Müzenin kapısından içeri girerken, karşıma 'Da Vinci şifresi' gibi esrarengiz bir hikáyenin çıkacağını bilmiyordum.
Bu, bir sanduka ve onun altındaki mezarın hikáyesi.
Ama öyle basit bir hikáye değil.
Hikáye 13'üncü yüzyılda başlıyor ve 1930'da esrarengiz bir aile trajedisine kadar uzanıyor.
Hikáye beni çok etkiledi.
Sizi de etkileyeceğini tahmin ediyorum.
SAF TUTMUŞ SANDUKALAR ARASINDA
Geçen salı günüydü.
Hayatımda ilk defa Konya'ya gitmiştim.
Konya'da Mevlana Müzesi'nin kapısından ilk adımımı attığımda, belki de sadece benim hissettiğim mistik bir rüzgár esti ve beni içine alıp? ? ? ürdü.
Hayatımda hiçbir mekán daha ilk anda beni bu kadar etkilememişti.
İçerden çok hafif bir ney müziği geliyordu.
Sağ tarafta, sanki saf tutmuş sandukaları görüyordum.
Yanımda Mevlana Müzesi Müdür Yardımcısı Dr. Naci Bakırcı vardı.
Mevlana'nın sandukasının önüne gelinceye kadar, mistik bir turistten farklı değildim.
Ancak o sandukanın önünde Dr. Bakırcı'nın anlattığı o müthiş hikáye başladı.
Daha doğrusu, o sandukanın altındaki 'mezar odasının sırrı'...
500 METREYİ SEKİZ SAATTE ALAN CENAZE
Nefesimi kestim ve onu dinledim.
İşte ondan dinlediklerim.
Anlatıldığına göre her şey 1273'te Konya'da kaldırılan bir cenazeden sonra başladı.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, 17 Aralık 1273 günü vefat ediyor.
Cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Naaşı, İplikçi Camii'nden, 500 metre ilerdeki bu türbeye 8 saatte getirilebilmiş.
Müslümanlar Mevlana'nın naaşını defnedebilmek için gayrimüslimlerin cenaze cemaatinden çıkmasını istemiş. Ancak onlar, 'Bize İsa'yı da Musa'yı da Mevlana öğretti' diyerek bunu reddetmişler.
Mevlana'nın kabrinin altına bir 'mezar odası' bulunuyor.
MEZAR ODASINA 700 YILDA 1 KİŞİ İNDİ
Eski Türklerde mezarların altına Farsça 'zir-i zemin' yani 'zeminin altı' denilen bir mezar odası yapılırmış.
Mevlana'nın naaşı da böyle 4 metrelik bir mezar odasına konmuş.
Ancak o tarihten bu yana mezar odasına kimse inmemiş.
Sadece bir kişi hariç.
Rivayete göre Sultan Dördüncü Murad, Mevlana'nın türbesini ziyarete geldiğinde, mezar odasının içinde ne olduğunu çok merak etmiş ve bu odaya girmek istemiş.
Ancak dönemin Mevlevi büyükleri, buna kesinlikle karşı çıkmış ve girmesini engellemişler.
Bunun üzerine Sultan, elindeki tespihi, ağzı açık odanın içine atmış.
Veya düşürmüş.
Bu tespihi almak üzere 7 yaşında bir kız çocuğu mezar odasına indirilmiş.
Bilinen tek şey, odanın iki tarafından aşağı doğru merdivenlerin indiğiymiş.
Kız çocuğu mezara inip çıktıktan sonra dili tutulmuş.
Dr. Naci Bakırcı, 'Çocuğun dilinin neden tutulduğu hálá bilinmiyor' diyor.
KÜÇÜK KIZ MEZAR ODASINDA NE GÖRMÜŞTÜ
İşte bu olaydan sonra 'mezar odasının sırrı' iyice merak edilmeye başlanmış.
Acaba kız çocuğu orada ne görmüştü de dili tutulmuştu?
Bir iddiaya göre, oda çok karanlık olduğu için çocuk çok korkmuş ve geçirdiği travmadan dolayı dili tutulmuştu.
Ancak bir başka iddia daha var ki, o 'mezar odasının sırrını' daha da koyulaştırıyordu.
Selçuklu Türkleri o tarihte mumyalama tekniğini biliyorlarmış. Fatih Sultan Mehmed dahil 7 padişahın naaşı mumyalanmış.
Mevlana'nın naaşı da mumyalandığı için muhtemelen öyle duruyordu.
Kız çocuğu orada yatan Mevlana'yı görünce bu hale gelmiş olabilirdi.
Bu olay dönemin önde gelen Mevlevilerini harekete geçiriyor ve 1640 yılında mezar odasının ağzı tuğlayla örülüp üzeri kurşunla kaplanıyor.
O tarihten sonra mezar odasının ağzındaki kurşun hiçbir zaman kaldırılmadı.
Mezar odası, sırlarıyla birlikte belki de ebediyete kadar sessizliğe gömüldü.
1930'LU YILLARDA MÜZE MÜDÜRÜNÜN ODASINDA
Ancak odanın hikáyesi burada bitmiyor.
Aradan 300 yıl geçtikten sonra, Mısır'daki piramit sırlarına benzeyen bir dizi olay daha yaşanacaktı.
Bu olayın iki tanığı vardı.
Biri olayı yaşayan Yusuf Akyurt isimli biri.
Öteki de onun yaşadığını Murat Bardakçı'ya anlatan Abdülbaki Gölpınarlı Hoca.
1930'lu yılların güzel bir gününde, Mevlana Müzesi'nin Müdürü Yusuf Akyurt odasında tek başına otururken, aklına sandukanın altındaki mezar odası gelir.
İçinden 'Acaba şu odaya bir girsem de içinde ne olduğunu görsem' diye geçirir.
Ancak tepki çekeceğini düşündüğü için kararsızdır.
O AN KAPI ÇALINDI YAŞLI ADAM GİRDİ
Tam o esnada kapı çalınır ve içeri, müzenin yaşlı odacısı girer.
Bu yaşlı adam aslında, Mevlevi dedesidir. Cumhuriyetin ilanından sonra tekke ve zaviyeler kapandığı için müzeye çevrilen türbede odacı olarak çalışmayı kabul etmiştir.
Yaşlı Mevlevi dedesi saygılı bir şekilde içeri girer ve Yusuf Akyurt'un tüylerini diken diken eden şu cümleyi söyler:
'Sakın oraya inmeyi düşünmeyin...'
Ancak bu şaşkınlık, müdürü kararından vazgeçirmez. Mezara inmek üzere kurşunla kaplı kapağın önüne gelir.
Halıyı kaldırır. Tam kapağı açmak üzereyken, bir adam haykırarak içeri girer:
'Müdür bey, yetiş evin yanıyor...'
Yusuf Akyurt gelinceye kadar evi kül olmuştur.
İşte tam o sırada eline bir telgraf tutuşturulur.
Müze müdürü başka bir yere tayin edilmiştir.
KONYA-ANKARA YOLUNDAKİ KAZA
Konya-Ankara yolu o gün çok ıssızdı.
Gün batmış, alacakaranlık etrafa hákim olmaya başlamıştı.
Uzaktan gelen kamyonun farları, henüz tam karanlık hale gelmemiş ufukta cılız iki nokta gibi duruyordu.
Şoförün yanında kapıya dayanmış şekilde oturan çocuk kimbilir hangi hayallere dalmıştı.
Kamyon bir kavise girdiği sırada kapı aniden açılır ve çocuk alacakaranlığın içinde kaybolur.
Kamyon durup, içindeki iki adam kapıdan uçan çocuğa ulaştıklarında iş işten geçmiştir.
Çocuk öteki dünyaya göçmüştür.
Çocuğun başında duran ikinci adam, başı ellerinin arasında hüngür hüngür ağlamaktadır.
O adam, Konya'dan tayini çıkan Müze Müdürü Yusuf Akyurt'tur.
Kimine göre, mezar odasının sırrı, onu hálá takip etmektedir.
MEZARIN BAŞINDA SÖYLENEN SON SÖZLER
Yusuf Akyurt oğlunun cenazesini alıp Konya'ya döner. Cenaze töreninden sonra doğruca Mevlana Müzesi'ne gider ve sandukanın başında ellerini açıp haykırmaya başlar:
'Yetmedi mi? Affet artık...'
Bütün bunlar neydi? Efsane mi? Gerçek mi?
Küçük kızın dili niye tutulmuştu? Yaşlı odacı, müdürün kafasından geçen düşünceyi nasıl anlamıştı?
Bunların cevabı yok.
Ben bunları anlatan insanlardan dinledim.
Bildiğimiz tek şey var. Mezar odası 731 yıldan bu yana sırrını muhafaza ediyor.
Umarım bundan sonra da muhafaza etmeye devam eder.
Çünkü bilinmezliğin yarattığı bazı mistik duygulara ebediyen ihtiyacımız olacak.
Çünkü hepimizin içinde, sadece kendimize ait sırların saklandığı küçücük odalar var.
bizim kalbimiz temiz deyip, kandırmayasın kendini hey güzel can, gün olur savundukların bir bir karşına gelir... dilin tutulur,konuşamaz,kımrayamazsın... deryaları doldursalar da içine... bir yudum içmiş gibi kanamazsın can...
Hayat bazen bir şamar olur! Anlayamazsınız nereden geldiğini. Ne farkeder ki nerden ne zaman? Nasıl kaparsınız yüreğinizi... Ama acıyı göremezsiniz işitemezsiniz. Neyim var allahım ne oldu bana? Eyvah dediğinizde kafayı tahtaya vurduğunuz gün olur...
Ya işte böyle gözüm, bakıyorum da şunlara, şaşıyorum. Canım sıkılıyor, Allah canımı alsın. Zengin babaları sayesinde, lüks arabalarla, Gündelik sevgili değiştiren, Aşkı ve sevdayı iki öpücük zannedenlere kızıyorum. Kızdığım gibi de acıyorum. Bana ne diyemiyorum işte. Takıyorum kafama. Bölüyorum uykularımı. Çünkü bu gençlik bizim bizim..
Anlat anlat diyorsun ya ikide bir, Yaralı yüreğimle yaralamak istemezdim seni. Ama sevda ne demek, ama gönül ne demek, Vefa ne demek ve ben seni nasıl sevmişim vay vay ki vay. Ben, insanların toprakla haşır neşir olduğu, Çocuklarına helal lokma için terlerini toprağa akıtan, Eli nasırlı mı nasırlı, yüzü güneş yanığı, Gönlü ezelden yanık, güneşin toprakla öpüştüğü, Buram buram dert, buram buram hasret, Buram buram sevda kokan, Hürriyet sevdalısı milyonlarca gençten biriyim.
Anam, abdestsiz göğsünü vermemiş bana, Ola ki Allah'a ola ki Vatana, Ve ola ki sevdiklerine ihanet eder diye. Anamın ak ve helal sütünden midir nedir? Vefasızlığın v' si yoktur kitabımızda. Hele güzelim sevdiğini yarı yolda bırakmak Nankörlüğün ve namertliğin en adisi budur işte. Gönül dersen gönül, yürek dersen yürek, aşk dersen aşk, Bırak duygularımı yüreğimde. Yüreğimde bul kendini. Gel gör ki nasıl sevmişim seni, vah vah.
18'inde deli taylara benzer kızlarımız, Geçit vermez yüce dağ gibi heybetli, Şahin bakışlarında mertlik ama yufkadır yürekleri. Onlar ki sevdiklerine toprak kadar vefalı Onlar ki sevdiklerine gün gibi, güneş gibi sadık, Kardelen çiçekleri kadar sabırlı, Ki onlarda iffet, ki onlarda edep. Onlar sevdiler mi başka severler güzelim.
21.asırda ne Karacaoğlan' ı ne Köroğlu' nu Ne de Ferhat'ı aratır yiğitlerimiz. Gönül, bu ya hep ulaşılmaz, erişilmez dallara bağlanır. Çile ise çile dert ise dert, pes etmek mi asla. Ve yiğitliğin kitabı yazılmaz gülüm. Yiğitlik yürekte gönülde gizlidir. Yiğitlik sadece bilekte değil.
Bizi biz eden bizi farklı kılan bu düşüncemiz bu gönlümüz. Çünkü biz sevdiğimizi iki öpücük niyetine değil, Allah'ın bir emanet kuşu bilip, Bir ömür boyu aynı yastıkta bir ömür sürmek için severiz.
Ben sevdiğime gel dediğim vakit dağları yırtıp gelen, Git dediğim vakit kaşlarını çatmadan, arkasına bakmadan gidendir. Zannetme ki korkudan, edepten, gönülden, sevgiden.
İşte güzelim, diyorum ya iki de bir, gönül dersem gönül, Yürek dersem yürek, aşk dersem aşk, Bırak duygularımı yüreğimde, yüreğimde bul kendini. Gel gör ki nasıl sevmişim seni vah vah.
Beraber gülüyorken,şimdi ağlıyor gözler, Sana bir heykel gibi, susmalar yakışmıyor Kırk yaşındaki gönlün,çocukluğu mu özler? Durma öyle uzakta, küsmeler yakışmıyor...
Süt limandın kalbime, huzuru getirirken Dilindeki kelamla, kederi bitirirken Nasihatlar ederek hüznümü batırırken Fırtına gibi deli, esmeler yakışmıyor...
Kalbim ve kalemimle, şiirler yazıyorsam Kalemim sivri biraz,azıcık kızıyorsam Karanlık gecelere, yıldızlar çiziyorsam Ay parçası yüzünü, asmalar yakışmıyor...
Beraber bu yolları, aşacağız biz derken Gerekirse bu yolda, öleceğiz söz derken Sevgi ruhumuzda kalbimizde öz derken. Haktan gelen selamı, kesmeler yakışmıyor....
Biz Gömleğini Yırtıp, Savaşta Esir Düşen Düşman Askerinin, Yarasını Saran Bir Ecdadın Torunlarıyız! ! ! Biz Sefere Giderken... Bağından Kopardığı Üzümün, Parasını Yerine Koyan Bir Askerin, Sonra Da Istanbul'u Fetheden Fatih'in Torunlarızyız! ! ! ............
Haydi artık Tayfa! Zaman demir alma zamanı.. Bu küçük kıyılar bana dar gelir oldu. Ne sen memnunsun bu limandan ne de ben, Bu durgun sularda beklemek neden Ummanda dalgalarla boğuşmak varken!
Haydi artık Tayfa! Zaman demir alma zamanı.. Bu liman kenti, bu koylar kaldırmaz oldu yükümü, Ben, azgın sularda beklerken ölümü Kumsalda aciz kalmışım, Mevsim sonbahar, aylardan yaprak dökümü.
Haydi artık Tayfa! Ne duruyorsun! Zaman, demir alma zamanı.. İstikamet mutluluk, tam yol ileri! Günlerimiz mavi sürgün, geceler serseri. Çifte yürek, çifte bilek çıkacağız yollara Yiğit ol! Cesur ol! Asla dönmek yok geri.
Sen de inanmıyorsun değil mi Tayfa! Ve sen de biliyorsun değil mi? Açık denizler bizim haddimiz değil. Yapabileceğimiz tek şey delice sevmek. Sığ denizde bekleyip Sahipsiz limanlarda demirlemek..
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım. Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum. Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi… Ağladım.
* * *
Yaşamayı öğrendim. Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.
* * *
Zamanı öğrendim. Yarıştım onunla… Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…
* * *
İnsanı öğrendim. Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu… Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
* * *
Sevmeyi öğrendim. Sonra güvenmeyi… Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
* * *
İnsan tenini öğrendim. Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu… Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
* * *
Evreni öğrendim. Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim. Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
* * *
Ekmeği öğrendim. Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini… Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
* * *
Okumayı öğrendim. Kendime yazıyı öğrettim sonra… Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…
* * *
Gitmeyi öğrendim. Sonra dayanamayıp dönmeyi… Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…
* * *
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta… Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım. Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.
* * *
Düşünmeyi öğrendim. Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim. Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.
* * *
Namusun önemini öğrendim evde… Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.
* * *
Gerçeği öğrendim bir gün… Ve gerçeğin acı olduğunu… Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
* * *
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Ölü aşklar limanına bağlanmış Sevda yüklü bir gemiyim. Çürüyen tenime inat Sapasağlam direklerim. Her meltemle titrer ruhum, Ümit dolar yelkenlerim. Gözlerim ufukta hançer Bulutlardan müjde beklerim Sanadır sözüm Ey meçhul kaderim; Ya rüzgar ol Kurtar beni bu limandan, Ya kasırgayla gel Elinden olsun ecelim.
Bakıyorum ağlayıp! Gökte süzülen aya… Buğulu bir düş taşır fikir hamalı serim Leylâ beni kendine tek bir damla yaş saya! Belki bende o zaman hayata gülümserim
Düşmeden başım yere narin elleri tutsun Bunu ne ar sayarım, ne görünen bir ayıp Nazlı bir çocuk gibi kucağında uyutsun Gözlerimin renginde kendini hatırlayıp
Sahraların üstüne düşer gül gibi yüzün Bir yanımda elem var diğer yanım da hüzün Hayâle dalma Leylâ! Ardımdan öyle bakma Ya tutma ellerimi! Ya da beni bırakma Saçların zambak gibi açar rengârenk Leylâ Dilindeki her sözün ayrı bir ahenk Leylâ
Itrî, Hammâmızâde; her sözün ayrı segâh Dudakların kehribar; gözler sultan-ı yegâh Yanakları ebrulî, acemaşiran kaşlar Yüzünü resmedemez ne hattat ne nakkaşlar Şiirim saçlarına hüzzamda bir ağıttır Benimle hemhâl olan bir kalem, bir kâğıttır Tarife muhtaç değil adı üstünde Leylâ Ne güneşin ziyası yüzündeki ne ayla
Gözlerinden bu dünya daha güzel görünür Renk, cisim her şey ayrı hüviyete bürünür
Leylak kokulu Leylâ yaklaşır adım adım Rüzgârın kulağına adını fısıldadım Yara kabuk bağlamaz gönlüme akar demin Neden rengi siyahtır Leylâ neden matemin? Anladım bir silahtır gözlerinin karası Ondan böyle derindir yüreğimin yarası Umuda yolculuk var hayaller beni bekler Senin bir bakışına vurulur kelebekler
Gökte ölen ne güneş, ne yıldız, ne de aydı Leylâ beni kendine görülmemiş düş saydı Kimselere söyleme ağlayıp güldüğümü Sen bileceksin Leylâ! Bir sende öldüğümü
Ölmeden evvel bana ya bir bade ya bir su Sun ki, yakmakta beni gözlerinin buğusu
(Öksüz Şiir) Suni bir kabustu gidişin.. Bir panik havasıydı yaşanan duvarlarımda.. Umutlar tarumar olmuş Duygular, can telaşında..
Bir depremdi belki de gidişin.. Tarifi zor bir zelzele.. Dört bir yanım viran olmuş Haykırıyorum harabelerimden sessizce.. Anılarım duymaz, Enkaz altında Tüm kriz masalarım, talihsiz bir krizde...
Şimdi, aç kalacak balkondaki serçelerim.. Gündüzlerim, gecelerim, Yazmak isteyip te yazamadığım şiirlerim.., Hepsi... Hepimiz aç, Gidişinle..!
Beddualar döşüyoruz yollarına, zaman ayarlı Galeyana gelmiş yalnızlığımız Asitler yağdırıyoruz göklerimizden.. İçten içe tükenmelisin sen de.. Her adımda ayrı bir feverandı, ayrılığın Sen... Ben... Biz... Hepimiz... Gidişinle DARMADAĞIN..!
SESSİZ GEMİ Artik demir almak günü gelmisse zamandan, Mechule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hic yolcusu yokmus gibi sesizce alir yol; Sallanmaz o kalkista ne mendil ne de bir kol.... Rihtimda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Bicare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranli hayatin ne de son matemidir bu! Dünyada sevilmis ve seven nafile bekler; Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler. Bircok gidenin her biri memnun ki yerinden Bircok seneler gecti; dönen yok seferinden.
Senin gücün yeter mi beni yıkmaya Yakıp yıkıp, sözsüz sessiz bırakmaya Susuyorsam sanma ki korktuğumdan Asaletimin yazgısıdır benim susmam
Sana ne kadar edersem edeyim ikrar Sen ahmaksan neye yarar edilen ikrar
Hayat denen yalancı çobana kanma Aklını başına topla boşuna yanma Kendi yalanına sen kendin kanma Sana hiç kimse dokunamaz sanma
Sana ne kadar edersem edeyim ikrar Sen ahmaksan neye yarar edilen ikrar
Elim kolum bağlıysa kaç yazar Sana sorarım hangi duvar beni tutar Akıyorsa gözyaşım sanma ki zarar Gözyaşlarım her an benim içimi yıkar
Sana ne kadar edersem edeyim ikrar Sen ahmaksan neye yarar edilen ikrar
Sanma ki sen, ben darağacındayım Doladığın ilmekle boğulmaktayım Gün be gün eriyip yok olmaktayım Oysa ki ben yeniden doğmaktayım
Sana ne kadar edersem edeyim ikrar Sen ahmaksan neye yarar edilen ikrar
Zeliha Bekoğlu
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&& Bir gün...
Bir gün gelip te değişir mi herşey? Ve güneş yeniden ısıtır mı içimi Ve yeni umutlar yeşerir mi yüreğimde Ve asil bir sevda bulur mu beni yeniden Ve ben özgürleşebilirmiyim eskiden olduğu gibi Ve bu kelepçelerden arınır mıyım tamamen Ve ben ben olabilir miyim gerçekten Ve tüm var oluşumla karışır mıyım hayata yeniden Bir gün gelip te değişir mi herşey sahiden?
Bütün zincirleri tabuyu kırdım Mahmur bakışına gönlü kaptırdım Aşk ile kalbime saray yaptırdım Yıkılmaz en muhkem kal'a gözlerin!
Aşkın şanındandır sevenler ağlar Sevenin gözü kör, gönüller çağlar Ciger pâre pâre özünü dağlar Bitip tükenmiyen çile gözlerin!
Bir kez bakışıyla aklımı çelen Gönül sevdi diye candan geçilen Yürekten gâm yükü efgârım silen Bin nazârla yakan şûle gözlerin!
Aşkın yansıması gönül mâşuğu Bin ömre bedelsin aşkın aşığı Kalbi sarıveren renk sarmaşığı Bir ışık hüzmesi hâle gözlerin!
Geçerken imtihan ayrılık demi Bir hazan mevsimi yüreğin gamı Sabırda gizlidir aşkın anlamı Tek biri haykıran selâ gözlerin!
Sevgi cümbüşüsün sinemi yakan İri gözleriyle bir güne bakan Kalemîyim sonsuz sürûra akan Başıma en güzel belâ gözlerin!
03.10.2009 00:42 Fatimâ Hümeyrâ Kavak
CELÂ:Parlak, ruşen. Zâhir, açık.
Gözlerim büyür... Bir siyah inci olur, bir beyaz ağıt dökülür dudaklarımdan. Yükselir çığlık çığlıkga, bırakır düşlerimi sessiz serzenişlere. Gecenin en kuytu köşelerinde, sevdâya dair ne varsa! Sökülür yüreğimden, dökülür yavaş yavaş yaş dolar alın yazğısının kıvrımlarına. Bir pembe düş`ün, kanatları kırılır! Gecenin en sessiz halinde, çatırdar dallar, sızıya kapılır boranlarda... Ve irkilir, kayar sessizce ellerindem, aşka dair ne varsa... Yitigimsin...
taşı atan çıkaramamışken ve taş üstüne taş atıyorken gönlümüzdeki kuyulara, EY SİZ AKILLI DELİLER, EY DELİCESİNE AKILLILAR! nasıl çıkaracaksınız ki 'o kendi varlığından bile habersiz taşı'.
Dünyada dost ister isen Hazreti Allah yeter, Mürşid-i kâmil ister isen Hazreti Kur'an yeter, Delil ister isen Hazreti Muhammed yeter, Meşgul olmak ister isen ibadet yeter, İbret almak ister isen ölüm yeter, Zengin olmak ister isen kanaat yeter, Bunlar da yetmez der isen Nâr-ı Cehennem yeter...
Kaderde ne ise odur etme merak, Uyma kendi nefsine, Hakkın emrine bırak, Altundan ağacın olsa, zümrütten yaprak, Akibet gözünü doyurur bir avuç toprak.
Bul erbabını danış akıl, dinlemek ferasettir, Zaman ahir oldu, zuhur eden alamettir, Heva-i nefsine uyma; sabrın sonu selamettir, Ne aldandın be hey şaşkın bu can sana emanettir.
Mala mülkeolma mağrur, deme var mı ben gibi Bir muhalif rüzgâr eser, savurur harman gibi, Dünya malı elde iken düşmanların dost olur, Elde bir şey kalmayınca dost bile düşman olur.
İbret gözüyle bakın dünya misafirhanedir, Bir mukim insan bulunmaz ne tuhaf bir hanedir, Bir kefendir en sonu zengin-fakir sermayesi, Malına gururlanan gafil değil ya nedir? anonim
Yavuz Sultan Selim'in müthiş dörtlüğü hem üst üste geldiğinde hemde alt alta geldiğinde okunabilen muhteşem özlü şiiri.Ayrıca Sagopa Kajmer'de bu dörtlüğü Gölge haramileri parçasındada kullanmıştır.
Sanma sakın herkesi sen sadıkane yar olur Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur Sadıkanebelki ol alemde serdar olur Yar olur ağyar olur serdar olur dildar olur
Yavuz Sultan Selim henüz şehzadeyken İran şahı Şah İsmail ile satranç oynar ve o güne kadar Şah İsmail`i yenen ilk kişi olur. Osmanlı şehzadesi olduğunu bilmeyen Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim`e bir kese altın verir ve bundan sonra başı ne zaman sıkışırsa yanına gelmesini tembihler... Yavuz Sultan Selim de bunun üzerine şu sözleri söyler:
Sanma sakın herkesi sen sadıkâne yâr olur Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur Sadıkâne belki ol âlemde serdar olur Yâr olur ağyar olur serdar dildâr olur.
Bugünkü Türkçesi ile:
Şahım sen herkesi kendine sadık dost sanma Sen herkesi dost sanma belki o düşmanın olur Belki o kişi âlemlerde sözü geçen olur Dost olur düşman olur sözü geçen olur hükümdar olur.
Ama sözlerin taşıdığı anlamdan daha da ilginç olanı biçimi... Bir de yukarıdan aşağıya okuyun...
Sanma sakın.......... herkesi sen............... sadıkâne............ yâr olur Herkesi sen.............dost mu sandın......... belki ol............... ağyar olur Sadıkâne.................belki ol.......................âlemde............... serdar olur Yâr olur....................ağyar olur..................serdar olur...........dildâr olur
Nasıl okursanız okuyun hep aynı anlam çıkıyor bu da bir zekâ örneğidir.
Olduğum gibi kim görebilir beni Ne rengim var benim, ne nişanım Benim de bildiğim sırlar var diyeceksin ama Hem o sırlarım ben, hem de o sırları saklayanım Bu gönül ne vakit durulacak bilmem Ama şu anda hiç kımıldamadan duran ...
23.05.2010 - 01:08
Mevlana'nın Mezar odasının gerçek hikayesi..
----------
Müzenin kapısından içeri girerken, karşıma 'Da Vinci şifresi' gibi esrarengiz bir hikáyenin çıkacağını bilmiyordum.
Bu, bir sanduka ve onun altındaki mezarın hikáyesi.
Ama öyle basit bir hikáye değil.
Hikáye 13'üncü yüzyılda başlıyor ve 1930'da esrarengiz bir aile trajedisine kadar uzanıyor.
Hikáye beni çok etkiledi.
Sizi de etkileyeceğini tahmin ediyorum.
SAF TUTMUŞ SANDUKALAR ARASINDA
Geçen salı günüydü.
Hayatımda ilk defa Konya'ya gitmiştim.
Konya'da Mevlana Müzesi'nin kapısından ilk adımımı attığımda, belki de sadece benim hissettiğim mistik bir rüzgár esti ve beni içine alıp? ? ? ürdü.
Hayatımda hiçbir mekán daha ilk anda beni bu kadar etkilememişti.
İçerden çok hafif bir ney müziği geliyordu.
Sağ tarafta, sanki saf tutmuş sandukaları görüyordum.
Yanımda Mevlana Müzesi Müdür Yardımcısı Dr. Naci Bakırcı vardı.
Mevlana'nın sandukasının önüne gelinceye kadar, mistik bir turistten farklı değildim.
Ancak o sandukanın önünde Dr. Bakırcı'nın anlattığı o müthiş hikáye başladı.
Daha doğrusu, o sandukanın altındaki 'mezar odasının sırrı'...
500 METREYİ SEKİZ SAATTE ALAN CENAZE
Nefesimi kestim ve onu dinledim.
İşte ondan dinlediklerim.
Anlatıldığına göre her şey 1273'te Konya'da kaldırılan bir cenazeden sonra başladı.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, 17 Aralık 1273 günü vefat ediyor.
Cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Naaşı, İplikçi Camii'nden, 500 metre ilerdeki bu türbeye 8 saatte getirilebilmiş.
Müslümanlar Mevlana'nın naaşını defnedebilmek için gayrimüslimlerin cenaze cemaatinden çıkmasını istemiş. Ancak onlar, 'Bize İsa'yı da Musa'yı da Mevlana öğretti' diyerek bunu reddetmişler.
Mevlana'nın kabrinin altına bir 'mezar odası' bulunuyor.
MEZAR ODASINA 700 YILDA 1 KİŞİ İNDİ
Eski Türklerde mezarların altına Farsça 'zir-i zemin' yani 'zeminin altı' denilen bir mezar odası yapılırmış.
Mevlana'nın naaşı da böyle 4 metrelik bir mezar odasına konmuş.
Ancak o tarihten bu yana mezar odasına kimse inmemiş.
Sadece bir kişi hariç.
Rivayete göre Sultan Dördüncü Murad, Mevlana'nın türbesini ziyarete geldiğinde, mezar odasının içinde ne olduğunu çok merak etmiş ve bu odaya girmek istemiş.
Ancak dönemin Mevlevi büyükleri, buna kesinlikle karşı çıkmış ve girmesini engellemişler.
Bunun üzerine Sultan, elindeki tespihi, ağzı açık odanın içine atmış.
Veya düşürmüş.
Bu tespihi almak üzere 7 yaşında bir kız çocuğu mezar odasına indirilmiş.
Bilinen tek şey, odanın iki tarafından aşağı doğru merdivenlerin indiğiymiş.
Kız çocuğu mezara inip çıktıktan sonra dili tutulmuş.
Dr. Naci Bakırcı, 'Çocuğun dilinin neden tutulduğu hálá bilinmiyor' diyor.
KÜÇÜK KIZ MEZAR ODASINDA NE GÖRMÜŞTÜ
İşte bu olaydan sonra 'mezar odasının sırrı' iyice merak edilmeye başlanmış.
Acaba kız çocuğu orada ne görmüştü de dili tutulmuştu?
Bir iddiaya göre, oda çok karanlık olduğu için çocuk çok korkmuş ve geçirdiği travmadan dolayı dili tutulmuştu.
Ancak bir başka iddia daha var ki, o 'mezar odasının sırrını' daha da koyulaştırıyordu.
Selçuklu Türkleri o tarihte mumyalama tekniğini biliyorlarmış. Fatih Sultan Mehmed dahil 7 padişahın naaşı mumyalanmış.
Mevlana'nın naaşı da mumyalandığı için muhtemelen öyle duruyordu.
Kız çocuğu orada yatan Mevlana'yı görünce bu hale gelmiş olabilirdi.
Bu olay dönemin önde gelen Mevlevilerini harekete geçiriyor ve 1640 yılında mezar odasının ağzı tuğlayla örülüp üzeri kurşunla kaplanıyor.
O tarihten sonra mezar odasının ağzındaki kurşun hiçbir zaman kaldırılmadı.
Mezar odası, sırlarıyla birlikte belki de ebediyete kadar sessizliğe gömüldü.
1930'LU YILLARDA MÜZE MÜDÜRÜNÜN ODASINDA
Ancak odanın hikáyesi burada bitmiyor.
Aradan 300 yıl geçtikten sonra, Mısır'daki piramit sırlarına benzeyen bir dizi olay daha yaşanacaktı.
Bu olayın iki tanığı vardı.
Biri olayı yaşayan Yusuf Akyurt isimli biri.
Öteki de onun yaşadığını Murat Bardakçı'ya anlatan Abdülbaki Gölpınarlı Hoca.
1930'lu yılların güzel bir gününde, Mevlana Müzesi'nin Müdürü Yusuf Akyurt odasında tek başına otururken, aklına sandukanın altındaki mezar odası gelir.
İçinden 'Acaba şu odaya bir girsem de içinde ne olduğunu görsem' diye geçirir.
Ancak tepki çekeceğini düşündüğü için kararsızdır.
O AN KAPI ÇALINDI YAŞLI ADAM GİRDİ
Tam o esnada kapı çalınır ve içeri, müzenin yaşlı odacısı girer.
Bu yaşlı adam aslında, Mevlevi dedesidir. Cumhuriyetin ilanından sonra tekke ve zaviyeler kapandığı için müzeye çevrilen türbede odacı olarak çalışmayı kabul etmiştir.
Yaşlı Mevlevi dedesi saygılı bir şekilde içeri girer ve Yusuf Akyurt'un tüylerini diken diken eden şu cümleyi söyler:
'Sakın oraya inmeyi düşünmeyin...'
Ancak bu şaşkınlık, müdürü kararından vazgeçirmez. Mezara inmek üzere kurşunla kaplı kapağın önüne gelir.
Halıyı kaldırır. Tam kapağı açmak üzereyken, bir adam haykırarak içeri girer:
'Müdür bey, yetiş evin yanıyor...'
Yusuf Akyurt gelinceye kadar evi kül olmuştur.
İşte tam o sırada eline bir telgraf tutuşturulur.
Müze müdürü başka bir yere tayin edilmiştir.
KONYA-ANKARA YOLUNDAKİ KAZA
Konya-Ankara yolu o gün çok ıssızdı.
Gün batmış, alacakaranlık etrafa hákim olmaya başlamıştı.
Uzaktan gelen kamyonun farları, henüz tam karanlık hale gelmemiş ufukta cılız iki nokta gibi duruyordu.
Şoförün yanında kapıya dayanmış şekilde oturan çocuk kimbilir hangi hayallere dalmıştı.
Kamyon bir kavise girdiği sırada kapı aniden açılır ve çocuk alacakaranlığın içinde kaybolur.
Kamyon durup, içindeki iki adam kapıdan uçan çocuğa ulaştıklarında iş işten geçmiştir.
Çocuk öteki dünyaya göçmüştür.
Çocuğun başında duran ikinci adam, başı ellerinin arasında hüngür hüngür ağlamaktadır.
O adam, Konya'dan tayini çıkan Müze Müdürü Yusuf Akyurt'tur.
Kimine göre, mezar odasının sırrı, onu hálá takip etmektedir.
MEZARIN BAŞINDA SÖYLENEN SON SÖZLER
Yusuf Akyurt oğlunun cenazesini alıp Konya'ya döner. Cenaze töreninden sonra doğruca Mevlana Müzesi'ne gider ve sandukanın başında ellerini açıp haykırmaya başlar:
'Yetmedi mi? Affet artık...'
Bütün bunlar neydi? Efsane mi? Gerçek mi?
Küçük kızın dili niye tutulmuştu? Yaşlı odacı, müdürün kafasından geçen düşünceyi nasıl anlamıştı?
Bunların cevabı yok.
Ben bunları anlatan insanlardan dinledim.
Bildiğimiz tek şey var. Mezar odası 731 yıldan bu yana sırrını muhafaza ediyor.
Umarım bundan sonra da muhafaza etmeye devam eder.
Çünkü bilinmezliğin yarattığı bazı mistik duygulara ebediyen ihtiyacımız olacak.
Çünkü hepimizin içinde, sadece kendimize ait sırların saklandığı küçücük odalar var.
Üzerleri kurşunla kaplı küçücük odalar...
18.05.2010 - 13:03
kaçamam
Herşeyden kaçarım da,
Aklımı yitirir candan kaçamam,
Nasibimde varsa da,
Nefisle çatışmak,ondan kaçamam,
Aşkım kor olsa yara,
Ne yapayım yardan kaçar,aşktan kaçamam,
Elim kolum bağlı,O'ndan kaçamam...
hannane
18.05.2010 - 09:39
bizim kalbimiz temiz deyip,
kandırmayasın kendini hey güzel can,
gün olur savundukların bir bir karşına gelir...
dilin tutulur,konuşamaz,kımrayamazsın...
deryaları doldursalar da içine...
bir yudum içmiş gibi kanamazsın can...
hannane
18.05.2010 - 00:07
Hayat
Hayat bazen bir şamar olur!
Anlayamazsınız nereden geldiğini.
Ne farkeder ki nerden ne zaman?
Nasıl kaparsınız yüreğinizi...
Ama acıyı göremezsiniz işitemezsiniz.
Neyim var allahım ne oldu bana?
Eyvah dediğinizde kafayı tahtaya vurduğunuz gün olur...
hannane
16.05.2010 - 22:48
Ya işte böyle gözüm, bakıyorum da şunlara, şaşıyorum.
Canım sıkılıyor, Allah canımı alsın.
Zengin babaları sayesinde, lüks arabalarla,
Gündelik sevgili değiştiren,
Aşkı ve sevdayı iki öpücük zannedenlere kızıyorum.
Kızdığım gibi de acıyorum. Bana ne diyemiyorum işte.
Takıyorum kafama. Bölüyorum uykularımı.
Çünkü bu gençlik bizim bizim..
Anlat anlat diyorsun ya ikide bir,
Yaralı yüreğimle yaralamak istemezdim seni.
Ama sevda ne demek, ama gönül ne demek,
Vefa ne demek ve ben seni nasıl sevmişim vay vay ki vay.
Ben, insanların toprakla haşır neşir olduğu,
Çocuklarına helal lokma için terlerini toprağa akıtan,
Eli nasırlı mı nasırlı, yüzü güneş yanığı,
Gönlü ezelden yanık, güneşin toprakla öpüştüğü,
Buram buram dert, buram buram hasret,
Buram buram sevda kokan,
Hürriyet sevdalısı milyonlarca gençten biriyim.
Anam, abdestsiz göğsünü vermemiş bana,
Ola ki Allah'a ola ki Vatana,
Ve ola ki sevdiklerine ihanet eder diye.
Anamın ak ve helal sütünden midir nedir?
Vefasızlığın v' si yoktur kitabımızda.
Hele güzelim sevdiğini yarı yolda bırakmak
Nankörlüğün ve namertliğin en adisi budur işte.
Gönül dersen gönül, yürek dersen yürek, aşk dersen aşk,
Bırak duygularımı yüreğimde. Yüreğimde bul kendini.
Gel gör ki nasıl sevmişim seni, vah vah.
18'inde deli taylara benzer kızlarımız,
Geçit vermez yüce dağ gibi heybetli,
Şahin bakışlarında mertlik ama yufkadır yürekleri.
Onlar ki sevdiklerine toprak kadar vefalı
Onlar ki sevdiklerine gün gibi, güneş gibi sadık,
Kardelen çiçekleri kadar sabırlı,
Ki onlarda iffet, ki onlarda edep.
Onlar sevdiler mi başka severler güzelim.
21.asırda ne Karacaoğlan' ı ne Köroğlu' nu
Ne de Ferhat'ı aratır yiğitlerimiz.
Gönül, bu ya hep ulaşılmaz, erişilmez dallara bağlanır.
Çile ise çile dert ise dert, pes etmek mi asla.
Ve yiğitliğin kitabı yazılmaz gülüm.
Yiğitlik yürekte gönülde gizlidir.
Yiğitlik sadece bilekte değil.
Bizi biz eden bizi farklı kılan bu düşüncemiz bu gönlümüz.
Çünkü biz sevdiğimizi iki öpücük niyetine değil,
Allah'ın bir emanet kuşu bilip,
Bir ömür boyu aynı yastıkta bir ömür sürmek için severiz.
Ben sevdiğime gel dediğim vakit dağları yırtıp gelen,
Git dediğim vakit kaşlarını çatmadan, arkasına bakmadan gidendir.
Zannetme ki korkudan, edepten, gönülden, sevgiden.
İşte güzelim, diyorum ya iki de bir, gönül dersem gönül,
Yürek dersem yürek, aşk dersem aşk,
Bırak duygularımı yüreğimde, yüreğimde bul kendini.
Gel gör ki nasıl sevmişim seni vah vah.
mustafa yıldızdoğan
15.05.2010 - 21:28
Ağlama Yakışmaz Gülen Yüzüne
Ağlama yakışmaz gülen yüzüne,
Özüm kokan yeller estireceğim.
Vuslat yakın hele varıp menzile
Adına kurbanlar kestireceğim.
Sen iste yeter ki güzel başına
Yıldızlardan demet bağlayacağım.
Bırak dokunayım tel, tel sacına
Koklayıp sevinçten ağlayacağım.
Bende Yunus gibi sırtımda bir yük
Taş bayır demeden dolaşacağım.
Yokluğun deryadan olsa da büyük,
Dağ dağ aşıp sana kavuşacağım.
Hüzün bahçesinden çıkartıp seni,
Hasret ateşinle dağlanacağım.
Turan ülkesinden uzanıp sana
Nur dan bir ip ile bağlanacağım.
2007
Osman Genç
15.05.2010 - 18:30
Yakışmıyor...
Beraber gülüyorken,şimdi ağlıyor gözler,
Sana bir heykel gibi, susmalar yakışmıyor
Kırk yaşındaki gönlün,çocukluğu mu özler?
Durma öyle uzakta, küsmeler yakışmıyor...
Süt limandın kalbime, huzuru getirirken
Dilindeki kelamla, kederi bitirirken
Nasihatlar ederek hüznümü batırırken
Fırtına gibi deli, esmeler yakışmıyor...
Kalbim ve kalemimle, şiirler yazıyorsam
Kalemim sivri biraz,azıcık kızıyorsam
Karanlık gecelere, yıldızlar çiziyorsam
Ay parçası yüzünü, asmalar yakışmıyor...
Beraber bu yolları, aşacağız biz derken
Gerekirse bu yolda, öleceğiz söz derken
Sevgi ruhumuzda kalbimizde öz derken.
Haktan gelen selamı, kesmeler yakışmıyor....
Emine Yılmaz Dereci
14.05.2010 - 15:17
Biz Gömleğini Yırtıp,
Savaşta Esir Düşen Düşman Askerinin,
Yarasını Saran Bir Ecdadın Torunlarıyız! ! !
Biz Sefere Giderken...
Bağından Kopardığı Üzümün,
Parasını Yerine Koyan
Bir Askerin,
Sonra Da Istanbul'u Fetheden Fatih'in Torunlarızyız! ! ! ............
hannane
14.05.2010 - 12:38
Haydi Artık Tayfa!
Haydi artık Tayfa!
Zaman demir alma zamanı..
Bu küçük kıyılar bana dar gelir oldu.
Ne sen memnunsun bu limandan ne de ben,
Bu durgun sularda beklemek neden
Ummanda dalgalarla boğuşmak varken!
Haydi artık Tayfa!
Zaman demir alma zamanı..
Bu liman kenti, bu koylar kaldırmaz oldu yükümü,
Ben, azgın sularda beklerken ölümü
Kumsalda aciz kalmışım,
Mevsim sonbahar, aylardan yaprak dökümü.
Haydi artık Tayfa!
Ne duruyorsun! Zaman, demir alma zamanı..
İstikamet mutluluk, tam yol ileri!
Günlerimiz mavi sürgün, geceler serseri.
Çifte yürek, çifte bilek çıkacağız yollara
Yiğit ol! Cesur ol! Asla dönmek yok geri.
Sen de inanmıyorsun değil mi Tayfa!
Ve sen de biliyorsun değil mi?
Açık denizler bizim haddimiz değil.
Yapabileceğimiz tek şey delice sevmek.
Sığ denizde bekleyip
Sahipsiz limanlarda demirlemek..
Salih Aydın
14.05.2010 - 11:17
HAYATTAN NE ÖĞRENDİM
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum. Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi…
Ağladım.
* * *
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar
olduğunu öğrendim.
* * *
Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla…
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını,
zamanla öğrendim…
* * *
İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
Sonra da her insanın içinde
iyilik ve kötülük
bulunduğunu öğrendim.
* * *
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi…
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine
kurulduğunu öğrendim.
* * *
İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu…
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde
olduğunu öğrendim.
* * *
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni
aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
* * *
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini…
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,
bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
* * *
Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra…
Ve bir süre sonra yazı,
kendimi öğretti bana…
* * *
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi…
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…
* * *
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.
* * *
Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak
düşünmek olduğunu öğrendim.
* * *
Namusun önemini öğrendim evde…
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken,
günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.
* * *
Gerçeği öğrendim bir gün…
Ve gerçeğin acı olduğunu…
Sonra dozunda acının,
yemeğe olduğu kadar
hayata da lezzet kattığını
öğrendim.
* * *
Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının
hayatı tadacağını öğrendim.
CAN DÜNDAR
13.05.2010 - 19:36
'El- intizaru eşeddü mine'n-nâr'
12.05.2010 - 13:39
Bir Tirat Yükselir Zamandan
Ölü aşklar limanına bağlanmış
Sevda yüklü bir gemiyim.
Çürüyen tenime inat
Sapasağlam direklerim.
Her meltemle titrer ruhum,
Ümit dolar yelkenlerim.
Gözlerim ufukta hançer
Bulutlardan müjde beklerim
Sanadır sözüm
Ey meçhul kaderim;
Ya rüzgar ol
Kurtar beni bu limandan,
Ya kasırgayla gel
Elinden olsun ecelim.
(İlyada&Rodin düeti)
Nevin Sayılır Koçoğlu
27.04.2010 - 14:46
EY HAYAT
(ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında yokum ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın…)
yaşam bir ıstaka
gelir vurur ömrünün coşkusuna
hani tutulur dilin
konuşamazsın!
tırmandıkça yücelir dağlar
sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü
tutunamazsın…
eloğlu sevdalardan dem tutar
aşk büyütür yıldızlardan
yasak senin düşlerin
dokunamazsın...
birini sevmişsindir geçen yıllarda
açık bir yara gibidir hâlâ
hâlâ ne çok özlersin onu
ağlayamazsın...
yolunda köprüler çürür
sesin, sessizlik sanki bir uğultuda
savurur hayat kül eyler seni
doğrulamazsın!
yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda
herşey çeker ve iter
anlatamazsın...
yaşam bir ıstaka
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna
sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın…
sonra vakt erişir, toprak gülümser sana
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın!
yazdırmalısın mezar taşına:
ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında hiç olmadım ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın…
YILMAZ ODABAŞI
24.04.2010 - 13:56
DELİ GÖNÜL
Deli gönül ile düştüm bir cenge,
Hikmeti sorulmaz iştir bu gönül,
Günden güne girer her türlü renge,
Bazen bahar,bazen kıştır bu gönül,
B azen nefse uyar pek buhranlanır,
B azen seyre çıkar,hep seyranlanır,
B azen yoksul düşer perişanlanır,
B azen padişahtan baştır bu gönül.
Cimbani dünyada dert çekme yazık,
Dostum desin desin silinsin pası,
Göğsüme vurunca ecel pençesi,
O zaman yoklarsın boştur bu gönül...
Cavit Karabey
22.04.2010 - 16:02
Leylâ V
Bakıyorum ağlayıp! Gökte süzülen aya…
Buğulu bir düş taşır fikir hamalı serim
Leylâ beni kendine tek bir damla yaş saya!
Belki bende o zaman hayata gülümserim
Düşmeden başım yere narin elleri tutsun
Bunu ne ar sayarım, ne görünen bir ayıp
Nazlı bir çocuk gibi kucağında uyutsun
Gözlerimin renginde kendini hatırlayıp
Aynalara düşürme kırılan düşlerini
Başkasına çevirme Leylâ gülüşlerini
Sahraların üstüne düşer gül gibi yüzün
Bir yanımda elem var diğer yanım da hüzün
Hayâle dalma Leylâ! Ardımdan öyle bakma
Ya tutma ellerimi! Ya da beni bırakma
Saçların zambak gibi açar rengârenk Leylâ
Dilindeki her sözün ayrı bir ahenk Leylâ
Itrî, Hammâmızâde; her sözün ayrı segâh
Dudakların kehribar; gözler sultan-ı yegâh
Yanakları ebrulî, acemaşiran kaşlar
Yüzünü resmedemez ne hattat ne nakkaşlar
Şiirim saçlarına hüzzamda bir ağıttır
Benimle hemhâl olan bir kalem, bir kâğıttır
Tarife muhtaç değil adı üstünde Leylâ
Ne güneşin ziyası yüzündeki ne ayla
Gözlerinden bu dünya daha güzel görünür
Renk, cisim her şey ayrı hüviyete bürünür
Leylak kokulu Leylâ yaklaşır adım adım
Rüzgârın kulağına adını fısıldadım
Yara kabuk bağlamaz gönlüme akar demin
Neden rengi siyahtır Leylâ neden matemin?
Anladım bir silahtır gözlerinin karası
Ondan böyle derindir yüreğimin yarası
Umuda yolculuk var hayaller beni bekler
Senin bir bakışına vurulur kelebekler
Gökte ölen ne güneş, ne yıldız, ne de aydı
Leylâ beni kendine görülmemiş düş saydı
Kimselere söyleme ağlayıp güldüğümü
Sen bileceksin Leylâ! Bir sende öldüğümü
Ölmeden evvel bana ya bir bade ya bir su
Sun ki, yakmakta beni gözlerinin buğusu
Seyit Kılıç
21.04.2010 - 17:47
http://www.dahii.org/ilkay-akkaya-hadi-git-babam-ve-oglum
Darmadağın..!
(Öksüz Şiir)
Suni bir kabustu gidişin..
Bir panik havasıydı yaşanan duvarlarımda..
Umutlar tarumar olmuş
Duygular, can telaşında..
Bir depremdi belki de gidişin..
Tarifi zor bir zelzele..
Dört bir yanım viran olmuş
Haykırıyorum harabelerimden sessizce..
Anılarım duymaz,
Enkaz altında
Tüm kriz masalarım, talihsiz bir krizde...
Öksüz kaldı çilingir soframız..
Kadehteki şarabımız
Küllükteki sigaramız
Hepsi....
Hepimiz öksüz,
Gidişinle..!
Şimdi, aç kalacak balkondaki serçelerim..
Gündüzlerim, gecelerim,
Yazmak isteyip te yazamadığım şiirlerim..,
Hepsi...
Hepimiz aç,
Gidişinle..!
Beddualar döşüyoruz yollarına, zaman ayarlı
Galeyana gelmiş yalnızlığımız
Asitler yağdırıyoruz göklerimizden..
İçten içe tükenmelisin sen de..
Her adımda ayrı bir feverandı, ayrılığın
Sen...
Ben...
Biz...
Hepimiz...
Gidişinle
DARMADAĞIN..!
Salih Aydın
21.04.2010 - 12:20
ASLAN YATAĞINDA TİLKİ YATIYOR
Çimende otlanır bizim kuzular
Üzüntüleri yok kurttan korkmuyor
Onurdan habersiz büyür yavrular
Aslan yatağında tilki yatıyor.
Zürafa boyuna güvene dursun
Çakallar meydanda cirit atıyor
Filler karıncaya selama dursun
Aslan yatağında tilki yatıyor.
Kanadı kırılmış şahin kuşumun
Yarasalar uçup hava atıyor
Fermanı olur mu gönül işinin
Aslan yatağında tilki yatıyor.
Solmaya başladı bahçenin gülü
Dertli dertli öter sevda bülbülü
Koku saçmaz oldu dağın sümbülü
Aslan yatağında tilki yatıyor.
Abdullah DEMİR
20.04.2010 - 23:54
SESSİZ GEMİ
Artik demir almak günü gelmisse zamandan,
Mechule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hic yolcusu yokmus gibi sesizce alir yol;
Sallanmaz o kalkista ne mendil ne de bir kol....
Rihtimda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Bicare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranli hayatin ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmis ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler.
Bircok gidenin her biri memnun ki yerinden
Bircok seneler gecti; dönen yok seferinden.
YAHYA KEMAL BEYATLI
20.04.2010 - 17:53
Sen ahmaksan neye yarar edilen ikrar
Senin gücün yeter mi beni yıkmaya
Yakıp yıkıp, sözsüz sessiz bırakmaya
Susuyorsam sanma ki korktuğumdan
Asaletimin yazgısıdır benim susmam
Sana ne kadar edersem edeyim ikrar
Sen ahmaksan neye yarar edilen ikrar
Hayat denen yalancı çobana kanma
Aklını başına topla boşuna yanma
Kendi yalanına sen kendin kanma
Sana hiç kimse dokunamaz sanma
Sana ne kadar edersem edeyim ikrar
Sen ahmaksan neye yarar edilen ikrar
Elim kolum bağlıysa kaç yazar
Sana sorarım hangi duvar beni tutar
Akıyorsa gözyaşım sanma ki zarar
Gözyaşlarım her an benim içimi yıkar
Sana ne kadar edersem edeyim ikrar
Sen ahmaksan neye yarar edilen ikrar
Sanma ki sen, ben darağacındayım
Doladığın ilmekle boğulmaktayım
Gün be gün eriyip yok olmaktayım
Oysa ki ben yeniden doğmaktayım
Sana ne kadar edersem edeyim ikrar
Sen ahmaksan neye yarar edilen ikrar
Zeliha Bekoğlu
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
Bir gün...
Bir gün gelip te değişir mi herşey?
Ve güneş yeniden ısıtır mı içimi
Ve yeni umutlar yeşerir mi yüreğimde
Ve asil bir sevda bulur mu beni yeniden
Ve ben özgürleşebilirmiyim eskiden olduğu gibi
Ve bu kelepçelerden arınır mıyım tamamen
Ve ben ben olabilir miyim gerçekten
Ve tüm var oluşumla karışır mıyım hayata yeniden
Bir gün gelip te değişir mi herşey sahiden?
Zeliha Bekoğlu
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
20.04.2010 - 01:15
------ ♥ Elâ Gözlerin
Ruhumdan silinmez aşkın gölgesi
Vazgeçilmez vatan sılâ gözlerin!
Bir ömür saklanır aşkın belgesi
Yanarken bir alev elâ gözlerin!
Elimin tersiyle nefsimi ittim
Dağlar arkasına gurbete gittim
Aşkından biçare ben bende bittim
Hasretin oyarken celâ gözlerin!
Bütün zincirleri tabuyu kırdım
Mahmur bakışına gönlü kaptırdım
Aşk ile kalbime saray yaptırdım
Yıkılmaz en muhkem kal'a gözlerin!
Aşkın şanındandır sevenler ağlar
Sevenin gözü kör, gönüller çağlar
Ciger pâre pâre özünü dağlar
Bitip tükenmiyen çile gözlerin!
Bir kez bakışıyla aklımı çelen
Gönül sevdi diye candan geçilen
Yürekten gâm yükü efgârım silen
Bin nazârla yakan şûle gözlerin!
Aşkın yansıması gönül mâşuğu
Bin ömre bedelsin aşkın aşığı
Kalbi sarıveren renk sarmaşığı
Bir ışık hüzmesi hâle gözlerin!
Geçerken imtihan ayrılık demi
Bir hazan mevsimi yüreğin gamı
Sabırda gizlidir aşkın anlamı
Tek biri haykıran selâ gözlerin!
Sevgi cümbüşüsün sinemi yakan
İri gözleriyle bir güne bakan
Kalemîyim sonsuz sürûra akan
Başıma en güzel belâ gözlerin!
03.10.2009 00:42
Fatimâ Hümeyrâ Kavak
CELÂ:Parlak, ruşen. Zâhir, açık.
Gözlerim büyür...
Bir siyah inci olur, bir beyaz ağıt dökülür dudaklarımdan.
Yükselir çığlık çığlıkga, bırakır düşlerimi sessiz serzenişlere.
Gecenin en kuytu köşelerinde, sevdâya dair ne varsa!
Sökülür yüreğimden, dökülür yavaş yavaş yaş dolar alın yazğısının kıvrımlarına.
Bir pembe düş`ün, kanatları kırılır!
Gecenin en sessiz halinde, çatırdar dallar, sızıya kapılır boranlarda...
Ve irkilir, kayar sessizce ellerindem, aşka dair ne varsa...
Yitigimsin...
Fatima Humeyra Kavak
19.04.2010 - 14:21
taşı atan çıkaramamışken ve taş üstüne taş atıyorken gönlümüzdeki kuyulara, EY SİZ AKILLI DELİLER, EY DELİCESİNE AKILLILAR! nasıl çıkaracaksınız ki 'o kendi varlığından bile habersiz taşı'.
üstad
18.04.2010 - 22:17
DOST İSTERSEN HZ. ALLAH YETER
Dünyada dost ister isen Hazreti Allah yeter,
Mürşid-i kâmil ister isen Hazreti Kur'an yeter,
Delil ister isen Hazreti Muhammed yeter,
Meşgul olmak ister isen ibadet yeter,
İbret almak ister isen ölüm yeter,
Zengin olmak ister isen kanaat yeter,
Bunlar da yetmez der isen Nâr-ı Cehennem yeter...
Kaderde ne ise odur etme merak,
Uyma kendi nefsine, Hakkın emrine bırak,
Altundan ağacın olsa, zümrütten yaprak,
Akibet gözünü doyurur bir avuç toprak.
Bul erbabını danış akıl, dinlemek ferasettir,
Zaman ahir oldu, zuhur eden alamettir,
Heva-i nefsine uyma; sabrın sonu selamettir,
Ne aldandın be hey şaşkın bu can sana emanettir.
Mala mülkeolma mağrur, deme var mı ben gibi
Bir muhalif rüzgâr eser, savurur harman gibi,
Dünya malı elde iken düşmanların dost olur,
Elde bir şey kalmayınca dost bile düşman olur.
İbret gözüyle bakın dünya misafirhanedir,
Bir mukim insan bulunmaz ne tuhaf bir hanedir,
Bir kefendir en sonu zengin-fakir sermayesi,
Malına gururlanan gafil değil ya nedir?
anonim
18.04.2010 - 14:01
Yavuz Sultan Selim'in müthiş dörtlüğü hem üst üste geldiğinde hemde alt alta geldiğinde okunabilen muhteşem özlü şiiri.Ayrıca Sagopa Kajmer'de bu dörtlüğü Gölge haramileri parçasındada kullanmıştır.
Sanma sakın herkesi sen sadıkane yar olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkanebelki ol alemde serdar olur
Yar olur ağyar olur serdar olur dildar olur
Yavuz Sultan Selim henüz şehzadeyken İran şahı Şah İsmail ile satranç oynar ve o güne kadar Şah İsmail`i yenen ilk kişi olur. Osmanlı şehzadesi olduğunu bilmeyen Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim`e bir kese altın verir ve bundan sonra başı ne zaman sıkışırsa yanına gelmesini tembihler... Yavuz Sultan Selim de bunun üzerine şu sözleri söyler:
Sanma sakın herkesi sen sadıkâne yâr olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkâne belki ol âlemde serdar olur
Yâr olur ağyar olur serdar dildâr olur.
Bugünkü Türkçesi ile:
Şahım sen herkesi kendine sadık dost sanma
Sen herkesi dost sanma belki o düşmanın olur
Belki o kişi âlemlerde sözü geçen olur
Dost olur düşman olur sözü geçen olur hükümdar olur.
Ama sözlerin taşıdığı anlamdan daha da ilginç olanı biçimi...
Bir de yukarıdan aşağıya okuyun...
Sanma sakın.......... herkesi sen............... sadıkâne............ yâr olur
Herkesi sen.............dost mu sandın......... belki ol............... ağyar olur
Sadıkâne.................belki ol.......................âlemde............... serdar olur
Yâr olur....................ağyar olur..................serdar olur...........dildâr olur
Nasıl okursanız okuyun hep aynı anlam çıkıyor bu da bir zekâ örneğidir.
16.04.2010 - 19:27
hardan ayrılmaz
Dünyanın nimeti ruhu doyurmaz
Bizleri tevhitle doyur Yarabbim
Bir gülün dikeni hardan ayrılmaz
Mümin güruh,ile ayır Yarabbim
Ak düşür gönlüme kaldır karayı
Seven kul maşuktan bekler çareyi
Bir sevda ateşi açmaz yarayı
Ahrette bu canı kayır Yarabbim
Ben sana derdimi açtım ya Celil
Merhamet et beni eyleme zelil
Bu geda kulundur rahmet ya Halil
Beni kulum diye çağır Yarabbim
Ferit Battal
Toplam 776 mesaj bulundu