Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk Gece trenlerine binme kaybolursun, Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun.
Korkusu kalmış içimizde terkedilmiş çocukların, Yitik yüzlü fotoğraflar duruyor siyah-beyaz. Kırık bir vazo masanın ortasında, Yıkık dökük odada, Susuz ve çiçeksiz..
Tasını tarağını toplayıp gidiyor gökyüzü tepemizden, Korkusunu bırakıyor içimize, Karanlığını. Yalnızlık gibi bir şey düşüveriyor yüreğimizden, Korkusu kalıyor içimizde, Susuzluğu.. Ne vakit kalırsa insan korkusuyla bir başına Ve yalnızlığı çığ gibi büyüyorsa, Sabahları erken kalkmalı daima, Traş olmalı, Saçını sakalını taramalı Ve en güzel giysilerle çıkmalı sokağa Ki gün doğmuyorsa bir daha Ve inancın kefesi bundan yanaysa Ve artık ölümse korkunun soğuk adı, Düşüvermişse yüreğimize, Yapacak bir şey kalmamıştır, Mutluluk adına…
Attila İLHAN
Metin Altıok – Kar
Kar var yaşadığımız günlerde. Umutsuzluk çevremizi kuşattı, Kıtlık kıran gündemde. Yine de ele güne karşı, Özenle saklıyorum yüreğimde Sana duyduğum aşkı, Dört yanım kar içinde
Nazım Hikmet – 21.1.924
Lambayı yakma, bırak, sarı bir insan başı düşmesin pencereden kara. Kar yağıyor karanlıklara. Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum. Kar… Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar.. Ve şehir kör bir insan gibi kaldı altında yağan karın. Lambayı yakma, bırak! Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların dilsiz olduklarını anlıyorum. Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum
Behçet Aysan – Dışarda Kar
Kar yağıyor dışarda sokak lambasına düşüyor ve serçeler üşüyor kenarları hafifçe yanmış sayfalarına kan sıçramış bir kitapta nazım hikmet okuyorum. dışarda kar yağıyor ve dağ lokantasına gidiyor zengin kasabalılar. kar yağıyor dışarda mektubun yeni gelmiş istanbul kokuyor. dışarda kar yağıyor seni seviyorum.
Sardunya’ya Ağıt
İkindiyin saat beşte Başgardiyan Rıza başta Karalar bastı koğuşa Ikindiyin saat beşte
Seyre durduk tantanayı Tutuklayıp sardunyayı Attılar dipkapalıya İkindiyin saat beşte
Yataklık etmiş zaar Suçu tevatür ve esrar Elbet bir kızıllığı var Ikindiyin saat beşte
Canların gözü yaşta, Aklı idamlık yoldaşta, Yeşil ölümle dalaşta İkindiyin saat beşte
Şiir: Can Yücel
Dörtlerin Gecesi (Ateşin ve Güneşin Çocukları)
(…) Özlenen ateş yakılmıştı sonunda Elden ele bütün dünyaya taşınmıştı Kıvılcım dansıydı gözlerdeki sevinç Kavga dağlarda bilinci kuşanmış Zindanlarda dirence sarılmıştı Ve haykıran dudaklar Her ihanet vakti çöl çöl yarılmıştı
Bir ağıttır belki Ağrı’da Zilan deresi Dersim’de Lac deresi bir kanlı şiir Oysa bir destandı Diyarbakır kalesi Ve Diyarbakır zindanında Ateşle sevişen ‘dörtlerin gecesi’
Ne ki zindan – ne ki tutsak olmak Ne ki kavga – ne ki dağlarda vurulmak Bir sehpada idam olmak ne ki İhanet utancıyla yaşamak var ya hani Onursuzluğun lağım çukurunda yok olmak Üniformalı bir Dehak önünde durmak Ve beyninin içindekileri bir bir kusmak Sonra bir et yığınına dönüşüp kalmak İşte buydu Diyarbakır zindanında yaşamak
Sesler ihanete dönüşürdü her gece Bir tas çorba – bir dilim ekmek uğruna İhanetler acılara dönüşürdü kalleşçe Acılar hep türkülere vururdu kendini
Etten ve kemikten insan olur mu Beyinsiz insan ayakta durur mu Aynı kavgaya gönlünü verenler Dostunu ihanet ile vurur mu
O zindan ki zincir sesidir şarkısı Her sözünde bir çığlık yükselir Her notasında bin öfke Her dizesinde bin isyan beslenir İsyan şiirlere Şiirler yüreklere seslenir O zindan ki her yemek vakti Tutsak ağızları kanla süslenir
Onur kaleleri yıkılırken birer birer Yüreklerde dal budak salar ihanetler Ve düşman kasetinde ü”ç önder Beyinlerini kusarak düşmana sergiler Aynı anda sıradan bir nefer Hiç aldırmadan önderlerinin sesine Tutsaklık içinde özgürlüğü söyler
Sus dostum sus – sözün yarıda kalsın Özgürlük dilinde kilitli kalsın Başlar eğilse de açılsın gözler Konuşan önderler geride kalsın
Ne zaman umutsuzluk çökse direncin kıyısına Bir acı saplanır yüreğin tam ortasına Koğuşlar susar Parmaklıklar durur Ranzalarda küllenen umutlar ağlar Geriye doğru atılan her adım Yakılan ateş üstüne yağmur diye yağar
Anlatılmaz bir destandır yaşanan Ne söze gelir ne saza Kırbaçlar sopalara ve zincirlere karışır Ölüler ayaklara dolanır geceleri Kanlı battaniyelere sarılır Her direnişte tabutlarla çıkılır dışarı Gözyaşları zılgıt seslerine katılır Elleri hep koynunda kalır kızların Anaların gözleri dikenli tellere takılır Bir acılı sessizlik sarar yürekleri Dicle’nin suları susuzluğa çakılır Kale burçlarındaki akbabalara Ve üniformalar giyinmiş yeni Dehak’lara Yalnızca zindanın mazgallarından bakılır
Bir adam çoğalır bir başına hücresinde Yüreği Kawa’dadır gözleri Babek’te Ateşler yanarken dağ doruklarında İhanet zindan karanlığında kol gezmekte Kawa’lara Babek’lere bir yandaş gerek Bu zindan karanlığına bir ateş gerek Çevrilen ihanet çarkını kırmak için Ölümü göğüsleyecek bir yoldaş gerek
Bir anda yırtılır zindan karanlıkları Sessiz bir gürültüyle sarsılır duvarlar Patlar bir beyinde Newroz ışıkları
Ey ateşin ve güneşin çocukları Hani bilincin sesi yüreklerimizde Gözlerimizde inancın sancakları nerede Bu gidişe dur demek gerekir bilirim Hücrede her saniyeyi bir yıl eylerim Bir ateş yaktık sönmesin diye hiçbir yerde O ateş sönerse yaşamayı neylerim Bu yüzden ü”ç kibrit ile Newroz günü Yüreğimi sizlere armağan eylerim
Ü”ç kibriti bayrak diye devralan Ki dağları delip dostlarına yol kılan Haykırdı ölüm haberini önde gidenin Özgürlüğü zindan karanlığında güneşleyenin
Ey bu kavgaya gönül verenler Ser yerine sır verenler Serden geçip de sır vermeyenler Bu zindan karanlığı yırtılsın diye Bu ihanet duvarları yıkılsın diye Newroz gecesi bir önder Ateşi bedeniyle zindanlara taşımıştır Ölürken bile hücresinde Bizlere kıştan baharı muştulamıştır Ateşi saraylara – kömürlerde değil Bir ışık uğruna yüreğinde yakmıştır
Silinmiyordu gözlerden süzülen yaşlar Aksın diyordu herkes – aksın Ağlamayı unutmuş gözler ağlasın Gözyaşları alev alev harlansın Dudaklarda tutuşup dillerde şahlansın
Ölen artık yüreklerde bir bayraktır İhanet yolunda durulan bir duraktır Karanlıkta bir çingi ateş Körlere yol gösteren bir ışıktır Atılan zılgıtlar bir başkadır o gün Bir bayram günü ölümü sevmek Ölümsüzlüğe duyulan bir aşkadır o gün
Dolaştı ü”ç kibrit elden ele sessizce Hücreden hücreye Koğuştan koğuşa gizlice Konuşuldu uğrun uğrun Tartışıldı geceler boyu ince ince Zindandan dağlara vurdu şavkını Dağlardan en kalabalık kentlere Dallarda çiçeklere verdi rengini Nehirlerde en coşkulu köpüklere Dolaştı yurdunu boydan boya Sazda kırılmayan tel Dilde susmayan söz oldu türkülere
Zindanda yürekler yine baskıda Eller bağlı – gövdeler askıda Ü”ç kibritin ateşi sönsün istenir İnançlar ihanete dönsün istenir Düşünceler zincire Sevgiler prangaya vurulsun istenir Yüreklerde çağlayan özgürlük suyu Bulana bulana durulsun istenir Üniformalı bir Dehak’ın şahsında Zalimin zulmü kurulsun istenir
Baskılar yetmezse itirafta bulunmalara Yapılan itiraflar dinletilir tutsaklara İşte biri – biri daha – biri daha Susardı bütün koğuşlar Dönerdi bir anda sessiz mezarlara Ve çığlık çığlığa o sessizlik Binlerce öfkeyi Binlerce isyanı doldururdu bakışlara
Ü”ç kibriti dörtlemek derdi bir ses Dört kibriti beslemek Ve ölümü isyan ateşleriyle düşlemek
Bir koğuş vardı koğuşlar içinde Ü”ç kibriti dörtleyenler yatardı içinde Dört yıldız gibiydiler yıldızlar içinde
Teslimiyete gönül verilirken önlerinde Ateşi çoğaltarak yakmak gerek dediler Ölüme yaşamak diye bakmak gerek dediler Sönüyorsa yakılan ateşler birer birer Ateşi bedenlerde çoğaltmak gerek dediler Oturdular her gece diz dize Önce ölümü sevmeyi öğrendiler Ve ölümde ölümsüzlüğün rengini gördüler Karardan Önce yurtlarında kalanlarını Çiçeklerinde açanlarını sordular Düş değildi yaşayıp gördükleri Sözlerini gelecek adına bir düş diye Dördü bir ağızdan hayra yordular Binlerce tutsak içinde Ve en kanlı kudurmuşluğunda vahşetin Ölüm cehenneminde bir cennet kurdular
Havasızlık içinde veremler yaratılırken Gardiyan hakimler ve savcı çavuşlarla Her gece mahkemeler kurulurken İnsanlar soyundurulup makatlar aranırken Hangi kuş konardı zindan penceresine Ve makatlara sigara takılıp yakılırken İnsanlar dört ayak ile yürütülürken Hangi bayrak çekilirdi onur kalesine
Ü”ç kibriti yüreklerinde dörtleyenler Açlığın ve yoksulluğun kötülüğünü gördüler Ama hiçbir şeyin Boyun eğmekten daha kötü olmadığını Ve boyun eğenlerin Yarınlara kalmadığını bildiler Her kötülüğün daha kötüsünü tartışıp Gözlerinde bütün korkuları sildiler Binlerce baskıdan ve küfürden sonra Newroz ateşi yakıp şiirler söylediler O günün adını milat koyup Ü”ç kibrit öncesi Ve ü”ç kibrit sonrası dediler
Ötsün diye kendi yuvasında kuş Açsın diye kendi dalında çiçek Gördüler ki yepyeni kibritler gerek Ateş olup yanmaktaysa bütün gerçek Yanarken türkü söyleyen canlar gerek Ateşi kanıyla tutuşturanlar gerek
Patladı zindanlarda yepyeni bir isyan seli Ölümdür sınayan insan yiğitliğini Ölümü bedenimizde boğmak gerek Ölümsüzlüğe varıp ölümlerde Dağlarda kır çiçeklerince çoğalmak gerek Ölümü gamzelerde çiçeklemek ve gülmek Gülmek ki yaşama bilenmek demek İlle de insan sıcağı kokarken koğuşlar Gülmek ki Kurumuş derelerde sellenmek demek Çöl kuraklığında güllenmek demek Var git dostum var git Kendin al bu gece nöbeti Bu gece ölmek Sonsuz bir ölümsüzlüğe yürümek demek
Aylardan mayıs ki dallarda çiçektir Toprakta bereket ve doğada renktir İnançta güzellik ve zamanda gelecektir
Dört yoldaş o gün baharın koynuna girdiler Ölümün alçaldığını gözleriyle gördüler Gömleklerini – kalemlerini ve saatlerini Anılsınlar diye sevdiklerine verdiler Ve dört ağızdan ü”ç kibritin ışıklı sesini Gök gürültüsünü çıldırtarak gürlediler
Bu ihanet girdabında boğulmadan Şahsımızda davamız son bulmadan Ve geriye dönüşler virus gibi çoğalmadan Canımızla bu ihanet çarkına dur demeliyiz Onur bayraklarını göğsümüze dikmeliyiz Kawa’nın örsüne koyup davamızı Yüreklerimizi körüklenen ateşlere sürmeliyiz Bu zindanda yolumuz aydınlıktır artık Ü”ç kibriti dörtle çarpıp bu gece Bütün şehitlere konuk gitmeliyiz
Saat dörtte dört canın etrafı dört duvar Duvarların ötesi mayıs gülleri ve bahar Analar ve bacılar ağlayacakmış ne çıkar Bu gece ‘dörtlerin gecesi’ Dört göğüste yar diye yalnızca ateş yanar Biri nöbet tutar – biri bildiri yazar Diğerleri dört kişilik bir ateş kurar
Zindan sessiz – zindan canlı bir mezar Gökyüzünde bir anda dört yıldız kayar Bütün dostlar uykuda Dörtlerin gözlerinde yalnız ateş var Dimdik başlarla Emin ve kararlı bakışlarla İhaneti durdurmak için ateşe yürüyorlar Dördü de yaşamaya sevdalı Özgürlüğe nişanlıydılar Tutsaklık kesmişti mutluluk yollarını Bu zindanda ölüme nikahlıydılar Bu ölüm ki özgürlüğün ilk adımı Tutsaklığın ve ihanetin kırılma anı
Takvimde on yedi mayıs kalkar On sekiz mayıs dörtlere bakar Dışarda güne hazırlanırken tomurcuklar Dört candan başka uykudadır bütün tutsaklar Dağ – taş ve zindan uykudadır Yalnızca dört özgürlük yolcusu O gece ölüme hesap sormaktadır
Yıllar boyu işkenceler içinde İhanetler ve direnmeler içinde Beklediler – beklediler de gelmedi ölüm Tuttular yakasından koydular önlerine Konuş be ölüm – konuş dediler Biz büyürüz sen böyle küçüldükçe Seninle kavgamız insanlık tarihiyledir Prometheus’tan Spartakus’e Bruna’dan Che Guewera’ya Ve Kawa’dan bizlere dek ateş iledir Gel de bağdaş kur soframıza ey ölüm Senin alçaldığını görmek Özgürlük adına sunulan canlar iledir
Zindan sessiz – zindan canlı bir mezar Dört can el ele bir demire sarıldılar Tinerler – neftler ve boyalar Zindanda dört can Kazan altında betona çakılmış birer çiviydiler Demirin beline sarılmış dört perçindiler Ve bir potada erimeye hazır cevherdiler
Haykırdı ü”ç kibrit yolunda önde giden Ateşi zindanlardan kentlere götüren Tamam mıyız Ü”ç yerine dört kibrit çıkarıp cebinden Yaktı yüreğindeki korlanan ateşten Tutuşan ateş Patlayan tinerlerin ve neftlerin sesi Dokunmasın hiç kimse Bu gece dörtlerin özgürlük gecesi Dört bin yılda yazılmış bir destanın Güneş diliyle söylenmiş ilk hecesi Böyle tutuşur – böyle yanar ancak Uzay çağında bir zindan gecesi
Bir havar yükseldi zindandan kırlara Dört ateşten dört kıvılcım düştü dağlara Dağlar tutuşup indi bağlara Dört ayrı ses yükseldi her ateşten Söndürmeyin ateşi Üfleyin korlara – üfleyin korlara
(…) Yak artık canlarla yakılan ateşleri Yak ki açılsın dünyanın körelmiş gözleri Yak ki yırtılsın geceler ışığınla Yak ki tarihi yeniden başlatsın Kawa’nın -ü”ç kibritin ve dörtlerin sözleri Yak ki yayılsın dünyaya Ateşin ve güneşin ölümsüz sesi
Adnan Yücel
EKMEK VE GÜL Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara “Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar Ve biz hâlâ analık ederiz onlara En zorlu iş, en ağır emek Ve çalışmak doğuştan mezara dek Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz Yaşamak için ekmek Ruhumuz için gül istiyoruz!
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız Ve türkümüzde onların kederli “Ekmek!” çığlıkları Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz İş ve ekmek istiyoruz Ama gül de istiyoruz
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden Bu ekmek ve gül türküleri Ve yineliyoruz hep bir ağızdan “Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”
James OPPENHEIM
Yapılacak bir tek şey var: HAYIR de! – Wolfgang Borchert Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt’a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!…
Sen. Normandiya’daki ana ve Ukranya’daki, sen Frisko ve Londra’daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi’ deki ve Hamburg ve Kore ve Oslo’daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var: HAYIR deyin!… Analar, HAYIR deyin!…
Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:
Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.
Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.
Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.
Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.
Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek, ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak, ufalanacak.
Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek, duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.
Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz. HAYIR demezseniz!…
Wolfgang BORCHERT Çeviri : Rahman HAYDAR
ulaş
hele ulaşa ulaşa ulaş benziyor güneşe ulaş kardaş can verirken görenlerin aklı şaşa
ulaş canım ulaş gülüm sana yakışmıyor ölüm sana demedim mi kardeş düşman hayin düşman zalim
ulaş benim gülüm güzel insanlığım yolum güzel kardeş sen öldükten sonra vallah billah ölüm güzel
döğünürüm yana yana haber olmadı mı sana yüreğindeki kırk kurşun ağır gelmiyor mu sana
şu boğazın günden yanı gitti gelmez ulaş hani bu dünya güzel olacak bu insan güzel olacak ulaş kardeş koç yiğidim görmeyecek güzel günü
dağlar taşlar geldi dile bu dünya kalır mı böyle öcümüz yerde kalamaz sinanıma selam söyle kadirime selam söyle
sinan kadir hüseyinim soylu dağım yüce kinim ulaş selam et dostlara bizi durduramaz ölüm
bu zalim günler günler geçecek bu zalim günler geçecek düşmanlar ağu içecek bundan sonra yeryüzünde çiçekler ulaş açacak çiçekler kadir açacak çiçekler ilkay açacak bundan sonra yeryüzünde çiçekler dostluk açacak
generaller generaller kızıl kanda kanlı eller sizi de yeneriz bir gün bize türk milleti derler
hele ulaşa ulaşa ulaş benziyor güneşe ancak sen ölürsün böyle böyle yiğit biz ölürüz düşmanların aklı şaşa ulaş benziyor güneşe bundan sonra yeryüzünde hep çiçekler ulaş aça
yaşar kemal
Ertuğrul Ağıdı Gökte bulut yan yan gider Yaralarından kan gider Töresi batası dünya Kahpe kalır şahan gider
Ortadoğunun dumanı Jandarma bilmez amanı Ertuğrul’a düğün ettik Ot biçim, orak zamanı
Ortadoğunun yolları Gide gide kavuşuyor Ertuğrulu vuran faşist Albaylarla konuşuyor
Osman seni Osman seni Yoz yetirmiş ustan seni Vururlar mı arkasından Sizde “arkadaş” diyeni
Halkın bağrından biçtiler Birer birer hepimizi Başarmadan ölmek yoktu Böylem’ettik kavlimizi
Hasına canım hasına Haber salın babasına Okulda bir yiğit ölmüş Kuşlar dönüyor yasına Yavan yerdi yavan değil Sabırlıydı söven değil Hayata tümüyle tutkun Bir şey seçip seven değil
Kapılara faşist gelmiş Var mı demiş, sor mu demiş Ankaranın kanlıları Ertuğrulu vur mu demiş
Yumasalar yumasalar Yol üstüne komasalar Bilen olur bilmez olur Garip öldü demeseler
Doğruya yiğit doğruya Canavar girdi sürüye Ölür mü yiğit olanlar Ertuğrul benzer diriye.
Not: Gülten Akın’ın 1977’de ODTÜ’de öldürülen Ertuğrul Karakaya için yazdığı ağıt.
Eskisi Gibi Seneler sürer her günüm Yalnız gitmekten yorgunum Zannetme sana dargınım Ben gene sana vurgunum
Başkalarına gülsem de Senden uzak kalsam da Sevmediğini bilsem de Ben gene sana vurgunum
Dağları aşınca başım Geri kaldı her yoldaşım Gel sevgilim gel kardaşım Ben gene sana vurgunum
nahit hanımGönlüm seninkine yardı Aynı şeyleri duyardı Ayaklarımız uyardı Ben gene sana vurgunum
İtilmiş tekmelenmişim Doğduğum günde yanmışım Yalnız sana güvenmişim Ben gene sana vurgunum
Sabahattin Ali
Herkes biliyor (Everybody Knows) Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken herkes biliyor, savaşın bittiğini herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini
herkes biliyor, dövüşün hileli olduğunu fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir hep böyle gider herkes biliyor
herkes biliyor, geminin su aldığını herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini herkeste bu buruk duygular sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi
herkes ceplerine konuşur herkes bir kutu çikolata ve uzun bir gül ister herkes biliyor
herkes biliyor, beni sevdiğini bebeğim herkes biliyor, gerçekten sevdigini herkes biliyor, sadık oldugunu bir iki akşam eksik, fazla herkes biliyor, ihtiyatlı oldugunu ama tanışman gereken o kadar çok insan vardı ki giysilerin olmadan ve herkes bunu biliyor
herkes biliyor,herkes biliyor hep böyle gider herkes biliyor
herkes biliyor, ya şimdi ya asla herkes biliyor, ya ben ya sen herkes biliyor, senin sonsuza dek yaşadığını ve sen bir iki replik okudugunda herkes biliyor anlaşmanın çürük olduğunu yaşlı kara joe hala pamuk topluyor senin kurdelaların ve omuzlukların için ve herkes biliyor
ve herkes biliyor, salgının yaklaştıgını herkes biliyor, hızlı hareket ettiğini herkes biliyor, çıplak adamın ve kadının sadece geçmişin parlayan birer kalıntıları oldugunu herkes biliyor, sahnenin öldüğünü ama yatagında bir sayaç olacak açığa vuran herkesin bildiği şeyi
herkes biliyor, başının belada olduğunu herkes biliyor, neler yaşadıgını calvarynin tepesindeki kanlı çarmıhtan malibu sahillerine kadar herkes biliyor, parçalara ayrıldıgını bu kutsal kalbe son bir kez bak patlamadan önce ve herkes biliyor
herkes biliyor,herkes biliyor hep böyle gider herkes biliyor
Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
Gece trenlerine binme kaybolursun,
Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun.
Korkusu kalmış içimizde terkedilmiş çocukların,
Yitik yüzlü fotoğraflar duruyor siyah-beyaz.
Kırık bir vazo masanın ortasında,
Yıkık dökük odada,
Susuz ve çiçeksiz..
Tasını tarağını toplayıp gidiyor gökyüzü tepemizden,
Korkusunu bırakıyor içimize,
Karanlığını.
Yalnızlık gibi bir şey düşüveriyor yüreğimizden,
Korkusu kalıyor içimizde,
Susuzluğu..
Ne vakit kalırsa insan korkusuyla bir başına
Ve yalnızlığı çığ gibi büyüyorsa,
Sabahları erken kalkmalı daima,
Traş olmalı,
Saçını sakalını taramalı
Ve en güzel giysilerle çıkmalı sokağa
Ki gün doğmuyorsa bir daha
Ve inancın kefesi bundan yanaysa
Ve artık ölümse korkunun soğuk adı,
Düşüvermişse yüreğimize,
Yapacak bir şey kalmamıştır,
Mutluluk adına…
Attila İLHAN
Metin Altıok – Kar
Kar var yaşadığımız günlerde.
Umutsuzluk çevremizi kuşattı,
Kıtlık kıran gündemde.
Yine de ele güne karşı,
Özenle saklıyorum yüreğimde
Sana duyduğum aşkı,
Dört yanım kar içinde
Nazım Hikmet – 21.1.924
Lambayı yakma, bırak,
sarı bir insan başı
düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor
karanlıklara.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.
Kar…
Üflenen bir mum gibi söndü
koskocaman ışıklar..
Ve şehir
kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.
Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum
Behçet Aysan – Dışarda Kar
Kar yağıyor dışarda
sokak lambasına düşüyor
ve serçeler
üşüyor
kenarları hafifçe yanmış
sayfalarına kan
sıçramış
bir kitapta
nazım hikmet
okuyorum.
dışarda kar yağıyor
ve dağ lokantasına
gidiyor
zengin
kasabalılar.
kar yağıyor dışarda
mektubun yeni gelmiş
istanbul
kokuyor.
dışarda kar yağıyor
seni seviyorum.
Sardunya’ya Ağıt
İkindiyin saat beşte
Başgardiyan Rıza başta
Karalar bastı koğuşa
Ikindiyin saat beşte
Seyre durduk tantanayı
Tutuklayıp sardunyayı
Attılar dipkapalıya
İkindiyin saat beşte
Yataklık etmiş zaar
Suçu tevatür ve esrar
Elbet bir kızıllığı var
Ikindiyin saat beşte
Dirlik düzenlik kurtulur,
Müdür koltuğa kurulur
Çiçek demire vurulur
İkindiyin saat beşte
Canların gözü yaşta,
Aklı idamlık yoldaşta,
Yeşil ölümle dalaşta
İkindiyin saat beşte
Şiir: Can Yücel
Dörtlerin Gecesi
(Ateşin ve Güneşin Çocukları)
(…)
Özlenen ateş yakılmıştı sonunda
Elden ele bütün dünyaya taşınmıştı
Kıvılcım dansıydı gözlerdeki sevinç
Kavga dağlarda bilinci kuşanmış
Zindanlarda dirence sarılmıştı
Ve haykıran dudaklar
Her ihanet vakti çöl çöl yarılmıştı
Bir ağıttır belki Ağrı’da Zilan deresi
Dersim’de Lac deresi bir kanlı şiir
Oysa bir destandı Diyarbakır kalesi
Ve Diyarbakır zindanında
Ateşle sevişen ‘dörtlerin gecesi’
Ne ki zindan – ne ki tutsak olmak
Ne ki kavga – ne ki dağlarda vurulmak
Bir sehpada idam olmak ne ki
İhanet utancıyla yaşamak var ya hani
Onursuzluğun lağım çukurunda yok olmak
Üniformalı bir Dehak önünde durmak
Ve beyninin içindekileri bir bir kusmak
Sonra bir et yığınına dönüşüp kalmak
İşte buydu Diyarbakır zindanında yaşamak
Sesler ihanete dönüşürdü her gece
Bir tas çorba – bir dilim ekmek uğruna
İhanetler acılara dönüşürdü kalleşçe
Acılar hep türkülere vururdu kendini
Etten ve kemikten insan olur mu
Beyinsiz insan ayakta durur mu
Aynı kavgaya gönlünü verenler
Dostunu ihanet ile vurur mu
O zindan ki zincir sesidir şarkısı
Her sözünde bir çığlık yükselir
Her notasında bin öfke
Her dizesinde bin isyan beslenir
İsyan şiirlere
Şiirler yüreklere seslenir
O zindan ki her yemek vakti
Tutsak ağızları kanla süslenir
Onur kaleleri yıkılırken birer birer
Yüreklerde dal budak salar ihanetler
Ve düşman kasetinde ü”ç önder
Beyinlerini kusarak düşmana sergiler
Aynı anda sıradan bir nefer
Hiç aldırmadan önderlerinin sesine
Tutsaklık içinde özgürlüğü söyler
Sus dostum sus – sözün yarıda kalsın
Özgürlük dilinde kilitli kalsın
Başlar eğilse de açılsın gözler
Konuşan önderler geride kalsın
Ne zaman umutsuzluk çökse direncin kıyısına
Bir acı saplanır yüreğin tam ortasına
Koğuşlar susar
Parmaklıklar durur
Ranzalarda küllenen umutlar ağlar
Geriye doğru atılan her adım
Yakılan ateş üstüne yağmur diye yağar
Anlatılmaz bir destandır yaşanan
Ne söze gelir ne saza
Kırbaçlar sopalara ve zincirlere karışır
Ölüler ayaklara dolanır geceleri
Kanlı battaniyelere sarılır
Her direnişte tabutlarla çıkılır dışarı
Gözyaşları zılgıt seslerine katılır
Elleri hep koynunda kalır kızların
Anaların gözleri dikenli tellere takılır
Bir acılı sessizlik sarar yürekleri
Dicle’nin suları susuzluğa çakılır
Kale burçlarındaki akbabalara
Ve üniformalar giyinmiş yeni Dehak’lara
Yalnızca zindanın mazgallarından bakılır
Bir adam çoğalır bir başına hücresinde
Yüreği Kawa’dadır gözleri Babek’te
Ateşler yanarken dağ doruklarında
İhanet zindan karanlığında kol gezmekte
Kawa’lara Babek’lere bir yandaş gerek
Bu zindan karanlığına bir ateş gerek
Çevrilen ihanet çarkını kırmak için
Ölümü göğüsleyecek bir yoldaş gerek
Bir anda yırtılır zindan karanlıkları
Sessiz bir gürültüyle sarsılır duvarlar
Patlar bir beyinde Newroz ışıkları
Ey ateşin ve güneşin çocukları
Hani bilincin sesi yüreklerimizde
Gözlerimizde inancın sancakları nerede
Bu gidişe dur demek gerekir bilirim
Hücrede her saniyeyi bir yıl eylerim
Bir ateş yaktık sönmesin diye hiçbir yerde
O ateş sönerse yaşamayı neylerim
Bu yüzden ü”ç kibrit ile Newroz günü
Yüreğimi sizlere armağan eylerim
Ü”ç kibriti bayrak diye devralan
Ki dağları delip dostlarına yol kılan
Haykırdı ölüm haberini önde gidenin
Özgürlüğü zindan karanlığında güneşleyenin
Ey bu kavgaya gönül verenler
Ser yerine sır verenler
Serden geçip de sır vermeyenler
Bu zindan karanlığı yırtılsın diye
Bu ihanet duvarları yıkılsın diye
Newroz gecesi bir önder
Ateşi bedeniyle zindanlara taşımıştır
Ölürken bile hücresinde
Bizlere kıştan baharı muştulamıştır
Ateşi saraylara – kömürlerde değil
Bir ışık uğruna yüreğinde yakmıştır
Silinmiyordu gözlerden süzülen yaşlar
Aksın diyordu herkes – aksın
Ağlamayı unutmuş gözler ağlasın
Gözyaşları alev alev harlansın
Dudaklarda tutuşup dillerde şahlansın
Ölen artık yüreklerde bir bayraktır
İhanet yolunda durulan bir duraktır
Karanlıkta bir çingi ateş
Körlere yol gösteren bir ışıktır
Atılan zılgıtlar bir başkadır o gün
Bir bayram günü ölümü sevmek
Ölümsüzlüğe duyulan bir aşkadır o gün
Dolaştı ü”ç kibrit elden ele sessizce
Hücreden hücreye
Koğuştan koğuşa gizlice
Konuşuldu uğrun uğrun
Tartışıldı geceler boyu ince ince
Zindandan dağlara vurdu şavkını
Dağlardan en kalabalık kentlere
Dallarda çiçeklere verdi rengini
Nehirlerde en coşkulu köpüklere
Dolaştı yurdunu boydan boya
Sazda kırılmayan tel
Dilde susmayan söz oldu türkülere
Zindanda yürekler yine baskıda
Eller bağlı – gövdeler askıda
Ü”ç kibritin ateşi sönsün istenir
İnançlar ihanete dönsün istenir
Düşünceler zincire
Sevgiler prangaya vurulsun istenir
Yüreklerde çağlayan özgürlük suyu
Bulana bulana durulsun istenir
Üniformalı bir Dehak’ın şahsında
Zalimin zulmü kurulsun istenir
Baskılar yetmezse itirafta bulunmalara
Yapılan itiraflar dinletilir tutsaklara
İşte biri – biri daha – biri daha
Susardı bütün koğuşlar
Dönerdi bir anda sessiz mezarlara
Ve çığlık çığlığa o sessizlik
Binlerce öfkeyi
Binlerce isyanı doldururdu bakışlara
Ü”ç kibriti dörtlemek derdi bir ses
Dört kibriti beslemek
Ve ölümü isyan ateşleriyle düşlemek
Bir koğuş vardı koğuşlar içinde
Ü”ç kibriti dörtleyenler yatardı içinde
Dört yıldız gibiydiler yıldızlar içinde
Teslimiyete gönül verilirken önlerinde
Ateşi çoğaltarak yakmak gerek dediler
Ölüme yaşamak diye bakmak gerek dediler
Sönüyorsa yakılan ateşler birer birer
Ateşi bedenlerde çoğaltmak gerek dediler
Oturdular her gece diz dize
Önce ölümü sevmeyi öğrendiler
Ve ölümde ölümsüzlüğün rengini gördüler
Karardan Önce yurtlarında kalanlarını
Çiçeklerinde açanlarını sordular
Düş değildi yaşayıp gördükleri
Sözlerini gelecek adına bir düş diye
Dördü bir ağızdan hayra yordular
Binlerce tutsak içinde
Ve en kanlı kudurmuşluğunda vahşetin
Ölüm cehenneminde bir cennet kurdular
Havasızlık içinde veremler yaratılırken
Gardiyan hakimler ve savcı çavuşlarla
Her gece mahkemeler kurulurken
İnsanlar soyundurulup makatlar aranırken
Hangi kuş konardı zindan penceresine
Ve makatlara sigara takılıp yakılırken
İnsanlar dört ayak ile yürütülürken
Hangi bayrak çekilirdi onur kalesine
Ü”ç kibriti yüreklerinde dörtleyenler
Açlığın ve yoksulluğun kötülüğünü gördüler
Ama hiçbir şeyin
Boyun eğmekten daha kötü olmadığını
Ve boyun eğenlerin
Yarınlara kalmadığını bildiler
Her kötülüğün daha kötüsünü tartışıp
Gözlerinde bütün korkuları sildiler
Binlerce baskıdan ve küfürden sonra
Newroz ateşi yakıp şiirler söylediler
O günün adını milat koyup
Ü”ç kibrit öncesi
Ve ü”ç kibrit sonrası dediler
Ötsün diye kendi yuvasında kuş
Açsın diye kendi dalında çiçek
Gördüler ki yepyeni kibritler gerek
Ateş olup yanmaktaysa bütün gerçek
Yanarken türkü söyleyen canlar gerek
Ateşi kanıyla tutuşturanlar gerek
Patladı zindanlarda yepyeni bir isyan seli
Ölümdür sınayan insan yiğitliğini
Ölümü bedenimizde boğmak gerek
Ölümsüzlüğe varıp ölümlerde
Dağlarda kır çiçeklerince çoğalmak gerek
Ölümü gamzelerde çiçeklemek ve gülmek
Gülmek ki yaşama bilenmek demek
İlle de insan sıcağı kokarken koğuşlar
Gülmek ki
Kurumuş derelerde sellenmek demek
Çöl kuraklığında güllenmek demek
Var git dostum var git
Kendin al bu gece nöbeti
Bu gece ölmek
Sonsuz bir ölümsüzlüğe yürümek demek
Aylardan mayıs ki dallarda çiçektir
Toprakta bereket ve doğada renktir
İnançta güzellik ve zamanda gelecektir
Dört yoldaş o gün baharın koynuna girdiler
Ölümün alçaldığını gözleriyle gördüler
Gömleklerini – kalemlerini ve saatlerini
Anılsınlar diye sevdiklerine verdiler
Ve dört ağızdan ü”ç kibritin ışıklı sesini
Gök gürültüsünü çıldırtarak gürlediler
Bu ihanet girdabında boğulmadan
Şahsımızda davamız son bulmadan
Ve geriye dönüşler virus gibi çoğalmadan
Canımızla bu ihanet çarkına dur demeliyiz
Onur bayraklarını göğsümüze dikmeliyiz
Kawa’nın örsüne koyup davamızı
Yüreklerimizi körüklenen ateşlere sürmeliyiz
Bu zindanda yolumuz aydınlıktır artık
Ü”ç kibriti dörtle çarpıp bu gece
Bütün şehitlere konuk gitmeliyiz
Saat dörtte dört canın etrafı dört duvar
Duvarların ötesi mayıs gülleri ve bahar
Analar ve bacılar ağlayacakmış ne çıkar
Bu gece ‘dörtlerin gecesi’
Dört göğüste yar diye yalnızca ateş yanar
Biri nöbet tutar – biri bildiri yazar
Diğerleri dört kişilik bir ateş kurar
Zindan sessiz – zindan canlı bir mezar
Gökyüzünde bir anda dört yıldız kayar
Bütün dostlar uykuda
Dörtlerin gözlerinde yalnız ateş var
Dimdik başlarla
Emin ve kararlı bakışlarla
İhaneti durdurmak için ateşe yürüyorlar
Dördü de yaşamaya sevdalı
Özgürlüğe nişanlıydılar
Tutsaklık kesmişti mutluluk yollarını
Bu zindanda ölüme nikahlıydılar
Bu ölüm ki özgürlüğün ilk adımı
Tutsaklığın ve ihanetin kırılma anı
Takvimde on yedi mayıs kalkar
On sekiz mayıs dörtlere bakar
Dışarda güne hazırlanırken tomurcuklar
Dört candan başka uykudadır bütün tutsaklar
Dağ – taş ve zindan uykudadır
Yalnızca dört özgürlük yolcusu
O gece ölüme hesap sormaktadır
Yıllar boyu işkenceler içinde
İhanetler ve direnmeler içinde
Beklediler – beklediler de gelmedi ölüm
Tuttular yakasından koydular önlerine
Konuş be ölüm – konuş dediler
Biz büyürüz sen böyle küçüldükçe
Seninle kavgamız insanlık tarihiyledir
Prometheus’tan Spartakus’e
Bruna’dan Che Guewera’ya
Ve Kawa’dan bizlere dek ateş iledir
Gel de bağdaş kur soframıza ey ölüm
Senin alçaldığını görmek
Özgürlük adına sunulan canlar iledir
Zindan sessiz – zindan canlı bir mezar
Dört can el ele bir demire sarıldılar
Tinerler – neftler ve boyalar
Zindanda dört can
Kazan altında betona çakılmış birer çiviydiler
Demirin beline sarılmış dört perçindiler
Ve bir potada erimeye hazır cevherdiler
Haykırdı ü”ç kibrit yolunda önde giden
Ateşi zindanlardan kentlere götüren
Tamam mıyız
Ü”ç yerine dört kibrit çıkarıp cebinden
Yaktı yüreğindeki korlanan ateşten
Tutuşan ateş
Patlayan tinerlerin ve neftlerin sesi
Dokunmasın hiç kimse
Bu gece dörtlerin özgürlük gecesi
Dört bin yılda yazılmış bir destanın
Güneş diliyle söylenmiş ilk hecesi
Böyle tutuşur – böyle yanar ancak
Uzay çağında bir zindan gecesi
Bir havar yükseldi zindandan kırlara
Dört ateşten dört kıvılcım düştü dağlara
Dağlar tutuşup indi bağlara
Dört ayrı ses yükseldi her ateşten
Söndürmeyin ateşi
Üfleyin korlara – üfleyin korlara
(…)
Yak artık canlarla yakılan ateşleri
Yak ki açılsın dünyanın körelmiş gözleri
Yak ki yırtılsın geceler ışığınla
Yak ki tarihi yeniden başlatsın
Kawa’nın -ü”ç kibritin ve dörtlerin sözleri
Yak ki yayılsın dünyaya
Ateşin ve güneşin ölümsüz sesi
Adnan Yücel
EKMEK VE GÜL
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hâlâ analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır emek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız
Ve türkümüzde onların kederli “Ekmek!” çığlıkları
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun
Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz
İş ve ekmek istiyoruz
Ama gül de istiyoruz
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden
Bu ekmek ve gül türküleri
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”
James OPPENHEIM
Yapılacak bir tek şey var: HAYIR de! – Wolfgang Borchert
Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt’a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!…
Sen. Normandiya’daki ana ve Ukranya’daki, sen Frisko ve Londra’daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi’ deki
ve Hamburg ve Kore ve Oslo’daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden
yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
HAYIR deyin!… Analar, HAYIR deyin!…
Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:
Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut
kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri
öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi
rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.
Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük
çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.
Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.
Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda
donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.
Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.
Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak
ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş
bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,
ufalanacak.
Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız
ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç
soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar
arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,
duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.
Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
HAYIR demezseniz!…
Wolfgang BORCHERT
Çeviri : Rahman HAYDAR
ulaş
hele ulaşa ulaşa
ulaş benziyor güneşe
ulaş kardaş can verirken
görenlerin aklı şaşa
ulaş canım ulaş gülüm
sana yakışmıyor ölüm
sana demedim mi kardeş
düşman hayin düşman zalim
ulaş benim gülüm güzel
insanlığım yolum güzel
kardeş sen öldükten sonra
vallah billah ölüm güzel
döğünürüm yana yana
haber olmadı mı sana
yüreğindeki kırk kurşun
ağır gelmiyor mu sana
şu boğazın günden yanı
gitti gelmez ulaş hani
bu dünya güzel olacak
bu insan güzel olacak
ulaş kardeş koç yiğidim
görmeyecek güzel günü
dağlar taşlar geldi dile
bu dünya kalır mı böyle
öcümüz yerde kalamaz
sinanıma selam söyle
kadirime selam söyle
sinan kadir hüseyinim
soylu dağım yüce kinim
ulaş selam et dostlara
bizi durduramaz ölüm
bu zalim günler günler geçecek
bu zalim günler geçecek
düşmanlar ağu içecek
bundan sonra yeryüzünde
çiçekler ulaş açacak
çiçekler kadir açacak
çiçekler ilkay açacak
bundan sonra yeryüzünde
çiçekler dostluk açacak
generaller generaller
kızıl kanda kanlı eller
sizi de yeneriz bir gün
bize türk milleti derler
hele ulaşa ulaşa
ulaş benziyor güneşe
ancak sen ölürsün böyle
böyle yiğit biz ölürüz
düşmanların aklı şaşa
ulaş benziyor güneşe
bundan sonra yeryüzünde
hep çiçekler ulaş aça
yaşar kemal
Ertuğrul Ağıdı
Gökte bulut yan yan gider
Yaralarından kan gider
Töresi batası dünya
Kahpe kalır şahan gider
Ortadoğunun dumanı
Jandarma bilmez amanı
Ertuğrul’a düğün ettik
Ot biçim, orak zamanı
Ortadoğunun yolları
Gide gide kavuşuyor
Ertuğrulu vuran faşist
Albaylarla konuşuyor
Osman seni Osman seni
Yoz yetirmiş ustan seni
Vururlar mı arkasından
Sizde “arkadaş” diyeni
Halkın bağrından biçtiler
Birer birer hepimizi
Başarmadan ölmek yoktu
Böylem’ettik kavlimizi
Hasına canım hasına
Haber salın babasına
Okulda bir yiğit ölmüş
Kuşlar dönüyor yasına
Yavan yerdi yavan değil
Sabırlıydı söven değil
Hayata tümüyle tutkun
Bir şey seçip seven değil
Kapılara faşist gelmiş
Var mı demiş, sor mu demiş
Ankaranın kanlıları
Ertuğrulu vur mu demiş
Salihliden çağrılıyor
Kazma kürek deriliyor
Düğününe varacakken
Ölüsüne varılıyor
Yumasalar yumasalar
Yol üstüne komasalar
Bilen olur bilmez olur
Garip öldü demeseler
Doğruya yiğit doğruya
Canavar girdi sürüye
Ölür mü yiğit olanlar
Ertuğrul benzer diriye.
Not: Gülten Akın’ın 1977’de ODTÜ’de öldürülen Ertuğrul Karakaya için yazdığı ağıt.
Eskisi Gibi
Seneler sürer her günüm
Yalnız gitmekten yorgunum
Zannetme sana dargınım
Ben gene sana vurgunum
Başkalarına gülsem de
Senden uzak kalsam da
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum
Dağları aşınca başım
Geri kaldı her yoldaşım
Gel sevgilim gel kardaşım
Ben gene sana vurgunum
nahit hanımGönlüm seninkine yardı
Aynı şeyleri duyardı
Ayaklarımız uyardı
Ben gene sana vurgunum
İtilmiş tekmelenmişim
Doğduğum günde yanmışım
Yalnız sana güvenmişim
Ben gene sana vurgunum
Sabahattin Ali
Herkes biliyor (Everybody Knows)
Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu
herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken
herkes biliyor, savaşın bittiğini
herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini
herkes biliyor, dövüşün hileli olduğunu
fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir
hep böyle gider
herkes biliyor
herkes biliyor, geminin su aldığını
herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini
herkeste bu buruk duygular
sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi
herkes ceplerine konuşur
herkes bir kutu çikolata
ve uzun bir gül ister
herkes biliyor
herkes biliyor, beni sevdiğini bebeğim
herkes biliyor, gerçekten sevdigini
herkes biliyor, sadık oldugunu
bir iki akşam eksik, fazla
herkes biliyor, ihtiyatlı oldugunu
ama tanışman gereken o kadar çok insan vardı ki
giysilerin olmadan
ve herkes bunu biliyor
herkes biliyor,herkes biliyor
hep böyle gider
herkes biliyor
herkes biliyor, ya şimdi ya asla
herkes biliyor, ya ben ya sen
herkes biliyor, senin sonsuza dek yaşadığını
ve sen bir iki replik okudugunda
herkes biliyor anlaşmanın çürük olduğunu
yaşlı kara joe hala pamuk topluyor
senin kurdelaların ve omuzlukların için
ve herkes biliyor
ve herkes biliyor, salgının yaklaştıgını
herkes biliyor, hızlı hareket ettiğini
herkes biliyor, çıplak adamın ve kadının
sadece geçmişin parlayan birer kalıntıları oldugunu
herkes biliyor, sahnenin öldüğünü
ama yatagında bir sayaç olacak
açığa vuran
herkesin bildiği şeyi
herkes biliyor, başının belada olduğunu
herkes biliyor, neler yaşadıgını
calvarynin tepesindeki kanlı çarmıhtan
malibu sahillerine kadar
herkes biliyor, parçalara ayrıldıgını
bu kutsal kalbe son bir kez bak
patlamadan önce
ve herkes biliyor
herkes biliyor,herkes biliyor
hep böyle gider
herkes biliyor
Leonard Cohen