Melike Toros Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Ant ...

  • aklimatizasyon

    20.05.2004 - 18:01

    Aklimatizasyon

    Yüksek irtifa hastalığının en önemli nedeni yükseklere hızlı çıkmaktır. Zaman verildiğinde, vücudumuz oksijen moleküllerindeki azalmaya uyum sağlar. Bu ‘aklimatizasyon’ olarak tanımlanmaktadır ve genellikle 1-3 gün alır. Örneğin 3000 metreye çıkar burada bir kaç gün geçirirseniz vücudunuz bu yüksekliğe uyum sağlamış olur. Ancak 3600 metreye çıktığınızda tekrar aklimatize olmalısınız.

    Aklimatizasyon sürecinde vücutta bazı değişiklikler olmaktadır:

    1-Nefes alma derinliği artar.

    2-Akciğer arterlerindeki basınç artar, deniz seviyesinde kullanılmayan akciğer bölümleri de kullanılmaya başlanır.

    3-Vücut oksijen taşıması için daha çok kan hücresi yapar.

    4-Vücut oksijenin hemoglobinden (oksijen taşıyıcısı) ayrılarak dokulara yayılması için gerekli çzel bir enzim üretir. Aklimatizasyon olayını; yeterli sıvı alınmaması, aşırı efor, alkol, sakinleştiriciler ve uyku hapları önler veya geciktirir.

    Aklimatizasyon için uyulması gerekli kurallar vardır. Bunlar:

    1-Yüksek irtifaya araba ile çıkmayınız. 3000 metreden başlayarak yürüyünüz.

    2-Eğer 3000 metrenin üzerine çıkıyorsanız, her gün sadece 300 metre yükseliniz ve her 900 metre için bir gün dinleniniz.

    3-Yükseğe tırmanın ve alçakta uyuyun. Bu en çok uygulanan yöntemdir.

    4-Eğer yüksek irtifa hastalığı belirtileri gösteriyorsanız, bu belirtiler azalmadan daha yükseğe çıkmayınız.

    5-Belirtiler artıyorsa aşağı ve daha aşağıya inin.

    6-İnsanların farklı oranlarda aklimatize olduklarını unutmayın ve ekbinizin tam olarak aklimatize olduğundan emin olmadan daha yükseğe çıkmayın.

    7-Sıvı alımının çok önemli olduğunu unutmayın. Yeterli sıvı alınmaması aklimatizasyonu önler ve geciktirir. Günde en azında 4.5 lt sıvı alınmalıdır. Koyu renkli idrar yeterli sıvı alınmadığının göstergesidir.

    8-Yüksek irtifa ile ilk tanışmanızda kendinizi fazla zorlamayın. Gün içinde hafif aktivitede bulunmak, uymaktan iyidir. Zira uykuda nefes alınımı azalır ve belirtileri artar. Sigara, alkol, sakinleştirici ve uyku verici ilaçlardan uzak durunuz. Bunlar solunumu azaltarak içinde bulunduğunuz durumu daha da kötüleştirir.

    9-Yüksek oranda karbonhidrat ile beslenin. Yüksek irtifada enerjinin %70 'I karbonhidratlardan sağlanır.

    e tabi yüksek irtifa hastalıı fln dedik de nedir bu hastalık deel mi?
    Yüksek İrtifa Nedir?

    Yüksek irtifa 3 kategoride tanımlanabilir. Yüksek (2400-3600 m) , çok yüksek (3600-5500 m) ve ekstrem yüksek (5500 m+) . Bu yüksekliklere çıkıldığında kimin etkileneceğini önceden bilmek zordur. Yaş, cinsiyet, fiziksel kondisyon gibi belirgin faktörlerin yüksek irtifaya hassasiyet ile ilgisi yoktur. Bazıları yakalanabilir, bazıları yakalanmaz. Pek çok insan 2400 m’ye pek bir problemle karşılaşmadan çıkabilmektedir. Eğer daha önce yüksek irtifada bulunmamışsanız dikkatli olmalısınız. Daha önce hiç bir problemle karşılaşmadıysanız, aynı yüksekliklerde yine problemle karşılaşmazsınız.

    Yüksek İrtifa Hastalığının Nedenleri

    Deniz seviyesindeki oksijen yoğunluğu %21 ve barometrik basınç 760 mm-Hg’dır. Yükseklik arttıkça yoğunluk aynı kalır. Fakat her nefesteki oksijen moleküllerinin sayısı azalır. 3600 metrede barometrik basın. 483 mm-Hg’dır ve bu nedenle nefeste %40 daha az oksijen molekülü bulunur. Vücudun tam olarak oksijenlenmesi için nefes alma sıklığı dinlenmede bile artar. Bu exstra nefes almalar kandaki oksijen miktarını arttırırlar. Aktivite için gerekli olan oksijen miktarı aynı olduğundan, vücut daha az oksijen ile yaşamaya ayarlanmalıdır. Ayarlanmaz ise çok ciddi ve yaşamı tehdit eden hastalıklara neden olur.

  • bencillik

    20.05.2004 - 17:47

    Hayatında gerçekten sana değer verecek ve gerçek annamda herşeyiyle senin olacak olan kendine kucak açmaktır

  • aklimatizasyon

    20.05.2004 - 17:42

    Düşük basınçta karşılaşılan bir durum ozaman? Dağa mağa çıkılınca devreye giriyo

  • arı maya

    20.05.2004 - 17:37

    Iiiiiyyyyyyy ismi bilem tüylerimin diken diken olmasını sağlıyo! İğrenç hatta ötesi bir çizgi film olmasıyla birlikte aynı zamanda insanda 'teletabi'etkisi de yapıyor.Böle abi hele küçükkene kahvaltı zamanında başlardı ya böööööö! ! ! Midemi bulandırırdı yemek yemezdim.O börtü böcek o dayanılmaz sarı tonları o iğrençlik tiksinçlik :))

    Hele hele mayanın üstün gerzeklii! Hadi arılarda beyin yok ama bikaç tahta olur en azından mayanın boyundan itibaren iflastı! 2 tane anteni(reseptör) :)) vardı sadece

  • eurovision

    20.05.2004 - 17:25

    Eurovision telaffuz kasıntısıdır.
    Kimisi yurovizyon der
    Kimi yurovijın der
    Biri yörovijın der
    Başkası yörovizyon falan dio

    Milletin evanescence i söleyebilmek için kasmaları gibi bi durum :)

  • mucize

    18.05.2004 - 16:24

    Mucize;

    Seni ağlatacak kadar istettiren amacının hiç ummadığın bir şekilde ayaklarına kadar gelmesidir.

  • beauty and the beast / güzel ve çirkin

    18.05.2004 - 16:19

    Yazdıım bi yazı geldi aklıma

    ..Yaşanılanın ‘yaşanmış’ ünlemine dönüşmesi,yaşanılacağın ‘yaşanılabilir’liğini daha da bir kolaylaştırırken güzel ve çirkindeki oyuncuların sadece güzelleri kalıyordu geriye.Hayatta sadece iyi olanlar var ve bakın hepsi çıkmış! İyi değil aptal,güzel! ...

  • barok

    18.05.2004 - 16:10

    BAROK DÜŞÜNCE

    I

    Batının tinsel hayatını yüzyıllar boyunca belirleyen, Akıl'dır. Daha klasik ilkçağın ilk yıllarında, Sokrates öncesi filozoflardan Herakleitos'la Logos'un egemenliği başlar. Bu da aklın egemenliğinden başka birşey değildir. Batı kültüründe aklın bu durumunu kabul etmek istemeyen çağlar olmuştur. Bununla ilgili örnekler pek boldur. İlkçağ ve Yeniçağ felsefesindeki türlü septik (şüpheci) akımlar; yahut inanç ile bilgi ikiliğinde bilginin yeri, yahut doğuştan idealar üstüne yapılan çok ünlü kavga: Bu kavgada bilindiği gibi, Jhon Locke ile ampiristler (deneyciler) bu ideaların varlığını Descartes'a karşı yadsımışlardır. Ama bunlar akla alçak bir yer vermek için çabalarken, ona bilmeden, ya da istemeden gene en yüksek yeri vermişlerdir. Skolastik, yani orta-çağ felsefesi, akla dayanan bilgiye aşağı bir yer verirken bunu temellendirmek çin Aristoteles'in mantığını kullanmaktadır. Gene aynı skolastik felsefe, Tanrının varlığının kanıtlamaya kalkıştığı vakit, bunu da aklın araçlarıyla yapmaktadır. 'Kanıtlamak' eylemi kendi başına, burada sadece akla dayanan bir etkinliğin söz konusu olduğunu açıkça göstermektedir.

    Locke da, akıl hakikatleri yani doğuştan hakikatler yoktur dediği vakit bunu aklın araçlarıyla temellendirmektedir.
    Romantiklerin duygu-akıl ikiliğinde bile durum buna benzer. Romantik çağ duyguya birinci yeri verir ama, o da eninde sonunda bunu akla başvurarak yapar.

    Demek ki Batı kültür çevresinde, aklı aşağı göen ya da onun değerini yadısıyan olmuşsa bunlar, aklın, daha da kuvvetle gelişmek için kendi kendisini diyalektik bir şekilde geçici olarak yadsıdığı zamanlardır.

    Akla apaçık en yüksek yeri veren, onun egemenliğini kabul eden batı kültür çağlarını ele aldığımızda görüyoruz ki -bu da banal bir hakikattir- bu çağların herbiri, aklı kendine özgü bir şeklide dile getirmektedir. Bizi şimdi ilgilendiren, Rasyonalizm (akılcılık) ve Aydınlanma adlarıyla anılan zamandır.

    II

    Bu akımda insanın ilk olarak gözünee çarban nokta, zaman bakımıdan, sanatta öyle bir çağla bir düşmesidir ki, bu çağ birçoklarınca aklın yadsınması çağı olarak görülmektedir: Bununla Barok'u kasdediyorum. Ben diyorum ki, rasyonalist-aydınlanmacı tinsel akım, Barok'un karşıtı ya da çeşitliliği olmak şöyle dursun, onunla paralel karakterler gösterir, bununla da kalmaz, aralarında çok derine giden birözdeşlik olduğunu açığa vurur. Bu düşünceyi temellendirebilmek için Barok sanatın bazı ana karakterlerini belleğinizde canlandıracağım.

    III

    Bilindiği gibi, Barok'un mimarlığı, resmi, plastiği, Renaissance sanatının zaman bakımından devamıdır. Öyle ki, Renaissance'tan Barok'a geçişin, çağdaşlar tarafından çok kere farkına varılamamıştır. Ancak sonraları görülmüştür ki, 16.yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başında, sanat üstüne düşünce ve sanat çalışmaları herhagi bir şekilde değişmiş. -Bu değişme acaba nasıl bir değişme idi? Renaissance sanatı antik sanatın sadece yeniden canlanmış şekli değildir. Burada -birçok kişinin yaptığı gibi- Renaissance sözcüğüne kapılarak böyle sanmamak gerekir. Örneğin, Renaissance mimarlığında gördüğümüz kubbeli merkez bina antik değildir. Renaissance'ın portre gibi, canlı heykelleri de antik plastik değildir. Aynının daha kuvvetle resim için söyleyebiliriz. Trecento'nun, quatrocento'nun, cinquecento'nun 813., 14., ve 15. yüzyıl) resim sanatının eskil (antik) resimle ilgisi oldukça gevşektir. Bu büyük Felemenk ressamlarının da gösterdikleri gibi, batının oldukça orjinal yaratmasıdır.

    IV

    Bütün bu sanat kolları, antik toplumdan büsbütün başka türlü düzenlenmiş bir toplumun, başka türlü gelişmiş bir insan tipinin -Renaissance insanının- yapıtlarıdır.

    Ama antik sanatla Renaissance sanatı, belirli önemli noktalarda birbirine uymaktadır. Her iki çağ da ölçücülük içinde mükemmelliğe, birlik içinde düzene yönelmiştir. Her ikisinin ülküsü, sakinlik, statk uyum, dengedir. Her ikisi de salt varlığı, ama idealleşmiş salt varlığı betimlemek ister. Demek ki, Renaissance'ın böyle ölçü, orantı ve uyuma dayanan sanatı, akla dayanan bir sanat olarak karakterlenirilebilir. Tabii akıl kavramını en geniş kaplamı ile almak koşuluyla.

    V

    Barok'un çıkış noktası, dediğimiz gibi, Renaissance'tır. Kaynağı, İtalya'da sanatın üç dalını kendinde toplamış olan bir tek sanantçının; Michelangelo'nun etkinleri ile eserlerinden Barok'un ne olduğu anlaşılabilir. Michelangelo, ilk çağın heyecanlı bir hayranıdır, ama onun bu hayranlığı ölçüsüzdür. Yunanlıların tanrılardan bir armağan saydıkları, plastiklerinde ölçü ve uyumla betimledikleri insan vücudu güzelliğini Michelangelo mermerden, anlamla dolu olarak meydana çıkarmak istemektedir. Onun eserleri, bilen, tasalı, dertli varlıkları canlandırırır -tıpkı yaratıcılarının kendisi gibi-. Böylece Michelangelo bize Barok sanatının anahtarını vermektedir: Renaissance'taki uyum, Barok'ta duruyor, ortadan kalkmamış, ama bu uyum statik olmaktan çıkmış, dinamik olmuş. Renaissance'ta sanat mükemmelllik içinde sinirlandırılmış idi. Şimdi bu sınırlılık da, sınırlı olmayana açık bir kapısı olursa kabul edilmektedir. Renaissance sanatının karakterlerinden biri sükünet ve dengelilik idi. Barok'ta da sükunet var ama, heyecanın çıkış noktası yahut sonu olarak var. Böylece Barok'ta savaş dengeden, taşkınlık sakin varlıktan daha değerlidir.

    Barok, acunun duyularla yakalanan gerçeğini betimlemek ister, bununla da kalmaz, onu abartır. İşte onun abartılı natüralizmi bundan gelmektedir.

    VI

    Barok'un bazı görünüşlerini, bazı başarılarını, 17. yüzyıl insanının psikolojisi ile açıklamak isteyenler vardır. Gerçekten bu zamanın insanı, çok kuvvetli tinsel gerginliklerin etkisinde bulunuyordu. Barok insanı da, Renaissance insanı gibi, bilmeye susuzdur. Yalnız dünyaya ve doğaya egemen olma isteği çok azalmıştır, daha doğrusu safdilliği çok azalmıştır. Din reformu ile Karşı-reform, henüz yeni dinmiş din savaşları ve, birçokları için pek felaketli olan Otuz yıl savaşları, ona insan hayatının ne kadar zavallı, ne kadar çürük temelli olduğunu göstermiştir. Onun için bu insan, yeryüzünde kurutluşu ve rahatı mutlak devlette aramaktadır. İşte, Barok'un heybetli saray ve devlet dairelerinin anlamı budur.

    VII

    Barok'un, Gotiğin bir tekrarı olduğundan da söz edilmiştir. Bazı kimseler onun, Avrupa kültüründe ilk erken romanti çağ olduğu düşüncesini de savunmuşlardır. Bence bu düşüncelerin her ikisi de yanlıştır. Çünkü Gotik sanatı, ve en çok Gotik mimarlığı; düşünce, inceleme ve aklın ürünüdür, ama buradaki akıl teologyanın ve yalnız onun hizmetindedir. Romantizm ise aklın zararına duygunun göklere çıkarılmasıdır. Barok nasıldır? O, Renaissance'ın gerçekten devamıdır, ama onun, ifadeli olanın, sükunetsizin, dinamik olanın yönünde gelişen, abartılı bir devamıdır. Renaissance akla dayanıyorsa, Barok daakladayanıyor; şu ayrılıkla ki, Barok'ta akıl; ölçülülük denge ile yetinmemekte, adeta kendini sarhoşluğa vermektedir. Yahut da şöyle diyelim: kendi gelişmesinin sarhoşluğu içindedir. Barokta akıl gei plana kaçmaz tersine, çiçek gibi açar.

    VIII

    Asıl konum olan Barok düşünceye geçmeden önce, sanatın başka bir alanında; 17. ve 18. yüzyıllar müziği üzerinde kısaca durmak isterim. 17. yüzyıl operanın doğuş ve ilk gelişme çağıdır. Böyle olduğunu anlamak için Monteverdi'nin, Purcell'in, Lulli'nin adlarını hatırlamak yeter. Bu opera, rasyonel yani akla uygun bir şekilde düzenlenmiş bir eserdir. Bunda insan alınyazılarının ve dramatik durumların müzik araçlarıyla abartılı betimlenmesine tanıklık ediyoruz. Bu abartılı rasyonellik, müziğin başak bir kolunda daha da kuvvetli bir şekilde kendini göstermektedir. Kasdım, 18. yüyılın birinci yarısının Johann Sebastian Bach tarafından temsil edilen salt müziğidir. Bunda batı aklı, yeryüzündeki malzemelerin uyarmaya ve heyecana en uygunu olan müzikte en büyük zaferini kutlamaktadır. Bunu, J.S. Bach'ın herhagi bir eserini örneğin, bir Brandenburg Konçertosunu, ya da herhangi bir korosunu dinlediğimiz zaman hemen kavrarız. Bu eserlerde matemaki bir yapıya sahip partisyon, dinleyiciyi hiçbir eserin başaramadığı kadar kuvvetle sarıyor. Burada gerçekten akıllılık içinde sarhoşluk, formalist bir tarzda kurulmuş bir metinde en derin heyecan egemendir.

    Bazı yazarlar, 17. ve 18. yüzyıllar mimarlığı ile müziği arasındaki derin 'metafizik' paralellikten, hatta 'metafizik' birlikten söz ederler. 'Metafizik' sözünden pek hoşlanmam; ama bu yazarların, pek hoş olmayan bu sözcükle derin bir hakikate parmak bastıkalrını kabul etmek zorundayım. Yalnız mimarlık ile müzikte değil, güzel sanatların bütün dallarında hep aynı akıl, kendinden emin, kendini sarhoşluğa salıveren ve sarhoş eden, gene de serin kalan akıl, -bir sözcükle, çiçek gibi açan akıl- en başta etkendir.

    Böyle olunca, aynı çağın düşüncesinin de aynı karakteri taşıyıp taşımadığını, -bir sözcükle, bu düşünceyi barok'luk niteliği ile karakterlendirmek olabilir mi olamaz mı,- bunu incelemek hemen akla gelmektedir.

    IX

    İlkin 17.-18. yüzyıl felsefesini ve en ön planda Rene Descartes'i inceleyelim: Descartes felsefesinin temel direklerinden biri matematik yöntemdir. Matematik Descartes'ta geneldüşünüş yöntemi basamağına yükselmektedir. Çünkü, rasyonel bir bilim olan matematik, disiplinlerin en sistemlisidir. Matematiğin temelleri Descartes'a göre sezişle kavranan akıl hakikatleridir. Ama bu sezginin veriği hakikatlerden sonra 'diskürsif' olarak yani adım adım kurulmaktadır. Böyle bir disiplinin genel düşünüş yöntemi haline yükseltilmiş olması, çok dikkate değer. Bu, aklın egemenliğe yükselmesinden başka birşey değildir. Bunu bir yana bırakalım ve Descartes'ın felsefesinin içine biraz bakalım. Bu felsefenin çıkış noktası, bilindiği gibi, metodik şüphe ve onun ardından gelen 'cogito ergo sum' (düşünüyorum öyleyse varım) dır. Bundan sonra felsefe sistemi, bir matematik sistem gibi adım adım kurulmaktadır. Demek ki Descartes sistemi statik bir düşünüş binasıdır. Bu bina, tuğla ve taştan yapılmış bir yapı gibi, her düşünüşe yeni bir düşünüş katılarak kurulmuştur. Ama, baştan aşağıya rasyonel bir kuruluşa sahip olan bu binanın içine, birdenbire bir hayal ürünü giriveriyor: Descartes, maddesel acunu iyi çalışan koskocaman bir saat mekanizması olarak düşünüyor. Tanrı bu saati matematik kanunlara göre yaratmış; bu saat 'Quantite de mouvement' (devinim niceliği) ilkesine göre çalışmaktadır. Kütle ile hızın çarpımı olan bu ilke, bir değişmezlik ilkesidir, yani bütün fizik değişmelerinde hep değişmez olarak kalır. Tanrı onu, acunu yaratırken acunun içine koymuş, başka deyimle, saatı bu ilke ile kurmuş, şimdilik saat işlemektedir.

    Bu görüş çiçek gibi açan, kendini sarhoşluğa veren aklın bir ürünü değil de nedir? Burada, hayal yetisi, en yüksek ölçüde rasyonel bir disiplin olan matematiği, hem sistemli hem fantezili olan bir acun görüşünü kurmak amacıyla kullanmaktadır.

    X

    Şimdi Spinoza'nın felsefesini ele alalım. Spinoza, felsefe sistemini kurmaya tözün (cevher'in) tanımı ile başlar ve rasyonel bir düşünüş zincirinden sonra, tutarlı olarak, asıl varolanın ancak Tanrı olabileceği sonucuna varır. Böylece, Spinoza dıştan görünüşü sıkı matematik, ama içeriği panteist bir sistem kurmaktadır. Bu sistemde, tıpkı bir matematik disiplininde olduğu gibi, rastlantıya hiç yer verilmemiştir. Bu panteist sistemin yapısı nasıldır? Spinoza'nın en ünlü kitabı olan Etika, şu çok anlamlı ikinci başlığı taşımaktadır: 'de more geometrico demonstarta'; yani, sade söylemek gerekirse: Geometri ile ispat edilmiş. -Gerçekten, bütün kitap, Öklid geometrisinin bir taklididir. Bunda tanımlar, belitler (axiome) konmakta, bunlara dayanılarak teoremler ispat edilmektedir. Böyle bir sistemin mantık bakımından eleştirimini bir yana bırakıyorum. Bunun mantıkla meşrulaştırılamayacağını hiç ele almayacağım. Hakikat şudur ki, burada da matemakit, yani soğukkanlı akıl kendi kendini aşıp bütün gerçeği hem sistemli he fantezili bir monist düşünüş sistemi içine zorla sokmaktadır.

    XI

    Ya Leibniz? Leibniz, klasik metafizikler içinde, ufku en geniş, yapısı en 'muhteşem' olanını yaratmıştır. Ona göre bütün gerçek, Monad'lardan meydana gelmektedir. Monad'ların sayısı sonsuzdur. Bunlar maddesel olmayan, ruhsal tözlerdir. Töz tanımına göre dışarıdan bir etki olamayacağına göre, 'Monad'ların dışarıya pencereleri yoktur'. Öyleyse monadlar, yani varlıklar arasındaki etki-tepki nasıl oluyor? Tanrı acunu yarattığında, bütün monadları bir birine karşı ayarlamış. Öyle ki, ruhun başka bir ruh üstünde etkisi gerçekte bir etki değil, Tanrının önceden kurduğu düzen Öncel uyum sonunda ruhların birbirine göe davranmasıdır. Ne beden ile ruh arasında, ne de ruhlar arasında etki yoktur. Bütün bu gibi olaylar, uygunluklardan başka birşey değildir. Herşey, hatta en zavallı taş parçası bile, ruhludur ve bu öncel düzene, bu uyuma göre davranmaktadır. Heryerde uyum egemendir. Evrenin durumu, türlü aletlerin başka başka şeyler çalmalarına rağmen aralarında uyum olan bir orkestraya benzer.

    Peki beden acunu, fizik acunu? Bu da herbir monad'ın tasarım içeriğinden başka birşey değildir. Bütün monad'lar hep aynı acunu tasarımlarlar, senin tasarımınla benim tasarımım arasındaki biricik ayrılık şundan ileri gelir: Her bir monad'ın duruş yeri başka başkadır. Örneğin, birkaç kişi birden, başka başka yererden ayrı bir ketne baktıkları zaman, görünüşler başka başkadır ama kent değişmez.

    Demek ki, Leibniz'te de yeni çağın en fantezili, ama aynı zamanda rasyonel sistemine tanıklık ediyoruz. Bu görünüşün temelindeki ilke nedir? A=A ilkesi, yani mantığın özdeşlik ilkesi. Bütün metafizik sistemin kuruluşunda uygulanan ilke nedir? Gene mantığın özdeşlik ilkesi ile bu ilkeye indirgenebilen Yeter Sebep ilkesi (principe de raison suffisante) , bir de matematik, daha doğrusu Leibniz'in kendisinin (Newton'la aynı zamanda) bulduğu Sonsuz küçükler hesabı. Demek ki, sistem gerçekten aklın bir ürünü, ama sükünetle tartan aklın değil, heyecana kapılan ve heyecanlandıran aklın.

    XII

    17. ve 18. yüzyılların bilimine de kısa bir bakış atalım: Bu çağın biliminin büyük temsilcisi İsaac Newton'dur. Newton, Galilei'nin serbest düşme ve sarkaç kanunları ile Kepler'in o pek ünlü üç atronomi kanununu büyük bir fizik teorisi içinde toplayan adamdır. Bu teoriye göre yeryüzünde egemen olan kanunlarla, gökte egemen kanunlar birdir. Hepsi bir tek kanunan Genel Çekim kanununa indirgenmektedir. Demek ki Newton'a göre bütün evren, tanrının koyduğu bir tek kanunla işleyen büyük bir organizmadır. Mekanizma demedik, organizma deki, çünkü Newton, evreni Descartes'inki gibi büyük bir saat olarak değil, içinde dinamik kanunların hüküm sürdüğü bir organizma olarak görmektedir. Bu da büyük gören, 'muhteşem' gören aklın bir ürünü değil de nedir? Sonra, Newton (Leibniz ile aynı zamanda) Sonsuz Küçükler hesabını (Diferansiyel ve Entegral hesabını) bulan adamdır. Bugün artık bu matematik hesap, sonsuz küçükler hesabı olarak kurulmaktadır. Ama zamanında Newton (ve Leibniz) bunu nasıl düşünmüşlerdir? Bir kere limes (sınır) kavramını ortaya atmış ve kullanmışlardır. Limes Nedir? örneğin bir düzlem alalım, bu düzlemin eğiklik açısı 40 derece olsun, bu düzlemi dikeye doğru yavaş yavaş kaldırırsak, eğiklik açısı da 90 dereceye doğru büyür. Ama 90 derece, yani dik-açı artık eğiklik açısı değildir. Fakat limes kavramı kabul ediltikten sonra çekül hareketi, eğikliği 90 derece olan bir eğik düzlem üzerinde hareket sayılır ve eğik düzlemde yapılan gözlemler, serbest düşme hareketine geçirilir. Bunun gibi, daire, iki merkezi bir noktaya düşen bir elipstir. Bir eğriye çekilen teğet (tanjant) , eğriyi iki noktada kesen bir doğrudur, ama kesim noktaları o kadar birbirlerine yaklaşmışlardır ki, bir noktaya düşmektedirler. Bunun gibi, aslında sıfır olmayan ama limes'te sıfır olan nicelikler, aslında paralel olmayan ama limes'te paralel olan doğrular v.b. ile hesaplar yapılmakta ve böylece hesabın ufku o zamana kadar görülmemiş bir genişlik, uygulanması ise akla gelmeyecek bir zengilnlik kazanmıştır. Bu da şüphesiz aklın taşmasının bir görünüşüdür.

    XIII

    Newton üzerinde başka bir noktadan ötürü de durmak gerekir: Newton sistemi, tam anlamıyla matematik araçlarla kurulmuş fizik sistemi, başka deyimle bilim sistemidir. Bilim sistemi olduğuna göre, içindeki önermeler hep görelidir, yani önermeler hep bağınıtıları ifade ederler. Ama bütün bu bağıntılar gelip, göreli olmayan bir kavram çifitine dayanmaktadır ki, bunlar mutlaka zamanla mutlak uzaydır. Newton'a göre bütün olaylar birbirine göre ele alınmıştır ve sonunda hepsi bu mutlak zamanla mutlak uzaya dayanır, ama bu ikisi göreli değil mutlaktır, hiçbir şeye göre değil, kendi başlarınadır. Newton 'un sistemi sanki bu ikisini değişmez, sarsılmaz bir koordinat sistemi imiş gibi kullanmaktadır. Ama doğa biliminde mutlak olmayacağına göre bu nokta da Newton, fiziğin dışına çıkmakta ve mutlak zamanla mutlak uzaya bir teologla terimi kullanarak, Tanrının duyu aygıtları (Sensorium dei) demektedir. Demek ki 'muhteşem' gören akıl, heyecanından ötürü kendi sinirlarını aşmakta ve teologia'ya sığınmaktadır. Sonra, mutlakzaman ne demektir? Öyle bir akış ki, içinde önce-sonra var: ama önce olan nedir, sonra olan nedir, bu yok. Çünkü mutlak zaman, tanımına göre boştur. Mutlak uzaya gelince o da yayılımdır, ama neyin yayılımı? Hiçbir şeyin. Görülüyor ki akıl, heyecanına kapılarak çelişkiyi kabullenmekten hiç çekinmiyor.

    XIV

    17. yüzyılın ikinci yarısında Aydınlanma çağı başlar. Aydınlanmayı ilk başlatan ingiliz filozofu Jhon Locke'tur. Locke, çok dengeli, heyecansız bir düşünürdür. Ama aydınlanma akımı, başladıktan sonra nasıl bir şekil almıştır? bunu anlamak için bu akımın tanımı üzerinde kısaca duralım. Aydınlanma, çok kısa söylemek gerekirse, diyebiliriz ki aklın zaferidir. İnsan aklından başka bir esasa dayanmamayı öğreten (öğreten ama kendisi yapmayan) , bildiğimiz gibi Descartes'tır. Descartes'ın zamanında, onun ve ona bağlı bulunanların düşünceleri henüz yaygın değildi, ancak belirli kültürlü çevreler arasında biliniyor ve tutuluyordu. İngilizlerin ve bu arada en başta Locke'un etkisiyle felsefe popülerleşti: psikoloji, devlet işleri gibi insanların çoğunu doğrudan doğruya ilgilendiren alanlara da yayıldı. Locke ampirist, yani deneycidir. Böyle olmasına rağmen, onun yaygın etkisi aklın zaferi olarak kendini göstermeye başladı: çünkü insanlar şöye düşündüler: Locke bilginin temelinde sarsılmaz akıl hakikatleri yoktur diyor, ama bunu, bu hakikati neyin sayesinde bulabiliyor? Aklın!

    Demek ki herşey insan aklıyla çözümlenebilecek. İnsanlara bilgiyi, bilginin doğrusunu veren akıl olduğu gibi, mutluluğu da, devlette iyi idareyi de hep akıl verir. Böylece Aydınlanmanın en önemli karakteri belirmiş oldu. Akla dayanan sonsuz bir iyimserlik. Bu çağda insanlar aklın başarılarının karşısına hiç bir şeyin geçmeyeceğine inanmışlardır. İnsan akla dayanırsa, aklına göre davranırsa, ilerlemesinin sınırı olmaz. Demek oluyor ki insan ilerlemesi sonsuzdur. Fakat bu sonsuzluk Platon'un felsefesinde olduğu gibi, içinde yaşadığımız acundan bir uçurumla ayrılmış bir yüksek acunda değil, içinde yaşadığımız acundadır. Tabii, insan sonsuza erişemez, ama sonsuza yönelmiştir. Batı insanlığı böylece büyük bir heyecanla akla sarılmış ve aklın her şeyi, ama her şeyi çözebileceğine, doğrulatabileceğine, mutlu kılabileceğine, bilgili kılabileceğine derin bir şekilde inanmıştır.

    Bu nedir? Aslında akıl soğukkanlı bir yetidir. Aydınlanmada ise heyecan veren bir öge oluyor. Demek ki, Aydınlanma da kuvvetli bir barok karakteri taşımaktadır. Bunun en güzel örneğini Condorcet'nin insanlığın ilerlemesi üzerine çizdiği taslak vermektedir. Buna göre insanlık karanlıklardan başlayıp aklını gittikce daha çok kullanarak gittikçe yükselmektedir, daha da yükselecektir. Bu doğrudan doğruya heyecan veren ve verdiği heyecanla heyecanlanan aklın etkisinden başka birşey değildir.

    XV

    Sonuç olarak diyebiliriz ki, şimdiye kadar bir sanat tarihi kavramı olarak kullanılmış olan Barok, barok diye nitelendirilen edebiyatın da karakterini veren bir kavramdır. Ben bu yönü ele almadım. Fakaz bununla kalmamaktadır. Felsefe, bilim gibi kültürün dalları, barok sanat, barok edebiyat egemen iken, aynı karakteri; yani akla uygun olmak karakterini taşımaktadır. Barok bir kiliseye, barok bir konçerto denk geldiği gibi, buna da Corneille gibi barok bir şair, buna da Descartes ve Leibniz'inki gibi barok bir felsefe, bu felsefeye de Newton'un fizik sistemi gibi bir bilim sisitemi denk gelmektedir. Başka deyimle Barok, 17. yüzyılın yarısından 18. yüzyılın sonlarına kadar, Batı kültürü ve uygarlığının belki başlıcasını oluşturmaktadır.

    Bu sözlere şöyle bir düşünce karşı çıkabilir: Barok, taşkın kabına sığmaz bir iyimserliktir. Peki ama, o zaman tam Aydınlanma çağında yetişmiş olan Jean-Jacques Rousseau'ya, ya da bilimi ve genel olarak düşünceyi şüpheciliğe sürükleyen keskin zekalı David Hume'a ne demeli? Buna verilecek karşılık, bence şudur: Evet, örneğn bu ikisi Barok'un tanımına girmiyor ama unutmamalı ki bunlar ve bu gibiler başat akımın içinde, onun karşı-savını teşkil eden durumdalardır. Hiçbir akım yoktur ki içinde böyle karşı savınını taşımasın.

    O halde Barok, belirli bir sanat, bir edebiyat ya da belirli bir kültür dalı akımının karakteri değil, evrensel bir üsluptur. Öyle evrensel bir üslup ki, Batı kültür ve uygarlığına tarihin belirli bir çağında karakterini vermiş, bu çağa damgasını kuvvetle vurmuştur.

  • aids (h.i.v.)

    18.05.2004 - 15:59

    AIDS Nedir?

    AIDS, Acquired Immuno Deficiency Syndrome kelimelerinin kısaltması olarak ortaya çıkmış ve Edinilmiş Yetersiz Bağışıklık Sistemi Sendromu olarak Türkçe'ye çevrilmiştir.AIDS ilk olarak 1981 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde keşfedilmiştir.Keşfinden hemen sonra hızla yayılarak; erkek, çocuk, siyah, beyaz, Latin, Asyalı, zengin, fakir demeden bir çok insanın ölümüne neden olmuştur.Günümüze kadar AIDS'ten 225.000 kişinin öldüğü kaydedilmiştir.Bu sayı her 13 ila 15 ayda ikiye katlanmaktadır.AIDS için halen kesin olarak bilinen bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır.AIDS'ten korunmak bu tehlikeli ve ölümcül virüsün yayılmasını önlemek için uygulanabilecek tek yoldur. HIV, Human Immune Deficiency Virus, vücut bağışıklık sistemi virüsü, AIDS tamamen vücut bağışıklık sistemi ile ilgili olduğundan, hastalığa sebep olan virüse bu isim verilmiştir.Virüs, insan vücudunun hastalıklara karşı direncini sağlayan bağışıklık sistemini etkisiz hale getirmektedir.Vücut bağışıklık sisteminin etkisiz hale gelmesi, virüsten etkilenmeden önce kolayca başedebildiği deiğer hastalık mikroplarıyla artık çarpışamayacak duruma gelmesi demektir.Bu da basit bir enefeksiyonun bile ölümcül hale gelmesine sebep olabilir.AIDS hastalarının yarısından çoğu bağışıklık sistemlerinin etkisiz hale gelmesi yüzünden basit enfeksiyonlara yenilerek hayata veda etmişlerdir. İnsan vücudu bir defa HIV virüsü ile enfekte olmuşsa artık bu virüsün hiçbirşekilde yok edilmesi yada vücuttan atılmasımümkün değildir.Fakat,virüsün etkilerine engel olmak için bir takım ilaçlar geliştirilmiştir. Bunlardan ilki ve ençok bilineni AZT (Zidovudine) adı verilen ilaçtır. Bu ilaç virüsün çoğalmasını engellemektedir.AZT AIDS virüsünün meydana getirdiği belirtilerin görünmesini engellemekte ve AIDS'li hastanın yaşamının kısmende olsa uzamasını sağlamaktadır. Bilim adamları AIDS'le savaşabilmenin diğer yollarını aramaya devam etmektedirler.Son yıllarda bu konuda büyük gelişme kaydedilmiştir.AIDS'e karşı korunmak için aşıların testleri halen deneysel aşamadadır.1990 yılının başlarından itibaren bu konuda başarılı sonuçlar kaydedilmektedir. AIDS dokunma, öpüşme, solunum gibi dış kontaklarla bulaşan bir hastalık değildir.Bu nedenle insanların AIDS'li hastalara yaklaşmaması yada onları toplumdan dışlaması hem gereksiz hemde yanlış bir tutumdur. Çünkü AIDS'li bir hastaya dokunarak veya yanında bulunarak AIDS'e yakalanmanın mümkün değildir.Ayrıca AIDS evcil hayvanlardan, tuvaletlerden, yüzme havuzlarından, tabak yada bardaklardan bulaşıcı özellik göstermez.Bu nedenle insanların bu konularda korkutulması yada yersiz bir kaygıya neden olunması çok yanlıştır.AIDS'in ana bulaşma yolu seksüel birleşme, uyşturucu kullanıcılarının enjektyörlerini paylaşması ve çok da az olsa kan transferidir.Ne yazık ki, AIDS hastalığına yakalanmış hamile bir kadının daha doğmamış bebeğide bu hastalığa yakalanmış demektir. Neden AIDS'i daha önce duymamıştık? AIDS 1981 yılına kadar tanımlanmış bir hastalık değildi.AIDS'in izinin sürülmesidoktorların bu bilinmeyen hastalığı yeterli derecede tanımasıyla başladı.AIDS'in ilk rastlandığı 1981 yılında ABD'de 316 kişinin AIDS hastalığına yakalandığı tesbit edilmiştir.Beş yıl sonra 1986 Ağustos'unda 23.000 vaka rapor edilmiştir.Hastalığın artışı büyük bir hızla devam etmiş ve 1990'larda sadece ABD'de 60.000 nin üstünde AIDS hastası tesbit edilmiştir.Bu hızlı artış, bilim adamları, doktorlar ve hükümetler için bir alarm sinyali olmuş ve onları konuyla ciddi biçimde ilgilenmeye itmiştir.AIDS'in gerçek kökeni bilinmemektedir. Çünkü AIDS yeni gelişmiş bir hastalıktır. AIDS'in kökeni hakkındaki en geçerli görüş hastalığın Afrika kökenli olduğudur.Afrika'da ki yeşil maymunların taşıdığı bir virüs insanlarda rastlanan AIDS virüsüne çok benzemektedir.Bilimsel tahminler maymunlarda rastlanan virüsün doğal ortamda organizmalar içinde yaşamını sürdürerek, mutasyon geçirdiği ve burdanda insanlara geçtiği üzerinde yoğunlaşmaktadır.Görülen mutasyonun çok nadir olduğu da görüşler arasında yer almaktadır.Bir başka görüş ise virüsün biyolojik silah olarak üretilmek istendiği fakat sonucun etkisi uzun sürede görüldüğü için araştırmalara devam edilmediği, ve bir ara nasıl olduysa labaratuvar dışına çıkarılarak insanlara bulaştırıldığı üzerinedir. Yeşil maymunlar Afrika'nın çoğu bölgesinde lezzetli bir yemek olarak görülmektedir.Virüsün maymunlardan insana iyi pişmemiş organlardan yada etlerin pişirilmeye hazırlanırken meydana gelebilecek kesik vb. gibi yaralardan bulaşmış olabileceğide düşünülmektedir.Çünkü bilindiği gibi virüsün bulaşma yollarının en önemlilerinden biri kandır.Hastalığın ilk insana bulaşması böyle olmuştur.Bundan sonra hastalık diğer insanlara seksüel birleşme ve uyuşturucu kullanımı ve kan transferleri sırasında yayılmıştır.Afrika devletlerinin bir çoğu bu görüşün mantıklı olduğunu savunmaktadır.Bu olayların hiçbiri ırkla ilgili değildir.Şunu unutmamak gerekir ki tek bir kişi değil tüm insanlık AIDS'in gelişmesinden sorumludur; ve bizde bu sorumluluğu paylaşmaktan ve bu öldürücü virüsün yayılmasını engellemekten sorumlu sayılırız.

    HIV Vücudu Nasıl Etkiler?

    AIDS'e neden olan virüs ilk defa 1983 yılında Dr.Luc Montagnier tarafından kaydedilmiş daha sonra Paris Pasteur Enstitüsündeki bilim adamları tarafından izlenmeye devam edilmiştir.Enstitü araştırmacıları virüse Lymphadenopathy-AssociatedVirüs (LAV) adını vermişlerdir.Çünkü bilim adamları virüse bir hastanın lenf düğümlerinde rastlamışlardı. Bu araştırmalarla aynı zamanlarda, başka bir yerde Dr.Robert Gallo ve meslekdaşları Ulusal Kanser Enstitüsü'nde yaptıkları araştırmalarda AIDS virüsünün izine rastladılar.Dr.Gallo ve meslekdaşları virüse Human T-Cell Lymphotropic Virüs III (HTLV-III) adını verdiler.Gallo ve personeli yeni tanımladıkları bu virüse benzeyen diğer virüsleride ayırarak ayrılan virüsler HTLV-I ve HTLV-II isimlerini verdiler.Yeni tanımlanan bu virüsün etiketlenmesinden sonra Uluslararası Virüs Sınıflandırma Komitesi (International Commite on The Taxonomy of Viruses) virüsün adını Human Immuno Deficiency Virüs HIV olarak belirledi. Halen tıbbi topluluklar virüsün tanımlanmasında bu ismi kullanmaktadır.

    HIV diğer virüslerden çok farklıdır.HIV virüsü retrovirüsler olarak bilinen özel bir aileye mensuptur. Retrovirüslerde diğer virüsler gibi sıkıca paketlenmiş bir genetik yapıya ve protein kılıfına sahiptir. Retrovirüsler genetik bilgilerini Deoxiribonukleikasit DNA yerine Ribunükleikasit RNA larında saklarlar. Retrovirüsler kendilerini eşlemek, yani viral RNA larından yeni bir DNA oluşturmak için 'reverse transcriptase' adı verilen bir enzimi kullanırlar.Yani oluşturulan DNA virüsün etkilemek istediği hücrenin DNA sıyla birleşir.Virüsün oluşturduğu DNA ile birleşen hücre DNA'sı provirüs olarak adlandırılır.

    hücre RNA'sının (RU5-U3R) konak hücreyle (LTR) birleşerek provirüsü (U3RU5LTR) oluşturması gösterilmektedir.Provirüs hücrenin genetik yapısının tamamını kendi kendini sürekli yenilemek için kullanır.Bu durumda retrovirüsler diğer virüslerde olduğu gibi yeni virüsler oluşturabilmek için gerekli mekanizmayı bulaştıkları hücreden temin ederler. HIV virüsünün ilk hedefi T-4 yardımcı hücresi (AKYUVAR) adı verilen beyaz kan hücreleridir.Akyuvarların görevi bağışıklık sistemini yöneterek istenmeyen organizmalara karşı vücudu korumaktır.HIV virüsü vücuda herhangi bir şerkilde bulaştıktan sonra, eğer hemen aktifleşirse, akyuvar hücrelerine saldırır ve hücrenin içine girer.Hücrenin içine girmesiyle birlikte akyuvar hücresinin genetik maddesini kullanarak kendini eşlemeye ve çoğalmaya başlar.Yeni virüs partikülleri kendilerini kan akıntısına bırakarak enfekte edecek yeni akyuvar hücreleri aramaya başlarlar.Bir akyuvar hücresinin içinde HIV bulunması bu hücrenin görevini kısmen yada tamamen yapamaması anlamına gelmektedir.Akyuvar sayısının azalması vücut bağışıklık sisteminin normal zamanda kolayca başedebileceği enfeksiyonlarla artık başedemeyecek duruma gelmesi demektir.Bu fırsatçı enfeksiyonlarla ilgili komplikasyonlar kişinin ölümüne neden olabilmektedir.Aşağıdaki şekilde HTLV-III Human T-Cell Lymphopatic Virüsünün şematik yapısı görülmektedir.

    Beyaz kan hücrelerinin diğer bir çeşidi olan makrofajlarda AIDS virüsü tarafından enfekte edilebilir.Makrofaj hücreleri kan dolaşım sisteminin dışında kalan bölgelerde mevcut olan organizmalarla savaşırlar.Makrofaj hücreleri beyine dahi taşınabilirler.HIV virüsü makrofaj hücrelerini kullanarak beyine girdiğinde glial hücrelerine saldırır.Bu hücreler sinir sistemi için yapısal destek ve izolasyon sağlayan hücrelerdir.Eğer virüs bu hücrelerin büyük bir kısmını yok ederse, kişinin akıl ve düşünme fonksiyonları tekrar onarılamıyacak bir hal alır. HIV virüsü hakkında açıklamalar kişiden kişiye farklılık göstermektedir.Çünkü enfeksiyonların sınırı insanların yakalandığı mantarsal, bakteriyel ve viral hastalıklarla birlikte çok geniştir.Fakat çok sık duyduğumuz iki hastalık Kaposis Sarcoma ve Pneumocystic Carinii Pneumonia'dir. Kaposis Sarcoma kan hücresi kanseri olarak bilinir.Kan kanseri hastalarının derilerinde portakal rengi bölgeler oluşmaya başlar.Bu bölgelerin vücut içinde olması ve dışarıdan görünmemeside olasılıklar dahilindedir.Zamanla oluşan bölgelerin sayısında ve büyüklüğünde iki kat artma görülür.Hastalık zaman geçtikçe vücudun her tarafını sarar. Pneumocystic Carinii Pneumonia AIDS hastalarında en çok görülen fırsatçı enfeksiyondur.Hastalığa protozoan adı verilen tek hücreli mikroskopik bir canlı organizma neden olur.PCP hastalrında hastalığın ortaya çıkmasıyla beraber şiddetli yorgunluk, kilo kaybı, ateş, kuru öksürük ve nefes almakta güçlük görülmeye başlar.Hastalığın şiddetli olması nedeniyle hastanın mutlaka bir hastanede kontrol altına alınması gerekir.PCP'de diğer AIDS ilgili hastalıklar gibi tedavi edilebilir; fakat bağışıklık sistemi ve ilgili problemlerin yok edilmesi mümkün olmamaktadır. AIDS hastaları, şakınlık, hafıza kaybı, denge kaybı, kekeleme, felç gibi problemeler oluşturabilen bazı enfeksiyonlardan kolayca etkilenebilirler.Bu problemler beyinin direk olarak HIV virüsü ile etkilenmesinden yada texaplasmosis (cryptoccoccal meningitis) adı verilen bir hastalıktan kaynaklanmaktadır.Görülen diğer hastalıkların HIV enfeksiyonu taşımayan kişilerde görülmesi çok nadirdir. AIDS tedavisinin bulunma süresi araştırmalar devam ettikçe değişmektedir.Bu arada araştırmacılar virüs ve hastalık hakkında daha fazla tecrübe edinmektedirler.Yapılan araştırmalar AIDS'in ortaya çıkma süresinin ortalama 7 ila 8 yıl olduğunu söylemektedir.Bazı vakalarda bu süreden daha sonra AIDS hastalığının görünmeye başladığı doğrulanmıştır.Halen kayıtlarda 10 yıl önce AIDS virüsü ile enfekte olmuş ve daha hiçbir AIDS belirtisi göstermemiş hastalar mevcuttur.


    AIDS ve İlgili Hastalıklarının Belirtileri Nelerdir?

    AIDS ve aynı virüs tarafından meydana getirilen diğer hastalıkların belirtileri hemen hemen aynıdır.Aynı soğuk ve gribin birbirleriyle özdeşleştirlmesi gibi.Fakat AIDS'e yada ilgili hastalıklarından birine yakalanmış bir kişi için bu belirtiler çok ısrarcıdır ve nedeni yok gibi görünür.Kişi hiçbir zaman kendisini neyin hasta ettiğini bulamaz ve hastalığın üstesinden gelemez.Çünkü sadece doktorlar ve konu ile ilgili araştırma yapan bilim adamları bu belirtileri teşhis edebilirler.Bu belirtilerin doktor tarafından açıklanan bir kısmı şöyledir:

    Fiziksel ve zihinsel aktiviteleri etkileyen, sebebi açıklanamayan aşırı bir yorgunluk
    Zayıflama yada diet gibi herhangi bir aktivite söz konusu olmadan iki aydan kısa bir sürede 7-10 kilo kaybı.
    Birkaç haftanın sonunda ateşin açıklanamayacak bir şekilde 39 derecenin üstüne çıkması
    Uyku sırasında kişinin üstünü sırılsıklam edecek derecede terleme
    Sebebi bilinmeyen bir şekilde vücuttaki salgı bezlerinin kabarması.(Özellikle boğazda, boyunda ve koltuk altında bulunan lenf bezlerinin kabarak en geniş halini alması)
    Dilin üzerinde ve ağız içinde beyaz noktalar yada lekelerin oluşması
    Israrla devam eden ishal
    Herhangi bir solunum enfeksiyonuyla meydana gelen ve çok uzun süren kuru öksürük
    Özellikle öksürükle birlikte oluşan nefes darlığı.
    Deri üstünde yada altında oluşan kat kat, yada yükselen bir şekilde leke ve şişliklerin meydana gelmesi.Başlangoçta çürükmüş gibi algılanabilir fakat bunlar zamanla kaybolmazlar ve genellikle etraflarındaki derilerden çok daha serttirler.

    AIDS'i Nasıl Önleyebilirim?

    AIDS'i Nasıl Önleyebilirim? Şüphesiz cinsel birleşmeden kaçınmak AIDS virüsünün bu yolla size bulaşmasını engelleyecektir.Fakat çoğu insan hayatlarında seksüel davranışlardan bir ölçüde olsa kaçınmak yerine bunu farklı kişilerle farklı yollarla denemeye devam etmektedir ve ne yazık ki günümüzde bu seçimi yapmış insanların bir çoğu sabah bir AIDS hastası olarak uyanmıştır. Seksüel birleşmeye girdiğiniz her kişi daha büyük bir risktir.Çünkü her yeni partner AIDS virüsüyle enfekte olma ihtimalini arttırmaktadır.Bu kendi hayatınızla RUS RULETİ oynamak gibidir.

    Latex prezervatifler AIDS virüsünün meydana getirdiği enfeksiyonlara karşı korunmanın en etkin yoludur.Çünkü prezervatifler virüsün bir kişiden diğerine geçmesini engelleyecek fiziksel bariyer görevi yaparlar.Bu nedenle, AIDS veya herhangi bir zührevi hastalığa yakalanma riskini azaltmak için prezervatif kullanılması gerekmektedir. Prezervatifler ayrıca oral sex esnasında meydana gelebilecek riskleri azaltmak içinde kullanılabilir.AIDS virüsünün bulaşma riskii engelleyebilecek nitelikte bir prezervatifin nasıl olması gerektiği 'Prezervatifler Hakkında Bilinmesi Gerekenler' bölümünde anlatılmıştır.

    Kişiler; hangi seksüel aktivitenin ne kadar riskli olduğunu öğrenerek, seksüel davranışlarını değiştirebilir ve böylece AIDS'e yakalanma riskinide azaltabilirler. AIDS bulaşma riski açısından az riskli diyebileceğimiz bir çok seksüel davranış olduğu bilinmektedir.Fakat; prezervatifsiz seksüel birleşme içeren aktivitelerin sonucunda kolayca AIDS bulaşabileceği unutulmamalıdır.Bu nedenle kişilerin kendilerini ve sevdiklerini AIDS tehlikesinden korumak için güvenli sex konusunda bilgilenmek için zaman ayırması gerekmektedir.

  • birebir sözlük

    18.05.2004 - 15:29

    Aslı teheteh programına dayanan kanal d de de yayından kaldırılınca 'ee napak barim antoloji sitesine bi çıkam' dierekten bugünün en çok okunanlar listesine girebilmiş olan bir deil iki kelimeden oluşan biirr ee biirrr ne bu? :)

  • leonardo da vinci

    17.05.2004 - 17:39

    7.5, 8 ve 8.5 luk kanonlara yeni bir boyut getiren,bilimselliği dini afallatacak kadar güzel kullanan ve altın sayı kuralına hayran olduum Prof.dr Mehmet öz den sonra gelen idolüm.

  • martı jonathan livingstone

    17.05.2004 - 17:07

    O kadar çok istedin ki 'olmamazlık' reddedildi.
    O kadar güzel odaklandın ki; olumsuzlukların hepsi gözlerini kıstığında uçup gitti.
    O kadar sert indi ki hırs ve olması gereken hızında,nefretle bencillik arasında gitti geldi ama hiç birine pas vermedi.
    Bir şeyler değişirken değişime ayak uydurup,dikkat çekmeyi önlemek yerine öncü olundu.
    Birinciyken sonuncuya selam verildi.
    Başarıldığında durulmadı devam edildi..

  • madonna

    17.05.2004 - 17:02

    Papa! Why dont u preach all of us? :))

  • evrim teorisi

    17.05.2004 - 16:52

    Ne zaman doğum anne rahminden ayrı bir yerde gerekleşecek işte o gün varlıkta reddedilmiş olucak.Of süper abi ya.Evrim teorisinin de anası ağlicak :) Ama benm merak ettiğim başka bişi..

  • demir demirkan

    17.05.2004 - 16:47

    DID U BEHAVE THE WAY THAT HE WANTS? (Bu bölüm süper!)

    LL U PLAY THE GOOD GIRL ONCE U WERE?

  • demir demirkan

    17.05.2004 - 16:46

    DID U FOLLOW BACK THE WAY U LEFT? ? ?

    LL U SWALLOW ALL THAT U SAID? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ?

  • demir demirkan

    17.05.2004 - 16:45

    Abicim süpersin be bundan sora ki albümün hepsünü full ing. yap hele bi 3.parça var perfecto!

    The little girl with a broken heart
    She lost her toys,she cries so hard
    Sheddin tears for me to see
    She comes runnin back to me

    ...

  • çile

    17.05.2004 - 16:36

    Çilek kelimesinin sonundaki k ünsüzünün düşmesiyle oluşan ve arap uygur alfabesinden günümüze kadar gelmeyi başaran bir kelimedir.

    Cümle içerisinde kullanacak olur isekte;

    Anne! Aplam çileleri vermio küne ben de yiyim..

  • aşk

    17.05.2004 - 16:33

    Efenim biz insanlar hormonlarla yönetilen birer varlıklarız.ee hal böle olunca da gel gör küne aşk beni neylemiş fln filan moduna giren ve de ayaı çehen çok oliyir.Önemli olan bu deil tabi.Saygı olmalı.Adam daa saymadan böle hemen ben bi sevip te gelem dior.Olmaz.

    Aşklan ilgili bayaa büle bi şarkılar vardır muhakkak.Efenim eski zamanlardan hala daa günümüzde o cazibesini kaybetmemiş ay lav yu ay lav yu du yu lav mi yes ay du lar var idi.Efenim bir mecnunla kerem bir aslıyla havva (karıştı ama neyse cinsel tercih işte)

    Lafın kısası :) aşk hormonel bir bozukluktur :))
    Reçeteyle birlikte doktorunuza başvurunuz

  • saçma şarkı sözleri

    20.04.2004 - 21:08

    İĞĞĞĞRRRRRREEEEEEEENNNNNNNNNNNÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇ

    Push me
    And then just touch me
    Do I can't get my satisfaction
    Satisfaction, satisfaction,
    satisfaction, satisfaction

    Push me
    And then just touch me
    Do I can't get my satisfaction
    Satisfaction, satisfaction,
    satisfaction, satisfaction

    Push me
    And then just touch me
    Do I can't get my satisfaction

    Push me
    And then just touch me
    Do I can't get my satisfaction

    Push me
    And then just touch me
    Do I can't get my satisfaction
    Satisfaction, satisfaction,
    satisfaction, satisfaction, satisfaction

  • tavşan

    19.04.2004 - 16:32

    62 ile basitçe ve slk bi şekilde çizilebilen bi kemirici heywoan
    Aynı zamanda 31.2=62 denkliinden dolayı da daa sora sex sembollerinden biri haline gelmiştir o kulakları(Playboy)

  • tanrı

    19.04.2004 - 16:29

    THEGODISNO*WHERE
    THEGODISNOW*HERE

    Bu kadar farklı..

  • ring

    19.04.2004 - 16:27

    Tam bir alıntı film işte yalnızca piyasası daha ii olduu için sinemalara taşınabildi.Ringu 2,Ringu 1 ve Ringu 0 adlı japon filmlerinden alıntıdır kendisi.Ufak bi farkla.Ringdeki atın gözü olayı Ringu da daha farklıydı bide kuyu meselesinde de bikaç farklılık var

  • üç şey

    19.04.2004 - 16:22

    EmekLe
    Yürü
    KOOOŞŞ..

Toplam 293 mesaj bulundu