandan ve sevgiden
başka bir şey yoktur. Dünyadan hiç bir beklentisi
yoktur. Öyle bir kalp ki, Allah'ı bile ısrarlarımla
över. 'Ben nerede onlar nerede, zarar ettim' diye
yakınır.
'Benim içimde Marks'la Muhammed savaş halindedir' diyen bir genci örnek vererek ' Müslüman olamıyorsanız Marksist olun' diyecek kadar Marksizm'e karsi yumuşak yaklaşmıştır.
Fikir ve aksiyon adamı ibaresinin tam karşılığı olabilecek bir alimdi.
Aslen İranlıdır ve Horasanda doğmuştur. İran devriminin sosyal aktorlerinden biri olarak kabul edilir. Sosyolog kişiliği ve Halife dönemine dair yaklaşımları benzeri olmayan gerçekçi bir sadelik ve doğrulukta olduğundan her zaman tehlikeli addedilmiştir. Bugün bile hala bir çok insan Ali Şeriati okumaktan korkar. Cezayir ve Mısırda verdiği konferanslar onu ölümsüzleştirecek fikir yapısını ortadoğuya yaymıştır. 44 yaşında zehirlenerek öldürülmesine rağmen -bıraktıkları/yaşadığı hayatı- oranı oldukça yüksektir.
Saadet devri ve islami fetihlerin sorgulanması, halife seçimlerindeki yanlışlıkları ve bu süreçteki ilk başkaldırı örneği veren ' Ebu Zerr ' i anlattığı eser okunmaya değerdir.
Fikirlerinin olgunlaşması çektiği acılara ve yattığı hapis cezalarına bile bağdaştırılabilir ki İranda 1962 yılında yakalanmasından sonra 17 ay hücrede yatmıştır. Tasavvuftan uzak net ve gerçekçi bir yaklaşım içerisinde olmuştur.
İslam'da sosyalizm:
Konuya Kuran'dan ve hadislerden yola çıkarak girmek gerekmektedir özellikle. karşımıza çıkan anahtar söylemler:
*Mülk allahındır.
*Komşusu açken tok yatan bizden değildir.
Daha pek çok örnek verilebilecek olmakla birlikte bir de Hz.ömer'in hilafet döneminden bir anekdot:
Hz. ömer bir iftara davet edilir. Ev sahibi önüne bir kase içinde bal şerbeti koyar. 'Bu nedir? ' der halife. Ev sahibi de 'Bal şerbeti efendim. sizin için saklamıştık' halife hemen doğrulur yerinden ve der ki, 'Ne zaman ki ekonomik durumu en düşük düzeyde olan bir müslüman da bu bal şerbetini içecek duruma gelir, ben de o zaman içerim bal şerbetini' (ya da bu anlama gelecek birşey der)
Bu bağlamda, İslam tarihinden bir şahıs çıkmaktadır karşımıza. Sahabeden Ebu Zerr. Ebu Zerr Mekke dışında yaşayan bir kabileye mensuptur ve o zamanki anlayışa göre düşük bir kasttandır. Hatta müslüman olmdan önce hırsızdır. Mekke'ye gelip de müslüman olunca yalnız ve aşağı tabakaya mensup olduğundan dolayı koruyucusu da olmadığı için müşriklerden büyük işkenceler görmüştür. Bu şahıs için peygamberin 'Yalnız yaşar Yalnız ölür' diye de bir hadisi vardır. Bu bir tesbittir aslında. Aristokrasi ve soyluluk karşısında hep aykırı kalmış ve peygamberden sonra yönetici elitle de uyuşamamıştır. Yalnız başına yaşamıştır.
Ebu Zerr daha İslam devleti'nin kurumsallaşmaya başladığı dört halife devrinde biraz da sosyal tabakasından gelen psikolojik yapısıyla muhalefete başlamıştır. Örneğin devlet büyüyünce devletin bir hazinesi olması gerekmiş ve Beytul Mal denen 'devlet hazinesi' kurulmuştur. Ebu Zerr ise buna kökten karşı çıkmıştır. Zira 'Mülk Allah'ındır' ve Allah da ümmete bahşetmiştir.
İslam devleti ele geçen tüm malı müminler arasında eşit olarak dağıtmalıdır. Hazine kurup da ümmetin eşit hak sahibi olduğu ekonomik değeri istiflemek İslam inancı ile bağdaşmamaktadır ona göre. Kendisi halife Osman döneminde Şam'da yaşamaktadır ve muhalif tavrı malumdur. Şam valisi Muaviye denemek kastı ile olsa gerek ikibin altın gönderir kendine. O da bu altınları hemen çevresindeki insanlara dağıtır.
“Dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam serveti, yeryüzündeki en yoksul 2,5 milyar insanının toplam gelirinden fazla. Dünyadaki 89 ülke son 10 yılda 23 kat yoksullaştı. Konuşmamda herkesi insanlık değerleri üzerinde yeniden düşünmeye çağırdım. Kapitalist sistem 300 yıldır dünyaya yön veriyor. (…) Niye terörizm patladı? Çünkü bugünkü sistemler, uydurma demokrasi sistemidir ve insanlığın faydasına işlemiyor.” (Yaşar Kemal)
Kapitalist Sömürünün Temel Unsuru: Artık Değer'dir! (yada bir başka deyişle artı değer)
Günlük yaşamı içinde her emekçi sömürüldüğünün farkındadır. Kendisi çalışmakta, üretmekte ama patronlar zengin olmaktadır; bunun farkedebilmesi için bilinçlenmesine gerek yoktur. Ama bu yüzeysel bilinç, ya da literatürdeki adıyla sınıfın kendiliğinden bilinci, onun bu du-rumdan kurtulabilmesini sağlayamaz. En fazla ekonomik mücadeleye yeter.
İşçi sınıfının içinde yaşadığı sömürü sistemini yıkıp, sömürüyü ortadan kaldırabilmesi için siyasi iktidarı ele geçirmesi gerekmektedir ki bu da ekonomik mücadele için yeterli olan kendiliğinden bilincinin ötesine geçebilmesine bağlıdır. Sömürüyü ortadan kaldırabilmek için o sömürünün nereden kaynaklandığı bilinmelidir. Çağımızın modern sömürü biçimi olan kapitalist sömürü, artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur.
İşçinin üretim süreci, bir değer yaratma sürecidir. İşçi emeği aracılığı ile hammaddeleri, üretim araçları yardımıyla işleyerek başlangıçtakinden başka bir şeye; ürüne dönüştürür. Ürün adını alan cisimde ortaya çıkan değeri ona işçinin emeği kazandırmıştır.
Bir şeyi, değerli birşey yapan onun işe yarayıp yaramaması; yani yararlılığıdır. Ekmek, tuz, sandalye, pantalon, tabak, çorap, kaşık ve bunlar gibi birçok şey, tüm insanlar için bir değer taşıyan nesnelerdir. Bir işçinin de yaşamını sürdürmesi için böylesine nesneleri tüketmesi gerekmektedir. Tüm bu nesneler de birer ürün olduklarına göre bunların da bir değeri vardır. İşçinin yaşamak için tüketmek zorunda olduğu bu ürünler de başka işçilerin emeklerinin ürünüdür. Ancak işçinin yaşamını sürdürmek için tükettiği ürünlerin toplam değeri, kendisinin çalışırken ürettiği değerden daha azdır. Aradaki bu farka artı-değer diyoruz.
İşçinin üretim sürecinde ürüne aktardığı değer, bu ürünün satılmasıyla paraya dönüşür. Bu paranın bir bölümü üretim için gerekli harcamalara (hammadde, enerji, bina kirası vs.) giderken, bir diğer bölümü de işçiye ücret olarak verilir. Geriye kalan para ise patronun cebine kâr olarak girer. Bu kârın kaynağı ARTI DEĞER dir. Patron, hammadde, enerji vb. girdilerin fiyatlarını belirleyemez, piyasa fiyatından almak zorundadır. Ürünlerini de piyasa koşullarının belirlediğinden daha yüksek fiyata satamaz. Bu durumda rakip firmaların daha ucuza sattığı aynı tür ürünlere pazarını kaptırır. Ürünlerin piyasada satılabilmesini sağlayan, onlara işçiler tarafından kazandırılan değerleridir. Ürün, hammadde, diğer giderler ve ücret olarak zaten belli bir maliyete sahipken, piyasada bu maliyetin üzerinde satılabilmesini sağlayan şey, ona işçiler tarafından kazandırılan bu değerdir. Bu nedenle, patronların kârlarının yegane kaynağı, işçilerin emeğidir.
Bir çivinin piyasada satılabilmesini sağlayan şey, onun çivi olarak yararlılığıdır ve bu çivi olarak işe yarama niteliği, bir parça demire işçinin emeği tarafından kazandırılmış bir niteliktir. Eğer sadece maliyeti kadar bir fiyata satılacak olsa, bir çivi ile bir parça demirin fiyatı arasında çok az bir fark olurdu. Bu durumda kimse çivi üretmek için uğraşmazdı. Ama çiviye duyulan ihtiyaç, ona bir parça demirden daha fazla bir değer kazandırmıştır. İşte bu daha fazla değeri, işçinin emeği yaratmıştır. Bu değer sayesinde çivi satılır. Ancak bu satıştan sonra işçiye ücret olarak ödenen para ile satın alabileceği değer, işçinin tüm ürettiği çivilerin değerinden azdır. Günde on bin tane çivi üreten işçinin günlük ücreti ile ancak 2 bin çivi alınabilmektedir sözgelimi. Aynı örnekte 2 bin çivi karşılığı paranın da hammadde, enerji, kira vb. giderlere harcandığını varsayarsak (10-2-2=6) , 6 bin çivi karşılığı para, patronun cebine kâr olarak girer. İşte bu 6 bin çivide cisimleşen değer, artık-değerdir.
HABER ANALİZ: Sayın Soysal, Lahey’deki Kıbrıs Zirvesine Rauf Denktaş’ın danışmanı olarak katıldınız. Öncelikle görüşmeleri ve katılan tarafların tutumlarını değerlendirir misiniz?
M.S.: Lahey görüşmeleri 10 Mart diye verilmiş olan bir tarih dolayısıyla yapıldı. O tarih de şunun içindi: Rum ve Türk tarafı olmak üzere iki taraf, Annan Planı denen metni referanduma sunmayacaklarına dair beyanda bulunacaklar veya sunacaklarsa bunun bağlantısını yani hükümlerini üstlendiklerini. imzaları ile belirteceklerdi. Türk tarafı olarak Annan Planı’nın içeriği ile birlikte bu yönteme de itiraz ettik. Çünkü normal olarak metinler, planın ilk şeklinde de olduğu gibi bir mutabakata varılıp, ortaya uzlaşılmış bir metin çıktıktan sonra referanduma sunulur. Şimdi ki durumda ortada bir mutabakat yokken BM’nin kendisinin ortaya koyduğu bir metnin referanduma sunulması söz konusuydu, bu da yöntem olarak yanlıştı. Çünkü karşı taraf; Kuzey Kıbrıs’ta yapılan toplantıların ve mitinglerin, halkın ne pahasına olursa olsun AB’ye girmek istediğini göstermesinden dolayı bu plana da “evet” diyebilirler diye cesaretlendiler ve bu yolu denediler.
Buna ilaveten bizim planın içeriğinde artık herkesin bildiği bir takım itirazlarımız vardı. Her şeyden önce haritaya, daha sonra iki kesimliliğin ihlal edilmesine, kuzeye 85 bin kadar –ki bu kaldırılamayacak bir sayıdır- Rum nüfusun yeniden yerleştirilmesine, yerleştirilmeleri büyük problem yaratacağı için karşı tarafa verilmiş olan topraklardan Türklerin göç ettirilmesine itirazlarımız vardı. Ayrıca Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki garantisinin zayıflatılmasına ve teorik olarak da devletin kuruluş aşamasda egemenlik konusunun yanlış düzenlenmiş olmasına itirazımız vardı. Biz istiyorduk ki kurulacak olan yeni ortaklık, kuzey ve güneydeki her iki devletin kendi egemenliklerinden verdikleri egemenlik payı ile ortaya çıksın yani müşterek egemenliğin kaynağı her iki devletin egemenliği olsun. Bu konu sadece teorik olarak değil ama ileride çıkacak olan anlaşmazlıklar dolayısıyla konunun bir iç sorun sayılmaması için de önemliydi. Bütün bunlar Lahey’de tekrar anlatıldı.
Hatta karşı tarafın beklemediği bir biçimde eğer Lahey’de ya da önümüzdeki kısa bir süre içinde anlaşma sağlanabilirse referanduma gitmeyi de Türk tarafı kabul etti. Ama BM, “Artık müzakere olmaz. Bu şekli ile referanduma sunulacaktır.” dedi. Kamuoyunun bilmediği bir şey de; Türk tarafı bütün bu “uzlaşmazlık” etiketlerinden kurtulmak için BM’nin bu görüşüne de “evet” dedi. Ama arkasından gelen tavır; eğer bu evetler iki tarafta da ortaya konmuşsa, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye olmak üzere garantör devletlerin, referanduma gitme taahhüdüne katılmaları ve sonuçlarını da peşin kabul etmeleri yönündeydi. Görüşmeler bir aşamadan sonra garantör devletler için yapıldı. Yani İngiltere, Yunanistan, Türkiye ve BM’nin katıldığı bir müzakere süreci oldu.
HABER ANALİZ: Garantör ülkeler ve BM düzeyindeki bu müzakerelerde neler görüşüldü?
M.S.: Bu müzakerelerde BM, belirttiğim gibi anlaşma olmadan da referanduma gidileceğini ve Türkiye’nin de bunu kabul edeceğini imza ile göstermesini istedi ki bu da yanlıştı. İngiltere ve Yunanistan da aynı şekilde Türkiye üzerinde baskıda bulunmaya kalktılar. Fakat Türkiye kendi anayasası dolayısıyla böyle bir şey yapamayacağını ileri sürdü. Her şeyden önce; BM’nin, “Eksikliklerin 28 Mart’a kadar müzakereler ile tamamlanabileceğini, tamamlanmamış olan kısımların kendilerince doldurulacağını” söylediği planın tamamlanmamış noktaları vardı. Türkiye ise en azından bir kısmının içi boş, bir çeşit açık çeke benzeyen bir metnin referanduma sunulmasına karşı çıktı.
Asıl önemlisi Türkiye, ortada tamamen imzalanabilecek bir anlaşma bulunmadığını, kaldı ki öyle bir anlaşma olsa bile Türkiye’nin devlet olarak kesin biçimde kendisini buna bağlamasının, bizim anayasa sistemimiz bakımından mümkün olmadığını söyledi. Türk Anayasa Sisteminde; antlaşmalar müzakere edilir, diplomatlar parafe ederler ondan sonra hükümet de bu antlaşmayı benimsemişse onaylanmasının uygun bulunması için meclise “onaylamayı uygun bulma tasarısı” sevkeder. O tasarı kanunlaşır. Kanunlaştıktan sonra o kanuna göre Bakanlar Kurulu, onaylanması yani son aşamada devlet adına imza atılması için kimi yetkilendirecekse -Cumhurbaşkanı, Bakan- o kişi, devlet adına imzalar. Türkiye, 10 Mart 2003 günü Lahey’de bu nedenler ortadayken böyle bir yükümlülük altına giremezdi. Zaten tarafların kerhen buna evet dedikleri de açıkça ortadaydı. BM Genel Sekreteri Kofi Annan, kendi ifadesi ile “Fişi çektim.” dedi. Dolayısıyla görüşmeler kesilmiş, bitmiş, bu süreç bununla noktalanmış oldu. Artık bu süreç içinde müzakere söz konusu değil.
HABER ANALİZ: Sayın Soysal, “Şimdi ne olmayacağını gördüler. Artık oturulur. Nelerin olabileceği konuşulur.” şeklinde dikkate değer bir açıklamanız oldu. Bu noktadan sonra Kıbrıs sorununun çözümü için neler yapılabilir?
M.S.: Bundan sonra ne olacaksa BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde olması gerekir. BM, tarafları görüştürmede yardımcı olur; görüşme yeri, düzeni, sekreteryası gibi alt yapıyı oluşturur fakat “iyi niyet misyonu” nda, BM’nin bir öneride bulunma hatta arabulucuk yapma, tarafları birbirine uzlaştırma gibi bir görevi de yoktur. De Soto misyonunun yanlış yönlerinden biri de buydu, kendi sınırlarını aştılar.
Belirttiğim gibi “iyi niyet misyonu” çerçevesinde her iki taraf yüz yüze görüşür -ki De Soto turunu başlatmış olan da Türk tarafının yüz yüze görüşme önerisiydi- bir anlaşma sağlanırsa 1960 antlaşmalarında belirtildiği gibi tarafların vardığı sonuçlar garantör ülkelerce de onaylanır. O zaman Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girişi arızasız olur. Şimdiki haliyle GKRY, 16 Nisan’da gidip imzalayacaklar. Dolayısıyla katılım süreci AB ile aday ülkeler açısından tamamlanmış olacak. Ondan sonra bunun diğer devletlerce parlamentolarında onaylanarak kabul edilmesi gerekecek. Şimdiki durumda AB’nin açıklamasına göre -zaten Kopenhag’da da öyle bir açıklama yapılmıştı- Avrupa müktesebatı, kuralları kuzeyde uygulanmayacak biçimde Kıbrıs Cumhuriyeti bütün ada adına alınmış olacak.
HABER ANALİZ: Böyle bir durumda Türkiye’nin işgalci durumuna düşeceği söyleniyor.
M.S.: Ben buna katılmıyorum. “Türkiye bir Avrupa toprağını işgal etmiş durumda olacak.” diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü Türk kuvvetleri adada 1960 garanti antlaşmasına göre bulunmaktadır. Türkiye’nin adada bulunması sınırlanacaksa, buna müsaade eden hükümler çıkarmak gerekir. Adada, 1960 antlaşmaları ile kurulmuş olan düzen bozulmuşsa, Türkiye müdahale edebilirdi ve bu müdahaleyi de yaptı. Dolayısıyla çekilebilmesi için düzenin yeniden kurulması gerekir. Ama bunun rastgele bir düzen değil 1960’taki düzeni karşılayabilecek bir düzen olması yani tarafların eşit olarak katıldıkları ve yeni ortaklığın kurulması gerekir. Şimdiki halde böyle bir durum yok. Böyle bir durum için uğraşıldı olmadı. Dolayısıyla Türkiye orada hukuken sağlam bir biçimde kalmaktadır. Avrupa bunu başka türlü yorumluyorsa ki bazıları öyle yorumluyorlar. Bu yorum bizimkine uymadığında biz de bundan dolayı çıkıp gidecek değiliz. Avrupa da herhalde kuvvet kullanarak Türk Ordusu’nu oradan çıkarmaya kalkışmayacaktır. Bosna ve Kosova’da görüldüğü gibi AB öyle kendi evlatlarını başkaları için savaşmaya yollamıyor.
HABER ANALİZ: Kıbrıs’ın AB’ye katılması sorunu nasıl bir yolla çözülebilir?
M.S.: Daha sağlıklı ve hukuka uygun bir yol ile Kuzey Kıbrıs’ın Güney ile birleşerek AB’ye girmesi Türkiye’nin girmesine bağlanabilir. Bizim şimdiye kadar ısrar ettiğimiz gibi 1960 antlaşmalarına göre Türkiye ve Yunanistan olmak üzere iki tarafın da üye bulunmadıkları bir kuruluşa, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin girmesi, yine iki tarafın rızası ile olabilir. Bu rıza yoksa girmemesi gerekir. AB’ye biz uzunca bir süre bunu anlattık. Türkiye bu yöntemi, bu usulsüzlüğü kabul etmedi. Türkiye’nin de kabul edebileceği bir usul, Türkiye de üye olduğu zaman Kıbrıs’ın bu şekilde birleşerek girmesi olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin adaylığının tam üyeliğe dönüşmesi ile kuzeyin güney ile birleşmesi aynı zamana ayarlanabilir. Bu da Türkiye’nin AB’ye girmesinin, AB’nin Türkiye’yi almasının, Türkiye açısından bir koşuludur. Özellikle de Kıbrıs’ın birleşmesi açısından Türkiye’nin bir koşuludur.
Dolayısıyla Türkiye’nin AB ile müzakereleri başladığında Kıbrıs’taki müzakerelerin de, buna paralel olarak yani “AB içinde bir Türkiye durumunda nasıl bir çözüm olabilir? ” konusu düşünülerek ayarlanması gerekecek. Zaten şimdiye kadarki çabaların sonuç vermeyişinin, başarılı olmayışının nedenlerinden biri de budur. Türkiye üye olmadıkça Ankara, kuzeyi güneyin kucağına atmak ve AB’nin kuralları içine sokmak konusunda büyük tereddüt geçiriyor. Çünkü o kurallar ve bulunabilecek yanlış bir çözüm Türk tarafının erimesine, eritilmesine yol açar. Türkiye de bunu istemiyor. Onun için şimdi ortaya çıkmış olan durum Türkiye’nin isteklerine uygun bir durumdur.
HABER ANALİZ: Söyledikleriniz çerçevesinde tekrar sormak istiyorum: “Türkiye nasıl davranmalı? ”
M.S.: Türkiye’nin değişik biçimlerde davranmasını isteyenler de var. Bunların başında AB’ye girmek için acele edenler, “Bir an önce girelim.” diyenler geliyor. Onların zaten şimdiye kadar verdikleri izlenim ile “Türkiye AB’ye o kadar çok girmek istiyor ki her şeyi göze alabilir, feda edebilir, bu arada Kıbrıs’tan da vazgeçebilir.” görüşü ağır bastı. Nitekim bu planların hazırlanmasında daha çok rol oynayan İngiltere’nin ve Kıbrıs Özel Temsilcisi Sir David Hannay’in görüşü buydu. Bu planın bu şekle dönüşmesinde büyük rolü oldu. Çünkü Türkiye’de de tıpkı adanın kuzeyinde olduğu gibi insanlar AB’ye girmek için can atıyorlar. Oysa AB Türkiye’yi almak için can atmıyor. Kamuoyu yoklamalarına baktığımız zaman bugünkü 15 üyeden 11’inin henüz kamuoyu olarak Türklerin alınmasından yana olmadığı ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla Türkiye bu konuda bu kadar istekli olunca Avrupa’da herkes Kıbrıs konusunda Türkiye’yi kendi tezinden yani “Türkiye’ye girmeden Kıbrıs girmez.” tezinden uzaklaştırmaya çalıştılar ve büyük bir ölçüde başarılı oldular. Şimdi Türkiye’de bu acele girişten yana olanlar Almanya örneğini alıyorlar. Almanya ikiye bölünmüşken batıdaki Almanya AB’nin kurucusu ve en önemli üyesi oldu. Doğu Almanya’daki rejim yıkılınca, her iki tarafın birleşmesi sorununu kendi aralarında hallettiler ve Doğu Almanya, mevcut anayasal düzenin içine üç yeni eyalet olarak eklendi. Şimdi Kıbrıs için de bunu Avrupa düşünüyor olabilir. Türkiye’de de ona yatkın olan zihniyetler var. Yani yine görüşmeler devam eder ve uzlaşma olursa Almanya örneğine benzer biçimde AB’ye girmiş olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne kuzey böylece eklenebilir.
Oysa bizim böyle bir şeye yanaşmamız mümkün değil. Çünkü biz yeni bir ortaklık olsun istiyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti devam etmiyor onun yerine kuzey ve güneydeki cumhuriyetler arasında yeni bir devlet kuruluyor diye masaya oturmuştuk. Almanya modeli şimdiki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı anlamına gelir. Bunu da Türk tarafı kabul etmez, edemez, etmemesi gerekir. Ama etsin diyenler de çıkacaktır.
HABER ANALİZ: Türkiye, ekonomik açıdan Kuzey Kıbrıs’a destek vermeye devam etmeli midir?
M.S.: Türkiye’nin destek vermesi demek çalışmayan bir çocuğunu sonuna kadar desteklemesi anlamına gelir. Türkiye’nin desteği elbetteki kesilmez. Ama önemli olan Kuzey Kıbrıs’ta kendi kendine işleyebilen, kendi kendini hayatta tutan ve oradaki insanların emeği ve çabasıyla ayakta duran bir cumhuriyetin ortaya çıkmasıdır. Türkiye’nin, içerideki bozulmuş olan düzenin düzeltilmesini sağlamadan Kıbrıs’ı sonuna kadar ekonomik açıdan desteklemesi düşünülemez. Önemli olan Kıbrıs için bir planın yapılması ve bu plan ile Türkiye’nin kaynak tahsisinin yanı sıra Kıbrıs’taki üretimin çalışmasını, oradaki insanların çalıştırılmasını, bir takım özverilerin göze alınmasını sağlamaktır.
HABER ANALİZ: Irak konusunda Türkiye ABD’ye yardım ederse, “ABD, Kuzey Kıbrıs’ın tanınmasını sağlayabilir.” diyenler var.
M.S.: Bu Türkiye’de çok konuşulan boş bir denklem. Tam tersi bütün bu son müzakereler boyunca yani son 1 yılı aşkın süredir ABD, müzakereleri kolaylaştırmak ve Türk tarafının elini güçlendirmek için hiçbir şey yapmadı. En azından güvenlik ambargoları kaldırtabilirdi. Böyle bir çabası dahi olmadı. Tam tersine ABD’nin Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston, Kuzey Kıbrıs’taki toplantıları izledi, onlara destek verir tavırda konuştu ve hatta son aşamada ortaya çıkan referandum yönteminin bu duruma gelmesinde rol oynadı. Dolayısıyla ABD Kıbrıs konusunda, Türkiye de Irak’ta bize yardım eder, ediyor ya da edecektir diye herhangi bir yardımda bulunmadı. Niçin böyle çünkü Türkiye’nin durumu zayıf olduğu için herkes, “O konuda şunu yaparsa, bu konuda bunu elde eder.” diye değil, “Her konuda hersek ne alabilecekse onu alalım.” diye Türkiye’nin üzerine çullandı.
HABER ANALİZ: “Türkiye köşeye sıkıştırılmasına rağmen Kıbrıs’ın arkasındadır.” diyebilir miyiz?
M.S.: Türkiye Kıbrıs’ın arkasında durmazsa köşeye sıkışmış kalabilir. Köşeden çıkmanın, başarılı olmanın çaresi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs konusunda herhangi bir görüş ayrılığının bulunmadığını dünyaya göstermektir. Türkiye’nin Kıbrıs’ta kendi yardımıyla kurtarılmış topraklarda kurulu bir devlete sahip çıkması gerekir. Böyle olduğu zaman sorun çözülür. Yoksa Türkiye bıraktığı zaman yine Türkiye’nin üstüne yıkılan sorunlar ortaya çıkar. Diyelim ki daha önce belirttiğim biçimde AB’nin kuzeyi kaderine terk etti güneyde de öylesine bir çözüm sağlandı. Eğer o çözüm yürümez de oradaki toplum geçmişte olduğu gibi adadan çıkarılma, dışlanma, katliam ile karşı karşıya kalırsa Türkiye şimdi “öyle olsun” diyenlerin istedikleri biçimde davranmış olsa bile Kıbrıs’a yine müdahale etmek zorunda kalacaktır. Kuzey Kıbrıs’takilerin kaderini böylesine boşlukta bırakamayız. Kaldı ki Türkiye’nin stratejik çıkarları da vardır. Onun için Kuzey Kıbrıs’taki Türk Ordusu varlığının devam etmesi gerekir.
HABER ANALİZ: AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verhaugen’in sözcüsü, bu konuda BM’nin kararı olduğunu açıkladı.
M.S.: BM’nin, Türkiye’nin harekatının durdurulması kararı var. Kurulmuş olan devletin tanınmaması kararı var. Bu devlete yardım edilmemesi kararı var. Ama “Türk kuvvetleri orada işgalcidir.” diye bir kararı yok. Çünkü BM de biliyor ki Türk kuvvetleri orada antlaşma gereğince bulunuyor. Böyle bir karar verdiği andan itibaren garanti antlaşması, kuruluş antlaşmaları da geçersizleşir ve o zaman Kıbrıs’taki egemen toprak, İngiliz toprağı sayılan İngiliz üslerinin varlığı da tehlikeye girer. BM’nin böyle bir saçmalık yapacağını sanmıyorum. Yaptığı zaman da dinlenemez, uyulamaz bir karar haline gelir.
' Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı TBMM’nde ilk 49 maddesi görüşülerek durduruldu. Kalan geçici maddelerin görüşülmesi, yerel yönetim tasarıları kabul edildikten sonra yapılacak. Bu taktik, KYTK’na karşı yükselen toplumsal muhalefetin “soğutulması” ve yerel yönetim tasarılarıyla parçaların yerleştirilmesi amaçlıdır. Bu arada yerel yönetim tasarılarından İl Özel İdaresi Kanun Tasarısı TBMM’den çıktı ve Cumhurbaşkanlığı onayına gönderildi. Belediyeler Kanunu Tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Ardından Büyükşehir Belediye Kanunu Tasarısı Genel Kurul’a indirilecek. TBMM Genel Kurulu, tasarılar bitinceye kadar dur-duraksız çalışma kararı alınarak, sağlıksız bir görüşme sürecine sokulmuş bulunuyor. Yasama süreci, toplumsal örgütlerin ilgisiz, soğuk, uzaktan bakışları altında ilerliyor.
Sonbaharda karşımıza dört tasarı daha gelecektir:
• Bunlardan biri, Türkiye’de AB’nin isteği üzerine 26 bölge yönetimi yaratmayı amaçlayan Bölge Kalkınma Ajansları Kanun Taslağı’dır.
• İkincisi, IMF, Dünya Bankası, OECD, Avrupa Birliği’nin istekleri doğrultusunda ülkenin yönetimini ulusal siyaset ve ulusal yönetimden koparıp küresel piyasalara ve küresel örgütlere bağlamayı amaçlayan Bağımsız İdari Otoriteler Kanun Taslağı’dır.
• Üçüncüsü, IMF ve Dünya Bankası isteği doğrultusunda kamu personel rejimini esneklik, sözleşmelilik, performans, örgütsüzlüğe saplayacak olan Kamu Personel Rejimi Kanun Taslağı’dır.
• Dördüncüsü, ülkenin gelir yönetimini IMF’nin isteği üzerine bu örgütün doğrudan denetimine sokacak olan Gelir İdaresi Başkanlığı Kanun Taslağı’dır.
Bunların yanısıra, AB Uyum Paketleri’nin dokuzuncusu hazırlanmakta; Türk Ceza Kanunu toplum yararını değil girişimci-birey yararını gözeten bir ruhla toplumsal suç-ceza sistemini değiştirmeye yönelmiş bulunmakta; emeklilik ve sağlık haklarını bir kez daha tırpanlamaya girişen sosyal güvenlik “reformu” için yasa hazırlıkları yapılmaktadır.
Tüm yönetim sistemi, yönetme kudreti ülke halkından gittikçe daha fazla uzaklaştırılarak yasa hükümleriyle zincire dönüşmektedir.
KAMU YÖNETİMİ TEMEL KANUNUNA HAYIR! demek, bundan böyle yukarıda anılan tüm yasa hazırlıklarına HAYIR! demektir. Bu HAYIR! Türkiye’nin sömürgeleştirilmesine HAYIR! demektir.'
1 Mayıs 1977... İstanbul Taksim Meydanı’nda kutlanan İşçi Bayramı biterken çıkan olayda 34 kişi ölürken yüzlerce kişide yaralandı. Yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingi kana boyayanlar yakalanmadı... aradan geçen 24 yıla rağmen hâlâ olayın failleri bırakın yakalanmayı, belli bile değiller!
1 Mayıs 1977 katliamının ardından basın olayı değişik yorumlarla verdi. 1 Mayıs öncesi başlayan “Olay çıkacak” başlıkları, 1 Mayıs sonrası şöyleydi:
Hürriyet: Mayıs Katliamı: 34 Ölü,
Milliyet: Taksim’de Kanlı Miting: 34 Ölü, Yüzlerce Yaralı,
Günaydın: Maocu Vatan Hainleri İşçi Bayramı’nı Kana Buladı: 39 Ölü Var!
Cumhuriyet: 1 Mayıs Kanlı Bitti: 33 Ölü,
Politika: 1 Mayıs Töreni Saldırıya Uğradı - 35 kişi öldü, yüzlerce yaralı var,
Tercüman: Maocular, DİSK’in İstanbul’da yaptığı mitingi bastılar - 34 Ölü Var,
Son Havadis: Taksim savaş alanı gibiydi - Kızıllar Kudurdu,
Hergün: Solcular 40 İşçiyi Katletti,
Bayrak: Taksim’de 38 Ölü,
Yeni Asya: DİSK mitinginde komünistler birbirini yedi, 40 ölü - Taksim’de Savaş...
Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur MUMCU’nun 1 Mayıs Olayı’na basının yaklaşımını irdeleyen yazısında sorduğu sorular hâlâ güncelliğini koruyor.
Soruşturma nasıl yapılmalı! ..
Uğur Mumcu,
Cumhuriyet gazetesi, 6 Mayıs 1977
1 Mayıs Olayı, Türk basını için sınav günü oldu. Bakınız bir kısım basın olayı nasıl çarptırdı, kamuoyunu aldatmak için hangi duyguları kullandı. Bunları acıyla izliyoruz.
Bu tür olaylarda, peşin ve değer yargılarından kaçınmak gerekir. Çünkü peşin yargılar, çoğu kez, gerçeğin gizlenmesine yarar. Düşüncenin yerini duygu, soğukkanlılığın yerini öfke alır. Bu öfke ve duygu selinden ayrılmasak, gerçeği gün ışığına çıkaramayız.
Sağ güçler, bu olaydan çıkar sağlamaya çalışıyor. Partiler, dernekleri TRT’si yazar ve çizeri ile, DİSK’i sanık sandalyesine oturtmak, İstanbul’un ilerici, namuslu ve yürekli Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ı karalamak, bundan siyasal yarar sağlamak istiyorlar. Buna meydan vermemek gerekiyor.
Türkiye’de yıllardır bir oyun oynanıyor. Bir plân adım adım uygulanıyor. Önce, sağ kesim içinde, silahlı örgütler oluşturup, sol kesim üzerine saldırttılar. Bu yetmedi... Şimdi de, solu kendi içinde parçalamak, solu, yine solun bir “fraksiyonu” ile yıpratmak, yoketmek ve yozlaştırmak istiyorlar.
Devrimci bilinç işte bugünler için gereklidir...
1 Mayıs öncesinde bir sürü siyasal cinayet işlendi. İstanbul’un orta yerinde genç insanları kurşun yağmuruna tutan eşkıya çetesinin bir üyesi bile yakalanamadı. Sırtında bunca kara tabutu taşıyan İstanbul Valisi nasıl gönül rahatlığı içinde koltuğunda oturmaktadır? ..
İleri basın olarak, 1 Mayıs öncesindeki siyasal cinayetleri olduğu gibi, 1 Mayıs olayını da didik didik edip, bunların suç belirtilerini, kanıtlarını, devletin bürokratlarına, bakanına, valisine, emniyet müdürüne, bir bir sormalıyız...
Dört beş gündür gazetelerde okuyorsunuz. İntercontinental Oteli’nden kalabalığa ateş açıldığı söyleniyor. Bu konuda herhangi bir soruşturma yapılmış mıdır? Bu otelin “güvenlik amiri” Emniyet Genel Müdürlüğü eski yardımcılarından ve İstanbul Emniyet eski Müdür Vekillerinden Mehmet Akzambak’a herhangi bir soru yönetilmiş midir?
1955 yılının 6/7 eylül olaylarına yol açan olay Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atılmasıydı. Yassıada duruşmalarında, bu bombanın bir güvenlik görevlisi olan, Oktay Ergin tarafından konduğu anlaşılmıştı. Yassıada duruşmalarına kadar 6/7 eylül olaylarının “solcular” tarafından yapıldığı ileri sürüldü. İleri sürülmek ne kelime, birçok solcu bu gerekçeyle tutuklanmış, aylarca hücrelerde yatırılmıştı...
Atatürk’ün Selanik’teki doğduğu eve bomba koyan güvenlik görevlisi Oktay Ergin, şimdi nerdedir dersiniz? Emniyet Genel Müdürlüğü Güvenlik Dairesi Başkanlığında... Oktay Ergin, 1 Mayıs toplantısı ile ilgili önlemlerin alınmasında ve uygulanmasında en önemli görevlerden birini üstlenmişti.
Sanırız, Oktay Ergin’de bu konuda çok yararlı bilgiler vardır...
Burada belirli kişileri suçlamak amacı gütmüyorum. Fakat, bu olay, enine boyuna, bütün ayrıntılarıyla incelenmeli ve her belirti, her kanıt, kamuoyu önünde tartışılmalıdır...
İntercontinental Oteli ile Sular İdaresi duvarından ateş açanlar yakalanmış mıdır? ... Bunu kimden soralım? Emniyet Genel Müdürlüğünden mi, Güvenlik Dairesi Başkanlığından mı? İstanbul Valisinden mi? Kimden? ...
Mehmet Metiner: İslamcı olarak sosyalizme daha yakınım
'İslam dini bence sosyal adaletçi bir dindir. Eğer siz solu veya sosyalizmi din karşıtı olarak algılarsanız, tabii ki İslam diniyle solun bağdaşması mümkün değil. Ama emeğe saygıyı, sosyal adaleti veya doğrudan adaletin kendisini tesis etmeyi isteyen bir ideoloji olarak alırsanız solu, İslamcılık sola çok daha yakındır. Ama ne yazık ki ülkemizde sol veya sosyalist ideoloji doğrudan doğruya kendisini din karşıtı bir pozisyonda ürettiği için İslamcılık ile hep çatıştı. Sağcılık muhafazakârlık, tutuculuk, bir anlamda geriliktir. Sol, tanımı gereği değişimci, yenilikçi bir öze sahiptir. Ama Türkiye'de nedense sol, statükonun bekçiliğine soyundu. O yüzden solla İslamcılık arasında Türkiye'de bence gerekli olmayan hatta anlamsız bir çatışma iklimi yaratıldı. Ben 15 yaşından beri İslamcılık hareketinin içinde olan bir insanım ama kendimi her zaman sola daha yakın hissediyorum. İslamcı solcu tabii ki olabilir. Kendimi solun değerlerine çok daha yakın hissediyorum. Mesela Suriye'de Müslüman Kardeşler hareketinin lideri olan Mustafa Sıbai İslam Sosyalizmi diye bir kitap yazmıştır. Müslüman Kardeşler hareketi bile İslam sosyalizminden söz edebiliyor. Seyit Kutup sol orijinden gelen biriydi. Sosyal adaleti, emeği, toplumculuğu savunan bir İslami sol, İran'da devrimin çok önemli hazırlayıcılarından biri olan Ali Şeraiti, Marksizm'in solun paradigması içinde yeni bir İslami yorum üretmeye çalıştı. Yeni bir açılım olarak gündeme gelmeli. Kendini bu temelde yeniden tanımlamış ve konumlamış sola Türkiye'nin ihtiyacı var. Bu temelde yeniden demokratik temelde tanımlanmış bir İslamcılık anlayışına ihtiyaç var. Her iki anlayışın da çok rahat biçimde yan yana yürümesi gerektiğine ve Türkiye'yi bu çıkmazdan kurtarması gerektiğine inanıyorum.'
Radikalden Neşe Düzel in Hatemi ile yaptığı roportaj:
New York'taki son terör olayından sonra birden Müslümanlık gündeme geldi. Müslüman ülkelerin gelişmemişlik gibi ortak bir özelliğini sanki aniden keşfettik. Şimdi Müslümanların niye gelişmediği tartışılıyor. Sizce neden Müslüman ülkeler gelişemedi?
Çünkü daha başta hukuk devletinden sapıldı. Hazreti Peygamber'in hemen vefatından sonra sapma başladı. Yanlış yorumlar yapıldı, yanlış örnekler yaşandı ve yanlış bir tarihi birikim oluştu. Bütün bu sapmalara rağmen, hiç değilse Abbasiler döneminde İslam âlemi gene de gelişmemiş değildir. Batı'yla kıyaslandığında gelişmişti. Ama sapma ve zulüm tam anlamıyla önlenemediği, hukuk devleti ve adalet sağlanamadığı için, İslam dünyası o teknik gelişmeye ve refaha rağmen Moğol istilasına karşı duramadı. Moğol istilası ve Haçlı seferlerinin sonucunda İslam dünyasında o maddi refah da kalmadı.
O olayların üzerinden 600 yıldan fazla zaman geçti. İslam ülkeleri neden bu kadar uzun bir süreçte hâlâ gelişemedi peki?
Osmanlı'nın kuruluş devrinden sonra Batı Rönesans ve reform hareketleriyle canlanma gösterirken ve coğrafi keşiflerle Amerika'ya giderken, İslam dünyasında bu kez bir başka dert gerilemeye neden oldu. Bu da hükümdarların, bir nevi din savaşı gibi gösterilen, aslında Ortadoğu hâkimiyetini ele geçirmek için savaşmasıydı. Amerika kıtasına gidemeyen, Avrupa'yla da ilişkisi iyi olmayan Osmanlı'nın bu savaşlar sonucunda İran'la da kültürel ve ticari ilişkileri kesildi, Doğu'yla rabıtaları tıkandı. Eğer İslam, bu sırada uyanıklık gösterip gerçek bir reform ve yeniden yapılanma gerçekleştirebilseydi, Avrupa ilerlerken, o gerilemezdi.
İslam dünyasında Batı'daki gibi bir Rönesans ve reform hareketi neden yaşanmadı peki?
İslamın temel ilkelerinde esasen şimdi de reforma gerek yok. Ama eldeki Kuran metninin doğru bilincine varılmalı. Bir de tabii İslam toplumlarında Batı'da olduğu gibi bir burjuva sınıfından da bahsedemiyoruz. Batı'daki reform, dini çatışmadan ziyade burjuvazinin feodaliteyle savaşının bir görünüşüdür. Oysa Moğol istilasından sonra Osmanlı'da katı bir merkeziyetçilik uygulandı. Avrupa'daki gibi feodallerin mahalli aydınları koruması, saraylarda kültür hareketlerinin yaşanması, rönesans hareketi olmadı. İslam âleminin diğer önemli parçası İran'da da Rönesans yaşatılamadı. Sonuçta İslam dünyası bugünkü acıklı hale düştü. Türkiye Cumhuriyeti de maalesef Rönesans'ı yapamadı. Eğer yapsaydı, bugünkü durumda olmazdık. Eğer bir kavim kendini iyiye doğru değiştirmezse, Gorbaçov'un deyimiyle yeniden yapılanmayı, perestroykayı sağlayamazsa, o kavim git gide bozulur. Bu sosyolojik gerçek, Kuran ayetleriyle belirtilmiştir.
Kuran'ın bir din kitabı olmasının yanı sıra, aynı zamanda toplumsal yaşam biçimini, yönetim tarzını belirleyen kurallar içermesi mi Müslüman toplumların yenilik yapmasına engel oluyor acaba?
Hayır. İncil, Tevrat da bunları içerir.
Hıristiyanlık, belki de Roma hukukunun içinde doğduğu için, toplumsal yaşam ve yönetim tarzını belirleyen kuralları pek içermiyor bildiğim kadarıyla.
Tabii hukuk kurallarının İslam'da yanlış anlaşılması, yorumlanması geri kalmamızın en büyük sebeplerinden biridir. Avrupa'da yanlış yorumlanmış dini kuralların üzerine çıkan, evrensel bakabilen Locke gibi tabii hukukçu düşünürler ortaya çıktı. İslam'da bunlar azınlıkta kaldılar. Oysa bu gibi görüşler başta çoktu ve tabii karşılanırdı. Ama bugün ' İslam kan ve kılıçla medeniyetleri mahveder' görüşü telkin edilerek İslam âlemine bir eziklik, bir aşağılık duygusu aşılanıyor. İslam, devletler arası bir terör altında ezilmeye çalışılıyor. Ve bazıları bu telkinin etkisinde kalıp gerçekten de İslam kan dökmeyi ve acımasız olmayı gerektiriyor yanlışlığına sapıyor. Halbuki İslamiyet'te böyle bir şey yok. İslam'ı Mevlana değil de, Taliban niye temsil ediyor? Avrupalılar da kendilerine sormalılar bunu.
İslam sormamalı mı?
Biz de kendimize sormalıyız ama masonluğun kurulmasından itibaren Avrupa'da, 'İslam dünyasının terör yatağı olduğu, İslam düşünürleri diye bir şey olmadığı' söylenmeye başladı. İslam'la Avrupa arasındaki sulhun bozulmasında işin esası şudur. Avrupa'da Yahudilere Hazreti İsa'nın katili muamelesi yapılıyor, onlara zulmediliyordu. Yahudiler 1666'da Sabetay Sevi'nin mesih hareketiyle kurtulacaklarını sandılar. Ancak bu hareket fos çıkınca, bezginliğe düştüler ve ancak gizli bir örgütle kurtulabileceklerini düşündüler. Masonluk hareketini kurdular. O güne kadar kendilerine yapılmış olan zulmün sorumlusu olarak Katolikliği ve Müslümanlığı hedef aldılar. Müslümanlığı da hedef aldılar çünkü o sırada İslam hilafeti onların dönmek istedikleri Filistin devletini elinde tutuyordu. İşte bugün gene aynı sorun sürüyor.
İslamiyet'e geri dönersek, Müslüman bir toplum, yeni yaşam biçimlerini kendi dininin kurallarına karşı gelmeden benimseyebilir mi?
Çağın gerektirdiği yaşam biçimlerine karşı çıkan hiçbir kural ve ilkesi yoktur İslamiyet'in. Mesela kadının örtünmesi mübalağalı bir örtünme değildir. Örtünmek erkek için de vardır. Hatta Nur Suresi kadından önce erkek için edebe uygun örtünme emreder.
Saçını göstermeden başını örtmek mübalağalı bir örtünme mi?
Onlar sonraki yanlış birikimin sonucudur. Kuranı kerim'de böyle örtünme yok. Ama ben bunu söylediğim için ölüm tehdidi alır hale geldim.
Peki Kuran'a göre nasıl örtünmeli kadın?
İşte sizinki gibi. Sizin örtünmeniz İslami bir örtünme. Hatta boynunuz bile örtülü sizin. Boynunuzu da açabilirsiniz. Kadın vücuda sımsıkı yapışmamış, çok dar olmayan giysiler giymelidir. Çünkü erkek fizyolojisi bakışla tahrik olur. Kadın ise görmekle kolayca tahrik olmaz. Onun için erkeğin örtünmesi biraz daha hafif tutulmuştur. Kadının gögüslerini de örtmesi lazımdır. Göğüsleri dekolte bırakmamak için örtüsünü iki yandan bürünür. Kuranı kerimde örtünme bundan ibarettir. Yoksa kadının sesinin namahrem olması, iki gözünün dışında hiçbir uzvunun açıkta kalmaması, hatta Mekke'ye ve Medine'ye gittiğimde gördüğüm gibi bazı kabile kadınlarının gözlerine Mandrake gibi deri bir maske geçirmesi, bunların hepsi sonradan yanlış sapmaların bir sonucudur. Kuran'daki ayetleri yorumlarsak, İslam kadının yüzünü örtmesini, çarşafa bürünmesini, hatta saçının tek teli görünmeden başını örtmesini emretmiyor.
Geçenlerde Yaşar Nuri Öztürk bir televizyon programında 'Fıkıhı aynen uygularsanız karşınıza Taliban çıkar' dedi. Bu sözden, İslam hukuku olan fıkıhı aynen uygularsak Taliban gibi yaşayacağımız, bu yaşamı benimsemiyorsak fıkıhta reform yapmamız gerektiği sonucu çıkıyor. Öztürk'ün saptamasına katılıyor musunuz?
Eğer fıkıhı şeriatta olması gereken anlamda değil de, yanlış anlamda kullanıyorsak, Yaşar Nuri Öztürk'ün dediği doğrudur. Yerleşmiş fıkıhı yeniden tabii hukuka uygun hale getirmek gerekir. Yoksa fıkıhı bugün bizde de bazı mollaların anladığı gibi anlarsak, elbette ortaya Taliban çıkar. İslam hukuku el kesme, kadına ayırımcılık yapma, zina etti diye kadını veya erkeği yarı beline kadar gömerek taşlama değildir. Bunlar hep sonraki İslam'a aykırı zararlı birikimlerdir. Bu müzahrefatın, bu çöplüğün temizlenmesi lazımdır. Bu tarihi çöplüğün bir kısmını, mesela recm cezasını biz Yahudilerden devraldık.
İslam hukuku olan fıkıhta bir reform yapmak mı gerekiyor?
Reform yerine bir 'öze dönüş', bir 'Rönesans' dersek kendimizi daha iyi ifade etmiş oluruz. Çünkü reforma gerek yoktur, zira Kuranı kerim tabii hukukun nihai ve bozulmamış metnidir. Tabii hukuk değişmez, evrensel temel kurallardır. Bunlar adalet, eşitlik, hakkaniyet ve dürüstlük ilkeleridir.
Hıristiyanların reform dediğine biz 'içtihat' diyoruz. Müslümanlık için içtihat kapısı açık mıdır?
İçtihat kapısının kapanması diye bir şey yok ama fiiliyatta açık değildir.
Müslüman toplumların çok ciddi bir kadın sorunu var. Kadını toplumsal hayata sokamıyorlar.
Müslümanlar kadını toplumsal hayata katmak için İslam'da ne tür değişiklikler yapmak zorundalar?
Kadın sorunu, dar anlamda İslam'dan doğan bir şey değil. Bu sorun, eşitlik ilkesinin bilincinde olunmamasından doğuyor. Yoksa bizim kitabımızda kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldı, şeytana uydu ve insanların büyük günahla lekelenmesine yol açtı, insanlık lanete kadın dolayısıyla müstahak oldu diye hiçbir şey yok.
İslam dini kadını ezmenin, erkekle eşit görmemenin dayanağı nasıl yapılıyor peki?
O tamamen safsatadan ibarettir. Hazreti Peygamber'in veda hutbesi özet le bir insan hakları beyannamesidir.
Ama bunu da ne hale getirmişler. 'Kadınlarınız size itaat etmezse yaralamamak şartıyla hafifçe dövebilirsiniz' gibi şeyler Kuran'a uyan şeyler değil. Kuranı kerim'deki dövmeyi de gene yanlış yorumluyorlar. Yanlış yorumlanan o kadar şey var ki. Kuran'ın bütünü içinde dövme diye bir şey yok. Ama ben bunu 1978'den beri anlatamıyorum.
Bu ülkede kalabalık bir din adamları kadrosuyla Diyanet İşleri Başkanlığı var. Oradaki din âlimleri bu gerçeği niye söylemiyorlar da, bir tek siz söylüyorsunuz?
Diyanet İşleri başkanlarının bazıları kötü birikim dolayısıyla benimseyemiyor. Bazıları da benim söylediğim bazı şeyleri anlıyor ama söylemeye hafifçe cesaret ettikleri takdirde hemen o kadar ağır hücumlara maruz kalıyorlar ki, hemen çevir kazı yanmasın yapıp, ben öyle söylemek istemedim diyorlar.
Ama aynı Diyanet İşleri Başkanı geçenlerde Mülümanlık'ta reform konusunun gözden geçirilmesini önerdi. Türkiye Müslümanlık'ta yapılacak reformlar için İslam âlemine öncülük yapabilir mi?
Yapamaz. Diyanet gerçekten özerk olmadıkça böyle bir reform olmaz. İyi anlamda reform bu birikimsizlikte olmaz. Diyanet İşleri Başkanı, izinsiz iyi şeyler söylerse, o zaman da o uluslararası örgütün, baskı grubunun İslam'a bir sempati uyanmasını engellemesiyle susturulur, derhal değiştirilir.
Diğer Müslüman ülkelerin dinde reform konusunda tutumları nedir peki?
İslam âleminde böyle bir Rönesans yani temel ilkelerde çağa uygun bir yeniden yapılanma konusunda ümit verecek bir yer yok.
Her dinin fanatikleri var. Ancak son zamanlarda Müslüman fanatikler bütün dünyayı ürkütecek olaylara karışıyorlar. Neden Müslüman fanatikler birden böylesine güçlendi?
İslam'ın içinden gelen böyle bir güçlenme yok. Ama İslam âlemi 'medeniyet düşmanı, kanlı katiller' diye ilan
edildikçe, ezildikçe, sömürüldükçe, baskı altında tutuldukça, adaletin olmadığı yerde terör mikropları etkisini gösterir. Bu sebepleri ortadan kaldırmamız lazım. İslam terörle asla bağdaşmaz. Terör, İslam'da fesat suçudur ve cezalandırılır. Hiçbir amaç bize birisinin hayat hakkını hor görmemize hak vermez. Teröre başvuranlarla mücadele ederken de hukuk devleti ilkelerinden, adalet ve hakkaniyetten ayrılmamak gerekir. İslam bunu 'Zarara zarar ile karşılık verme, İslam'da meşru kabul edilemez' gibi ifadelerle düzenlemiştir. Ayrıca İslam'da öyle Müslüman olmayanlara karşı ebedi bir savaş ilanı, cihad gereği diye bir şey de yoktur. O da yanlış yorumlanan şeylerden biridir. Din yaymak diye bir şey yoktur. Bunu Kuran açıkça söyler. Dinde zorlama olmaz.
Bin Ladin gibi biri kendini İslam'ın lideri kabul edip cihad ilan edebiliyor.
Ama Bin Ladin de dışarıdan uyduruldu. Sonra öldürülmek istendiğinde, o da Saddam gibi diretmeye başladı. Sovyet tehlikesini yeşil kuşakla çevirelim diye Taliban'ı kim besledi, büyüttü? İslam'ın bilinçlenmesi, kendi gerçeğine sahip çıkması lazım.
Dinde zorlama olmaz dediniz. İslam toplumlarında yaşananlara baktığınızda zorlama var ama...
Ben olması gerekeni anlatıyorum.
Huntington 'kültür çatışmasından' söz ederek Müslüman-Hıristiyan karşıtlığını gündeme getirdi. Bugün bu görüşü paylaşan Müslümanlar da var. Müslümanlarla Hıristiyanlar gerçekten düşman mı yoksa bu yapay bir düşmanlık mı?
Elbette yapay bir düşmanlık. İslam alemine karşı meşum bir planı gerçekleştirmek istemektir bu. Ben Yahudiliğe sevgi beslerim ama Amerika'da yuvalanmış, dünyaya hâkim olmak isteyen çok tehlikeli, ırkçı bir sermaye odağı var. Ben Türkiye'yi de bağımlı kılmış o örgütü eleştiriyorum. Bu küçük grubun Amerika'ya da hâkim olarak dünyaya yaptığı telkinler var. Hıristiyanlığın Apocalypse kitabı o kadar ustalıkla kullanıldı ki, Dünya Ticaret Merkezi'nin kuleleri vuruldu. Araplardan seçilen pilotlar uçaklar otomatiğe bağlanmış bir şekilde kulelere gittiler ve durumu belki ancak ölürken anladılar.
Bugün Hıristiyanlığın kurallarını bire bir uygulayan devletler yok ama Afganistan, İran, Suudi Arabistan gibi İslam'ın kurallarını bire bir uygulamak isteyen Müslüman devletler var. Niye iki din arasında böyle bir farklılık söz konusu?
Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal, 'Benden sofiye ve mollaya selam olsun. Onlar bize Allah'ın emirlerini tebliğ ettiler. Fakat nasıl iştir ki, onların bize naklettikleri yorumlar Allah'ı da, Cebrail'i de, Peygamberi de hayretler içinde bıraktı' diyor. Yani tatbik ettikleri şey İslam değildir.
1990 yılında '12 Eylül' sonrasında görevlerinden alınan 1402'lik öğretim üyeleri görevlerine dönmek için üniversitelerine başvurmaya başladılar. İlk başvuruyu Profesör Dr. Hüseyin Hatemi yaptı.
Defne Sarısoy'un IRAK ile ilgili Hüseyin Hatemi ile yaptığı söyleşiden...
'Defne Sarısoy: Yani gelişmeler bu yönde ilerliyor diyorsunuz...?
Hüseyin Hatemi: Bir ihtimal Kürtler ayrı bir devlet haline getirilirler ama Kürtler, o zaman Irak’tan ayrılarak hem İran’ı, hem Türkiye’yi, hem Irak’ı tehdit eden bir ülke konumuna gelir. Ortak düşman olur. Bölgede İsrail ve ABD müttefiki bir Kürt devleti kurulabilir, açıkça söylenmese de bunu istedikleri kesin. Rahmetli Uğur Mumcu zaten bu durumu daha şehit edilmeden hemen önce dile getirmişti. Kanımca bunu dile getirdiği için ortadan kaldırıldı. Uğur Mumcu bölgede, CIA ve Mossad’tan aylık alan, sözümona Kürt milliyetçi liderlerini (Talabani gibi) açıkça yazdı. “Mossad’ın bizim güney sınırlarımızda işi ne” şeklinde yazılar yazdı. Bu yazıyı yazdığı gün ben, Cumhuriyet gazetesinde okumuştum ve hayrete düşmüştüm. Bu kadar cesur bir yazıyı yazdığına göre belki de bir güvendiği, dayandığı vardır diye ummuştum ama yokmuş demek ki. Mossad’ın etkinliğini bu kadar açık bir ifade ile yazması gazetecilik adına inanılmaz bir cesaret örneği idi.
Defne Sarısoy: Mumcu tam olarak bir Kürt devleti kurulacağını mı söylüyordu?
Hüseyin Hatemi: Sıradan idealist bir Kürt devleti değil, tam anlamıyla İsrail bağımlısı olan bir Kürt devleti!
siyonizm
20.07.2004 - 13:28Yahudi düşmanı çevrelerin “best-seller” kitabı olan “Sion Bilgelerinin Protokolleri” (ya da “Sion Önderlerinin Protokolleri” ya da kısaca “Protokoller”) , bu tür düşmanca yayınlarda sürekli olarak alıntılarla yinelenen bir demirbaş “kaynak” (!) kitaptır. Bu kitabın Yahudi bilgelerince yapılan toplantıların tutanakları olduğu ve bu kişilerin verdiği talimatlar doğrultusunda Yahudi ulusunun “Dünya Egemenliği” sağlayabilmesi için kullandığı bir “elkitabı” niteliği taşıdığı, Yahudi karşıtı çevreler tarafından ileri sürülmüştür. Dünyanın hemen tüm dillerine çevrilerek yayınlanmış olan bu kitaptan Türkiye’de kendisine düşen payı fazlasıyla almıştır.
Çağdaş Anti-Semitizmin en ilgi çeken ve en başarılı ürünü olan Sion Bilgelerinin Protokolleri’nin köklerini, Haçlı Seferleri sırasında Ortaçağ Avrupa’sında ortaya çıkan popüler Yahudi düşmanlığı akımında bulmak olasıdır. Bu dönemde, Yahudilerin “Hamursuz” Bayramlarında Hıristiyan çocukların kanlarını içtikleri, kuyuları zehirledikleri ve salgın hastalıklar yaydıkları biçiminde oluşturulan iftiralar, tüm Avrupa’daki Yahudi topluluklarının toptan yok edilebilmesi için bahane edilmişlerdir. Hıristiyanların boyun eğdirilmeleri ve yok edilmeleri amacıyla gizli haham toplantıları düzenlendiği biçiminde uydurulan masallar halkın arasında kulaktan kulağa yayılmıştır. Benzer motifler, erken Anti-Semitik edebiyatta sıkça görülebilir.
Son iki yüz yıl içinde bir çok kez Mason karşıtlığı, çok daha eskiden beri süren Yahudi düşmanlığı ile, Yahudilere karşı beslenen nefret duyguları, yani Anti-Semitizm ile iç içe geçmiştir. Bu iki korkunun bir araya gelmesine, belki de her ikisinin de kökeninde yatan mantıkdışı özellikler neden olmuştur. Yine de, 19. yüzyılın ortalarından bu yana Mason karşıtı ve Yahudi karşıtı propaganda dalgalarının giderek artan bir biçimde geliştiği gözlemlenmektedir. Bu tür propaganda yazımının büyük olasılıkla zirvesini oluşturan tipik örnek “Sion Bilgelerinin Protokolleri” adlı metindir.
“Sion Bilgelerinin Protokolleri”, tarih boyunca en iyi bilinen saptırmalardan biridir ve en başından beri sahtekarlık ve aşırmaya dayanan bir uydurmacadan ibarettir. Ne var ki bu aldatmaca, çeşitli nedenlere bağlı olarak Yahudilik ve Masonluk ile bağıntılı belirli bir duyarlılık sahibi olan bir çok kişinin hayal gücünü etkilemiş, Yahudi ve Mason karşıtlarının ellerinde vazgeçilmez bir “bilgi kaynağı” (!) biçimine dönüşmüştür.
Öncüller
Mason karşıtlığı ile Yahudi karşıtlığı bağlantısı, Protokoller ile başlamaz. 1894 Yılında ortaya çıkan ve 1906 yılına dek kesintisiz süren Dreyfus olayını fırsat bilen Fransız basını ve diğer ülkelerdeki gazeteler, Dreyfus’un Yahudiliği ile onun sadık savunmacılarının bir çoğunun mason olmasını birbirine bağlamışlardır.
Protokollerin esinlendiği temel kavramların izini, geriye doğru, 18. yüzyıl sonundaki Fransız Devrimi’ne kadar sürmek olasıdır. 1797 Yılında, devrim karşıtı unsurları temsil eden Abbé Augustin Barruel adında bir Fransız Cizvit’inin yazdığı bir inceleme yayınlanmıştır: “Memory to Serve the History of Jacobinisme” (Jakobenizm Tarihine Hizmet Eden Anılar) adlı yapıtında Augustin Barruel, İlluminatiler ile karıştırdığı Masonluğu, Tampliyeler’in mirasçısı ve Fransız Devrimi’ni yaratan gizli güç olarak suçlamıştır. Ne var ki, Fransız soylularının büyük çoğunluğunun mason olması, Abbé Barruel’in bu savının saçmalığını ortaya çıkarmaktadır. Barruel, söz konusu yapıtının hiçbir yerinde Yahudileri suçlayamamıştır. Devrimciler arasında Yahudilerin olmaması ve böylece aradığı tarihsel verilerin bulunmaması yüzünden, saldırılarını Yahudilere kadar yaymak fırsatını yakalayamayan Barruel’e karşın, kendisinden sonra gelen propaganda yazarları o denli titiz davranmamışlar ve gerçekte olmayan olguları uydurmakta hiç sıkıntı çekmemişlerdir. Ancak 1806 yılında, önceden tümüyle masonlara dayandırdığı komploda, Yahudilerin de rolü bulunduğunu ileri süren sahte bir mektup Barruel tarafından yayınlamıştır. Aslında bu mektubun, NapoleonBonapart’ın Yahudilere yönelik takındığı liberal tutumdan hoşnut olmayan gizli polis tarafından düzenlendiği sanılmaktadır. Uluslararası Yahudi komplosu miti, 19. yüzyılda Almanya ve Polonya gibi ülkelerde sık sık yinelenmiştir.
Protokoller’den önce ya da sonra yayınlanan sayısız kitap, Masonluğun kökeninde Yahudiliğin bulunduğunu ileri sürer. Port-Louis Başpiskoposu Leon Meurin tarafından yazılmış ve 1893 yılında yayınlanmış olan “La Franc-Maçonnerie,Synagogue de Satan” (Masonluk, Şeytanın Sinagogu) adlı kitap bunlardan biridir. Yazar, kitabın 260. sayfasında şunları söylemektedir: “Masonlukta başından sonuna her şey; esas olarak Yahudi’dir, özellikle Yahudi’dir, hevesle Yahudi’dir.”
Masonluk tarihi hakkında yazılan tüm ciddi yapıtlarda kolaylıkla bulunabilecek olan tarihsel gerçek, mason localarının köken olarak tümüyle ve özellikle Hıristiyan olmalarıdır. Ancak 1717 yılında Londra Büyük Locası’nın kurulmasından sonra, Masonluğun Hıristiyanlıktan uzaklaşması başlamış ve bu süreç 1813 yılında doruğuna ulaşmıştır. İki rakip Büyük Loca’nın birleşmeleri ve İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın oluşması zamanında, ritüeller incelenmiş ve kalan son Hıristiyanlık simgeleri de ayıklanarak örgüt bugün bilinen evrensel niteliğine kavuşmuştur. Ek bir yorum olarak, özellikle İskandinav ülkelerinde İsveç Riti’ni uygulayan bazı Büyük Locaların, bugüne dek Hıristiyan dinine bağlı olmayan kişileri üye olarak kabul etmediklerini anımsatmak yararlı olacaktır. Üstelik, Yahudilerin ve diğer din mensuplarının üye olabildikleri mason localarında bile bazı dereceler, örneğin York Riti’nin “Konstantin Haçı”, “Malta Şövalyesi” ve “Tampliye Şövalyesi” gibi bazı üst dereceleri özellikle Hıristiyanlara özgü tutulmaktadır ve diğer dinlerden olanlar bu derecelere kabul edilmemektedirler. Kimi Süprem Konseyler de (örneğin İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Avustralya Süprem Konseyleri) , Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’ni özellikle Hıristiyan bir rit olarak değerlendirmekte ve diğer din mensuplarını aralarına kabul etmemektedirler. Bu seçicilik öylesine gelişmiştir ki, adaylar sadece Hıristiyan inancına bağlılıklarını bildirmekle kalmazlar, ayrıca “Kutsal Üçlü Birlik” üzerine de yemin etmek zorunda tutulurlar.
“Protokoller”in Ortaya Çıkışı
“Protokoller” ilk olarak Çar II. Nikola döneminde 1905 yılında Saint Petersburg yakınlarında bir sayfiye kenti olan Tsarskoe Selo’da yayınlandığı kabul edilir. İlk baskılarında yazar olarak belirtilen kişi hukukçu, yargıç ve aynı zamanda bir Ortodoks papazı olan Sergey Aleksandroviç Nilus’tur (1862-1930) .
Önceleri bir tanrıtanımaz olan Nilus, 1900 yılında Fransa’dan Rusya’ya Tanrı inancına yeniden kavuşmuş olarak geri döndü ve manastırdan manastıra yolculuk yapmaya başladı. Bu yolculuklar sırasında “Velikoe v Malom” (Küçüğünİçinde Büyük) adlı kitabını yazdı. Bu kitap tanrıtanımaz bir aydının yeniden imana dönüşünü ve mistik yeniden doğuşunu anlatmaktaydı. Kitap, basında olumlu tepkiler topladı ve yankıları Büyük Düşes YelizavetaFeodorovna’ya kadar ulaştı. Büyük Düşes, Çar II. Nikola’nın çevresini saran gizemciler ile mücadele ediyor ve Çar’ın günah çıkardığı özel rahibini de hiç sevmiyordu. Feodorovna, Nilus’un özel rahip konumuna kavuşmasını istiyor, böylece Çar’ın üzerinde olumlu bir etki yaratabileceğini düşünüyordu.
Nilus, Paris’i terk ederken geride sevgilisi Bayan K.’yı bırakmıştı. Bayan K., tüm servetini yitirmiş ve Nilus’un ayrılığı ile psikolojik açıdan çökmüş olduğundan gizemci konulara ve çevrelere ilgi göstermeye başlamıştı. Bu çevrelerde GeneralRatçkovski’ye rastladı. General Ratçkovski, Çarlık Rusya’sının korkunç gizli polis örgütü Okhrana’nın Paris’teki ajanlarından biriydi. Protokoller’in el yazmasını Ratçkovski’den alan bayan K. bunları Nilus’a gönderdi. Belki de Ratçkovski, Nilus’un yakında Çar’ın özel rahibi olacağını duymuş ve bu geleceği parlak kişinin gözüne girmek gerektiğini düşünmüştü.
Özgün olarak Protokoller, Nilus tarafından yazılan “Velikoe v Malom” (Küçüğün İçinde Büyük) adlı kitabın ikinci baskısına ek olarak yayınlanmıştır (1901 yılında yayınlanan ilk baskıda Protokoller yer almamıştır) . O dönemde adet olduğu biçimiyle Nilus kitabına bir de alt başlık vermiştir: “Yakın bir Politik Olasılık Olarak Deccal”. Alt başlık doğrudan kitabın ekine, yani Protokoller’e gönderme yapmaktadır.
Yirmi dört ayrı protokol ya da bölümden oluşan ve ilk tam metin olarak değerlendirilen 1905 baskısı Protokoller’in doğuşu olarak kabul edilmektedir. Nilus, kitabın temel aldığı Fransızca yazılmış el yazmalarının özgün ve gerçek olduklarını ileri sürmekteydi. El yazmaları, değişik renkte mürekkep kullanılarak ve değişik el yazıları ile kaleme alınmışlardı. Nilus, Protokoller’i kaleme alan yazmanların nöbetleşe çalıştıklarını ve bu yüzden yazmaların değişik nitelikli yazılardan oluştuğunu açıklamıştı.
İzleyen değişik baskılarda (tümü Rusça olarak 1911, 1912, 1917 ve 1919 baskıları) Nilus, kendisinin sadece çevirisini yapmış olduğunu özellikle belirttiği Protokoller’in metninin eline nasıl ulaştığı konusunda farklı açıklamalar sunmuştur. Başkaları tarafından yapılan diğer baskılar ve diğer çeviriler de, metnin kökeni hakkında değişik öyküler sunmuşlardır. En sık rastlanan “sonradan eklenen” açıklama, Protokoller’in 1897 yılında Basel’de Dr. Theodor Herzl tarafından toplanan “Birinci Siyonist Kongresi”nin gizli tutanakları oldukları biçimindedir.
Protokoller’de, Yahudilerin çeşitli komplolar sayesinde tüm dünya hükümetlerini denetimleri altına alacakları, Hıristiyan uygarlığını yok ederek dünyanın efendileri olacakları görüşü ileri sürülmektedir. Protokoller, bu amaçlara ulaşmakta kullanılacak olan yöntemleri ayrıntıları ile açıklamaktadır. “Sion Bilgeleri” tarafından insanlığı aldatmak ve dünyaya egemen olmak için geliştirilen hilelerden biri de Masonluktur.
Aslında “Sion Bilgeleri” ya da “Sion Yaşlıları” (Elders of Sion) adında bir örgüt hiç bir zaman var olmamıştır. Yine de, doğrulayacak en küçük bir kanıtın bulunmamasına karşın, Protokoller’in bu örgütün gizli tutanakları olduğu inatla ileri sürülmüştür.
Protokollerin biçimi incelenince, tarafsız okurun dikkatini çeken ilk nokta, bu metnin daha önceden bilinen hiçbir protokol metni ile bir benzerlik göstermemesidir. Protokol bir tutanaktır, yani bir toplantıda olanların aktarılmasıdır; bir toplantı yeri, toplantı tarihi ve saati, toplantının başkanı ve genellikle toplantıya katılanların isimleri protokolde yer alır; tartışmaların anlatımı, söz alanlar, özet olarak da olsa nelerin söylendiği ve hangi kararların alındığı belirtilir; sonuç olarak tutanakların son bölümünde, protokollerin doğruluğunu sağlamakla görevli olan kimselerin imzaları bulunur. Oysa bu “Protokoller”de bu sayılanların hiçbiri yer almamaktadır. Yalnızca metnin sonunda, imza yerine basit bir satır biçiminde: “33 Dereceli Sion Temsilcileri tarafından imzalanmıştır.” diye yazılıdır.
Üstelik, Protokoller’de duyulan yalnızca tek bir kişinin sözleridir. Öyleyse bu, çeşitli kişilerin söze karıştığı bir görüşmenin metni değil, en fazla monolog ya da bir kişinin okuması biçiminde uzun bir söylev olabilir. Bu nitelikteki bir metni gerçek protokoller olarak kabul eden okuyucuların ya kötü niyetli ya da saf olduklarını düşünmek gerekir.
İçeriğe gelince, dünya üzerindeki kitlesel iletişimi denetimi altında tuttuğu ileri sürülen ve her nedense gizli planlarının sürekli olarak yayınlanmasını engelleyemeyen, bir örgütün hazırladığı böyle bir suç planının saçmalığına ancak gülünebilir.
Protokoller’in Filizlenmesi
Nilus’un kitabı, Yahudilerin dünyaya egemen olma planlarının varlığını ileri süren ilk kitap değildir. Daha önceleri de çeşitli yazarların kaleme aldığı başka kitaplar yayınlanmıştır. Özellikle, Hermann Goedsche adlı bir Alman’ın “Sir John Retcliffe” takma adıyla yazdığı ve 1868 yılında yayınlanan “Biarritz” adındaki kitap dikkat çekicidir. Goedsche, Prusya gizli polisi adına casusluk yapan bir posta memurudur, 1849 yılında demokrat lider BenedictWaldeck’e karşı yürütülen soruşturmada belge sahtekarlığı yaptığı gerekçesi ile bir süre tutuklanmış ve posta memurluğundan uzaklaştırılmıştır. Bu hayal ürünü yapıtın bir bölümünde, Prag’da bulunan Yahudi mezarlığında korkutucu bir sahne geçer; on iki Yahudi kabilesinin temsilcileri her yüz yılda bir bu mezarlıkta toplanarak Şeytan ile buluşmaktadırlar (Goedsche, on iki Yahudi kabilesinden on tanesinin iki beş yüz yıllık tarih içinde ortadan kaybolduğunu unutmuş görünmektedir) . Yahudi kabilelerinin temsilcileri, planlarının son durumu hakkında Şeytana bilgi verirler ve projelerinin devamı için onun desteğini isterler. Kitabın, “Prag Yahudi Mezarlığı ve İsrail’in On İki Boyunun Temsilcileri Konseyi” adlı bölümünde, yüz yılda bir gerçekleşen bu gizli hahamlar toplantısı fantezisi kurgulanmış ve gece yarısı mezarlıkta düzenlenen bu toplantının amacını, geçmiş yüz yılın değerlendirilmesi ve gelecek yüz yılın planlanması olarak sunulmuştur.
Bu Yahudi karşıtı fantezi, kısa süre içinde ayrı bir el kitabı biçiminde ve hayal ürünü olarak değil, gerçekliği ünlü İngiliz soylusu “Lord Retcliffe” tarafından garantilenen bir belge olarak yeniden yayınlandı. Oysa bu adın ardında gerçek bir kişi yoktu; “Retcliffe” adı Goedsche tarafından takma isim olarak kullanılmıştı. Bu kitabın ilk Rusça çevirisi 1872 yılında Saint Petersburg’da gerçekleşti. 1876 Yılında Moskova’da yeni bir baskısı yapıldı. Bunları, 1880 yılında Odessa ve Prag’da yapılan baskılar izledi. 1891 yılında Prag mezarlığındaki temsilciler konseyi bölümü “Hahamın Konuşması” adı ile yayınlanmıştır. Bu yapıtlar hiç kuşkusuz Rus gizli polisi Okhrana’ya, Çar II. Nikola’nın durumunu güçlendirmek ve Yahudilerle iyi geçinen liberallerin reformlarını gözden düşürmek için olanak sağlamıştır.
Gougenot de Mousseaux 1869 yılında Paris’te, bu kitaptan yaptığı alıntıları “Le Juif, le Judaisme et la Judaisation des Peuples Chretiens” (Yahudi, Yahudilik ve Hıristiyan Halkların Yahudileştirilmesi) adlı kendi kitabında yayınladı ve Yahudi Kabalacıları dünyayı ele geçirmek istemekle itham etti. Bu kitabı, Poitou bölgesindeki San Andres kenti papazı Chabauty tarafından yazılan ve 1881 yılında yayınlanan “Les Franc-Maçons et les Juifs” (Masonlar ve Yahudiler) adlı kitap izledi. Papaz Chabauty kitabında, Şeytanın Yahudi-Mason komploları sayesinde Deccal’ın gelişini hazırladığını ve pek yakında dünyayı Yahudilerin ele geçireceklerini ileri sürdü.
Yaklaşık aynı zamanda, 1880’lerin başlarında Papa XIII. Leo, İtalyan Masonluğu ile acımasız bir savaşa girişmişti. Her ne kadar Papanın kendisi Yahudi karşıtı propaganda yapacak kadar alçalmasa da, başkalarının benzer propagandalarına izin vermekteydi. Özellikle “Civilta Cattolica” adlı derginin yayınından sorumlu olan Cizvitler, dünya çapında bir Yahudi komplosunun bir parçası biçiminde nitelendirerek, Masonluğu halkın gözünden düşürmeyi meşru görmekteydiler. Bu Cizvit ileri gelenlerinden ikisi; Ballerini ve Rondina adlı papazlar, 1890’a dek sürecek Masonluk karşıtı bir kampanya başlatmışlardı.
Son olarak, Protokoller’e çok benzeyen, ancak bir ölçüde kısaltılmış olan bir metnin 26 Ağustos ile 7 Eylül 1903 tarihleri arasında (Nilus’un kitabından yaklaşık iki yıl önce) Saint Petersburg’da yayınlanan 'Znamya” (Bayrak) adlı dergide tefrika edildiğini belirtmek gerekiyor. “Znamya” adlı dergi, ünlü Yahudi düşmanlarından P. A. Kruşevan ve yardımcısı George V. Butmi tarafından yayınlanmaktaydı. Kruşevan, dergide yayınlanan metnin aslında Fransa’da yazılmış olduğunu ve çevirmenin bu metni “Sion Bilgeleri ve Masonların Evrensel Toplantısının Tutanakları” diye adlandırdığını belirtmiştir. Aynı metin 1905 yılında bu kez Saint Petersburg’da imzasız bir broşür biçiminde “Belalarımızın Kaynağı” adı altında yayınlanmıştır.
Protokoller 1905 yılına kadar pek dikkati çekmemiştir. Aynı yıl, Rus-Japon savaşının yenilgiyle son bulması, bir anayasanın yürürlüğe konmasını ve Duma’nın (Meclis) kurulmasını sağlayan bir ihtilale yol açmıştır. Bu gelişmeler sırasında, “Rus Ulusunun Birliği” ya da “Kara Yüzler” adlı tepkisel bir örgüt, ihtilal ve anayasanın sorumlusu olarak gördüğü Yahudiler aleyhine halkın duygularını ateşlemek için propagandaya başlamıştır. Bu amaçla “Protokoller” kullanılmış ve kitabın gizemci keşiş Nilus tarafından 1905 yılında yayınlanması sağlanmıştır. “Protokoller” Okhrana tarafından hazırlanan 1905 Pogromlarını (Yahudi kıyımı) ateşleyen propaganda kampanyasının parçası olmuştur.
1906 Yılında George V. Butmi, “Protokoller”in farklı bir metnini kitap biçiminde yayınlamıştır. Aynı metin 1907 yılında bir kez daha basılmıştır. 1906 baskısının bir örneği Çarın kitaplığında bulunmuştur. Daha sonra yapılan baskılarda Nilus, “Protokoller”in 1897 yılında Basel’de düzenlenen “Birinci Siyonist Kongresi”nde gizlice okunduğunu ileri sürmüştür. Oysa Butmi, kendi hazırladığı baskılarda kitabın Siyonist hareketi ile bir bağlantısının olmadığını, fakat bir mason komplosunun parçası olduğunu belirtmiştir.
1917 Yılındaki Bolşevik devrimini izleyen iç savaş sırasında, karşı devrimci “Beyaz Ordular”, yaygın Yahudi katliamlarını kışkırtmak için Protokoller’i yoğun biçimde kullanmışlardır. Aynı süre zarfında, Rus göçmenleri Protokoller’i Batı Avrupa'ya taşımışlardır. 1920 Yılında başlayarak, Nilus’un hazırladığı baskılar, Avrupa’da gerçekleştirilen çok sayıda çeviriye kaynak olmuştur.
Protokoller’i gerçek anlamı ile dünyaya tanıtan yazı Londra’da yayınlanan “London Times” gazetesinin 8 Mayıs 1920 tarihli nüshasında yer aldı. Burada Protokoller’in yeni yayınlanan İngilizce çevirisine gönderme yapılarak “…şimdiye dek hiçbir ırk ve din bundan daha karanlık bir komplo savı ile karşılaşmadı” deniliyordu. Ciddi bir gazetede yayınlanan bu yazı ile “Yahudi tehlikesi” ve “Yahudilerin dünya egemenliği” komplosu bir ölçüde kabul edilebilir, tartışılabilir ve saygın bir konuma yükseliyordu. Bu makale sayesinde Protokoller, tescilli Yahudi düşmanlarının oluşturduğu çerçeveden çıkarak geniş halk kitlelerine ulaşıyor, kültürel bir kabul edilebilirlik niteliği kazanıyordu.
Protokollerin Kısa Vadeli Amacı
Protokoller, ilk kez Rusya’da Yahudilere karşı nefret duygularını uyandırmak için kullanılmıştır. En önde gelen amaç, dönemin hükümetinin en önde gelen bakanlarından KontWitte’nin politik gücünü baltalamaktır. Çarın pek güvendiği bir kişi olan Witte, kültürlü ve geniş görüşlü bir politikacıdır; çağdaş ve aydınlık bir devlet politikasını yürürlüğe koymak amacındadır. Witte’nin eşi Yahudi olduğu için genel kanı, uzun yıllardır baskı ve zulüm altında yaşayan Rus Yahudilerini koruduğu biçimindedir. Başta Büyük Düşes Feodorovna olmak üzere siyasi rakipleri, Witte’nin soyluların ve Çarın gözünden düşmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Witte’nin en yırtıcı düşmanlarından biri de, adı Protokoller’in yayınına karışmış olan George V. Butmi idi.
Doğrudan İtiraf
8 Ocak 1935 tarihinde Chicago’da gazeteci yazar Sigmund Livingston, Gleb Verşobski adlı Katolik bir rahip ile bir röportaj yapar. Livingston, daha önceden Protokoller’in sahteliğini açıklayan bir yazı yayınlamıştır. Rahip Verşobski, o zamana kadar gizli kalmış bazı bilgileri ve kişisel deneyimlerini Livingston’a aktarmak istemiştir. Rahip, söylediklerinin doğruluğu konusunda yazılı yemin vermiştir. Sonradan Livingston, bu röportajın ayrıntılarını tümüyle “Must Men Hate? ” (İnsanlar Nefret Etmeli mi?) adlı kitabında yayınlamıştır.
Verşobski, 1888 yılında Saint Petersburg’da doğmuş, 1913 yılında İstanbul’a göç etmiştir. Daha sonra Amerika’ya yerleşen Verşobski, çeşitli kentlerde kalmış ve 1929’da Katolik Kilisesine bağlı olarak rahiplik görevini sürdüreceği Chicago’ya taşınmıştır. Çarlık Rusya’sında yaşadığı dönemde George V. Butmi, Verşobski’lerin yakın bir aile dostu olmuştur.
Dreyfus olayının hemen ardından Butmi Paris’e gitmiş ve bir süre sonra Saint Petersburg’a geri dönerken Rusça’ya çevirtmek istediği bazı el yazmalarını beraberinde getirmiştir. Çeviriler, Butmi’nin karısı ve Verşobski’nin annesi tarafından yapılmıştır. Bu çalışma kısa bir süre sonra “Sion Bilgelerinin Protokolleri” adı altında yayınlanmıştır. Yeminli ifadesinde Verşobski, Protokoller’in bir sahtekarlık ürünü olduğunu belirtmiştir. Verşobski, bu belgelerin yayınlanmasında görev alan başka kişileri de tanıdığını açıklamıştır. Bu kişiler arasında, “Russky Trud” (Rusya Gerçeği) adlı, özellikle Kont Witte’ye karşıt yayınlar yapan, haftalık bir derginin yöneticisi Sergey Şarapov da bulunmaktadır. Bu grup, yabancı yatırımları ülkeye çekmeye çalışan ve altın standardını getirmeye çabalayan Witte’ye ateşli bir biçimde muhalefet etmektedir. Witte, Rusya’nın Fransa ile bir bağdaşma kurmasını istemekte, oysa rakipleri Rusya ile Almanya arasında bir dayanışmayı arzulamaktadırlar. Witte’nin Rusya’da yaşayan Yahudilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye çalıştığı ve kimi baskıcı yasaları kaldırmak istediği iyi bilinir. Verşobski’ye göre Protokoller’in yayını, Witte’nin Çar üzerindeki etkisini baltalamayı amaçlamıştır.
Nilus’un Saçmalıkları
Lucien Wolf, “The Trivialities of Nilus” (Nilus’un Saçmalıkları) adlı 1920 tarihli makalesinde Protokoller’in kökeni konusunda Nilus’un sunduğu açıklamaları özetlemiştir:
“Bir açıklamaya göre, Nilus Protokolleri bir arkadaşından almıştır; Nilus’un bu arkadaşı ölmüştür. Aslında Nilus’un arkadaşı da bu belgeleri Bayan K. adlı bir kadından almıştır. Kadın ise bu belgeleri önde gelen bir Fransız masondan çalmıştır. Ne var ki, o kadın da çoktan ölmüştür… Nilus’un diğer bir açıklamasına göre; işin içinde bir kadın yoktur; her şeyi Nilus’un arkadaşı halletmiştir; Fransa’da Sion Derneği’nin merkez bürosuna girmeyi başarmış ve bu belgeleri oradan çalarak Nilus’a vermiştir… 1911 Yılında gerçekleşen üçüncü genişletilmiş baskıda yer alan açıklamaya göre; belgeler Fransa’dan değil İsviçre’den gelmiştir; Mason belgeleri değil Siyonist belgelerdir ve 1897 yılında Basel’de yapılan Siyonist Kongresinin gizli tutanaklarıdır.”
Tüm bu açıklamalardan çıkan sonuç; Protokoller büyük olasılıkla Fransızca olarak Paris’te Okhrana ajanları tarafından düzenlenmiştir. El yazmaları Butmi’ye verilmiş; Butmi ise, bir rahip olduğu için yayına daha fazla prestij katacağı düşüncesi ile çevirileri Nilus’a aktarmıştır. Rusya’daki politik önderler Protokoller’in gerçekliğine asla inanmamışlardır, ancak Yahudilere karşı beslenen nefreti körükledikleri için yayınlanmaları işlerine gelmiştir.
Basel’deki Siyonist Kongresi
Kimi yazarların Protokoller’i Theodor Herzl tarafından düzenlenen Birinci Siyonist Kongresine ısrarla bağlamaları nedeniyle, söz konusu toplantının tümüyle belgelenmiş olan gerçek amaçları, tasarıları ve kararları hakkında burada açıklamalar yapmak yersiz olmayacaktır.
Herzl ve birkaç yandaşı tarafından oluşturulan Siyonist akım, en basit anlamıyla, Yahudilere atalarının yurduna, 19. yüzyıl sonlarında hala Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olan Judea’ya geri dönmeleri çağrısından ibaretti. Asıl amaç, Avrupa ülkelerinin başının derdi olan Yahudi Sorununu, Yahudileri göç ettirerek çözümlemekti. Filistin’e geri dönecek olan Yahudiler, dağıldıkları ülkelerde kendilerine yüzyıllardır yasaklanmış olan ziraat ve inşaat gibi etkinliklerde bulunacaklardı. “Siyonizm” sözcüğü ilk kez 1 Nisan 1890 tarihinde “Autoemancipation” adlı dergide gazeteci Nathan Birnbaum tarafından kullanılmıştır.
Dünya çapında Birinci Siyonist Kongresi İsviçre’nin Basel kentinde 29, 30 ve 31 Ağustos 1897 tarihinde toplandı. Toplantılar, Basel Belediye Gazinosu’nda günde iki seanstan toplam altı seans biçiminde gerçekleştirildi. Kongre, İbrani’ce ve Almanca dillerinde yapıldı ve birkaç yüz sayfa tutan tutanaklar da bu iki lisanda basıldı. Oysa Protokoller’in özgün olduğu ileri sürülen el yazmaları Fransızca idi.
Kongreye katılan delegelerin çoğunluğu Avrupa ülkelerinden gelmişlerdi (İspanya ve Portekiz hariç) . Arap ülkeleri arasından yalnızca Cezayir’den on delege vardı. Amerika anakarasından bir tek Amerika Birleşik Devletleri dört delege göndermişti, diğer Amerika ülkelerinden hiç delege bulunmuyordu.
Bu kongrenin gerçek kararları arasında, bir örgüt oluşturma (Dünya Siyonist Örgütü) , Siyonist programı eyleme geçirme, Filistin’de toprak satın almak üzere bir ulusal fon kurulması, anayurtta bataklıkların kurutulması, yol yapımı, ağaç dikilmesi gibi tasarılar vardı. Siyonist akımın en yetkili organı olarak Siyonist Kongresinin düzenli biçimde toplantılara devamı da alınan kararlar arasındaydı.
Gerçek Ortaya Çıkıyor
1921 Yılında “London Times” gazetesinin İstanbul muhabiri Philip Graves, “Dialogues aux Enfers entre Machiavel et Montesquieu” (Cehennemde Makyavel ile Montesquieu Arasında Diyaloglar) adında eski bir Fransızca kitap bulur. Kitabın yazarı belirsizdir; basımı 1864 yılında Brüksel’de “A. Martens ve Oğulları Yayınevi” tarafından yapılmıştır. Times ekibinin kısa sürede ortaya çıkardığı kadarıyla “Diyaloglar” 1858 yılında MauriceJoly adında bir Fransız avukat tarafından yazılmıştır. Bu yapıtta Joly, Makyavel ile Montesquieu arasında ölümden sonra geçen konuşmaları kullanarak III.Napoleon’a ve politikalarına saldırmaktadır. Yahudilikle ilgisi olmayan Joly, bu yapıtında, İmparator III. Napoleon’un siyasi ihtiraslarını eleştirmek için, cehennemde düzenlenen şeytani bir komplo imgesini kullanmıştır. Yapıtta Yahudilerden hiçbir bahis yoktur. “Diyaloglar” yayınlanmasından kısa bir süre sonra Fransız yetkililerce toplatılmış, Joly ise yargılanmış ve yazdıkları yüzünden on beş ay boyunca hapsi boylamıştır.
Graves, “Diyaloglar” ile Nilus’un “Protokoller”i arasındaki olağanüstü benzerliğin hemen farkına varmıştı. Protokoller’de bütünüyle Diyaloglar’dan kopya edilen paragraflar bulunuyordu; yalnızca diyaloglar, monolog biçimine getirilmişti. Graves büyük bir buluş yapmıştı. 16, 17 ve 18 Ağustos 1921’de peş peşe yayınlanan üç büyük makale ile Graves, Protokoller’in içerdiği sahtekarlığı herkese duyurdu. Graves’e göre Nilus, Joly’nin “Diyaloglar”ından çeşitli bölümleri aşırmış, bazı değişiklikler ve Goedsche’den yaptığı ek kopyalar ile kendi amacına uygun biçime getirmişti.
Graves, “London Times” gazetesinde yayınlanan dizi makalelerinde özetle şunları belirtiyordu: İstanbul’da bir gün bir Rus vatandaşı olan Bay “X”, Graves’i ziyarete gelir. Bay X., bir süre önce eski bir Okhrana mensubu olan bir Rus mülteciden bir parti eski kitap satın almıştır. Bu kitaplar arasında 1860’lı yıllarda Brüksel’de yayınlanmış, ilk sayfası eksik bir kitap vardır. Bay X., ilk bakışta, bu eski kitabın intihal ile Protokoller biçimine dönüştüğünü anlamıştır.
Graves, tüm bunların sonucu olarak şunları belirtiyordu:
Protokoller, Diyalogların bir intihalidir.
Protokoller, Rusya’da saray çevresindeki baskı grupları tarafından Çar’ı etkilemek ve liberallere karşı mücadele etmek için hazırlanmıştır.
İntihal, acele ve dikkatsiz yapılmıştır.
Protokoller’in bir kısmı Diyaloglar’dan alınma değildir; herhalde Okhrana tarafından eklenmiştir.
Sahte belgeler hakkında daha sonraları da bir çok açıklama yayınlandı. 1933 Yılında Joly ve Nilus’un metinlerini paragraf paragraf karşılaştıran; iki metnin benzerliklerini, hatta aynılıklarını ortaya koyan bir çalışma yayınlandı. Jose Antonio Ferrer Benimelli tarafından kaleme alınan “El Contubernio Judeo-Masonico-Comunista” (Yahudi-Mason-Komünist Komplosu) adlı kitapta da, iki metnin paralellikleri seçilmiş bazı paragrafların karşılaştırılmaları ile kanıtlanmaktadır.
Katolik Kilisesinin, ne Yahudilere ne de masonlara pek fazla sempati beslememesine karşın, Protokoller’in kesinlikle sahte olduğunu ileri süren bir açıklamanın Belçikalı Rahip Pierre Charles tarafından kaleme alınmış olması oldukça şaşırtıcıdır. Bu açıklama, Ocak 1938’de “Nouvelle Revue Théologique” adlı dergide yayınlanmıştır. Yazının zamanlamasında dikkat çeken husus, 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde Hitler, Franco ve Mussolini rejimlerinin şiddetli bir Yahudi-Mason aleyhtarı propaganda yaptıkları dönemde yayınlanmış olmasıdır. Olayların akışını izleyen herkes, savaşın kaçınılmaz olduğunu ve Alman askeri gücünün kısa sürede tüm komşuları gibi Belçika’yı da perişan edeceğini görüyordu. Böyle bir dönemde Protokoller’in sahteliği hakkında yazı yazmayı göze alan Pierre Charles, olağanüstü cesur bir kişi olmalıdır. Bu yayına izin veren dergi yöneticileri de, o günlerde Avrupa’da pek görülmeyen bir adalet ve insancıllık sergilemişlerdir.
Koşutluklar
Bu yazının çerçevesi içinde Joly’nin yapıtı ile Nilus’un Protokoller’i arasında ayrıntılı bir karşılaştırma yapma olanağı bulunmamasına karşın, yine de belirli bir fikre ulaşılması için bazı seçilmiş paragraflar aşağıda sunulmuştur:
-Diyaloglar, Joly, s. 75:
Örneğin muazzam mali tekeller örgütlerdim; tüm özel sağlık konularının sıkıca bağlı olacağı kamu sağlığı fonları oluştururdum. Her politik felaketten sonra Devletin varlıkları bunlar tarafından hortumlanacaktır. Sen bir ekonomistsin Montesquieu, bu tertibin değerini ölçersin.
-Protokoller, Nilus, s. 42:
Çok yakında koskoca tekeller kuracağız – devasa sağlık fonları – tüm Hıristiyanların, en büyüklerinin bile, sağlığı bu fonlara bağlı olacak; öylesine ki, bir politik felaketten sonra Devletin varlıkları bunlar tarafından hortumlanacak. Burada bulunan baylar, sizler ekonomistsiniz: bu tertibin önemini tasavvur ediniz.
-Diyaloglar, Joly, s. 77
Devletin sadece işçilere, birkaç milyonere ve askerlere sahip olacak duruma gelmesini sağlamak gerekir.
-Protokoller, Nilus, s. 45
Devletin sadece işçilere, birkaç milyonere ve askerlere sahip olması gerekir.
-Diyaloglar, Joly, s. 159:
Sylla tanrılaşarak geri döndü, hiç kimse kafasındaki saçlara dokunamadı.
-Protokoller, Nilus, s. 93:
Sylla tanrılaşmıştı (Sylla’nın saçına kimse dokunamadı) .
Kimi zaman Nilus’un hata yaptığını, olayların akışını ve kimin konuştuğunu şaşırarak, Joly’nin yapıtındaki iki kişinin çelişkili yargılarını yan yana kullandığını belirtmek gereklidir.
Protokoller’de toplam olarak 160 bölüm, yani metnin yaklaşık yüzde kırkı, açıkça Joly’nin yazdıklarından alınmıştır. Dokuz bölümde, kopya çekme oranı yüzde ellinin üzerine ulaşmaktadır.
Protokoller’de yer alan tek Latince deyiş olan “Per me reges regnant” (Krallar benimle hükmeder) ilgi çeken bir ayrıntıdır. Bu deyiş, Eski Ahit’in Katolik versiyonu olan Vulgata’nın “Proverbs 8, 15” bölümünden yapılan bir doğrudan alıntıdır. Hemen tüm katılanların İbrani’ce konuştuğu Basel Kongresinde, bu deyişin özgün İbrani’ce biçimi olan “Bi Melakhim Yimlekhu” yerine Latince çevirisinin kullanılmış olması mantıksızdır.
Joly’nin kitabında yer almayan, Masonluk karşıtı saldırılar Protokoller’in bir çok bölümünde yinelenir. Örneğin Protokol No. 11’de: “Politikamız gizli Masonluk örgütlerine temel olmuştur. Bu örgüt gizlidir ve amaçlarından Hıristiyanlar kuşku bile duymazlar; kardeşlerinin gözlerini boyamak için locaların açık ordularına bizim vasıtamızla kaydedilmişlerdir“ denilmektedir. Protokol No. 15 belki de Masonluk açısından en ilginç sözleri içermektedir: “Dünyanın tüm ülkelerinde mason locaları kuracağız ve sayılarını arttıracağız… Tüm bu locaları yalnızca bizim bildiğimiz merkezi bir yönetimin emrine vereceğiz… Locaların üyeleri arasında neredeyse tüm uluslararası ve ulusal polis örgütlerinin ajanları bulunacak “.
Bu bölümlerde komplo kuramlarının tüm öğeleri bulunmaktadır. Bu anlamsızlıklara inanmaya hazır olanlarla tartışmaya kalkışmakta yarar yoktur. Bu tür kişilerle konuşurken; örneğin, dünya çapında tüm Büyük Locaların bağımsızlıklarına ne kadar kıskançlıkla değer verdiklerini ya da baskıcı rejimlerde gizli polislerin Masonluğun en büyük düşmanları olduklarını belirtmek yersiz olacaktır.
İlk Elden Bir İtiraf
Protokoller’in bir sahtekarlık ürünü ve bir intihal oldukları konusunda mahkemeler birden çok karar vermişlerdir. Örneğin, Mayıs 1935’te Bern kentinde İsviçreli bir yargıç, Protokoller’i yayınladığı için yıkıcı yayın yapmakla yargılanan bir kişi için şunları söylemiştir: “Protokoller bir sahtekarlık, intihal ve saçmalıktır”. Ne var ki, Nazi propagandası ırkçı politikalarını doğrulamak uğruna Protokoller’i yoğun olarak kullanmış ve bugüne dek dünyanın hemen her yerinde, Protokoller’in basım ve dağıtımı Yahudi düşmanlarının ana uğraşlarından biri olmuştur.
Bu mahkeme sırasında Kont A. M. du Chayla, yakından tanıdığı Nilus hakkında ilginç ve önemli bilgiler vermiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Chayla, Don Kazaklarından oluşturulmuş bir birliğe komuta etmiş ve kahramanlık madalyası kazanmıştır. 1909 Yılında “Optina Poustina” manastırında dokuz ay kalmış ve burada Nilus ile yakın bir dostluk geliştirmiştir. Nilus, Chayla’ya sık sık Protokoller’den söz etmiş, özgün belgeleri göstererek, hazırlamakta olduğu yeni yorumları açıklamıştır. Chayla, el yazmalarını Nilus’un evinde incelemiş ve metnin bazı tuhaf yanları dikkatini çekmişti. Fransızca yazım hataları ve özellikle Fransızca dilbilgisi yapısına uymayan tümceler, bu el yazmalarının Fransız olmayan bir kişi, yani bir yabancı tarafından kaleme alındığını gösteriyormuş.
Herman Bernstein 1935 yılında yayınlanan “The Truth About the Protocols of Sion” (Sion Protokolleri Hakkındaki Gerçek) adlı kitabında bu konuda şu ayrıntıları vermektedir:
“Nilus, Chayla’yı Bayan K. adında bir kadınla tanıştırdı. Bu kadın Paris’teyken Nilus’un sevgilisi olmuştu. Hatta Nilus evlendikten sonra bile bu kadın gelip Nilus’un evine yerleşmişti. Nilus’un karısı zayıf karakterli bir kadındı ve bu duruma ses çıkartamamıştı. Nilus Chayla’ya, Paris’teyken kadının General Ratçkovski adında bir arkadaşı olduğunu, Protokoller’i Ratçkovski’nin kendisine verdiğini söylemişti Ratçkovski, bu belgelerin masonların gizli arşivinden çalındığını belirtmişti”.
Protokoller’in Joly’nin kitabından aşırıldığı ortaya çıkınca, Yahudi düşmanları buna da bir kılıf uydurdular: güya Joly sonradan Hıristiyan olmuş bir Yahudi idi; asıl adı Moses Joel’di ve elbette bir komünistti; dünyayı ele geçirmek için düzenlenen Yahudi-Mason komplosunu doğal olarak biliyordu. İşte bu yüzden, Joly’nin Diyalogları ile Protokoller birbirine benzemekteydiler.
Tarihsel gerçek ise bunun tam tersiydi: Maurice Joly aslında bir monarşist ve Yahudi düşmanıydı, bir çoğu hükümet memuru olarak görev almış olan eski bir Fransız Katolik ailesinden gelmekteydi.
Protokoller Yayılıyor
Protokoller’in yayın başarısı tartışmasızdır. Londra’da British Museum’da 43 ayrı baskısı bulunmaktadır. Özellikle Nazi ve Faşist rejimlerin yükseldiği 1930'u yıllarda, dünyanın dört bir yanında 28 ayrı baskısı yapılmıştır.
Protokoller’in Rusça’dan bir diğer dile ilk çevirisi Müller von Hausen adlı bir Alman tarafından “Die Geheimnisse der Weisen von Sion” (Sion Bilgelerinin Gizi) adıyla yapılmıştır. Gottfried zur Beck takma ismiyle yazan bu kişi Protokoller’e sayısız notlar ve yorumlar da eklemiştir. Von Hausen, kitabını “Avrupa’nın Prenslerine” ithaf etmiş; böylece tahtlarını tehdit eden tehlike hakkında onları uyarmak istemiştir. Kitabın yayını Alman soyluları tarafından paraca desteklenmiş, çok sayıda dağıtım yapılabilmesi amacıyla broşür biçiminde basılması sağlanmıştır.
1920 Yılında Protokoller Polonya’da basılmıştır. Aynı yıl İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yayınlanmıştır. Kısa süre sonra İsveç, Japonya, Portekiz ve Fransa’da da Protokoller yayınlanmıştır. 1925’te Şam’da ilk Arapça baskısı yapılmış ve Ortadoğu’ya yaygın biçimde dağıtılmıştır. İspanya’da ilk baskı “Yahudi-Mason Tehlikesi” adı altında 1927 yılında gerçekleşmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Protokoller, ünlü otomobil sanayicisi Henry Ford’un kişiliğinde önemli bir destekçi kazanmıştır. Ford’un Yahudi düşmanlığının nedenleri belirsizdir; ancak Ford, Protokoller’in bir çok baskısını mali yönden desteklemekle yetinmemiş, ayrıca Yahudi tehlikesini açığa çıkartmak için “The Dearborn Independent” adıyla bir de dergi çıkartmıştır. Ayrıca kendi yazdığı bir çok Yahudi karşıtı makaleyi “The International Jew” (UluslararasıYahudi) adlı bir kitapta toplamıştır. Bu kitap hemen Theodor Fritsch tarafından Almanca’ya çevrilmiş ve 1922 yılına dek tam 22 baskı yapmıştır. Hem Protokoller, hem de Ford’un kitabı Nazilerin Yahudi karşıtı propagandalarının vazgeçilmez unsurları olmuştur.
Hitler ve Protokoller
Hitler, Protokoller’i ırkçı baskı politikasının bir aracı olarak kullanmış, bu durum “Son Çözüm” ile yani Yahudilerin kitle halinde öldürülmeleri ile sonuçlanmıştır. Nora Levin, “The Holocaust: The Destruction of European Jewry 1933-1945” adlı 1973 basımı kitabında, Hitler’in Yahudi ırkını yok etmek için Protokoller’i bir el kitabı gibi kullandığını ileri sürer:
“Protokoller, kaba bir sahtekarlık örneği olduğunun kesin olarak kanıtlanmasına karşın, 1920-1930’larda dikkat çeken bir popülerliğe ve büyük satışlara ulaşmıştı. Avrupa’nın tim dillerine çevrilmiş, Arap ülkelerinde yaygın olarak dağıtılmış, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerinde basılmıştı. Ancak en büyük başarıyı Birinci Dünya Savaşından sonra Almanya’da sağladı. Protokoller, Almanya’nın başına gelen tüm felaketleri; savaş yenilgisi, açlık, yıkıcı enflasyon gibi ulusal sıkıntıların nedenlerini açıklamakta kullanıldı.”
Hitler, “Mein Kampf” (Kavgam) adlı ünlü kitabında Protokoller hakkında şu yorumu yapmıştı:
“Yahudilerin sınırsız biçimde nefret ettikleri Protokoller, bu ulusun ne ölçüde varlığını yalana bağladığını eşsiz bir şekilde göstermektedir. “Frankfurter Zeitung”Protokoller’in sahte olduğunu neredeyse her hafta haykırıyor; bu da Protokoller’in gerçek olduğunun en iyi kanıtıdır. Önemli olan da budur. Bu açıklamaların hangi Yahudi beyninden kaynaklandıkları fark etmez; önemli olan, Yahudi ulusunun doğasını ve eylemlerini korkutucu bir kesinlikle açığa çıkarmaları, gizli düşünceleri ile nihai amaçlarını ortaya dökmeleridir. Protokoller’e yöneltilecek en iyi eleştiri gerçeğin ta kendisidir. Bu kitabın bakış açısından son yüzyılın tarihsel gelişmelerini inceleyen herkes, Yahudi basınının çığlıklarının nedenini anlar. Bir kez Protokoller, bir ulusun ortak malı biçimine dönüşürse, o ulus için Yahudi tehdidi ortadan kalkmış olur.”
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Nazi Almanya’sının insanlığa karşı işlediği suçlar açığa çıktığı zaman, sahte oldukları defalarca kanıtlanmış olan Protokoller’e karşı daha eleştirel bir tutumun gelişmesi beklenmekteydi. Savaş sırasındaki Yahudi kıyımı, en trajik ve en somut biçimde Protokoller’de öngörülen Yahudilerin dünya egemenliği projesinin saçmalığını ortaya çıkarmıştır. Yahudi ve mason karşıtı nefretin mantıkla değil, aslında psikopatoloji ile bağıntısı vardır. Yahudi karşıtları, yine de toplu mezarlar, gaz odaları, binlerce tanıklık, fotoğraf, film ve itiraflara karşın, Yahudi kıyımının aslında hiç gerçekleşmediğini ileri sürmekten çekinmeyerek, tüm bunların uydurma olduklarını savunmaktadırlar.
Sanki hiç bir şey olmamışçasına Protokoller’in çeşitli basımları sürüp gidiyor; bu nefret saçan yazılar popülerliğini hiç yitirmeden günümüze kadar ulaştılar. Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri, Estonya, Slovakya, Ukrayna, İran, Danimarka gibi ülkelerde yeni baskıları piyasaya sürüldü; Avustralya’da Yunanca bir çevirisi bile yayınlandı.
Türkiye’de Protokoller
Protokoller, Türkiye’de ilk kez 1943 yılında Sami Sabit Karaman’ın çevirisi ile “Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri” adı altında yayınlandı. Almanya’da eğitim görmüş ve tümgeneral rütbesi ile emekli olmuş bir subay olan Sami Sabit Karaman, çevirisine Will Durant’ın “Histoire de la Civilisation” (Uygarlık Tarihi) adlı yapıtının Yahudi Tarihi bölümünü de eklemiş ve böylece Protokoller’e biraz da bilimsel bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Çevirmen tarafından yazılan ilk sözden anlaşıldığı kadarı ile kitap 1941 yılında hazırlanmaya başlanmış, ancak çeviri için 1943 yılında Roger Lambelin’in Rusça’dan Fransızca’ya çevirdiği nüsha esas alınmıştır.
Bu ilk yayından sonra Protokoller’in giderek artan bir hızla Türkiye’de de yeni baskılarının yapılması sürdürülmüştür. 1943 – 1994 yılları arasında Protokoller, ya tam metinleri ile ya da kısaltılmış olarak tam 45 kez basılmışlardır. Üstelik bu baskıları yapan yayınevleri, kitabın başına koydukları sunuş yazılarında yer alan açıklamaları ile Protokoller’in özgün olduğunu her seferinde “teyit” etmişlerdir.
Protokoller’in bu denli çok sayıda basılmış olmalarına karşılık, düzmece oldukları hakkında tek kapsamlı yanıt, 1948 yılında Avram Galanti tarafından “İki Uydurma Eser, I-Siyon Önderlerinin Protokolleri. II- Beynelmilel Yahudi” adlı kitapla verilmiştir. Bu kitabın dışında, Protokoller’in sahte olduklarına bir dönemin polemikçi yazarı Yesevizade de “Yahudilik ve Dönmeler” adlı kitabında dikkati çekmiştir. Yesevizade bu kitabında, Prof. Hikmet Tanyu tarafından yazılan “Tarih Boyunca Türkler ve Yahudiler” adlı kitabı eleştirirken şunları söylemiştir: “Siyon Hükemasının Protokolleri hakkında verilen haberde onun kaynağı hakkındaki iddia safsatadır. Gerçekte Protokoller’in düzmece olma ihtimali, sahih olma ihtimalinden daha fazladır. Yahudiyat, yani Yahudiliği tedkik ilmi asla böyle şüpheli vesikalara istinad ettirilemez”.
Sonuç
Bir program olarak ele alındığında Protokoller, konunun özünden uzaklaşan, yazarın çelişkilerini ve en basit olguları bile bilmediğini ortaya koyan önemsiz bir dizi sözden ibarettir. Hiç kimse böyle bir programı uygulamaya koyamaz zira mantıksızlıklar ve çelişkilerle doludur.
Protokoller’in sahte olduğu, Joly’nin yapıtından intihal edildiği, Yahudilere karşı nefret uyandırmak ve kalabalıkların kör tutkularını kışkırtmak için yazıldıkları kanıtlanmıştır.
Basel’deki Siyonist Kongresinin Protokoller ile hiç bir bağlantısı yoktur.
Protokoller’in yazarlarının gerçekleştirdikleri saptırmalardaki gerçek amaçları, o dönemde Çarlık Rusya’sının içinde bulunduğu iç politika koşulları ile bağlantılıdır.
Protokoller, Yahudilik ile Masonluk arasında bir ilişki bulunduğunu ileri sürerek açık bir saptırmada bulunmaktadır. Aynı biçimde, Masonluk ile Komünizm arasında bir bağlantı bulunduğunu varsaymak da saçma ve gariptir. Masonluk tüm komünist ülkelerde yasaklanmış ve üyeleri kovuşturmaya uğramıştır. 1922 Yılında Dördüncü Komünist Enternasyonal, Masonluk ile komünizmin birbirini dışladıklarını açıklamıştır. Bundan birkaç yıl sonra Sovyet gizli polisi, son mason örgütlerini de yok etmiş, masonları tutuklamıştır. Sovyet uydusu olan diğer ülkelerde de benzer olaylar yaşanmış, Masonluk kesin biçimde yasaklanmıştır. Bu genel kuralın tek istisnası, Masonluğun halen çalışmayı sürdürdüğü ve baskı altında tutulmadığı tek komünist ülke olan Küba’dır.
Işığın çocukları masonlar ile nefret ve hoşgörüsüzlük grupları arasındaki savaş sona ermek şöyle dursun, giderek şiddetleniyor. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi uzun demokratik geleneklere sahip ülkelerde bile mason düşmanlığı yeniden yeşeriyor ve yeni fanatik eylemler ortaya koyuyor. Mason karşıtları ile Yahudi düşmanları yeni elektronik olanaklardan, özellikle Internet’ten hızla yararlanıyorlar. Oysa Masonluk tepki vermekte oldukça yavaş kalıyor. Dünya sahnesinde, eski Sovyet uydusu ülkelerde Masonluğun Rönesans’ı pek yavaş ve zor gerçekleşmekte. Diğer taraftan, dünyada birçok ülkede, özellikle Müslüman ülkelerde, Masonluk hala yasak tutuluyor.
kaynak:
http://filistindavasi.netfirms.com/harun/Sion-Protokol/Sion1.htm
israil
20.07.2004 - 13:25http://filistindavasi.netfirms.com/harun/ISRAIL'IN%20GOZU%20GAP'TA.htm
şeriat
20.07.2004 - 13:09Günümüzdeki İslam Şeriatı sadece Kur'an'a dayalı değildir, hatta Kuran'dan çok fıkha dayalıdır. Fıkh ise Kuran'in bir yorumu olduğundan şeriat coğunlukla dolaylı yönden Kuran'la ilintilidir. Bunun yanında Kuran'da hicbir şekilde yer almayan kimi kavramlar (bkz: recm) da şeriatın kültürel alt yapısı ile ilgilidir.
muhammed ikbal
20.07.2004 - 12:42M.İkbal'de yeniden yapılanma:
Eğer biri, Müslümanlığın tarihsel süreç içinde bozulan şeklini yeniden inşa eder, ruhunu tek vücut haline döndürerek yeniden birleştirir ve 20. yüzyılda İsrafil’in, surunu ölü bir topluma üflemesi ve onun hareketini, gücünü, ruhunu diriltmesi gibi, İslâm’ın mevcut, doğudan uzak esaslarını bir kalıba koyarsa, Muhammed İkbâl gibi örnek şahsiyetler yeniden doğabilir ve yetişebilir. Muhammed İkbâl; Gazalî, Muhyiddin İbn Arabî ve Mevlânâ gibi sadece tasavvufla ve metafizik ile ilgilenen bir mutasavvıf değildir. Mutasavvıflar, ferdi tekâmülün, ruhun temizlenmesinin ve benliğin ruhânî aydınlığı üzerinde durdular. Sadece az sayıda insanı kendileri gibi yetiştirdiler; ancak Moğol saldırısına, sonraki despotça düzenin oluşumuna ve insanlara yapılan baskının farkında olmayacak kadar dünyaya yabancı kaldılar.
İkbâl, İslâm tarihinde, kılıcın, gücün, savaşın, mücadelenin, güç gösterisinin ve düşmanları mağlup etmenin, insanların zihinlerinde ve sosyal ilişkilerindeki reform ve inkılâba tesir etmek için kâfi olduğunu düşünen Ebû Müslim, Hasan Sabbah ve Selâhaddin Eyyubî gibi bir şahsiyet de değildi.
İkbâl, Hintli Seyyid Ahmet Han gibi, İslâm toplumunun, hangi durumda olursa olsun (İngiliz valilerinin tahakkümü altında dâhi olsa) , modern ilmî tefsirlerle, İslâmî içtihatlarla, Kur’an ayetlerinin 20. yüzyılın fennî ve mantıkî yorumlarıyla ve derin malûmatlı felsefî ve ilmî araştırmalarla yeniden canlanacağını düşünen âlimlere de benzemiyordu.
İkbâl, ilmin, insanlığın kurtuluşu, gelişmesi ve ıstıraplarının dinmesi için kâfi olduğunu düşünen birtakım batılı düşünürlerden de değildi. Ekonomik ihtiyaçlarla insanî ihtiyaçları aynı kefeye koyan filozoflardan da değildi. Hintli ve Budist düşünürler, zihin huzurunu ve ruhî kurtuluşu, tenasüh (hicret) olarak; ya da Nirvana’ya ulaşmayı, insanlık görevinin tamamlanışı olarak görürlerdi. İkbâl, -bir tane de olsa- aç insanın, köleliğin, mahrumiyetin ve rezaletin olduğu bir toplumda, bütün bunlara rağmen refaha ve ahlâkî şuura erişmiş, saf, yüksek ruhlar ile disiplinli ve eğitimli insanlar hayal eden bu hemşehrileri gibi de değildi.
İkbâl; “Hayatın en güzel hallerini, fecirle tan yerinin ağarması arasındaki özlemlerde ve tefekkürde buldum” derdi. İkbâl, materyalizmden sıyrılmış, lekesiz ruhu ile büyük bir mutasavvıftı. Aynı zamanda O, çağımızın ilmine, teknolojik ilerlemelerine ve insanlığın gelişimine önem ve değer verirdi. Sufizm, Hristiyanlık, Lao Tzu ve Buda inançlarıyla canlanan duyguları; ilme, mantığa ve bilimsel gelişmelere verdiği değeri azaltmadı. İkbâl, Francis Bacon ya da Claude Bernard gibi fenomenlerin ve maddî tezahürlerin arasındaki ilişkinin keşfi ve maddî hayat için, doğal güçlerin istihdamı ile sınırlı, sadece olaylara dayanan “kuru” bir ilmin savunucusu değildi. Aynı zamanda bazılarının yaptığı gibi, felsefeyi, ilmi, dini, mantığı ve vahyi mânâsız bir şekilde birleştirmezdi. Mantığı ve ilmi, günümüzde anlaşıldığı gibi, aşkın, duygunun ve ilhamın insan ruhundaki tekâmülü olarak sayar; fakat onların gayelerini kabul etmezdi.
İkbâl’in insanlığa verdiği en büyük öğüt şudur: “İsa gibi bir kalbiniz, Sokrat gibi fikirleriniz ve Sezar gibi kuvvetiniz olsun; fakat bunların hepsi tek kişide, ruhun tek bir hedefe vâsıl olması temeli üzerine olsun.” Bu, İkbâl gibi olmak demektir: Kendi döneminde siyasal şuurun doruğuna erişmiş, insanların, 20.yüzyıl bağımsızlık sembolü olarak gördüğü, liberal ve milliyetçi bir lider olmak. İkbâl, felsefî düşünce alanında, bugün, batıda Bergson ile veya İslâm tarihinde Gazalî ile aynı mertebede olduğu düşünülen çağdaş bir düşünür ve filozoftur. Aynı zamanda, yaşadığı ve Müslümanların kurtuluşu, bilinçlenmesi ve özgürlüğü için cihad ettiği İslâm toplumunun ve insanlığın durumunu düşünen, bizlerin, İslâm toplumunun ıslahatçısı olarak itibar ettiğimiz biridir. Onun gayretleri, sadece sathî ve fennî ya da Sartre’in deyimiyle “sahte solcuların entelektüel delilleri” gibi değil, sorumluluklarının bilincinde olan fertlerin gayretleri gibidir. İkbâl, çabalar ve mücadele eder. Mevlânâ’nın hayranlarındandır. Manevî yükselişlerinde, onunla birlikte yolculuk eder ve âşıkın alevleriyle, ıstırabıyla ve manevî endişeleriyle yanardı. Bu büyük adam, tek taraflı ya da tek boyutlu bir Müslüman değildi; parçalara ayrılmadı. Tam mânâsıyla bir Müslüman’dı. Mevlânâ’yı sevdiği halde, onun etkisinde kalmadı. Avrupa’ya, oradaki felsefe okullarını tanımak için gitti ve onları kendi çağdaşlarına tanıttı. Herkes İkbâli bir 20. yüzyıl filozofu olarak kabul eder; fakat O, batılı düşünceye teslim olmaz; aksine, batıyı fetheder. İkbâl, 20. yüzyılda ve batı medeniyetinde münekkit bir zihin ve seçme gücüyle yaşadı. Mevlânâ’nın, İslâmî ruhun hakikî boyutlarıyla ters düşmeyen ve onları tekzip etmeyen sâdık bir müridiydi.
Tasavvuf der ki; “Yokluğumuzda kaderimizin önceden tayin edilmesi seni memnun etmiyorsa, şikâyet etme,” ya da “Eğer dünya seninle mutâbık değilse (sana uygun gelmiyorsa) , sen dünya ile mutâbık ol.” Fakat mutasavvıf İkbâl der ki; “Eğer dünya seninle mutâbık değilse, ona başkaldır! ” Burada dünya, “kader” ve “insanoğlunun hayatı” anlamına geliyor. İnsan bir dalgadır, durgun bir sahil değil. Erkeğin ya da dişinin varlığı ve oluşu harekettedir, harekette olmalıdır. İkbâl’in tasavvufu, Hint mistisizmi ya da dinî taassup gibi değil, Kur’an mistisizmi gibidir. İnsanın dünyayı değiştirmesi gerektiğine inanır. İslâm, insanı önemsemeyen kadercilik yerine, insanın önemli bir rol üstlendiği bir anlayışı getirmiştir. Bu, İslâm’ın dünya görüşü, hayat felsefesi ve ahlâkıyla yarattığı ilerleyen ve müspet esas kaidesi gibi, en büyük inkılâptır.
Hümanistlerin ve liberal entelektüellerin İslâm’a karşı yaptıkları en büyük tenkit, dinin mutlak doğru veya ilâhî emir olarak telakki edilmesi, bundan dolayı insanların tam bir teslimiyetle inanması ve bunun sonucunda da Müslümanların, Allah ile olan ilişkilerinde serbestçe hareket etmelerinin mantıken kısıtlanmasıdır. Eğer bu, doğru olsaydı, İslâm adına bir utanç kaynağı olacaktı. Kölelik olacaktı; gücün, özgürlüğün, sorumluluğun inkârı olacaktı. Bu, statükoya ve “ne olacaksa olsun”a bırakmak, dünya hayatında insana empoze edilen akıbeti kabul etmek ve hayatın faydasızlığı ile boşluğunu kabul etmek olacaktı.
Geçmişte ve günümüzde olayların gerçekleştiği ve gelecekte de vuku bulmaya kaderin emriyle devam edeceği gibi herhangi bir tenkit ve itiraz çabaları da, “bizim için önceden ne takdir edildiyse” inanışı gibidir. Bu sûretle, insanoğlunun değişmek ve statükoyu düzeltmek adına yaptığı girişimler imkânsız, mantıksız ve ihtiyatsız olur. Fakat İslâm felsefesinde tek Allah (cc) , mutlak güçtür; her şeye kâdirdir ve yaratmak, rehberlik, deva ve kainatın hâkimiyeti sadece O’na mahsustur. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de “... Dikkat edin ki, yaratmak ve emretmek yalnız ve yalnız O’na mahsustur.”(7:54) buyurulmuştur. Bu geniş kainatta yaşayan insanların kimi Allah’ın emirlerinden ayrılmazken, kimi de istediği gibi serbestçe yaşayabilir. Müslüman, hür irade ile isyan ve teslimiyet gücüne sahiptir. Bu sûretle hareketlerinin yapıcısı ve sorumlusu da kendisidir. “Herkes kazandığına karşı rehin tutulacaktır.” (74:38) “...Şüphe yok ki Rabbin, kimin O’nun yolundan saptığını ve kimin O’nun rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir.” (53:30)
Hümanist, varoluşçu ve radikallerin, dini ve Allah’ı yalanlama ve inkâr için kullandıkları bu prensipleri, İkbâl, Kur’an’daki tasavvufî yolculuğunda, insanlara iyilik yapma ve sorumluluk sahibi olma şeklinde yorumlamıştır. Hümanist, varoluşçu ve radikaller, İslâm’ın ve Allah’ın, zihinlerde insan hürriyeti, itibarı, salâhiyeti ve sorumluluğuyla zıt olarak algılandığını düşünüyorlar.. Halbuki İslâm, felsefî ispat ve izahlara başvurmadan, açık ve net bir şekilde şöyle beyanda bulunur: “... O gün kişi (hayır veya şer) iki elinin önden ne gönderdiğine bakacak...” (78:40)
Görünüşü, imana yönelişi ve İslâmî tasavvufuyla İkbâl, çağımızın bütün felsefî ve manevî hallerine nüfuz etmiştir. O, Hint Okyanusunun derinliklerinden Avrupa’daki heybetli dağların zirvesine yükselmiş Müslüman bir göçmendi. İkbâl Avrupa’da kalmadı; harikulâde seyahatinde öğrendiklerini anlatmak için, bize geri döndü. Kişiliğine bakınca, O’nun, 20. yüzyılda kendini anlama bilincine ulaşma yolundaki yeni nesil için bir model, bir örnek teşkil ettiği bir kere daha görülür. Ruhanî ve aydınlık bir kültürün kalbi olan diyardan seçilmiş, doğu telkinleriyle dolu parlak bir ruh. Çok sayıda batılı düşünce, medeniyet diyarı, idrak, ilerleme ve yaratıcılığın gücüyle ilim, zihninde yer edinmişti. Bütün bu yatırımlarla, 20. yüzyılın âlimi hâline geldi. O, batıya ve yeniliklere düşman olan, yeni medeniyete sebepsiz yere muhalefet eden, geçmişin gericilerinden değildi. Seçme ve kritik etme cesareti olmayan, batının yuttuğu taklitçilerden de değildi. Bir taraftan ilmi kullanırken, diğer taraftan, ilmin, insanlığın manevî gereklerini ve gelişme ihtiyaçlarını karşılama konusundaki kusurlarını ve yetersizliğini de idrak ediyordu; bu eksikliğin giderilmesi için çözüm teklifleri getiriyordu. İkbâl’in, dünyaya ve insanlara arz ettiği, felsefî-manevî açıklamalar üzerine kurulu bir dünya görüşü vardı. İkbâl, sosyal öğretisini bu dünya görüşü üzerine tesis etmişti. Bağlı olduğu kültür ve tarihe dayanarak, günümüzde insanoğlunun gelişmesinin elverdiği kadar, Hz. Ali ayarında bir insan mefhumu düşünmüştür. “Hz. Ali ayarında” ne demektir? Hz. Ali ayarında demek; doğulu kalbine ve batılı zihnine sahip bir insan demektir. Derin ve engin düşünen insan demektir. Güzel ve muhteşem bir aşkı anlatan bir insan demektir. Hayatın acıları kadar, ruhun ızdıraplarını da tanıyan biri demektir. Hem Allah’ı, hem de insanları bilen biri demektir.
İkbâl, ilmin ışığına sahip, aşk ve iman ile yanan, keskin bakışları, esir milletlerin kaderini sorgulamadan, gafletin ve cehaletin galip gelmesine asla izin vermeyen biriydi. Reformları, inkılâpları ve zihinsel değişimleri araştırırdı. Bir düşünür olarak, ilmin ruhsuz gözünün (Francis Bacon’a göre) kainatın bütün gerçeklerini görmekten âciz olduğunu idrak etmişti. Sevdalı bir kalbin, sadece zâhitlik, kendini alçaltma ve paklama ile hiçbir şeye ulaşamayacağını hissederdi. Çünkü madde dünyası, toplumun ve hayatın kabullendiği bir insanı yalnız başına serbest bırakmaz. Kişi toplum kervanıyla birlikte hareket eder ve kendine ondan ayrı bir yol seçemez. İşte bizim, hem felsefî ihtiyaçlarımıza cevap verecek, hem de dünyaca kabul görecek, medeniyet ve dünyanın yeni kültürü tarafından fark edilecek, bir “düşünce ve hareket ekolü” isteme sebebimiz budur. Biz, düşünce ve hareket ekolünü; kişiyi, kültürümüzün ve bütün manevî/dinî servetlerimizin farkında olan, 4. veya 5. yüzyıldan değil, günümüzden vazgeçmeyen bir birey olarak yetiştirmesi için istiyoruz.
Biz, sorgulayabilen, ilmî bir düşünce yapısına sahip, insanlarının ıstıraplarına, hayatına, esaretine ve sıkıntılarına kayıtsız kalmayan insanlar yetiştirmek için böyle bir oluşumun özlemini çektik. Hem insanlığın gerçek ve (somut) ıstıraplarını, bütün toplumların ve kendi toplumunun içinde bulunduğu karmaşayı ve zorlukları düşünen, hem de örnek insanı, insanın önemini, insanlığın tarihteki ebedî vazifesini unutmayan ve bütün insan ideallerini maddî tüketim seviyesine indirmeyen bireylerin yetişmesini arzuladık. Bizim, bu muhtelif sahalarda ulaşmaya çalıştığımız her şey, İkbâl ’de bulunabilir. Çünkü İkbâl ’in yaptığı tek şey -ki bu, 20. yüzyılda, İslâmî bir toplumda, İkbâl’in bir Müslüman olarak gerçekleştirdiği en büyük başarıdır-, eski ve yeni kültürlere ait zengin bilgisiyle ve İslâm’ı örnek alarak kurduğu ideolojik ekolün ona verdikleriyle kendini geliştirmeye çalışmasıdır. İkbâl için mükemmel ve örnek bir insan diyemeyiz. O, ayrılıp dağıldıktan sonra, 20. yüzyılda tam bir Müslüman ve mükemmel bir İslâmî şahsiyet olarak yeniden yapılandı. Bu yeniden yapılanma, biz Müslüman aydınların atacağı ilk adım için bir başlangıç noktasıdır. Biz, en büyük sorumluluğu kendimizi ve toplumumuzu yeniden yapılandırma hususunda hissetmeliyiz. Seyyid Cemal (Cemaleddin Afgani) yeniden uyanış gibi bir duyguyu meydana koyan ilk kişidir. İkbâl, “Kimsiniz? Kimdiniz? ” sorularını sorarak, Seyyid Cemal’in insanlarda canlandırdığı bu hareketin tohumunun ilk meyvesi oldu. Bu ilk mahsul, büyük bir model, bir örnek ve bizim uyanışımızdır. Doğulular gibi biz de dünyanın bu bölümüne aidiz; bu tarihle bağlantımız var. Tabiatın ve batının karşı durduğu insanlarız.
Peki, biz “İkbâl bir reformcuydu” derken ne demek istiyoruz? Gerçekten de reform, bir toplumu, bütün talihsizlik, ıstırap ve zorluklarından kurtarabilir mi? Toplumla ilgili ilişki ve düşüncede ani, sert ve köklü bir inkılâp yer almamalı mı? İkbâl’in bir reformist olduğunu söylediğimizde, eğitimli sınıftakiler, sosyo-politik anlamda “reform”un “inkılâp” ile zıt olduğunu düşünürler. Çoğunlukla “reform” dediğimizde, tedrici değişimi veya üst kademedeki değişimi kastederiz. “İnkılap” ise, alt yapıdaki ani değişime, topyekün bir çöküşe ve akabinde de yeniden yapılanmaya işaret eder. Bu değişimler içinde, İkbâl’e reformist derken, toplumda yavaş ve tedrici bir değişimi kast etmiyoruz.. Maksadımız, tedrici değişim veya haricî reform değildir. Biz bu kelimeyi, “inkılâb”ı da içeren genel anlamıyla kullanıyoruz.
İkbâl’in bir reformist olduğunu, Seyyid Cemal’den sonraki büyük düşünürlerin yüzyılın dünyadaki en büyük reformistleri olarak bilindiğini söylerken, onların, toplumdaki tedrici ve haricî değişimi desteklediklerini söylemiyoruz. Onlar, düşüncede, görüşlerde ve duygulardaki köklü bir inkılâbın, ideolojik ve kültürel bir inkılâbın taraftarıydılar. İkbâl, Seyyid Cemal, Kevakibî, Muhammed Abduh, İbn İbrahim ve Mağrib Ulema Cemiyeti’nin üyeleri, son yüzyılda doğuyu sarsan büyük adamlardı. Kişisel reformun bir çözüm olmayacağına inandıkları için, bunların reformları ya da “ıslah edici inkılâpları” topluma yönelik olmaktadır.
ALİ ŞERİATİ
ali şeriati
20.07.2004 - 12:37YALNIZLIK SÖZLERİ nden...
O 'en büyük leke'ye takılıp kalmadım, dünyaya
bulaşmadım. Öğretmenliği ve sessizliği seçtim, hale
bakıp sözlere aldırmadım diye, Allah'a hamdediyorum;
içim içime sığmıyor. Onlar altın topladılar, ben
hazine buldum. Onlar saraylar inşa edip bir kaç koltuk
elde ettiler, ben tapınak inşa ettim ve iyilik
tanrısının sonsuz iklimlerinde, saltanat tahtına
kuruldum. Onlar bağ bahçe aldılar, ben ise mucizelerin
yeşil ülkesine sahibim. Onlar masa başlarında
gururlandılar, ben aşk tapınağının minaresinde,
gururumu ayaklar altına aldım. Onlar Kayser'in
köleleri oldular, ben ise 'Hekim'in sahabesi oldum.
Onlar yoldan saptılar, el ve avuçlarını doldurdular,
ben ise kaldım ve elim avucum boş bir halde, inzivayı
tercih ettim.
Onlar adlarını ekmeğe sattılar, ben adımı suya verdim.
Hızır'dan daha çabuk, İskender'den daha önce hedefe
ulaştım. Onlar lezzet ve zevk aldılar, ben ise gam ve
keder. Onlar paraperest oldular, ben putperest. Onlar
altın ve gümüş sergilediler, ben Mevlana gibi, Şems'te
açtım ve Şems'te yandım. Gönül sofrasını açtım, dert
sergisini yaydım. Kandan şarap içtim. Onlar para
babası oldular, ben dert babası. Onlar yaşamaya
bağlandılar, ben yaşama. Onlar bakanlık elde ettiler,
ben saltanat. Onları yalanla övüyorlarsa, birileri
beni gerçek manada kutsuyoorlar. Onları, içlerinden
düşman, beni ise kalben dost biliyorlar. Onlara
işlerini rapor ederlerken, bana hallerini rapor
ediyorlar. Onlar özgürlüğe ihanet ettiler, ben
özgürlüğe vefalı kaldım. Onlar gece alemlerinde kötü
kadınlarla dans ederken, ben tertemiz uzletimde,
sufilerin temiz güllerini kokluyorum. Onlar
elbiselerine sığmayacak kadar şişmanlarken, ben içim
içime sığmayacak kadar aşık oldum. Onların memurları,
benim dertlilerim var. Onlar hasta ve zayıf
develerini, zorla, saray kapılarında kurban ederken,
ben İsmail'imi, şevkle Ka'be yolunda boğazladım.
Onların içen ve gülenleri varsa, benim de yanan ve
ağlayanlarım var. Onlar, kalabalıkta birbirlerine
yabancıyken, biz yalnızlıkta birbirimizi tanıyoruz.
Onların altını varsa, benim de aşkım var. Onların evi
varsa, benim de mihrabım var.
Onlar yükselirken, ben Mi'rac'a çıkıyorum. Onlar
yeryüzünde sürünürken, ben göklerde uçuyorum. Onlar
biterken, ben daha yeni başladım. Onlar yaşlanırken,
ben gençleşiyorum. Onlar vekil oldular, ben ise
ma'bud. Onlar reis olmuşlarsa, ben de rehber oldum.
Onların kapıkulları ve fedakar uşakları varsa, benim
de soylu bir önderim var. Onlar Nuşirevan'ın adalet
zincirini boyunlarına vurdular ve ahırları bayındır
kıldılar, ben ise sarayları terkettim. Buda oldum,
zincirleri kırdım, özgür oldum. Sanatçı oldum,
üretici-yaratıcı oldum; nübüvvet ve risalet buldum,
ebedileştim. Alem gazetesinde bekamı sağladım. Onlara,
bir grup insan dalkavukluk ediyorsa, bu onları mesleği
olduğu içindir. Bunların yerine başkaları geçse, onlar
da dalkavukluk eder, yağcılık yapar; ama içlerinden
nefret duyarlar. Beni ise, dünyaya asla teveccüh
etmeyen bir kalp över. O, dünyayı bir çöplük olarak
görür. Bu kalpte güzellikten, imandan ve sevgiden
başka bir şey yoktur. Dünyadan hiç bir beklentisi
yoktur. Öyle bir kalp ki, Allah'ı bile ısrarlarımla
över. 'Ben nerede onlar nerede, zarar ettim' diye
yakınır.
Ali Şeriati
ali şeriati
20.07.2004 - 12:35Türkçe'ye Çevrilen Kitapları
'Ademin varisi huseyin' turkcesi: … ? istanbul-Akademi yayinlari.
'Ali siasi safevi siasi' turkcesi: feyzullah artinili istanbul-yonelis yayinlari. 2. Baski: 1990, 269 sayfa.
'Anne baba biz sucluyuz' turkcesi: kerim guney istanbul-seckin yayinctilik. 1. Baski: 1987 …? Baski: 1993, 138 sayfa.
'Ask ve tevhid' turkes: ali rehavi istanbul-teblig yayinlari 1. Baski: 1986, 61 sayfa.
'Aydin' turkcesi: ibrahim agacan istanbul-dunya yayincilik 1. Baski: 1990, 58 sayfa.
'Aydinlara umut cagrisi (rom suresinden dersler) . Turkcesi: ejder okumus istanbul-inkilab yayinlari 1. Baski: 1990, 93 sayfa.
'Ayet yorumlari (I) ' turkcesi: sabah kara, ankara-liyam yayincilik 1. Bski: 1990, 190 sayfa.
'Ayet yorumlari (II) ' turkcei: sabah kara, ankara-kiyam yayincilik.
'Ayet yorumlari (III) ', turkcesi: sabah kara, ankara-kiyam yayincilik.
'Bekleyis karsi tepki dini' turkcesi: ramazan karaburcak, ankara-nuans yayinevi 1. Baski: 1991, 73 sayfa.
'Bilinc ve eseklestirilme' turkecesi: …? Istanbul-endulus yayinlari.
'Bir onunde sonsuz sayda sifirlar' turkcesi: ramazan karaburcak, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1991, 47 sayfa.
'Biz ve ikbal' turkcei: ergin kilictutan, istanbul-bir yayincilik 2. Baski: 1988, 173 sayfa.
'Cagin musluman kadindan bekledigi' turkcesi …? Ankara-endise yayinlari + istanbul-objektif yayinlari.
'Dine karsi din' turkcesi' prof. Dr. huseyin hatemi, istanbul-inaret yayinlari 4. Baski: 1993, 95 sayfa.
'Dinler tarihi (I) ' turkcesi: abdullah sahin, istanbul-yedigeckitaplari 1. Baski: 1988, …? Baski: 1992, 398 sayfa.
'Dinler tarihi (II) ' turkcesi: abdulhamit uzer, istanbul-yedigecekitaplari + istanbul-seckin yayincilik 1. Baski: 1990, 280 sayfa.
'Ebuzer-I gifari' turkcesi: …? Istanbul-teblig yayinlari.
'Fatima fatimadir' turkcesi: ismail babacan istanbul-dunya yayincilik 2. Baski: 1990, 199 sayfa.
'Hacc', turkcesi: [fatih selim] istanbul - sura yayinlari 7. Bask: 1991; 198 sayfa.
, 'Her gicret bir inkilaptir:, turkcesi: Hasan elmas, ankara-ihtar yayincilik 1. Baski: 1991, 95 sayfa.
'Hur dusunce mektebi', turkcesi: ali seyidoglu, ankara birlesim yayin-dagitim 1. Baski: 1989, 111 sayfa.
'iki sure iki yorum', turkcesi: s. naci karaarslan ankara-endise yayinlari 1. Baski: 1990, 104 sayfa.
'insan', turkcesi: samil ocal, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1990, 432 sayfa.
'insanin dort zindani', turkcesi: prof. dr. huseyin hatemi, istanbul-isaret yayinlari 4. Baski: 1992, 80 sayfa.
'islam bilim (I) ', turkcesi: faruk alptekin, istanbul-nehir yayinlari 1. Baski: 1992, 577 sayfa.
'islam bilim', turkcesi: …? , ankara-endise yayinlari.
'islami anlamak', turkcesi: [orhan oguzhan] ve …? , istanbul-objektif yayinlari, 1. Baski: 1991, 51 sayfa.
'islam nedir (I) ', turkcesi: ali seyidoglu, istanbul-bir yayincilik 2. Baski: …? , 156 sayfa.
'islam sosyolojisi uzerine', turkcesi: kamil can istanbul - zafer matbaesi 1. Baski: 1980.
'islam ve insan', turkcesi: opgan oguzhan sivas-seyran yayinlari 1. Baki: 1986, 47 sayfa.
'kapitalizm uyaniyor mu', turkcesi: fikret yalcinkaya, istanbul-dunya yayincilik 3. Baski: 1990, 79 sayfa.
'kendini bilmek', turkcesi: … ankara-endise yayinlari.
'kendini devrimci yetistirmek', turkcesi: malik ejder istanbulcizgi yayinlari 1. Baski: 1991, 249 sayfa.
'kendini yetistirmek', turkcesi: guseyin sahin ankara - sahra yayincilik 1. Baski: 1989, 205 sayfa.
'Kevir', turkcesi: muhammed nayif sayir, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1992, 384 sayfa.
'kurana bakis', turkcesi: ali seyidoglu, ankara-fecr yayinevi 3. Baski, 1992, 124 sayfa.
'kultur ve ideoloji etrafinda konusmalar', turkcesi: orhan bekin, istanbul-bir yayincilik 1. Baski: 1986, 174 sayfa.
'makaleler', turkcesi: serdar islam istanbul-objektif yayinlari 1. Bask: 1993, 174 sayfa.
'marksizm ve diger bati dusunceleri', turkcesi: fatih selimistanbul-bir yayincilik 4. Baski: 1988, 149 sayfa.
'medeniyet tarihi (I) ', turkcesi: ibrahim keskin ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1987, 312 sayfa.
'medeniyet tarihi (II) ', turkcesi: ibrahim keskin ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1987, 320 sayfa.
'medniyet ve modernizm', turkcesi: ahmet yuksekoglu istanbul-bir yayincilik 4. Baski: 1985 5. Baski: …? , 211 sayfa.
'mektuplar', turkecesi: muhammed said isjanbul-sura yayinlari 1. Baski: 1991, 222 sayfa.
'muhammed I taniyalim (islam nedir-II) ', turkcesi: ali seyidoglu, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1988, 175 sayfa.
'muhammed kimdir (islam nedir -II) ', turkcesi: ali seyidoglu ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1988, 343 sayfa.
'ne yapmali, turkcesi: muhammed hizbullah, istanbul-bir yayincilik 3. Basi: 1990, 183 sayfa.
'oze donus', turkcesi: kerim guney, istanbul - yedigecekitaplari 2. Baski: 1991, 461 sayfa.
'papa ve marx olmasaydi', turkcesi: ali iskenders, konyayakin yayinlari 2. Baski: 1983, …?
'siret', turkcesi: kerim guney, istanbul-yedigecekitaplari 1. Baski: 1991, 198 sayfa.
'sehadet', turkcesi: kerim guney, istanbul-yedigecekitaplari 1. Baski: 1991, 198 sayfa.
'sia', turkcesi: …? Ankara-endise yayinlari.
'toplumbilim uzerine', turkcesi: kenan sokmen, istanbul-bir yayinctlilk 2. Baski: 1988, 128 sayfa.
'ummet ve imamet', turkcesi: ahmet sait, ankara-fecr yayinevi 1. Baski: 1990, 128 sayfa.
've cevap veriyorum! ', turkcesi: m. emin cimendag intanbul-yedigecekitaplari 1. Baski: 1991, 191 sayfa.
'yarinin tarihine bakis', turkcesi: orhan bekin, istanbul-akabe yayinlari 1. Bask: 1988 2. Baski: …? , 98 sayfa.
'Islam Sosylojisi, Uzerine', Turkcesi, Kamil Can (Zafer Matbaesi Istanbul, 1980) .
'Medeniyet Ve Modernizm', Turkcesi, Fatih Salim (Islam Inkilabini Dunyaye Teblig Komitesi, Tehran, 1981) .
'Papa Ve Marx Olmasaydi', Turkcesi, Ali-Sabaheddin Yakin (Terran, 1982)
sosyalizm
20.07.2004 - 12:29' İslam açısından Sosyalizm '
Profesör Hüseyin Hatemi' nin İslam ve Marksizmin ilkelerinin bağdaşıp bağdaşmadığını incelediği kitabı... İlk baskısı 1967 yilinda yapılmıştır.
Ayrıca bakınız: Ali Şeriati, Alev Alatlı, Ebu Zerr, Sultan Galiyev...
ali şeriati
20.07.2004 - 12:28Ünlü düşünür J.P.Sartre şöyle demiştir:
' Bir dinim yok, fakat birini seçseydim, bu Şeriatî 'nin ki olurdu '
ali şeriati
20.07.2004 - 12:25'Benim içimde Marks'la Muhammed savaş halindedir' diyen bir genci örnek vererek ' Müslüman olamıyorsanız Marksist olun' diyecek kadar Marksizm'e karsi yumuşak yaklaşmıştır.
ali şeriati
20.07.2004 - 12:23Fikir ve aksiyon adamı ibaresinin tam karşılığı olabilecek bir alimdi.
Aslen İranlıdır ve Horasanda doğmuştur. İran devriminin sosyal aktorlerinden biri olarak kabul edilir. Sosyolog kişiliği ve Halife dönemine dair yaklaşımları benzeri olmayan gerçekçi bir sadelik ve doğrulukta olduğundan her zaman tehlikeli addedilmiştir. Bugün bile hala bir çok insan Ali Şeriati okumaktan korkar. Cezayir ve Mısırda verdiği konferanslar onu ölümsüzleştirecek fikir yapısını ortadoğuya yaymıştır. 44 yaşında zehirlenerek öldürülmesine rağmen -bıraktıkları/yaşadığı hayatı- oranı oldukça yüksektir.
Saadet devri ve islami fetihlerin sorgulanması, halife seçimlerindeki yanlışlıkları ve bu süreçteki ilk başkaldırı örneği veren ' Ebu Zerr ' i anlattığı eser okunmaya değerdir.
Fikirlerinin olgunlaşması çektiği acılara ve yattığı hapis cezalarına bile bağdaştırılabilir ki İranda 1962 yılında yakalanmasından sonra 17 ay hücrede yatmıştır. Tasavvuftan uzak net ve gerçekçi bir yaklaşım içerisinde olmuştur.
sosyalizm
20.07.2004 - 11:59İslam'da sosyalizm:
Konuya Kuran'dan ve hadislerden yola çıkarak girmek gerekmektedir özellikle. karşımıza çıkan anahtar söylemler:
*Mülk allahındır.
*Komşusu açken tok yatan bizden değildir.
Daha pek çok örnek verilebilecek olmakla birlikte bir de Hz.ömer'in hilafet döneminden bir anekdot:
Hz. ömer bir iftara davet edilir. Ev sahibi önüne bir kase içinde bal şerbeti koyar. 'Bu nedir? ' der halife. Ev sahibi de 'Bal şerbeti efendim. sizin için saklamıştık' halife hemen doğrulur yerinden ve der ki, 'Ne zaman ki ekonomik durumu en düşük düzeyde olan bir müslüman da bu bal şerbetini içecek duruma gelir, ben de o zaman içerim bal şerbetini' (ya da bu anlama gelecek birşey der)
Bu bağlamda, İslam tarihinden bir şahıs çıkmaktadır karşımıza. Sahabeden Ebu Zerr. Ebu Zerr Mekke dışında yaşayan bir kabileye mensuptur ve o zamanki anlayışa göre düşük bir kasttandır. Hatta müslüman olmdan önce hırsızdır. Mekke'ye gelip de müslüman olunca yalnız ve aşağı tabakaya mensup olduğundan dolayı koruyucusu da olmadığı için müşriklerden büyük işkenceler görmüştür. Bu şahıs için peygamberin 'Yalnız yaşar Yalnız ölür' diye de bir hadisi vardır. Bu bir tesbittir aslında. Aristokrasi ve soyluluk karşısında hep aykırı kalmış ve peygamberden sonra yönetici elitle de uyuşamamıştır. Yalnız başına yaşamıştır.
Ebu Zerr daha İslam devleti'nin kurumsallaşmaya başladığı dört halife devrinde biraz da sosyal tabakasından gelen psikolojik yapısıyla muhalefete başlamıştır. Örneğin devlet büyüyünce devletin bir hazinesi olması gerekmiş ve Beytul Mal denen 'devlet hazinesi' kurulmuştur. Ebu Zerr ise buna kökten karşı çıkmıştır. Zira 'Mülk Allah'ındır' ve Allah da ümmete bahşetmiştir.
İslam devleti ele geçen tüm malı müminler arasında eşit olarak dağıtmalıdır. Hazine kurup da ümmetin eşit hak sahibi olduğu ekonomik değeri istiflemek İslam inancı ile bağdaşmamaktadır ona göre. Kendisi halife Osman döneminde Şam'da yaşamaktadır ve muhalif tavrı malumdur. Şam valisi Muaviye denemek kastı ile olsa gerek ikibin altın gönderir kendine. O da bu altınları hemen çevresindeki insanlara dağıtır.
kapitalizm
20.07.2004 - 11:25“Dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam serveti, yeryüzündeki en yoksul 2,5 milyar insanının toplam gelirinden fazla. Dünyadaki 89 ülke son 10 yılda 23 kat yoksullaştı. Konuşmamda herkesi insanlık değerleri üzerinde yeniden düşünmeye çağırdım. Kapitalist sistem 300 yıldır dünyaya yön veriyor. (…) Niye terörizm patladı? Çünkü bugünkü sistemler, uydurma demokrasi sistemidir ve insanlığın faydasına işlemiyor.” (Yaşar Kemal)
harry truman
20.07.2004 - 09:29ABDnin katil başkanlarından sadece biri...
Bakınız: Hiroşima ve Nagazaki, Atom Bombası...A.B.D....
artık değer
20.07.2004 - 09:26Kapitalist Sömürünün Temel Unsuru: Artık Değer'dir! (yada bir başka deyişle artı değer)
Günlük yaşamı içinde her emekçi sömürüldüğünün farkındadır. Kendisi çalışmakta, üretmekte ama patronlar zengin olmaktadır; bunun farkedebilmesi için bilinçlenmesine gerek yoktur. Ama bu yüzeysel bilinç, ya da literatürdeki adıyla sınıfın kendiliğinden bilinci, onun bu du-rumdan kurtulabilmesini sağlayamaz. En fazla ekonomik mücadeleye yeter.
İşçi sınıfının içinde yaşadığı sömürü sistemini yıkıp, sömürüyü ortadan kaldırabilmesi için siyasi iktidarı ele geçirmesi gerekmektedir ki bu da ekonomik mücadele için yeterli olan kendiliğinden bilincinin ötesine geçebilmesine bağlıdır. Sömürüyü ortadan kaldırabilmek için o sömürünün nereden kaynaklandığı bilinmelidir. Çağımızın modern sömürü biçimi olan kapitalist sömürü, artı-değer sömürüsü üzerine kuruludur.
İşçinin üretim süreci, bir değer yaratma sürecidir. İşçi emeği aracılığı ile hammaddeleri, üretim araçları yardımıyla işleyerek başlangıçtakinden başka bir şeye; ürüne dönüştürür. Ürün adını alan cisimde ortaya çıkan değeri ona işçinin emeği kazandırmıştır.
Bir şeyi, değerli birşey yapan onun işe yarayıp yaramaması; yani yararlılığıdır. Ekmek, tuz, sandalye, pantalon, tabak, çorap, kaşık ve bunlar gibi birçok şey, tüm insanlar için bir değer taşıyan nesnelerdir. Bir işçinin de yaşamını sürdürmesi için böylesine nesneleri tüketmesi gerekmektedir. Tüm bu nesneler de birer ürün olduklarına göre bunların da bir değeri vardır. İşçinin yaşamak için tüketmek zorunda olduğu bu ürünler de başka işçilerin emeklerinin ürünüdür. Ancak işçinin yaşamını sürdürmek için tükettiği ürünlerin toplam değeri, kendisinin çalışırken ürettiği değerden daha azdır. Aradaki bu farka artı-değer diyoruz.
İşçinin üretim sürecinde ürüne aktardığı değer, bu ürünün satılmasıyla paraya dönüşür. Bu paranın bir bölümü üretim için gerekli harcamalara (hammadde, enerji, bina kirası vs.) giderken, bir diğer bölümü de işçiye ücret olarak verilir. Geriye kalan para ise patronun cebine kâr olarak girer. Bu kârın kaynağı ARTI DEĞER dir. Patron, hammadde, enerji vb. girdilerin fiyatlarını belirleyemez, piyasa fiyatından almak zorundadır. Ürünlerini de piyasa koşullarının belirlediğinden daha yüksek fiyata satamaz. Bu durumda rakip firmaların daha ucuza sattığı aynı tür ürünlere pazarını kaptırır. Ürünlerin piyasada satılabilmesini sağlayan, onlara işçiler tarafından kazandırılan değerleridir. Ürün, hammadde, diğer giderler ve ücret olarak zaten belli bir maliyete sahipken, piyasada bu maliyetin üzerinde satılabilmesini sağlayan şey, ona işçiler tarafından kazandırılan bu değerdir. Bu nedenle, patronların kârlarının yegane kaynağı, işçilerin emeğidir.
Bir çivinin piyasada satılabilmesini sağlayan şey, onun çivi olarak yararlılığıdır ve bu çivi olarak işe yarama niteliği, bir parça demire işçinin emeği tarafından kazandırılmış bir niteliktir. Eğer sadece maliyeti kadar bir fiyata satılacak olsa, bir çivi ile bir parça demirin fiyatı arasında çok az bir fark olurdu. Bu durumda kimse çivi üretmek için uğraşmazdı. Ama çiviye duyulan ihtiyaç, ona bir parça demirden daha fazla bir değer kazandırmıştır. İşte bu daha fazla değeri, işçinin emeği yaratmıştır. Bu değer sayesinde çivi satılır. Ancak bu satıştan sonra işçiye ücret olarak ödenen para ile satın alabileceği değer, işçinin tüm ürettiği çivilerin değerinden azdır. Günde on bin tane çivi üreten işçinin günlük ücreti ile ancak 2 bin çivi alınabilmektedir sözgelimi. Aynı örnekte 2 bin çivi karşılığı paranın da hammadde, enerji, kira vb. giderlere harcandığını varsayarsak (10-2-2=6) , 6 bin çivi karşılığı para, patronun cebine kâr olarak girer. İşte bu 6 bin çivide cisimleşen değer, artık-değerdir.
mümtaz soysal
19.07.2004 - 17:32HABER ANALİZ: Sayın Soysal, Lahey’deki Kıbrıs Zirvesine Rauf Denktaş’ın danışmanı olarak katıldınız. Öncelikle görüşmeleri ve katılan tarafların tutumlarını değerlendirir misiniz?
M.S.: Lahey görüşmeleri 10 Mart diye verilmiş olan bir tarih dolayısıyla yapıldı. O tarih de şunun içindi: Rum ve Türk tarafı olmak üzere iki taraf, Annan Planı denen metni referanduma sunmayacaklarına dair beyanda bulunacaklar veya sunacaklarsa bunun bağlantısını yani hükümlerini üstlendiklerini. imzaları ile belirteceklerdi. Türk tarafı olarak Annan Planı’nın içeriği ile birlikte bu yönteme de itiraz ettik. Çünkü normal olarak metinler, planın ilk şeklinde de olduğu gibi bir mutabakata varılıp, ortaya uzlaşılmış bir metin çıktıktan sonra referanduma sunulur. Şimdi ki durumda ortada bir mutabakat yokken BM’nin kendisinin ortaya koyduğu bir metnin referanduma sunulması söz konusuydu, bu da yöntem olarak yanlıştı. Çünkü karşı taraf; Kuzey Kıbrıs’ta yapılan toplantıların ve mitinglerin, halkın ne pahasına olursa olsun AB’ye girmek istediğini göstermesinden dolayı bu plana da “evet” diyebilirler diye cesaretlendiler ve bu yolu denediler.
Buna ilaveten bizim planın içeriğinde artık herkesin bildiği bir takım itirazlarımız vardı. Her şeyden önce haritaya, daha sonra iki kesimliliğin ihlal edilmesine, kuzeye 85 bin kadar –ki bu kaldırılamayacak bir sayıdır- Rum nüfusun yeniden yerleştirilmesine, yerleştirilmeleri büyük problem yaratacağı için karşı tarafa verilmiş olan topraklardan Türklerin göç ettirilmesine itirazlarımız vardı. Ayrıca Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki garantisinin zayıflatılmasına ve teorik olarak da devletin kuruluş aşamasda egemenlik konusunun yanlış düzenlenmiş olmasına itirazımız vardı. Biz istiyorduk ki kurulacak olan yeni ortaklık, kuzey ve güneydeki her iki devletin kendi egemenliklerinden verdikleri egemenlik payı ile ortaya çıksın yani müşterek egemenliğin kaynağı her iki devletin egemenliği olsun. Bu konu sadece teorik olarak değil ama ileride çıkacak olan anlaşmazlıklar dolayısıyla konunun bir iç sorun sayılmaması için de önemliydi. Bütün bunlar Lahey’de tekrar anlatıldı.
Hatta karşı tarafın beklemediği bir biçimde eğer Lahey’de ya da önümüzdeki kısa bir süre içinde anlaşma sağlanabilirse referanduma gitmeyi de Türk tarafı kabul etti. Ama BM, “Artık müzakere olmaz. Bu şekli ile referanduma sunulacaktır.” dedi. Kamuoyunun bilmediği bir şey de; Türk tarafı bütün bu “uzlaşmazlık” etiketlerinden kurtulmak için BM’nin bu görüşüne de “evet” dedi. Ama arkasından gelen tavır; eğer bu evetler iki tarafta da ortaya konmuşsa, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye olmak üzere garantör devletlerin, referanduma gitme taahhüdüne katılmaları ve sonuçlarını da peşin kabul etmeleri yönündeydi. Görüşmeler bir aşamadan sonra garantör devletler için yapıldı. Yani İngiltere, Yunanistan, Türkiye ve BM’nin katıldığı bir müzakere süreci oldu.
HABER ANALİZ: Garantör ülkeler ve BM düzeyindeki bu müzakerelerde neler görüşüldü?
M.S.: Bu müzakerelerde BM, belirttiğim gibi anlaşma olmadan da referanduma gidileceğini ve Türkiye’nin de bunu kabul edeceğini imza ile göstermesini istedi ki bu da yanlıştı. İngiltere ve Yunanistan da aynı şekilde Türkiye üzerinde baskıda bulunmaya kalktılar. Fakat Türkiye kendi anayasası dolayısıyla böyle bir şey yapamayacağını ileri sürdü. Her şeyden önce; BM’nin, “Eksikliklerin 28 Mart’a kadar müzakereler ile tamamlanabileceğini, tamamlanmamış olan kısımların kendilerince doldurulacağını” söylediği planın tamamlanmamış noktaları vardı. Türkiye ise en azından bir kısmının içi boş, bir çeşit açık çeke benzeyen bir metnin referanduma sunulmasına karşı çıktı.
Asıl önemlisi Türkiye, ortada tamamen imzalanabilecek bir anlaşma bulunmadığını, kaldı ki öyle bir anlaşma olsa bile Türkiye’nin devlet olarak kesin biçimde kendisini buna bağlamasının, bizim anayasa sistemimiz bakımından mümkün olmadığını söyledi. Türk Anayasa Sisteminde; antlaşmalar müzakere edilir, diplomatlar parafe ederler ondan sonra hükümet de bu antlaşmayı benimsemişse onaylanmasının uygun bulunması için meclise “onaylamayı uygun bulma tasarısı” sevkeder. O tasarı kanunlaşır. Kanunlaştıktan sonra o kanuna göre Bakanlar Kurulu, onaylanması yani son aşamada devlet adına imza atılması için kimi yetkilendirecekse -Cumhurbaşkanı, Bakan- o kişi, devlet adına imzalar. Türkiye, 10 Mart 2003 günü Lahey’de bu nedenler ortadayken böyle bir yükümlülük altına giremezdi. Zaten tarafların kerhen buna evet dedikleri de açıkça ortadaydı. BM Genel Sekreteri Kofi Annan, kendi ifadesi ile “Fişi çektim.” dedi. Dolayısıyla görüşmeler kesilmiş, bitmiş, bu süreç bununla noktalanmış oldu. Artık bu süreç içinde müzakere söz konusu değil.
HABER ANALİZ: Sayın Soysal, “Şimdi ne olmayacağını gördüler. Artık oturulur. Nelerin olabileceği konuşulur.” şeklinde dikkate değer bir açıklamanız oldu. Bu noktadan sonra Kıbrıs sorununun çözümü için neler yapılabilir?
M.S.: Bundan sonra ne olacaksa BM’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde olması gerekir. BM, tarafları görüştürmede yardımcı olur; görüşme yeri, düzeni, sekreteryası gibi alt yapıyı oluşturur fakat “iyi niyet misyonu” nda, BM’nin bir öneride bulunma hatta arabulucuk yapma, tarafları birbirine uzlaştırma gibi bir görevi de yoktur. De Soto misyonunun yanlış yönlerinden biri de buydu, kendi sınırlarını aştılar.
Belirttiğim gibi “iyi niyet misyonu” çerçevesinde her iki taraf yüz yüze görüşür -ki De Soto turunu başlatmış olan da Türk tarafının yüz yüze görüşme önerisiydi- bir anlaşma sağlanırsa 1960 antlaşmalarında belirtildiği gibi tarafların vardığı sonuçlar garantör ülkelerce de onaylanır. O zaman Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girişi arızasız olur. Şimdiki haliyle GKRY, 16 Nisan’da gidip imzalayacaklar. Dolayısıyla katılım süreci AB ile aday ülkeler açısından tamamlanmış olacak. Ondan sonra bunun diğer devletlerce parlamentolarında onaylanarak kabul edilmesi gerekecek. Şimdiki durumda AB’nin açıklamasına göre -zaten Kopenhag’da da öyle bir açıklama yapılmıştı- Avrupa müktesebatı, kuralları kuzeyde uygulanmayacak biçimde Kıbrıs Cumhuriyeti bütün ada adına alınmış olacak.
HABER ANALİZ: Böyle bir durumda Türkiye’nin işgalci durumuna düşeceği söyleniyor.
M.S.: Ben buna katılmıyorum. “Türkiye bir Avrupa toprağını işgal etmiş durumda olacak.” diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü Türk kuvvetleri adada 1960 garanti antlaşmasına göre bulunmaktadır. Türkiye’nin adada bulunması sınırlanacaksa, buna müsaade eden hükümler çıkarmak gerekir. Adada, 1960 antlaşmaları ile kurulmuş olan düzen bozulmuşsa, Türkiye müdahale edebilirdi ve bu müdahaleyi de yaptı. Dolayısıyla çekilebilmesi için düzenin yeniden kurulması gerekir. Ama bunun rastgele bir düzen değil 1960’taki düzeni karşılayabilecek bir düzen olması yani tarafların eşit olarak katıldıkları ve yeni ortaklığın kurulması gerekir. Şimdiki halde böyle bir durum yok. Böyle bir durum için uğraşıldı olmadı. Dolayısıyla Türkiye orada hukuken sağlam bir biçimde kalmaktadır. Avrupa bunu başka türlü yorumluyorsa ki bazıları öyle yorumluyorlar. Bu yorum bizimkine uymadığında biz de bundan dolayı çıkıp gidecek değiliz. Avrupa da herhalde kuvvet kullanarak Türk Ordusu’nu oradan çıkarmaya kalkışmayacaktır. Bosna ve Kosova’da görüldüğü gibi AB öyle kendi evlatlarını başkaları için savaşmaya yollamıyor.
HABER ANALİZ: Kıbrıs’ın AB’ye katılması sorunu nasıl bir yolla çözülebilir?
M.S.: Daha sağlıklı ve hukuka uygun bir yol ile Kuzey Kıbrıs’ın Güney ile birleşerek AB’ye girmesi Türkiye’nin girmesine bağlanabilir. Bizim şimdiye kadar ısrar ettiğimiz gibi 1960 antlaşmalarına göre Türkiye ve Yunanistan olmak üzere iki tarafın da üye bulunmadıkları bir kuruluşa, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin girmesi, yine iki tarafın rızası ile olabilir. Bu rıza yoksa girmemesi gerekir. AB’ye biz uzunca bir süre bunu anlattık. Türkiye bu yöntemi, bu usulsüzlüğü kabul etmedi. Türkiye’nin de kabul edebileceği bir usul, Türkiye de üye olduğu zaman Kıbrıs’ın bu şekilde birleşerek girmesi olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin adaylığının tam üyeliğe dönüşmesi ile kuzeyin güney ile birleşmesi aynı zamana ayarlanabilir. Bu da Türkiye’nin AB’ye girmesinin, AB’nin Türkiye’yi almasının, Türkiye açısından bir koşuludur. Özellikle de Kıbrıs’ın birleşmesi açısından Türkiye’nin bir koşuludur.
Dolayısıyla Türkiye’nin AB ile müzakereleri başladığında Kıbrıs’taki müzakerelerin de, buna paralel olarak yani “AB içinde bir Türkiye durumunda nasıl bir çözüm olabilir? ” konusu düşünülerek ayarlanması gerekecek. Zaten şimdiye kadarki çabaların sonuç vermeyişinin, başarılı olmayışının nedenlerinden biri de budur. Türkiye üye olmadıkça Ankara, kuzeyi güneyin kucağına atmak ve AB’nin kuralları içine sokmak konusunda büyük tereddüt geçiriyor. Çünkü o kurallar ve bulunabilecek yanlış bir çözüm Türk tarafının erimesine, eritilmesine yol açar. Türkiye de bunu istemiyor. Onun için şimdi ortaya çıkmış olan durum Türkiye’nin isteklerine uygun bir durumdur.
HABER ANALİZ: Söyledikleriniz çerçevesinde tekrar sormak istiyorum: “Türkiye nasıl davranmalı? ”
M.S.: Türkiye’nin değişik biçimlerde davranmasını isteyenler de var. Bunların başında AB’ye girmek için acele edenler, “Bir an önce girelim.” diyenler geliyor. Onların zaten şimdiye kadar verdikleri izlenim ile “Türkiye AB’ye o kadar çok girmek istiyor ki her şeyi göze alabilir, feda edebilir, bu arada Kıbrıs’tan da vazgeçebilir.” görüşü ağır bastı. Nitekim bu planların hazırlanmasında daha çok rol oynayan İngiltere’nin ve Kıbrıs Özel Temsilcisi Sir David Hannay’in görüşü buydu. Bu planın bu şekle dönüşmesinde büyük rolü oldu. Çünkü Türkiye’de de tıpkı adanın kuzeyinde olduğu gibi insanlar AB’ye girmek için can atıyorlar. Oysa AB Türkiye’yi almak için can atmıyor. Kamuoyu yoklamalarına baktığımız zaman bugünkü 15 üyeden 11’inin henüz kamuoyu olarak Türklerin alınmasından yana olmadığı ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla Türkiye bu konuda bu kadar istekli olunca Avrupa’da herkes Kıbrıs konusunda Türkiye’yi kendi tezinden yani “Türkiye’ye girmeden Kıbrıs girmez.” tezinden uzaklaştırmaya çalıştılar ve büyük bir ölçüde başarılı oldular. Şimdi Türkiye’de bu acele girişten yana olanlar Almanya örneğini alıyorlar. Almanya ikiye bölünmüşken batıdaki Almanya AB’nin kurucusu ve en önemli üyesi oldu. Doğu Almanya’daki rejim yıkılınca, her iki tarafın birleşmesi sorununu kendi aralarında hallettiler ve Doğu Almanya, mevcut anayasal düzenin içine üç yeni eyalet olarak eklendi. Şimdi Kıbrıs için de bunu Avrupa düşünüyor olabilir. Türkiye’de de ona yatkın olan zihniyetler var. Yani yine görüşmeler devam eder ve uzlaşma olursa Almanya örneğine benzer biçimde AB’ye girmiş olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne kuzey böylece eklenebilir.
Oysa bizim böyle bir şeye yanaşmamız mümkün değil. Çünkü biz yeni bir ortaklık olsun istiyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti devam etmiyor onun yerine kuzey ve güneydeki cumhuriyetler arasında yeni bir devlet kuruluyor diye masaya oturmuştuk. Almanya modeli şimdiki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı anlamına gelir. Bunu da Türk tarafı kabul etmez, edemez, etmemesi gerekir. Ama etsin diyenler de çıkacaktır.
HABER ANALİZ: Türkiye, ekonomik açıdan Kuzey Kıbrıs’a destek vermeye devam etmeli midir?
M.S.: Türkiye’nin destek vermesi demek çalışmayan bir çocuğunu sonuna kadar desteklemesi anlamına gelir. Türkiye’nin desteği elbetteki kesilmez. Ama önemli olan Kuzey Kıbrıs’ta kendi kendine işleyebilen, kendi kendini hayatta tutan ve oradaki insanların emeği ve çabasıyla ayakta duran bir cumhuriyetin ortaya çıkmasıdır. Türkiye’nin, içerideki bozulmuş olan düzenin düzeltilmesini sağlamadan Kıbrıs’ı sonuna kadar ekonomik açıdan desteklemesi düşünülemez. Önemli olan Kıbrıs için bir planın yapılması ve bu plan ile Türkiye’nin kaynak tahsisinin yanı sıra Kıbrıs’taki üretimin çalışmasını, oradaki insanların çalıştırılmasını, bir takım özverilerin göze alınmasını sağlamaktır.
HABER ANALİZ: Irak konusunda Türkiye ABD’ye yardım ederse, “ABD, Kuzey Kıbrıs’ın tanınmasını sağlayabilir.” diyenler var.
M.S.: Bu Türkiye’de çok konuşulan boş bir denklem. Tam tersi bütün bu son müzakereler boyunca yani son 1 yılı aşkın süredir ABD, müzakereleri kolaylaştırmak ve Türk tarafının elini güçlendirmek için hiçbir şey yapmadı. En azından güvenlik ambargoları kaldırtabilirdi. Böyle bir çabası dahi olmadı. Tam tersine ABD’nin Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston, Kuzey Kıbrıs’taki toplantıları izledi, onlara destek verir tavırda konuştu ve hatta son aşamada ortaya çıkan referandum yönteminin bu duruma gelmesinde rol oynadı. Dolayısıyla ABD Kıbrıs konusunda, Türkiye de Irak’ta bize yardım eder, ediyor ya da edecektir diye herhangi bir yardımda bulunmadı. Niçin böyle çünkü Türkiye’nin durumu zayıf olduğu için herkes, “O konuda şunu yaparsa, bu konuda bunu elde eder.” diye değil, “Her konuda hersek ne alabilecekse onu alalım.” diye Türkiye’nin üzerine çullandı.
HABER ANALİZ: “Türkiye köşeye sıkıştırılmasına rağmen Kıbrıs’ın arkasındadır.” diyebilir miyiz?
M.S.: Türkiye Kıbrıs’ın arkasında durmazsa köşeye sıkışmış kalabilir. Köşeden çıkmanın, başarılı olmanın çaresi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs konusunda herhangi bir görüş ayrılığının bulunmadığını dünyaya göstermektir. Türkiye’nin Kıbrıs’ta kendi yardımıyla kurtarılmış topraklarda kurulu bir devlete sahip çıkması gerekir. Böyle olduğu zaman sorun çözülür. Yoksa Türkiye bıraktığı zaman yine Türkiye’nin üstüne yıkılan sorunlar ortaya çıkar. Diyelim ki daha önce belirttiğim biçimde AB’nin kuzeyi kaderine terk etti güneyde de öylesine bir çözüm sağlandı. Eğer o çözüm yürümez de oradaki toplum geçmişte olduğu gibi adadan çıkarılma, dışlanma, katliam ile karşı karşıya kalırsa Türkiye şimdi “öyle olsun” diyenlerin istedikleri biçimde davranmış olsa bile Kıbrıs’a yine müdahale etmek zorunda kalacaktır. Kuzey Kıbrıs’takilerin kaderini böylesine boşlukta bırakamayız. Kaldı ki Türkiye’nin stratejik çıkarları da vardır. Onun için Kuzey Kıbrıs’taki Türk Ordusu varlığının devam etmesi gerekir.
HABER ANALİZ: AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verhaugen’in sözcüsü, bu konuda BM’nin kararı olduğunu açıkladı.
M.S.: BM’nin, Türkiye’nin harekatının durdurulması kararı var. Kurulmuş olan devletin tanınmaması kararı var. Bu devlete yardım edilmemesi kararı var. Ama “Türk kuvvetleri orada işgalcidir.” diye bir kararı yok. Çünkü BM de biliyor ki Türk kuvvetleri orada antlaşma gereğince bulunuyor. Böyle bir karar verdiği andan itibaren garanti antlaşması, kuruluş antlaşmaları da geçersizleşir ve o zaman Kıbrıs’taki egemen toprak, İngiliz toprağı sayılan İngiliz üslerinin varlığı da tehlikeye girer. BM’nin böyle bir saçmalık yapacağını sanmıyorum. Yaptığı zaman da dinlenemez, uyulamaz bir karar haline gelir.
bağımsız cumhuriyet partisi
19.07.2004 - 17:13' Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı TBMM’nde ilk 49 maddesi görüşülerek durduruldu. Kalan geçici maddelerin görüşülmesi, yerel yönetim tasarıları kabul edildikten sonra yapılacak. Bu taktik, KYTK’na karşı yükselen toplumsal muhalefetin “soğutulması” ve yerel yönetim tasarılarıyla parçaların yerleştirilmesi amaçlıdır. Bu arada yerel yönetim tasarılarından İl Özel İdaresi Kanun Tasarısı TBMM’den çıktı ve Cumhurbaşkanlığı onayına gönderildi. Belediyeler Kanunu Tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Ardından Büyükşehir Belediye Kanunu Tasarısı Genel Kurul’a indirilecek. TBMM Genel Kurulu, tasarılar bitinceye kadar dur-duraksız çalışma kararı alınarak, sağlıksız bir görüşme sürecine sokulmuş bulunuyor. Yasama süreci, toplumsal örgütlerin ilgisiz, soğuk, uzaktan bakışları altında ilerliyor.
Sonbaharda karşımıza dört tasarı daha gelecektir:
• Bunlardan biri, Türkiye’de AB’nin isteği üzerine 26 bölge yönetimi yaratmayı amaçlayan Bölge Kalkınma Ajansları Kanun Taslağı’dır.
• İkincisi, IMF, Dünya Bankası, OECD, Avrupa Birliği’nin istekleri doğrultusunda ülkenin yönetimini ulusal siyaset ve ulusal yönetimden koparıp küresel piyasalara ve küresel örgütlere bağlamayı amaçlayan Bağımsız İdari Otoriteler Kanun Taslağı’dır.
• Üçüncüsü, IMF ve Dünya Bankası isteği doğrultusunda kamu personel rejimini esneklik, sözleşmelilik, performans, örgütsüzlüğe saplayacak olan Kamu Personel Rejimi Kanun Taslağı’dır.
• Dördüncüsü, ülkenin gelir yönetimini IMF’nin isteği üzerine bu örgütün doğrudan denetimine sokacak olan Gelir İdaresi Başkanlığı Kanun Taslağı’dır.
Bunların yanısıra, AB Uyum Paketleri’nin dokuzuncusu hazırlanmakta; Türk Ceza Kanunu toplum yararını değil girişimci-birey yararını gözeten bir ruhla toplumsal suç-ceza sistemini değiştirmeye yönelmiş bulunmakta; emeklilik ve sağlık haklarını bir kez daha tırpanlamaya girişen sosyal güvenlik “reformu” için yasa hazırlıkları yapılmaktadır.
Tüm yönetim sistemi, yönetme kudreti ülke halkından gittikçe daha fazla uzaklaştırılarak yasa hükümleriyle zincire dönüşmektedir.
KAMU YÖNETİMİ TEMEL KANUNUNA HAYIR! demek, bundan böyle yukarıda anılan tüm yasa hazırlıklarına HAYIR! demektir. Bu HAYIR! Türkiye’nin sömürgeleştirilmesine HAYIR! demektir.'
diyen parti.
4 temmuz 2003
19.07.2004 - 16:19AKP, çuval ve ayaklar altına alınan milli onur!
bir mayıs
19.07.2004 - 16:181 Mayıs 1977... İstanbul Taksim Meydanı’nda kutlanan İşçi Bayramı biterken çıkan olayda 34 kişi ölürken yüzlerce kişide yaralandı. Yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingi kana boyayanlar yakalanmadı... aradan geçen 24 yıla rağmen hâlâ olayın failleri bırakın yakalanmayı, belli bile değiller!
1 Mayıs 1977 katliamının ardından basın olayı değişik yorumlarla verdi. 1 Mayıs öncesi başlayan “Olay çıkacak” başlıkları, 1 Mayıs sonrası şöyleydi:
Hürriyet: Mayıs Katliamı: 34 Ölü,
Milliyet: Taksim’de Kanlı Miting: 34 Ölü, Yüzlerce Yaralı,
Günaydın: Maocu Vatan Hainleri İşçi Bayramı’nı Kana Buladı: 39 Ölü Var!
Cumhuriyet: 1 Mayıs Kanlı Bitti: 33 Ölü,
Politika: 1 Mayıs Töreni Saldırıya Uğradı - 35 kişi öldü, yüzlerce yaralı var,
Tercüman: Maocular, DİSK’in İstanbul’da yaptığı mitingi bastılar - 34 Ölü Var,
Son Havadis: Taksim savaş alanı gibiydi - Kızıllar Kudurdu,
Hergün: Solcular 40 İşçiyi Katletti,
Bayrak: Taksim’de 38 Ölü,
Yeni Asya: DİSK mitinginde komünistler birbirini yedi, 40 ölü - Taksim’de Savaş...
Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur MUMCU’nun 1 Mayıs Olayı’na basının yaklaşımını irdeleyen yazısında sorduğu sorular hâlâ güncelliğini koruyor.
Soruşturma nasıl yapılmalı! ..
Uğur Mumcu,
Cumhuriyet gazetesi, 6 Mayıs 1977
1 Mayıs Olayı, Türk basını için sınav günü oldu. Bakınız bir kısım basın olayı nasıl çarptırdı, kamuoyunu aldatmak için hangi duyguları kullandı. Bunları acıyla izliyoruz.
Bu tür olaylarda, peşin ve değer yargılarından kaçınmak gerekir. Çünkü peşin yargılar, çoğu kez, gerçeğin gizlenmesine yarar. Düşüncenin yerini duygu, soğukkanlılığın yerini öfke alır. Bu öfke ve duygu selinden ayrılmasak, gerçeği gün ışığına çıkaramayız.
Sağ güçler, bu olaydan çıkar sağlamaya çalışıyor. Partiler, dernekleri TRT’si yazar ve çizeri ile, DİSK’i sanık sandalyesine oturtmak, İstanbul’un ilerici, namuslu ve yürekli Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ı karalamak, bundan siyasal yarar sağlamak istiyorlar. Buna meydan vermemek gerekiyor.
Türkiye’de yıllardır bir oyun oynanıyor. Bir plân adım adım uygulanıyor. Önce, sağ kesim içinde, silahlı örgütler oluşturup, sol kesim üzerine saldırttılar. Bu yetmedi... Şimdi de, solu kendi içinde parçalamak, solu, yine solun bir “fraksiyonu” ile yıpratmak, yoketmek ve yozlaştırmak istiyorlar.
Devrimci bilinç işte bugünler için gereklidir...
1 Mayıs öncesinde bir sürü siyasal cinayet işlendi. İstanbul’un orta yerinde genç insanları kurşun yağmuruna tutan eşkıya çetesinin bir üyesi bile yakalanamadı. Sırtında bunca kara tabutu taşıyan İstanbul Valisi nasıl gönül rahatlığı içinde koltuğunda oturmaktadır? ..
İleri basın olarak, 1 Mayıs öncesindeki siyasal cinayetleri olduğu gibi, 1 Mayıs olayını da didik didik edip, bunların suç belirtilerini, kanıtlarını, devletin bürokratlarına, bakanına, valisine, emniyet müdürüne, bir bir sormalıyız...
Dört beş gündür gazetelerde okuyorsunuz. İntercontinental Oteli’nden kalabalığa ateş açıldığı söyleniyor. Bu konuda herhangi bir soruşturma yapılmış mıdır? Bu otelin “güvenlik amiri” Emniyet Genel Müdürlüğü eski yardımcılarından ve İstanbul Emniyet eski Müdür Vekillerinden Mehmet Akzambak’a herhangi bir soru yönetilmiş midir?
1955 yılının 6/7 eylül olaylarına yol açan olay Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atılmasıydı. Yassıada duruşmalarında, bu bombanın bir güvenlik görevlisi olan, Oktay Ergin tarafından konduğu anlaşılmıştı. Yassıada duruşmalarına kadar 6/7 eylül olaylarının “solcular” tarafından yapıldığı ileri sürüldü. İleri sürülmek ne kelime, birçok solcu bu gerekçeyle tutuklanmış, aylarca hücrelerde yatırılmıştı...
Atatürk’ün Selanik’teki doğduğu eve bomba koyan güvenlik görevlisi Oktay Ergin, şimdi nerdedir dersiniz? Emniyet Genel Müdürlüğü Güvenlik Dairesi Başkanlığında... Oktay Ergin, 1 Mayıs toplantısı ile ilgili önlemlerin alınmasında ve uygulanmasında en önemli görevlerden birini üstlenmişti.
Sanırız, Oktay Ergin’de bu konuda çok yararlı bilgiler vardır...
Burada belirli kişileri suçlamak amacı gütmüyorum. Fakat, bu olay, enine boyuna, bütün ayrıntılarıyla incelenmeli ve her belirti, her kanıt, kamuoyu önünde tartışılmalıdır...
İntercontinental Oteli ile Sular İdaresi duvarından ateş açanlar yakalanmış mıdır? ... Bunu kimden soralım? Emniyet Genel Müdürlüğünden mi, Güvenlik Dairesi Başkanlığından mı? İstanbul Valisinden mi? Kimden? ...
deniz gezmiş
19.07.2004 - 15:531947 - 1972 yılları arasında yaşamış, 25 yaşında bir gençken, hiç bir insanı öldürmediği halde asılarak idam edildi. Evet sadece 25.(YİRMİ BEŞ)
ernesto che guevara
19.07.2004 - 15:4939 yaşında öldürülen devrimci.
sağ ve sol
19.07.2004 - 14:32Mehmet Metiner: İslamcı olarak sosyalizme daha yakınım
'İslam dini bence sosyal adaletçi bir dindir. Eğer siz solu veya sosyalizmi din karşıtı olarak algılarsanız, tabii ki İslam diniyle solun bağdaşması mümkün değil. Ama emeğe saygıyı, sosyal adaleti veya doğrudan adaletin kendisini tesis etmeyi isteyen bir ideoloji olarak alırsanız solu, İslamcılık sola çok daha yakındır. Ama ne yazık ki ülkemizde sol veya sosyalist ideoloji doğrudan doğruya kendisini din karşıtı bir pozisyonda ürettiği için İslamcılık ile hep çatıştı. Sağcılık muhafazakârlık, tutuculuk, bir anlamda geriliktir. Sol, tanımı gereği değişimci, yenilikçi bir öze sahiptir. Ama Türkiye'de nedense sol, statükonun bekçiliğine soyundu. O yüzden solla İslamcılık arasında Türkiye'de bence gerekli olmayan hatta anlamsız bir çatışma iklimi yaratıldı. Ben 15 yaşından beri İslamcılık hareketinin içinde olan bir insanım ama kendimi her zaman sola daha yakın hissediyorum. İslamcı solcu tabii ki olabilir. Kendimi solun değerlerine çok daha yakın hissediyorum. Mesela Suriye'de Müslüman Kardeşler hareketinin lideri olan Mustafa Sıbai İslam Sosyalizmi diye bir kitap yazmıştır. Müslüman Kardeşler hareketi bile İslam sosyalizminden söz edebiliyor. Seyit Kutup sol orijinden gelen biriydi. Sosyal adaleti, emeği, toplumculuğu savunan bir İslami sol, İran'da devrimin çok önemli hazırlayıcılarından biri olan Ali Şeraiti, Marksizm'in solun paradigması içinde yeni bir İslami yorum üretmeye çalıştı. Yeni bir açılım olarak gündeme gelmeli. Kendini bu temelde yeniden tanımlamış ve konumlamış sola Türkiye'nin ihtiyacı var. Bu temelde yeniden demokratik temelde tanımlanmış bir İslamcılık anlayışına ihtiyaç var. Her iki anlayışın da çok rahat biçimde yan yana yürümesi gerektiğine ve Türkiye'yi bu çıkmazdan kurtarması gerektiğine inanıyorum.'
hüseyin hatemi
19.07.2004 - 14:10Radikalden Neşe Düzel in Hatemi ile yaptığı roportaj:
New York'taki son terör olayından sonra birden Müslümanlık gündeme geldi. Müslüman ülkelerin gelişmemişlik gibi ortak bir özelliğini sanki aniden keşfettik. Şimdi Müslümanların niye gelişmediği tartışılıyor. Sizce neden Müslüman ülkeler gelişemedi?
Çünkü daha başta hukuk devletinden sapıldı. Hazreti Peygamber'in hemen vefatından sonra sapma başladı. Yanlış yorumlar yapıldı, yanlış örnekler yaşandı ve yanlış bir tarihi birikim oluştu. Bütün bu sapmalara rağmen, hiç değilse Abbasiler döneminde İslam âlemi gene de gelişmemiş değildir. Batı'yla kıyaslandığında gelişmişti. Ama sapma ve zulüm tam anlamıyla önlenemediği, hukuk devleti ve adalet sağlanamadığı için, İslam dünyası o teknik gelişmeye ve refaha rağmen Moğol istilasına karşı duramadı. Moğol istilası ve Haçlı seferlerinin sonucunda İslam dünyasında o maddi refah da kalmadı.
O olayların üzerinden 600 yıldan fazla zaman geçti. İslam ülkeleri neden bu kadar uzun bir süreçte hâlâ gelişemedi peki?
Osmanlı'nın kuruluş devrinden sonra Batı Rönesans ve reform hareketleriyle canlanma gösterirken ve coğrafi keşiflerle Amerika'ya giderken, İslam dünyasında bu kez bir başka dert gerilemeye neden oldu. Bu da hükümdarların, bir nevi din savaşı gibi gösterilen, aslında Ortadoğu hâkimiyetini ele geçirmek için savaşmasıydı. Amerika kıtasına gidemeyen, Avrupa'yla da ilişkisi iyi olmayan Osmanlı'nın bu savaşlar sonucunda İran'la da kültürel ve ticari ilişkileri kesildi, Doğu'yla rabıtaları tıkandı. Eğer İslam, bu sırada uyanıklık gösterip gerçek bir reform ve yeniden yapılanma gerçekleştirebilseydi, Avrupa ilerlerken, o gerilemezdi.
İslam dünyasında Batı'daki gibi bir Rönesans ve reform hareketi neden yaşanmadı peki?
İslamın temel ilkelerinde esasen şimdi de reforma gerek yok. Ama eldeki Kuran metninin doğru bilincine varılmalı. Bir de tabii İslam toplumlarında Batı'da olduğu gibi bir burjuva sınıfından da bahsedemiyoruz. Batı'daki reform, dini çatışmadan ziyade burjuvazinin feodaliteyle savaşının bir görünüşüdür. Oysa Moğol istilasından sonra Osmanlı'da katı bir merkeziyetçilik uygulandı. Avrupa'daki gibi feodallerin mahalli aydınları koruması, saraylarda kültür hareketlerinin yaşanması, rönesans hareketi olmadı. İslam âleminin diğer önemli parçası İran'da da Rönesans yaşatılamadı. Sonuçta İslam dünyası bugünkü acıklı hale düştü. Türkiye Cumhuriyeti de maalesef Rönesans'ı yapamadı. Eğer yapsaydı, bugünkü durumda olmazdık. Eğer bir kavim kendini iyiye doğru değiştirmezse, Gorbaçov'un deyimiyle yeniden yapılanmayı, perestroykayı sağlayamazsa, o kavim git gide bozulur. Bu sosyolojik gerçek, Kuran ayetleriyle belirtilmiştir.
Kuran'ın bir din kitabı olmasının yanı sıra, aynı zamanda toplumsal yaşam biçimini, yönetim tarzını belirleyen kurallar içermesi mi Müslüman toplumların yenilik yapmasına engel oluyor acaba?
Hayır. İncil, Tevrat da bunları içerir.
Hıristiyanlık, belki de Roma hukukunun içinde doğduğu için, toplumsal yaşam ve yönetim tarzını belirleyen kuralları pek içermiyor bildiğim kadarıyla.
Tabii hukuk kurallarının İslam'da yanlış anlaşılması, yorumlanması geri kalmamızın en büyük sebeplerinden biridir. Avrupa'da yanlış yorumlanmış dini kuralların üzerine çıkan, evrensel bakabilen Locke gibi tabii hukukçu düşünürler ortaya çıktı. İslam'da bunlar azınlıkta kaldılar. Oysa bu gibi görüşler başta çoktu ve tabii karşılanırdı. Ama bugün ' İslam kan ve kılıçla medeniyetleri mahveder' görüşü telkin edilerek İslam âlemine bir eziklik, bir aşağılık duygusu aşılanıyor. İslam, devletler arası bir terör altında ezilmeye çalışılıyor. Ve bazıları bu telkinin etkisinde kalıp gerçekten de İslam kan dökmeyi ve acımasız olmayı gerektiriyor yanlışlığına sapıyor. Halbuki İslamiyet'te böyle bir şey yok. İslam'ı Mevlana değil de, Taliban niye temsil ediyor? Avrupalılar da kendilerine sormalılar bunu.
İslam sormamalı mı?
Biz de kendimize sormalıyız ama masonluğun kurulmasından itibaren Avrupa'da, 'İslam dünyasının terör yatağı olduğu, İslam düşünürleri diye bir şey olmadığı' söylenmeye başladı. İslam'la Avrupa arasındaki sulhun bozulmasında işin esası şudur. Avrupa'da Yahudilere Hazreti İsa'nın katili muamelesi yapılıyor, onlara zulmediliyordu. Yahudiler 1666'da Sabetay Sevi'nin mesih hareketiyle kurtulacaklarını sandılar. Ancak bu hareket fos çıkınca, bezginliğe düştüler ve ancak gizli bir örgütle kurtulabileceklerini düşündüler. Masonluk hareketini kurdular. O güne kadar kendilerine yapılmış olan zulmün sorumlusu olarak Katolikliği ve Müslümanlığı hedef aldılar. Müslümanlığı da hedef aldılar çünkü o sırada İslam hilafeti onların dönmek istedikleri Filistin devletini elinde tutuyordu. İşte bugün gene aynı sorun sürüyor.
İslamiyet'e geri dönersek, Müslüman bir toplum, yeni yaşam biçimlerini kendi dininin kurallarına karşı gelmeden benimseyebilir mi?
Çağın gerektirdiği yaşam biçimlerine karşı çıkan hiçbir kural ve ilkesi yoktur İslamiyet'in. Mesela kadının örtünmesi mübalağalı bir örtünme değildir. Örtünmek erkek için de vardır. Hatta Nur Suresi kadından önce erkek için edebe uygun örtünme emreder.
Saçını göstermeden başını örtmek mübalağalı bir örtünme mi?
Onlar sonraki yanlış birikimin sonucudur. Kuranı kerim'de böyle örtünme yok. Ama ben bunu söylediğim için ölüm tehdidi alır hale geldim.
Peki Kuran'a göre nasıl örtünmeli kadın?
İşte sizinki gibi. Sizin örtünmeniz İslami bir örtünme. Hatta boynunuz bile örtülü sizin. Boynunuzu da açabilirsiniz. Kadın vücuda sımsıkı yapışmamış, çok dar olmayan giysiler giymelidir. Çünkü erkek fizyolojisi bakışla tahrik olur. Kadın ise görmekle kolayca tahrik olmaz. Onun için erkeğin örtünmesi biraz daha hafif tutulmuştur. Kadının gögüslerini de örtmesi lazımdır. Göğüsleri dekolte bırakmamak için örtüsünü iki yandan bürünür. Kuranı kerimde örtünme bundan ibarettir. Yoksa kadının sesinin namahrem olması, iki gözünün dışında hiçbir uzvunun açıkta kalmaması, hatta Mekke'ye ve Medine'ye gittiğimde gördüğüm gibi bazı kabile kadınlarının gözlerine Mandrake gibi deri bir maske geçirmesi, bunların hepsi sonradan yanlış sapmaların bir sonucudur. Kuran'daki ayetleri yorumlarsak, İslam kadının yüzünü örtmesini, çarşafa bürünmesini, hatta saçının tek teli görünmeden başını örtmesini emretmiyor.
Geçenlerde Yaşar Nuri Öztürk bir televizyon programında 'Fıkıhı aynen uygularsanız karşınıza Taliban çıkar' dedi. Bu sözden, İslam hukuku olan fıkıhı aynen uygularsak Taliban gibi yaşayacağımız, bu yaşamı benimsemiyorsak fıkıhta reform yapmamız gerektiği sonucu çıkıyor. Öztürk'ün saptamasına katılıyor musunuz?
Eğer fıkıhı şeriatta olması gereken anlamda değil de, yanlış anlamda kullanıyorsak, Yaşar Nuri Öztürk'ün dediği doğrudur. Yerleşmiş fıkıhı yeniden tabii hukuka uygun hale getirmek gerekir. Yoksa fıkıhı bugün bizde de bazı mollaların anladığı gibi anlarsak, elbette ortaya Taliban çıkar. İslam hukuku el kesme, kadına ayırımcılık yapma, zina etti diye kadını veya erkeği yarı beline kadar gömerek taşlama değildir. Bunlar hep sonraki İslam'a aykırı zararlı birikimlerdir. Bu müzahrefatın, bu çöplüğün temizlenmesi lazımdır. Bu tarihi çöplüğün bir kısmını, mesela recm cezasını biz Yahudilerden devraldık.
İslam hukuku olan fıkıhta bir reform yapmak mı gerekiyor?
Reform yerine bir 'öze dönüş', bir 'Rönesans' dersek kendimizi daha iyi ifade etmiş oluruz. Çünkü reforma gerek yoktur, zira Kuranı kerim tabii hukukun nihai ve bozulmamış metnidir. Tabii hukuk değişmez, evrensel temel kurallardır. Bunlar adalet, eşitlik, hakkaniyet ve dürüstlük ilkeleridir.
Hıristiyanların reform dediğine biz 'içtihat' diyoruz. Müslümanlık için içtihat kapısı açık mıdır?
İçtihat kapısının kapanması diye bir şey yok ama fiiliyatta açık değildir.
Müslüman toplumların çok ciddi bir kadın sorunu var. Kadını toplumsal hayata sokamıyorlar.
Müslümanlar kadını toplumsal hayata katmak için İslam'da ne tür değişiklikler yapmak zorundalar?
Kadın sorunu, dar anlamda İslam'dan doğan bir şey değil. Bu sorun, eşitlik ilkesinin bilincinde olunmamasından doğuyor. Yoksa bizim kitabımızda kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldı, şeytana uydu ve insanların büyük günahla lekelenmesine yol açtı, insanlık lanete kadın dolayısıyla müstahak oldu diye hiçbir şey yok.
İslam dini kadını ezmenin, erkekle eşit görmemenin dayanağı nasıl yapılıyor peki?
O tamamen safsatadan ibarettir. Hazreti Peygamber'in veda hutbesi özet le bir insan hakları beyannamesidir.
Ama bunu da ne hale getirmişler. 'Kadınlarınız size itaat etmezse yaralamamak şartıyla hafifçe dövebilirsiniz' gibi şeyler Kuran'a uyan şeyler değil. Kuranı kerim'deki dövmeyi de gene yanlış yorumluyorlar. Yanlış yorumlanan o kadar şey var ki. Kuran'ın bütünü içinde dövme diye bir şey yok. Ama ben bunu 1978'den beri anlatamıyorum.
Bu ülkede kalabalık bir din adamları kadrosuyla Diyanet İşleri Başkanlığı var. Oradaki din âlimleri bu gerçeği niye söylemiyorlar da, bir tek siz söylüyorsunuz?
Diyanet İşleri başkanlarının bazıları kötü birikim dolayısıyla benimseyemiyor. Bazıları da benim söylediğim bazı şeyleri anlıyor ama söylemeye hafifçe cesaret ettikleri takdirde hemen o kadar ağır hücumlara maruz kalıyorlar ki, hemen çevir kazı yanmasın yapıp, ben öyle söylemek istemedim diyorlar.
Ama aynı Diyanet İşleri Başkanı geçenlerde Mülümanlık'ta reform konusunun gözden geçirilmesini önerdi. Türkiye Müslümanlık'ta yapılacak reformlar için İslam âlemine öncülük yapabilir mi?
Yapamaz. Diyanet gerçekten özerk olmadıkça böyle bir reform olmaz. İyi anlamda reform bu birikimsizlikte olmaz. Diyanet İşleri Başkanı, izinsiz iyi şeyler söylerse, o zaman da o uluslararası örgütün, baskı grubunun İslam'a bir sempati uyanmasını engellemesiyle susturulur, derhal değiştirilir.
Diğer Müslüman ülkelerin dinde reform konusunda tutumları nedir peki?
İslam âleminde böyle bir Rönesans yani temel ilkelerde çağa uygun bir yeniden yapılanma konusunda ümit verecek bir yer yok.
Her dinin fanatikleri var. Ancak son zamanlarda Müslüman fanatikler bütün dünyayı ürkütecek olaylara karışıyorlar. Neden Müslüman fanatikler birden böylesine güçlendi?
İslam'ın içinden gelen böyle bir güçlenme yok. Ama İslam âlemi 'medeniyet düşmanı, kanlı katiller' diye ilan
edildikçe, ezildikçe, sömürüldükçe, baskı altında tutuldukça, adaletin olmadığı yerde terör mikropları etkisini gösterir. Bu sebepleri ortadan kaldırmamız lazım. İslam terörle asla bağdaşmaz. Terör, İslam'da fesat suçudur ve cezalandırılır. Hiçbir amaç bize birisinin hayat hakkını hor görmemize hak vermez. Teröre başvuranlarla mücadele ederken de hukuk devleti ilkelerinden, adalet ve hakkaniyetten ayrılmamak gerekir. İslam bunu 'Zarara zarar ile karşılık verme, İslam'da meşru kabul edilemez' gibi ifadelerle düzenlemiştir. Ayrıca İslam'da öyle Müslüman olmayanlara karşı ebedi bir savaş ilanı, cihad gereği diye bir şey de yoktur. O da yanlış yorumlanan şeylerden biridir. Din yaymak diye bir şey yoktur. Bunu Kuran açıkça söyler. Dinde zorlama olmaz.
Bin Ladin gibi biri kendini İslam'ın lideri kabul edip cihad ilan edebiliyor.
Ama Bin Ladin de dışarıdan uyduruldu. Sonra öldürülmek istendiğinde, o da Saddam gibi diretmeye başladı. Sovyet tehlikesini yeşil kuşakla çevirelim diye Taliban'ı kim besledi, büyüttü? İslam'ın bilinçlenmesi, kendi gerçeğine sahip çıkması lazım.
Dinde zorlama olmaz dediniz. İslam toplumlarında yaşananlara baktığınızda zorlama var ama...
Ben olması gerekeni anlatıyorum.
Huntington 'kültür çatışmasından' söz ederek Müslüman-Hıristiyan karşıtlığını gündeme getirdi. Bugün bu görüşü paylaşan Müslümanlar da var. Müslümanlarla Hıristiyanlar gerçekten düşman mı yoksa bu yapay bir düşmanlık mı?
Elbette yapay bir düşmanlık. İslam alemine karşı meşum bir planı gerçekleştirmek istemektir bu. Ben Yahudiliğe sevgi beslerim ama Amerika'da yuvalanmış, dünyaya hâkim olmak isteyen çok tehlikeli, ırkçı bir sermaye odağı var. Ben Türkiye'yi de bağımlı kılmış o örgütü eleştiriyorum. Bu küçük grubun Amerika'ya da hâkim olarak dünyaya yaptığı telkinler var. Hıristiyanlığın Apocalypse kitabı o kadar ustalıkla kullanıldı ki, Dünya Ticaret Merkezi'nin kuleleri vuruldu. Araplardan seçilen pilotlar uçaklar otomatiğe bağlanmış bir şekilde kulelere gittiler ve durumu belki ancak ölürken anladılar.
Bugün Hıristiyanlığın kurallarını bire bir uygulayan devletler yok ama Afganistan, İran, Suudi Arabistan gibi İslam'ın kurallarını bire bir uygulamak isteyen Müslüman devletler var. Niye iki din arasında böyle bir farklılık söz konusu?
Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal, 'Benden sofiye ve mollaya selam olsun. Onlar bize Allah'ın emirlerini tebliğ ettiler. Fakat nasıl iştir ki, onların bize naklettikleri yorumlar Allah'ı da, Cebrail'i de, Peygamberi de hayretler içinde bıraktı' diyor. Yani tatbik ettikleri şey İslam değildir.
hüseyin hatemi
19.07.2004 - 13:511990 yılında '12 Eylül' sonrasında görevlerinden alınan 1402'lik öğretim üyeleri görevlerine dönmek için üniversitelerine başvurmaya başladılar. İlk başvuruyu Profesör Dr. Hüseyin Hatemi yaptı.
uğur mumcu
19.07.2004 - 13:39Defne Sarısoy'un IRAK ile ilgili Hüseyin Hatemi ile yaptığı söyleşiden...
'Defne Sarısoy: Yani gelişmeler bu yönde ilerliyor diyorsunuz...?
Hüseyin Hatemi: Bir ihtimal Kürtler ayrı bir devlet haline getirilirler ama Kürtler, o zaman Irak’tan ayrılarak hem İran’ı, hem Türkiye’yi, hem Irak’ı tehdit eden bir ülke konumuna gelir. Ortak düşman olur. Bölgede İsrail ve ABD müttefiki bir Kürt devleti kurulabilir, açıkça söylenmese de bunu istedikleri kesin. Rahmetli Uğur Mumcu zaten bu durumu daha şehit edilmeden hemen önce dile getirmişti. Kanımca bunu dile getirdiği için ortadan kaldırıldı. Uğur Mumcu bölgede, CIA ve Mossad’tan aylık alan, sözümona Kürt milliyetçi liderlerini (Talabani gibi) açıkça yazdı. “Mossad’ın bizim güney sınırlarımızda işi ne” şeklinde yazılar yazdı. Bu yazıyı yazdığı gün ben, Cumhuriyet gazetesinde okumuştum ve hayrete düşmüştüm. Bu kadar cesur bir yazıyı yazdığına göre belki de bir güvendiği, dayandığı vardır diye ummuştum ama yokmuş demek ki. Mossad’ın etkinliğini bu kadar açık bir ifade ile yazması gazetecilik adına inanılmaz bir cesaret örneği idi.
Defne Sarısoy: Mumcu tam olarak bir Kürt devleti kurulacağını mı söylüyordu?
Hüseyin Hatemi: Sıradan idealist bir Kürt devleti değil, tam anlamıyla İsrail bağımlısı olan bir Kürt devleti!
Toplam 1733 mesaj bulundu