Yasemin Doga Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Ant ...

  • söz

    24.10.2010 - 19:17

    Karanlıkta, unutulmuş, unutuldukları için sönmüş milyonlarca yıldızla boşluğa uzanmış bulmuş kendimi.Bir sorum yoktu, yanıta da ihtiyacım...

    Olay, belirli bir zaman dilimi değil, bunların birçoğundan meydana gelmiş rutin olmayan bir zincirin tümü idi. Bir sır olmak üzere mühürlenmişti. Doğrusu, yardım etmeyi dilemiş, merhamet için doğmuş bir varlığın anımsayamadığı bir sözdü.

    Hizmet etmek istiyorsan kimseye söyleme dedi varlık çocuğa. Çocuk üzerine abanan ağırlıktan kurtulmak istese de kurtulamıyordu. Varlık hoşnuttu; kalbe kilitlenmiş çığlığın mührü sessizlikle güçleniyordu. Acı arttıkça eskiyor, kadim bir hal alıyordu.

    'Annemi çağıracağım' dedi çocuk. Acıdan kurtulmaktan çok,varlığı, unutulmuş bir öcü masalıyla korkutmaya çalışıyor gibiydi. Varlık hala güçlüydü. Yalnız çığlıkları duyan anneler onu korkutabilirdi.

    Çocuk çığlık atmayı unutmuştu yine de bağırdı 'anneeeee, anneeee, annneeeee...'

    Durmaksızın 'anne' diye bağırıyor, aslında birileri onu duysun istiyordu. Sayıyordu: (1) anneeee, (2) anneeeee, (3) anneeeee, (4) anneeeee....

    Sonra sayıları ve çağırışın nedenini, dolayısıyla anlamını yitirdi. O zaman anne çocuğu duydu. Geceliğiyle çocuğu kurtarmaya geldi. Mühür kırıldı. Çocuk acı ve merhametle mühürlenmiş gerçeği gözyaşlarıyla anlattı.

    Sonsuza dek kırılan mühür şimdi varlığın kaderini mühürlemişti.

  • rüya

    19.07.2009 - 16:41

    O ses durmaksızın çınlamaya devam ediyor kulaklarımda. Giderek belirginleşen harfler kelimelere, kelimeler cümlelere dönüşüyor.

    Uyanıyorum. Bedenim yıllanmış bir ağaç gövdesi gibi; genç rüzgarlara boyun eğmeyecek denli sağlam -hayır- sabit... Devrilmiş sağlam bir ağaç gövdesiyim,aynı bükülmezlikle ayaklanıyorum. Ayaklarım toprağa kenetleniyor.

    O bağırmaya devam ediyor: Kurgulanmamış fikirler...

    En az kendi varlığım kadar tuhaf görünüyor algıladığım çaba. Mavi kan taşıdığıma o kadar eminim ki... Yine de kuşku duyuyorum -neden bilmem o kadar zavallı hissediyorum ki-...

    Şu çapulcu görünümlü adama aşağılayıcı bir bakış fırlattım ve o an yanımda bitiverdi. Eğreti bir asma köprünün ucundaydık. Kaçak tütün satan beş paralık adamlardan biri için fazla vakur, anlaşılmaz bir bakışla beni süzüyordu.

    -Bilge olmaya niyetlenen biri için fazla kibirlisin. Sattığım fikirlerden kurgulandığını çoktan unutmuşsun.

    -Yalnız olduğumuz bir yerde bu kadar bağırmana gerek yok, dedim. Söylediklerini sorgulamak aklıma bile gelmemişti. Çamaşırcı kadın kavgası kelimeleri çınladı kulaklarımda bir de kendini asil olmak için fazla zorlama cümlesi...

    Köklerimin zayıfladığını, tüm bedenimin sarsıldığını hissediyorum. Değişime hazırım diye bağırıyorum. Birden hiçbirşey söylemediğimi tüm gürültünün beynimde olduğunu farkettim. Onunla konuşmaya ihtiyacım yok dedim kendime -kendimi teselli etmek istercesine-...

    -Hadii, bu kadar büyütme. Her zaman böyle olmaz. Bazen hiç hatırlamazsın ve beni görmek için dualar edersin. Yine de bu, bana en çok yaklaştığın an oldu.

    Yüzü belirginleşiyor, bense onun giderek mükemmel bir objeye dönüşüşünü nefesimi tutarak seyrediyorum. Gayrıihtiyari arkama dönüp baktığımda otuz hayatın iplerini elimde tuttuğumu farkediyorum. Bir belirip bir kaybolan yine de bana bağımlu otuz ölü yüz...

    -Onlar da senin fikrin miydi?

    Beni duymamazlıktan geldi.İlk gördüğüm çapulcu kılığındaydı yine. Sıkılmış gibiydi ve artık benimle konuşmak istemediğini düşünmek sıkıntı veriyordu kalbime.

    Başarısından hoşnut olduğunu hissediyorum ama yüzünde bunu görmek olanaksız.

    -Kurguladığın fikirler seninle varlığını sürdürürler; senin çevrende varlık kazanırlar. Düpedüz varolurlar anladın mı?

    -Peki ya ben?

    -Sen ve ben daha büyük bir kurguyla varlık kazandık. Basit değil mi?

    Hiçbirşey anlamıyorum. Sadece biraz daha uyumaya ihtiyacım var.

  • müzik

    02.07.2009 - 17:17

    Benim işim değil şiir yazmak. En iyisi müzik yapmak!

    Bir gitarın tellerine dokunurum bir ...

    Kilitlenir dudaklarım, bıçak açmaz; beğenilmenin mağrurluğundan, çokça istenmenin şimarıklığından değil. İnan ki: utangaçlığımdan...

    Yok yok, benim işim değil şiir yazmak. Al basan yanaklarımdan, ne yapsa bana kendini beğendiremeyen sesimden utansam da birşeyler çalmak, söylemek: yapabildiklerimin en iyisi bu.

    Ne yapalım; şairlik bir dahaki sefere artık...

  • sayıklamalar

    20.06.2009 - 19:23

    içimdeki kıpırtıyla mutlu mu olsam ölsem mi...

    bir daha gelmek mi? düşüncesi bile elzem...

    gözümü açtığımda karanlık durayazdı üzerimde epey...

    düşünüyordum...

    burada olmamam gerek... ya da bilmiyorum...

    bir kanatla gölgelendim,göremeden uyandım.

    uyuyormuşum ve orada seviliyormuşum.

    uyanmak istemiyordum, uyandım... birileri beni sevsin istiyordum, en beyaz giysilerimi giymiştim. en sevecen tavrım cüzdanımda, hiç olmadığım kadar savunmasız bir o kadar gönüllüydüm.

    iyi ki vardınız, iyi ki vurdunuz...

    bilge sustu

  • sayıklamalar

    20.06.2009 - 15:29

    Uzun zaman önce attığımı zannettiğim kağıt tomarı istiflenmiş, duruyordu önümde. Bakışlarım sendeydi henüz. Kağıt tomarının da farkındaydım; çekincesizce yazdığım başı bozuk, ağzı bozuk deli saçmalarım olduğunu fark etmemiştim yalnız.

    Elinde işporta bir pilot kalem...Tek farkı; bunun su katılmış benzinin arabaya yaptığını yapmaması... Basit bir çizgi bile olsa yapmak istediğin kağıt üzerinde; direnmeden, inletmeden, kanser etmeden çizivermesi- hem de mürekkebinden pintilik etmeden-

    Kalem sende, kapağı bende...

    Sen kalemi bana sallayarak diyorsun ki; lütfen yaz, yazmak zorundasın. Benim aklım kalemde; kalem benim ya... Üstelik kapağı da bende :)

    İyi yazan işporta bir pilot kalemkolay kolay denk gelmez.

    Neden sonra; düşünceler diye başlayan okunaksız ama yazının bana ait olduğu kuşku götürmez kağıt tomarına odaklanıyor gözüm. Birden yazmam için -az önce-anlamsız bulduğum ısrarın değer kazanıyor gözümde. Gurur duyuyorum senin tarafından beğenilmekten.

    Yine de bir sorun var; beğendiğim ya da gurur duyduğum kendim değilim. Sensin.

  • spatyom

    20.06.2009 - 15:01

    İnsan öldükten sonra ruhunun gideceği ilk adres.

    Spatyom alemi ruhun bedenden ayrıldıktan sonra bulunduğu durumu algılayana kadar (ki gelişim düzeyine göre tam olarak algılayamadan rehberleri tarafından yeni bir 3. boyut sürecine gönderilebildiği rivayet edilir) bir nevi şaşkınlık ve durumunu idrak etme süreci yaşadığı eterik ortamdır. Ruh bu ortamı düşünceleriyle şekillendirir. Öyle ki, öldüğü halde dünyevi yaşamından kopamayan ruh spatyom aleminde yaşadığı gerçekliğe benzer bir maddi çevre yaratır.

    Spatyomda zaman yoktur. Ruh ağır bir bedel ödemesi gereken bir günah işlediğini düşünüyorsa spatyom ortamı, ona hakettiğini düşündüğü cehennemi yansıtan görüntüler sunacaktır.Ruh çektiği azabın sorumluluğunu üstlenene dek bu yakıcı ızdırap zamansızca sürer...

    Tam tersi bir durum da geçerlidir. Ruh kendini kurban gibi hisseder.Yaşamı fedakarlıklarla geçmiştir. Ezilmiş, hor görülmüş, itilip kakılmıştır. Öldükten sonra şaşkınlık devresinde dünyadaki damgalarını taşıdığına inanmaya devam eder. O kurbandır, sevilmemeyi hak etmiştir. Bu acıyı veya ezikliği çekmeye devam eder. Sonra yavaş yavaş uyanmaya başlar ve tüm bunlerı belli dersleri öğrenmek için yaşadığını algılamaya başlar.Öğrenemediği dersleri yeniden deneyimlemek için gereksindiği ruh gruplarıyla bir araya gelir. Bu ruhlar yeni yaşamda oynayacakları rolleri ince ince tasarlarlar (ki çoğu pek çok yaşamda birarada olan ruhlardır bunlar; bazen arkadaş, bazen aile bazen düşman olmuşlardır) .

    Ruh bulunduğu boyutta öğreneceği bir ders kalmamışsa bir üst boyuta geçer. Bu açılım sonsuzca sürer kanımca :-)))

  • bilge karasu

    10.10.2006 - 15:43

    Bilmediği, düşünmediği, belli belirsiz duyumsadığı, adını koyamadığı bir duygu yer etmiş bir yerlerde.Bir av takılıyor sonra misinanın ucuna, balıkçının gönlünde birşeyler oynuyor.

    Zokayı saplandığı yerden dikkatlice çıkarmak için elini balığın ağzına soktuğu an ağız kapanıveriyor.

    Kimin tutsak olduğu belirsiz. Saatler geçtikçe tutsaklık tutkuya dönüşecek, dönüşüyor.

    Kimsenin bilmediği, görmediği, anlatsan anlamayacağı; gizli kalmak istemeyen, tutkusuyla gücünü, huzursuzluğunu arttıran, ne kadar versen de doymayan, tüketen (mi)

    Önce kolunu dirseğine kadar yutan sonra bedeninin her yanını saran balık gibi. Ağırlaştıkça duyumsadığın, bağlandığın...

    Bir balık yutmuşsa kolunu

    Bir korku sarar benliğini; kolundaki ağırlıktan hoşnutsun ya yine de itiraf edememek, bedeninin bir parçası olmuşken bu kadar yaklaşmışken, bir olmuşken...

    Balıkçı hafiflediğini duyumsuyor bir de bakıyor ki balık çoktan kuruyup dökülmeye başlamış.

    'Hiç Göçmüş Kediler Bahçesi'ni okuyanla okumayan bir olur mu' demişti birisi. İyi demiş.

  • oedipus

    14.04.2006 - 15:35

    Oidipus Yunan mitosunun en trajik kahramanıdır. Trajik kişi, tek başına veya tüm soyuyla birlikte tanrı lanetine uğramış kişidir.

    Oidipus, Thebai kralı Laios'un oğludur. Annesi İokaste, gebe iken bir düş görür. Bu düş karnında taşıdığı çocuğun babasını öldüreceği şeklinde yorumlanır ve bunun üzerine doğar doğmaz bebek dağa bırakılır. Ayak bilekleri delinmiş, içinden bir kayış geçirilmiştir; ayağı şiş anlamındaki Oidipus adı da burdan gelmektedir. Bebeği bir çoban bulur ve - çocuğu olmayan- Korinthos kralı Polybos'a verir.

    Delikanlılık çağına gelince bulunmuş bir çocuk olduğu dedikodusunu işiten Oidipus, işin aslını araştırmak için Delphoi tapınağına gider. Tapınağın bilicisinden öz babasını öldürüp annesiyle evleneceğini öğrenir. Kaderine musallat olan laneti öğrenen Oidipus tarifsiz bir acı duyar ve geri dönmemek üzere Kornthos'u terketmeye karar verir.

    Yolda bir adamla kavgaya tutuşan Oidipus -bozuk ruh halinin de tesiriyle olacak- bu adamı öldürür. Bu olaydan sonra Thebai'ye varır. Bu kentin başına bela olan canavarı öldürerek dul kalan kraliçe İokaste ile evlenir. Bu birleşmeden dört çocuk sahibi olur.

    Yıllar geçer, Thebai de veba baş gösterir. Salgından nasıl kurtulacaklarını öğrenmek için bilicilere danıştıklarında şu cevabı alırlar: Kral Laios'un katili bulunup kentten sürülmelidir. Oidipus hemen araştırmaya koyulur,kraliçenin bir zamanlar gördüğü uğursuz düşü yorumlayan biliciyi sıkıştırır; kahin birşey söylemek istemez. Bunun üzerine kraliçe araya girerek gördüğü düşü ve yıllar önce öngörülen laneti anlatır. Oidipus'un yüreğine kuşku düşer.

    Bu sırada Korinthos'tan gelen bir ulak, krallarının öldüğünü ve kendisinin tahta geçmek için geri dönmesi gerektiğini bildiren bir haber getirir.Babasının ölümünün kendi elinden olmamasına sevinen Oidipus yine de geri dönmeye çekinir. Derken ulak, kendisinin bir çoban tarafından Korinthos'a getirildiğini söyler. Gerçekleşen lanetten kuşkusu kalmayan kraliçe canına kıyar. Oidipus da hem annesi hem karısı olan kadının iğnesiyle oracıkta gözlerini kör eder.

  • barok

    07.04.2006 - 14:59

    Barocco, Portekizce'de işlenmemiş inci anlamına gelir. Bu ad, ait olduğu dönemin gösterişi seven, abartılı anlayışını alaya almak için verilmiştir.

    Barok dönemde plastik sanatların önceden incelendiğini gördüğüm için ben, sadece barok müzik hakkındaki bilgilerimi meraklılarıyla paylaşacağım.

    Barok müziğin sanatsal özellikleri; karmaşıklık, aşırı süslü,abartılı bir anlatım, tabiat üstü şeylere yönelme, coşkunluk olarak özetlenebilir. Buna karşın sade de olabilir ki bu, devrin zıt kutuplarda gezinen müzik anlayışına son derece uygundur.

    Devrin müzik yapısı toplum yapısıyla paralellik gösterir. Lüks içinde yaşayan bir soylu sınıfa karşılık halk oldukça fakirdir. Ayrıca din adamlarının ve soylu sınıfın halk üzerinde baskısı söz konusudur.

    Sanatçılar genellikle -soylu birinin yanına kapağı atabilenler tabii- bir soylunun yanında maaşlı olarak çalışırlar. Ayrıca barok dönemde günümüzdeki büyük senfoni orkestraları yerine birkaç çalgıdan meydana gelen küçük oda orkestraları mevcuttur.

    Dönemin müzik yazısı kontrpuandır. Yani yatay çokseslilik -polifoni- söz konusu. Başka bir deyişle ezgiye karşı ezgi.

    1600'lerden 1750'ye kadar olan dönemi kapsayan Barok Müzik'in en önemli temsilcileri; J.S. Bach, A. Vivaldi, G.F.Haendel olarak sayılabilir.

  • intihar

    06.04.2006 - 22:52

    Sisyphos söyleni adı altında toplanan denemelerinden birinde Albert Camus, intiharı sorgular. Yalnız intiharı toplumsal değil bireysel bir sorun olarak ele alır. Şöyle söylüyor: Böyle bir eylem, yüreğin sessizliğinde, tıpkı büyük bir yapıt gibi hazırlanır. İnsan kendisi de bilmez bunu. Bir akşam tetiğe basar ya da kendini sulara bırakır.

    Kendisine intihar etmiş birinden söz ediyorlar; beş yıl kadar önce kızını yitirdiğini ve o zamandan beri çok değiştiğini, için içini yediğini söylüyorlar. Albert Camus, çoktandır sakındığı tanıyı koyuyor: - ki kendisine sonuna kadar katılıyorum- düşünmeye başlamak, için için yenmeye başlamaktır.

    Bence denemenin en güzel çıkarımlarından biri de şu: Düşünceyi tetikleyen belki de sonuçlandıran -tabii kastettiğim sonucu hepiniz biliyorsunuz- çoğu zaman asıl neden değil de efti püften birşeydir. (Sözgelimi, bir ilgisizlik, umursamaz bir tavır...)
    (Sözünü ettiğim denemede politik intiharlar deneme dışında tutulmuştur.)

    İntihar, kişinin her gün rutin olarak yaptığı işleri yapmak için gerekli güdüden yoksun kalması anlamına geliyor demek. Kişi yeni bir güdüyle güdüleniyor: Yabancılaştığı dünyayı terketmek.

  • çöl

    06.04.2006 - 21:50

    İngiliz Hasta filmi; bir suluboya fırçasının sakınan devinimlerini, sonsuz gibi görünen çöl kumunun sayısız resimle dolu esrarengiz görüntüsüne bağlayarak başlar: Bu manzaraya büyük bir aşkın -biri artık yaşamayan, biri yaşarken ölmüş- iki kahramanını taşıyan bir İngiliz uçağının göğü delen sesi eşlik eder ve görüntü otantik bir şarkıyla,algılandığı beyinlerde kalıcı olmaya and içer ya da onları kalıcı olması içen ikna etmeye çalışan beyindir, böyle birşeydir işte çöl...

  • jerzy kosinski

    29.03.2006 - 16:23

    Kosinski; kötülüğü, şiddeti, acımasızlığı; en çocuk, en masum olduğu zaman deneyimlemiş, bu kötülükle büyümüş, yaşadıklarını yazmış bir adam. Kötülüğün en arı haliyle büyümüş, öğrenmiş bir çocukluğun ödülü ne olur geleceğin yazarına: su katılmamış bir gerçeklikle yaratılacak kötülüğün destanı...

    Kendisi siddeti ve acimasizligi dile getirmekle kalmaz, okuruna yasatir da. Bu nedenle kotulugun yazari olarak tanimlanir. Boyalı Kus ve Adımlar; yazarın tanınmış eserlerindendir. Her yaratısında olduğu gibi -okuyanın tüylerini diken diken edecek sahnelerle dolu- bu eserlerde de yazarın usta kaleminden çıkan kararlı cümleler, her okunuşta yeniden yaşanacak yaşamlara koşulsuz katılmayı emreder okuruna.

    Kosinski -benim gibi lafı dolaştırmaz- doğrudan söyler söyleyeceğini; anlatımında karmaşık veya kendi anlatmak istediğinin dışında anlaşılacak bir deyim, ima bulamazsınız. Okur, kendi türünün kontrolsüz acımasızlığı ve iğrenç yüzüyle kalakalır.

    Ölümü de sıradışı yaşamı kadar korkunç, düşündürücü. Yazarken yaptığı gibi -bir eleştirmen şöyle söylüyor kendisi için: romanlarını o kadar seyrek yazıyor ki sanki bir kelimesi ona bin dolara patlıyor, bir sözü yanlış kullanırsa da hayatına patlıyor- belki ölümünde de vakti olabildiğince uzatmak, acıyı perçinlemek, kötülüğe kadeh kaldırmak için kafasına bir torba geçirip sonlandırmayı seçiyor yaşamını.

  • Erdener

    28.03.2006 - 15:34

    tek başına bişey çağrıştırmıyor da yanına abi gelince -ki erdener abi şeklinde okunur- Kaan Ertem'in ünlü memur tiplemesi şeklinde bir tanım yazmak mümkün. Kendisi, aynı atmosferi soluduğu ancak varlıklarından, konuşmalarından zerrece hazetmediği kişiliklere anında reaksiyon vermesiyle tanınır:

    -erdener abi, her şeyi bırakıp çekip gitmek istiyorum.
    -mümkün mertebe uzaya git.

    -erdener abi senin için metroseksüel oldu diyorlar
    -az uzaklaş

  • trigonometri

    27.03.2006 - 20:12

    lise sonda bi matematikçi geldi bize. elemanın ego tavana vurmuştu... ya bu adamın konuşurken ağzının iki yanında beyaz, yapışkan birikintiler oluşurdu ve o konuşurken kelimelerine uyum sağlamaya çalışan ağzının ritmiyle açılıp kapanırlardı. bu adama -belki egosunun korkunçluğundan belki kendisinin- karısı dahil kimse söylememiş bu iğrençlikle yaşadığını...
    trigonometri,mrigonometri tüm lise son matematiği felç oldu benim tabii. o görüntüye kapılmamak için hayal kurardım derslerde. (lise sona kadar matematiğim süperdi - matematiğimin katilidir o herif-)

  • neden

    26.03.2006 - 01:46

    neden utandığımda, korktuğumda, üzüldüğümde, hissettiğimde sfenks olduğumu sanır; yaşam devam ederken yoğun iç senaryolarla kaçırdığım ana hayıflanır; hayıflanmak ne kelime- acı gözyaşlarıyla o ana dönmeye çalışır; beynimin zaman geçirmeye tenezzül etmediği o anlara, -görmeyen gözlere kazınmış görüntü umuduyla- tamam tamam her yolu deneyerek dönmeye çalışır; katıldığımı düşündükleri her anımsayamadığım an için pişman olur, her pişmanlıkla biraz daha aşağıya gider ama bir türlü vuramam dibe...karanlık nedir?

  • nefret etmek

    24.03.2006 - 22:56

    son günlerde epey yoğunlaştı isyanım sevgiye. duyduğum her sevgi sözcüğü, gördüğüm sevecenlik taklitleri tiksindiriyor beni. kendi sevgilerimi, sevgi doluluğumu, tevazu dolu sevecenliğimi, sevgi yoğunluğundan körlüğümü ve sırf bu nedenle utanmazca edilginliğimi sorguluyorum.

    şimdi merkezde ben yokum. öğrenilmiş bir sevgiyi yaşamak zorunda mıyım, sırf onların çocuğu olduğum sanrısını sürdürebilmek için. bu sanrıdan vazgeçmek mümkün mü peki diğer birçoğunu da unutmak pahasına. suçlamaların sonu gelmiyor. çok içiyorum, çok düşünüyorum. değil hissetmek, düşünmeyi dahi kendime ayıpladığım kıskançlıkla doluyum. eksikliğinden hayıflandığım şeyleri seyrettiğim kişilik kırıntılarına karşı duyduğum...

    nefret, özkıyım çabasının kontrolsüz yansımalarıdır.

  • yunus emre

    21.03.2006 - 16:09

    Yunus Emre'ye Selam adlı kitabında şöyle diyor Sabahattin Eyüboğlu:

    Masallara göre Yunus bir orta Anadolu köylüsüymüş. Taştan topraktan ekmeğini çıkaran, yağmur yağmayınca aç kalan bir Anadolu köylüsü.

    Yunus bir gün tohumsuz kalır. Tohumsuz kalan Yunus Emre eşeğine dağdan alıç, yani yabani elma, acı yalnızlıkların en tatlı dostu olan meyvayı yükler, buna karşılık biraz tohumluk buğday aramaya çıkar.

    Durduğu başlıca yerlerden biri de Hacı Bektaş tekkesidir. Yunus alıçlarına karşılık tekkeden buğday istiyor. Hacı Bektaş sorduruyor: Buğday yerine nefes verse olmaz mı diye kendisine. Yunus ille de buğday istiyor. Hacı Bektaş her alıca bir nefes verelim diyor. Olmaz diyor Yunus. Her çekirdek başına bir nefese kadar çıkıyor Hacı Bektaş. Yunus da buğday diye dayatıyor. Bunun üzerine Hacı Bektaş Yunus'a götürebileceği kadar buğday verdiriyor.

    Sevine sevine toprağına dönerken yolda bir düşüncedir alıyor Yunus'u. Herhalde diyor kendi kendine, bu insan büyük bir insan olmasa nefesini istemediğime kızar bu kadar cömertçe buğday vermezdi bana. Bir çuval buğday böyle bir insandan daha mı değerli benim için?

    Anlıyor çiğlik ettiğini, dönüyor geriye. Alın buğdayı geri ben nefes isterim, diyor. Ama Hacı Bektaş onu Taptuk Emre'nin tekkesine yolluyor; senin kilidi ona verdik diyor.

    Yunus ne der bir dinleyelim:

    Taptuğun tapusunda
    Kul olduk kapusunda
    Yunus miskin çiğ idik
    Piştik elhamdülillah.

    Vardığımız illere
    Şol safa gönüllere
    Baba Taptuk manisin
    Saçtuk elhamdülillah.

    Yunus Emre Taptuk Emre tekkesinde kırk yıl kadar eğitim görmüş, çile doldurmuştur.

    1991 yılı tüm dünyada 'Yunus Emre Sevgi ve Barış Yılı' olarak kabul edilmiş ve çeşitli etkinliklerle Yunus Emre felsefesi irdelenmiştir. Ahmet Adnan Saygun'un 'Yunus Emre Oratoryosu' da bu etkinlikler çerçevesinde birçok ülkede seslendirilmiştir.

  • ecce homo

    13.03.2006 - 18:22

    'İşte İnsan' anlamına gelen Latince bir deyim. Yuhanna'nın İncil'inde, Pilatus İsa'yı göstererek söyler bu sözü.

    Yahudiler İsa'yı yakalayarak Roma valisi Pilatus'a götürürler. Pilatus öfeli kalabalığa; 'Bu adamdan ne şikayetiniz var' diye sorar. Cevap: Eğer bu adam kötülük etmeseydi, onu sana vermezdik. Pilatus İsa'yı sorguya çeker: Sen Yahudilerin kralı mısın? İsa anlaşılmaz cevaplar verir, başka bir dünyadaki krallıktan falan bahseder. Pilatus 'Hakikat nedir' der büsbütün şaşırır yine de uzlaştırıcı bir yol arar: Ben onda bir suç bulamıyorum, der. Onu salıvermeyi teklif eder. Yahudiler buna yanaşmaz. Pilatus daha da uğraşır. İsa'yı askerlerine dövdürüp çıkartır kalabalığın karşısına: Ecce Homo! İşte adam! Ben onda hiçbir suç bulamıyorum, diye seslenir bir kez daha. ancak İsa'da çarmıha gerilmeye istekli gibi davranınca Pilatus birşey yapamayacağını anlar ve su alıp: Ben bu temiz adamın kanından arıyım; bunu siz düşünün, diye halkın önünde elerini yıkar.

  • tango

    10.03.2006 - 18:02

    Ünlü Carlos Saura filmi...
    Bu filmi seyrettikten sonra tango yapabileceğinizi sanarak bir eğitim cd si almaya kalkmayın. (altyapı varsa alın, öyle bir durum da zaten cd ye gerek yok off neyse...)

  • dede efendi

    10.03.2006 - 17:19

    Gelmis gecmis en büyük üstadlarimizdan Dede Efendi'ye, yeni buldugu bir makami icra ettigi bir taksim sonrasinda meclisteki diger üstadlar: Ya üstadim Sanat Musikisi'nde bundan öte ne olabilir, demişler. (soru değil yalnız) Dede Efendi ise 'Sanat Musikisi öyle büyük bir okyanustur ki biz ancak bir kiyisinda ayaklarimizi serinletebiliyoruz' diye cevap vermis. (Sanat musikisinde herkes üstaddir.)

    Kendisi gerçek bir sanatçıdır. Mehterhane kaldırıldıktan sonra kurulan Müzikayı Hümayun'da birbirinden farklı birçok tür bir arada okutulmuştur. Bando, Orkestra, Opera-Operet, Tiyatro, Fasıl Takımı, Müezzinan, Karagöz-Hokkabaz-Kukla. (Demokratik bir okul görünümündedir.)
    Bu okulda birbirinden çok farklı türler birarada okutulduğu için - en önemlisi bu- türler arasında güzel bir etkileşim olmuştur. Valsden etkilenen Dede Efendi 'Gülnihal'i', Türk müziğinden etkilenen Donizetti Paşa ise tamamen batı armonisine sahip olmasına karşılık Türk ezgileriyle örülmüş 'Mahmudiye Marşı'nı' bestelemiştir.

    Hamamizade Dede Efendi'nin (üstad) 'Yine Neşeyi Muhabbet' diye bi eseri vardır bir de o eserin terennüm bölümü vardır ki aman diyim. (teeen ni teeen ni...) Gel de kendinden geçme...

  • beethoven

    10.03.2006 - 16:16

    Ludwig van Beethoven, müthiş bir müzik dehasıdır. 30'lu yaşlarda sağır olmuş ve en büyük eserlerini bu talihsiz kayıp sonrası vermiştir.
    Haydn senfoninin babası ise Beethoven senfoniye -neredeyse- nokta koyan kişidir. Toplam dokuz senfoni yazmıştır - evet çoğunuzun bildiği de sonuncusu yani 9. senfonisidir- ve bu müzik formunda doruğa ulaşmıştır. (Üstadın senfonileri öyle bir kompleks yaratmış ki elli yıl kadar kimseler senfoni yazamamış.)
    Çoğu kaynakta Beethoven romantik dönem bestecileri arasında sınıflandırılsa da kendisi, klasik ile romantik dönem arasında bir köprü, geçiş dönemini temsil eder.
    Beethoven; yalnız, son derece asabi, alıngan bir yapıya sahiptir ki bu huylar sağır olduktan sonra daha da çekilmez bir hal alır. Yine de onun sayesinde sanatçılar soylular tarafından saygı görmeye başlarlar. Sanatçılar hizmetli sınıfından pek ayırt edilmezken Beethoven çağrıldığı davetlerde baş köşeye oturmakta diretir aksi tekdirde davetlere katılmazmış. Böyle yapa yapa eğitmiş aristokratzedeleri :))
    Efendim gelelim şu meşhur 9. senfoniye: Üstadımız dehasını ve farklılığını -elinde olmayan nedenlerle- göstererek bir senfonide olmayan birşeyi yapmış(yani kuralların dışına çıkarak) ve son bölümüne koral bir bölüm eklemiştir eserinin. 'Sen ey tanrılar alevi, ey elizyumun kızı...' diye başlayan ve hepimizin neşeye şarkı diye bildiğimiz ünlü Schiller şiirinin olduğu bölüm.
    Ben daha ne diyim, şu verdiğim bilgileri hiçbir yerde böyle derli toplu bulamazsınız; kıymetimi bilin!

  • Terketmek

    09.03.2006 - 14:58

    yaralı ezgilerin eşlik ettiği eski bir şarkı:

    aslında giden değil kalandır terkeden
    giden de bu yüzden gitmiştir zaten

Toplam 23 mesaj bulundu