BİR TÜRKÜDÜR YAŞAMAK BİR KERE DAHA SÖYLEYEBİLMEK İÇİN DELİRDİĞİMİZ
HORASAN erenleri, koyun sürülerini önlerine kattıkları gibi Diyar-ı Rum`un, yani Anadolu`nun doğu kapısından girmişler içeri... Hacı Bektaş-ı Veli`nin izinden. Rivayet odur ki, Moğol istilasından kaçarken, yağız atlarının terkisinde iki de kutsal emanet getirmişler. Biri Zülfikar, diğeri saz. Zülfikar`ı zalimlere, münkirlere, sazı ise aşıklara ve dertlilere çalmak için... İşte o günden beridir ki; deyişler ve nefeslerle taçlanan erenlerin türküleri, Anadolu`nun dört bucağında çalınmış, söylenmiş. Bozkırları yeşertmiş, ırmakları coşturmuş, geceleri gündüzlere eriştirmiş. Türküler... Bazen dillendirilemeyen bir acının, aşkın sesi olmuş, bazen de zalimlere karşı başkaldırının lirik ezgisi. Kimi zaman da özlemlerin, umutların, beklentilerin trajik tınısı... Akdeniz`i kale gibi kuşatan Toroslar`ın yaylalarındaki Yörükler`in, Tahtacılar`ın, Ege`deki Efeler`in, Zeybekler`in, bozkırdaki garip köylülerin, Seğmenler`in dilinden bir ağıt gibi akıp gelen türküler. Hiçbir şey, onlar kadar bize ait değil aslında. Yüzyıllardır değişmeden kaldılar. Sazlarıyla, sözleriyle Kayıkçı Kul Mustafa, Dadaloğlu, Köroğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, åşık Veysel, Mahzuni Şerif, Neş`et Ertaş, Sabahat Akkiraz ve adını sayamadığımız daha niceleri... Geçmiş yüzyıllardan günümüze, türküleri ve Anadolu kültürünü yaşattılar. Belki de en önemlisi, kavimlerin geçiş noktasındaki bir ateş coğrafyasında, sözlü edebiyatı, dili ve gelenekleri ayakta tuttular. Bir Anadolu mitosu EGE ve karşı kıyıdaki Mora Yarımadası, antik felsefenin anayurdu olarak bilinir. Tragedyalar, komedyalar, mitoslar hep bu topraklarda yeşermiş ve yeryüzüne yayılmıştır. Uygarlığın tekerleğini çeviren filozoflar da, bu topraklardan çıkmıştır. Yazının bulunmasından çok önce lirik şarkılarla, efsanelerle, felsefe kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Tragedyalarda, antik Yunan şarkılarında, hep bir anlam ve felsefi mesaj gizlidir. Genellikle bu eserler, felsefi bilgi olarak anılan epistemoloji ile örülmüştür. Türküler de, Anadolu coğrafyasının mitosları gibidir. Kulak verin. Doğru yaşayışı, ahlakı, evrensel değerleri ve sevgi temasını sıkça duyarsınız. Her dizesinde anlam zenginliği yatar. Çoğu kez, öz ve biçim arasında lirik uyum gözetilir. Sazın teliyle halk şairinin sözü, hep aynı felsefi kaynaktan çağlar. 13 ve 14`üncü yüzyılda Anadolu`ya egemen olan ve varlığın birliğini savunan panteist felsefe akımı ya da İslam Teolojisi`ndeki adıyla Vahdet-i Vücud`a kucak açan tasavvuf geleneği de, türkülere oldukça zengin bir boyut katmıştır. İlahi ve türkü ilişkisi VARLIĞIN birliğine inanıp, O`nun sevgisini aşkın (transendental) bir felsefeyle hisseden Mevlana Celaleddin-i Rumi`nin ağzından dökülen ilahiler de, bir tür mistik türküdür. Tıpkı, Biçare Yunus`un gerçek aşkla söylediği öztürkçe ilahiler gibi. Hepsinde, derin bir felsefenin izleri vardır. Türküler... Yani, halkın söyleyen dili. Bin yıldır bu topraklarda kuşaktan kuşağa akıp geldiler. Kimi zaman kederlenip ağıt oldular, bazen de sevince katılıp, halaya durdular. Şimdilerde, kentsoylu kuşaklardan pek rağbet görmüyorlar. Ancak, onları yaşatacak güçlü bir Anadolu kuşağı yüzyıllar boyunca hep var oldu. Öyle ki, türküler, Osmanlı`da saray edebiyatının baskısı altında Yoksul Türkmen`in şarkısı denilerek, hor görülmesine karşın, bu kuşaklar sayesinde 21`inci Yüzyıl`a kadar hiç bozulmadan ulaşabildi. Geçmişte, Arap-Fars edebiyatının etkisi altına girerek, halkın öz kültürünü aşağılayan ve türkülerin yaşam alanını kırsal kültürün çerçevesine mahkum eden erkanın ismini, bugünlerde resmi tarih bile yazmıyor. William Shakespeare`in ölümsüz sözleriyle, `BİR ULUSUN TÜRKÜLERİNİ YAPANLAR YASALARI YAPANLARDAN DAHA GÜÇLÜDÜR.
SÖYLEYEBİLMEK İÇİN DELİRDİĞİMİZ
HORASAN erenleri, koyun sürülerini önlerine kattıkları gibi Diyar-ı Rum`un, yani Anadolu`nun doğu kapısından girmişler içeri... Hacı Bektaş-ı Veli`nin izinden. Rivayet odur ki, Moğol istilasından kaçarken, yağız atlarının terkisinde iki de kutsal emanet getirmişler. Biri Zülfikar, diğeri saz. Zülfikar`ı zalimlere, münkirlere, sazı ise aşıklara ve dertlilere çalmak için... İşte o günden beridir ki; deyişler ve nefeslerle taçlanan erenlerin türküleri, Anadolu`nun dört bucağında çalınmış, söylenmiş. Bozkırları yeşertmiş, ırmakları coşturmuş, geceleri gündüzlere eriştirmiş. Türküler... Bazen dillendirilemeyen bir acının, aşkın sesi olmuş, bazen de zalimlere karşı başkaldırının lirik ezgisi. Kimi zaman da özlemlerin, umutların, beklentilerin trajik tınısı... Akdeniz`i kale gibi kuşatan Toroslar`ın yaylalarındaki Yörükler`in, Tahtacılar`ın, Ege`deki Efeler`in, Zeybekler`in, bozkırdaki garip köylülerin, Seğmenler`in dilinden bir ağıt gibi akıp gelen türküler. Hiçbir şey, onlar kadar bize ait değil aslında. Yüzyıllardır değişmeden kaldılar. Sazlarıyla, sözleriyle Kayıkçı Kul Mustafa, Dadaloğlu, Köroğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, åşık Veysel, Mahzuni Şerif, Neş`et Ertaş, Sabahat Akkiraz ve adını sayamadığımız daha niceleri... Geçmiş yüzyıllardan günümüze, türküleri ve Anadolu kültürünü yaşattılar. Belki de en önemlisi, kavimlerin geçiş noktasındaki bir ateş coğrafyasında, sözlü edebiyatı, dili ve gelenekleri ayakta tuttular. Bir Anadolu mitosu EGE ve karşı kıyıdaki Mora Yarımadası, antik felsefenin anayurdu olarak bilinir. Tragedyalar, komedyalar, mitoslar hep bu topraklarda yeşermiş ve yeryüzüne yayılmıştır. Uygarlığın tekerleğini çeviren filozoflar da, bu topraklardan çıkmıştır. Yazının bulunmasından çok önce lirik şarkılarla, efsanelerle, felsefe kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Tragedyalarda, antik Yunan şarkılarında, hep bir anlam ve felsefi mesaj gizlidir. Genellikle bu eserler, felsefi bilgi olarak anılan epistemoloji ile örülmüştür. Türküler de, Anadolu coğrafyasının mitosları gibidir. Kulak verin. Doğru yaşayışı, ahlakı, evrensel değerleri ve sevgi temasını sıkça duyarsınız. Her dizesinde anlam zenginliği yatar. Çoğu kez, öz ve biçim arasında lirik uyum gözetilir. Sazın teliyle halk şairinin sözü, hep aynı felsefi kaynaktan çağlar. 13 ve 14`üncü yüzyılda Anadolu`ya egemen olan ve varlığın birliğini savunan panteist felsefe akımı ya da İslam Teolojisi`ndeki adıyla Vahdet-i Vücud`a kucak açan tasavvuf geleneği de, türkülere oldukça zengin bir boyut katmıştır. İlahi ve türkü ilişkisi VARLIĞIN birliğine inanıp, O`nun sevgisini aşkın (transendental) bir felsefeyle hisseden Mevlana Celaleddin-i Rumi`nin ağzından dökülen ilahiler de, bir tür mistik türküdür. Tıpkı, Biçare Yunus`un gerçek aşkla söylediği öztürkçe ilahiler gibi. Hepsinde, derin bir felsefenin izleri vardır. Türküler... Yani, halkın söyleyen dili. Bin yıldır bu topraklarda kuşaktan kuşağa akıp geldiler. Kimi zaman kederlenip ağıt oldular, bazen de sevince katılıp, halaya durdular. Şimdilerde, kentsoylu kuşaklardan pek rağbet görmüyorlar. Ancak, onları yaşatacak güçlü bir Anadolu kuşağı yüzyıllar boyunca hep var oldu. Öyle ki, türküler, Osmanlı`da saray edebiyatının baskısı altında Yoksul Türkmen`in şarkısı denilerek, hor görülmesine karşın, bu kuşaklar sayesinde 21`inci Yüzyıl`a kadar hiç bozulmadan ulaşabildi. Geçmişte, Arap-Fars edebiyatının etkisi altına girerek, halkın öz kültürünü aşağılayan ve türkülerin yaşam alanını kırsal kültürün çerçevesine mahkum eden erkanın ismini, bugünlerde resmi tarih bile yazmıyor. William Shakespeare`in ölümsüz sözleriyle, `BİR ULUSUN TÜRKÜLERİNİ YAPANLAR YASALARI YAPANLARDAN DAHA GÜÇLÜDÜR.