bir rivayete göre şeytan (iblis) imamı şibli,ye geliyor ve diyorki ey imamı şibli insanların cehenneme girmesi için görevlendirildiysem neden ben cehenneme gireyim buda allah,ın takdiriyse der imamı şibli hazreteleri derki eğer bu senin kader,inse biz bunu allah c.c. nedendir diye soramayız takdir allah,ındır fakat sen bu yola tevessül ettiysen muhakkak,ki allah c.c. seni cehenneme koyacaktır şeytan (iblis) der ki ey imamı şibli ben bu söylediklerimle çoğu alimi insanı yoldan çıkardım der
bir rivayete göre imamı şibli hazretleri ile şeytan (iblis) arasındaki hadise.bir rivayete göre şeytan (iblis) imamı şibli,ye geliyor ve diyorki ey imamı şibli insanların cehenneme girmesi için görevlendirildiysem neden ben cehenneme gireyim buda allah,ın takdiriyse der imamı şibli hazreteleri derki eğer bu senin kader,inse biz bunu allah c.c. nedendir diye soramayız takdir allah,ındır fakat sen bu yola tevessül ettiysen muhakkak,ki allah c.c. seni cehenneme koyacaktır şeytan (iblis) der ki ey imamı şibli ben bu söylediklerimle çoğu alimi insanı yoldan çıkardım der
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem herkesin yanında deccâlden söz ederek şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ tek gözlü değildir. Şunu unutmayın ki, deccâlin sağ gözü kördür. Onun bu gözü üzüm salkımından dışarı fırlamış üzüm tanesi gibidir.”
yaklaşık beş sene önce manevi alemde ben peygamber kılıcı çiçeği gördüm gözlemledim müşahede ettim yaldızlı gümüş renkli kılıcı gördüm parlıyordu kılıc kabzası yanında hem sağında hem solunda dilini çıkarmış gümüş yılanlar gördüm çiçekli gülü,de gördüm
yaklaşık beş sene önce manevi alemde ben deccal,i gördüm gözlemledim müşahede ettim deccal,in sağ gözü siliktir sağ gözü sağ alt yanağındadır burnu çok uzundur kum kırmızısı teni vardır kızıl renklidir
rahman ve rahim olan allah,ın adıyla kehf suresi 60. Bir vakit Mûsâ, genç yardımcısına: “Durup dinlenmeyeceğim, demişti, ta ki iki denizin birleştiği yere varacağım. Varamazsam senelerce yürümeye devam edeceğim.”61. Onlar iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unutmuş bulundular. Balık sıyrılıp denizde bir yol tutmuştu bile.
62. Buluşma yerini farkına varmaksızın geçip gidince Mûsâ yardımcısına: “Getir artık kahvaltımızı” dedi, “Gerçekten bu seyahatimizde epey yorgun düştük.”
63. “Gördün mü? ”! dedi, “O kayanın yanında mola verdiğimizde, ben balığı unutmuşum! Muhakkak ki onu sana söylememi unutturan da şeytandan başkası değildir. Doğrusu balık, çok acayip bir şekilde canlanıp sıyrıldı ve denizde yolunu tutup gittiydi.”
64. “İşte gözleyip durduğumuz da bu idi ya! ” dedi. Derhal izlerini takip ederek gerisin geri dönüp kayanın yanına vardılar.
65. Orada bizim seçkin kullarımızdan öyle bir has kulumuzu buldular ki Biz ona lütfedip, nezdimizden rabbanî bir ilim öğretmiştik. 66. “Üstadım” dedi Mûsâ, “Sana öğretilen bu ilimden bana da bir şeyler öğretmen için sana tâbi olabilir miyim, beni talebeliğe kabul eder misin? ”
67. 68. “Doğrusu” dedi, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin. Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki? ”
69. “İnşaallah” dediMûsâ, “beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir emrine karşı koymayacağım.”
70. “O halde” dedi, “bana tâbi olduğuna göre, hangi konuda olursa olsun, ben onun hakkında sana söz açmadıkça, asla bana soru sormayacaksın tamam mı? ”
71. Bunun üzerine kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye rastlayıp ona bindiler ve o zat gemiyi deldi. Mûsâ duramayıp: “Ne yaptın öyle? ” dedi “İçindeki yolcuları denizde boğmak için mi yaptın bunu? Vallahi çok müthiş bir iş yaptın! ”
72. Hızır: “Sen benimle beraberliğe katlanamazsın dememiş miydim? İşte sen de gördün! ” dedi.
73. “Ne olur” dedi Mûsâ, “lütfen unutarak söylediğim bu sözden ötürü beni azarlama, bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma! ”
74. Yine yola koyuldular. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar ve Hızır onu öldürdü. Mûsâ atılıp: “Ne yaptın? ” dedi, “masum ve günahsız bir canı, kısas hükmü ile bir can karşılığında olmaksızın mı öldürdün? Doğrusu görülmemiş derecede fena bir iş yaptın! ”
75. “Sen benimle arkadaşlık etmeye katlanamazsın dememiş miydim? ” dedi.
76. Mûsâ: “Eğer” dedi, “sana bir daha soracak olursam, bundan böyle benimle hiç arkadaşlık etme! Artık özür dileyemeyecek hale geldim.”
77. Tekrar yola devam ettiler. nihayet bir şehre varıp o şehir halkından yiyecek istediler, ama ahali bunları misafir etmemekte diretti. Bu sırada Hızır orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar görür görmez onu düzeltiverdi. Mûsâ: “İsteseydin” dedi, “elbette buna karşı iyi bir ücret alabilirdin.”
78. Hızır: “İşte” dedi, “seninle ayrılmamızın vakti geldi. Şimdi sana hakkında sabırsızlık gösterdiğin o meselelerin içyüzlerini tek tek bildireyim:
79. Evvela, o gemi, denizde çalışan birtakım fakirlere ait idi. Ben onu kasden bir miktar zedeledim. Zira öte yanda, sağlam olan bütün gemileri gasbeden zalim bir hükümdar vardı.
80. Oğlan çocuğuna gelince: Onun ebeveyni mümin insanlar idi. Bu çocuğun onları ileride azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.
81. Onların Rabbinin, kendilerine, onun yerine daha temiz, daha hayırlı, merhamette ondan daha hisli bir çocuk ihsan etmesini diledik.
82. Gelelim duvara: O duvar şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Duvarın altında onlara ait bir define gömülü idi. Babaları, salih, iyi bir insandı. Rabbin onların reşit olacakları çağa gelip, definelerini o zaman çıkarmalarını irade buyurdu. Bütün bunlar Rabbinden birer lütuf ve rahmet olup, ben hiçbirini kendi görüşümle yapmış değilim. İşte hakkında sabırsızlık gösterdiğin meselelerin içyüzü bunlardan ibarettir.”
peygamber efendimiz hazreti muhammed mustafa s.a.v. hazreti ibrahim a.s. oğlu hazreti ismail a.s. soyundan gelir arap milletindendir peygamber efendimiz hazreti muhammed mustafa s.a.v. esmere çalan kumraldır
deccal ilahlık iddiasında bulunacak Hişam b.Âmir (r.a.) ’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.) : “Âdem’in yaratılışı ile kıyametin kopması arasında Deccâl’dan daha büyük bir fitne yoktur.
deccal,in sağ gözü siliktir
Resûllullah birgün Deccaldan söz açarak, “Şüphesiz, ben sizi, ona karşı uyarıyorum. Hiçbir peygamber yoktur ki, gönderildiği toplumu ona karşı uyarmamış olsun. Nitekim Hz. Nuh da (a.s.) kavmini ona karşı uyarmıştı. Ama ben size Deccal hakkında hiçbir peygamberin kavmine söylemediği bir söz söyleyeceğim. Haberiniz olsun ki, o kördür, Halbuki Allah asla kör değildir.'(14) buyurmuşlardı.
“Kör olduğu halde insanlara, 'Ben sizin Rabbinizim' der. Halbuki sizin Rabbiniz kör değildir (yaratıklara benzemekten, her türlü kusur ve noksanlıktan uzaktır) .”(15)
“Allah kör değildir. Dikkat edin. Mesih-ı Deccalın sağ gözü kördür. Gözü sanki fırlamış bir üzüm tanesi gibidir.”(16) 'Silik gözlüdür.'(17)
Rivayetlerde Deccalın gözünün yeşil renkli bir cama,(18) ve parlak bir yıldıza benzetildiği de görülmektedir.(19)
Kurtubî bu rivayetlere dayanarak, Deccalın iki gözünün de kusurlu olduğunu, bir gözünün nurunun çekilmiş, diğerinde de yaratılıştan bozukluk olduğunu söylemektedir.(20)
1. Hz. Peygamber (s.a.s.) ’in Mekke'deki Mescid-i Harâm'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi şeklinde gerçekleşen olağan üstü olay İslâmî kaynaklarda, metindeki ilgili fiilin mastar olan ve 'geceleyin yürüme, gece yolculuğu' anlamına gelen isrâ kelimesiyle anılır. Bu yolculuğun, hadislerde anlatılan 'göklere yükseltilme' safhasının da dahil olduğu tamamı ise 'yükselme, yukarı tırmanma' anlamındaki urûc kökünden türetilmiş olan ve 'yükselme vasıtası, aleti' mânasına gelen mi'râc kelimesiyle ifade edilir.
Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in peygamber olmasıyla birlikte putperestlerin müslümanlar üzerinde kurduğu baskılar, muhtemelen risâletin 6. yılından itibaren Peygamber ailesiyle az sayıdaki müslümanlara karşı ekonomik ve sosyal bir boykota dönüştü. Üç yıl süren ve büyük acılara sebep olan bu boykotun ardından Resulullah (s.a.s.) , kısa aralıklarla eşi Hz. Hatice ile amcası ve hamisi Ebû Talib'i kaybetti. Dolayısıyla bu yıla hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların ardından Allah Teâlâ, bir bakıma Resulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi'rac diye anılan büyük mucizevî olayı gerçekleştirdi.
İsrâ sûresinin 1. âyeti ile Necm sûresinin ilk âyetleri mi'rac olayına işaret etmektedir. Aynı konuda hadis mecmualarında da kırk beş kadar sahâbî vasıtasıyla bizzat Hz. Peygamber'den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu hadislerdeki ayrıntılı malûmat değişik yorumlara yol açacak nitelikte olduğu için, mi'racın tarihi ve nasıl cereyan ettiği hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın kabule göre mi'rac, peygamberliğin 12 veya 13. yılında vuku bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis bulunmakta olup özellikle Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahih’inde, yer alan hadislere göre bir gece Hz. Peygamber Kabe'nin avlusunda (diğer bazı rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî'nin evinde) 'uyku ile uyanıklık arasında bir durumdayken' Cebrail yanına geldi, göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs'e götürdü. Resûlullah (s.a.s.) 'i burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar (Başka bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber önce Mekke'den göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürüldü. Bu bilgiye göre âyette Resûlullah'ın bu manevî yolculuğa Mekke'den başlayıp semalara yükseldikten sonra Mescid-i Aksa'ya geldiği, oradan da Mekke'ye döndüğü özetlenmiştir) . Daha sonra semaya yükseltilen Resûlullah (s.a.s.) , semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. Îsâ ve Hz. Yahya, üçüncü kalında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz. İdrîs, beşinci katında Hz, Hârûn, altıncı kalında Hz. Mûsâ, yedinci katında ise Hz. İbrahim ile görüştü. Kur'an'da 'sidretü'l-müntehâ' (hudut ağacı) denilen ve bir görüşe göre yaratılmışlarca bilinebilen alanın son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktasının ötesine, Cebrail'in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber (s.a.s.) refref denilen bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu sırada kendisine evrenin sırları, varlığın kaderiyle hükümlerin tespiti için görevlendirilmiş olan meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre bir beşerin insan olma özelliğim koruyarak Allah'a yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı.
Peygamber'in rabbine selâm ve ihtiramını arzettiği, Allah'ın da ona selâmla hitap ettiği ve inananlara esenliklerin dile getirildiği 'Tahiyyat' duasındaki diyalogun mi'rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ ile Kur'an'ın 'âlemlere rahmet' olarak gönderildiğini bildirdiği Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu bir şekilde gerçekleşen bu buluşma sırasında Resûlullah (s.a.s.) 'e, içlerinden günahkâr olanlar -eğer affedilmezlerse- bir süre cehennemde cezalandırıldıktan sonra bütün ümmetinin cennete kabul buyurulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir hediye olarak Bakara sûresinin 'Âmene'r-resulü...' diye başlayan son iki âyeti verildi; İslâm'ın temel ibadetlerinden beş vakit namaz emredildi. Bazı rivayetlere göre mi'racdan dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem ile buralarda bulunacak insanların durumları gösterildi. Nihayet Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke'den ayrıldığı noktaya getirildi.
Söz konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi'racın Hz. Peygamber (s.a.s.) 'uyku ile uyanıklık arasında' bir durumdayken başladığını, uyandığında kendisini Mescid-i Harâm'da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî'deki rivayetlerin birinin sonunda 'Peygamber uyandı ki Mescid-i Harâm'dadır' denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu olduğu hususunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır. Biri uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi'racdan bahsedildiği de olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu mi'racı Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in hem bedeniyle hem de ruhuyla uyanıkken yaşadığı bir olay olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya uyanık iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu iddia miraç mucizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60. âyetinde mi'rac olayı kastedilerek 'sana gösterdiğimiz rüya...' şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabileceği de belirtilmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim de oğlu İsmail'i kurban etme emrini rüyasında almıştı.
Ancak, mi'rac Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in tamamen mucizevî bir tecrübesi olduğundan onu illâ da aklın kalıpları İçinde açıklamanın gerekli olmadığı muhakkaktır. Taberî'ye göre Allah, kulunun ruhunu değil, mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü ifade buyurduğuna göre 'Peygamber sadece ruhuyla mi'raca çıkmıştır' diyerek âyetin anlamını sınırlamaya hakkımız yoktur.
Buharı'nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in önce göklere çıkarıldığı, sonra Kudüs'e getirildiği bildirilirken, önce Kudüs'e getirildiğini ifade eden rivayetler de vardır. Konumuz olan âyette isrâ anlatılırken açıkça 'Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya' ifadesinin kullanılmış olması, Resûlullah (s.a.s.) 'in semâya yükselmesinden önce Mescid-i Aksâ'ya uğradığı görüşünü teyit etmektedir. Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen 'en uzak mescid' anlamına gelen Mescid-i Aksâ'nın Kudüs'teki mescid olamayacağını, bunun 'semavî bir mescid' olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Filistin'den 'en yakın yer' diye söz edilmektedir. Şu halde 'en uzak mescid' Kudüs'te olmamalıdır. Öte yandan Kudüs'te eski mabed (Süleyman mabedi) İslâmiyet'ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki Mescid-i Aksa ise henüz yapılmamıştı. Bununla birlikte müfessirlerin tamamına yakını bunun Kudüs'teki Süleyman mabedi olduğunda müttefiktirler. Bu görüşe katılan İbn Âşûr, âyette Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in ümmeti tarafından eski mabedin yeniden inşa edileceğine bir işaret bulunduğu kanaatindedir. Nitekim müslümanlar hicrî 66-73 yılları arasında bugünkü Mescid-i Aksâ'yı inşa etmişlerdir.
Ayette Mescid-i Aksâ'nm çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burası İbrâhimî geleneğin merkezi olup burada Hz. İbrahim'den Hz. Îsâ'ya pek çok peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Peygamber efendimizin mucizevî bir şekilde buraya getirilmesi ve daha sonra bir süre buranın müslümanlar tarafından kıble kabul edilmesi de Mescid-i Aksâ'nın çevresinin mübarek bir mekân oluşunun başka bir ifadesidir.
2-3. 'Kitap'tan maksat Tevrat'tır. Tevrat'ın hidayet rehberi olması, onun sayesinde İsrâiloğulları'nın cehalet ve inkarcılıktan bilginin aydınlığına ve gerçek dine kavuşmalarıdır, 2. âyetin metnindeki vekîl kelimesi, 'kendisine dayanılıp güvenilen, işlerin kendisine bırakıldığı kimse' demektir. Bu şekilde Allah'a güvenip bağlanmaya da tevekkül denir.
Sûrenin ilk âyetinde İsrâ ile Hz, Muhammed'in onurlandırıldığı bildirildikten sonra burada kendisine Tevrat indirilmek suretiyle Hz. Mûsâ'nın da şereflendirildiği belirtilmektedir. Bu vesileyle insanlığın en eski atalarından ve ulu peygamberlerden olan Hz, Nuh da 'çok şükreden bir kul' olarak takdirle yâdedilmektedir.
4. Bu âyetteki kitap genellikle Tevrat diye açıklanırken bunu levh-i mahfuz olarak anlayanlar da vardır. Bu anlayışa göre âyet şu anlama gelir: Sizin iki defa bozgunculuk çıkaracağınız levh-i mahfuzda yazılıdır, yani ilmimizde mevcuttur, bunu yapacağınız bizce malûmdu. Nitekim ikisini de yaptınız.
Yukarıda Hz. Musa'ya kitabın gönderilmesi ve onun İsrâiloğulları'na rehber kılınması ilâhî bir lütuf olarak zikredilmişti. Hz. Mûsâ, Mısır'da yüzlerce yıl aşağılayıcı bir muameleye maruz kalan İsrâiloğulları'nı Firavun'un hegemonyasından kurtarıp özgürlüklerine kavuşturmuş, ana yurtlarına götürmüş, onlara Tevrat'ı tebliğ etmişti. Fakat gerek Kur'an'da gerekse Kitâb-ı Mukaddes'te bildirildiği üzere onlar sık sık Allah'a olan ahidlerini bozup günaha sapmışlar, bu yüzden de İlâhî cezaya mâruz kalmışlardı.
Âyetteki 'fesad'dan maksat, İsrâiloğulları'nın genel olarak Allah'ın Tevrat'ta koyduğu hükümleri çiğnemeleridir. Tefsirlerde iki fesaddan biri peygamber Eş'iya'yı (İşaya) öldürmeleri veya Ermiya'yı (Yeremya) hapsetmeleri; ikincisi ise Hz. Yahya'yı öldürmeleri, Roma yöneticileriyle iş birliği yaparak Hz. Îsâ'yı öldürmeye kalkışmaları şeklinde açıklanmaktadır.
5-7. Hz. Musa'nın ölümünden sonra İsrâiloğulları'nın Filistin'deki çeşitli putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını bozarken bir yandan da Tevrat'ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı. Azgınlıklarım peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde 'ilk vaad' gerçekleşmiştir. Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbil esaretinin de dahil olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir. Tarihî bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler'in Kudüs'ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi'ni (Birinci Mâbed) yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esaret sürecini ifade etmektedir. 6. âyette, zamanın Pers kralı Kyros'un milâttan önce 539'da Bâbil'i ele geçirdikten sonra İsrâiloğulları'nın ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mâbed'in inşası, Kudüs'ün iman, dinî ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işaret edildiği anlaşılmaktadır. 7. âyette ise bu parlak dönemin ardından girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve siyasî ihtilaflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi veren bir yahudi grubunun işbirliği yaptığı Romalılar Kudüs'ü ele geçirerek şehri tahrip etmiş, yahudilerin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63) : bu arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır. Tefsirlerde yahudilerin İkinci bozgunculuklarıyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahya'yı öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur. Bundan sonra 1948'e kadar Filistin'de yahudi hakimiyeti kurulamamıştır.
8. Bundan önceki âyetlerde İslâm öncesi yahudilerinden söz edilmişti. Burada ise Hicaz'daki yahudilerin uyarıldığı anlaşılmakta; eğer tekrar bozgunculuk yaparlarsa Allah'ın da onları tekrar cezalandıracağı bildirilmekte, en son ceza yerinin ise cehennem olacağı hatırlatılmakta; kendilerinden, İbrâhimî geleneğin son temsilcisi olan, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'nın ilâhî hakikatlere davetlerini tekrar eden Hz. Muhammed'e kulak vermeleri, eski hatalarını tekrarlamayıp onu tasdik etmeleri istenmektedir. Fakat Medine'deki yahudiler bu çağrıya olumsuz cevap vermişler; hatta Hz. Peygamber'le yaptıkları anlaşma hükümlerine rağmen Mekkeli putperestlerle müslümanlara karşı iş birliği yapmışlardır. Allah da onları müslüman Arapların eliyle cezalandırmıştır.
9-10. Kur'an'ın asıl işlevi, insanlık için bir rehber olması, 'en doğru olan'a götürmesidir. 'En doğru olan 'la ilgili açıklamalar genellikle şu noktada toplanmaktadır: En doğru olan, öncelikle İslâm dini, yani onun temel öğretisi olan doğru itikad, güzel ameldir. Bu ikisini gerçekleştiren de Allah tarafından ödüllendirileceği için Kur'an aynı zamanda bu büyük ecri kazanmaya vesiledir. Öte yandan Kur'an âhirete inanmayanlara Allah'ın ağır bir azap hazırladığını da haber vermektedir ki, insanların doğruyu bulması için Kur'an'ın dikkat çektiği hususlardan biri de budur. Çünkü peşin fikirli olmadan hakikate kargı zihnini ve gönlünü açık tutanlar Kur'an'ın bu uyanları sayesinde âhiret azabından korunmak gerektiğinin şuurunda olarak günahlardan uzaklaşma ve arınma çabası gösterirler.
11. Hangi insanlar kendilerine kötülük yapmayı ve zarar vermeyi isterler? Tefsirlerde bu soruya çeşitli şekillerde cevap verilmiştir. Müşriklerden bazıları inkâr ve inatlarını, 'Allahım! Eğer bu kitap, senin katından gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır! gibi sözlerle dışa vururlardı. Muhtemelen âyette bunlar kastedilmiştir. İnsanlar arasında ciddi bir sıkıntıyla karşılaştıklarında sabır ve metanetle bu sıkıntıyı atlatmaya, mâkul ve meşru yollarla bu sıkıntıdan kurtulmaya çalışmak yerine, “Allah canımı alsa da bu dertten kurtulsam! ' şeklindeki sözlerle kendilerine beddua edenler de bulunur. Ayrıca bazen insanlar bilgisizlikleri sebebiyle kendi iyiliklerine zannederek aslında yine kendileri için kötü olan şeyleri isterler. Çünkü insanın iyi olduğunu zannettiği şey gerçekte kötü, kötü olduğunu zannettiği ile iyi olabilir; bu hususta en doğrusunu Allah bilir.
Âyetin, insanı çok aceleci olarak değerlendiren ifadesi, insanın tabiatındaki bir komplekse işaret etmektedir. Gerçekten insanın, özellikle ilk defa karşılaştığı durumlarda neyin iyi neyin kötü, neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda isabetli hüküm vermesi her zaman mümkün olmayabilir. Bunun için insanın aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak veya İnandığı, güvendiği kaynaklara başvurarak en doğru tercihi yapması gerekir. Fakat zihinsel ve ruhsal yönden yeterince gelişmemiş olanlar bir sabır ve olgunluk isteyen bu süreçten geçmeye tahammül edemedikleri için genellikle nefsî isteklerinin tesiriyle aceleci davranır ve umumiyetle de yanlış hüküm verir, yanlış tercihte bulunurlar. İşte âyet-i kerîme bu zaaf konusunda uyarıda bulunmakta; dolaylı olarak muhatabını, 9. âyette 'en doğru olan'a götürdüğü bildirilen Kur'an'ın davetine ve ölçülerine göre karar verip hareket etmeye çağırmaktadır.
2- Bu ayetlerin günümüz açısından değerlendirilmesi:
1. İslam dini esasen hiçbir din, ırk ve millete düşmanca bir tavır içinde değildir. Özellikle İslamiyet Ehl-i Kitap olan Hırıstiyan ve Yahudilere değişik konularda imtiyaz/ayrıcalık tanımıştır. Örneğin sosyal hayatla alakalı olarak; onların kızları ile evlenmek, kestikleri hayvanlardan yemenin meşru olduğunu Kur’an-ı Kerim’de (Maide 5/5) görmekteyiz. Bu durumda İslam’ın; başka milletlere, özellikle İsrailoğullarına, İbrani soyuna, Yahudilik dinine, geçmişte, günümüzde veya gelecekte yaşayan barış taraftarı Yahudilere düşmanlık emretmediğini göstermektedir. Genel olarak tarih boyunca Yahudilerin başına gelen sıkıntıların Müslümanlar tarafından kaynaklanmadığı da yine tarihen sabittir.
2. Hz. Muhammed (s.a.s) ’in, Müslümanların Yahudiler ile savaşacağını haber vermesi, Müslümanların Yahudilere karşı düşman ve saldırgan bir tutum içinde olduklarını göstermez. Çünkü Peygamberimiz yine Müslümanların Türkler ve bir takım başka milletlerle de savaşacaklarını haber vermiştir. (Buhari, Cihad, 95) Bu haberi doğrulama açısından; Emeviler döneminde Türkler ile Müslümanların savaştıkları ve Talas savaşından sonra da Abbasiler döneminde Türklerin Müslüman oldukları tarih kitaplarında sabittir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) ’in; Yahudiler, Türkler, Safeviler, Bizanslılar veya başka bir toplum ile Müslümanların savaşacaklarını haber vermesi, tarihi seyri içerisinde tamamen kendiliğinden gelişecek olan olaylar konusunda Müslümanları uyarmak içindir.
3. Yine gerek İsra suresinde, gerek hadislerde, gerekse Tevrat metinlerinde Yahudilerin başına gelen olaylar, ilim erbabınca ya geçmiş zamana nispetle yorumlanmış veya kendi yaşadıkları dönem ile ilgili olarak açıklanmıştır. (Elmalı, Hakk Dîni, I, 472-475; IV, 3161-3164) Bu husus özellikle metinlerdeki ifadelerin kapalı (müphem) ve kısa (mücmel) olmasından kaynaklanmaktadır. Bu olayların bu gün veya daha sonraki zamanlarda da yaşanması kesin bir durum olmayıp, bu konuda söylenen sözler indi te’villerden ibarettir.
4. Hadîs-i şeriflerde Yahûdilerle Müslümanlar arasında olan veya olacak savaşlarda taşlar ve ağaçların dile gelip, “arkamda Yahûdi var, diye söyleyeceklerini bildiriliyor. Bazı hadis yorumcularına göre; bu durum, hakikat mânâya hamledileceği gibi, mecazi manaya da hamledilebilir. Zira ayetlerin müteşabihatı olduğu gibi hadislerin de müteşabihatı var. Yukarıda zikredilen hadislerde bu türdendir.
Eğer bu hadisleri yorumlamak gerekirse şöyle anlayabiliriz: “Ahirzamanda Yahudilerin fesadı ve tahribatı o kadar fazlalaşacak ve şımarıklık ve isyanları o kadar artacak ki, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve bütün insanların birleşmesine ve beraber hareket etmesine sebep olacaktır. Herkes onların bu kötülüklerinden emin olmak için onlarla alakalı bilgi akışını, askeri veya diğer alanlardaki istihbaratlarını birleştirecekler. Bu beraberlikten sonra Yahudilerin karşısında birtek kuvvet olup onları perişan edeceklerdir. Tüm dünyada Yahudilere karşı ciddi bir antipati oluşacağından herkes her türlü yayın–basın araçlarıyla Yahudileri ele verip haber verecektir Bu durumun ifrat derecesini Peygamberimiz (s.a.s.) “taşlar ve ağaçlar bile haber verecek” diye ifade buyurmuşlardır. İşte bu durum taş ve ağacın konuşmasıyla teşbih edilen insanlığın umumi vicdanın onların aleyhlerine dönme döneminin tamamlanmasıyla, düşmanca hareket eden Yahudilerin zulmüne ma’ruz kalan mazlumların feryadını herkes duyacak ve hükmün infazı için işler yapılacaktır.
Şu kadar var ki hadislerde Müslümanların Yahudilerle savaşacakları açık bir dil ile bildirilmiştir. Bu savaşta Müslümanların saldırgan taraf olmayacağını hadislerdeki “Yahudîler sizinle savaşacaklar” ifadesinden de anlamak mümkündür. Buna göre savaş isteyen, Müslümanlar olmayacaktır. Müslümanın en önemli vasfı daima barış taraftarı olmasıdır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de defalarca vurgulanmaktadır. Bu sebeple Müslümanlar dâvâlarında haklı bulunacaklardır. Bundan dolayı Müslümanlar; Müslüman olsun gayr-i Müslim olsun dünya kamuoyunu arkalarına alacaklardır. Hadiste taş ve ağacın konuşması, insanlığın ortak vicdanına, yani dünya halklarının ortak sesine teşbihtir. Demek ki, dünya kamuoyu Yahudileri tasvip etmeyecektir
Resûllullah birgün Deccaldan söz açarak, “Şüphesiz, ben sizi, ona karşı uyarıyorum. Hiçbir peygamber yoktur ki, gönderildiği toplumu ona karşı uyarmamış olsun. Nitekim Hz. Nuh da (a.s.) kavmini ona karşı uyarmıştı. Ama ben size Deccal hakkında hiçbir peygamberin kavmine söylemediği bir söz söyleyeceğim. Haberiniz olsun ki, o kördür, Halbuki Allah asla kör değildir.'(14) buyurmuşlardı.
Her şey fanidir baki olan Allah c.c. Aziz odur rahim odur mutlak galip odur........Allah'dan başka hiç bir şeyi olmayan ben Allah'dan başka her şeyleri olanlara acırım.......
Ve mübarek geceler dualarımız;
Geri gelmeyen dualardı...
Geceler ki pırıl pırıl
Kandillerin yanardı..
Kapına gelenler ya muhammed,
- uzaktan, yakından –
Mümin döndüler kapından...
Besmele, ekmeğimizin bereketiydi,
İki dünyada aziz ümmet;
Muhammed ümmetiydi.
Konsun –yine- pervazlara güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!
Şimdi seni ananlar,
Anıyor ağlar gibi...
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın,
Yoksulların sahibi...
Nerde kaldın ey Resûl,
Nerde kaldın ey Nebi?
Günler, ne günlerdi, yâ Muhammed,
Çağlar ne çağlardı:
Daha dünyaya gelmeden
Mü’minlerin vardı...
Ve bir gün, ki gaflet
Çöller kadardı,
Halîme’nin kucağında
Abdullah’ın yetimi
Âmine’nin emaneti ağlardı.
Hatice’nin goncası,
Aişe’nin gülüydün.
Ümmetinin gözbebeği
Göklerin resûlüydün...
Elçi geldin, elçiler gönderdin...
Ruhunu Allah’a,
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke’de bunalırsan
Medine’ye göçerdin.
Biz bu dünyadan nereye
Göçelim, yâ Muhammed?
Neler duydu şu dünyada
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi, ey Nebî,
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık, yolunu bilmiyor;
Artık, yolunu unuttu
Ayaklarımız!
Kâbe’ne siyahlar
Yakışmamıştır, yâ Muhammed
Bugünkü kadar!
Hased gururla savaşta;
Gurur, Kafdağı’nda derebeyi...
Onu da yaralarlar kanadından,
Gelse bir şefkat meleği...
İyiliğin türbesine
Türbedâr oldu iyi.
1. Hz. Peygamber (s.a.s.) ’in Mekke'deki Mescid-i Harâm'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi şeklinde gerçekleşen olağan üstü olay İslâmî kaynaklarda, metindeki ilgili fiilin mastar olan ve 'geceleyin yürüme, gece yolculuğu' anlamına gelen isrâ kelimesiyle anılır. Bu yolculuğun, hadislerde anlatılan 'göklere yükseltilme' safhasının da dahil olduğu tamamı ise 'yükselme, yukarı tırmanma' anlamındaki urûc kökünden türetilmiş olan ve 'yükselme vasıtası, aleti' mânasına gelen mi'râc kelimesiyle ifade edilir.
Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in peygamber olmasıyla birlikte putperestlerin müslümanlar üzerinde kurduğu baskılar, muhtemelen risâletin 6. yılından itibaren Peygamber ailesiyle az sayıdaki müslümanlara karşı ekonomik ve sosyal bir boykota dönüştü. Üç yıl süren ve büyük acılara sebep olan bu boykotun ardından Resulullah (s.a.s.) , kısa aralıklarla eşi Hz. Hatice ile amcası ve hamisi Ebû Talib'i kaybetti. Dolayısıyla bu yıla hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların ardından Allah Teâlâ, bir bakıma Resulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi'rac diye anılan büyük mucizevî olayı gerçekleştirdi.
İsrâ sûresinin 1. âyeti ile Necm sûresinin ilk âyetleri mi'rac olayına işaret etmektedir. Aynı konuda hadis mecmualarında da kırk beş kadar sahâbî vasıtasıyla bizzat Hz. Peygamber'den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu hadislerdeki ayrıntılı malûmat değişik yorumlara yol açacak nitelikte olduğu için, mi'racın tarihi ve nasıl cereyan ettiği hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın kabule göre mi'rac, peygamberliğin 12 veya 13. yılında vuku bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis bulunmakta olup özellikle Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahih’inde, yer alan hadislere göre bir gece Hz. Peygamber Kabe'nin avlusunda (diğer bazı rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî'nin evinde) 'uyku ile uyanıklık arasında bir durumdayken' Cebrail yanına geldi, göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs'e götürdü. Resûlullah (s.a.s.) 'i burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar (Başka bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber önce Mekke'den göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürüldü. Bu bilgiye göre âyette Resûlullah'ın bu manevî yolculuğa Mekke'den başlayıp semalara yükseldikten sonra Mescid-i Aksa'ya geldiği, oradan da Mekke'ye döndüğü özetlenmiştir) . Daha sonra semaya yükseltilen Resûlullah (s.a.s.) , semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. Îsâ ve Hz. Yahya, üçüncü kalında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz. İdrîs, beşinci katında Hz, Hârûn, altıncı kalında Hz. Mûsâ, yedinci katında ise Hz. İbrahim ile görüştü. Kur'an'da 'sidretü'l-müntehâ' (hudut ağacı) denilen ve bir görüşe göre yaratılmışlarca bilinebilen alanın son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktasının ötesine, Cebrail'in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber (s.a.s.) refref denilen bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu sırada kendisine evrenin sırları, varlığın kaderiyle hükümlerin tespiti için görevlendirilmiş olan meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre bir beşerin insan olma özelliğim koruyarak Allah'a yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı.
Peygamber'in rabbine selâm ve ihtiramını arzettiği, Allah'ın da ona selâmla hitap ettiği ve inananlara esenliklerin dile getirildiği 'Tahiyyat' duasındaki diyalogun mi'rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ ile Kur'an'ın 'âlemlere rahmet' olarak gönderildiğini bildirdiği Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu bir şekilde gerçekleşen bu buluşma sırasında Resûlullah (s.a.s.) 'e, içlerinden günahkâr olanlar -eğer affedilmezlerse- bir süre cehennemde cezalandırıldıktan sonra bütün ümmetinin cennete kabul buyurulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir hediye olarak Bakara sûresinin 'Âmene'r-resulü...' diye başlayan son iki âyeti verildi; İslâm'ın temel ibadetlerinden beş vakit namaz emredildi. Bazı rivayetlere göre mi'racdan dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem ile buralarda bulunacak insanların durumları gösterildi. Nihayet Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke'den ayrıldığı noktaya getirildi.
Söz konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi'racın Hz. Peygamber (s.a.s.) 'uyku ile uyanıklık arasında' bir durumdayken başladığını, uyandığında kendisini Mescid-i Harâm'da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî'deki rivayetlerin birinin sonunda 'Peygamber uyandı ki Mescid-i Harâm'dadır' denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu olduğu hususunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır. Biri uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi'racdan bahsedildiği de olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu mi'racı Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in hem bedeniyle hem de ruhuyla uyanıkken yaşadığı bir olay olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya uyanık iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu iddia miraç mucizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60. âyetinde mi'rac olayı kastedilerek 'sana gösterdiğimiz rüya...' şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabileceği de belirtilmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim de oğlu İsmail'i kurban etme emrini rüyasında almıştı.
Ancak, mi'rac Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in tamamen mucizevî bir tecrübesi olduğundan onu illâ da aklın kalıpları İçinde açıklamanın gerekli olmadığı muhakkaktır. Taberî'ye göre Allah, kulunun ruhunu değil, mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü ifade buyurduğuna göre 'Peygamber sadece ruhuyla mi'raca çıkmıştır' diyerek âyetin anlamını sınırlamaya hakkımız yoktur.
Buharı'nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in önce göklere çıkarıldığı, sonra Kudüs'e getirildiği bildirilirken, önce Kudüs'e getirildiğini ifade eden rivayetler de vardır. Konumuz olan âyette isrâ anlatılırken açıkça 'Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya' ifadesinin kullanılmış olması, Resûlullah (s.a.s.) 'in semâya yükselmesinden önce Mescid-i Aksâ'ya uğradığı görüşünü teyit etmektedir. Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen 'en uzak mescid' anlamına gelen Mescid-i Aksâ'nın Kudüs'teki mescid olamayacağını, bunun 'semavî bir mescid' olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Filistin'den 'en yakın yer' diye söz edilmektedir. Şu halde 'en uzak mescid' Kudüs'te olmamalıdır. Öte yandan Kudüs'te eski mabed (Süleyman mabedi) İslâmiyet'ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki Mescid-i Aksa ise henüz yapılmamıştı. Bununla birlikte müfessirlerin tamamına yakını bunun Kudüs'teki Süleyman mabedi olduğunda müttefiktirler. Bu görüşe katılan İbn Âşûr, âyette Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in ümmeti tarafından eski mabedin yeniden inşa edileceğine bir işaret bulunduğu kanaatindedir. Nitekim müslümanlar hicrî 66-73 yılları arasında bugünkü Mescid-i Aksâ'yı inşa etmişlerdir.
Ayette Mescid-i Aksâ'nm çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burası İbrâhimî geleneğin merkezi olup burada Hz. İbrahim'den Hz. Îsâ'ya pek çok peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Peygamber efendimizin mucizevî bir şekilde buraya getirilmesi ve daha sonra bir süre buranın müslümanlar tarafından kıble kabul edilmesi de Mescid-i Aksâ'nın çevresinin mübarek bir mekân oluşunun başka bir ifadesidir.
2-3. 'Kitap'tan maksat Tevrat'tır. Tevrat'ın hidayet rehberi olması, onun sayesinde İsrâiloğulları'nın cehalet ve inkarcılıktan bilginin aydınlığına ve gerçek dine kavuşmalarıdır, 2. âyetin metnindeki vekîl kelimesi, 'kendisine dayanılıp güvenilen, işlerin kendisine bırakıldığı kimse' demektir. Bu şekilde Allah'a güvenip bağlanmaya da tevekkül denir.
Sûrenin ilk âyetinde İsrâ ile Hz, Muhammed'in onurlandırıldığı bildirildikten sonra burada kendisine Tevrat indirilmek suretiyle Hz. Mûsâ'nın da şereflendirildiği belirtilmektedir. Bu vesileyle insanlığın en eski atalarından ve ulu peygamberlerden olan Hz, Nuh da 'çok şükreden bir kul' olarak takdirle yâdedilmektedir.
4. Bu âyetteki kitap genellikle Tevrat diye açıklanırken bunu levh-i mahfuz olarak anlayanlar da vardır. Bu anlayışa göre âyet şu anlama gelir: Sizin iki defa bozgunculuk çıkaracağınız levh-i mahfuzda yazılıdır, yani ilmimizde mevcuttur, bunu yapacağınız bizce malûmdu. Nitekim ikisini de yaptınız.
Yukarıda Hz. Musa'ya kitabın gönderilmesi ve onun İsrâiloğulları'na rehber kılınması ilâhî bir lütuf olarak zikredilmişti. Hz. Mûsâ, Mısır'da yüzlerce yıl aşağılayıcı bir muameleye maruz kalan İsrâiloğulları'nı Firavun'un hegemonyasından kurtarıp özgürlüklerine kavuşturmuş, ana yurtlarına götürmüş, onlara Tevrat'ı tebliğ etmişti. Fakat gerek Kur'an'da gerekse Kitâb-ı Mukaddes'te bildirildiği üzere onlar sık sık Allah'a olan ahidlerini bozup günaha sapmışlar, bu yüzden de İlâhî cezaya mâruz kalmışlardı.
Âyetteki 'fesad'dan maksat, İsrâiloğulları'nın genel olarak Allah'ın Tevrat'ta koyduğu hükümleri çiğnemeleridir. Tefsirlerde iki fesaddan biri peygamber Eş'iya'yı (İşaya) öldürmeleri veya Ermiya'yı (Yeremya) hapsetmeleri; ikincisi ise Hz. Yahya'yı öldürmeleri, Roma yöneticileriyle iş birliği yaparak Hz. Îsâ'yı öldürmeye kalkışmaları şeklinde açıklanmaktadır.
5-7. Hz. Musa'nın ölümünden sonra İsrâiloğulları'nın Filistin'deki çeşitli putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını bozarken bir yandan da Tevrat'ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı. Azgınlıklarım peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde 'ilk vaad' gerçekleşmiştir. Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbil esaretinin de dahil olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir. Tarihî bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler'in Kudüs'ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi'ni (Birinci Mâbed) yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esaret sürecini ifade etmektedir. 6. âyette, zamanın Pers kralı Kyros'un milâttan önce 539'da Bâbil'i ele geçirdikten sonra İsrâiloğulları'nın ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mâbed'in inşası, Kudüs'ün iman, dinî ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işaret edildiği anlaşılmaktadır. 7. âyette ise bu parlak dönemin ardından girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve siyasî ihtilaflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi veren bir yahudi grubunun işbirliği yaptığı Romalılar Kudüs'ü ele geçirerek şehri tahrip etmiş, yahudilerin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63): bu arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır. Tefsirlerde yahudilerin İkinci bozgunculuklarıyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahya'yı öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur. Bundan sonra 1948'e kadar Filistin'de yahudi hakimiyeti kurulamamıştır.
8. Bundan önceki âyetlerde İslâm öncesi yahudilerinden söz edilmişti. Burada ise Hicaz'daki yahudilerin uyarıldığı anlaşılmakta; eğer tekrar bozgunculuk yaparlarsa Allah'ın da onları tekrar cezalandıracağı bildirilmekte, en son ceza yerinin ise cehennem olacağı hatırlatılmakta; kendilerinden, İbrâhimî geleneğin son temsilcisi olan, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'nın ilâhî hakikatlere davetlerini tekrar eden Hz. Muhammed'e kulak vermeleri, eski hatalarını tekrarlamayıp onu tasdik etmeleri istenmektedir. Fakat Medine'deki yahudiler bu çağrıya olumsuz cevap vermişler; hatta Hz. Peygamber'le yaptıkları anlaşma hükümlerine rağmen Mekkeli putperestlerle müslümanlara karşı iş birliği yapmışlardır. Allah da onları müslüman Arapların eliyle cezalandırmıştır.
9-10. Kur'an'ın asıl işlevi, insanlık için bir rehber olması, 'en doğru olan'a götürmesidir. 'En doğru olan 'la ilgili açıklamalar genellikle şu noktada toplanmaktadır: En doğru olan, öncelikle İslâm dini, yani onun temel öğretisi olan doğru itikad, güzel ameldir. Bu ikisini gerçekleştiren de Allah tarafından ödüllendirileceği için Kur'an aynı zamanda bu büyük ecri kazanmaya vesiledir. Öte yandan Kur'an âhirete inanmayanlara Allah'ın ağır bir azap hazırladığını da haber vermektedir ki, insanların doğruyu bulması için Kur'an'ın dikkat çektiği hususlardan biri de budur. Çünkü peşin fikirli olmadan hakikate kargı zihnini ve gönlünü açık tutanlar Kur'an'ın bu uyanları sayesinde âhiret azabından korunmak gerektiğinin şuurunda olarak günahlardan uzaklaşma ve arınma çabası gösterirler.
11. Hangi insanlar kendilerine kötülük yapmayı ve zarar vermeyi isterler? Tefsirlerde bu soruya çeşitli şekillerde cevap verilmiştir. Müşriklerden bazıları inkâr ve inatlarını, 'Allahım! Eğer bu kitap, senin katından gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır! gibi sözlerle dışa vururlardı. Muhtemelen âyette bunlar kastedilmiştir. İnsanlar arasında ciddi bir sıkıntıyla karşılaştıklarında sabır ve metanetle bu sıkıntıyı atlatmaya, mâkul ve meşru yollarla bu sıkıntıdan kurtulmaya çalışmak yerine, “Allah canımı alsa da bu dertten kurtulsam! ' şeklindeki sözlerle kendilerine beddua edenler de bulunur. Ayrıca bazen insanlar bilgisizlikleri sebebiyle kendi iyiliklerine zannederek aslında yine kendileri için kötü olan şeyleri isterler. Çünkü insanın iyi olduğunu zannettiği şey gerçekte kötü, kötü olduğunu zannettiği ile iyi olabilir; bu hususta en doğrusunu Allah bilir.
Âyetin, insanı çok aceleci olarak değerlendiren ifadesi, insanın tabiatındaki bir komplekse işaret etmektedir. Gerçekten insanın, özellikle ilk defa karşılaştığı durumlarda neyin iyi neyin kötü, neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda isabetli hüküm vermesi her zaman mümkün olmayabilir. Bunun için insanın aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak veya İnandığı, güvendiği kaynaklara başvurarak en doğru tercihi yapması gerekir. Fakat zihinsel ve ruhsal yönden yeterince gelişmemiş olanlar bir sabır ve olgunluk isteyen bu süreçten geçmeye tahammül edemedikleri için genellikle nefsî isteklerinin tesiriyle aceleci davranır ve umumiyetle de yanlış hüküm verir, yanlış tercihte bulunurlar. İşte âyet-i kerîme bu zaaf konusunda uyarıda bulunmakta; dolaylı olarak muhatabını, 9. âyette 'en doğru olan'a götürdüğü bildirilen Kur'an'ın davetine ve ölçülerine göre karar verip hareket etmeye çağırmaktadır.
2- Bu ayetlerin günümüz açısından değerlendirilmesi:
1. İslam dini esasen hiçbir din, ırk ve millete düşmanca bir tavır içinde değildir. Özellikle İslamiyet Ehl-i Kitap olan Hırıstiyan ve Yahudilere değişik konularda imtiyaz/ayrıcalık tanımıştır. Örneğin sosyal hayatla alakalı olarak; onların kızları ile evlenmek, kestikleri hayvanlardan yemenin meşru olduğunu Kur’an-ı Kerim’de (Maide 5/5) görmekteyiz. Bu durumda İslam’ın; başka milletlere, özellikle İsrailoğullarına, İbrani soyuna, Yahudilik dinine, geçmişte, günümüzde veya gelecekte yaşayan barış taraftarı Yahudilere düşmanlık emretmediğini göstermektedir. Genel olarak tarih boyunca Yahudilerin başına gelen sıkıntıların Müslümanlar tarafından kaynaklanmadığı da yine tarihen sabittir.
2. Hz. Muhammed (s.a.s) ’in, Müslümanların Yahudiler ile savaşacağını haber vermesi, Müslümanların Yahudilere karşı düşman ve saldırgan bir tutum içinde olduklarını göstermez. Çünkü Peygamberimiz yine Müslümanların Türkler ve bir takım başka milletlerle de savaşacaklarını haber vermiştir. (Buhari, Cihad, 95) Bu haberi doğrulama açısından; Emeviler döneminde Türkler ile Müslümanların savaştıkları ve Talas savaşından sonra da Abbasiler döneminde Türklerin Müslüman oldukları tarih kitaplarında sabittir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) ’in; Yahudiler, Türkler, Safeviler, Bizanslılar veya başka bir toplum ile Müslümanların savaşacaklarını haber vermesi, tarihi seyri içerisinde tamamen kendiliğinden gelişecek olan olaylar konusunda Müslümanları uyarmak içindir.
3. Yine gerek İsra suresinde, gerek hadislerde, gerekse Tevrat metinlerinde Yahudilerin başına gelen olaylar, ilim erbabınca ya geçmiş zamana nispetle yorumlanmış veya kendi yaşadıkları dönem ile ilgili olarak açıklanmıştır. (Elmalı, Hakk Dîni, I, 472-475; IV, 3161-3164) Bu husus özellikle metinlerdeki ifadelerin kapalı (müphem) ve kısa (mücmel) olmasından kaynaklanmaktadır. Bu olayların bu gün veya daha sonraki zamanlarda da yaşanması kesin bir durum olmayıp, bu konuda söylenen sözler indi te’villerden ibarettir.
4. Hadîs-i şeriflerde Yahûdilerle Müslümanlar arasında olan veya olacak savaşlarda taşlar ve ağaçların dile gelip, “arkamda Yahûdi var, diye söyleyeceklerini bildiriliyor. Bazı hadis yorumcularına göre; bu durum, hakikat mânâya hamledileceği gibi, mecazi manaya da hamledilebilir. Zira ayetlerin müteşabihatı olduğu gibi hadislerin de müteşabihatı var. Yukarıda zikredilen hadislerde bu türdendir.
Eğer bu hadisleri yorumlamak gerekirse şöyle anlayabiliriz: “Ahirzamanda Yahudilerin fesadı ve tahribatı o kadar fazlalaşacak ve şımarıklık ve isyanları o kadar artacak ki, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve bütün insanların birleşmesine ve beraber hareket etmesine sebep olacaktır. Herkes onların bu kötülüklerinden emin olmak için onlarla alakalı bilgi akışını, askeri veya diğer alanlardaki istihbaratlarını birleştirecekler. Bu beraberlikten sonra Yahudilerin karşısında birtek kuvvet olup onları perişan edeceklerdir. Tüm dünyada Yahudilere karşı ciddi bir antipati oluşacağından herkes her türlü yayın–basın araçlarıyla Yahudileri ele verip haber verecektir Bu durumun ifrat derecesini Peygamberimiz (s.a.s.) “taşlar ve ağaçlar bile haber verecek” diye ifade buyurmuşlardır. İşte bu durum taş ve ağacın konuşmasıyla teşbih edilen insanlığın umumi vicdanın onların aleyhlerine dönme döneminin tamamlanmasıyla, düşmanca hareket eden Yahudilerin zulmüne ma’ruz kalan mazlumların feryadını herkes duyacak ve hükmün infazı için işler yapılacaktır.
Şu kadar var ki hadislerde Müslümanların Yahudilerle savaşacakları açık bir dil ile bildirilmiştir. Bu savaşta Müslümanların saldırgan taraf olmayacağını hadislerdeki “Yahudîler sizinle savaşacaklar” ifadesinden de anlamak mümkündür. Buna göre savaş isteyen, Müslümanlar olmayacaktır. Müslümanın en önemli vasfı daima barış taraftarı olmasıdır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de defalarca vurgulanmaktadır. Bu sebeple Müslümanlar dâvâlarında haklı bulunacaklardır. Bundan dolayı Müslümanlar; Müslüman olsun gayr-i Müslim olsun dünya kamuoyunu arkalarına alacaklardır. Hadiste taş ve ağacın konuşması, insanlığın ortak vicdanına, yani dünya halklarının ortak sesine teşbihtir. Demek ki, dünya kamuoyu Yahudileri tasvip etmeyecektir.
Mekke'de, risaletin başlangıcında nâzil olmuş olup 7 âyettir. Tam olarak nâzil olan ilk sûredir. Kur'ân-ı Kerîm'in başlangıcı olduğundan 'bir yeri veya bir şeyi açan, başlatan' anlamına Fâtiha adı verilmiştir. Ayrıca yirmi kadar güzel vasfını bildiren başka isimleri de vardır. Mesela: Namazda okunması vacip olduğundan Sûretu's-salât, Allah Teâlâ'nın arşının altındaki hazineden indirilip ulvî mânaların hazinesi olduğundan Kenz; başlı başına yeterli olduğundan Vâfiye, Kâfiye; bütün sûrelerin aslı, kökü, tohumu durumunda olduğundan Ümmü'l-Kitab, el-Esas onun isimleri arasındadır. Bu kutlu ve özlü sûre, gerçekten Kur'ân-ı Kerîm'in feyizli ve bereketli bir hülasası ve İslâm ibadetinin esasıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in ana gayeleri şunlardır.
1. Tevhid, yani Allah'ın birliği
2. Nübüvvet
3. Âhiret
4. İbadet ve adaleti de kapsayarak istikamet
Fâtiha sûresi bu esaslara açıkça delâlet eder.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1 - Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla [59,22-24]
2 - Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah'adır.
3 - O rahmândır, rahîmdir.
4 - Din gününün, hesap gününün tek hâkimidir. [24,25; 37,53]
Rabbü'l-âlemin sıfatı Kur'ân mesajının evrenselliğini, rahmân ve rahîm sıfatları, Allah'ın kâinatı şenlendiren geniş rahmetini ilan eder.
Sûrenin başında 'Bütün övgüler Allah'ındır' şeklinde kapsamlı bir hüküm verildiğinden, âdeta 'Niçin? ' diye soran aklı tatmin için, zımnen gerekçe teşkil eden bazı ilâhî sıfatlar hatırlatılmaktadır. Övgüler O'nundur: Çünkü Rabbü'l-âlemîndir bütün varlıkları yaratıp büyüten, varlıkta devam ettirendir. Çünkü rahmândır, rahîmdir: Bu mükemmel kâinatı merhametiyle şenlendiren, güneşleri, ay'ları, topyekûn cansız kâinatı bitkilere ve hayvanlara, cansızı ve canlısı ile bütün varlıkları da insana hizmet ettiren O'dur ve çünkü, hayat sadece dünya hayatından ibaret değildir. Burada ağır bir emanet yüklenerek, Allah'ın halifesi, vekîli olarak geçici bir süre için görevlendirilen insanın, asıl hayatı ebedî âhiret hayatındadır. İşte Allah âhiretin de tek hükümdarıdır.
5 - (Haydi öyleyse deyiniz) : 'Yalnız Sana ibadet eder, yalnız senden medet umarız.' [73,9; 6,1; 3,64]
Evreni dikkatle inceleyen her akıl sahibi, böylece aklî delille Rabbine ulaşacağından, sûrenin başından 4. âyete kadar Allah'tan 'O' diye bahsederken, bu tefekkürü sonucunda artık âdeta O'nu görüyor hale gelip 'Sen' diye hitap etme makamına yükselir: 'İbadetim, kulluğum, sevgim yalnız Sana'dır Rabbim! ' der. Diğer taraftan, Allah müminleri toplum halinde, daha doğrusu topluluk halinde huzurunda görmek istediğinden, bu tefekkürü yapan mümin, dünyadaki bütün müminlerle birlikte ibadetini O'na takdim eder, onlardan güç, kuvvet, dua ve mutluluk alır.
Tarih ve coğrafyasıyla bütün bir insanlığı, hatta bütün âlemleri, dünya ve âhireti, ezelden ebede varlığın tamamını kucaklayan bu kutlu Fâtiha, bu sûreyi yücelerden indiren Zatın, bütün âlemleri her tarafıyla aynı anda gören Rabbü'l-âlemin olduğunun önemli bir delilidir. 5. âyet ile kul, Rabbi ile bir akit yapmaktadır. Allah'a ibadet ve teslimiyet gösteren insana O, dünyada yardım ve hidâyeti, âhirette cenneti vermeyi uhdesine alır.
6 -Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.
7 - Nimet ve lütfuna nail ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil. [4,69]
Son âyet doğru yolun somut, gerçekleşmiş şeklini gösterir, mümini geniş düz caddede ilerleyen peygamberlerin nuranî kafilesinin peşine yerleştirir. Örnek ihtiyacını tatmin eder. Fâtiha sûresinin okunması tamamlanınca 'öyle olsun, kabul eyle! ' mânasına gelen 'âmin' denilmesi sünnettir.
Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla 1. De ki: O, Allah'tır, gerçek İlahtır ve Birdir. 2. Allah Samed'dir.Samed: 'Tam, eksiği olmayan, her şey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan' demektir. 3. Ne doğurdu, ne de doğuruldu. 4. Ne de herhangi bir şey O'na denk oldu.
şuara suresi meali 224.Şairler var ya, bunların peşine de sapkınlarla çapkınlar düşer!
225, 226.Görmez misin onlar her vâdide sözcüklerin, hayallerin peşinde dolaşır ve yapmayacakları şeyleri söylerler.
ben bile sonumun ne olacağını bilmiyorum hz.muhammed mustafa s.a.v. hak geldi batıl yıkılıp gitti batıl yok olmaya mahkumdur (9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma) Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.s.) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma gü ...
tunceli çemişgezek dedebeyli köyü
12.02.2012 - 14:40ziyaret kaynak suyu venk
bir rivayete göre imamı şibli ile şeytan hadisesi
12.02.2012 - 00:34bir rivayete göre şeytan (iblis) imamı şibli,ye geliyor ve diyorki ey imamı şibli insanların cehenneme girmesi için görevlendirildiysem neden ben cehenneme gireyim buda allah,ın takdiriyse der imamı şibli hazreteleri derki eğer bu senin kader,inse biz bunu allah c.c. nedendir diye soramayız takdir allah,ındır fakat sen bu yola tevessül ettiysen muhakkak,ki allah c.c. seni cehenneme koyacaktır şeytan (iblis) der ki ey imamı şibli ben bu söylediklerimle çoğu alimi insanı yoldan çıkardım der
bir rivayete göre imamı şibli ile şeytan hadisesi
10.02.2012 - 11:09bir rivayete göre imamı şibli hazretleri ile şeytan (iblis) arasındaki hadise.bir rivayete göre şeytan (iblis) imamı şibli,ye geliyor ve diyorki ey imamı şibli insanların cehenneme girmesi için görevlendirildiysem neden ben cehenneme gireyim buda allah,ın takdiriyse der imamı şibli hazreteleri derki eğer bu senin kader,inse biz bunu allah c.c. nedendir diye soramayız takdir allah,ındır fakat sen bu yola tevessül ettiysen muhakkak,ki allah c.c. seni cehenneme koyacaktır şeytan (iblis) der ki ey imamı şibli ben bu söylediklerimle çoğu alimi insanı yoldan çıkardım der
ben bile kendi sonumun ne olacağını bilmiyorum
06.02.2012 - 22:33İnsanlar amellerine göre değil, Allah'ın affına göre beraat ederler. Allah'ın nimetlerinin şükrünü ibadetlerle yerine getirmek mümkün değildir.
deccal
18.10.2011 - 13:50Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem herkesin yanında deccâlden söz ederek şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ tek gözlü değildir. Şunu unutmayın ki, deccâlin sağ gözü kördür. Onun bu gözü üzüm salkımından dışarı fırlamış üzüm tanesi gibidir.”
peygamber kılıcı çiçeği
18.10.2011 - 13:32yaklaşık beş sene önce manevi alemde ben peygamber kılıcı çiçeği gördüm gözlemledim müşahede ettim yaldızlı gümüş renkli kılıcı gördüm parlıyordu kılıc kabzası yanında hem sağında hem solunda dilini çıkarmış gümüş yılanlar gördüm çiçekli gülü,de gördüm
deccal görüldü
15.10.2011 - 23:00yaklaşık beş sene önce manevi alemde ben deccal,i gördüm gözlemledim müşahede ettim deccal,in sağ gözü siliktir sağ gözü sağ alt yanağındadır burnu çok uzundur kum kırmızısı teni vardır kızıl renklidir
hızır
14.10.2011 - 12:23rahman ve rahim olan allah,ın adıyla kehf suresi 60. Bir vakit Mûsâ, genç yardımcısına: “Durup dinlenmeyeceğim, demişti, ta ki iki denizin birleştiği yere varacağım. Varamazsam senelerce yürümeye devam edeceğim.”61. Onlar iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unutmuş bulundular. Balık sıyrılıp denizde bir yol tutmuştu bile.
62. Buluşma yerini farkına varmaksızın geçip gidince Mûsâ yardımcısına: “Getir artık kahvaltımızı” dedi, “Gerçekten bu seyahatimizde epey yorgun düştük.”
63. “Gördün mü? ”! dedi, “O kayanın yanında mola verdiğimizde, ben balığı unutmuşum! Muhakkak ki onu sana söylememi unutturan da şeytandan başkası değildir. Doğrusu balık, çok acayip bir şekilde canlanıp sıyrıldı ve denizde yolunu tutup gittiydi.”
64. “İşte gözleyip durduğumuz da bu idi ya! ” dedi. Derhal izlerini takip ederek gerisin geri dönüp kayanın yanına vardılar.
65. Orada bizim seçkin kullarımızdan öyle bir has kulumuzu buldular ki Biz ona lütfedip, nezdimizden rabbanî bir ilim öğretmiştik. 66. “Üstadım” dedi Mûsâ, “Sana öğretilen bu ilimden bana da bir şeyler öğretmen için sana tâbi olabilir miyim, beni talebeliğe kabul eder misin? ”
67. 68. “Doğrusu” dedi, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin. Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki? ”
69. “İnşaallah” dediMûsâ, “beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir emrine karşı koymayacağım.”
70. “O halde” dedi, “bana tâbi olduğuna göre, hangi konuda olursa olsun, ben onun hakkında sana söz açmadıkça, asla bana soru sormayacaksın tamam mı? ”
71. Bunun üzerine kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye rastlayıp ona bindiler ve o zat gemiyi deldi. Mûsâ duramayıp: “Ne yaptın öyle? ” dedi “İçindeki yolcuları denizde boğmak için mi yaptın bunu? Vallahi çok müthiş bir iş yaptın! ”
72. Hızır: “Sen benimle beraberliğe katlanamazsın dememiş miydim? İşte sen de gördün! ” dedi.
73. “Ne olur” dedi Mûsâ, “lütfen unutarak söylediğim bu sözden ötürü beni azarlama, bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma! ”
74. Yine yola koyuldular. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar ve Hızır onu öldürdü. Mûsâ atılıp: “Ne yaptın? ” dedi, “masum ve günahsız bir canı, kısas hükmü ile bir can karşılığında olmaksızın mı öldürdün? Doğrusu görülmemiş derecede fena bir iş yaptın! ”
75. “Sen benimle arkadaşlık etmeye katlanamazsın dememiş miydim? ” dedi.
76. Mûsâ: “Eğer” dedi, “sana bir daha soracak olursam, bundan böyle benimle hiç arkadaşlık etme! Artık özür dileyemeyecek hale geldim.”
77. Tekrar yola devam ettiler. nihayet bir şehre varıp o şehir halkından yiyecek istediler, ama ahali bunları misafir etmemekte diretti. Bu sırada Hızır orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar görür görmez onu düzeltiverdi. Mûsâ: “İsteseydin” dedi, “elbette buna karşı iyi bir ücret alabilirdin.”
78. Hızır: “İşte” dedi, “seninle ayrılmamızın vakti geldi. Şimdi sana hakkında sabırsızlık gösterdiğin o meselelerin içyüzlerini tek tek bildireyim:
79. Evvela, o gemi, denizde çalışan birtakım fakirlere ait idi. Ben onu kasden bir miktar zedeledim. Zira öte yanda, sağlam olan bütün gemileri gasbeden zalim bir hükümdar vardı.
80. Oğlan çocuğuna gelince: Onun ebeveyni mümin insanlar idi. Bu çocuğun onları ileride azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.
81. Onların Rabbinin, kendilerine, onun yerine daha temiz, daha hayırlı, merhamette ondan daha hisli bir çocuk ihsan etmesini diledik.
82. Gelelim duvara: O duvar şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Duvarın altında onlara ait bir define gömülü idi. Babaları, salih, iyi bir insandı. Rabbin onların reşit olacakları çağa gelip, definelerini o zaman çıkarmalarını irade buyurdu. Bütün bunlar Rabbinden birer lütuf ve rahmet olup, ben hiçbirini kendi görüşümle yapmış değilim. İşte hakkında sabırsızlık gösterdiğin meselelerin içyüzü bunlardan ibarettir.”
kabe
14.10.2011 - 11:38beytullah mukaddes ev
hazreti muhammed''in fiziksel özellikleri nelerdir
14.10.2011 - 11:18peygamber efendimiz hazreti muhammed mustafa s.a.v. hazreti ibrahim a.s. oğlu hazreti ismail a.s. soyundan gelir arap milletindendir peygamber efendimiz hazreti muhammed mustafa s.a.v. esmere çalan kumraldır
rahip bahira
14.10.2011 - 02:49Râhip Bahîra ile Karşılaşması ve Bahîra’nın Tespitleri
Ebû Tâlib, Kureyş büyüklerinden bir grupla Şam’a gitmişti. Peygamber Efendimiz de onunla berâberdi. Yolda, Râhip Bahîra’nın manastırına yakın bir yerde konakladılar. Bahîra, o zamanki hristiyanların en âlimi idi.
Bahîra, kervan gelirken bir bulutun, içlerinden bir kişiyi gölgelediğini, ağacın gölgesine indikleri zaman da ağacın dallarının yine aynı kişinin üzerine doğru eğildiğini görmüştü. Bunun üzerine:
“–Ey Kureyş cemaati! Ben, sizin için yemek yaptım. Küçük-büyük, köle-hür, hepinizi sofraya dâvet ediyorum! ” diye kervana haber gönderdi.
Hâlbuki Bahîra, daha önceki gelişlerinde yanlarına hiç uğramaz, onlarla alâkadar olmazdı. Kervandakilerin hepsi sofraya gelmiş, sâdece Fahr-i Kâinât Efendimiz eşyaların yanında kalmıştı. Bahîra gelenlere tek tek baktı ve kitaplarında okuduğu sıfatları hiçbirinde göremedi.
“–Ey Kureyşliler! Kâfilenizde olup da buraya gelmeyen kimse var mı? ” diye sordu.
Kureyşliler:
“–Ey Bahîra! Geride bir çocuktan başka kimse kalmadı. Yaşça en gencimiz olduğu için O’nu eşyalarımızın yanında bıraktık.” dediler.
Bahîra:
“–O’nu da çağırınız! Bu yemekte O da bulunsun! ” dedi.
Muhammedü’l-Emîn’i getirip sofraya oturttular. Râhip, O’nu görür görmez dikkatli dikkatli bakmaya ve baştan ayağa süzmeye başladı. Daha sonra da elinden tutup:
“–Bu Âlemlerin Efendisi’dir. Bu Âlemlerin Rabbi’nin Rasûlü’dür. Allâh O’nu âlemlere rahmet olarak gönderecek! ” dedi.
Kureyş büyükleri ona:
“–Bunu nereden biliyorsun? ” diye sordular.
Râhip:
“–Ben O’nun vasıflarını bize indirilen kitapta okudum. Nitekim siz yaklaştığınız zaman, O’nun için eğilmedik ne taş ne ağaç kaldı, hepsi de secde ettiler. Bu cansız şeyler ancak bir peygambere secde ederler. Ben O’nu ayrıca peygamberlik mührüyle de tanıdım, bu mühür kürek kemiklerinin arasında bulunuyor.” dedi.
Bahîra, Peygamber Efendimiz’e ve amcasına bâzı suâller sorup aldığı cevapların bilgilerine muvâfık düştüğünü görünce kanaati kesinleşti. Ebû Tâlib’e dönerek:
“–Yeğenini hemen memleketine geri götür! Yahûdîlerin O’na zarar vermelerinden sakın! Vallâhi yahûdîler onu görüp de tanırlarsa muhakkak öldürmeye kalkarlar. Bu çocuk Araplardandır. Hâlbuki yahûdîler gelecek peygamberin İsrâîloğulları’ndan olmasını isterler. Sen’in yeğeninin hâl ve şânı çok büyük olacaktır.” dedi.
Ebû Tâlib de Râhip Bahîra’nın tavsiyesi üzerine mübârek yeğenini alarak hemen Mekke’ye döndü. (İbn-i İshâk, s. 54-55; İbn-i Sa’d, I, 153-155; Tirmizî, Menâkıb, 3)
deccalin özellikleri nelerdir
14.10.2011 - 02:36deccal ilahlık iddiasında bulunacak Hişam b.Âmir (r.a.) ’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.) : “Âdem’in yaratılışı ile kıyametin kopması arasında Deccâl’dan daha büyük bir fitne yoktur.
deccal,in sağ gözü siliktir
Resûllullah birgün Deccaldan söz açarak, “Şüphesiz, ben sizi, ona karşı uyarıyorum. Hiçbir peygamber yoktur ki, gönderildiği toplumu ona karşı uyarmamış olsun. Nitekim Hz. Nuh da (a.s.) kavmini ona karşı uyarmıştı. Ama ben size Deccal hakkında hiçbir peygamberin kavmine söylemediği bir söz söyleyeceğim. Haberiniz olsun ki, o kördür, Halbuki Allah asla kör değildir.'(14) buyurmuşlardı.
“Kör olduğu halde insanlara, 'Ben sizin Rabbinizim' der. Halbuki sizin Rabbiniz kör değildir (yaratıklara benzemekten, her türlü kusur ve noksanlıktan uzaktır) .”(15)
“Allah kör değildir. Dikkat edin. Mesih-ı Deccalın sağ gözü kördür. Gözü sanki fırlamış bir üzüm tanesi gibidir.”(16) 'Silik gözlüdür.'(17)
Rivayetlerde Deccalın gözünün yeşil renkli bir cama,(18) ve parlak bir yıldıza benzetildiği de görülmektedir.(19)
Kurtubî bu rivayetlere dayanarak, Deccalın iki gözünün de kusurlu olduğunu, bir gözünün nurunun çekilmiş, diğerinde de yaratılıştan bozukluk olduğunu söylemektedir.(20)
peygamberlerin mucizeleri
13.10.2011 - 13:271. Hz. Peygamber (s.a.s.) ’in Mekke'deki Mescid-i Harâm'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi şeklinde gerçekleşen olağan üstü olay İslâmî kaynaklarda, metindeki ilgili fiilin mastar olan ve 'geceleyin yürüme, gece yolculuğu' anlamına gelen isrâ kelimesiyle anılır. Bu yolculuğun, hadislerde anlatılan 'göklere yükseltilme' safhasının da dahil olduğu tamamı ise 'yükselme, yukarı tırmanma' anlamındaki urûc kökünden türetilmiş olan ve 'yükselme vasıtası, aleti' mânasına gelen mi'râc kelimesiyle ifade edilir.
Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in peygamber olmasıyla birlikte putperestlerin müslümanlar üzerinde kurduğu baskılar, muhtemelen risâletin 6. yılından itibaren Peygamber ailesiyle az sayıdaki müslümanlara karşı ekonomik ve sosyal bir boykota dönüştü. Üç yıl süren ve büyük acılara sebep olan bu boykotun ardından Resulullah (s.a.s.) , kısa aralıklarla eşi Hz. Hatice ile amcası ve hamisi Ebû Talib'i kaybetti. Dolayısıyla bu yıla hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların ardından Allah Teâlâ, bir bakıma Resulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi'rac diye anılan büyük mucizevî olayı gerçekleştirdi.
İsrâ sûresinin 1. âyeti ile Necm sûresinin ilk âyetleri mi'rac olayına işaret etmektedir. Aynı konuda hadis mecmualarında da kırk beş kadar sahâbî vasıtasıyla bizzat Hz. Peygamber'den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu hadislerdeki ayrıntılı malûmat değişik yorumlara yol açacak nitelikte olduğu için, mi'racın tarihi ve nasıl cereyan ettiği hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın kabule göre mi'rac, peygamberliğin 12 veya 13. yılında vuku bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis bulunmakta olup özellikle Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahih’inde, yer alan hadislere göre bir gece Hz. Peygamber Kabe'nin avlusunda (diğer bazı rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî'nin evinde) 'uyku ile uyanıklık arasında bir durumdayken' Cebrail yanına geldi, göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs'e götürdü. Resûlullah (s.a.s.) 'i burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar (Başka bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber önce Mekke'den göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürüldü. Bu bilgiye göre âyette Resûlullah'ın bu manevî yolculuğa Mekke'den başlayıp semalara yükseldikten sonra Mescid-i Aksa'ya geldiği, oradan da Mekke'ye döndüğü özetlenmiştir) . Daha sonra semaya yükseltilen Resûlullah (s.a.s.) , semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. Îsâ ve Hz. Yahya, üçüncü kalında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz. İdrîs, beşinci katında Hz, Hârûn, altıncı kalında Hz. Mûsâ, yedinci katında ise Hz. İbrahim ile görüştü. Kur'an'da 'sidretü'l-müntehâ' (hudut ağacı) denilen ve bir görüşe göre yaratılmışlarca bilinebilen alanın son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktasının ötesine, Cebrail'in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber (s.a.s.) refref denilen bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu sırada kendisine evrenin sırları, varlığın kaderiyle hükümlerin tespiti için görevlendirilmiş olan meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre bir beşerin insan olma özelliğim koruyarak Allah'a yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı.
Peygamber'in rabbine selâm ve ihtiramını arzettiği, Allah'ın da ona selâmla hitap ettiği ve inananlara esenliklerin dile getirildiği 'Tahiyyat' duasındaki diyalogun mi'rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ ile Kur'an'ın 'âlemlere rahmet' olarak gönderildiğini bildirdiği Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu bir şekilde gerçekleşen bu buluşma sırasında Resûlullah (s.a.s.) 'e, içlerinden günahkâr olanlar -eğer affedilmezlerse- bir süre cehennemde cezalandırıldıktan sonra bütün ümmetinin cennete kabul buyurulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir hediye olarak Bakara sûresinin 'Âmene'r-resulü...' diye başlayan son iki âyeti verildi; İslâm'ın temel ibadetlerinden beş vakit namaz emredildi. Bazı rivayetlere göre mi'racdan dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem ile buralarda bulunacak insanların durumları gösterildi. Nihayet Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke'den ayrıldığı noktaya getirildi.
Söz konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi'racın Hz. Peygamber (s.a.s.) 'uyku ile uyanıklık arasında' bir durumdayken başladığını, uyandığında kendisini Mescid-i Harâm'da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî'deki rivayetlerin birinin sonunda 'Peygamber uyandı ki Mescid-i Harâm'dadır' denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu olduğu hususunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır. Biri uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi'racdan bahsedildiği de olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu mi'racı Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in hem bedeniyle hem de ruhuyla uyanıkken yaşadığı bir olay olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya uyanık iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu iddia miraç mucizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60. âyetinde mi'rac olayı kastedilerek 'sana gösterdiğimiz rüya...' şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabileceği de belirtilmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim de oğlu İsmail'i kurban etme emrini rüyasında almıştı.
Ancak, mi'rac Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in tamamen mucizevî bir tecrübesi olduğundan onu illâ da aklın kalıpları İçinde açıklamanın gerekli olmadığı muhakkaktır. Taberî'ye göre Allah, kulunun ruhunu değil, mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü ifade buyurduğuna göre 'Peygamber sadece ruhuyla mi'raca çıkmıştır' diyerek âyetin anlamını sınırlamaya hakkımız yoktur.
Buharı'nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in önce göklere çıkarıldığı, sonra Kudüs'e getirildiği bildirilirken, önce Kudüs'e getirildiğini ifade eden rivayetler de vardır. Konumuz olan âyette isrâ anlatılırken açıkça 'Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya' ifadesinin kullanılmış olması, Resûlullah (s.a.s.) 'in semâya yükselmesinden önce Mescid-i Aksâ'ya uğradığı görüşünü teyit etmektedir. Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen 'en uzak mescid' anlamına gelen Mescid-i Aksâ'nın Kudüs'teki mescid olamayacağını, bunun 'semavî bir mescid' olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Filistin'den 'en yakın yer' diye söz edilmektedir. Şu halde 'en uzak mescid' Kudüs'te olmamalıdır. Öte yandan Kudüs'te eski mabed (Süleyman mabedi) İslâmiyet'ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki Mescid-i Aksa ise henüz yapılmamıştı. Bununla birlikte müfessirlerin tamamına yakını bunun Kudüs'teki Süleyman mabedi olduğunda müttefiktirler. Bu görüşe katılan İbn Âşûr, âyette Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in ümmeti tarafından eski mabedin yeniden inşa edileceğine bir işaret bulunduğu kanaatindedir. Nitekim müslümanlar hicrî 66-73 yılları arasında bugünkü Mescid-i Aksâ'yı inşa etmişlerdir.
Ayette Mescid-i Aksâ'nm çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burası İbrâhimî geleneğin merkezi olup burada Hz. İbrahim'den Hz. Îsâ'ya pek çok peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Peygamber efendimizin mucizevî bir şekilde buraya getirilmesi ve daha sonra bir süre buranın müslümanlar tarafından kıble kabul edilmesi de Mescid-i Aksâ'nın çevresinin mübarek bir mekân oluşunun başka bir ifadesidir.
2-3. 'Kitap'tan maksat Tevrat'tır. Tevrat'ın hidayet rehberi olması, onun sayesinde İsrâiloğulları'nın cehalet ve inkarcılıktan bilginin aydınlığına ve gerçek dine kavuşmalarıdır, 2. âyetin metnindeki vekîl kelimesi, 'kendisine dayanılıp güvenilen, işlerin kendisine bırakıldığı kimse' demektir. Bu şekilde Allah'a güvenip bağlanmaya da tevekkül denir.
Sûrenin ilk âyetinde İsrâ ile Hz, Muhammed'in onurlandırıldığı bildirildikten sonra burada kendisine Tevrat indirilmek suretiyle Hz. Mûsâ'nın da şereflendirildiği belirtilmektedir. Bu vesileyle insanlığın en eski atalarından ve ulu peygamberlerden olan Hz, Nuh da 'çok şükreden bir kul' olarak takdirle yâdedilmektedir.
4. Bu âyetteki kitap genellikle Tevrat diye açıklanırken bunu levh-i mahfuz olarak anlayanlar da vardır. Bu anlayışa göre âyet şu anlama gelir: Sizin iki defa bozgunculuk çıkaracağınız levh-i mahfuzda yazılıdır, yani ilmimizde mevcuttur, bunu yapacağınız bizce malûmdu. Nitekim ikisini de yaptınız.
Yukarıda Hz. Musa'ya kitabın gönderilmesi ve onun İsrâiloğulları'na rehber kılınması ilâhî bir lütuf olarak zikredilmişti. Hz. Mûsâ, Mısır'da yüzlerce yıl aşağılayıcı bir muameleye maruz kalan İsrâiloğulları'nı Firavun'un hegemonyasından kurtarıp özgürlüklerine kavuşturmuş, ana yurtlarına götürmüş, onlara Tevrat'ı tebliğ etmişti. Fakat gerek Kur'an'da gerekse Kitâb-ı Mukaddes'te bildirildiği üzere onlar sık sık Allah'a olan ahidlerini bozup günaha sapmışlar, bu yüzden de İlâhî cezaya mâruz kalmışlardı.
Âyetteki 'fesad'dan maksat, İsrâiloğulları'nın genel olarak Allah'ın Tevrat'ta koyduğu hükümleri çiğnemeleridir. Tefsirlerde iki fesaddan biri peygamber Eş'iya'yı (İşaya) öldürmeleri veya Ermiya'yı (Yeremya) hapsetmeleri; ikincisi ise Hz. Yahya'yı öldürmeleri, Roma yöneticileriyle iş birliği yaparak Hz. Îsâ'yı öldürmeye kalkışmaları şeklinde açıklanmaktadır.
5-7. Hz. Musa'nın ölümünden sonra İsrâiloğulları'nın Filistin'deki çeşitli putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını bozarken bir yandan da Tevrat'ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı. Azgınlıklarım peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde 'ilk vaad' gerçekleşmiştir. Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbil esaretinin de dahil olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir. Tarihî bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler'in Kudüs'ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi'ni (Birinci Mâbed) yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esaret sürecini ifade etmektedir. 6. âyette, zamanın Pers kralı Kyros'un milâttan önce 539'da Bâbil'i ele geçirdikten sonra İsrâiloğulları'nın ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mâbed'in inşası, Kudüs'ün iman, dinî ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işaret edildiği anlaşılmaktadır. 7. âyette ise bu parlak dönemin ardından girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve siyasî ihtilaflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi veren bir yahudi grubunun işbirliği yaptığı Romalılar Kudüs'ü ele geçirerek şehri tahrip etmiş, yahudilerin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63) : bu arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır. Tefsirlerde yahudilerin İkinci bozgunculuklarıyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahya'yı öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur. Bundan sonra 1948'e kadar Filistin'de yahudi hakimiyeti kurulamamıştır.
8. Bundan önceki âyetlerde İslâm öncesi yahudilerinden söz edilmişti. Burada ise Hicaz'daki yahudilerin uyarıldığı anlaşılmakta; eğer tekrar bozgunculuk yaparlarsa Allah'ın da onları tekrar cezalandıracağı bildirilmekte, en son ceza yerinin ise cehennem olacağı hatırlatılmakta; kendilerinden, İbrâhimî geleneğin son temsilcisi olan, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'nın ilâhî hakikatlere davetlerini tekrar eden Hz. Muhammed'e kulak vermeleri, eski hatalarını tekrarlamayıp onu tasdik etmeleri istenmektedir. Fakat Medine'deki yahudiler bu çağrıya olumsuz cevap vermişler; hatta Hz. Peygamber'le yaptıkları anlaşma hükümlerine rağmen Mekkeli putperestlerle müslümanlara karşı iş birliği yapmışlardır. Allah da onları müslüman Arapların eliyle cezalandırmıştır.
9-10. Kur'an'ın asıl işlevi, insanlık için bir rehber olması, 'en doğru olan'a götürmesidir. 'En doğru olan 'la ilgili açıklamalar genellikle şu noktada toplanmaktadır: En doğru olan, öncelikle İslâm dini, yani onun temel öğretisi olan doğru itikad, güzel ameldir. Bu ikisini gerçekleştiren de Allah tarafından ödüllendirileceği için Kur'an aynı zamanda bu büyük ecri kazanmaya vesiledir. Öte yandan Kur'an âhirete inanmayanlara Allah'ın ağır bir azap hazırladığını da haber vermektedir ki, insanların doğruyu bulması için Kur'an'ın dikkat çektiği hususlardan biri de budur. Çünkü peşin fikirli olmadan hakikate kargı zihnini ve gönlünü açık tutanlar Kur'an'ın bu uyanları sayesinde âhiret azabından korunmak gerektiğinin şuurunda olarak günahlardan uzaklaşma ve arınma çabası gösterirler.
11. Hangi insanlar kendilerine kötülük yapmayı ve zarar vermeyi isterler? Tefsirlerde bu soruya çeşitli şekillerde cevap verilmiştir. Müşriklerden bazıları inkâr ve inatlarını, 'Allahım! Eğer bu kitap, senin katından gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır! gibi sözlerle dışa vururlardı. Muhtemelen âyette bunlar kastedilmiştir. İnsanlar arasında ciddi bir sıkıntıyla karşılaştıklarında sabır ve metanetle bu sıkıntıyı atlatmaya, mâkul ve meşru yollarla bu sıkıntıdan kurtulmaya çalışmak yerine, “Allah canımı alsa da bu dertten kurtulsam! ' şeklindeki sözlerle kendilerine beddua edenler de bulunur. Ayrıca bazen insanlar bilgisizlikleri sebebiyle kendi iyiliklerine zannederek aslında yine kendileri için kötü olan şeyleri isterler. Çünkü insanın iyi olduğunu zannettiği şey gerçekte kötü, kötü olduğunu zannettiği ile iyi olabilir; bu hususta en doğrusunu Allah bilir.
Âyetin, insanı çok aceleci olarak değerlendiren ifadesi, insanın tabiatındaki bir komplekse işaret etmektedir. Gerçekten insanın, özellikle ilk defa karşılaştığı durumlarda neyin iyi neyin kötü, neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda isabetli hüküm vermesi her zaman mümkün olmayabilir. Bunun için insanın aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak veya İnandığı, güvendiği kaynaklara başvurarak en doğru tercihi yapması gerekir. Fakat zihinsel ve ruhsal yönden yeterince gelişmemiş olanlar bir sabır ve olgunluk isteyen bu süreçten geçmeye tahammül edemedikleri için genellikle nefsî isteklerinin tesiriyle aceleci davranır ve umumiyetle de yanlış hüküm verir, yanlış tercihte bulunurlar. İşte âyet-i kerîme bu zaaf konusunda uyarıda bulunmakta; dolaylı olarak muhatabını, 9. âyette 'en doğru olan'a götürdüğü bildirilen Kur'an'ın davetine ve ölçülerine göre karar verip hareket etmeye çağırmaktadır.
2- Bu ayetlerin günümüz açısından değerlendirilmesi:
1. İslam dini esasen hiçbir din, ırk ve millete düşmanca bir tavır içinde değildir. Özellikle İslamiyet Ehl-i Kitap olan Hırıstiyan ve Yahudilere değişik konularda imtiyaz/ayrıcalık tanımıştır. Örneğin sosyal hayatla alakalı olarak; onların kızları ile evlenmek, kestikleri hayvanlardan yemenin meşru olduğunu Kur’an-ı Kerim’de (Maide 5/5) görmekteyiz. Bu durumda İslam’ın; başka milletlere, özellikle İsrailoğullarına, İbrani soyuna, Yahudilik dinine, geçmişte, günümüzde veya gelecekte yaşayan barış taraftarı Yahudilere düşmanlık emretmediğini göstermektedir. Genel olarak tarih boyunca Yahudilerin başına gelen sıkıntıların Müslümanlar tarafından kaynaklanmadığı da yine tarihen sabittir.
2. Hz. Muhammed (s.a.s) ’in, Müslümanların Yahudiler ile savaşacağını haber vermesi, Müslümanların Yahudilere karşı düşman ve saldırgan bir tutum içinde olduklarını göstermez. Çünkü Peygamberimiz yine Müslümanların Türkler ve bir takım başka milletlerle de savaşacaklarını haber vermiştir. (Buhari, Cihad, 95) Bu haberi doğrulama açısından; Emeviler döneminde Türkler ile Müslümanların savaştıkları ve Talas savaşından sonra da Abbasiler döneminde Türklerin Müslüman oldukları tarih kitaplarında sabittir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) ’in; Yahudiler, Türkler, Safeviler, Bizanslılar veya başka bir toplum ile Müslümanların savaşacaklarını haber vermesi, tarihi seyri içerisinde tamamen kendiliğinden gelişecek olan olaylar konusunda Müslümanları uyarmak içindir.
3. Yine gerek İsra suresinde, gerek hadislerde, gerekse Tevrat metinlerinde Yahudilerin başına gelen olaylar, ilim erbabınca ya geçmiş zamana nispetle yorumlanmış veya kendi yaşadıkları dönem ile ilgili olarak açıklanmıştır. (Elmalı, Hakk Dîni, I, 472-475; IV, 3161-3164) Bu husus özellikle metinlerdeki ifadelerin kapalı (müphem) ve kısa (mücmel) olmasından kaynaklanmaktadır. Bu olayların bu gün veya daha sonraki zamanlarda da yaşanması kesin bir durum olmayıp, bu konuda söylenen sözler indi te’villerden ibarettir.
4. Hadîs-i şeriflerde Yahûdilerle Müslümanlar arasında olan veya olacak savaşlarda taşlar ve ağaçların dile gelip, “arkamda Yahûdi var, diye söyleyeceklerini bildiriliyor. Bazı hadis yorumcularına göre; bu durum, hakikat mânâya hamledileceği gibi, mecazi manaya da hamledilebilir. Zira ayetlerin müteşabihatı olduğu gibi hadislerin de müteşabihatı var. Yukarıda zikredilen hadislerde bu türdendir.
Eğer bu hadisleri yorumlamak gerekirse şöyle anlayabiliriz: “Ahirzamanda Yahudilerin fesadı ve tahribatı o kadar fazlalaşacak ve şımarıklık ve isyanları o kadar artacak ki, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve bütün insanların birleşmesine ve beraber hareket etmesine sebep olacaktır. Herkes onların bu kötülüklerinden emin olmak için onlarla alakalı bilgi akışını, askeri veya diğer alanlardaki istihbaratlarını birleştirecekler. Bu beraberlikten sonra Yahudilerin karşısında birtek kuvvet olup onları perişan edeceklerdir. Tüm dünyada Yahudilere karşı ciddi bir antipati oluşacağından herkes her türlü yayın–basın araçlarıyla Yahudileri ele verip haber verecektir Bu durumun ifrat derecesini Peygamberimiz (s.a.s.) “taşlar ve ağaçlar bile haber verecek” diye ifade buyurmuşlardır. İşte bu durum taş ve ağacın konuşmasıyla teşbih edilen insanlığın umumi vicdanın onların aleyhlerine dönme döneminin tamamlanmasıyla, düşmanca hareket eden Yahudilerin zulmüne ma’ruz kalan mazlumların feryadını herkes duyacak ve hükmün infazı için işler yapılacaktır.
Şu kadar var ki hadislerde Müslümanların Yahudilerle savaşacakları açık bir dil ile bildirilmiştir. Bu savaşta Müslümanların saldırgan taraf olmayacağını hadislerdeki “Yahudîler sizinle savaşacaklar” ifadesinden de anlamak mümkündür. Buna göre savaş isteyen, Müslümanlar olmayacaktır. Müslümanın en önemli vasfı daima barış taraftarı olmasıdır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de defalarca vurgulanmaktadır. Bu sebeple Müslümanlar dâvâlarında haklı bulunacaklardır. Bundan dolayı Müslümanlar; Müslüman olsun gayr-i Müslim olsun dünya kamuoyunu arkalarına alacaklardır. Hadiste taş ve ağacın konuşması, insanlığın ortak vicdanına, yani dünya halklarının ortak sesine teşbihtir. Demek ki, dünya kamuoyu Yahudileri tasvip etmeyecektir
deccal
12.10.2011 - 00:07Resûllullah birgün Deccaldan söz açarak, “Şüphesiz, ben sizi, ona karşı uyarıyorum. Hiçbir peygamber yoktur ki, gönderildiği toplumu ona karşı uyarmamış olsun. Nitekim Hz. Nuh da (a.s.) kavmini ona karşı uyarmıştı. Ama ben size Deccal hakkında hiçbir peygamberin kavmine söylemediği bir söz söyleyeceğim. Haberiniz olsun ki, o kördür, Halbuki Allah asla kör değildir.'(14) buyurmuşlardı.
hüve'l baki
11.10.2011 - 23:54Her şey fanidir baki olan Allah c.c. Aziz odur rahim odur mutlak galip odur........Allah'dan başka hiç bir şeyi olmayan ben Allah'dan başka her şeyleri olanlara acırım.......
naat
06.07.2011 - 16:29Naat
Seccaden kumlardı..
................................
................................
Devirlerden, diyarlardan
Gelip, göklerde buluşan
Ezanların vardı! .
Mescit mümin, minber mümin...
Taşardı kubbelerden tekbir,
Dolardı kubbelere “amin”..
Ve mübarek geceler dualarımız;
Geri gelmeyen dualardı...
Geceler ki pırıl pırıl
Kandillerin yanardı..
Kapına gelenler ya muhammed,
- uzaktan, yakından –
Mümin döndüler kapından...
Besmele, ekmeğimizin bereketiydi,
İki dünyada aziz ümmet;
Muhammed ümmetiydi.
Konsun –yine- pervazlara güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!
Şimdi seni ananlar,
Anıyor ağlar gibi...
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın,
Yoksulların sahibi...
Nerde kaldın ey Resûl,
Nerde kaldın ey Nebi?
Günler, ne günlerdi, yâ Muhammed,
Çağlar ne çağlardı:
Daha dünyaya gelmeden
Mü’minlerin vardı...
Ve bir gün, ki gaflet
Çöller kadardı,
Halîme’nin kucağında
Abdullah’ın yetimi
Âmine’nin emaneti ağlardı.
Hatice’nin goncası,
Aişe’nin gülüydün.
Ümmetinin gözbebeği
Göklerin resûlüydün...
Elçi geldin, elçiler gönderdin...
Ruhunu Allah’a,
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke’de bunalırsan
Medine’ye göçerdin.
Biz bu dünyadan nereye
Göçelim, yâ Muhammed?
Yeryüzünde riyâ, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor...
Diller, sayfalar, satırlar
“Ebu Leheb öldü” diyorlar.
Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed
Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor!
Neler duydu şu dünyada
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi, ey Nebî,
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık, yolunu bilmiyor;
Artık, yolunu unuttu
Ayaklarımız!
Kâbe’ne siyahlar
Yakışmamıştır, yâ Muhammed
Bugünkü kadar!
Hased gururla savaşta;
Gurur, Kafdağı’nda derebeyi...
Onu da yaralarlar kanadından,
Gelse bir şefkat meleği...
İyiliğin türbesine
Türbedâr oldu iyi.
Vicdanlar sakat
Çıkmadan yarına,
İyilikler getir, güzellikler getir
Âdem oğullarına!
Şu gördüğün duvarlar ki
Kimi Tâif’tir, kimi Hayber’dir...
Fethedemedik, yâ Muhammed,
Senelerdir.
Ne doğruluk, ne doğru;
Ne iyilik, ne iyi...
Bahçende en güzel dal,
Unuttu yemiş vermeyi...
Günahın kursağında
Haramların peteği!
Bayram yaptı yapanlar;
Semâve’yi boşaltıp
Sâve’yi dolduranlar...
Atını hendeklerden -bir atlayışta-
Aşırdı aşıranlar...
Ağlasın Yesrib,
Ağlasın Selman’lar!
Gözleri perdeleyen toprak,
Yüzlere serptiğin topraktı...
Yere dökülmeyecekti, ey Nebî,
Yabanların gözünde kalacaktı!
Konsun -yine- pervazlara güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!
Yüreklerden taşsın
Yine, imanlar!
Itrî, bestelesin Tekbîr’ini;
Evliyâ, okusun Kur’ân’lar!
Ve Kur’ân-ı göz nûruyla çoğaltsın
Kayışzâde Osman’lar
Na’tını Galip yazsın,
Mevlid’ini Süleyman’lar!
Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle
Geri gelsin Sinan’lar!
Çarpılsın, hakikat niyetine
Cenaze namazı kıldıranlar!
Gel, ey Muhammed, bahardır...
Dudaklar ardında saklı
Âminlerimiz vardır...
Hacdan döner gibi gel;
Mi’râc’dan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!
Bulutlar kanat, rüzgâr kanat;
Hızır kanad, Cibril kanad;
Nisan kanad, bahar kanad;
Âyetlerini ezber bilen
Yapraklar kanad...
Açılsın göklerin kapıları,
Açılsın perdeler, kat kat!
Çöllere dökülsün yıldızlar;
Dizilsin yollarına
Yetimler, günahsızlar!
Çöl gecelerinden, yanık
Türküler yapan kızlar
Sancağını saçlarıyla dokusun;
Bilâl-i Habeşî sustuysa
Ezânlarını Dâvûd okusun!
Konsun –yine- pervazlara güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!
Arif Nihat Asya
miraç kandili
01.07.2011 - 14:551. Hz. Peygamber (s.a.s.) ’in Mekke'deki Mescid-i Harâm'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi şeklinde gerçekleşen olağan üstü olay İslâmî kaynaklarda, metindeki ilgili fiilin mastar olan ve 'geceleyin yürüme, gece yolculuğu' anlamına gelen isrâ kelimesiyle anılır. Bu yolculuğun, hadislerde anlatılan 'göklere yükseltilme' safhasının da dahil olduğu tamamı ise 'yükselme, yukarı tırmanma' anlamındaki urûc kökünden türetilmiş olan ve 'yükselme vasıtası, aleti' mânasına gelen mi'râc kelimesiyle ifade edilir.
Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in peygamber olmasıyla birlikte putperestlerin müslümanlar üzerinde kurduğu baskılar, muhtemelen risâletin 6. yılından itibaren Peygamber ailesiyle az sayıdaki müslümanlara karşı ekonomik ve sosyal bir boykota dönüştü. Üç yıl süren ve büyük acılara sebep olan bu boykotun ardından Resulullah (s.a.s.) , kısa aralıklarla eşi Hz. Hatice ile amcası ve hamisi Ebû Talib'i kaybetti. Dolayısıyla bu yıla hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların ardından Allah Teâlâ, bir bakıma Resulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi'rac diye anılan büyük mucizevî olayı gerçekleştirdi.
İsrâ sûresinin 1. âyeti ile Necm sûresinin ilk âyetleri mi'rac olayına işaret etmektedir. Aynı konuda hadis mecmualarında da kırk beş kadar sahâbî vasıtasıyla bizzat Hz. Peygamber'den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu hadislerdeki ayrıntılı malûmat değişik yorumlara yol açacak nitelikte olduğu için, mi'racın tarihi ve nasıl cereyan ettiği hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın kabule göre mi'rac, peygamberliğin 12 veya 13. yılında vuku bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis bulunmakta olup özellikle Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahih’inde, yer alan hadislere göre bir gece Hz. Peygamber Kabe'nin avlusunda (diğer bazı rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî'nin evinde) 'uyku ile uyanıklık arasında bir durumdayken' Cebrail yanına geldi, göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs'e götürdü. Resûlullah (s.a.s.) 'i burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar (Başka bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber önce Mekke'den göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürüldü. Bu bilgiye göre âyette Resûlullah'ın bu manevî yolculuğa Mekke'den başlayıp semalara yükseldikten sonra Mescid-i Aksa'ya geldiği, oradan da Mekke'ye döndüğü özetlenmiştir) . Daha sonra semaya yükseltilen Resûlullah (s.a.s.) , semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. Îsâ ve Hz. Yahya, üçüncü kalında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz. İdrîs, beşinci katında Hz, Hârûn, altıncı kalında Hz. Mûsâ, yedinci katında ise Hz. İbrahim ile görüştü. Kur'an'da 'sidretü'l-müntehâ' (hudut ağacı) denilen ve bir görüşe göre yaratılmışlarca bilinebilen alanın son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktasının ötesine, Cebrail'in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber (s.a.s.) refref denilen bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu sırada kendisine evrenin sırları, varlığın kaderiyle hükümlerin tespiti için görevlendirilmiş olan meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre bir beşerin insan olma özelliğim koruyarak Allah'a yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı.
Peygamber'in rabbine selâm ve ihtiramını arzettiği, Allah'ın da ona selâmla hitap ettiği ve inananlara esenliklerin dile getirildiği 'Tahiyyat' duasındaki diyalogun mi'rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ ile Kur'an'ın 'âlemlere rahmet' olarak gönderildiğini bildirdiği Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu bir şekilde gerçekleşen bu buluşma sırasında Resûlullah (s.a.s.) 'e, içlerinden günahkâr olanlar -eğer affedilmezlerse- bir süre cehennemde cezalandırıldıktan sonra bütün ümmetinin cennete kabul buyurulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir hediye olarak Bakara sûresinin 'Âmene'r-resulü...' diye başlayan son iki âyeti verildi; İslâm'ın temel ibadetlerinden beş vakit namaz emredildi. Bazı rivayetlere göre mi'racdan dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem ile buralarda bulunacak insanların durumları gösterildi. Nihayet Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke'den ayrıldığı noktaya getirildi.
Söz konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi'racın Hz. Peygamber (s.a.s.) 'uyku ile uyanıklık arasında' bir durumdayken başladığını, uyandığında kendisini Mescid-i Harâm'da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî'deki rivayetlerin birinin sonunda 'Peygamber uyandı ki Mescid-i Harâm'dadır' denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu olduğu hususunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır. Biri uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi'racdan bahsedildiği de olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu mi'racı Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in hem bedeniyle hem de ruhuyla uyanıkken yaşadığı bir olay olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya uyanık iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu iddia miraç mucizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60. âyetinde mi'rac olayı kastedilerek 'sana gösterdiğimiz rüya...' şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabileceği de belirtilmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim de oğlu İsmail'i kurban etme emrini rüyasında almıştı.
Ancak, mi'rac Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in tamamen mucizevî bir tecrübesi olduğundan onu illâ da aklın kalıpları İçinde açıklamanın gerekli olmadığı muhakkaktır. Taberî'ye göre Allah, kulunun ruhunu değil, mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü ifade buyurduğuna göre 'Peygamber sadece ruhuyla mi'raca çıkmıştır' diyerek âyetin anlamını sınırlamaya hakkımız yoktur.
Buharı'nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in önce göklere çıkarıldığı, sonra Kudüs'e getirildiği bildirilirken, önce Kudüs'e getirildiğini ifade eden rivayetler de vardır. Konumuz olan âyette isrâ anlatılırken açıkça 'Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya' ifadesinin kullanılmış olması, Resûlullah (s.a.s.) 'in semâya yükselmesinden önce Mescid-i Aksâ'ya uğradığı görüşünü teyit etmektedir. Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen 'en uzak mescid' anlamına gelen Mescid-i Aksâ'nın Kudüs'teki mescid olamayacağını, bunun 'semavî bir mescid' olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Filistin'den 'en yakın yer' diye söz edilmektedir. Şu halde 'en uzak mescid' Kudüs'te olmamalıdır. Öte yandan Kudüs'te eski mabed (Süleyman mabedi) İslâmiyet'ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki Mescid-i Aksa ise henüz yapılmamıştı. Bununla birlikte müfessirlerin tamamına yakını bunun Kudüs'teki Süleyman mabedi olduğunda müttefiktirler. Bu görüşe katılan İbn Âşûr, âyette Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in ümmeti tarafından eski mabedin yeniden inşa edileceğine bir işaret bulunduğu kanaatindedir. Nitekim müslümanlar hicrî 66-73 yılları arasında bugünkü Mescid-i Aksâ'yı inşa etmişlerdir.
Ayette Mescid-i Aksâ'nm çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burası İbrâhimî geleneğin merkezi olup burada Hz. İbrahim'den Hz. Îsâ'ya pek çok peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Peygamber efendimizin mucizevî bir şekilde buraya getirilmesi ve daha sonra bir süre buranın müslümanlar tarafından kıble kabul edilmesi de Mescid-i Aksâ'nın çevresinin mübarek bir mekân oluşunun başka bir ifadesidir.
2-3. 'Kitap'tan maksat Tevrat'tır. Tevrat'ın hidayet rehberi olması, onun sayesinde İsrâiloğulları'nın cehalet ve inkarcılıktan bilginin aydınlığına ve gerçek dine kavuşmalarıdır, 2. âyetin metnindeki vekîl kelimesi, 'kendisine dayanılıp güvenilen, işlerin kendisine bırakıldığı kimse' demektir. Bu şekilde Allah'a güvenip bağlanmaya da tevekkül denir.
Sûrenin ilk âyetinde İsrâ ile Hz, Muhammed'in onurlandırıldığı bildirildikten sonra burada kendisine Tevrat indirilmek suretiyle Hz. Mûsâ'nın da şereflendirildiği belirtilmektedir. Bu vesileyle insanlığın en eski atalarından ve ulu peygamberlerden olan Hz, Nuh da 'çok şükreden bir kul' olarak takdirle yâdedilmektedir.
4. Bu âyetteki kitap genellikle Tevrat diye açıklanırken bunu levh-i mahfuz olarak anlayanlar da vardır. Bu anlayışa göre âyet şu anlama gelir: Sizin iki defa bozgunculuk çıkaracağınız levh-i mahfuzda yazılıdır, yani ilmimizde mevcuttur, bunu yapacağınız bizce malûmdu. Nitekim ikisini de yaptınız.
Yukarıda Hz. Musa'ya kitabın gönderilmesi ve onun İsrâiloğulları'na rehber kılınması ilâhî bir lütuf olarak zikredilmişti. Hz. Mûsâ, Mısır'da yüzlerce yıl aşağılayıcı bir muameleye maruz kalan İsrâiloğulları'nı Firavun'un hegemonyasından kurtarıp özgürlüklerine kavuşturmuş, ana yurtlarına götürmüş, onlara Tevrat'ı tebliğ etmişti. Fakat gerek Kur'an'da gerekse Kitâb-ı Mukaddes'te bildirildiği üzere onlar sık sık Allah'a olan ahidlerini bozup günaha sapmışlar, bu yüzden de İlâhî cezaya mâruz kalmışlardı.
Âyetteki 'fesad'dan maksat, İsrâiloğulları'nın genel olarak Allah'ın Tevrat'ta koyduğu hükümleri çiğnemeleridir. Tefsirlerde iki fesaddan biri peygamber Eş'iya'yı (İşaya) öldürmeleri veya Ermiya'yı (Yeremya) hapsetmeleri; ikincisi ise Hz. Yahya'yı öldürmeleri, Roma yöneticileriyle iş birliği yaparak Hz. Îsâ'yı öldürmeye kalkışmaları şeklinde açıklanmaktadır.
5-7. Hz. Musa'nın ölümünden sonra İsrâiloğulları'nın Filistin'deki çeşitli putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını bozarken bir yandan da Tevrat'ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı. Azgınlıklarım peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde 'ilk vaad' gerçekleşmiştir. Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbil esaretinin de dahil olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir. Tarihî bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler'in Kudüs'ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi'ni (Birinci Mâbed) yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esaret sürecini ifade etmektedir. 6. âyette, zamanın Pers kralı Kyros'un milâttan önce 539'da Bâbil'i ele geçirdikten sonra İsrâiloğulları'nın ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mâbed'in inşası, Kudüs'ün iman, dinî ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işaret edildiği anlaşılmaktadır. 7. âyette ise bu parlak dönemin ardından girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve siyasî ihtilaflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi veren bir yahudi grubunun işbirliği yaptığı Romalılar Kudüs'ü ele geçirerek şehri tahrip etmiş, yahudilerin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63): bu arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır. Tefsirlerde yahudilerin İkinci bozgunculuklarıyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahya'yı öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur. Bundan sonra 1948'e kadar Filistin'de yahudi hakimiyeti kurulamamıştır.
8. Bundan önceki âyetlerde İslâm öncesi yahudilerinden söz edilmişti. Burada ise Hicaz'daki yahudilerin uyarıldığı anlaşılmakta; eğer tekrar bozgunculuk yaparlarsa Allah'ın da onları tekrar cezalandıracağı bildirilmekte, en son ceza yerinin ise cehennem olacağı hatırlatılmakta; kendilerinden, İbrâhimî geleneğin son temsilcisi olan, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'nın ilâhî hakikatlere davetlerini tekrar eden Hz. Muhammed'e kulak vermeleri, eski hatalarını tekrarlamayıp onu tasdik etmeleri istenmektedir. Fakat Medine'deki yahudiler bu çağrıya olumsuz cevap vermişler; hatta Hz. Peygamber'le yaptıkları anlaşma hükümlerine rağmen Mekkeli putperestlerle müslümanlara karşı iş birliği yapmışlardır. Allah da onları müslüman Arapların eliyle cezalandırmıştır.
9-10. Kur'an'ın asıl işlevi, insanlık için bir rehber olması, 'en doğru olan'a götürmesidir. 'En doğru olan 'la ilgili açıklamalar genellikle şu noktada toplanmaktadır: En doğru olan, öncelikle İslâm dini, yani onun temel öğretisi olan doğru itikad, güzel ameldir. Bu ikisini gerçekleştiren de Allah tarafından ödüllendirileceği için Kur'an aynı zamanda bu büyük ecri kazanmaya vesiledir. Öte yandan Kur'an âhirete inanmayanlara Allah'ın ağır bir azap hazırladığını da haber vermektedir ki, insanların doğruyu bulması için Kur'an'ın dikkat çektiği hususlardan biri de budur. Çünkü peşin fikirli olmadan hakikate kargı zihnini ve gönlünü açık tutanlar Kur'an'ın bu uyanları sayesinde âhiret azabından korunmak gerektiğinin şuurunda olarak günahlardan uzaklaşma ve arınma çabası gösterirler.
11. Hangi insanlar kendilerine kötülük yapmayı ve zarar vermeyi isterler? Tefsirlerde bu soruya çeşitli şekillerde cevap verilmiştir. Müşriklerden bazıları inkâr ve inatlarını, 'Allahım! Eğer bu kitap, senin katından gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır! gibi sözlerle dışa vururlardı. Muhtemelen âyette bunlar kastedilmiştir. İnsanlar arasında ciddi bir sıkıntıyla karşılaştıklarında sabır ve metanetle bu sıkıntıyı atlatmaya, mâkul ve meşru yollarla bu sıkıntıdan kurtulmaya çalışmak yerine, “Allah canımı alsa da bu dertten kurtulsam! ' şeklindeki sözlerle kendilerine beddua edenler de bulunur. Ayrıca bazen insanlar bilgisizlikleri sebebiyle kendi iyiliklerine zannederek aslında yine kendileri için kötü olan şeyleri isterler. Çünkü insanın iyi olduğunu zannettiği şey gerçekte kötü, kötü olduğunu zannettiği ile iyi olabilir; bu hususta en doğrusunu Allah bilir.
Âyetin, insanı çok aceleci olarak değerlendiren ifadesi, insanın tabiatındaki bir komplekse işaret etmektedir. Gerçekten insanın, özellikle ilk defa karşılaştığı durumlarda neyin iyi neyin kötü, neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda isabetli hüküm vermesi her zaman mümkün olmayabilir. Bunun için insanın aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak veya İnandığı, güvendiği kaynaklara başvurarak en doğru tercihi yapması gerekir. Fakat zihinsel ve ruhsal yönden yeterince gelişmemiş olanlar bir sabır ve olgunluk isteyen bu süreçten geçmeye tahammül edemedikleri için genellikle nefsî isteklerinin tesiriyle aceleci davranır ve umumiyetle de yanlış hüküm verir, yanlış tercihte bulunurlar. İşte âyet-i kerîme bu zaaf konusunda uyarıda bulunmakta; dolaylı olarak muhatabını, 9. âyette 'en doğru olan'a götürdüğü bildirilen Kur'an'ın davetine ve ölçülerine göre karar verip hareket etmeye çağırmaktadır.
2- Bu ayetlerin günümüz açısından değerlendirilmesi:
1. İslam dini esasen hiçbir din, ırk ve millete düşmanca bir tavır içinde değildir. Özellikle İslamiyet Ehl-i Kitap olan Hırıstiyan ve Yahudilere değişik konularda imtiyaz/ayrıcalık tanımıştır. Örneğin sosyal hayatla alakalı olarak; onların kızları ile evlenmek, kestikleri hayvanlardan yemenin meşru olduğunu Kur’an-ı Kerim’de (Maide 5/5) görmekteyiz. Bu durumda İslam’ın; başka milletlere, özellikle İsrailoğullarına, İbrani soyuna, Yahudilik dinine, geçmişte, günümüzde veya gelecekte yaşayan barış taraftarı Yahudilere düşmanlık emretmediğini göstermektedir. Genel olarak tarih boyunca Yahudilerin başına gelen sıkıntıların Müslümanlar tarafından kaynaklanmadığı da yine tarihen sabittir.
2. Hz. Muhammed (s.a.s) ’in, Müslümanların Yahudiler ile savaşacağını haber vermesi, Müslümanların Yahudilere karşı düşman ve saldırgan bir tutum içinde olduklarını göstermez. Çünkü Peygamberimiz yine Müslümanların Türkler ve bir takım başka milletlerle de savaşacaklarını haber vermiştir. (Buhari, Cihad, 95) Bu haberi doğrulama açısından; Emeviler döneminde Türkler ile Müslümanların savaştıkları ve Talas savaşından sonra da Abbasiler döneminde Türklerin Müslüman oldukları tarih kitaplarında sabittir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) ’in; Yahudiler, Türkler, Safeviler, Bizanslılar veya başka bir toplum ile Müslümanların savaşacaklarını haber vermesi, tarihi seyri içerisinde tamamen kendiliğinden gelişecek olan olaylar konusunda Müslümanları uyarmak içindir.
3. Yine gerek İsra suresinde, gerek hadislerde, gerekse Tevrat metinlerinde Yahudilerin başına gelen olaylar, ilim erbabınca ya geçmiş zamana nispetle yorumlanmış veya kendi yaşadıkları dönem ile ilgili olarak açıklanmıştır. (Elmalı, Hakk Dîni, I, 472-475; IV, 3161-3164) Bu husus özellikle metinlerdeki ifadelerin kapalı (müphem) ve kısa (mücmel) olmasından kaynaklanmaktadır. Bu olayların bu gün veya daha sonraki zamanlarda da yaşanması kesin bir durum olmayıp, bu konuda söylenen sözler indi te’villerden ibarettir.
4. Hadîs-i şeriflerde Yahûdilerle Müslümanlar arasında olan veya olacak savaşlarda taşlar ve ağaçların dile gelip, “arkamda Yahûdi var, diye söyleyeceklerini bildiriliyor. Bazı hadis yorumcularına göre; bu durum, hakikat mânâya hamledileceği gibi, mecazi manaya da hamledilebilir. Zira ayetlerin müteşabihatı olduğu gibi hadislerin de müteşabihatı var. Yukarıda zikredilen hadislerde bu türdendir.
Eğer bu hadisleri yorumlamak gerekirse şöyle anlayabiliriz: “Ahirzamanda Yahudilerin fesadı ve tahribatı o kadar fazlalaşacak ve şımarıklık ve isyanları o kadar artacak ki, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve bütün insanların birleşmesine ve beraber hareket etmesine sebep olacaktır. Herkes onların bu kötülüklerinden emin olmak için onlarla alakalı bilgi akışını, askeri veya diğer alanlardaki istihbaratlarını birleştirecekler. Bu beraberlikten sonra Yahudilerin karşısında birtek kuvvet olup onları perişan edeceklerdir. Tüm dünyada Yahudilere karşı ciddi bir antipati oluşacağından herkes her türlü yayın–basın araçlarıyla Yahudileri ele verip haber verecektir Bu durumun ifrat derecesini Peygamberimiz (s.a.s.) “taşlar ve ağaçlar bile haber verecek” diye ifade buyurmuşlardır. İşte bu durum taş ve ağacın konuşmasıyla teşbih edilen insanlığın umumi vicdanın onların aleyhlerine dönme döneminin tamamlanmasıyla, düşmanca hareket eden Yahudilerin zulmüne ma’ruz kalan mazlumların feryadını herkes duyacak ve hükmün infazı için işler yapılacaktır.
Şu kadar var ki hadislerde Müslümanların Yahudilerle savaşacakları açık bir dil ile bildirilmiştir. Bu savaşta Müslümanların saldırgan taraf olmayacağını hadislerdeki “Yahudîler sizinle savaşacaklar” ifadesinden de anlamak mümkündür. Buna göre savaş isteyen, Müslümanlar olmayacaktır. Müslümanın en önemli vasfı daima barış taraftarı olmasıdır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de defalarca vurgulanmaktadır. Bu sebeple Müslümanlar dâvâlarında haklı bulunacaklardır. Bundan dolayı Müslümanlar; Müslüman olsun gayr-i Müslim olsun dünya kamuoyunu arkalarına alacaklardır. Hadiste taş ve ağacın konuşması, insanlığın ortak vicdanına, yani dünya halklarının ortak sesine teşbihtir. Demek ki, dünya kamuoyu Yahudileri tasvip etmeyecektir.
fatiha suresi
30.06.2011 - 13:59Mekke'de, risaletin başlangıcında nâzil olmuş olup 7 âyettir. Tam olarak nâzil olan ilk sûredir. Kur'ân-ı Kerîm'in başlangıcı olduğundan 'bir yeri veya bir şeyi açan, başlatan' anlamına Fâtiha adı verilmiştir. Ayrıca yirmi kadar güzel vasfını bildiren başka isimleri de vardır. Mesela: Namazda okunması vacip olduğundan Sûretu's-salât, Allah Teâlâ'nın arşının altındaki hazineden indirilip ulvî mânaların hazinesi olduğundan Kenz; başlı başına yeterli olduğundan Vâfiye, Kâfiye; bütün sûrelerin aslı, kökü, tohumu durumunda olduğundan Ümmü'l-Kitab, el-Esas onun isimleri arasındadır. Bu kutlu ve özlü sûre, gerçekten Kur'ân-ı Kerîm'in feyizli ve bereketli bir hülasası ve İslâm ibadetinin esasıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in ana gayeleri şunlardır.
1. Tevhid, yani Allah'ın birliği
2. Nübüvvet
3. Âhiret
4. İbadet ve adaleti de kapsayarak istikamet
Fâtiha sûresi bu esaslara açıkça delâlet eder.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1 - Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla [59,22-24]
2 - Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah'adır.
3 - O rahmândır, rahîmdir.
4 - Din gününün, hesap gününün tek hâkimidir. [24,25; 37,53]
Rabbü'l-âlemin sıfatı Kur'ân mesajının evrenselliğini, rahmân ve rahîm sıfatları, Allah'ın kâinatı şenlendiren geniş rahmetini ilan eder.
Sûrenin başında 'Bütün övgüler Allah'ındır' şeklinde kapsamlı bir hüküm verildiğinden, âdeta 'Niçin? ' diye soran aklı tatmin için, zımnen gerekçe teşkil eden bazı ilâhî sıfatlar hatırlatılmaktadır. Övgüler O'nundur: Çünkü Rabbü'l-âlemîndir bütün varlıkları yaratıp büyüten, varlıkta devam ettirendir. Çünkü rahmândır, rahîmdir: Bu mükemmel kâinatı merhametiyle şenlendiren, güneşleri, ay'ları, topyekûn cansız kâinatı bitkilere ve hayvanlara, cansızı ve canlısı ile bütün varlıkları da insana hizmet ettiren O'dur ve çünkü, hayat sadece dünya hayatından ibaret değildir. Burada ağır bir emanet yüklenerek, Allah'ın halifesi, vekîli olarak geçici bir süre için görevlendirilen insanın, asıl hayatı ebedî âhiret hayatındadır. İşte Allah âhiretin de tek hükümdarıdır.
5 - (Haydi öyleyse deyiniz) : 'Yalnız Sana ibadet eder, yalnız senden medet umarız.' [73,9; 6,1; 3,64]
Evreni dikkatle inceleyen her akıl sahibi, böylece aklî delille Rabbine ulaşacağından, sûrenin başından 4. âyete kadar Allah'tan 'O' diye bahsederken, bu tefekkürü sonucunda artık âdeta O'nu görüyor hale gelip 'Sen' diye hitap etme makamına yükselir: 'İbadetim, kulluğum, sevgim yalnız Sana'dır Rabbim! ' der. Diğer taraftan, Allah müminleri toplum halinde, daha doğrusu topluluk halinde huzurunda görmek istediğinden, bu tefekkürü yapan mümin, dünyadaki bütün müminlerle birlikte ibadetini O'na takdim eder, onlardan güç, kuvvet, dua ve mutluluk alır.
Tarih ve coğrafyasıyla bütün bir insanlığı, hatta bütün âlemleri, dünya ve âhireti, ezelden ebede varlığın tamamını kucaklayan bu kutlu Fâtiha, bu sûreyi yücelerden indiren Zatın, bütün âlemleri her tarafıyla aynı anda gören Rabbü'l-âlemin olduğunun önemli bir delilidir. 5. âyet ile kul, Rabbi ile bir akit yapmaktadır. Allah'a ibadet ve teslimiyet gösteren insana O, dünyada yardım ve hidâyeti, âhirette cenneti vermeyi uhdesine alır.
6 -Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.
7 - Nimet ve lütfuna nail ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil. [4,69]
Son âyet doğru yolun somut, gerçekleşmiş şeklini gösterir, mümini geniş düz caddede ilerleyen peygamberlerin nuranî kafilesinin peşine yerleştirir. Örnek ihtiyacını tatmin eder. Fâtiha sûresinin okunması tamamlanınca 'öyle olsun, kabul eyle! ' mânasına gelen 'âmin' denilmesi sünnettir.
ihlas suresi
30.06.2011 - 12:46Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla 1. De ki: O, Allah'tır, gerçek İlahtır ve Birdir. 2. Allah Samed'dir.Samed: 'Tam, eksiği olmayan, her şey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan' demektir. 3. Ne doğurdu, ne de doğuruldu. 4. Ne de herhangi bir şey O'na denk oldu.
şair
23.06.2011 - 11:43şuara suresi meali 224.Şairler var ya, bunların peşine de sapkınlarla çapkınlar düşer!
225, 226.Görmez misin onlar her vâdide sözcüklerin, hayallerin peşinde dolaşır ve yapmayacakları şeyleri söylerler.
beyoğlu
02.05.2011 - 22:27tarlabaşı tepebaşı
çemişgezek
02.05.2011 - 22:07çemişgezeğin neyi meşhur feribot dut peynir pestil pekmez bal
TUNCELİ ÇEMİŞGEZEK AŞAĞIDEMİRBÜK KÖYÜ
01.05.2011 - 22:57aşağıvartenik
halüsinasyon
10.04.2011 - 01:16deccal,i ayan gördüm uyanıkken tv5 de gördüm
Toplam 79 mesaj bulundu