Tarhan Tekelioglu Adlı Üyenin Nedir Yazıları ...

  • ahmet kabaklı

    13.06.2003 - 03:36

    Damda Deve Aranır mı?

    Tasavvuf'un 'fakrı' yaşayan sultanı İbrahim Edhem, tahtında otururken, bir gece sarayının damında iri dev adımlarla dolaşır gibi gürültüler, sallantılar takırtılar duydu.

    Padişahın damında gezmek kimin haddine! İbrahim Edhem de şaşırdı. 'Bu gezenler insan olamaz, peri gezindi her halde' diye düşündü. Ama meraktaydı.

    Derken hiç görülmemiş çehrede adamlar, karşısında belirdiler.

    - Kaybımız var sultanım, onu ararız, dediler

    - Neyinizi kaybettiniz ey güzel kişiler?

    - Develerimizi yitirdik, onu ararız...

    - İyi ama, damda deve arandığını kim görmüştür?

    Hiç görülmemiş çehrede adamlar, işte o zaman taşı gediğine koydular:

    - Peki öyleyse sultanım... Tahtı üzerinde oturup saltanat sürerken Allah'ı arayan adamın, Allah'ı bulduğunu kim görmüştür?

    (Mevlâna, Mesnevî)

    Bu sözden sonra, İbrahim Edhem'i tahtı üzerinde gören olmamıştır. Belki Kafdağı'na gitmiştir, belki alelâde bir su kenarına, hiç bir şeye ihtiyaç duymayan 'fakr'ın son derecesini yaşamıştır. Ancak kendi gözünden ve halkın gözünden ırak olduktan sonra Zümrüdüanka misali, âlemde meşhur olmuştur.

    İbrahim Edhem, tasavvufta, Allah için yapılan, ona kavuşmak için katlanılan büyük feragatin timsalidir. Fakir iken fakrı dervişliği yaşamak belki kolaydır: Ağzını harama sürmemişsin, büyük lezzet, süslü elbise, kuş sütü eksik sofralar, birbirinden güzel cariyeler, bir emrinle ihya olan, öbür fermanınla başı kesilen binlerce insan görmemişsin... Bir de ahlâkın, itikadın, imanın var:

    - Az yemiş, az konuşmuş, malda mülkte hırslı olmamış, iradeni namazla oruçla, çalışma ile güçlendirmişsin... Bu da zor ama, sultan iken yokluğu, yoksulluğu seçmekten çok kolay.

    Tasavvufta bu büyük tecrübeyi, bu büyük feragati yapan hükümdar İbrahim Edhem'dir. Allah yolunda varını yok etmenin son ölçüde kâmil insanıdır. Tasavvufta erişilmez, 'ideal' tip'tir. 'Ders'tir ve ibrettir.

    Bundan ötürü, bütün mutasavvıflar gibi ve Yunus gibi Mevlâna da onu çok sever. Mesnevi'de birçok kıssalar, birçok hikmetler İbrahim Edhem üzerine kurulmuştur.

    İnsan, böyle bir timsale baktıkça düşünür:

    Acaba can vermek, mal vermekten kolay mıdır? Gönlü ve iradesi ile saltanat terketmek o kadar müşkül müdür? Bu olmayacak bir şey midir ki, İbrahim Edhem, esasen bir feragat yolu terk felsefesi, malı mülkü hiçe saymak düşüncesi olan Tasavvuf'un tarihinde, destanında, efsanelerinde bile tektir?

    Neden hakikaten, 'damda deve arar gibi' biz böyle Allah yolunda, iman yolunda, vatan yolunda tac ve tahtından, mal ve mülkünden saltanat ve nüfuzundan feragat etmiş İbrahim Edhem'leri ararız? Çevremizi kurcalayarak, devrimizi silkeleyerek, tarihi kulaçlayarak ararız da yine İbrahim Edhem'lere pek rastlayamayız.

    Aksine, saltanatı, malı mülkü, kudreti ele geçirmek için çılgınlıklar yapanın, kan dökenin, hileye, dalkavukluğa, namussuzluğa bile başvuranın haddi hesabı yoktur.

    Buna karşılık, tatlı canını vermek o kadar kolay mı ki... Can maldan daha az mı değerli ki... Hayrettir canına kıyanlar, intihar edenler, ölmek isteyenler yığın yığın görülmüştür.

    Ayrıca din yolunda, vatan yolunda, tasavvuf 'terîk'inde şehitler, milyonlarcadır. Aşk uğruna ölenler az değildir. Daha basit, daha adi şeyler için, hatta para için ölümü göze alanlar çoktur.

    Ahmet Kabaklı

    Son yazısı (19.11.2000)

  • türk edebiyatı vakfı

    13.06.2003 - 03:33

    Türk Edebiyati Vakfi

    Türk Edebiyati Vakfi'nin Kurulusu

    1978 yilinda Ahmet Kabakli hocanin baskanliginda kuruldu. Ancak vakif haline gelmeden önce TÜRK EDEBIYATI CEMIYETI 'nin (1970) bünyesinde; memleketin belli basli fikir ve sanat adamlari bir araya gelmislerdi. Ahmet Kabakli, Nihat Sami Banarli, Tarik Bugra, Mehmet Kaplan, Mumtaz Turhan, Sevinc Çokum, Emine Isinsu, Gültekin Samanoglu, Mehmet Çinarli, Necip Fazil Kisakürek, Arif Nihat Asya, Zeki Ömer Defne, Erol Güngor, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtas gibi ilim ve fikir adamlari yaninda pekçok siyasi sahsiyette cemiyet bünyesinde yer aldi. Cemiyetin yayin organi olarak Ocak 1972 yilinda TÜRK EDEBIYATI dergisi yayina basladi. Böylece Cemiyet, Dergi ile daha genis muhitlere ulasma imkani buldu. Daha sonra da (1978) Türk Edebiyati Vakfi kuruldu.

    Dergi

    Bugüne kadar bircok sanat ve fikir hareketine öncülük eden Türk Edebiyati Vakfi, sayisi pekcok olan degerli mensuplari ile Türk milletinin geçmisi ve bugünü, eski ve yeni edebiyatçilar, çagdas ve klasik sanatlar arasindaki yakinlasmayi bu Türk Edebiyati Dergisi ile saglamaktadir. Türk Edebiyati Dergisi Nisan 1995'de 258. sayisini yayimladi.25 yildan beri, Türk ülkelerinin edebiyati ile tanismamizi sagladi. Türk Edebiyatlari özel sayisi çikardi. Azeri edebiyati, Kazak Sairleri, Üsküplü, Bulgaristanli, Kibrisli sairlerin siirlerini yayinladi. Zamanimizin gerçekten Sultanü's Suarasi diyebilecegimiz Necip Fazik Kisakürek, Mehmet Kaplan, Tarik Bugra, Osman Yüksel, Ahmet Yesevi, Omer Seyfettin, Nasreddin Hoca gibi özel sayilar nesrettik.
    Yine ülkemizin seçkin yazarlari, Türk Edebiyati dergisinde birbirin güzel yazilar yaziyorlar.

    Yayin

    Ayrica Vakif yayinlari bulunmaktadir. Basta Ahmet Kabakli hocanin 5 ciltlik Orhun yazitlarindan (Destan devrinden) günümüze kadar bütün edebiyat verimlerini kucaklayan eseri vakfimiz tarafindan yayinlanmaktadir. Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti külliyati, degerli yazarlarimizin kitaplari yayinlanmistir. Yeni dönemdede genis bir yayin programi hazirlanmaktadir.

    Sohbetler

    Vakfin diger sosyal ve kültür faaliyetlerine gelince: Sultanahmet Divanyolu 14 nolu binamizda gelenek haline dönüsen 'ÇARSAMBA SOHBETLERI' Ekim ayi ike takip eden yilin Haziran ayi sonuna kadar devam eder. Bu sohbetlerde ülkemizin çesitli edebi ve kültür davalari konusulmaktadir.

    Üniversiteden hocalarin, ilim, fikir ve sanat aleminin taninmislari tarafindan konferanslar verilir. Açik oturumlar, sempozyumlar düzenlernir.

    Yarismalar

    Gençler arasi yazi, siir yarismalari düzenlenmektedir.

    Gençlik günleri, siir günleri, Asiklar söleni, Yazar ve okuyucun bulustugu sohbet toplantilari Vakif bünyesinde yapilmaktadir.

    Tarihi mekanlarin gezileri, uzmanlariyla birlikte Camiler, Türbeler, Saraylar, toplu halde gezilir. Istanbul disindaki sehirlerimizde program dahilinde özel günlere ý stý rak edilir. Konferanslar, açik oturumlar verilir.

    Kurslar

    Her sene oldugu gibi Vakif dersanemizde Osmanlica kursu, Klasik Türk Musikisi koro çalismasi, Ebru, Hat yazi kurslari duzenlenmektedir. Bu sene Türk Dili ve Edebiyatinin degisik uygulamali çalismalarida yapilmaktadir. Hitabet, yazi, güzel konusma gibi... Bunlarin programlari da her yil calisma dönemlerinde peyderpey ilan edilecektir.


    Ilave bilgi icin Türk Edebiyati Vakfi'nin Sultanahmetteki Genel Merkezine muracaat edilebilir.
    Tel: +90 (212) 526 16 15 - 527 50 32
    Fax: +90 (212) 513 77 49
    Divanyolu Cad. No:14 Sultanahmet/Istanbul

  • ahmet kabaklı

    13.06.2003 - 03:31

    03.05.1958 TERCÜMAN

    IRTICA...

    Ahmet KABAKLI

    Bir memlekette “fikir” olmayinca “fikir hürriyetsizligi”, o da olmayinca softalik, yobazlik meydana gelir. Yaratmiyan, gelismiyen, bir yaraya merhem olmayan her zihniyet geri ve irticaîdir: Yurdun gerçekleri ve ihtiyaçlari karsisinda düsüneceksiniz:

    — Maddi ve mânevi yükselmemiz için ne lâzimdir, ne degildir? Halki yoksulluktan, hastaliktan, ahlâksiz, vicdansiz ve terbiyesiz olmaktan ne kurtarabilir? Iste ileri ve inkilâpçi olmanin düsturu... Bilâkis bizi hürriyetsiz, adaletsiz, düzensiz, ahlâksiz bir toplum olmaya yöneltecek fikir ve davranislari muhakeme ediniz: Iste irticain ve kötülügün teshisi...

    Fikrin kisirlastigi ve kendini açikça gösteremedigi toplumlarda yobazlik hüküm sürer. Diktatörler yobazlara dayanir. Bütün matbuati ve nesriyati tek fikir halinde hizaya getirmedikçe diktatör rahat edemez. Ileri ve hür toplumlarda (kanuna aykiri olmayan) düsünceler itham ve ceza görmeksizin birbirleri ile vurusur ve bundan “barika-i hakikat“ dogar. “Hareket haline gelmis yobazlik” demek olan irticai önleyebilecek tek silâh fikir ve düsünce terbiyesidir.

    Her fikir yeni ve ileri olarak dogar fakat zaman onu geride birakir. Devlet veya âdet baskisi ile onu oldugu gibi ayakta tutmaya çalisirsaniz hür fikri söndürmüs, yobazligi, taassubu desteklemis olursunuz... Bir memlekete maddiyat da lâzimdir mâneviyat da. Millî yükselise din baska sekilde hizmet eder, ilim ve teknik baska sekilde.

    — Bunlardan ikisi de gereklidir. Ikisine de muhtaciz. Ikisinin de islâhi ve yücelmesi yolunda elden geleni yapmaliyiz... derseniz yobaz olmayan, iyi terbiye görmüs bir kafaniz var demektir.

    Ama bizim beyler böyle mi yapiyor? Hayir, körükörüne bir kuru kavga, fikirsiz, izansiz, gözü bagli bir mücadele sürüp gitmektedir. Bazilari var: “Allah” kelâmindan, “Mevlit” sesinden, cami ve minare silüetinden rahatsiz olurlar. Tanriyi, dini, mukaddes seyleri alenen inkâr etmekten ilerilik (!) hazzi duyuyorlar. Bunlarin karsisinda bir baska yobaz grubu din bezirgânligi ve iman siyaseti yapar. Telefonun, radyonun, sinemanin “haram ve küfür” oldugunu iddia eder. “Çinili banyoda yikanan dinsiz olur”, “kadin murdardir camiye giremez” diye tutturur. Mübarek Kur'ân'i bir fizik kitabi sanip, “âyet”ler arasinda atom ve hidrojen bombasi, feza gemisi aramaya kalkar.

    Bu çifte yobazlar karsi karsiya geçmis hür düsüncenin canina kiyacak sekilde kursun atisiyorlar. Araya giren vuruluyor. Size de buyur ediyorlar.

    — Ya bizdensin, ya onlardan. Baska türlü olamazsin! Kimi “irticaya tâviz verdin” diyor, kimi “dinden çikip kâfir oldun”.

    — Hayir efendim. Ne mürteciyiz, ne de kâfir. Akli selimin bize dönmesi için harcaniyoruz. Ve canimiz tende, elimiz kalemde oldukça hiçbir yana tâviz vermeksizin ugrasacagiz. Bizim ülkü edindigimiz Türkiye'de “Nurcular” risale dagitmiyacak, vâizler kadin gögüslerini nakislamiyacak.


    undefined


    undefined
    More...


    undefined
    [Close]


    undefined
    [Close]


    undefined

  • ahmet hamdi tanpınar

    13.06.2003 - 03:24

    Bu metin Bahçe dergisinin 22. sayý sý ndan alý nmý þ tý r.
    ANTALYALI GENÇ KIZA MEKTUP

    .
    Ahmet Hamdi TANPINAR


    Mektubunuza vaktinde cevap veremedim. Maalesef kâtibim yok. Halbuki þ air, muharrir ve üniversite hocasý olarak iþ im epey fazla. Lise sý ný flarý ný , vaktiyle efsanevî denebilecek uzak bir çað da, yani 1918-1919 yý llarý arasý nda, benim gibi Antalya'da okuyan ve beni merak eden bir genci hiçbir þ ekilde bekletmek istemezdim.

    Edebiyatý gerçekten seviyor musunuz? Eserlerimle temasý ný z var mý ? Buralarý ný bilmiyorum. Mektubunuzda beni layý ký yla okuduð u-nuzu gösteren bir emareye rastlamadý m. Yalný z, lise talebesisiniz ve Antalya'dasý ný z. Yani 1918-1919 yý llarý arasý nda aþ að ý yukarý benim yaþ adý ð ý m hayatý yaþ ý yorsunuz. Ý þ te size bunun için yazý yorum. Bulunduð unuz memleketin, belki de orada doð dunuz, hayatý mda mühim bir yeri vardý r. Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarý ný seyrederek, benim gençlið imde þ imdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaþ ý rken ilk þ iirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan baþ ka bir þ ey yapamayacað ý mý anladý m. Yavaþ yavaþ bir hülya adamý oldum. Hayatý mý herhangi bir antolojide bulabilirsiniz.1901'de doð dum. Babam ka-dý ydý . Bu yüzden çocukluð um daha ziyade onun Anadolu'da tayin olduð u yerlerde geçti. Ý s-tanbul'da iki memuriyet arasý nda kalý yorduk. Ergani madeninde üç yaþ ý mda iken bir gün ken-dime rastladý m. Çok karlý bir gündü. Ben sý cak ve buð ulu bir camdan karla örtülü bayý ra baký -yordum. Sonra birdenbire kar tekrar yað maya baþ ladý . Bir çeþ it çok lezzetli bir hayranlý k içinde kalmý þ tý m. Bu âný her karlý günde hatý rlar ve yað masý ný beklerim.

    Ergani'den sonra Sinop'a gittik (1908-1910) . Orada denizle dost oldum. Çocukluð umun en büyük zevki bir berzahta kurulu þ ehrin iki yaný ndaki deniz ký yý sý nda oynamaktý . Tophane tarafý nda (asý l ticaret limaný ;) bir yerde Delibaþ diye bir ustaný n gemi imalâthanesi vardý . Ben yedi, sekiz yaþ ý mda bu geminin gönüllü iþ çileri içindeydim. Fakat arka taraftaki kumlukta dalgalarý n geliþ ini seyretmekten hoþ laný rdý m. Sonradan Þ ile ve Kilyos'a benzedið ini öð ren-dim. Hiçbirisi kumluk sahilde dalgalarý n birbiri ardý nca çý ð lar halinde geliþ i kadar güzel ola-maz. Siirt'te uzak dað lara akþ am saatlerinde çöken yalný zlý ð ý ve yý ldý zlý geceleri taný dý m. Yazlarý çok sý cak olan bu memlekette damlarda yatardý k. Yý ldý zlý gece beni büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu. Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep yý ldý zlarla meþ guldü. Sý rrý n içinde yüzerdim. Buna akþ am saatlerinde uzak dað larý n o korkunç yalný zlý ð ý ný , o ezici morluð u ilave edin. Kerkük'te yine damlarda yatardý k (1913-1914) . Yine gece ve yý ldý zlar. Þ imdi kaybettið imiz bu þ ehre on üç yaþ ý mda gelmiþ tik. Üç evde oturduk. Üçünün de geniþ bahçeleri vardý .

    Antalya'ya 1916 sonbaharý nda geldik. Epeyce büyümüþ tüm. Tek baþ ý ma, geceleri deniz ký yý sý nda veya kayalý klarda, Hastahanebaþ ý 'nda gezmek hakký m vardý . Karanlý k epeyce inip de kayalarý n gölgesi beni korkutana kadar orada kalý rdý m. Denizin iki manzarasý beni çý ldý r-tý rdý . Biri bu kayalarý n sahile bakan yerinde sabah ve akþ am saatlerinde durgun denizin ý þ ý -ð ý yla dipteki taþ ve yosunlarla aldý ð ý manzara, biri de öð le saatlerinde güneþ vuran suyun el-mas bir havuz gibi geniþ lemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük manalarý olan þ eylerdi. Bu manalar sade güzel deð ildiler, bana bir türlü çözemedið im bir hakikati veya sý rrý anlatý -yorlardý . Bir gün Ý stanbul'a tahsile gönderecekleri gün, Hastahanebaþ ý 'na giden bu manzara ile bir daha karþ ý laþ tý m. Fakat büsbütün baþ ka þ ekilde. Dostlarý m Ali Kemahlý ile Nail'in evle-rine gidiyordum. Bu evle yandaki evin arasý ndaki boþ luktan yine güneþ in bütün bir saltanat içinde dinlendið i durgun denizi gördüm. Hiçbir þ ey insana bu kadar yaký n ve buna rað men ezici þ ekilde güzel olamazdý . Manzara, söyledið im gibi, benim için yeni deð ildi. Gideceð im evin denize bakan herhangi bir yerinden Nail ile dama oynadý ð ý mý z taraçadan da görebilirdim. Fakat o anda yeni bir þ ey gibi görüyordum. Bir iki dakika büyülenmiþ gibi bu manzaraya baktý ð ý mý hatý rlý yorum. Denizin ve aydý nlý ð ý n dersi miydi? Böyle olsa bile o anda zihnimde herhangi bir vuzuh yoktu. Sadece mühim bir þ ey olduð unu biliyordum. Zaten gördüklerimi zihnî hayatý ma nakledebilecek bir bilgim yoktu. O devirlerde bu þ iire adamaký llý kendimi ve-receð im devirdi. Çocuk denecek seviyede ve sadece roman okumayý seven bir adamdý m. Bu-nunla beraber, çözülmesi gereken psikolojik bir muamma karþ ý sý nda bulunduð umu ve bunun benim gördüð üm þ eyle kaynaþ an þ ey arasý nda halledileceð ini sezdim. Bu manzaraný n sý rrý ný çözebilsem, çözersem, çözebilirsem kendim için her þ eyi halletmiþ olacað ý ma kani idim. Fa-kat henüz çare ve fý rsatlara sahip deð ildim. Bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatý labilecek bir histi. Fakat galiba bu da yetmez, hakikat þ u ki, üzerimde bir türlü çözemedið im bir sý r, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapý yordu.

    1921 yý lý nda tekrar Antalya'ya tatil için döndüð üm zaman bir gün yine Hastahanebaþ ý yolunda iki evin arasý nda tekrar güneþ le birleþ miþ , güneþ in havuzu ve sarayý olmuþ bu su ile karþ ý laþ tý m. Manzara sadece muhteþ emdi. Fakat bu güzellik bana acayip bir ölüm düþ üncesi arasý ndan geldi. Hiçbir þ ey bu kadar insana yaký n, buna rað men bu kadar ezici, ondan ayrý olamazdý . Bu, þ iire adamaký llý kendimi verdið im sene idi. Bir çok þ air okumuþ tum. Yahya Kemal'i, Haþ im'i taný yordum. Zannederim ki, o gün kendi þ iirimin benim dý þ ý mda örneð ini gördüm. Bunu gerçekten anladý m mý ? Bir insan kendisini ancak hayatý ný n küçük meselelerin-den sý yrý ldý ð ý yahut onlarý zihnî bir þ ekle soktuð u zaman bulabilir. Talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir. Fakat ona eriþ ebilmemiz için çok þ eylerden kurtulmamý z lazý mdý r. Bu, bende çok geç oldu.1921 yý lý nda ise, ben henüz bu çað da deð ildim. Dilin dý þ ý nda hiçbir þ eyin üzerinde duramý yordum. Ayný günlerde, yine bulunduð umuz memlekette denizin bir baþ ka manzarasý yla karþ ý laþ tý m. Güvercinlik denen deniz mað arasý ný gördüm. Bu mað ara suyun hücûmuyle, açý lý p kapanan aydý nlý ð ý yle benim için mühim bir þ ey oldu. Dedið im gibi, gör-düklerimi henüz küçük bir keþ if haline getirecek seviyede deð ildim. Fakat estetið imin temeli olan rüya fikri, biraz da bu mað araya bað lý dý r. Huzur romaný mda Antalya'dan bahis vardý r. Hastahanebaþ ý 'ndaki kayalar, güvercinlik ve deniz, Mümtaz'ý n iç hayatý ný n adeta örgüsünü yaparlar. Fakat dikkatli okumak, gizli bað larý bulmak lazý mdý r. Bütün roman bu iç zemin üs-tüne düþ er. Ý stanbul denizi ve Boð aziçi geceleri gene bu senelerde gelir. Fakat asý l hayaller dünyaný n bir tarafý ný çocukluð umun yý ldý zlý geceleri ve insana yalný z nefsinin ve aczinin sem-bolü dað lar, bir tarafý ný deniz üzerine anlattý klarý m teþ kil eder. Bunlar benim þ iirlerimin 'algebre' tarafý dý r diyebilirim. Yý ldý zlý gece ve denize, dað ý n içimizde uyandý rdý ð ý yalný zlý k duygusundan gittim. Deniz insanla durmadan konuþ ur. Bununla beraber yalný zlý k duygusu benden gitmiþ deð ildir. Bittabi bu manzaralarý bu þ ekilde örebilmem için hayata Ý stanbul gibi bir deniz þ ehrinden bakmam gerekirdi. Þ iirde ve fikirde ilk ve galiba yüzünü gördüð üm son hocam Yahya Kemal oldu. Haþ im'i daha evvel okumuþ ve sevmiþ tim. Bu iki þ air bana kendi-lerinden evvelkileri unutturdular. Yahya Kemal'in derslerinden -fakülte hocamdý - ayrý ca eski þ iirlerin lezzetini tattý m. Gâlib'i, Nedîm'i, Bâkî'yi, Nâilî'yi ondan öð rendim ve sevdim. Yahya Kemal'in üzerimdeki asý l tesiri þ iirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzellið idir. Dilin kapý sý ný bize o açtý . Bazý larý bu tesiri baþ ka türlü görüyorlar. Hakikatte estetið imiz ayrý -dý r. Yalný z millet ve tarih hakký ndaki fikirlerimde bu büyük adamý n mutlak denecek tesiri vardý r. Beþ Þ ehir adlý kitabý m onun açtý ð ý düþ ünce yolundadý r, hatta ona ithaf edilmiþ ti. Ý ki defasý nda da bu kitap bulunduð um yerde basý lmadý ve ben bu ithafý yapamadý m. Bende asý l büyük tesir, Fransý z þ iirinden ve bu þ iirin, Baudelaire-Mallarme-Valery kolundan geliyor. Fakat bu çizgi de tam deð ildir. Gerard de Nerval diye çok mühim bir Fransý z þ airini, Hoffmann ve Edgar Allan Poe'yu, Faust'u ile Goethe'yi, Dede Efendi'yi, Mozart ve Beetho-ven'i, Bach'ý , sevdið im Fransý z ve Ý talyan ressamlarý ný , Fransý z 'impressioniste' ressamlarý n mühimini, bazý modernlerin payý ný da ayý rmak lazý mdý r. Nihayet bütün bunlara bence an sev-dið im romancý olan Marcel Proust'u da ilave etmek gerekir. Asý l estetið im Valery'yi taný dý k-tan sonra (1928-1930) yý llarý nda teþ ekkül etti. Bu estetið i veya þ iir anlayý þ ý ný rüya kelimesi ve þ uurlu çalý þ ma fikirleri etrafý nda toplamak mümkündür. Yahut da musý kî ve rüya, Valery'nin, 'velev ki, rüyalarý ný yazmak isteyen adam bile azami þ ekilde uyaný k olmalý dý r, ' cümlesini, 'en uyaný k bir gayret ve çalý þ ma ile dildeki bir rüya halini kurma, ' þ eklinde deð iþ tirin, benim þ iir anlayý þ ý m çý kar.

    'Ne içindeyim zamaný n' þ iiri, þ iir halini, kozmosla insaný n birleþ mesini nakleder ki, bir çeþ it murakabe (içine dalma) ve rüya halidir. Görüyorsunuz ki, hakikî romaný n tesadüfleri ve tuhaflý klarý ile alâkasý yoktur. Zaten rüyaný n kendisinden ziyade, benim þ iir anlayý þ ý mda, bazý rüyalara içimizde refakat eden duygu mühimdir. Asý l olan duygu bu duygudur. Musikî burada iþ e girer. Çünkü bu duygu musikîþ inas olmamak þ artý yla musikî sevenlerde bu sanatý n uyandý rdý ð ý hisse benzer. Bunu, yaþ adý ð ý mý zdan baþ ka bir zamana gitmek diye tarif edebilirim. Baþ ka türlü ritmi olan ve mekanla, eþ ya ile içten kaynaþ an bir zaman.

    Ý kinci þ iir 'Boð azda Akþ am', þ iirin örgüsünü anlatý r. Bu þ iirde realite olarak tek bir bulut vardý r. Akþ amla bu bulut deð iþ ir, fakat biraz kavis olur ve ölür. Attý ð ý çý ð lý klar camlarda tutuþ ur, fakat biraz sonra tekrar bir yý ldý z olarak gelir, Boð az sularý nda yüzer. Böylece bir bulut, bir obje etrafý nda bir atmosferin kurulmasý hikayesi. Burada musikî ile bir benzerlik vardý r. Musikî durmadan deð iþ ir. Deð iþ erek aleminizi içimizde kurar.

    Bunlarý n dý þ ý nda þ iirin yapý sý , yahut neticeye bizi vardý rarak çalý þ maný n kendisi gelir. Bence þ iir bir þ ekil meselesidir. Þ ekil her þ eyden evvel dilin vezin ve kafiye ve þ iire ait dið er kaideler yavaþ yavaþ bizde þ ahsî bir teknik haline gelirler. Ve dile bu sayede, evvelâ kendi sesimiz, ve biraz da o yolla ve onunla beraber benlið imiz, iç hayat tecrübelerimiz girer. Sesten çok bahsettim; çünkü insan biraz da sestir. Sesimiz nab-zý mý zla deð iþ ir. Alelade konuþ ma aný nda bile -eð er çok umumi bir þ eyden bahsetmiyorsak- sesimiz daima deð iþ ir. Hislerimiz, heyecanlarý mý z, bütün iç varlý ð ý mý z sesimizdedir. Çý ð lý k þ iirin yapý sý dý r. Bütün mesele dili bir sesin kendisi yapmaktý r. Bu, adý m adý m, yani mý sra mý sra olur. Þ u halde her mý sra þ ekildir. Sanatta hocalarý mdan biri olan ve þ iirlerini çok beð en-dið im Stephane Mallarme mý sraý , 'bir çok kelimeden yapý lmý þ hususi bir dalgalanmasý olan tek ve uzun bir kelime, ' diye tarif eder ki, çok doð rudur. Valery ise, þ airde kulað ý n daima uyaný k bulunmasý gerektið ini söyler ki, ayný þ eydir. Çünkü kulað ý mý z þ iir iþ lerinde en büyük kontroldür. Bence þ iir meselelerinde en güç þ ey, insaný n, kulað ý yla tam bir iþ birlið i yapmasý -dý r. O hem sizin olmalý , hem de sizi idare edecek kadar dý þ arý ný zda, hâttâ tarafsý z olmalý . An-cak bu þ ekilde þ iir nað me olur. Bizi his ve heyecanlarý mý za esir olmaktan kulað ý mý zý n dikkati kurtarý r. O yavaþ yavaþ þ iirle aramý za girer, eseri geçici hislerimizin ifadesi olmaktan kurtarý r. Dilin hamuruna gerektið i gibi þ ekil vermemizi temin eder. Þ iir hakký nda bu tarz düþ ünen, onu sonunda insandan ayý ran bir adamý n niçin roman yazdý ð ý ný þ imdi bana sorabilirsiniz. O zaman size derim ki, þ iir, söylemekten ziyade bir susma iþ idir. Ý þ te o sustuð um þ eyleri hikaye ve ro-manlarý mda anlatý rý m. Onun için mümkün olduð u kadar kapalý alemler olmasý ný istedið im þ iirlerimin anahtarlarý ný roman ve hikayelerim verir.

    Þ iir ve sanat anlayý þ ý mda Bergson'un zaman telakkisinin mühim bir yeri vardý r. Pek az okumakla beraber o da borçlu olduð um insanlardandý r. Fakat 1932 yý llarý nda Schopenhauer ve Nietzsche'yi çok okuduð umu da hatý rlatayý m. Rüya meseleleri beni Freud ve psikanalist-lere götürdü.

    Ý þ te sanatý m hakký ndaki fikirlerimi öð rendiniz. Ne kazandý ný z? Orasý ný bilmem. Ken-dime gelince... Ý nsan o kadar mühim deð ildir. Ben herkes gibiyim.

    Bu mektubu biraz da çocukluð uma göndermiþ gibiyim. Bilmem liseniz hâlâ eski ye-rinde, yani Ambarlý 'da mý ? Sizinle konuþ urken, sizi hep orada tasavvur ettim. Bana vaktiyle olduð um genç adamý hatý rlattý ný z. Onun heyecan ve coþ kunluð unu yaþ adý m. Size teþ ekkür ederim. Arkadaþ larý ný za ve hocalarý ný za selam ve dostluklarý mý , baþ arý dileklerimi söyleyin.

    Minnettarý m. Mesut ve çalý þ kan olun, aziz yavrum.

  • ahmet hamdi tanpınar

    13.06.2003 - 03:21

    AHMET HAMDİ TANPINAR
    ----------

    23 Haziran 1901'de İstanbul'da doğdu. Baytar mektebini bırakarak girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden 1923'te mezun oldu. Erzurum, Konya ve Ankara liseleriyle, Gazi Eğitim Enstitüsü ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı, aynı akademide estetik ve sanat tarihi dersleri verdi.1939'da İstanbul Üniversitesi'ne Yeni Türk Edebiyatı Profesörü olarak atandı. Maraş Milletvekili olarak 1942-1946 yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bulundu. Bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptı ve Güzel Sanatlar Akademisinde eski görevinde çalıştıktan sonra 1949 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne yeniden döndü. Bu görevde iken 24 Ocak 1962'de İstanbul'da öldü.

    ESERLERİ

    ŞİİR:
    Bütün Şiirleri (1976-1981)

    ROMAN:
    Mahur Beste (1944-1975)
    Huzur (1949-1983)
    Sahnenin Dışındakiler (1973)
    Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961-1977)
    Aydaki Kadın (1987)

    ÖYKÜ:
    Abdullah Efendi'nin Rüyaları (1943-1983)
    Yaz Yağmuru (1955-1983)
    Hikayeler (Kitaplaşmayan iki hikayesiyle birlikte tüm öyküleri,1983)

    DENEME:
    Beş Şehir (1946-2001)
    Edebiyat Üzerine Makaleler (1969-1977)

    ANILAR:
    Yaşadığım Gibi (1970-1977)

    ANTOLOJİLER:
    Tevfik Fikret (1937-1944)
    Namık Kemal (1942)
    Yahya Kemal (1940-1982)
    19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (1942-1985)

  • ahmet hamdi tanpınar

    13.06.2003 - 03:15

    NE ICINDEYIM ZAMANIN

    Ne icindeyim zamanin,
    Ne de busbutun disinda;
    Yekpare genis bir anin
    Parcalanmis akisinda,

    Bir garip ruya rengiyle
    Uyumus gibi her sekil,
    Ruzgarda ucan tuy bile
    Benim kadar hafif degil.

    Basim sukutu oguten
    Ucsuz, bucaksiz degirmen;
    Icim muradima ermis
    Abasiz, postsuz bir dervis;

    Koku bende bir sarmasik
    Olmus dunya sezmekteyim,
    Mavi, masmavi bir isik
    Ortasinda yuzmekteyim

    Ahmet Hamdi TANPINAR

  • ahmet hamdi tanpınar

    13.06.2003 - 03:14

    AHMET HAMDI TANPINAR (1901-1962)

    Istanbul'da dogdu. Istanbul Edebiyat Fakultesi'ni bitirdikten sonra,
    cesitli okullarda ogretmenlik yapti. Guzel Sanatlar Akademisi'nde sanat
    ve estetik tarihi dersleri verdi. Edebiyat Fakultesi Turk Dili ve
    Edebiyati Bolumu'ne profesor olarak atandi. Maras milletvekili olarak
    parlamentoya girdi.1962'de Istanbul'da oldu.

    Siir Kitabi: Siirler (1961) .

    ``Denebilir ki, Hasim'in sairligi, dili zamana uyarak daha sadelesmis,
    Hasim'e ozgu aciligini yitirerek Tanpinar'in hayatla barisik
    yaradilisina uymus olarak, Tanpinar'in siirlerinde de devam etmistir.
    Hasim'in son isiklarla bulutlarin cenk ettigi, ucustugu atesli aksam
    havalari, yaz geceleri, mercan dallari, golleri, bulbulleri, bahceleri,
    Istanbul'un gurultusuz bir kosesinde eski bir yali gibi Tanpinar'a
    miras kalmistir.' (Necati Cumali,1961)

    ``Tanpinar, siirlerinin cogunda insan kaderinin derin meselelerini,
    kainat ile insan varligi arasindaki munasebeti, ask, olum ve sanat
    konularini isler. Ruya, hayallerde gizli manalar bulan Tanpinar,
    siirlerini umumiyetle kapali, fakat uzak yildizlarin isiklari gibi
    sembollerle ormustur.' (Mehmet Kaplan,1965)

    Ahmet Necdet,
    Modern Turk Siiri
    Yonelimler, Tanikliklar, Ornekler
    Broy Yayinevi, Ekim 1993.

  • postmodernizm

    08.06.2003 - 00:50

    E tabii posmodern anlatida ironi de önemli...
    Kadir Cöpdemir'in radyoda yaptigi arkasi yarin her halde postmoderndir...
    Zulm eden agaya karsi mücadele eden ve aganin kiziuna asik delikanli hikayesini ti ye alan arkasi yarin...

  • postmodernizm

    08.06.2003 - 00:28

    Cal cal bitmiyo gardes:

    Postmodernizm nedir? 10 SORU - 10 CEVAP
    Naki Özkan, Milliyet,23.01.2001

    Edebiyatta ve mimaride kullanılmaya başlanan bu kavram siyasi literatürümüze de girdi

    Son günlerde 'postmodernizm' kavramı özellikle siyasi konularda çok kullanılmaya başlandı. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Akay postmodernizmin ne olduğunu anlattı.

    1 - Postmodernizm ne demektir?
    Birçok anlamı var. Modernden önce, modernden sonra, eklektizm, avantgard yani öncü olma, bireyleşme, cemaatleşme olarak kullanılıyor.

    2 - Bu kavram ne zaman kullanılmaya başlandı?
    1960’lı yıllardan itibaren kullanılıyor. Önce edebiyatta,1970’li yıllarda mimaride kullanıldı.1979’da Jean François Lyotard’ın 'Postmodern Durum' adlı kitabıyla bir tartışma başladı.

    3 - Modernleşme serüvenimiz bizim postmodernizme açılışımızı daha mı kolaylaştırıyor?
    Türkiye olağanüstü modern bir ülke. Herkes yeniye çok açık. Hatta İslami düşünce de modernliği ortaya koyuyor. Türkiye örneğin bir Fransa gibi çok çabuk yeni teknolojilerin kullanımına ayak uyduruyor.

    4 - Alışık olunanın dışındaki her şey postmodern midir? 'Ordular fiili darbe yapar, bunun dışındaki müdahaleleri postmoderndir' şeklinde bir tanımlama geçerli mi? 28 Şubat böyle nitelenebilir mi.
    Hem asker hem sivil yönetimi,28 Şubat’ta da, cumhuriyetin başından itibaren de var. Eklektizm anlamında, zaten başından beri bizim demokrasimiz postmoderndir. Siviller ve askerler heterojen bir şekilde birbirlerine eklemleniyorlar. Lyotard’ın bu kavramı 'öncü' anlamında kullandığı şekliyle ele alırsak,28 Şubat’a postmodern anlamını yükleyebiliriz. Ama postmoderni aynı zamanda 'tözsüzlük' yani içeriğin olmaması anlamıyla ele alırsak, o zaman 28 Şubat postmodern bir müdahale değildir. Çünkü o, tözlü yani laiklik ve Kemalizm içerikli bir harekettir.

    5 - Postmodernizm, içerik değil görüntü mü?
    Evet. Baudrillard’ın simülasyon kavramında gerçekten çok görüntünün biricikliği yatar. Kaliforniya eyaletinde gördüğü otobanlardaki 'cazibeli' arabaların ve içindeki 'cazibeli' bakışların ardında yatan bir anlam yoktur.

    6 - Kültürde post - modernizm kendisini nasıl gösteriyor?
    Kültürler yan yanadır. Çin mutfağı, Japon mutfağı, İngiliz kumaşı, şıklık, hırpanilik, lahmacun, arabesk ve klasik yaylı çalgılar birlikte işlev görür. Her şey ayrışık ve sentezlenmeden yan yana durabilir. Patron da işçi de arabesk dinleyebilir. Bu nedenle artık Türk popu ve arabesk daha fazla burjuvaziye heyecan vermektedir.

    7 - Politikaya ilginin azalmasıyla postmodern gelişmelerin arasında bir bağ var mı?
    Ayrı ayrı modalar, kültürler, sanatlar, yazarlar birbirlerine kayıtsız kalabilirler. Meraksızlık vardır. Belki de bu yüzden sergiler daha az dolmakta, kitaplar daha az okunmakta. İster Aydınlanmayı yüceltsin, ister Aydınlanma karşıtı bir söylemle pozitivizmi eleştirsin, isterse de dünyanın kaybolan büyüsünü yeniden kazandırmaya çalışsın, fark etmiyor; politikaya ilgi azalıyor. İdeolojilerin yerini kayıtsızlık alıyor. Buna belki de bir tek futbol direniyor. Cemaatleşme ve kabileleşme, diğer yanda ise bireyleşme yan yana duruyor.

    8 - Plastik sanatlarda durum nedir?
    Tarihi olan ile şimdiki zaman yan yana durabilir. Seza Paker’in, 'Giz ve Açıklık' sergisi(1999) , İtalyan ressam Andrea Mantegna’nın 'Evliler Odası' freskosunun dijital büyütülmüş baskısı ile plastikten yapılma pembe kulakları aynı hamam kubbesi mekanında birbirleriyle diyaloğa girebilir. Resim, video ve fotoğraf aynı sanatçı tarafından kullanılabilir. Ömer Uluç kendi resminin heykelini beraberce yapabilir. El sanatları ile yüksek sanat arasındaki ayrım silinmeye başlar.

    9 - Edebiyatta postmodernizm nedir?
    Gerçek ve hayalgücü birbirine karışır. Kimin yazdığı değil, ama olayın ne şekilde kurgulandığı önem kazanır. Gerçekten daha gerçek, mistikten daha mistik olaylar dizisi yani hypergerçekler yaşanır. Markalar ve seks bu tip anlatılarda ön plana çıkar. Metinler birbiri içine girer. Neden - sonuç ilişkisi sorun olmaktan çıkarılır. Gabriel Garcia Marguez’in, Umberto Eco’nun, Salman Rüşdi’inin romanları bunlara örnek oluşturur. Bizde de en çok Hilmi Yavuz, Orhan Pamuk ve Oğuz Atay’ın postmodernliğinden söz edilmektedir.

    10 - Bir borunun bir kahvenin içine sokulması nedir?
    Boru deyince, Paris’teki George Pompidou kültür merkezi aklıma geldi. Ona postmodern bir mimari diyebiliriz. Borular dışarıya çıkarılmış, bir şeffaflık var.


    Kaynak: Naki Özkan, Milliyet,23.01.2001

  • postmodernizm

    07.06.2003 - 23:47

    Allah afv etsin, sizler icin bir baska siteden caldim... Hirsizlik esnasinda heyecandan okumaya firsat olmadi, nasipse sizlerle beraber ben de okuyacam...

    Postmodernizm

    ----------

    Modern kelimesi ilk olarak Latince modernus biçimiyle 5.yüzyılda Romalı ve Pagan geçmiş ile Hıristiyan dönemi ayırmak için kullanıldı. İçerikleri sürekli değişse de modernlik hep bir eskiden yeniye geçiş olarak algılandı.

    Bazılarına göre ise modernlik, Rönesans ile sınırlanır. Aslında bu çok dar bir tanımdır; zira Avrupa'da modern terimi, hep yeni bir dönem bilincinin, antik çağlarla kendisi arasında yeniden gözden geçirilmiş bir ilişki kurduğu dönemlerde ortaya çıkmaktaydı; hatta bu dönemlerde, hep antik çağ, belli bir takım taklitlerle yeniden oluşturulması gereken bir model olarak görülmekteydi.

    Modern diye kabul edilen ürünlerin ayırdedici özelliği yeni olmasıdır; bir sonraki stilin yeniliği ile onun modası geçecektir. Ama modaya uygun olanın kısa zamanda modası geçse de, modern olan, klasikle gizli bağını hep sürdürmüştür. Doğaldır ki, zamana karşı dayanan ne olursa olsun daima klasik olarak değerlendirilmiştir. Ama, açıkça modern olan belgeler, bir klasik olma gücünü, geçmiş bir dönemin otoritesinden almıyorlar; tam aksine, modern bir çalışma, bir zamanlar gerçekten modern olduğu için klasik oluyor.

    Modernlik anlayışımız, kendisine ait klasik olma ölçüsünü yaratıyor. Bu durumda, klasik modernlikten bahsediyoruz. Modern ve klasik arasındaki ilişki, sabit bir tarihsel referans noktasını tamamen yitirmiştir. Modernlik, geleneğin normalleştirici fonksiyonlarına karşı bir başkaldırıdır. Modernlik normatif olan her şeye karşı isyan deneyimi ile yaşar.

    Postmodernizm, post önekinden de anlaşılacağı üzere bir sonralık, bir aşmışlık, bir başkaldırı boyutu taşımaktadır. Hatta genel yapı itibari ile bir tanıma indirgenemeyecek bir karmaşıklığa, düzensizliğe sahipse de öncelikle modernlikle bir hesaplaşma, onu aşma, belki de ondan öncesini barındırma özelliklerine sahip bir akımdır.

    Tarihsel olarak bakıldığında, postmodernizm, askeri ve iktisadi Amerikan hakimiyeti akımının üstyapısal ifadesi yada en azından Avrupa-merkezciliğinin sonu olarak görülebilir. Bu iddiada doğruluk payı bulunmakla birlikte böyle bir dönemselleştirme mutlak değildir. Zira modernlik Eflatun'a kadar götürülebiliyorsa, postmodernlik de Sofistlere kadar bağlanabilir. Bu bakış açısında da modern-postmodern ayırımı daha çok felsefi veya metafizik bir ayırım olarak kalmaktadır.

    Postmodernizme bir bütünlük, birlik kazandırmak imkansızdır. Heterojenlik, çokseslilik, bölünmüşlük kadar, bunların beraberinde getireceği yanlış anlamaları, yanılgıları da onaylayan ve geniş bir meşruluk zemini oluşturan bir tavırdır. Katı yaklaşımların oluşturduğu ideolojik kalıplara karşı olan postmodernist akım, bilgi kuramını tekdüzelikten ve katılıktan kurtarıp daha hoşgörülü ve açık hale getirme uğraşıdır.

    Postmodernistler hiçbir şeyin kesin ve tam olarak bilinemeyeceğini, ilerleme fikrinin hiç bir şeklinin savunulamayacağını ve ekolojik kaygıların öneminin giderek artığını vurgulamaktadırlar. Postmodernizmin gözle görülür bir yapıya büründüğü, belki de en kesin çizgilerle ayrımının belirginleştiği alan mimarlıktır. Geleneksel mimarlığın dogmatizmine karşı çıkış olan modern mimarinin kendisi de zamanla bir dogma halini almıştı.

    Modern mimari, süslemeden, tarihsel göndermelerden arındırılmış, soyut formlar üzerine kurulu, işlevsellik ve teknolojinin gereği olma amaçlarına sahip bir mimarlıktır. Modern mimari, pozitivist bir bakış açısıyla tarihi, irrasyonel geçmiş ve rasyonel gelecek diye ikiye bölüyordu.

    Postmodernizme göre modernlik, bitmiş bir mükemmellik, netlik, kesinlik ve çelişkisizlik arayışıdır. Modernizm, mimariyi toplumu düzene sokmak için bir araç olarak görüyordu; sonuçta ise, çirkin çağdaş kentler, beton yığınları çıktı ortaya. Postmodernizm ile çoğulculuğun kapısı açıldı; tarih, gelenek içeri alındı. Bunun yanına ilkesizliğin ilke olarak benimsenmesi de eklenince, ortaya kurallarla oynayıp zenginleştirmeye dayalı bir yaratıcılık, demokratik bir perspektif genişliği çıktı.

    Postmodernizmde, sıradan olandan, karmaşadan, hatta gündelik hayat görünümlerinden korku duymayan bir rahatlık söz konusudur. Böylece, kahraman, kurtarıcı, topluma biçim verici önderlik hegemonyasının egemen olduğu bir imaj yerine, oportünist veya alçakgönüllü, toplumun haklı veya haksız olmasını sorgulamakla görevli olmadığının bilincinde, 'ya öyle ya böyle'cilikten, 'hem öyle hem böyle' mantığına geçmiş, çoğulcu bir ahlak anlayışını savunan bir bakış açısı belirginleşir.

    Popülist kültüre bir kirlenme olarak bakan modernist perspektife zıt olarak, post modernizm komplekslerden sıyrılmış, tarihe ve halka önem veren, 'istediğini yap' tavrına sahip bir anlayıştır. Postmodernizmin en revaçta görülmeye başladığı yıllar, sanayi sonrası toplum, bilgi çağı, iletişim ideolojisi, gibi kavramların da ortaya çıkışı ile çakışıyor. Artık bilime teknoloji öncülük ediyor.

    Cümlelerin kodlanabilen, deşifre edilebilen, mesajlara indirgendiği, dilin basitleştirme ve saydamlaştırma çabalarıyla teknolojinin bir aracı haline geldiği bir bağlamda, bu yeni çağda dilin yeri de büyük değişikliğe uğruyor. Bilgi, bir enformasyon yığını olarak görülmeye başlanıyor. Modernlikte bilimin iki temel işlevi olduğu söylenebilirdi. İlki bilimin insanlık yada halk adına yapıldığı savının çevresinde öbekleşen anlayış. Buna göre bilim insanların eşitlikçi şekilde mutluluğunu sağlamaya yönelik bir araç olarak görüldü.

    İkinci ekol ise, bilimin bilim için yapıldığı, onun spekülatif evrensel bir oluşum olduğunu iddia eden yaklaşımdır. Yavaş yavaş bu iki anlayışında gerçeği pek yansıtmadığı görülmeye başladı. Bilimin kendi başına mutluluk veya eşitlik sağlamadığı ortaya çıktı önce. Eğitim alanında da aydınlanmış, vatandaşlık bilincine sahip insanlar yetiştirmek, savaşları önlemek gibi soylu amaçlar giderek gözden düştü.

    İdeallerin yerini giderek daha iyi bir meslek sahibi olmak yada beceri elde etme özlemi alıyor. Üniversitelerde feodal disiplin ayrımları yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Daha genelde, cahillikten suçluluk duyanlar pek çıkmıyor artık. İlk bakışta Amerikanlaşma olarak adlandırılabilecek olan bu yaklaşım, modernliğin çıkmazı olarak da görülebilir. Modernizmin bunalımı ile birlikte, insanlık, ulus, halk, vatan, ploreterya, v.s. gibi tinsel bir değeri vücuda getiren bir özne ile kendini özleştirerek yada böyle bir varlıktan yola çıkarak düşünen ve hareket eden 'aydın'ın ölümü, hiç değilse, evrensellik, tümellik, bütünsellik fikri kadar özne ideolojisinin de darbe yediği bir ortamda, bir daha gelmemek üzere aydının iktidarının sonunu getirecek gibi görünüyor.

    Postmodernizm, modernliğin melankolisi veya sinik eklektizmden öte, bütünlük baskısından, bir üst-söylemin otoritesi altında senteze varma baskısından kurtularak, daha da ileri gitme isteği; eşitlikçi anlatının ve sistem teorisyenlerinin konsensusa varma çabalarını, sağlam, istikrarlı düzen arayışlarını reddeden bir tavır.

    Her tartışmanın sonu, anlaşma veya uzlaşma değildir artık. Dogmacı ve pozitivist pragmatik baskıya karşı önerilen, paradoks ve çatışmaların içselleştirildiği bir mantık. Modernlik temelinde, devlet ile toplumun, akılcı doğal hukuk ile siyasal ekonominin, bilme ile inanmanın ayrıştırılmaları ve sınırlar koyma ve sınırları tanıma projesidir.

    Modernizmde ayrıştırma yanında bu ayrılıklar korunur. Örneğin, bilim, felsefe ve sanat arasında keskin çizgiler vardır. İşte postmodernizm, mevcut sınırları, duvarları ayırımları tanımayan bir yapıdır. Modernizm, toplum ile kültürün ayrışmasına yol açmıştır. modernist kültür, akılcı yaşamın ahlaki temelleriyle taban tabana bir uyumsuzluk oluşturur. Kültür, bu modern biçiminde, ekonomik ve idari zorunlulukların baskısı altında rasyonelleştirilen gündelik hayatın alışılmışlığına ve erdemlerine karşı nefret hissi uyandırmaktadır.

    Uzmanlığın ve işbölümünün belirginleştiği modernist akımda, kültürün her alanı, problemlerin uzmanların işi olarak ele alınabildiği kültürel mesleklere göre ayarlanabilirdi. Kültürel geleneklerin profesyonellik alanlarına bölünerek ele alınışı, kültürün her üç boyutunun da (bilim, ahlak ve sanat) esas yapılarını ön plana çıkartır. Böylece her biri bu belirli alanlarda mantıklı olma konusunda diğer insanlardan daha usta görünen uzmanların denetimi altında, bilim, ahlak ve sanat dallarında aklın yapıları ortaya çıkar.

    Sonuç olarak uzmanların kültürü ile daha geniş olan toplumun kültürü arasındaki mesafe giderek artar. Uzmanlaşmış yaklaşım ve düşünce yoluyla kültüre dahil edilen şeyler, hemen ve zorunlu olarak gündelik hayata mal olmazlar. Bu türden bir kültürel rasyonelleşme sonucu, gelenekselin zaten değerden düşürülmüş olduğu bir kültür dünyasının giderek daha yoksullaşması ortaya çıkar.18.yüzyıl aydınlanma filozofları tarafından formüle edilen modernlik projesi, nesnel bilimi, evrensel ahlak ve yasayı ve kendi iç mantığı çerçevesinde sanatın özerkliğini geliştirme çabalarından oluşuyordu.

    Modernliğin başarısızlığı belki de, hayatının bütünlüğünü, uzmanların kesin etkisine terkedilmiş alanlarla parçalamasıydı. Modern estetiğin sorduğu soru 'güzel nedir? ' değil 'sanatsal olan nedir? ' sorusudur. İktidar siyasi bir partinin elinde bulunduğunda, gerçekçilik, deneysel öncü sanatçı veya bilim adamları üzerindeki zaferini iftira ve yasaklama yoluyla elde eder. Ancak yine de partinin istediği, seçtiği ve uygun gördüğü anlatı, imaj ve formları talep edecek bir izleyici kitlesine ihtiyaç vardır.

    Sanatsal denemelere karşı saldırı politik merci tarafından yürütüldüğünde tamamıyla gericidir: estetik yargı, şu yada bu yapıtın, güzelin yerleşik kurallara uygunluğu üstüne karar vermekten başka bir şey yapmaz. Yapıtın, kendini bir sanat eseri kılan özelliklerde ve amatörlerle buluşabilme olasılığından kaygılanması gerekliliğinin yerini, yapıtları ve alıcıyı bir defada ve her zaman için önceden belirleyen ve bunları empoze eden otorite alır.

    Editör: - Bu konu ile ilgili kitaplar

    ----------

    [email protected]

  • ahmet turan alkan

    01.06.2003 - 20:01

    Türkcenin su an yasayan en güzel kullanicisi yazar desek abartmis olur muyuz?

  • ahmet turan alkan

    27.05.2003 - 03:33

    1954 Sivas doğumlu. İlk ve orta tahsilini Sivas'ta tamamladıktan sonra 1978 yılında SBF'nin İdare ve Siyaset Bölümü'nden mezun oldu. Bu esnada Sivas'ta üç yıl süreyle mahalli matbuatta çalıştı. Çeşitli dergilerin yayınlanmasına katkıda bulundu.1980 yılında askerlik hizmetini Tatvan ilçesinde yedek subay olarak yerine getirdi. Üç yıl serbest çalıştıktan sonra 1985'de Cumhuriyet Üniversitesi'ne girdi.1987'de yüksek lisans eğitimini,1991'de doktora çalışmasını tamamladı.1993'de yardımcı doçentliğe atandı.1994 yılında Cumhuriyet Üniversitesi bünyesinde kurulan İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi'ne geçti ve halen bu fakültede görev yapmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır. Muhtelif dergilerde (Türkiye Günlüğü, Tarih ve Toplum, Dergâh, Türk Edebiyatı, Yeni Türkiye, vb.) yayınlanmış yazıları vardır. Kitap şeklinde yayınlanmış sekiz çalışması bulunmaktadır.

    Yayımlanmış kitapları: 1- Ubeydullah Efendi'nin Amerika Hatıraları, İletişim Yayınları, İstanbul,1989 (2. baskı) ,2-Altıncı Şehir, Ötüken Yayınları, İstanbul,1992, (3. baskı) ,
    3- Birinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Cedit Yayınları, Ankara,1993, (Doktora tezi) ,4- İstiklâl Mahkemeleri, Ağaç (Alternatif Üniversite) Yayınları, İstanbul,1993,5- Doğu ve Batı Karşısında Cemil Meriç, Akçay Yayınları, Ankara,1994, (Yüksek lisans tezi) ,
    6- Üç Noktanın Söylediği, İnsan Yayınevi, İstanbul,1994 (2. baskı) ,7- Ateş Tecrübeleri, Ötüken Yayınevi, İstanbul,1996,8-Yatağına Kırgın Irmaklar, Ötüken Yay., İstanbul,1997.

  • hilmi yavuz

    27.05.2003 - 03:22

    Irfan Külyutmaz

  • mustafa asım köksal

    22.05.2003 - 02:31

    MUSTAFA ASIM KÖKSAL'I ANARKEN

    Mustafa BEKTAŞOĞLU

    ----------
    Milletlerin ilmen ve fennen terakki etmeleri, ancak yetiştirmiş olduğu ilim adamları ile mümkündür. Lokomotif görevini üstlenen bu fedakâr şahsiyetler, vagonlarını müspet gayeye doğru sürüklerler. Bu lokomotif değerlerimizden birisi de; İslâm tarihçisi, şair ve mutasavvıf Mustafa Âsım Köksal'dır. Özü sözüne mutabık örnek bir insan. Seksen beş yıllık ömrüne onlarca eseri sığdırıp, son demine kadar yazmaya, eser vermeye devam etti. Resulullah'ın ve ashabının aşkıyla yanıp tutuşan hocamız, her sohbetinde onlardan bahsetti, baktığı her yerde onları gördü.

    ----------

    Zaman zaman ziyaretine gittiğim Köksal'a,6 Haziran 1998 tarihinde hayatını konu alan kamera çekimi yapmak istediğimi arz ettim. O yaşına rağmen, bizleri kırmayıp iki buçuk saat süren sohbete tahammül etme nezaketini gösterdiler. Mütebessim ve tatlı sohbetin seyri içerisinde; bazen 'bunu geçelim' diyor, bazen de 'bunları çekme' diye ikazda bulunuyordu. Hakkında vereceğim aşağıdaki bilgiler; Diyanet İşleri Başkanlığı'ndaki şahsi dosyası, mezkür kamera çekimindeki kendi ifadeleri ve tarafıma vermiş olduğu belgelerdir.
    Mustafa Âsım Köksal; 5 Eylül 1329/1913 tarihinde Kayseri-Develi ilçesinde doğdu. Yakupoğulları lakabıyla tanınan Köksal'ın babası Mehmet Edip Efendi, annesi Döne Hanım'dır.
    1935 yılında yaptığı ilk evlilikten; ikisi kız biri erkek üç çocuğu oldu. Zevcesinin 1951'de vefat etmesinden sonra yaptığı ikinci evlilik neticesinde; ikisi kız, ikisi erkek dört çocuğu dünyaya geldi. Çocukları için 'Hamd olsun çocuklarımın hepsi de imanlı, amelli ve itaatlidirler' ifadesini kullanması, mutlu ve uyumlu bir aile hayatının olduğunu göstermektedir.
    M. Âsım Köksal; ilk tahsilini Develi Merkez Numune Erkek Mektebinde bitirerek pekiyi derece ile 27 Haziran 1927 tarihinde mezun oldu. Aynı tarihte Kayseri Leyli Meccanî (Parasız Akşam) Lisesi imtihanını kazanmasına rağmen kur'ada çıkmadı. Erzurum Askerî Leyli Meccanî (Parasız Akşam) Lisesi imtihanını kazandığı halde, mahalli taliplerin, alınacak öğrenci kadrosunu doldurdukları gerekçesiyle alınmadı. Bunun üzerine, Kayseri alimlerinden Develi Müftüsü İzzet Efendi'den medrese usulüne göre Mukaddimat-ı Ulûm (Ön bilgileri) tahsil ettikten sonra Ankara'ya geldi. Mısır'a gitmek çarelerini aradıysa da muvaffak olamadı. Ankara'da bulunduğu sırada 'Dört başı mamur insan-ı kâmil' diye dilinden düşürmediği, nefsinin terbiyesinde önemli rolü olan İskilipli İbrahim Efendi'den on iki sene ders görerek icazet aldı.
    1928 yılı birinci teşrininde (Ekim) Develi Ticaret ve Sanayi Odası Başkâtipliğine tayin edildi. Odanın lâğvine yakın bir zamana kadar görev yaptıktan sonra 12 Temmuz 1930 tarihinde buradaki görevinden ayrıldı.22 Haziran 1933 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı Evrak Kâtipliğine vekâleten göreve başlayan Köksal,7 Ağustos 1933 yılında bu görevinden ayrıldı. Bilahare Diyanet İşleri Başkanlığı'nda açılan Kitabet Müsabaka imtihanına girip başarılı olduğundan,8 Ağustos 1933 tarih ve 192 numaralı (İnzibat) Komisyon(u) kararıyla aday olarak tayin edildi.
    Bunu müteakiben (Kronolojik sıraya göre) şu görevlerde bulundu:

    Evrak Kitabeti /15.02.1934 / 23.06.1935
    Zat İşl.Md.2. Sınıf Kâtipliği / 24.06.1935 / 07.07.1939
    Tahsis Memurluğu / 08.07.1939 / 16.09.1942
    Sicil Mümeyyizi / 17.09.1942 / 28.04.1950
    Yazı İşleri ve Evrak Müd. / 29.04.1950 / 02.01. l952
    Yayın Müd. / 03.01.l952 / 18.01.1952
    Yazı İşleri ve Evrak Müd. / 19.01.l952 / 14.01.l953
    Hayrat Hademesi İşl. Müd. / 15.01.l953 / 07.07.1960
    Müşavere Dini Eserleri İnceleme Kurulu Üye Yard. (Aza Başmuavinliği) / 08.07.l960 /19.09.1964 tarihinde İslâm Tarihi'ni yazabilmek için emekli oldu (1) .

    Memuriyeti süresince; Rifat Börekçi, Şerafettin Yaltkaya, Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Ömer Nasuhi Bilmen ve Hasan Hüsnü Erdem gibi başkanlarla birlikte çalıştı.
    20 Kasım 1998 günü, Cuma namazına giderken beyin kanaması neticesinde hastaneye kaldırılan Köksal,28 Kasım 1998 tarihinde vefat etti. Kabri Keçiören-Bağlum kabristanında bulunmaktadır.
    Reddiye'yi Yazmasının Sebepleri
    Mustafa Âsım Köksal bunun sebebini şöyle anlatıyor: Reddiyeyi yazmama, İtalyan müsteşriklerinden Kaetani'nin İslâm Tarihi; İslâm Tarihi'ni yazmama da Reddiye sebep oldu. Leone Kaetani'nin bu eserini; 1924 yılında İslâm Tarihi adıyla Hüseyin Cahit (Yalçın) dilimize çevirmiştir.
    Hüseyin Cahit'in, tercümesini üzerine aldığı kitapta; Kaetani'nin bazı fikirlerinin reddedilmesi gerektiğini, fakat kendinde bu kudreti bulamadığını açıkça itiraf etmiştir.(2) Hal böyleyken; bu tarihin Avrupa'da yazılmış en mükemmel, tarafsız, büyük ilmi değere haiz (3) bir eser olduğunu nasıl ve neresinden anlayabilmiştir?
    Bir tarihin mükemmel olabilmesi için; kaynaklarının sağlam, nakillerinin vesikalarına, tahlil ve muhakemelerinin ilmî usul ve kaidelere uygun ve isabetli olması gerekmez mi? İndî hüküm ve görüşlerden, tezat ve tenakuzlardan, her türlü tarafgirlilikten, garazdan uzak bulunması gerekmez mi?
    Açıkça söyleyelim ki; Kaetani'nin dinimiz, peygamberimiz, kitabımız hakkındaki telâkkilerinde de -Hüseyin Cahit'in bütün iddialarına rağmen- maalesef tarafsızlıkla bağdaşacak bir cihet bulunmamaktadır.
    Kaetani'ye göre Peygamberimiz; hâşâ dünyayı ele geçirmek hırsıyla ortaya atılmış bir maceraperest. İslâmiyet; bu iş için siyasi bir alet. Kur'an-ı Kerim de; Onun (Peygamberimizin) Allah'a isnat etmek istediği kendi sözlerinden ibarettir.(4)
    İşte Kaetani'nin tarihinde, bütün olaylar bu bakış açısından değerlendirilmeye çalışılmış, kitap baştanbaşa bu zihniyet ve indî fikirlerin zehirli havasıyla kirletilmiştir. Böyle bir kitabın Müslümanlara tavsiye ve takdim edilmesinin manası ne olabilir?
    Kitapta, dinimize, peygamberimize, ashab-ı kiram'a, İslâm alimlerine hakaret edilmektedir. Kullandığı şaşırtıcı taktik sayesinde bazı münevverlerimizce, İslâmiyet ve İslâmî konular için en mevsuk, en emin, en ilmî bir kaynak imiş gibi telâkkî olunmaktadır. Kitap ve ansiklopedilere, dergilere aktarmalar yapılmış, İslâmî konulara vakıf olmayanların inançları altüst edilmiştir. Bazılarının İslâmiyetle ilişkilerini kestirmekle kalmamış, İslâmiyete açıktan açığa düşman kesilmelerine de yol açmıştır.
    Kaetani'nin İslâm Tarihi kitabı, ülkemizde yayınlandığı sıralarda; Darülfünun Müderrislerinden Ahmed Naim beyle Sadrettin ve Yusuf Ziya beyler tarafından üç-beş makale yazıldı. Makalede adı geçen kitabın itimada şâyân olmadığı belirtilmeye çalışılmış ise de, bu cevaplar yeterli olmamıştır.(5)
    Hasan Hüsnü Erdem, bu husustaki bir hatırasını şöyle anlattı: 'Hamdi Bey (Ahmet Hamdi Akseki) 'in yanında bulunduğum sırada Ömer Rıza Bey (Doğrul) gelmişti. Hamdi ÔNe olur şu Kaetani tarihine bir reddiye yaz' dedi. Ömer Rıza Bey ÔOlur yazalım. Maiyetime kudret-i ilmiye ve kalemiyesiyle temayüz etmiş bir heyet ver. Her aradığımız kitabı, bulabileceğimiz bir kitaplığı da tahsis et. Geçimliğimizi de sağla, yazmaya başlayalım' deyince, Hamdi Bey üzüldü ve sustu.'
    1955 yılında Reddiye için kurulan heyet dağıldıktan sonra, yüce Allah'ın yardımına güvenerek bu işe başladım.
    Kaetani'nin 'İslâm Tarihi' Kitabının Tetkiki ve Reddiye'nin Yazılması
    Kaetani tarihindeki hataları tespit edip, kitabın ilmî (!) mahiyetini ortaya koymak maksadıyla birinci cildin (Peygambere dair en eski an'anelerin kıymet-i tarihiyesi hakkında mütalaat) (6) başlıklı faslından itibaren gözden geçirmeye ve hatalı satırların altlarını çizmeye başladım.168. Sahifede duraklamak zorunda kaldım. Gözden geçirdiğim metinde altı çizilmeyen bir satır kalmadı. Bu vaziyet karşısında satırların altlarını çizmekten vazgeçtim.
    Olanca gücümü zorlayarak ve kaynak bulmadaki güçlükleri de yenmeye çalışarak Reddiye'yi yazmaya altı ay kadar devam ettim. Ne iştahım kaldı ne uykum. Bunun üzerine; çalışmayı bırakmak zorunda kaldığımı hocam İskilipli İbrahim Edhem Gerçekoğlu'na bildirdim. O da ' Sen bu işe manen memursun evladım. Sakın bırakayım deme' diyerek beni çalışmaya teşvik etti. Çaresiz kaldıkça manen desteklendiğim ve şükür secdesine kapandığım oldu. Beş yıl gibi bir süre içinde, geceyi gündüze katarak bu görevi yerine getirdim.
    Tamamlanan beş yüz sahifelik Reddiye'yi Ömer Nasuhi Bilmen'in başkanlığındaki Müşavere ve Dini Eserleri İnceleme Kurulu'nun tetkikine sundum. Müşavere Kurulu; 10.8.1960 tarih ve 357 sayılı kararında:
    'İslâmiyeti, hadis gibi en mühim bir kaynağından mahrum etmek ve sarsmak için hadis'e, ilm-i hadis'e, muhaddislere, hatta ashabın büyüklerinden İbn Abbas ve Ebu Hüreyre gibi şahsiyetlere var kuvvetiyle saldıran, İslâmiyet'in beş vakit namaz gibi amelî farizasının Kur'an-ı Kerim'e istinat edilmeyip sonradan sonraya İslâm kelâmcıları tarafından icat edildiğini, Resul-i Ekrem'in Haşimî ve hatta Kureyşî bile olmayıp meçhul bir soydan geldiğini iddia eden İtalyan Müsteşriki Kaetani'ye; ilme ve İslâmiyete has ağırbaşlılık ve nezaketle layık olduğu cevabı veren bu Reddiye; aynı zamanda Kaetani tarihine istinat eden neşriyata da bir cevap teşkil edeceği cihetle, Başkanlık yayınları arasında yer almasının uygun olacağının yüksek başkanlığa arzına karar verildi.(7)
    'Hazreti Muhammed ve İslâmiyet'i Niçin Yazdım? '
    Kaetani'nin yazmış olduğu İslâm Tarihi'ni yıllarca inceleyip yalan ve yanlışlarını ortaya koydum. Peygamberimiz (s.a.s.) 'in hayatına ve dinimize ait bilgileri Kur'an-ı Kerim ve hadis gibi doğrudan doğruya ana kaynaklardan derleyip yazmaya çalıştım.
    Müslümanlar, dinlerine ait hükümleri nasıl hıfz ve kaydetmeyi ihmal etmemişlerse, Peygamberimizin hayatına ve savaşlarına ait bilgileri de ihmal etmemişlerdir. Hicri birinci yüzyılın ortalarından itibaren Peygamberimizin hayatına ve savaşlarına dair eserler kaleme alınmaya başlanmış ve bunlar günümüze kadar devam edip gelmiştir.
    Peygamberimiz (s.a.s.) 'in hayatı ve İslâm dinini yayışı hakkında şimdiye kadar yapılan Türkçe yayınlarda, kaynaklarımıza pek o kadar bağlı kalınmadığını, fazlaca ihtisar ve tasarruf yoluna gidilerek, olaylardaki canlılık ve güzelliğin söndürüldüğünü gördüm.
    Ben bu yola gitmedim. Sadece kaynakları konuşturmak istedim. Şahsi görüş ve düşüncelerimle araya girmekten, olayların arı-duru havasını bulandırmaktan son derece kaçındım. Şayet arada sırada kendiliğimden birkaç kelime veya satır yazdığım olmuşsa; bu da ancak açıklama, konuya veya olaylara ışık tutmak maksadıyla olmuştur.
    Hayatımın en mutlu devri, hiç şüphesiz Peygamberimiz'in hayatına ait kitabımı yazmakla geçirdiğim yıllar olmuştur. Çünkü; başından sonuna kadar bütün bir devri, olanca çileleri ve mutluluklarıyla Peygamberimizin ve ashabının yanında yaşamış gibi idim. Kitabımı okuyanların da aynı şeyi tadacaklarını, aynı kanaate varacaklarını sanıyorum.
    Hazreti Peygamber'in Hayatı adlı bu eser; Pakistan hükümetinin sîret kitapları milletler arası yarışmasında birincilik almıştır. Pakistan hükümeti Umur-ı Mezhebiye Bakanlığı'nın M. Âsım Köksal'a vermiş olduğu İmtiyaz Senedi'nde şöyle denilmektedir:
    'Büyük bir sevinç ve memnuniyetle tasdik ediyoruz ki; M. Âsım Köksal cenaplarının Türk dili ile telif etmiş olduğu Hazreti Muhammed ve İslâmiyet kitabı, Sîretü'n-Nebî Kitapları Konferansı'nda 1404 hicri yılı için birinci dereceye lâyık bulunmuş ve müellifi, Pakistan hükümeti tarafından beş bin dolarla mükafatlandırılmıştır.'
    Mehmet Akif ve Arzusu
    Mehmet Akif Bey'in Mısır'dan İstanbul'a gelip hastaneye yatırıldığını o günün gazeteleri yazdı. Çok sevindim. Gazetede 'İnşallah bu hastalıktan kurtulacağım ve Peygamberimiz (a.s.) 'in hayatını manzum olarak yazacağım, Haccetü'l-Veda adıyla yayınlayacağım' dedi. Aradan üç-beş gün geçmeden gazeteler vefat haberini yazdı. Bunun üzerine çok üzüldüm. İstanbul'a geldiği zaman bir yazar makalesinde Akif'i göklere çıkardı. Vefatı üzerine de yerlere batırdı. İsmini söylemeyeceğim. Bu olay beni çok üzdü. Mehmet Akif Bey hakkında şu mısraları yazdım:

    Ölümünle kaçırdın ağzımızın tadını,
    Neden gizleyip durdun bu acı maksadını?
    Sezdirmeden koyuldun ebediyyet yoluna,
    Anıyoruz arkandan, ağlayarak adını.

    Tâbutun başımızda gözyaşıyla yürüdü,
    Savrulan âhlarımız mezarını bürüdü.
    Çekildin sen, bir avuç toprağın harîmine,
    O kadar ağladık ki, gözlerimiz çürüdü.

    Neden bilmem, Yaratan mezarını er kazdı?
    Sana canlar verilse, kurban olunsa azdı.
    İstiklâl'in Marşını, ordunun süngüsüne,
    Senin çelik kalemin, zırhlı parmağın yazdı.

    Sen ey kahraman şâir! Cihan kadar ağırdın,
    Gürüldedin, milletin zincirlerini kırdın.
    Ufuklardan saldıran çılgın istilâlara,
    Yanardağ kesildin, devler gibi haykırdın.

    Bir elinde kalemin, öbür elinde Kur'an,
    Dolaştın cephelerde, gece-gündüz durmadan,
    Şahlanan, şahlandıran Mehmetçiği sen oldun,
    Minnettar sana, minnettar sana vatan.

    Sen ey Akif! Büyüksün! Büyük değerin vardır.
    Bunu takdir etmemek, bize en büyük ârdır.
    Gömüldün, Çanakkale şehitleri yanına,
    O kadar ulusun ki, sana fezalar dardır.
    Uyu artık haşre dek, ilâhi makberinde,
    Ruhun yüzsün, Allah'ın rıdvan-ı ekber'inde.(8)

    Mehmet Akif Bey, Peygamberimizin hayatını yazamadan vefat etti. Onun bu arzusunu ben gerçekleştireyim dedim. Onun ruhu şad olsun, onu bana o yazdırdı. Günde on dört sahife yazarak kısa bir müddet içinde üç yüz sayfayı bitirmiş oldum.
    İskilipli İbrahim Edhem ve Ben
    Merhum Köksal, anlatmış olduğu bu kısmı kameraya çekmemi istememesine rağmen, isteğine muhalefet etmek zorunda kaldım. Çünkü, hatıralarının kendisiyle beraber gitmesine gönlüm razı olmadı. İskilipli İbrahim Edhem efendi ile arasındaki olayı Köksal şöyle anlatıyor:
    'Akşam işten gelince evde birkaç lokma yer, hemen yanına giderdim. Evlerimiz yan yana idi. Geç vakitlere kadar onun sohbetini dinlerdim. Bildiğim ayet ve hadisler olmasına rağmen, konu hakkında tek kelime bile konuşmazdım. İlk defa işitiyormuş gibi dinlerdim. O da bunun farkına varırdı. Âsım bey, senin şu işin çok hoşuma gidiyor. Söylediklerimi bildiğin halde beni dikkatle dinliyorsun, derdi. O sohbet atmosferi içerisinde yerde miyim gökte miyim bilemezdim. Tavan yok, duvar yok. Yaşıyorum ben bu işi. Bakıyorum vücudum da yok. Adeta gözüme iki halka takılmış, oradan bakıyor gibiyim. Öyle bir his var. Saatlerce devam ediyor bu. Mevzu ne? Sırf Allah ve Resûlullah aşkı ve sevgisi. Bunun dışında başka bir şey yok. Âsım bey oğlum! Biraz da çoluk çocuktan bahsedelim mi? dedi, sohbetin sonunda. Bu sözden sonra, oda yerine geldi, tavan yerine geldi, duvar yerine geldi, vücut da yerine geldi. Bak! dedi. Ne konuştuk? Meşru olan şeyleri konuştuk, hal hatır sorduk. Nereye gitti bu manevi halimiz? Demek meşru olan bir şey bile bu manevi havayı dağıtmaya yetti. Ya gayrimeşru bir şey konuşsaydık halimiz ne olurdu?
    Kur'an-ı Kerim Tercemesi ve M. Âsım Köksal
    Cumhuriyetin ilk devirlerinde terceme hareketi canlanmış,1924-1927 yılları arasında altı Kur'an tercemesi basılmıştır.1934'de Tanrı Buyruğu adlı terceme yayınlanmış,1953-1959 yılları arasında yine altı terceme basılmıştır. Muhtelif kalemlerden çıkan bu tercemeler arzu olunan derecede değildirler. Halbuki Türk milleti kutsal kitabını anlamayı, onun emirlerini öğrenmeyi içten arzulamaktadır. Bu samimi arzulara cevap vermek için Cumhuriyetin daha ilk devirlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin aldığı bir karar gereğince, Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'an-ı Kerim'in hem tercemesini ve hem de tefsirini yaptırmaya başlamıştı. Terceme rahmetli şâir Mehmed Akif Ersoy'a, tefsir de Dersiam M. Hamdi Yazır'a havale buyurulmuştu. Şâir Akif tercemeyi tamamlamış ise de basılamamıştır. Elmalılı Hamdi Yazır'ın dokuz cilt tutan tefsiri Diyanet İşleri tarafından yayınlanmıştır.
    1956 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı'nda, zamanın ihtiyacına uygun bir terceme hazırlamak üzere bir heyet kuruldu. Bu heyette bidayette: Şehit Oral, Yusuf Ziyaddin Ersal (Ezherî) , Mustafa Runyun, Ali Sami Yücesoy, Âsım Güven, Mustafa Âsım Köksal, Kemal Edip Kürkçüoğlu, M. Şevki Özmen bulunuyordu. Sonraları Şehid Oral, Yusuf Ziyaeddin Ersal (Ezheri) , M. Âsım Köksal ve Şevki Özmen heyette kaldı ve Âl-i İmran süresinin tercemesine kadar gelinebildi. Nihayet 1 Kasım 1960'da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi asistanlarından Dr. Hüseyin Atay ile Dr. Yaşar Kutluay Türkçe Anlam (Meâl) üzerinde çalışmaya memur edildiler. (9)
    Saygıdeğer hocamıza Allah'tan rahmet, ailesi ve sevenlerine de sabırlar temenni ediyoruz. Yazmış olduğu eserler, insanlar var olduğu müddetçe okunacak, ruhuna fatihalar gönderilecektir.
    1- Bu bilgiler, adı geçenin şahsi dosyasındaki hizmet cetvelinden alınmıştır.
    2- Leone Kaetani, İslâm Tarihi, terc: Hüseyin Cahit,1/6, Tanin Matbaası, İstanbul-1924.
    3- A.g.e.,1/5.
    4- A.g.e.,2/61,76,77; 7/156-157.
    5- M. Âsım Köksal, Reddiye, 6, Ankara-1961.
    6- İslâm Tarihi (Kaetani) ,1/68.
    7- Köksal, Reddiye,3.
    8- Diyanet İlmi Dergi, Ekim-Kasım-Aralık 1990, c: 2, sayı: 4, s: 103.
    9- Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meâl) ,1/XXXI-XXXII, Ankara-1961.

  • hilmi yavuz

    21.05.2003 - 22:56

    siirtli
    kaliteli

  • fuzuli

    21.05.2003 - 22:56

    Fudzuli, fazilet erbabi demek...

  • çanakkale türküsü

    21.05.2003 - 00:56

    O genclerin ve ulemanin ön saflarda savastirilmasinin hesabini soracak bir merci olur mu bir gün aceba? ? ?

  • alia izzetbegoviç

    21.05.2003 - 00:54

    Beni en cok etkileyen yanlarindan birisi:
    Ikinci dünya savasinda sehir bombalanirken, herkesin siginaklara siginip ortadan kayb olmanin keyfini cikartip, teyyare bombardimanlarinin coskun fon müzigi esliginde manitasiyla elele tutusup, koca sehirde basbasa kalmanin keyfini cikartabilecek kadar ortamin olumlu yanlarini görebilecek kadar iyimser olmasi...
    Bu kadar gözü kara asik olmayi isterdim harbiden..

  • abdülhamit

    20.05.2003 - 23:32

    Tipki IV Murad gibi, Osmanli'daki kötü gidisi, yumusak girisiimlerle degil, onu yikmaya calisan sartlar ve sahislarin anlayacagi tarzda demir yumrukla veya istibdad deyin, bununla durdurmayi basaran siyasi irade dehasi...
    Uluslarasi politikayi devrinde en iyi götüren devlet adami idi...
    Bu gün CIA gibi istihbarat örgütlerine sahip devletlerin hem icte hem de dista ne kadar güclü ve rahat oldukalrini gördükce, onun kurdugu ve ingiltere kabinesindeki bakanlardan birini bile satin alabilecek kadar muktedir bir istihbarat örgütünü, yildiz istihbarat örgütünü kurmus olmasi onun devlet adami olarak ne kadar büyük ve kararli bir devlet adami oldugunu gösterir...
    Türkiyeli bir Türk olarak, onun isteklerine yol vermedigi azinliklar ve yabancilarin bakis acisiyla bakmak benim isime gelmiyor...
    Erkek adamin idolü olacak padisah...
    Ama Abdülaziz efendimizin yerini tutmaz tabii..
    Fransiz doktorun dudagini ucuklatacak mal varligina sahip Abdülaziz Efendimiz tarihimizin gurur abidesidir...

  • galatasaray

    18.05.2003 - 04:02

    Akli basinda kimi gördümse Galatasaray taraftariydi...
    Bir kac degerli Besiktasli istisna, gerisini tavsife gerek yok...

  • galatasaray

    18.05.2003 - 04:00

    Avrupa'da bilinen Türk takimi varm i baska?

  • antalya

    18.05.2003 - 01:54

    Günes

  • antalya

    18.05.2003 - 01:54

    deniz

  • antalya

    18.05.2003 - 01:53

    Toroslar

Toplam 803 mesaj bulundu