“Once Upon A Time In America” filmindeki “Cockeyee” gibi. Köprü altında vurulup düşen. Islığı kurşunlanan bir çocuktan başka neyim ki ben! ?
-
-
Sylvia Plath Lazar Hanım...
Ali Baksı
12.05.2021 - 18:54Ne tesadüf ise, 23 Ağustos 2007 tarihinde antoloji.com'a yüklediğim "Lazar Hanım" çevirimle birebir -noktası virgülüne kadar- aynı sizin 6 Kasım 2009 tarihinde yüklediğiniz çeviri. https://www.antoloji.com/lazar-hanim-sylvia-plath-siiri/
Madem İngilizce biliyorsunuz, Ali Baksı, o halde "SHAME ON YO ... -
Lazar Hanım...sylvia plath
Ali Baksı
12.05.2021 - 18:39Ne tesadüf ise, 23 Ağustos 2007 tarihinde antoloji.com'a yüklediğim "Lazar Hanım" çevirimle birebir -noktası virgülüne kadar- aynı sizin 6 Kasım 2009 tarihinde yüklediğiniz çeviri. https://www.antoloji.com/lazar-hanim-sylvia-plath-siiri/
Madem İngilizce biliyorsunuz, Ali Baksı, o halde "SHAME ON Y ...
Toplam 7 mesaj bulundu
-
Seamus Heaney
11.12.2005 - 02:21Seamus Heaney 1995 Nobel Edebiyat Ödülü sahibidir.
Seamus Heaney, 13 Nisan 1939'da Kuzey İrlanda'da, Derry'de bir çiftlikte doğdu. Yoksul bir çiftçinin 9 çocuğundan biri olan Seaney, ilk öğrenimini Saint Columb's Koleji'nde ve yüksek öğrenimini de Belfast'taki Queen's Üniversitesi'nde tamamladı. Şiire üniversiteden sonra, öğretmenlik yaptığı yıllarda başlayan Heaney'in ilk kitabı 'The Death of a Naturalist' ('Bir Doğalcının Ölümü') 1966 yılında yayınlandıç Kuzey İrlanda'da geçen çocukluğundan esinlenerek yazılan ilk şiirlerinde, ününü 1950'lerde yaygınlaştıran İngiliz şairi Ted Hughes'ten etkilendiği görülür Seamus Heaney'in. İlk kitabıyla 'Somerset Maugham Ödülü'nü alan ilk kitabını, 1969 yılında yayınlanan 'Door into the Dark' ('Karanlığa Açılan Kapı') ile 1972 yılında yayınlanan 'Wintering Out' ('Kışı Geçirmek') adlı şiir kitapları izledi. 1975 yılında yayınlanan 'North' ('Kuzey') adlı 4.kitabı, Heaney'in kendi kuşağı içerisinde gerçekleştirdiği büyük aşamanın izlerini taşır. [4.kitabı 'North' ('Kuzey') bir çok dile de çevrilmiştir]. Belfast'taki şiddet olaylarının tehlikeli ortamından ayrılıp, Dublin'e yerleşen Heaney bir katolik için gittikçe sertleşen gündelik hayatı bu konulara daha uygun olan tarihsel bir perspektifle ve büyük bir ustalıkla işledi. Son yıllarda Oxford, Harvard ve Berkeley üniversitelerinde konuk profesör olarak dersler veren Heaney, 1985'te 'Station Island' ('İstasyon Adası') ile 'Sweeney Astray' ('Yolunu Şaşırmış Sweeney') adlı iki şiir kitabı daha yayınladı.
-
Pasolini
11.12.2005 - 02:07Pier Paolo Pasolini: İtalya’lı Marxist Bir Peygamber
Otuz yıl önce, 2 Kasım 1975’de şair, film yönetmeni ve amansız toplum muhalifi Pier Paolo Pasolini, Lido di Roma dolaylarındaki bir liman ve turizm kenti olan Ostia’daki bir inşaat şantiyesinde ölü olarak bulundu. Olayla ilgili olarak, polis, şafak sökerken Pelosi adlı 17 yaşındaki işçi bir genci gözaltına aldı. Ertesi gün, Pelosi cinayet işlemekle itham edildi ve bu genç suçunu kabul etti. Bir kaç yıl sonra da, 25 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı Pelosi.
Bu öykü burada bitebilirdi, eğer Pasolini zamanının en ünlülerinden biri olmasaydı. Bir çok kimse, savcılığın sunduğu durum değerlendirmesine inanmak istemedi. Cinayet sonrası, Pier Paolo Pasolini’nin bedeni ve yüzü tanınmıyacak durumdaydı. Nasıl olurdu da, 17 yaşındaki bir çocuk, atletik bir yapıya sahip olan, güçlü kuvvetli 53 yaşındaki Pasolini’yi ufacık bir tahta parçasıyla o duruma sokabilirdi? Fakat Pasolini’nin düşmanları için kuşkuya yer yoktu: eşcinsel olarak Roma’nın şiddet dolu varoşlarına genç erkekler bulmak amacıyla giden Pasolini, oldukça tehlikeli bir hayat sürmüştü. Bu anlamda, ölümün üstüne üstüne gitmişti, yani ölümü kendi yüzündendi.
”Şairler geleceği görür”, demişti Frederick Engels. Pasolini de 1962 yılında yazdığı bir şiirde kendi ölümünü önceden sezinliyordu gibi: “(...) milyarlarca yaşayanlar, / güzelim bir sabah uyanacaklar / hayatlarındaki her günkü gibi / giysi altındaki sıcaklık...nemli / ilk terden...Mutlu - onlar -
/ mutlu! Onlar, mutlu sadece! // Yalnızca doğmamış olan yaşar! / Yaşar, yaşadığı sürece, ve her şey onun olmalıdır,- / Onundur, onun! // Orada duracağım / (...) / deniz boyunca /- hayatın yeniden başladığı yerde. / Yapyalnız, ya da handiyse öylece, o eski sahilde,/eski kültürlerin kalıntıları
Arasında / Ravenna / Ostia ya da Bombay’da hepsi bir nasılsa. // (...) / Yavaş yavaş çözüleceğim / denizden gelen kesici ışıkta, / unutulmuş bir şair ve yurttaş olarak.”Pelosi’nin suçu kabullenmesine rağmen, bazı deliller Pasolini’nin öldürülmesi olayına başkalarının karıştığını da göstermekte. Bu tür şüpheler, ta başından beri mevcuttu ve 1995 yılı civarında Marco Tullio Giordano tarafından yapılan ”Pasolini: Bir İtalyan Suçu” adlı bir filmle birlikte, bu şüpheler somut olarak gösteriliyor. Görgü tanıklarının filmin yönetmenine anlattıklarına göre, İtalyan makamları kasıtlı olarak, başka bir işçi gencinin Pasolini’nin öldürülmesine katıldığını işaret eden verileri göz önünde tutmadılar. Film, özellikle bu teori üzerinde duruyor. Bu durum, devlet savcılarından birinin Pasolini dosyasını yeniden gündeme getirmesine yol açtı.
Fakat Pasolini’nin öldürülmesinde, filmde ön plana çıkarılan politik bir motif var olabilir mi?
“Bir komploya inanmıyorum. Bunun yerine, denebilir ki, egemen sınıf bir çeşit ölüm lisansı çıkardı. Burjuvazi, Pasolini’nin yaptığı eleştiriler yüzünden oldukça mahcup bir durumdaydı ve bu yüzden kişiliğini hedef alan bir kampanyayla sesini boğmaya çalıştılar Pasolini’nin”. Böyle diyor yazar Dacia Maraini, bir söyleşisinde. Maraini ve eski kocası, müteveffa Alberto Moravia, Pier Paolo Pasolini’nin 1960 ve 1970’lerde en yakın arkadaşıydılar.Zamansız ve gizemli koşullar altında ölen bir çok ünlü gibi Pier Paolo Pasolini’nin hayatı da oldukça çok sayıda tartışmaya konu olmuştur.
Mükemmel bir şairdi Pasolini, pırıl pırıl bir öykücü ve zamanının en önemli film yaratıcılarından. İtalya’da bir mit olmuştur Pasolini. Hakkındaki mitolojik söylem öncelikle peygambersi yazılarını topladığı ”Scritti corsari” (”Gazabın Yılı”) adlı kitabına bağlanabilir. Bu denli öngörü ve aktüalite, savaş sonrasındaki hiçbir İtalyan yazarında bulunmuyor. Toplumsal eleştirilerinin bazı bölümleri İtalya dışında da önemli yankılar yapmıştır.
Çok gençken komünist oldu Pasolini. Kitaplardan ya da okulda öğrenmedi komünizmi; kendi içgüdüleri ve mantığı ile komünist oldu hayat okulunda: “Nasıl mı marxist oldum? - / evet.. beyaz ve açık mavi ilkbahar çiçekleri arasında yürüyordum / kardelenlerden hemen sonra açarlar ya hani, / -ve akasyalar, o muhteşem sıcakta çözülen insan teni kokan çiçeklerle dolup taşmadan kısa bir süre önce / o güzelim mevsimde- / ve annemin köyü yakınlarındaki, o çevrilemez adla ”fonde” denilen küçük su oyuklarının kıyılarında yazmıştım, / oğlanlar, köylü çocukları, / yıkanırken masumca / (çünkü duygusuzdu onlar hayatları hakkında / ben inanırken onların kendileri hakkında bilinçli olduklarına) / ”Katolik Kilisesi’nin bülbülü” ’ne şiirler yazmıştım, / Bu dediğim 43’te olmuştu: 45’te bambaşka bir şeydi./Biraz daha büyüyen köylü çocukları, / kızıl bir kumaş bağlayarak boğazlarına/yürüyorlardı / başkentin kapılarına / ve küçük Venedik saraylarına. / Böyle
öğrendim ben, onların ırgat olduklarını,/ve böylelikle patronların var olduğunu. / Irgatların tarafını tuttum, ve Marx’ı okumaya başladım”.Pasolini, hayattayken kendisine yeterince kulak verilmediğine pişman olunmuş ender şairlerdendir. Eğer Pasolini’nin dedikleri dikkate alınmış olsaydı, İtalya bugün daha farklı bir durumda olacaktı. Sözgelimi Pasolini’nin hasımlarından, mafyayla bağlantısı olduğu için hakkında soruşturma açılan, hırıstiyan-demokrat lider Giulio Andreotti’nin 10 yıl kadar önce yaptığı açıklama oldukça yankı uyandırdı: ”Pasolini’nin dediklerini dinlemiş olsaydık, belki de sistem çökmeyecekti.”
Oldukça zeki -neredeyse deşifreci- bir politikacıdan gelen bu eşsiz açıklama, kuşkusuz ki bir edepsizlik olarak da yorumlanabilir; değil mi ki Pasolini, İtalya’yı felaket bir duruma getirdiği için Andreotti ve tayfası hakkında bir soruşturma açılmasını ve Andreotti ve tayfasının zincire vurulmasını istemişti. Bu bakış açısını taşıyor Dacia Maraini.
Andreotti’nin düşüncelerini değiştirmesi kendi hatalarını kabullenmesi ve Pasolini’nin bilgeliği için gecikmiş bir alkış olarak da yorumlanabilir.
İşin püf noktası şu ki, Pasolini endüstrileşmeye doğru yönelen ve bu yüzden anıtsal değişimler içerisindeki İtalya toplumunun derinliklerine inerek, felaketli gelişmeleri önceden haber vermiştir. Diğer entelektüeller de belki aynı olguları gözlemlemişlerdir, fakat ya ideolojik ve parti çıkarlarını düşünmek zorundaydılar ya da Pasolini’nin sorunları açık bir şekilde formüle edebilme yetenekleri bulunmuyordu kendilerinde.
Kapitalist endüstrileşme her zaman ve her çeşit toplumda oldukça çok sayıda savunucu bulmuştur. Marx ve Engels bile, insana getirdiği riskleri ve zararlarına rağmen kapitalizmin yeteneğini benimsemiştir. Marx ve Engels şöyle yazmıştır 1848 şubat’ında yayınlanan Komünist Manifestosu’nda: “Malların ucuz fiyatları bütün Çin Sedlerini vuran ve un ufak eden ağır toplardır, ki barbarların en eğilmez yabancı düşmanlığının bile üstesinden gelir. Böylelikle
bütün ulusları burjuvazinin üretim biçimine uymaya zorlar, eğer tümden iflas etmek istemiyorlarsa; onları uygarlık denilen şeyi uygulama zorlar, yani burjuva olmaya, özetle burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratır.”Ama eski dünyaya beslenen nefret yeni dünyaya abartıyla yaklaşılmasına yol açtı. Umudu hayatta tutabilmek için ve bir garanti olarak, geleceğin yükü işçi-sınıfına devredildi.Ayrıca Avrupa’ydı Marx ve Engels’in tanımladıkları; üstelik proletarya ve burjuvazi kapitalizme ve endüstri devri-minin ilk yıllarına özgüydü. Köylü toplumunun açlığı, sefaleti ve (Marx ve Engels’in yazdıkları gibi) ”kültürel aptallığı” burjuvazinin kültür ve hegemonyasıyla yer değiştirmeliydi. Fakat bu geçici bir kötülük olacaktı. Kapitalizmin kasıklarından yeni bir kültür ve yeni bir insanlık doğacaktı.
Ne ki, İtalya’da ne tarımsal ne de endüstriyel bir devrim gerçekleşmişti o yıllarda. Endüstri, İngiltere’den Fransa’ya, Belçika’ya, Almanya’ya yayılmıştı. İtalya’da bu yüzyılın başlarında bile nüfusun % 60’ı tarımla uğraşıyordu, bu oran İngiltere’de % 9’u ve Fransa’da % 43’ü buluyordu. Fransa’ya oranla, İtalya yarım yüzyıl geride sayılırdı, İtalya’yı İngiltere ile karşılaştırmak olanaksızdı.
İtalya’daki endüstrileşme savaş sonrasına denk düştü. Ne ki, endüstri devriminden daha farklı sonuçlar ortaya çıkararak. Yazar İgnazio Silone, tarihin sunduğu olanakların, insanın canının çektiği zaman kullanabileceği derin dondurucuda saklanan çilek gibi olmadığına çekmişti dikkatleri. Köylü toplumunun aptallığı İtalyan burjuvazisinin ve kültürel elitinin gittiği bir okuldu. Bunun sonucu olarak, İtalya’daki burjuvazi ve doğal olarak egemen sınıf, asalak, dar kafalı, korkak, köylü ve küstah oldu.
Eski ve neredeyse yaşlanmış bir gelişme felsefesiyle eğitilmiş İtalya’daki işçi sınıfı da geç oluşmuştu. Tarihsel bellekten yoksun olarak, Marx ve Engels’in omuzlarına dünyanın kaderini bıraktıkları proletaryaya dönüşmelerinin olanağı yoktu, ki Pasolini de on yıllarca bir umut olarak sarılmıştı onlara.
Böylelikle faşizmin zahmetli maskesinden kendini kurtardıktan sonra, yeni bir dünya doğuyor İtalyan endüstrileşmesinden, yeni bir zalimlik, ki Pasolini bunu önce duyumsuyor ve analizliyor ve ondan sonra da teşhir edip saldırıyor ona tutkulu bir şiddetle.
Pasolini doğduğu kent olan Friuli’yi 1959’un kışında hakkında açılmış bulunan dava ve eşcinsel olduğu için maruz olduğu tacizler yüzünden terk eder: “Annemle birlikte kaçtık, bir bavulla ve daha sonra / sahte olduğu anlaşılan biraz mücevherle, / bir yük treni kadar yavaş olan bir trenle, / -
Friuli dolaylarındaki ovalar ince ve katı bir karla kaplıydı. / Roma’ya doğru gidiyorduk. / Gidiyorduk nihayet, bırakarak babamı / ucuz bir sobanın başında / eski asker paltosuyla / ve
siroz ve paranoyanın neden olduğu korkunç kızgınlık nöbetleriyle. / Dolu dolu yaşadım / hayatımdaki tek şey olan bu roman sayfasını: / aksi halde, / yaşadım herkesin hayran kaldığı şiirlerde. / El yazmalarım arasında ilk romanım da vardı: / ‘Bisiklet Hırsızı’nın yazıldığı dönemler, / ve edebiyatçıların İtalya’yı keşfetmeye başladıkları dönemdi. / (...) / Roma’ya geldik, / bana biraz kan veren / sevimli bir amcanın yardımını gördük: / bir idam-mahkumu gibi yaşıyordum / her zaman kafamda taşıdığım o düşünce / -onursuzluk, işsizlik, yoksulluk. / Annem bir zaman hizmetçi olarak çalıştı / Ve ben bu hastalıktan kurtulamadım hiç. / Çünkü küçük burjuvayım ben, ve Mozart gibi gülümseyemem ben...”1960’ların başında, edebiyat çevrelerinde tanınmış ve saygın bir yazar olarak selâmlanır Pasolini. Hacimli edebiyat üretimine giderek film sanatına olan tutkusunu da ekler. Daha sonra film çalışmaları bütün çalışmalarına baskın çıkacaktır zaten.
Pasolini’nin üne kavuşmasıyla birlikte, polisin ve mahkemelerin yakın takipleri ile sağcı basının açık saldırıları da yoğunluk kazanır. ”Burjuvazinin iğrenç çifte ahlâkı” diye yazar komünist bir gazeteci ”yeniden eyleme geçti kitle iletişim araçları ve devlet organlarının terörizmiyle kusursuz bir uyum içerisindeki ortak bir çalışmayla. Pasolini’nin davası bireysel bir dava değildir. O’nun geçerli olan ahlâk değerlerini (bilinçli ya da bilinçsizce) hiçe sayması, her bir bireyin yurttaş hakları hakkında yeniden düşünmemizi gerektiriyor.”
Böyle bir durumdayken kabul ediyor Pasolini haftalık bir komünist dergi olan ”Vie Nuove” (”Yeni Hayat”) ’dan gelen, okuyucularla ”dialog” kurmayı amaçlayan bir köşeyi düzenleme önerisini.
Pasolini’nin film-çalışmaları yüzünden birkaç kez kesilen bu dialog, Haziran 1960’dan Eylül 1965’e kadar sürdü. 1965 yılı ”ekonomik mucize”den duyulan kıvançla damgalanmıştı. Ne ki, dikkatli akıl yürütmelerden oluşan bir davayı yürütüyordu Pasolini okuyucularına verdiği yanıtlarda ve gelecek hakkındaki artan endişelerini dile getiriyordu yazılarında. Okuyucular kendileri belirliyordu konuları: bazen Macar edebiyatı hakkındaki görüşleri soruluyordu, bazen de vaftiz hakkında bilgiler isteniyordu; ya da okullardaki Latince dersleri hakkında ne düşündüğü soruluyordu ya da maden işçilerini konu alan bir öykü yazması isteniyordu.
Gençliğin 1950’lerde ve 1960’larda Avrupa’da yerleşmeye başlayan neo-kapitalizme karşı isyanı, 1968 yılında Almanya, Fransa ve İtalya’da patlak verdi.Değişik biçimleri vardı kapitalizmin, protest hareketlerinin ve egemen sınıfların gösterdikleri tepkilerin.
Neo-kapitalizme karşı başlatılan isyanın sloganları ile ABD, Fransa ve Almanya gibi zengin ülkelerdeki ve dünyanın yoksul ülkelerinden gelen muhalif kültürünü olduğu gibi aldı İtalya’daki öğrenci hareketi ve sol çevreler. İtalya’nın bütün alanlarını doldurmuştu Marcuse’ün, Che Guevara’nın ve Ho Chi Minh’in resimleri. Fakat İtalya ne zengin bir ülkeydi ne de bir 3. dünya ülkesiydi. Böylelikle romantik ve devrimci bir köktencilik oluştu; meskenlerinde akan suyla hastanelere ve okullara gereksinim duyan bir ülkenin değişim için öne sürdüğü köktenci bir istekti bu: komünizm.
İtalya’daki ’68 isyanının aşamaları, yukarıda yazılan nedenlerden ötürü, politik avantgard ve baskıcı makamlar arasında gerçekleşen oldukça şiddetli çatışmalara dönüştü. 1968 baharında öğrencilerle polis arasında Valle Giutia’da Roma mimarlık okulu dolaylarında gerçekleşen ve 1969 yılında polisin Roma mahkeme binası önüne barışçıl bir gösteri için toplanan binlerce öğrenciye ve diğer gençlere karşı planladığı ve şiddet dolu saldırısı şehir gerillaları ve devlet terörünün göstergeleri oluyor. 1969 yılındaki saldırı, zayıflamış ve çözülmeye doğru yol almaya başlamış bir harekata karşı polis tarafından planlanmış bir intikam eylemiydi. Aralık 1969’da Milano’daki ”Banca Nazionale dell’agricoltura” (”Ulusal Tarım Bankası”) ’na yerleştirilen bir bombanın patlamasıyla 16 kişi ölür ve 86 kişi yaralanır. Bu yalnızca bir başlangıçtır. İtalyan burjuvazisi bir askeri darbe istemektedir. Aralık 1970’de bir deneme yapılır. Fakat daha darbe gecesinde kendi kendisine çözülmeye başlar bu darbe girişimi. Belki generaller arasında son anda bir görüş ayrılığı doğmuştu.CIA (Amerikan Haberalma Teşkilatı) , Hırıstiyan Demokrasi Parti hükümetinin üyeleri ve gizli polis teşkilatı SIFAR’ın liderleri bu darbe girişimine katılmışlardı. 1974 yılında Brescia’da bir sendikada bir bomba patlar, yedi kişi ölür. Daha sonra bir trende patlayan bir bomba yüzünden 14 kişi ölür. Yeni bir darbe girişimi yapılır...
Pasolini bunların hepsini yazar yazılarında: “Biliyorum. Başarısızlığa uğrayan bu askeri darbenin sorumlularının adlarını biliyorum. 1969’da Milano’daki, 1974 yılında Brescia’daki ve Bologna’daki bombalı saldırıların sorumlularını biliyorum. (...) Bütün isimleri biliyorum ve suçlu oldukları bütün olaylar hakkında bilgilendirildim. Biliyorum, fakat kanıtlarım yok, ipuçları bile yok elimde. Biliyorum gene de, çünkü bir aydınım ben, bir yazarım ben...” Bu olaylar, zamanın deyimiyle ”devlet kıyımı” olarak nitelendirilmişti. Bu kıyımlar yüzünden hiç kimse cezalandırılmadı. Sahi nasıl cezalandırılabilirdiler ki? Çünkü teröristler hükümet ”saray”ına yani hükümete mensuptular.
Pasolini’nin denemelerinden bölümler, kuşkusuz ki Pasolini’nin düşünce dünyası hakkında bir bilgi vermeyi amaçlıyor, yoksa Pasolini’nin düşünce dünyasını hiç bir zaman temsil edemez. Gene de Pasolini’nin hakim sınıf için ne kadar tehlikeli bir eleştirmen olduğunu aydınlatıyor aşağıda sunulan bölümler.
- Neo-faşizm hakkında: “İtalyanlar bir kaç on yıl boyunca (özellikle orta ve güney İtalya’da) yozlaştı, aptallaştı, canavar ve cani bir halk oldu... Ben, tüketimciliğin gücünün nasıl olup da İtalyan halkının bilincini değiştirip yozlaştırdığına ve dönülmez bir şekilde düşürdüğüne kendi gözlerim ve duyularımla tanık oldum. ‘Totaliter’ faşizm bile bunu başaramazdı” (1975) .Aynı yerde kabullenmiyor Pasolini, İtalya’nın televizyon ve tüketimcilikle birlik içerisinde tutulabileceğine.
- Televizyon hakkında: “Hiç kuşku yok ki, televizyon diğer yayın organlarına oranla en otoriter ve baskıcı olandır. Mussolini, İtalyan halkının ruhunda bir çizik bile bırakamadı, ama şimdi bu ruh, televizyon tarafından kötürüm bırakılıyor, ırzına geçiliyor ve onuru lekeleniyor”. (1973)
- Kilisenin rolü üzerine: “Kilise, otoriter olmadan yücelerde oturabilir, (şimdi gerçek bir marxist konuşuyor) sözcüğün tam anlamıyla dinsiz olan, totaliter, hiddetli, sahte bir toleransı olan, yıkıcı ve aşağılayıcı tüketimciliğin gücüne karşı koyan herkesin lideri olabilir Kilise. Ya köklerine geri döner ve bu isyanın bir simgesi olur Kilise ya da kendi canına kıyar”. (1974)
Yukarıdaki alıntılar İtalya’nın önde gelen gazetelerinden olan Corriera della Sera’nın baş sayfasında yayınlanmışlardı. Pasolini’nin ”kurban”larının ve eleştirmenlerinin nasıl tepki gösterdiklerini tasarlamak hiç de zor olmasa gerek. 1975’in yazında, ölümünden kısa bir süre önce
bir adım daha ileri giderek, hırıstiyan demokrat liderlere karşı bir kovuşturma açılmasını önermişti ölümünden sonra yayınlanan ”Lutherci Mektuplar”da: “Suçunuz (yapmış olduğunuz) ahlâka aykırı edimlerde değil, fakat ülkemiz için felaketli sonuçlar doğuran yürüttüğünüz hatalı politik çizgide, ki sizlerin muhakeme gücünüzü ve kuvvet kullanmazı belirleyen de bu çizgiydi”.Pasolini, politikacıların ahlâksal bir sorumluluk gibi, hukuksal bir sorumluluk taşıdıklarına da parmak basıyordu. Aydın olarak Pasolini, hükümet sarayının uzağındayken onların İtalyan ulusuna karşı işledikleri suçları görebiliyordu.
Ölümünden 17 yıl sonra, 1992 yılında, ”Temiz eller operasyonu” ile başladı Pasolini’nin önerdiği bu dava ve belki de 1995 yılında Palermo’da Andreotti’ye karşı başlatılan davayla doruk noktasına ulaştı.
”Pasolini peygamber gibiydi” diyor Dacia Maraini. ”Bugün görüyor herkes bu büyük ahlâksal çözülmeyi, fakat o zamanlar İtalya hâlâ sessizdi. Mafya hakkında konuşulmazdı, elbette vardı mafya, fakat hiçbir zaman tartışma konusu yapılmazdı. Hırıstiyan demokrat partisi kesin gücü ele geçirdiğinde, yiğitçe yazdı Pasolini mafya ve hırıstiyan demokratlar arasındaki bağlantıları. Şehir toplumunun antropolojik değişimini belirtmesi ve eski günlerdeki kırsal hayata karşı beslediği nostaljisi de peygambersiydi.”
Fakat bütün bunlar bir devlet düşmanı olmak için yeterli mi? Maraini için yanıtı bulmak pek de kolay değil: ”Öyle düşünüyorum ki, Pasolini keskin analizleriyle rahatsız etmiştir İtalya burjuvazisini, çünkü bir yandan solcu bir ahlâkçı diğer taraftan da eşcinsel ve ahlâka aykırıydı. Nasıl olur da kilisenin öğretisine aykırı yaşıyan böylesi bir insan, burjuvaziye herhangi bir şey öğretmeye yetki buluyor kendisinde? Eleştirilerin O’nun gibi birinden gelmesi katlanılmaz bir şeydi burjuvazi için, ve bu yüzden de tehlikeliydi.”
Maraini ile aynı fikirde olmaktan çok uzak Edoardo Sanguetti. O zamanlar (ve şimdi de) Pasolini’nin (edebî, film ve politik) her cephedeki amansız bir eleştiricisi olan Sanguetti şöyle diyor: ”Nasıl suçlayabilir hırıstiyan demokratları, kapitalizmi ve endüstrileşmeyi yaydıklarını söyleyerek! Parti hakkında bir çok şey söylenebilir, ama parti her halikârda İtalya’nın faşizmden sonra yeniden yapılanmasını sağladı... Pasolini, İtalya’nın modern toplumların gereksinmelerini karşılayacak teknolojik bir gelişmeyle yaratılabileceğini anlayamadı. Skandallarla yaşadı ve en yalın biçimiyle tepkiciydi: partiye karşı suçlamaları ahlâkçı ve tarihe karşıydı.” Pasolini’nin çağdaşlığa karşı olduğunu da söylüyor Sanguetti: ”O zamanlar lânetlemiştim O’nun faşizm sırasındaki kırsal yaşam için döktüğü gözyaşlarını. Marxist bir bakış-açısına sahip biri olan Pasolini tepkici ve romantik bir anti-kapitalistlere tipik bir örnekti...”
Pier Paolo Pasolini 1922 yılında doğmuştu.
Not: Bu yazıda kullanılan şiirler ve diğer alıntılar, İsmail Aksoy tarafından çevrilmiştir.
-
albert camus
16.11.2005 - 01:18Sanatçı Ve Çağı (*)
Albert Camus (1913 - 1960)
Türkçe’ye çeviren: İsmail Aksoy.- Sanatçı niteliğinizden ötürü mü tanık olma rolünü üstleniyorsunuz?
Kendimi beğenmişlik duygusuna kaptırırım, böyle bir görevi üstlenmeyi kabul edersem, ki bunu istemiyorum. Kişisel olarak, hiç bir rol oynamak istemiyorum, ve bildiğim tek bir gerçek ödev var. İnsan olarak kendimi mutlu hissetmek istiyorum. Sanatçı olarak da, hâlâ hayat vermem gereken insanların olduğunu sanıyorum, ve bunu savaşlardan ya da mahkemelerden yardım almadan yapmak zorundayım. Ne ki, herkese gidilir gibi geliniyor bana. Geçmiş zaman sanatçılarının, hiç olmazsa zulüm karşısında susulmasına izin veriliyordu. Fakat, zulüm bugün oldukça gelişmiş durumda; artık suskun ya da tarafsız olmanıza da izin verilmiyor. Kişi, düşüncesini ifade etmek zorunda bırakılıyor, taraf ya da karşı olmak zorunda. Madem ki iki seçenek var, öyleyse ben muhalifim.
Fakat bu, rahat bir rol olan tanıklığı seçmek anlamına gelmiyor. Zamanı olduğu kabul etmektir bu yalnızca, kısaca söylemek gerekirse insanın işine gücüne bakmasıdır bu. Ayrıca unutuyorsunuz ki, günümüzün insanı örneği görülmemiş bir çabuklukla dolanıp durmakta yargıçların, davalıların ve tanıkların etrafında. Eğer bir seçimde bulunursam, ve bir seçimde bulunacağıma belki inanırsınız, bu halde hiç bir zaman yağ çalmayacağım yargıçlara ne de ayaklarını yalayacağım onların, ki bir çok filozofumuzun yaptığı işte budur. Bundan öte, eyleme geçmek için bir dürtüyü bulmak da güç değil, her ne kadar görece de olsa bu dürtü. Özellikle sendika-hareketi içerisinde oldukça zengin olanaklar var bu konuda bir şeyler yapmak için.
- Sizin son dönemlerdeki çalışmalarınızı suçlamak için kullanıldığı sanılan bu Don Kişot’çuluğun varlığını, sanatçının rolünü idealist ve romantik bir tanımla açıklamak mümkün değil mi?
Sözün anlamını, eski anlamlarını taşıdıkları müddetçe değiştiremezsiniz. Ve benim için, romantik kişi, kuşkusuz ki tarihin sonsuz devinimini seçen kimsedir, o muhteşem kahramanlık şiirini, ve mahşer günü bir mucize gerçekleşeceğini ön-görebilendir. Benim tanımlamaya çalıştığım şey, tarihin ve insanın ortak varoluşundan başka bir şey de değil üstelik, o gündelik yaşam en keskin ışıktan sökülüp alınmış gibi, kendisinin ve başkalarının aşağılanmasına karşı yürütülen o inatçı kavga gibi.
En kindar yaklaşımıyla, idealizm aynı zamanda şudur:
İnsan, tarihsel bir anlayıştan her bir eylemi ve her bir gerçeği ortadan kaldırırken, ortaya çıkan durumları belgeleyemez, ve bu yüzden de her halükarda mistik bir sonu amaçlar. Tarihin yasalarını gelecekle değiştirmek olarak algılamak mı olmalı gerçekçilik, ki gelecek henüz tarih de olmamıştır, ve olup olmayacağını da bilmiyoruz daha.
Tam tersi bir düşünceye sahibim, ki bu yüzden, hem mantık-dışı hem de zararlı olan mitoloji karşısında, ve ister burjuva olsun isterse sözde devrimci olsun romantik nihilizme karşı, gerçek gerçekçiliği savunuyorum,. Ben, kesinlikle romantik bir kişi değilim, ve bir yasanın ve düzenin var olması gerektiğine inanıyorum, işte bütün anlatmak istediğim bu. Ve yasa olan şey, kesinlikle önemsiz bir şey değil. Gereksinim duyduğumuz yasanın bize, yasası olmayan toplumumuz tarafından ya da daha da kötüsü kendilerini her bir yasadan ve vicdan-azabından kurtardığını iddia eden sözüm ona doktrinlerden gelmesi de şaşırtıcı olur.
- Marxistler ve onların ardılları, hümanist olduklarını söylüyorlar. Fakat gene onlara göre, insan doğası, ancak geleceğin sınıfsız toplumunda kendisini kabul ettirebilir.
Öncelikle, bunların bizi bugün dıştaladığı görülüyor, ki bu hümanistler insanı yargılamakta. Benzeri bir davranış politika evreninde geçerli olmaya başlarsa ve bu durum onları suçlu durumuna getirirse, bu anlaşılır olmaz mı? Varolan insan, geleceğin insanı adına red ediliyor. Bu denli iddialı bir red-ediş, dinsel bir karakter taşıyor. Niçin bu düşünce biçimi, gelecekte cennet vaat eden dinlere oranla daha geçerli olsun ki? Gerçek şu ki, bulunduğumuz sınırlı koşulların içerisinde, bizim insanlık tarihinin sonu hakkında aklı başında gerekçelerimiz yok. Bu yüzden yalnızca inanç ve yeni mistikleştirmeler gündemde olabilir. Bugünün mistikleştirmeleri, koloni politikasının baskıyı gavur olanın ruhunu kurtarmak için ona baskı uygulanması gerektiğini ileri süren geçmişin mistikleştirmelerinden pek de kötü sayılmaz.
- Özellikle yukarıda söylediğiniz düşünceler mi ayırıyor sizi solcu entelektüellerden?
Her halde, bu düşüncelerin o entelektüelleri solculardan ayırdığını söylemek istiyorsunuz. Haksızlık, batıl-inanç ve baskı hep birlikte düşünülen ve birbirlerine bağlı olgular oldukları için, solcuların bunlara karşı savaşmaları, her zaman için, bir olmazsa olmaz olmuştur. Batıl-inancın adaleti ya da devlet-kontrolünün özgürlüğü getirdiği düşüncesi yenidir. Gerçek şu ki, günümüzdeki bazı solcu entelektüeller (ne mutlu ki hepsi değil) güç ve etkincilikten o denli büyülenmişler ki, bu sağcı entelektüellerimizin savaştan önce ve savaş sırasındaki durumlarına benziyor. Davranış biçimleri değişik olabilir, fakat teslim bayrağını çekmeleri aynı. Eskiler gerçekçi milliyetçi olmak istiyorlardı, yenilerse gerçekçi sosyalist. Sonuç olarak her iki taraf da aynı oranda ihanet ediyor milliyetçiliğe ve sosyalizme, ve gerçek diye şimdiye değin içi boş ve galiba sözcüğün tam anlamıyla etkili bir tekniğe taptılar.
Her şeye rağmen insanın anlayabilmesi, bir baştan çıkarmadır. Fakat, soruyu ister tersine çevirin isterse düzüne, kendilerini solcu sanan bu insanlarda şöyle bir anlayış ortaya çıkıyor, ki şöyle diyorlar: madem ki tarihin savunulmaz yörüngesini izliyor, o halde bazı zulüm biçimleri savunulabilir. Anlayacağınız, el üstünde tutulacak bazı cellâtlar bulunmalı toplumda, onları el üstünde tutacak bir şey olmaksızın. Aşağı yukarı böyle bir şeydi Joseph de Maîstre’nin (**) , başka bir bağlamda söylediği sözler, ve anarşist olduğu için hiç bir zaman söz verilmedi ona. Fakat işte böyle bir tezi, kişisel olarak ben geri çeviririm. Kendilerini solcu olarak nitelendirenlerin arasında gelenek olmuş şu bakış-açısını yansıtmama izin verin: bütün cellâtlar aynı aileye mensupturlar.
- Bugünün dünyasında bir sanatçı ne yapabilir?
Sanatçıdan ne ortak çalışma hakkında bir şeyler yazması bekleniyor, ne de ondan yüreğinin kulaklarını başka insanların çektiği acılara kapatması. Benden, benim hakkımda ve benim için konuşmamı istediğiniz için, elimden geldiğince yalın olmaya çalışacağım. Sanatçı olarak çağımızın işlerine karışmamız belki de gerekmiyor. Fakat insan olarak, kesinle karışmamız gerekiyor. Sömürülen ya da kurşunlanan küçük çocuklar, sömürge-kamplarındaki köleleştirilmiş işçiler, bütün gezegen üstünde sayısızca kovuşturmaya uğramış insanlar, işte bütün bu insanlardan konuşmasını bilenler, sırayla suskunluklarını bozarak ortak olan davaları için çalışmalılar. Her gün polemik dolu yazılar ve makaleler yazıyorsam ve ortak kavgaya katılıyorsam, bu benim dünyayı Yunan heykelleriyle ya da şaheserlerle görmek istememden kaynaklanmıyor elbet. Fakat içimde öyle bir insan var ki, böyle bir istekle yanıp tutuşuyor. Böyle bir insan, yalnızca fantezi-ceninine hayat verebilmekle uğraşıp durur ancak. İlk yazımı yazdığım andan, son kitabımı tamamladığım ana kadar yazdıklarımla, belki de çok fazla yazdım, çünkü kendimi gündelik hayat tarafından ve kim olurlarsa olsunlar hakarete maruz bırakılan insanlara karşı alınıp götürülmüş hissetmekten kendimi alamıyorum. Bu insanların umuda gereksinimleri var, ve eğer çevrelerindeki her şey suskunluktan ibaretse ya da eğer iki çeşit aşağılanmadan birini seçmeleri isteniyorsa, sonsuza dek umutsuzluk içinde kalacaklar onlar, kuşkusuz bizler de onlarla birlikte. Bu düşünce bana dayanılmaz geliyor, fakat bu düşünceye dayanamayanın uyuşuk olmaya da hakkı yoktur. Ahlâk bağlamında değil, fakat organik olduğu söylenebilecek bir çeşit hoşgörüsüzlükten ötürü, ve bu şey insanın ya hissedip ya da hissetmeyeceği bir şey. Bu tür duygular beslemeyen bir çok insan tanıyorum, ve onların uyuşukluklarını kıskanmıyorum.
Bu, bizim sanatsal yetilerimizi şu ya da bu sosyal vaaz için kurban etmemiz anlamına gelmiyor kesinlikle. Başka bir vesileyle günümüzde sanatçının neden daha gerekli olduğu konusunda konuşmuştum. Fakat eğer sanatçı bir insan olarak araya girerse, elbette ki bu durum onun dilini de etkiler. Ve eğer öncelikle ve her şeyden önemlisi dilimizi kullanırken sanatçı değilsek, o halde sanatçı olarak ne değerimiz vardır ki? Politik olarak aktif bir hayatımız varken, yapıtlarımızda çöllerden ve bencil aşklardan da söz etsek, politik etkinliklerimizin amacı ücretlerin yükseltilmesi ve hem çölleri hem de aşkları yaşayan insanlarla imârlandırmaktır. İşte tam, kendimizi nihilizmden uzaklaştırmış olduğumuz bu anda, elbette ki yaratıcı sanatın değerlerini insancıl değerlerin karşısında (ya da tam tersini) aptalca yadsımaya kalkmam. Bana göre bu değerler birbirlerinden ayrılmazlar, ve bir sanatçının (sözgelimi Molière’in, Tolstoy’un, Melville’in) büyüklüğünü, bu değerler arasında kurmaya çalıştığı dengeyle ölçerim ben. Olguların baskısı altında, bugün de bu heyecanı hayatlarımıza uygulamaya zorlanıyoruz. Bu yüzden, bir çok sanatçı bu yükün altında eziliyor ve fildişi-kulesine çekiliyor, ya da belki de sosyalizmin koruyucu kilise-duvarlarına kapanıyor. Fakat ben her iki durumu da bir ayrılış olarak değerlendiriyorum. Biz hem güzelliğe hem de acıya hizmet etmeliyiz. İnatçı sabır, güç, talep edilen ücret artışı, işte bunlar çok acîl gereksinim duyduğumuz rönesansın temelini oluşturması gereken değerlerdir.
Son bir söz daha. Bu dediklerimin risksiz ya da burukluk duyulmadan gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Tehlike anlarını kabul etmek zorundayız: sanatçının seçim yapmayacağı an yaklaşmak üzere. Fakat burukluğa da hayır demeliyiz. Sanatçının yakalanabileceği tuzaklardan biridir, dayanışmacı olduğunu söylemesi, ve gerçekte, sanatçının uğradığı zararlar için bayram yapan insanlar da vardır. Fakat sanatçı kesinlikle dayanışmacı olamaz. Sanatçı herkesin ortasındadır, çalışan ve savaşan herkesin bulunduğu düzeydedir, ne daha yüksektedir ne de daha alttadır. Sanatçının zulme karşı üzerine düşen görevi, zindanları açmak ve mutluluk gibi mutsuzluğu da belirtmek için sesini ödünç vermektir. Ve işte tam da bu noktada, sanat düşmanlarının karşısında kanıt gösterebilir: kimsenin ya da hiç bir şeyin düşmanı değildir sanat. Sanat, adaletle özgürlüğün olmazsa olmazı olan o sözünü ettiğim rönesansın oluşmasını tek başına sağlayamaz. Fakat sanatsız, bu rönensans akıp gider, ve en sonunda hiçleşir. Sanatın öncülleri olan kültürün ve görece özgürlüğün olmadığı en mükemmel toplumlar bile vahşi bir ormandan başka bir şey değildir. Bu yüzden, her gerçek sanatçının yapıtı, geleceğe sunulmuş bir armağandır.
Notlar:
(*) Camus’ye yurtdışında sorulan bazı soruları yanıtlamayı amaçlayan ve Camus tarafından kaleme alınan hayalî konuşma. Elyazma, 1953 tarihini taşıyor.
(**) Joseph de Maîstre (1753-1821) dinci bir filozof ve yazardı. En ünlü yapıtlarında, politikanın ve kilisenin otoritesini savunmuştur.
Toplam 8 mesaj bulundu
DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN
Danimarka'dan Şair-Yazar arkadaşımız Sayın İsmail Haydar Aksoy
** DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN...**
Danimarka'dan Şair-Yazar arkadaşımız Sayın İsmail Haydar Aksoy
** DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN...**
- Ayrıca sizi sitemizdeki bu saygın gruplarımızda aramızda görmek
dileklerimizle esen kalın.
* Dr.Jivago - Işık German Ersoy *
* Yurt Dışı Üyeler Birliği *
* Antoloji Sitesi Yetkili Şairler G ...
Toplam 5 mesaj bulundu