F Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antoloji.com

  • kurtuluş savaşı

    29.07.2004 - 13:16

    İstiklal savaşımızın en önemli aşaması BÜYÜK TAARRUZ ve BAŞKOMUTANLIK (Dumlupunar) MEYDAN MUHAREBESİ:

    Sakarya Savaşı'ndan sonra, kamuoyunda ve TBMM'nde taarruz için sabırsızlık baş göstermişti. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 4 Mart 1922'de Büyük Millet Meclisi'nin gizli bir toplantısında endişe ve huzursuzluk duyanlara açıklamalar yapmıştı.

    'Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmeye biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür' diyerek bir taraftan zihinlerdeki şüpheyi bertaraf etmeye çalışırken, diğer taraftan da orduyu son zaferi sağlayacak bir taarruz için hazırlıyordu. Haziran 1922 ortalarında, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, taarruza geçmek kararını almıştı. Asıl amaç, yok edici bir meydan savaşı yapmak, düşmanı çabuk ve kesin bir sonuç alacak şekilde vurmaktı. Mustafa Kemal Paşa, ordu birlikleri arasında bir futbol maçı organize edilmesi bahanesiyle ordu komutanlarını Akşehir'e davet etti. Böylece Yunanlıların ve İşgal Devletlerinin dikkatleri çekilmeyecekti. 28 Temmuz gecesini, komutanlarla genel taarruz hakkında konuşarak geçirdi ve gereken direktifleri verdi. Mustafa Kemal Paşa, daha sonra 20 Ağustos 1922'de Ankara'dan Akşehir'e giderek, 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini verdi. Çok gizli bir şekilde yürütülen bu olayları kamuoyundan saklamak maksadıyla, 21 Ağustos'da Çankaya köşkünde bir çay daveti verileceği gazete ve ajanslara bildirilmişti.

    26 Ağustos sabahı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa(Çakmak) , Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'deki yerini aldı. Büyük taarruz burada başladı. Topçuların sabah saat 4:30'da taciz ateşi ile başlayan harekat, saat 5:00'de önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Piyadelerimiz, Sabah 6:00'da Tınaztepe'ye hücum mesafesine yaklaşarak, tel örgüleri aşıp, Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra, Tınaztepe'yi ele geçirdiler. Bundan sonra, saat 9:00'da Belentepe, daha sonra Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, sıklet merkezindeki 1. Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe'den Çiğiltepe'ye kadar onbeş kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçird. 5. Süvari Kolordusu düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulundu. 2. Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü.

    26 Ağustos günü Türk Ordusunun Büyük Taarruz'u, Genelkurmay Başkanlığı'nca TBMM'ne bildirildi. Bu haber Meclis'i coşturdu ve heyecanlı gösterilere vesile oldu.

    27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken, Türk Ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insan üstü çabalarla gerçekleştirildi. 27 Ağustos saat 18:00'de, Afyon 8. Tümen tarafından kurtarıldı. Afyon kurtuluşun şanlı ve şerefli müjdesi olmuştu. Başkomutanlık karargahı ile Batı Cephesi Komutanlığı karargahı Afyon'a taşındı.

    28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekatı ile düşmanın 5. Tümeninin çevrilmesi ile sonuçlandı. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek muharebenin süratle sonuçlandırılmasını gerekli buldular. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar aldılar. Karar süratli ve düzenli bir şekilde gerçekleştirildi. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekatı Türk Ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz'un son safhası askeri tarihimize Başkomutan Meydan Muharebesi olarak geçmiştir.

    30 Ağustos 1922 Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak, Dumlupınar'da Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta tamamen yok edilmiş veya esir edilmişti. Böylece tasarlanan kesin sonuç beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam başarı ile uygulanmıştı. 30 Ağustos 1922'nin gurur verici zaferi ile Mustafa Kemal, kaçabilen düşmanın takip edilmesini ve üç koldan Ege'ye doğru ilerlemesini uygun buldu. 'Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri' diyerek, tarihi emrini 1 Eylül 1922'de verdi. Yunanlılar, İzmir'e doğru kaçmaktaydı. Başta Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis olmak üzere çok sayıda esir ele geçirilmişti.

    Ordumuz bu muharebede, on beş günde 400 kilometre katederek, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girdi. Sabuncu Bel'den geçen 2. Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir'e doğru akarken, bunun solunda 1. Tümen de Kadife Kale'ye doğru yürüyordu. Bu Tümenin 2. Alayı Tuzluoğlu Fabrikası'ndan geçerek Kordonboyu'na ulaştı. Yüzbaşı Şeref Bey Hükümet Konağına, 5. Süvari Tümenimizin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık dairesine, 4. Alay Komutanı Reşat Bey de Kadife Kale'ye bayrağımızı çektiler.

    İzmir'de askerlerimiz coşku içinde karşılandılar ve çiçek yağmuruna tutuldular. Süvarilerimizin Kordon boyundan geçişi çok görkemli idi. Kurtuluş zaferinin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir'in kurtuluşunu Belkahve'den seyretti. Türk Ordusunun, 400 kilometrelik bir mesafeyi savaşarak katedip İzmir'e ulaşması içerde ve dışarda hayret ve takdir uyandırdı.

    Büyük Türk zaferi karşısında endişeye düşen ve o anda da İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını işgal altında bulunduran İtilaf Devletleri, savaşı durdurmayı ve Türklerin haklı isteklerini yerine getirmeyi kendi çıkarlarına uygun buldular. Lord Kinross'a göre,'İngiltere, ciddi bir krizle karşı karşıya bulunduğunu anlamaya başlıyor. Halk, Türklerle yeni bir savaştan korkuyordu'. 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması'yla, silahlı çatışma durdurulduğu gibi, Edirne dahil Trakya'nın da Türkiye'ye bırakılacağı ve bir ay içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılacağı kabul edildi. Anadolu'da Yunan politikasını yürüten İngiltere Başbakanı Lloyd George, bu gelişmeler üzerine istifa etti.

  • ülkü ocakları

    29.07.2004 - 12:13

    Bugün BBP genel başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu sağ-sol çatışmalarının en çok olduğu 1977-78 yıllarında Ülkü Ocakları Genel Başkanıydı..

  • ülkü ocakları

    29.07.2004 - 12:07

    'Bu köşede, okurlarımı bıktırırcasına Ülkü Ocakları'na cinayet silahları veren jandarma yüzbaşılarını yazdım durdum, kimse kulak asmadı. Bu silahların kayıt sayılarını bile verdim, hiçbir asker ve sivil yönetici bana mısın demedi. Ankara'da Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi öğrencilerinin üzerine Amerikan yapısı ve ordu malı bomba atıldığını yazdım, bu bombanın marka ve sayısını bildirdim, kimse tınmadı. Ne oluyor, ne oluyor, kim yönetiyor bu devleti? ! ..'

    Uğur MUMCU (Cumhuriyet, 27 Kasım 1979, Kim Kaçırdı? ..)

  • hükümet

    29.07.2004 - 11:41

    59. HÜKÜMET:
    Başbakan: Recep Tayyip ERDOĞAN
    Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Abdullah GÜL
    Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Abdüllatif ŞENER
    Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı: Mehmet Ali ŞAHİN
    Devlet Bakanı: Beşir ATALAY
    Devlet Bakanı: Ali BABACAN
    Devlet Bakanı: Mehmet AYDIN
    Devlet Bakanı: Güldal AKŞİT (*)
    Adalet Bakanı: Cemil ÇİÇEK
    Milli Savunma Bakanı: Vecdi GÖNÜL
    İçişleri Bakanı: Abdülkadir AKSU
    Maliye Bakanı: Kemal UNAKITAN
    Milli Eğitim Bakanı: Hüseyin ÇELİK
    Bayındırlık ve İskan Bakanı: Zeki ERGEZEN
    Sağlık Bakanı: Recep AKDAĞ
    Ulaştırma Bakanı: Binali YILDIRIM
    Tarım ve Köyişleri Bakanı: Sami GÜÇLÜ
    Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı: Murat BAŞESGİOĞLU
    Sanayi ve Ticaret Bakanı: Ali COŞKUN
    Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı: Hilmi GÜLER
    Kültür ve Turizm Bakanı: Erkan MUMCU (*)
    Orman Bakanı: Osman PEPE
    Çevre Bakanı: Kürşat TÜZMEN

  • Recep Tayyip Erdoğan

    29.07.2004 - 11:38

    Tren kazası, tam bir demokrasi kazası haline geldi. Konuya geçen yazıda başladığım yerden devam edeyim. Beni, iktidarın kaza sonrası tavır ve üslubundan da çok, İslamcı veya muhafazakâr basının tavrı üzdü, hayal kırıklığına uğrattı. Zira, hadi, iktidarın tavrı, Türkiye'nin siyasal kültürü çerçevesinde alışıldık bir durum, ya başörtüsü, konu imam-hatip okulları olunca demokratlığı bayrak yapan medyanın tavrını nasıl açıklayacağız?
    Türban konusunda da, imam-hatip konusunda da ne düşündüğümü, beni okuyan herkes biliyor, ama, sorulması gereken önemli bir soruyu es geçemeyiz; demokrasinin, hatta insanlığın sınırı başörtüsü ve imam-hatiple mi başlayıp bitiyor? Görünen o ki, bazıları için öyle. Öyle olduğu için de, bu sorunlara sahip çıkmak giderek zorlaşıyor, ikna ediciliğini, saygınlığını yitiriyor.
    Bakın kazanın hemen ertesinde, kraldan çok kralcılığa soyunan Vakit gazetesinin manşeti şu; 'Makinist hatası'! Baş köşede, Ali Karahasanoğlu, olayın sorumluluğunu, hükümet ve münhasıran bu seferi alelacele başlatan bakanlık hariç, her şeye fatura etme çabası içinde, 'Bilim adamları filim adamı olursa! ...' (24 Temmuz 2004) başlıklı bir mantık şaheseri döşenmiş. Efendim, Türkiye'de bilime saygı o kadar zedelenmiş ki, o nedenle, kimse bilim adamlarına güvenemez olmuş. Bununla bitmiyor, ertesi ve bir sonraki gün devamı geliyor; 'Kazanın baş sorumlusu YÖK! ' (25 Temmuz) ve 'Yoksa makinist İLH'li miymiş? ' (26 Temmuz) . Bu mantık silsilesi içinde iş geliyor, 'Niçin Türkiye'de makinist yetiştiren yüksekokul yok? ' sorusuna kadar dayanıyor. Bu noktadan sonra, gazetede yayımlanan, diğer savunma yazılarına değinmeyi gereksiz buluyorum.
    Irak tezkeresi konusunda, son derece çoksesli, mesafeli bir yayın yapan Yeni Şafak gazetesi de, bu kazaya kurban gitmiş vaziyette. Daha sonraki günlerde, Kürşat Bumin, Ali Bayramoğlu, Akif Emre gibi köşe yazarları eleştirilerini dile getiriyorlar, ancak, kazanın hemen ertesinde Yeni Şafak, 'resmi gazete' gibi; Cumartesi manşet; Ulaştırma Bakanı'nın beyanı, ertesi gün ise, '20 saniyelik hata'. Daha kötüsü, başyazarlardan ve saygın bir isim olan Ahmet Taşgetiren'in, kazadan sorumlu olanlar yerine, onu eleştirenleri, hükümeti 'ayak sürçtüğü anda üzerine çullanmaya hazır' diyerek suçladığı, 26 Temmuz tarihli yazısı. Dahası, Yalçın Akdoğan'ın,
    'Tren kazası ve meslek ahlakı' başlıklı talihsiz yazısı! Dikkatiniz çekerim, eleştirel basını, 'siyasal mühendislik'le suçlayan Akdoğan, Başbakan'ın danışmanlarından. Malum, 'siyasal mühendislik' muhayyel bir yakıştırma, ama Başbakanlık danışmanlığı değil. Nitekim, gerek kendisinin, gerek, milletvekili-danışman Ömer Çelik'in Sabah gazetesindeki yazılarında danışmanlıkla, 'savunmanlık', (Vakit gazetesindeki yazıların düzeyinde olmasa da) fazlasıyla karışmış vaziyette. Bu durumda, meslek ahlakından söz edilecekse, iktidar danışmanı olan kimselerin köşe yazarlığı konusundan başlamakta yarar var.
    Sözün kısası, tren kazası, başta da söylediğim gibi, tam bir demokrasi kazasına dönüşmüş vaziyette. Demokratlığı geçin, siyasi-insani duruş konusunda ne noktada olduğumuz ortada. Bunun sadece AKP ve yandaşı basına özgü bir durum olmadığı kesin. Ancak, demokrasi tartışmasının tam merkezinde yer alan, başörtüsü ve imam-hatip gibi konularda taraf olarak gözüken kesimin bu türden bir zaaf içinde olması fazladan üzüntü verici ve düşündürücü.
    Nuray MERT / Radikal - 29 temmuz parşembe

  • türkiyedeki eğitim sistemi

    29.07.2004 - 10:17

    sonuç:
    ÖYS de SIFIR puan alan 35 bin kişi,
    LGS de SIFIR puan alan 60 bin kişi....
    Bravo Menderes, bravo Demirel, bravo Ecevit, bravo Özal, bravo Yılmaz, bravo Çiller, bravo Bahçeli...Eserinizle övünün!

  • mehmet ali ağca

    29.07.2004 - 10:13

    Bir Uğur Mumcu eseri:PAPA - MAFYA - AĞCA
    Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi... Katil zanlısı, ülkücü Mehmet Ali Ağca... Ağca'nın İstanbul Metris Askeri Cezaevinden kaçırılışı... Sahte pasaportla yurtdışına çıkışı... Bulgaristan, İsviçre, İtalya dolaşırken, Roma'da, bir 'açık hava ayini' sırasında Papa II Jean Paul'e ateş etmesi... Bütün bunların, CIA, KGB, benzeri, tüm gizli servislerle, ajanlarla, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla bağlantılı terörle ilişkisi...

  • mehmet ali ağca

    29.07.2004 - 10:12

    Bir Uğur Mumcu araştırması: 'Ağca Dosyası'

    'Ağca olayında söz söyleyebilmek için, bizim Türkiye olarak öncelikle ve kesinlikle İpekçi cinayetini aydınlatmamız gerekir. Bunu bu aşamaya kadar yapmış değiliz.

    Abdi İpekçi’nin öldürülmesi olayında birinci derecede sorumlu olan ve Ağca’yı, İpekçi’yi öldürmesi için azmettiren Mehmet Şener, İsviçre’de yakalanmış ancak Türkiye’ye getirilmesi bugüne kadar sağlanamamıştır. Mehmet Şener Türkiye’de yargılanmazsa, İpekçi cinayeti hiçbir zaman aydınlatılamaz. Adalet Bakanlığı kamuoyuna, hiç olmazsa Şener’in niçin bugüne kadar Türkiye’ye getirtilmesinin sağlanamadığını açıklamalıdır.'
    Uğur MUMCU
    -------------
    Uğur Mumcu’nun Ağca olayı ile ilgili olarak üzerinde ısrarla durduğu isimlerden biri de Oral Çelik’ti. Şener’den farklı olarak, Çelik Türkiye’ye geldi, getirildi. Ama susuyor. Ülkesinin yargı organlarına konuşmayan Çelik’in, konuşmak için yabancı televizyon kanallarından yüzlerce trilyon istediği düşünülürse Mumcu’nun ısrarları herhalde daha iyi anlaşılacaktır.

    'Papa-Mafya-Ağca'nın not defteri, hazırlık çalışmaları. Türkiye sınırları içinde sağlanan belge ve bilgiler. Papa- Mafya-Ağca'da Uğur Mumcu artık Türkiye dışına da açılıyor. Bizzat yerinde gidip görerek, görüşerek; Roma'da Ağca ile, savcılarla, yargıçlarla... Roma mahkemesindeki duruşmaları izleyerek, İtalyan televizyonlarında, konuyla ilgili programlara katılarak. Ama 'Ağca Dosyası' da bütün bu çalışmaların bir 'not defteri'. Papa-Mafya-Ağca'nın 'ana rahmi'.

  • mehmet ali ağca

    29.07.2004 - 10:10

    YİNE AĞCA
    Abdi İpekçi’nin katili ülkücü Mehmet Ali Ağca şimdi de Papa’ya karşı düzenlenen suikastla karşımıza çıkıyor. Dün akşam BBC radyosundan, suikastçı olarak “Ağca” adını duyunca İpekçi cinayeti ile birlikte bütün olayları, geriye doğru dönüp tek tek anımsadım; tıpkı sizler gibi...
    İpekçi nasıl vurulmuştu? Ağca, İstanbul’da ülkücü militanların karargâhı bir lokalde nasıl ele geçirilmiş; poliste ne gibi itiraflarda bulunmuş ve tutuklu bulunduğu Kartal-Maltepe Askeri Tutukevi’nden nasıl kaçırılmıştı?
    Ağca bireysel bir terörist değildi; görevliydi. Arkasında bir takım gizli örgütler, uğursuz karargâhlar bulunmaktaydı. Bunların yurt içi ve dışı bağlantıları, bu azılı katili korumuşlardı. Ve Ağca cezaevinden kaçırıldıktan, İstanbul’da yeni cinayetler işledikten, Ankara’da, Yozgat’ta ve Erzurum’da elini kolunu sallayarak dolaştıktan sonra yurtdışına çıkabilmiş ve yakın bir zamana kadar Almanya’da üs kurabilmişti.
    Evet, anlaşılıyor. Bu bir örgüt işidir. Bu, yurt içinde ve dışında örgütlenmiş uluslararası bir terör örgütünün işidir. Bu bir kanlı zincirdir.
    Şimdi geriye dönüp düşünelim. Acaba İpekçi cinayeti ve askeri tutukevinden kaçırılış olayı, geçmiş dönemlerde bu açıklıkta, bu netlikte görülebilmiş miydi? Sanmıyoruz.
    Türkiye’deki sağ teröristlerin Batı Almanya’da örgütlendiklerini herkes biliyor. Yine Almanya’daki sağ teröristlerin uyuşturucu madde kaçakçıları ile içiçe olduklarını herkes biliyor. Bu karanlık ilişkiyi kanıtlayan bir çok olay, Alman mahkemelerine kadar yansımış, haftalık dergilere kadar taşmıştı.
    Bugün Türkiye’de, devletin resmi belgeleri ile açıklanan gerçekler, Batı Almanya’daki örgütlü sağcı militanlarla “bazı servislerin”, yani uluslararası istihbarat örgütlerinin içiçe çalıştıklarını da ortaya koymuştur.
    Olayları böyle bir zincir içinde düşünürsek, Hristiyan dininin bu uygar, bu insancıl liderine karşı düzenlenen suikast olayını basit bir saldırı olarak göremeyiz. Bu bir örgüt işidir ve bu örgüt Türkiye’nin dış saygınlığını yok etmeye yönelmiştir.
    Bu, Türk diplomatlarına karşı Ermeni soykırımı örgütlerince düzenlenen alçakça saldırıları dünya kamuoyunda mazur göstermek ve denetlemek için sahneye konmuş kanlı bir senaryonun satırbaşıdır. Nitekim Papa’nın 1979’da Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında, “Gizli Ermeni Kurtuluş Örgütü”nce Madrid’de yayınlanan bir bildiride bu gizli örgüt, “Papa’nın Türkiye’ye gitmesine engel olunmazsa saldırılarımız Türk hükümetini destekleyenlere karşı da yoğunlaşacaktır” demişti. Tüm bu olayların her türlü olasılıkla birlikte ele alınması gerekmektedir.
    Bize düşen, İpekçi cinayetini akla gelen ve gelmeyen bütün olasılıkları ile yeniden değerlendirmek ve Ağca’yı gerek İpekçi, gerek Papa olayında piyon olarak kullanan bu uluslararası terör çetesini daha yakından tanımaktır. Bunun için zaman geçmiş değildir. Papa olayı, İpekçi olayının yeniden ele alınmasını gerektirmelidir.
    Bakın, İpekçi cinayetinin kan izleri, nerelere kadar uzanıyor? Bu olaydan ders alalım...
    UĞUR MUMCU (Cumhuriyet, 14 Mayıs 1981)

  • ingiltere

    29.07.2004 - 09:52

    Monarşik bir yönetim yapısına sahip olan İngiltere de; gerçek iktidar, seçimlerde birinci olan partinin lideri ve aynı zamanda Bakanlar kurulunun başkanı olan Başbakan'ın idaresinde bir Krallıktır. Başbakan hükümetin başında bulunur. Devletin başında ise Kraliçe bulunur. Kraliçenin sembolik başkanlık konumuna karşın yasama görevi meclise aittir. Yasama işlevini yerine getiren İngiliz meclisi Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası diye iki bölüme ayrılır. Lordlar Kamarası (House of Lords) üyeleri babadan oğula geçen lord unvanı taşıyanlardan ya da Kraliçenin atadığı isimlerden oluşur. Avam Kamarası ise (House of Commons) seçimle işbaşına gelen 650 kişiden oluşan bir meclistir. Yasalar çıkarılırken önce Avam Kamarası'nda ele alınır ardından Lordlar Kamarasında da ele alınmasından sonra Kraliçenin onayı ile yürürlüğe konulur. İngiltere, yazılı anayasasının olmaması ile hemen hemen benzersizdir ve devlet yapısını, genel hukuk, kanunlar, özel kararlar ve uzun vadeli uluslararası anlaşmalar teşkil eder. Muhafazakarlar ve Emek Partisi; başlıca siyasi partiler olsa da, 1980'lerin ortalarında (daha sonra Liberal Demokratlar ismini alan) Liberal ve Sosyal-Demokrat partilerin ittifakı bu dengeyi tehdit etmiştir. İngiltere'de etkin bu iki partiden hiç biri, Unionistler ve SDLP ile ortak yönetilen Kuzey İrlanda'nın Yönetim Meclisi'nde millet vekili koltuğuna sahip değildir. İngiltere Parlamentosu'nda Wales ve İskoçya’nın Milliyetçi hareketlerini temsil eden birkaç millet vekili vardır. Bununla birlikte, partinin ulusal seçimlerde kazandığı başarı, Parlamento'da alacağı koltuk sayısı ile orantılı olduğu için mecliste küçük partilere rastlanmaz. Tarihini tespit etme başbakanın elinde olsa da, seçimler düzenli olarak her beş yıl yapılır.. Şu anda İngiliz hükümetin başında bulunan İşçi Partisi lideri Tony BLAİR, 1997 seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak işbaşına gelmiştir.

  • adnan menderes

    29.07.2004 - 09:45

    ABD, “NATO’ya girmek istiyorsanız Kore’ye asker gönderin” dedi... Dönemin Başbakanı Adnan Menderes Kore’ye asker gönderme kararı aldı (hem de Meclis kararı olmadan) . Ekim 1950’de Kore’ye giden 4 bin 500 Türk askeri Çin birlikleriyle savaştı.

    Korkulan bedel ödendi: “721 şehit, 175 Mehmetçik kayıp...”.
    Ve Türkiye Şubat 1952’de NATO üyesi oldu.

  • 12 eylül

    28.07.2004 - 17:13

    12 Eylül’ün insan hakları ve demokrasi sicili

    Gözaltına alınanlar:
    650.000

    Fişlenenler:
    1.683.000

    Açılan dava sayısı:
    210.000

    Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılananlar:
    230.000

    Bunlardan 141-142-163. maddelerden yargılananlar:
    71.500

    Sivil mahkemelerde açılan davalar (1980-88) :
    9,508

    Yargılanan “örgüt üyesi”:
    98.404

    Hüküm giyen “örgüt üyesi”:
    21.764

    “Yurda dön” çağrısı yapılanlar:
    29.000

    Vatandaşlıktan çıkarılanlar:
    14.000

    Pasaport verilmeyenler:
    388.000

    Faaliyetten men edilen dernek:
    23.700

    Hakkında soruşturma açılan dernek:


    Toplam 644 cezaevindeki hükümlü-tutuklu:
    52.000 (1990’da kalanlar)

    Toplam ölü (eceliyle) :
    229

    Kuşkulu ölüm:
    144

    Açlık grevinde ölenler:
    14

    Kaçarken vurulanlar:
    16

    “Çatışma”da öldürülenler:
    74

    Doğal ölüm raporu verilenler:
    73

    “İntihar” ettiği bildirilenler:
    43

    “Nedeni belirsiz” ölenler:
    2

    İşkence sonucu öldürülenler:
    171

    Açılan işkence soruşturma veya davası:
    9.962 (1982-1988 arası)

    İşkence yaptıkları suçlamasıyla yargılanan güvenlik görevlisi:
    544

    1981 yılı Nisan-Mayıs aylarında ödüllendirilen güvenlik görevlisi:
    1.002

    1402 Sıkıyönetim yasasına göre yapılan işlem:
    18.525

    Hakkında işlem yapılan memur:
    7.245

    Hakkında işlem yapılan öğretmen:
    3.854

    Hakkında işlem yapılan güvenlik görevlisi
    988

    Hakkında işlem yapılan din görevlisi:
    266

    Hakkında işlem yapılan öğretim görevlisi:
    120

    Hakkında işlem yapılan mülki amir:
    35

    Hakkında işlem yapılan hakim-savcı:
    47

    Bölge dışına sürülenler:
    7.233

    Görevlerine son verilenler:
    4.891

  • kemalizm

    28.07.2004 - 16:38

    Farklı versiyonları için, bakınız:
    Bağımsız Cumhuriyet Partisi (Mümtaz Soysal)
    Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi (Yekta Güngör Özden)
    Aydınlık dergisi (aydinlik.com)
    İşçi Partisi (D.Perinçek)
    Ulusal kanal
    Türk Solu Dergisi (turksolu.org)

    Kanımca Kemalizm'e en yakın olan Mümtaz Soysal'ın partisidir.
    En uzak olan ise Türk Solu dergisidir.

  • deniz gezmiş

    28.07.2004 - 15:18

    Deniz'in detaylı hayat hikayesi için:
    http://www.eskici.freeservers.com/denizgezmis.htm

  • deniz gezmiş

    28.07.2004 - 15:04

    'Bilmeyenler, menfatleri geregi bilmek istemeyenler veya Türkiye'de Amerikan emperyalizmi yoktur diyenler iyi dinlesinler:
    Bu tarihi savunmada söyleyecegimiz bir kaç söz kulaklarına küpe olsun.Mevkiler, kürsüler, menfaatler ve başkalarına yaranmalar, bilimi ve gerçekleri engellemeye, doguları susturmaya yeterli degildir.Insanlık tarihi, nice yıkılmaz sanılan tahtları yerlebir etmiştir.Gercegin ve o ugurda verilen kutsal kavgaların yıkamıyacagı, ezemiyecegi ve alt edemiyacegi hiç bir şey tasavvur edilemez.Bizler dışarda hayatımızı ortaya koyarak, hiç bir menfaat beklemeden, gözümüzü kırpmadan nasıl mücadele ettiysek,bu savunmada da görevimizi yapacak ve bilmek istemyenlere Amerikan emperyalizminin varlıgını belgelerle ispatlayacagız. Buna ragmen belli zümre ve kişiler, bildiklerini yine yapmaya devamedecek.Bunu da çok iyi biliyor ve haykırıyoruz.Bizler ölsekde, kalsak da bu kavga devam edecektir.Iki kere ikinin dört olduguna nasıl inanıyorsak, Amerikan emperyalizmi ve uşaklarının alt edilecegine de öyle inanıyoruz.
    Türkiye Halkı bu kavgadan alnı açık ve muzaffer çıkacaktır.'..Ama bu defa kurtuluş savaşımızda sorulması unutulmuş bütün hesaplar, bugünkülerle beraber mutlaka sorulacaktır. (..)
    Amerikan Emperyalizmi, patronlar, agalar, onların emrindeki uşaklar dinleyiniz.Kurtuluşa kanla, ateşle varılacaktır.talan ettiginiz vatan, esaretinizden mutlaka kurtulacaktır..Geri kalmamızın, sefaletimizin sebebi sizlersiniz.Menfaatiniz için yaptıgınız antlaşma ve ittifaklarla Türkiye halkını esaret altına soktunuz.
    Bu kavga otuz beş milyon nüfuslu Türkiye Halkının bagımsızlık ve kurtuluş kavgasıdır.'
    *Deniz GEZMİŞ (Toplu savunmadan)

  • emin çölaşan

    28.07.2004 - 14:23

    Raylardaki kan:
    MUALLA Kurumlu ismini bilmiyorsunuz ama onu anımsayacaksınız. Tren kazasının olduğu gece Bay Başbakan’a ‘Kocamı bulun’ diye bağıran, sonra oradan apar topar uzaklaştırılan hanım.

    Dün beni aradı. Telefonda hüngür hüngür ağlıyordu:

    ‘O raylarda benim kocam mimar Erol Kurumlu’nun kanı var. Ben o gece ölüp ölmediğini bilmezken, Başbakan’dan yardım isterken, benim suratıma bile bakmadı. Korumaları ile devletin üniformalı polisleri orada kavga ettiler. Telsizler havada uçuşuyordu. Bize bunları yaşattılar. Kocamı Eskişehir’de gömdük. Bunların hiçbirine vatandaş olarak hakkımı helal etmiyorum. Lütfen bunları yazın.’

    Ne diyebilirsiniz? Acılı hanımı dinledim, yüreğim bir kez daha burkuldu.
    *
    Tekin Çınar ismini de belki bilmezsiniz. 1972 yılında DDY’de müfettiş olarak çalışmaya başladı. 1984-1989 yılları arasında Genel Müdür Yardımcısı, 1990-1992 döneminde Genel Müdür olarak görev yaptı. Daha sonra Ulaştırma Bakanlığı’nda DDY’den sorumlu Müsteşar Yardımcısı oldu, bu görevde 3.5 yıl kaldı.

    İzleyen aşamada 1996-1998 yılları arasında ikinci kez DDY Genel Müdürü oldu. Demiryollarını baştan sona en iyi bilenlerden biri.

    Bir arkadaşım, Tekin Çınar’ın bu hızlı-hızlandırılmış, her neyse trenin çok riskli olduğunu DDY Genel Müdürü’ne anlattığını söylemişti. Dün Çınar’ı arayıp bu olayı sordum. Aynen doğruladı. Söyledikleri inanılır gibi değildi:

    ‘Bundan yaklaşık 3 ay önce Genel Müdür Süleyman Karaman’la baş başa görüştük. Kendisine demiryollarının bu altyapısı ile bu raylarda hızlı veya hızlandırılmış tren olamayacağını, bunun çok büyük tehlikeler getireceğini anlattım. Bu hız emirle yapılmaz dedim. Ortaya ciddi sorunlar çıkacağını, bizim bu işi iyi bildiğimizi, gerektiğinde bize danışmalarını rica ettim. Hiçbir şey danışmadılar, çünkü kararı vermişlerdi. Hiç kimseyi dinlemediler. Bu bir cinayettir.’
    ***
    Günlerden beri Pamukova kazasını yazıyoruz, olayı bütün boyutlarıyla dile getiriyoruz.

    Bu, normal bir kaza değil.

    Demiryollarında bugüne kadar da kazalar oldu. Makas yanlış açılır, raylarda sorun olur, başka aksamalar meydana gelir.

    Ama bu farklıydı.

    Yönetim böyle bir kazanın olacağını, bu altyapıda trenin bu hıza ulaşmasının mümkün olmadığını önceden biliyordu.

    Uzmanlar uyarmıştı. Hiçbir önlem alınmamıştı.
    Dün yazmıştım. DDY Genel Müdür Yardımcısı Erol İnan kazadan günler önce gazetelere konuşuyor, makinistlere ‘Allah rızası için yavaş gidin’ çağrısında bulunuyordu!
    Kazadan sonra yapılan resmi açıklamalarda ise DDY Genel Müdürvekili ‘Allah’ın takdiri’ diyordu.

    İşler Allah’a emanet edilmiş, ancak kullar gerekeni yapmamıştı.

    Şimdi bunlardan hesap sorulmasın mı?
    ***
    Toplum tepkili. Vatandaş tepkili. Gazeteciler Bay Başbakan’a ‘haddini aşan! ’ sorular soruyor.

    Ulaştırma Bakanı ses vermiyor. Sadece ‘Zoru görünce bırakıp kaçmam’ diyebiliyor.
    Dünkü gazetelerde DDY Genel Müdürü Süleyman Karaman ile yapılan söyleşiler vardı. Bakınız beyefendi aynen ne diyor:
    ‘Bu normal bir tren. Ama biz ilgi çeksin, yolcular gelsin diye hızlandırılmış tren adını verdik. Buna ‘Normal tren yaptık, gelin yolcular binin’ desek ilgi çekmezdi. Hızlandırılmış tren diyerek yolcu ilgisi çekildi. Bunda da başarılı olduk.’
    Başarıdan söz ediyor! Dün bir başka gazetede ise şu sözleri var:
    ‘Risk olmasın diye trenin hızını yavaşlatmıştık. Makinist hızlı gelmiş, frene basmış. Freni ya kesti, ya da gazı kesti, bilemiyoruz. Bu teknik bir olay. Böyle yaptı demiyorum ama frenle uğraşmasaydı tren oradan geçerdi. Bir şey olmazdı. Şimdiye kadar hepsi geçiyordu da, bir bu mu yanlış anladı, biz mi yanlış anlattık! Bu adamcağız ne yapmış bilmiyorum.’
    Bir gazeteye ‘hızlandırılmış tren yok’ diyen Genel Müdür, aynı gün ötekine şöyle diyor:
    ‘Hızlandırılmış tren, hızlandırılmamış bölgede kaza yaptı.’

    Pes yani! Söyleyecek bir şey yok!

    İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden, sadece ve sadece Recep Tayyip Erdoğan ekibinden oldukları için cımbızla seçilip Ulaştırma Bakanı ve DDY Genel Müdürü yapılan deneyimsiz ve işi bilmeyen şahıslar, 38 ölümlü bu cinayetin altında ezilmeye ve hesap vermeye mahkum.
    28-07-2004

  • muhsin yazıcıoğlu

    28.07.2004 - 12:46

    Bugün cezaevinden çıkan Korkut Eken'i karşılayan kişi.

  • derin devlet

    28.07.2004 - 12:39

    Uğur Mumcu nun kitabı:'Papa - Mafya - Ağca'
    Tüm belgeleriyle derin devlet...

  • derin devlet

    28.07.2004 - 12:37

    Türkiye'nin son 10 yılındaki pek çok olayın bir numaralı aktörü Alaattin Çakıcı'nın yurtdışına kaçmadan önce yaptığı çarpıcı açıklamalar Aksiyon dergisinde yayınlandı.

    Türkbank skandalında oynadığı rolle Mesut Yılmaz Hükümeti'nin düşürülmesine yol açan Çakıcı, Necmettin Erbakan liderliğindeki Refahyol Hükümeti’ni de kendisinin yıktığını öne sürdü. 28 Şubat sürecinde Doğru Yol Partisi'nde yaşanan bakan ve milletvekili istifalarında etkisi olduğunu açıklayan Çakıcı, böylece Yılmaz'ın başbakan olmasına da katkıda bulunduğunu savundu.

  • vedat türkali

    28.07.2004 - 12:21

    Kitap kapaklarında yer alan biyografisi:
    1919’da Samsun’da doğdu. asıl adı Abdülkadir Pirhasan’dır.Ortaöğrenimini Samsun lisesi’nde yaptı. Yüksek öğrenimini 1942’de istanbul üniversitesi Edebiyat fakültesi Türk dili ve edebiyatı bölümü’nde tamamladı. Maltepe ve Kuleli Askeri Liseleri’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1951’de siyasal eylemlerde bulunmakla suçlanarak tutuklandı. Askeri mahkeme tarafından dokuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yedi yıl sonra koşullu olarak serbest bırakıldı. Rıfat Ilgaz’la birlikte Gar Yayınları’nı kurdu.
    1965’te senaryosunu yazdığı 'Sokakta Kan Vardı' ile yönetmenliği de denedi. Kurgusu, anlatım tekniği ve gerçekçi yaklaşımıyla çağdaş edebiyatta bir aşama olarak nitelendirilen 'bir gün tek başına’yı 'Mavi karanlik' izledi.'Yeşilçam dedikleri Türkiye' ve 'Tek kişilik ölüm'’le roman uğraşını sürdürdü. Vedat Türkali, 'dallar yeşil olmalı' adlı oyunu ile TRT 1970 oyun ödülü’nü, 'bir gün tek başına' ile milliyet yayınları 1974 roman yarışması’nda birincilik ödülünü ve 1976 Orhan Kemal Roman armağanı’nı kazanmıştır. Dolandırıcılar şahı, Otobüs yolcuları, Üç tekerlekli bisiklet, Şehirdeki yabancı, Karanlıkta uyananlar, Bedrana, Kara çarşaflı gelin’in senaryolarını yazdı. Sokakta kan vardı, Korkusuz aşıklar ve Kopuk filmlerinin ise senaryolarını yazarak yönetmenliğini yaptı. Senaryolarını yazdığı Karanlıkta uyananlar (1965) ve Kara çarşaflı gelin (1977) , Antalya film şenliği’nde en iyi senaryo ödülü’nü almış; yine senaryolarını yazdığı Bedrana ve Güneşli Bataklık filmleri de Carlovy vary Film Şenliği’nde 'Cidalc ve işçi sendikaları' özel ödülü’nü kazanmıştır.Uzun bir aradan sonra 1999'da 2 ciltten oluşan 'Güven'le okurlarıyla buluştu.Güven'i hayatını anlattığı 'Komünist' izledi.

  • sosyalizm

    28.07.2004 - 11:21

    Gençliğini 1980’lerin ortasından sonra yaşayan çoğu genç “Sosyalizm” kelimesine çok fazla aşina değildir.Zaten 1991 yılına kadar isminde “Sosyalist/komünist” kelimesi geçen bir parti yoktu.1991’den sonrada ancak seçim zamanı şehrin duvarlarına yapıştırılan parti afişleriyle tanıştılar bu kelimeyle.Ardından 90’lı yıllarda açılan özel tv kanallarındaki tartışma programlarında duyuldu bu kelimeler.O açık oturumlarda 70’lerin “terör-kargaşa” ortamını yaratanın “Kandırılmış dinsiz kominist gençler” olduğu söylendi.Medyada da genelde Özalizm’in getirdiği yenilikler, güzellikler(!) anlatıldı sürekli.Mc Donalds gençliği, artık hamburger yeyip, özel tvlerdn dünyayı seyrediyor, Türkiye dünyaya açılıyordu(!) Bu arada 90’ların gençliği artık ne ülke sorunlarıyla, ne Türkiyenin ekonomik durumuyla ne de “ciddi her hangi bir konu”yla ilgilenmez olmuştu.Giderek apolitikleşen gençlik bırakın sosyalizmi, “sağın -solun ne farkı olduğunu” bile bilmez, bilemez duruma getirildi.Atatürk’se gençlerin gözünde artık sadece “Türkiyeyi düşmanladan kurtaran adam” kalıbı içinde kaldı.Sadece heykellerde vardı.Birilerinin(!) yönlendirmeleriyle Atatürkçülük, “sadece” Laikliği savunmak haline getirildi.Tıpkı Sosyalizm/Komünizm’in “sadece terör/anarşi yaratan bazı kötü düşünceler..” olduğunun empoze edilmesi gibi...

    Sosyalizme karşı “oluşturulan” önyargılardan biride bu ideolojini sadece SSCB de uygulandığı ve sonucunun vahşet-terör-hüsran olduğudur.Oysa SSCB de hiç bir zaman sosyalizm olmamıştır.Dahası SSCB yıkıldıktan sonra, vahşet ve terör daha da artmıştır.(Bosna, Kafkasya, Irak, Afganistan vb...) Ama her nedense bu vahşet-anarşi ve terör, “Kapitalizmin sonuçları” olarak değerlendirilmez! Kapitalizm her nedense haala dimdik ayakta ve ısrarla en güzel şey kapitalizmdir! Süper güçlere(AB-ABD) göre bu savaşlara ve teröre sebep olan sadece “bir kaç deli”dir, (Ladin, Saddam) ,kapitalizm veya petrol-dolar değil...!

    İşte insan kanı üzerinde petrol pazarlıklarının yapıldığı, iktidar ve para hırsının vahşileştirdiği “Kapitalizm ve emperyalizme” karşı Sahabe Ebu Zerr’den, Şeh Bedreddin’e, Saint-Simon’dan Marks’a, Osmanlı Sosyalist Fırkasından, Nazım’a, Mehmet Ali Aybar’a kadar gelen süreçte verilen mücadeleye sosyalizm diyoruz!

  • kapitalizm

    28.07.2004 - 09:58

    Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Türkiye’deki yapısal toplumsal dönüşümleri, yeni liberal politikaları ve sonuçlarını, İş Yasası’ndaki düzenlemeleri ve sonuçlarını açıkladı.

    Yeni liberalizmle birlikte 'sosyal devlet' anlayışının fiilen ortadan kalktığını, uygulamada sadece sermayenin ihtiyaçlarının göz önüne alındığını ve iş güvencesinin giderek işyeri güvencesine dönüştüğünü savunan Müftüoğlu’nun görüşleri şöyle:

    1980’den günümüze Türkiye’de önemli yapısal-toplumsal dönüşümler gerçekleşiyor. Günlük yaşantımızı ve çalışma yaşamını tepeden tırnağa değiştiren tüm bu değişiklikler, söylendiği gibi küreselleşmenin bir sonucu mudur? Bu süreçten olumsuz etkilenen toplumsal kesimler üzerindeki sonuçları nedir?

    Türkiye’de 1980’li yıllar ile başlayan değişim ve yeniden yapılanma süreci esas olarak, 24 Ocak Kararları ile uygulamaya konulmuş ve 12 Eylül darbesinin hazırlamış olduğu koşullar içerisinden fiilen yaşama geçirilmiştir.

    24 Ocak Kararları ile getirilmek istenen, kapitalist sistemin 1970’li yılların başlarında içine girmiş olduğu krizden çıkışın çaresi olarak kabul gören yeni-liberal politikaların Türkiye’de uygulanmasıdır.

    Ancak, 1980 yılının siyasal ve toplumsal yapısı içerisinde, başta işçi sınıfı olmak üzere hemen tüm toplum kesimlerindeki politik duyarlılık, sermaye dışı toplum kesimleri için bir çok kazanımın geri alınmasını ifade eden, yeni liberal politikaların yaşama geçirilmesini engellemiştir.

    Bu nedenle, 24 Ocak Kararlarının üzerinden henüz sekiz ay geçmişken, 12 Eylül darbesi gelmiştir. 12 Eylül darbesi ile birlikte, başta sendikal hareket olmak üzere tüm toplumsal muhalefet en sert biçimde baskı altına alınmıştır. Başta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve DİSK’e bağlı sendikalar olmak üzere bir çok sendika kapatılmış ve sendikacılar mahkum edilmiştir. Sendikalar dışında toplumsal muhalefete öncülük yapan sol parti ve örgütler de yine sendikaların ve sendikacıların akıbetine uğramıştır.

    Bu baskı ortamı içerisinde de uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bu yeni liberal değişim süreci yaşama geçirilmiştir.

    Kapitalist sistemde yeni bir birikim modelini de ifade eden yeni liberalizmin temel hedefi: Üretimin yeniden biçimlenmesi bağlamında, uluslararası pazarın genişlemesi ve ihracatın arttırılması, artık değeri yükseltmek üzere ucuz işgücü bölgeleri bulunması, emek sürecinde verimliliği arttıracak yeni örgütlenme biçimleri ve teknolojik değişiklikler ile yeni üretim alanları bulmak gibi yeniden yapılanma olarak da nitelenebilecek çabaların ön plana çıkartılmasıdır.

    Yeni liberal politikaların uygulanması ile birlikte, sermayenin küreselleşmesi, yoğun teknolojik değişim, üretim tekniklerinin yeniden organize edilmesi ve finansal yeniden yapılanmayı içeren bir uyum sürecine girilmiştir. Böylelikle de kapitalist girişimin yeni hedefi olan üretim sistemlerinde esneklik büyük önem kazanmıştır.

    Üretim sistemlerinin esnekliği, çalışma ilişkilerinde emekçilerin yüz yıllar süren mücadeleleri sonucunda elde edilmiş olan bir çok kazanımın ortadan kaldırılması ve emek sürecinde kontrolün bütünüyle sermaye sahibinin eline geçmesi anlamını taşımaktadır.

    Öte yandan, üretim sistemlerinin esnekleşmesi ile birlikte, emeğin ve istihdamın yapısı da önemli biçimde değişmektedir.

    Bu bağlamda, aynı işyerinde aynı işi yapan işçiler, farklı çalışma statülerinde (örneğin; kısmi süreli çalışanlar, çağrı üzerine çalışanlar, sözleşmeli çalışanlar vb) , farklı çalışma sürelerinde çalışmaktadır. Öte yandan, performans değerlendirme gibi sistemlerle, emekçiler birbirleri ile rekabet içerisine sokulmaktadır. Tüm bunlar, işçi sınıfının kendi içinde tabakalaşmasına neden olmaktadır.

    Bu da işçilerin birlik ve dayanışmasının azalmasına dolayısı ile de sendikal örgütlenmenin azalmasına neden olmaktadır. Örgütlenmenin azalması ile güç kaybeden sendikalar ise işçi sınıfı hareketinin daha da zayıflaması anlamına gelmektedir.

    İşte, önümüze 'çağdaşlaşma' olarak getirilen koşulların temel amacı, emek sürecinde artı değeri, yani sömürü düzeyini daha da arttırmaktır. Böylece, sermaye merkezileşerek büyürken emekçiler, sürekli işsizlik tehdidi altında daha fazla yoksullaşacaklardır.

    4857 sayılı İş Kanunu işverenler tarafından 'çağdaş bir yasa' olarak değerlendirilmektedir. Eylem ve etkinliklerle karşı duruşu örgütleyen sendikalar ise çağdaş olmamakla suçlanmaktadır. İş kanunundaki güçsüzü koruma felsefesinin terk edilmesini çağdaşlık olarak adlandırmak mümkün müdür?

    Sermaye dışı toplum kesimlerinin aleyhine olan diğer düzenlemeler gibi 4857 sayılı Kanunun hazırlık ve yasama sürecinde de 'çağdaşlık' kavramı kullanıldı. Eğer, uluslararası sermayenin yönettiği ve yönlendirdiği kurumların (DTÖ-Dünya Ticaret Örgütü, IMF-Uluslararası Para Fonu, DB-Dünya Bankası, AB-Avrupa Birliği vb.) kendi çıkarları doğrultusunda tasarladıkları 'dünya düzenini' kayıtsız şartsız benimsiyorsanız, getirilen düzenlemeleri 'çağdaşlık' olarak kabul edebilirsiniz.

    Bu bağlamda, diğer sorunuzda da değinmeğe çalıştığım gibi emek sürecinde ve buna bağlı olarak da tüm toplumsal düzende kontrolün tamamen sermayenin eline geçmesini, sömürü düzeninin daha da artmasını, işsizliğin, yoksulluğun ve açlığın daha da yaygınlaşmasını 'çağdaşlık' olarak görebilirsiniz.

    Çalışma yaşamını bütünüyle esnekleştiren yeni İş Kanunu’nu işveren kesimi ve onun yandaşları 'çağdaşlık' olarak gördüler. Bana kalırsa bunda da çok haklılardı. Gerçekten, bu yasanın işverenlere sağlayacağı çıkarları düşününce 'çağdaşlık' kavramı bile yetersiz kalır.

    Ama emekçiler ve emekten yana olan kesimler için bu yasal düzenleme 'çağdaşlık' değil, tam anlamıyla 'çağdışı'lıktır. Çünkü bu yasa ile getirilen, emekçilerin 19. Yüzyıl koşullarından çok daha kötü şartlarda çalıştırılmaya mahkum edilecekleri anlamını taşımaktadır. Yani emekçiler için bu yasalar iki yüzyıl geriye dönüş demektir.

    Emekçiler için böylesine olumsuz olan bir yasanın çıkartılmasına karşı sendikaların almış oldukları tavrı çağdaş olmamak diye değerlendiremeyiz tabii ki. Böyle bir yasaya en etkin biçimde karşı koymak işçi sınıfının temsilcisi olan sendikaların en önde gelen görevidir.

    İş Kanunun çıkartılma sürecinde sendikaların konumunu değerlendirmek gerekirse, burada söylenecek çağdaş olmamak üzerinden değil, tam aksine sendikaların yasaya karşı yeterli muhalefeti gösteremedikleri üzerinden olmalıdır.

    657 sayılı yasa ile çalışma koşulları düzenlenen memurların önemli bir bölümü, İş Kanundaki değişikliklerle eş zamanlı olarak getirilmek istenen yeni 'kamu personel rejimi' ile işçi ve sözleşmeli personel statüsüne geçirilmek istenmektedir. Bu yasal düzenlemeler ile nasıl bir çalışma yaşamı hedeflenmektedir?

    Yeni liberalizm bir taraftan üretim süreçlerinde esnekliği getirirken, diğer taraftan da 'sosyal devlet' olgusunu ortadan kaldırmakta ve kamu hizmetlerinin bütünüyle piyasalaşmasını öngörmektedir. Bu bağlamda, kamu eliyle sunulan üretim ve hizmetin hiçbir farkı kalmamakta ve kapitalist emek sürecinin tüm kuralları kamu emekçileri için de geçerli olmaktadır. İşte bu nedenle, kamu hizmetlerinin sunumunda geçerli olan emek süreci de esnekleştirilmektedir.

    657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 1475 sayılı İş Kanunu gibi fordist üretim sisteminin ve sosyal devlet anlayışının geçerli olduğu bir dönemde çıkartılmıştır. Bu nedenle, 657 sayılı yasa, kapsamında yer alan emekçiler için oldukça gelişmiş düzeyde iş güvencesi sağlamaktadır. Bu da yeni liberalizmin öngördüğü çalışma koşulları için oldukça 'katı' olarak görülmektedir.

    Bu katılığın ortadan kaldırılması ve kamu hizmeti sunanların da diğer emekçiler için gerçekleştirilen düzenlemelere tabi olması hedeflenmektedir. İşte bu nedenle, IMF, Dünya Bankası ve AB’nin de dayatmaları ile kamuda çalışmayı esnekleştirmeyi içeren 'kamu personel rejimi' en kısa sürede yasalaştırılacaktır.

    Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, 4857 Kanunun kabulünün ardından yaptığı konuşmada, yasanın 'Ne bir kölelik yasası ne de angarya yasası' olduğunu bildirerek, 'Bu yasa, dünyadaki gelişmelere Türk çalışma mevzuatının uyarlanmasıdır' dedi. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

    Sayın Bakan’ın, bu yasa ile Türk çalışma mevzuatının dünyadaki gelişmelere uyarlandığı yönündeki düşüncesine katılıyorum. İlk sorunuzda da belirtmeye çalıştığım gibi bugün getirilen düzenlemeler, 1970’lerden bu yana kapitalist ekonomilerde uygulana gelen politikaların bir parçasıdır. Bu nedenle yasanın; kapitalist sistemin uluslararası örgütlerinin ikili ya da çok taraflı sözleşmeler yoluyla dayattığı koşullarda, Türkiye’nin kapitalist sisteme uyumunu hedeflediğini söylemek yanlış değildir.

    Ancak, Bakan’ın bu yasanın bir kölelik yasası olmadığı yönündeki düşüncesine katılmıyorum. Zira, daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi bu yasa, çalışma yaşamını, 'vahşi kapitalizm' olarak tanımlanan döneme geri götürmektedir. İşsizliğin, yoksulluğun giderek yaygınlaştığı günümüzde yasa ile getirilen düzenlemeler, emekçileri bütünüyle sermayeye bağımlı hale getirecektir. Bunu da 'kölelik' dışında başka bir kavramla tanımlayamayız. Hatta, ilk çağlarda sahiplerin kölelerin ve ailelerinin korunmasından da sorumlu olduğu düşünüldüğünde, mevcut düzenin kölelikten daha da kötü koşulları getirdiğini söylemek abartılı olmayacaktır.

    Çalışanların son yirmi yıldır en önem verdikleri talep olan iş güvencesinin, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı biçimde tüm çalışanları kapsayan bir hak olmaktan çıkarılarak etkisiz kılınması, 'iş güvencesi' yerine 'işyeri güvencesinin' alternatifi haline getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Daha önce de söylediğim gibi yeni liberalizmle birlikte 'sosyal devlet' anlayışı fiilen ortadan kalkmıştır. Anayasa’da 'sosyal devlet' kavramının yer alması hiçbir şey ifade etmez. Kaldı ki yakın bir zaman da Anayasa’dan bu ifadenin bütünüyle kaldırılması da sürpriz olmaz. Artık uygulamada olan tek bir Anayasa vardır, o da sermayenin ihtiyaçlarıdır. 1980’den bu yana tüm hükümetler bu Anayasa’nın gereklerini yerine getirmektedir. Böyle bakınca, iş güvencesinin, işyeri güvencesine dönüşmesini de yadırgamamak gerekir.
    5 Eylül 2003 - www.sendika.org

  • sosyalizm

    27.07.2004 - 17:54

    1.Türkiye İşçi Partisi genel başkanı Aybar’in ölümünden sonra derlenen yazılarının yer aldığı “Marksizm ve Sosyalizm Uzerine Düşünceler” adlı kitabın başlangıcında Yaşar Kemal şunları yazıyor:
    “Tepeden inme, yani piramidik kuruluşlarla yönetilen ülkelerde sosyalizm ne adla olursa olsun yaşayamaz diyordu Aybar:’ Sosyalizm ithal edilemez, ihraç da
    edilemez. Sosyalizmi ancak o ülkenin emekçileri kurabilirler. Her şeyi onlar ürettikleri gibi kendi
    sosyalizmlerine onlar karar verebilir, sosyalizmlerini de onlar kurabilirler.’ Onların yerine sosyalizmi
    kuran öncüler, görüldüğü gibi, önce devlet kapitalizmini yaratırlar, ondan sonra da bir sömürücü
    durumuna düşen bürokrasiyi yaratırlar. Ve emekçiler adına, sözümona işçi diktatoryası, onunla birlikte de bürokrasiye dayanan işçi diktatoryası. Sonunda emeğin insanca paylaşımı yerine kapitalist
    sömürüden daha beter bürokrasi ve kişi diktatoryası....”

  • köroğlu

    27.07.2004 - 17:17

    Şu sözleri yüzyıllar boyu dilden dile dolaşmıştır:

    Bizden selâm olsun Bolu Beyi'ne
    Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
    Ok gıcırtısından, kalkan sesinden
    Dağlar sada verip seslenmelidir

    Düşman geldi tabur tabur dizildi
    Alnımıza kara yazı yazıldı
    Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
    Eğri kılıç kında paslanmalıdır.

    **********************

    Benden selam olsun Bolu Beyine
    Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
    At kişnemesinden kargı sesinden
    Dağlar seda verip seslenmelidir

    Düşman geldi tabur tabur dizildi
    Alnımıza kara yazı yazıldı
    Tüfek icad oldu mertlik bozuldu
    Eğri kılıç kında paslanmalıdır

    Köroğlu düşer mi eski şanından
    Ayırır çoğunu er meydanından
    Kırat köpüğünden düşman kanından
    Çevre dolup şalvar ıslanmalıdır

    **************
    Kimisi pınar başında
    Kimisi yolun dışında
    Al giyen onbeş yaşında
    İlle mavili mavili

    Kimisi dağlarda gezer
    Kimisi incisin dizer
    Al giyen bağrımı ezer
    İlle mavili mavili

    Kimisi odun devşirir
    Kimisi kahvesini pişirir
    Al giyen aklım şaşırır
    İlle mavili mavili

    Köroğluyum derki’n olacak
    Takdir yerini bulacak
    Mavili benim olacak
    İlle mavili mavili

Toplam 1733 mesaj bulundu