Tarhan Tekelioglu Adlı Üyenin Nedir Yazıları ...

  • emine ışınsu

    25.06.2003 - 00:58

    BİR GECE YILDIZLARLA

    ----------


    'Pat' diye düşüverdi kulağı önüme; acı sarı, inadına sarı, tastamam onun sarısıydı, dönüp duruyordu. 'Fazla, bu kadarı fazla! ' diye düşünemedim bile, yıldızlı; geceden; bir, iki, üç, beş yıldız, bir o kadar ay fırladı salkım saçak ve ah samanyolu; ille samanyolu: Çılgın!
    Hücrelerimin her birine, bir kelebek takılmış gibi, pır pır uçtum.. Kara selvi, ay ışığına mahkum; aslında sevdasıdır bu. Uçup durmaktayım...

    Olur mu, kulak kesilip de yollanır mı? 'Beğendik' dediysek yani, 'Para yerine iş görür..' dediysek yani? Kesip, yollamış işte bana. Ben, sokak kızı, serseri mi serseri.. Uçarken, uzun uzun eteklerim bacaklarıma dolandı, çok güldüm.

    Adam da gülmüş.. çok gülmüş; gözlerinden yaş yerine kıvılcımlar akmış.. Hepsini tek tek toplayıp, evlerin bacalarına duman yapmış: 'Onun saçlarıdır.' demiş. Saçlarım buğday tarlasıydı oysa, hastahanenin arka penceresinden gözlediği... Keşke gülse diye, bunu hatırlattım, daha fazla ciddileşti. -Onun ciddiyeti, hüzündür- Omuzlarını silkti:

    'Ressamım.' dedi, 'Gelen her yeni gün, tekrar bakar, yeniden görürüm.'

    Sahi, o kadar ressam ki.. samanyolunda parıldıyorum.

    Ben, adam ve yıldızlı gece, Paris sokaklarında ay çiçeği toplamaya çıktık. Kaldırım diplerinden sular aktı; çeri çöpü, olanca pisliği sürükledi... Yavaşça, çok dikkatli, hiç ses çıkarmadan, kulağı sulara bıraktım. Bin bir noktadan tek ses! Yoksa gök mü gürledi ve adam irkildi, sarsıldı:

    'Ne yaptın? ' diye sordu.

    Ben de ona sordum: 'Neden kestin kulağını? '

    Gözleri büyüdü, büyüdü. Büyük acı oturdu içlerine: 'Ah ağrıyor..' dedi, 'Ağrıyor.. kafam..kafam! '

    Yıldız ışığında elmacık kemikleri, çok iri, çok parlaktı. Elmacık kemiklerinde yüzümü gördüm; ben, sokak kızı serseri mi serseri.. titredim! Başımı çevirip sulara baktım; belki orada, çok uzakta bir yerlerde durup durmaktaydı kulağı. Keşke koşabilseydim.. koşabilirdim de. Ya niçin çakılmış gibi durdum yerimde? Korkuyordum; boş avuçlarımı gösterip ona, kahkahalar attım. İki büklüm olup kıvrandı, çöktü kaldırıma:

    'Yanıyorum.' dedi, 'Yanıyorum, ne yaptın? '

    'Ya sen, ne yaptın? ' dedim.

    İnledi: 'Aşığım.:' dedi.

    Fısıldadım: 'Kulağına mı? '

    'Güzele! ' dedi.

    Uzandım; 'Güzel, benim işte.' dedim. 'Benim, kalk haydi.'

    Ellerimi itti, kalkmaya davrandı, sendeledi, kalktı.. yürüdü. Peşinden gittim, usul usul konuştum; sevda masalları anlattım. İşitmedi, kafasını duvarlara vura vura yürüdü, peşinden gittim.. düşürdüğü çiçekleri topladım.

    Sabaha kadar yürüdük Paris sokaklarında. Paris sokaklarında, sabaha kadar sular aktı, sular birbirine kavuştu, sular ayrıldı. İri, sarı ay çiçekleri açıp, soldu.

    Güneş doğarken yoruldu: 'Kulağını arıyorsan, boşuna.' dedim, 'Onu atalı çok vakit geçti, belki yüz yıl.'

    Dönüp, bana baktı, gözleri duru mavi; soluğumu tuttum: 'Ne kulağı? ' diye sordu.

    'Hani kesip, armağan diye bana yollamıştın.'

    'Hatırlamıyorum.' dedi, 'Hem sen de kimsin? '

    'Ben sevdiğin.. ben, uğruna kulağını kestiğin..'

    Başını salladı iki yana: 'Sizi tanımıyorum küçük hanım.' dedi, elinde kalan sarı çiçekleri göğsüne bastırdı: 'Bunları götürüp, vazoya koymalıydım.' dedi, yürüdü. Artık gitmedim peşinden çünkü o an bildim ki kulak bende kanamaktadır, hep kanayacaktır.. O an bildim ki adam bunu, hiç bilmeyecektir. O an, ateş düştü içime.

    'Yanıyorum.' dedim. 'Yanıyorum.'

    'Öyleyse koş! '; seslendi: 'Koş.. koş.'

    Koşup yıldızlara, aylara karıştım, döndüm. Karıştım lacivert göğe, döndüm: 'Aşığım! ..' Haykırdım: 'Aşığım! '

    Adam, hepimizi takıp fırçasının ucuna.. aşkla boyadı.

    (Yazarın 'Bir Gece Yıldızlarla' adlı kitabından...)

  • emine ışınsu

    25.06.2003 - 00:57

    emine isinsu-öksüz

  • evliya çelebi

    25.06.2003 - 00:49

    evliya celebi denince seyahat, gezmek, belli bir yerde sabit kalamamak gelir akla...
    ordan oraya tayin olan memurdan,
    ders esnasinda tuvalete cikip, can sikintisindan yapacak sey bulamadigindan, okulun müstemilatini dolanip duran ögrenciye her hareket halindeki dabbeye bugün evliya celebi telmihli ifadeler kullanilir...

  • kemal sunal

    25.06.2003 - 00:46

    almanya'da eulenspiegel
    türkiye'de nasreddin hoca
    denirdi eskiden komiklikten söz edilince...

    yeni türkiye'de ise komedi denince kemal sunal gelir akla...
    türk insaninin kimyasina uygun bir komedi anlayisi ile, türkün bulundugu her cografyada izlenen insan...
    yeni nesil üniversite mezunlari,
    almanya'da yetisen üniversiteli türk gencleri
    türkiye'de istanbul'da gecekonduda kalan isportaci..
    hepsinin gülme ihtiyacini ortak karsiliyor..

    ya iste söyle basit güldürüyordu
    böyle argo kullaniyordu felan...

    sanki bunu diyen adam aksam kemal sunal filmi hangi kanalda ise oraya zapp'lemiyor? ? ?

    20. yilin Türk dilindeki basat komedisi

  • selim ileri

    25.06.2003 - 00:38

    SELİM İLERİ

    GELiNLiK KIZ
    Çocukken gidilen evler iki türlüydü: Annemin seçtigi dostluklar ve gitmek zorunda kaldigi yerler. Annemin gönlünce kurdugu dostluklari severdim ben. Çogu dünyadan elini, etegini çekmis kimselerdi. Öyle yerlere gidecegimizde annemin ince kivrimlarla biçimlenmis dudaklari sevinçle çözülüyor; ruj, dudaklarda hafifçe gezinip kizila dönüstürüyor kirmizisini. Kapidan kedi adimlariyla çikiyoruz. Annem, dikkatle sokak kapisini kilitlemiyor. Sonra sokak yazsa daha bir iç açici serinlikte, sonbahari yasiyorsak iyicene iliklerimizi isitan ilik güneslerle dolardi.
    Yollarda dönüp dönüp gerime bakiyorum. Sifa'nin denize çikan burnunda sakizagaçlari vardi. Artik deniz banyolarindan vazgeçilmis günlerde, gençler onlarin altlarina otururlardi. Yogurtçu tarafindan sandallar çikiyor; Kurbagalidere'nin agzina gelince ya Kalamis kiyilarina uzanirlar ya da Sifa'dan Moda'ya kadar gezinirlerdi. Öglen günesinin omuzlara egilisi, oksayisi.
    Annemin yeniden gençkiz gibi yollardan geçtigi siralarda, yagmurlardan bile gönenirdim. Bu yagmurlar ergenlik yillarimin ve simdinin yagmurlarina yabancidir. Rüzgâr üsütmezdi; soguk rüzgârlar yagmurlugumun yakasini, eteklerini açip uçurtmazdi. Yagmurda yürüyüslerimiz annemle. Tramvaylarin, otobüslerin, vapurlarin, ender bindigimiz otomobillerin pencerelerine iri damlalar vururdu. Damlanin bütünleserek cama çarpisi; dagilarak kendince su yollari açiyor. Binlerce resim çizerdim kafamda. Annemi görürdüm, kuslar uyduruyorum, ayyildizli Türk bayraklari... Yagmurun çiçekdürbününden binlerce sekil geçerdi arka arkaya. Bulutlarla da hep bu oyunu oynardik. Incilâ Abla'yla. Incilâ Abla, annemin isteyerek, özleyerek gittigi evin kiziydi.
    Annemin onlari nereden tanidigini çikaramiyorum. Belki uzaktan bir yakinlik, hisimlik vardi aramizda. Bizim geldigimizi görünce delicesine sevinirlerdi. Iffet Hanim beni kucaklar, saçlarimi defalarca öpüp koklardi. Tasliktan girilince karsimiza düsen odaya kosardim. Burada Iffet Hanim'in annesi yasiyor. Iffet Hanim'in annesi, ben hatirladigimda çok yasli bir kadindi. Vücudunun yorgunluguna karsin, akli dinçti. Ihtiyarligindan yerinden kalkmiyor, sabahtan aksama kadar bir köse koltugunda dua ediyordu. Mor kadife üzerine sirma islemeli kesesinden elyazmasi Kur'an'ini çikarir, hiç sikilmadan ezbere bildigi ayetleri tekrar tekrar okurdu. Onun elini öperdim. Bu el, her vakit tuhaf, baygin bir menekse kolonyasi kokardi. Kolonyasi Nuhbe Hanim'in basucunda dururdu. Yuvarlak, tombul sisenin kapagi sincap rengiydi.
    Nuhbe Hanim kina yakardi saçlarina. Önü islemeli beyaz tülbentlerle örterdi saçlarini. Incecikti saçini örttügü tülbentler. Yataginin ayak ucuna konmus bohçasinda kalin tülbentler vardi, lavanta torbaciklariyla sarmas dolas. Nuhbe Hanim azicik kipirdanip hareket ettiginde terliyordu ve kizi sirtina kalinca tülbentlerden koyardi. Elbiselerinin yakalarina rokoko yapraklar islenmis; ikide bir ellerini bu yapraklara degdiriyor Nuhbe Hanim. Benle büyük insanmisim gibi konusuyor. Iffet Hanim'a, 'Çocuga bir bardak tükenmez versenize canim, ' diyor. Iffet Hanim hâlâ tükenmez kurardi kis aylarinda. Benim için taze meyveler, balbademler, içfistiklari getirir; sessizce bir yana birakirdi. Gerçekte onurun saklatdigi bir yoksulluk, odalardan tasliga, tasliktan mutfaga belli belirsiz sinmisti.
    Incilâ Abla'larin evi. Bahariye'nin arka sokaklarindaydi. Buradaki üç kârgir konaklari, zenginlik çaglarini kapadiklarindan kiraya verilmisti. Ev sahipleri, herhalde pek önceden karsi yakaya tasinmislardi. Bazi günlerde, havanin açik ve aydinlik oldugu günlerde at arabasiyle gelirdik Incilâ Abla'lara. Öteden sokaga sapar sapmaz dantelali mendil kenarlarini hatirlatan çati çikmalari görünürdü. Tahta oymalar çok güzeldi. Nicedir konagin yüzü yagliboya görmediginden kararip çirkinlesmisti. Daminda hep sazlar bitmisti. Kirik döküktü pencerelerin kepenkleri. Bahçeden girince, konakta kimselerin yasamadigini düsünüyordu insan. Dutagaçlariyle akasyalar bakimsizliktan yabanillasmislardi..
    Incilâ Abla'lar, hemen bahçeye açilan en alt katta oturuyorlardi. Ama pencereleri kapali durdugundan mevsimlerin rengi, isigi, kokulari konagin kilerinden bozma eve giremezlerdi. Evin içi suskunluk ve sicak; Incilâ Abla'nin yesil marul yapraklariyle besledigi kanaryasinin ötüsleriyle dagilirdi. Taslikta duvarlar ak badanaydi. Nuhbe Hanim'in odasinda gülkurusu. Kireç badananin üzerine yapismis firça killarini ayiklamaya bayilirdim.
    Nuhbe Hanim'in esyasi yillardir yenilenmemisti. Evin kökeni gibiydi esya. Duvara dayali, parlakligini yitirmis pirinç topuzlarla bezeli yüksek, demirden karyolasi; sagli sollu, yastiklarla tika basa doldurulmus koltuk; üzerinde iki büyük gaz lambasinin durdugu aynali konsol... Simdi sadece bunlari animsayabiliyorum. Sonralari Nuhbe Hanim'in yanindan ayirmadigi Incilâ Abla'nin mevlut sekerlerini bir de.
    Iffet Hanim'a, kolay kolay, Nuhbe Hanim'in kizidir denemezdi. Ufak tefekti, içi tez kadindi. Çok çökmüstü, yasini kestiremezdim bu yüzden. Annesine sigara saran elleri, tütünden olacak, sapsariydi. Modasi geçmis uzun elbiseler giyerdi. Giysileri degisir, gögsüne taktigi elmas igne degismezdi: Ne dali oldugu anlasilmayan bir altin çubuga oturtulmus taslar. Taslarin tümüne su kaçmisti, kara karaydi. Saçlari topuzdu Iffet Hanim'in. Basindaki kemik tokalari, firketeleri ne zaman saymaya kalksam, sonunu getiremezdim.
    Disarda yasanan kalabaliklardan, eglencelerden, sevinçlerden, hatta üzüntülerden ve kederlerden bu eve sizabilen bir tek bizlerdik: Annemle ben.
    Incilâ Abla, geçmis zamanlardan kalma bir perikizi gibiydi. Kizil saçlarini omuzlarina döker, agir agir tarardi. Papatya sulariyle yikaniyordu kizil saçlari. Papatya kayniyor ocakta. Ikimiz ufaliyoruz papatyalari. Incilâ Abla'yla karanfil kurusu kaynatip esans yapiyoruz. Onunla birlikte olmaktan mutluluk duyardim. Ilisirdim kucagina. Defterime kenarsüsü yapardi Faber kalemlerimle. Çukulata yaldizlarini biriktiriyor, kirisiklari ince parmaklariyle düzeltiyor; ben gelince bana verecek. Kimi vakitler annesi gibi saçlarini topluyor, ama onun topuzu siki degil. Aralardan kaçan yumusak bukleler ensesine düserdi.
    Baska gelen giden yok muydu oraya? Sanki üst katlarda kimse oturmuyordu ve biz, kimsenin yasamadigi bir konaga taniktik. Öbür kiracilarla merdiven basinda, bahçede, dut agaçlarinin gölgeliginde, hiçbir yerde hiçbir yerde karsilasmadik. Nuhbe Hanim'in sözünü ettigi insanlar geçmis, göçmüslerdi. Solgun yüzleri, sarkik yanaklariyle çektikleri fotograflari gösterirdi bana eski tanidiklarinin. Anilariyle yetiniyordu. Iffet Hanim'sa böyle seyleri düsünmeye, anmaya firsat bulamazdi sanirim. Evi evirip çeviren, kotarandi Iffet Hanim. Incilâ'yla birlikte bütün günler çalisirlardi. Kasnaga geçmis isler biter bitmez, Iffet Hanim satmaya götürürdü. Incilâ'nin babasindan kalan azicik emekli ayligina, dul ve yetim maasina Iffet Hanim'in zorlukla sattigi islemelerin, göz nurunun, el emeginin pek ucuza gider karsiligini eklerlerdi. Üçü bir baslarina erkeksiz yasiyorlardi. Belki de dis dünyayla ilgisiz yasamlari bundandi. Iffet Hanim'in elinde en canli iplikler hüzne bulanir; en göz kamastirici çiçekler aci çökertirdi. Oysa Incilâ Abla'nin suzenîleri, sarmalari, hesapisleri huzur verirdi içimize.
    Annem, onlara gittigimizde daima hediyeler götürürdü. Sirayla Nuhbe Hanim'a, Iffet Teyzeye ve Incilâ Abla'ya. Ama bu hediyeler, annemin gitmek zorunda kaldigi yerlere götürdügü buket çiçeklere, lüks fondanlara benzemezdi. Paketleri gizlice tasliktaki ayaklari sallantili yemek masasina birakirdi. Iffet Hanim hemen farkeder, 'Kizim ne diye zahmet ediyorsun, ' derdi. Sesindeki titreyis, bende onlardan, o tasliktan ve odalardan kaçmak ihtiyacini uyandirirdi.
    Taslikta ayakkabilarimizi çikartirdik. Naftalin kokulu terlikler getirirdi Incilâ Abla. Terlikler ayaklarima biraz büyük geliyor. Çay vakti kizarmis küçük ekmeklere sürülü reçel ve tereyagiyla kahvalti ediyoruz. Birden istahim kapanirdi. Incilâ Abla'nin gözlerini aradim. Bakislarimiz birlestiginde dinerdi midemin sinsi bulantisi.
    Bunca eski, yalin esyanin ortasinda çay fincanlari harikulâdeydi. Bunlar porselendi. Kulplariysa çaya egilmis, çati yudumlamaya hazir gümüs kuslardi... Çay içtikten sonra Incilâ Abla bize ut çalardi. 'ek deveci develeri engine / Simdi ragbet güzel ile zengine' diye bir Güney-Anadolu türküsü söylerdi. Nuhbe Hanim, bu türkü söylendiginde Incilâ Abla'ya nedense dargin, küsmüs bakardi. Ya da bana öyle geliyordu. Çünkü aksamin karardigi saatlerde kapinin gicirdayarak sokaktan açilmayacagini bilmek, bende çözemedigim duygularin baslangici sayilir. Sözgelimi bize sunulan gümüs kuslu fincanlarin kirildigini duyardim. Kafesteki kanaryanin bir sabah öldügünü. Bahçedeki camlari boydan boya çatlak limonlukta sikismis arilari. Biz eve döndügümüzde babami beklerdik.
    Sasirmam gereken konulardan biri, Iffet Hanim'la Incilâ Abla'nin bize hiç gelmemeleriydi. Nuhbe Hanim'in yasliligina, yürüyemeyecek kerte yorgun olusuna baglardim bunu.
    Bir gün olaganüstü bir seyle karsilastik Incilâ Abla'larda. Nuhbe Hanim'lara annemle benden baska misafir gelmezken, ilkyaz ögleden sonrasinda, genç ve yakisikli bir adam, tasliktaki masayi çevreleyen iskemlelerden birine oturmus, kahve içiyordu. Pencerelerin kepenkleri aralanmisti üstelik. Içeriye yansiyabilen, nihayet odalari dolduran gün isigi ansizin eski esyayi büyülemis, senlendirmisti. Genç adamin saçlarindan bir demet alnina dökülmüstü. Iffet Hanim annemi karsiladiginda, o da ayaga kalkti.
    'Ne iyi ettiniz de geldiniz, ' dedi Iffet Hanim, 'eriste kesmistim ben de.'
    Incilâ Abla ibrisimleri, elvan elvan iplikleri topluyordu telâsla. 'Kusura bakmayin, ' dedi anneme.
    'Biz yabanci miyiz Incilâ? '
    'Cahit, ' dedi Iffet Hanim. 'Taniyacaksin Süheylâ, Hasan amcayla Kâmran yengenin oglu.'
    Annem gülümsüyordu. Hasan amcayla Kâmran yengenin adlarini ilk kez isitiyordum.
    'Mühendis çikmis bu sene Cahit. Binbir güçlükle arayip bulmus burasini sagolsun.'
    Ben hemen mühendis olmaya karar veriyordum. Genç adam, hemen benim Cahit agbim oluyordu ve ben, büyüyünce tipki ona benziyordum. Genis omuzlu, uzun boylu, insanin elini sikarken güvenç veren.
    Cahit agbi saygiyla annemin elini sikti. Benim de. Galiba hayatimda alaysiz elimi sikan birinci insandi o.
    Dün gibi hatirliyorum: O gün kandil simitleri yedik Nuhbe Hanim'in odasina dolusup. Nuhbe Hanim bayagi gençlesmisti. Cahit agbinin getirdigi siyah-beyaz damali basörtüsünü göstermisti anneme. Onlari arayip soran bir baska insanin gizli gururunu tasiyordu. 'Cahit agbine siir okusana' dediler bana. Cahit agbime basimi çeviriyor, sonra utançla yere egiyordum. Bahçeye çiktik; Incilâ Abla, Cahit agbi üçümüz. Camlari boydan boya çatlak limonlukta kuru otlara oturduk. Tasliga girip pitpit terliklerimizi giydigimizde günes batiyordu. Nuhbe Hanim'in odasi alacakaranliga bürünmüstü. Cahit agbi, alacakaranlikta, Incilâ Abla'yi seyrediyordu sezdirmeden. Cahit agbiye defterimi, Incilâ Abla'nin yaptigi kenar süslerini gösterdim. Çarpim cetvelini çikardim okul çantamdan. Boncuklarin yerlerini degistirdim. Pergelle suda halkalar çizdi defterime Cahit agbi. Nuhbe Hanim, oradan oraya kosturan Iffet Hanim'in terli yüzüne bir seyler mirildanarak üfledi. Incilâ Abla ud çalmadi. Eristelerimizi patiska bir torbaya koydu Iffet Hanim; 'Sana da verecegim Cahit, ' dedi. 'Size gelip yerim teyzecigim.' Hasan amcanin, Kâmran yengenin yinelenen adlari. Nuhbe Hanim'in kadife kesesinden çikan elyazmasi Kur'an. Ayrilirken annem, Incilâ Abla'yi sevecenlikle kucakliyor.
    Ilkyaz aylarinda Cahit agbiye hep rastladik Nuhbe Hanim'larda. Misafir odasi simdi, bize oldugu gibi, onun için de açiliyordu. Ise girmisti Cahit agbi. Mühendisligin önü simdi açiktilar, herkes mühendis olmak istiyordular... Kadiköyü'ne geçtiginde, ne yapip ne edip, Nuhbe Hanim'larda eriste yiyordu.
    Iffet Hanim kasnaklari konsolun gözüne kaldirmis durmadan bir seyler dikiyordu. Sayfalarini çevirdigim Manidifata'lar da yoktu ortalikta. Tasliktaki masanin altina beyaz kâgitlar yayiliyor, kumaslar biçiliyordu. Sokaga çiktigimizda anneme sordum:
    'Anne, Cahit agbi onlarin nesi oluyor? '
    'Incilâ Abla'yla evlenecekler. Allah yüzünü güldürsün Incilâ'nin.'
    'Incilâ Abla gidecek mi buradan? '
    Incilâ Abla'yi yitirmekten ürküyordum. Çocuk kalbime hançerler batiyordu. Incilâ Abla limonlukta yine ut çaliyor, Cahit agbi gür sesiyle 'Etme beyhude figan vazgeç gönül' sarkisini okuyordu. Nuhbe Hanim, odasinin penceresini ardina kadar açmis, dinliyordu. Kafesteki kanarya güneslerde bahçeye çikartiliyordu. Ot gövermis, harap bahçeler azmisti. Nuhbe Hanim'in sedefli kavuklarina yerlestirilmis ciliz küpeçiçekleri bile tomurcuklanmisti. Ben konagin oymali dam çikmalarindan hoslanmiyordum, limonlukta yükselen kalin erkek sesini sevmiyordum, Cahit agbi dostum olmuyordu.
    Iffet Hanim'larin odasindaki cilali tahta sandik açilip kapaniyordu. Okul çikislarinda genellikle buraya geliyorduk annemle. Tahta sandigin açilip kapanislarina. 'Eskiden, ' diyordu Nuhbe Hanim, 'kizlarin çeyizinde bir teli ipekten, bir teli ketenden kivir kivir dokunmus hilâli gümlekler makbuldü.' Herkes gülüyordu onun anlattiklarina. Aralik kepenklerden sisman dut sinekleri giriyordu odaya. Hevessiz, coskusuz günlerim. Incilâ Abla'yi, o dutagaçlarinin gölgeledigi evden ayri düsünemiyordum. Incilâ Abla bir perikizi olmaktan uzaklasiyor, etiyle-kemigiyle gerçege dönüsüyordu. Çarsaflardan sicaktutacagina, her sey hazirlaniyordu çeyizde.

    'O ugursuz mum çiçeklerinden, ' diyordu da, baska bir sey demiyordu annem. Nisan elbisesi dikilirken söz bozuldu. Cahit agbinin gelisleri seyreklesmisti. Limonluga geçip sarkilar söylemiyordu artik. Incilâ Abla'yi kucaklayislarinda soguktu, bikkindi. Oturup kalkmasi, giyinip kusanisi baskalasmisti. Defterime gönyesiyle üçgenler yapmadi boy boy. Mum çiçekleri limonlukta kendi kendilerine bitmislerdi. 'Yillarca otun üremedigi limonlukta.'
    Cahit Agbi'nin Incilâ Abla'yla nisanlanmayisinin nedeni belirsizdi. Annem konusmuyordu sordugum vakit. Ben onlara gitmedigimizde çarçabuk unutuyordum. Zaten tatil yaklasiyordu, yazin esrikligi vurmustu basima.
    Iffet Hanim'i kipkirmizi gözlerle buluyorduk. Uçuk pembe tafta nisan elbisesi eski gardiroba asilmisti. 'Üzülmeyin Iffet Abla.' diyordu annem.. 'nerde Incilâ gibi bir kiz bu zamanda. Kismeti kapanmadi ya.' Kendi de inanmiyordu söylediklerine pek. Kanarya eski yerine kondu. Incilâ Abla'nin yüzünde yasamadan tükenmis umut isigi gülümsemeler. Sonra sonra zayiflamaya basladi. Ince vücudu ateslerle kavruluyordu. 'Bu yapilir miydi, ' dedi annem, 'bu yapayalniz, siginaksiz insanlara yapilir miydi bu! '
    Annemin misafir gününde beyaz eldivenler geçirmis, günes semsiyeli bir kadin, 'Incilâ'yi da bundan sonra kimse almaz, ' dedi. 'Az gezmedi o mühendis çocukla. Limonlukta sarkilarin bini bir paraydi. Gökleri çinlatti âvazeleri.' Hallerini bilmeyislerinden söz edildi Iffet Hanim'larin; Kizilay'a satilan hesapisleri, mürver igneler, civan kaslari.
    Nisan bozulmasindan bir yaz geçmisti. Koskoca bir yaz geçmisti. Cahit agbiyi yaninda kisaca boylu, çok sik bir kizla Moda'da görmüstük. Deniz Kulübü'ne giriyordu. Gençkizin saçlari bukle bukle kesilmisti. Perçemleri, yokusta Cahit agbiye yaslanislari... Deniz Kulübü'nde caz çaliyordu. Kayiklarla gelip dans edenleri seyrediyordu halk. Cahit agbi, anneme selam vermek istemisti: Hasan amcayla Kâmran yengenin oglu, 'Taniyacaksin Süheylâ.' Buz gibi durmustu annem. Bana el sallamisti Cahit agbi, kolumdan çekip sürüklemisti annem.
    Dügünler yasaniyor. Gelin güleryüzle iniyor merdivenlerden. Çocuklar geziniyor ortalikta. Kadinlar aynalarda yapili saçlarini düzeltiyorlar. Dügün pastasi kesiliyor.
    Ben hiç dügünlere gitmiyorum.
    Içinde akide sekerleriyle bir tek lokumun oldugu pembe kâgidi açmistim. Pembe kâgit külahta Incilâ Abla'min soluk baskili fotografini görmüstüm. Limonluga kar yagiyordu. Kar, çatlak camlardan içeriye yagip eriyordu.
    Kuru ayazin ardindan yagmurlar geldi.
    'Hos geldiniz, 'dedi annem.
    'Sakir sakir yagmur, mansonumu islatti, ' dedi annemin günes semsiyeli konugu. Çizmelerini çikardi. Mansonunun tüylerini kabartti. Soba yanan odaya girerken, 'Isittiniz mi? ' diye sordu. 'Sizin Incilâ'nin Cahit, eski elçilerden Regaip beyin kiziyla nisanlanmis, yildirim nikahiyla evleneceklermis.' Bir an sustu anlamli göz süzmelerle. 'Regaip bey çok seviniyormus. Sevinir elbet, Cahit hem güzel çocuk hem de istikbali açik.'
    Annem, misafir hanima muzlu pastadan tutmuyordu.

  • ahmet turan alkan

    25.06.2003 - 00:33

    A. TURAN ALKAN [email protected]
    ‘Çağdaş’ yatak odası takımı!

    İlk başta, “demodeliğin modası geçer mi” gibi saçma görünen bir suale verilecek cevap “moda” ile “demode” kavramlarına verdiğimiz anlamla ilgili olabilir, bir de içinde bulunduğunuz yaşla. Bana göre bir ibadet vecdi veya bir tazelenme heyecanıyla modayı takip edenler, aslında modası hiç geçmeyen bir şey bulabilmek için arayış halinde olmalılar.

    “Alçağa akar sular, pây–ı hûma düş mest ol” diyen şair de böyle bir sükûnet noktasını işaret ediyor belki de. Kemâl çağı dediğimiz vakit, hayata bakışın, daha doğrusu hayat felsefesinin, denize ulaşan bir ırmak gibi sâkin aktığı bir demdir; kabul çağıdır. Belki de insanın, –kendi de dahil– hiçbir şeyi değiştirmeye tâkât yetiremeyeceğini anladığı an. Bu noktadan bakılınca bütün devrimciler çocuk, siz bilemediniz delikanlı görünürler. “Neyi aradığını bilmeyen, ne bulduğunu da bilemez” buyurmuş bir bilge. Demodelikte karar kılınan yer, insanın ne aradığını ve aradığını asla bulamayacağını bildiği zaman mıdır; belki, evet, kesinlikle!

    Bütün hikâyeler, masallar ve romanlar, çevrilmiş ve çevrilecek bütün filmler niçin demodedir ve niçin hep aynı şeye dair olduklarını her defasında hatırlatıyorlar? Yeni olan ne var diye sormalıyız aslında. Moda rüzgârıyla para kazananlara ve bu endüstriden ekmek yiyenlere lâfım yok; tam aksine onlar, hâlâ yeni bir şeyler olabileceği kanaatini yaydıkları için kutlanmayı bile hak ediyorlar. Çocuk ölümü acı, çocuk ölmek güzeldir. Sir William Wallace mıydı, “bazıları hiç yaşamaz ki” diyen? Ölmek için evvela yaşıyor olmak lâzım; şimdi adını hatırlayamadığım, “kaç hayat yaşarsak, o kadar ölürüz” diyen adamın nüktesi Wallace’ı bütünlüyor ve bütün vecizelerin birbirini tamamladığını fark ediyoruz. Yeni bir vecizeyi kim söyleyebilir kim? Delinmedik inci, söylenmedik mânâ mı kalmıştır?

    Öyleyse nasıl oluyor da milyarlaca insan için her biri bir öncekinin aynı ritimde tekrarlanan yeni günlere erişmekte yeni bir lezzet bulabiliyoruz? Moda’nın sırrı buradadır işte. “Non novae sed novae” demiş bir Lâtin; Lâtince’den anlamam, vebâli nakledenin boynuna: “Yeni bir şey değil, yeni bir tarzda anlatmak” demekmiş. Şapkanın ne işe yaradığını bilenler için bütün şapkalar birbirinin aynıdır. Kadim Mısır’ın kadınları, en az bugün yaşayanlar kadar yüz boyamanın ustası idiler.

    Bir televizyon reklamında, “Çağdaş yatak odası takımı” lâfı geçtiğini fark edince aldı beni bir düşünce; zâhir adamcağız, “bunlar eski püskü, tarihin eski devirlerinden kalmış şeyler değil, modern, gıcır gıcır, yepyeni” demek istiyordu galiba. Yatak fikri ne çağdaş, ne de tarihidir; yatak yataktır netice itibariyle. “Çağdaş yatak” terkibi bir dil oyunu; işaret ettiği bir gerçeklik yok. Demek ki dil, mânâyı açan değil gizleyen ve muğlaklaştıran bir görev üstlenmiş. Cumhurbaşkanı da Amasya’da yaptığı konuşmada dilin ve anlamın muğlaklığına kendi çapında katkıda bulunuyor ve konuşmasının bir yerinde “çağdaş anlamda toplanma alışkanlığı”ndan bahsediyor; cümleyi okuyalım en iyisi:

    “Kişileri bir araya getiren, onlara çağdaş anlamda toplanma alışkanlığı kazandırarak, ulusal birliği sağlamayı amaçlayan yapıların kurulmasıyla eski alışkanlıklar terk edilmiş, kitlelerin bilinçlendirilmesine yönelik etkinlikler önem kazanmıştır.”

    “Çağdaş anlamda olmayan toplanma alışkanlığı” nasıl olur diye aldı beni bir düşünce; muhayyilemi ne kadar zorlasam da zihnimde canlandıramıyorum. Çağdışı toplanma alışkanlığı nedir meselâ, mafya celsesi mi, herkesin birbirini pata–küte dövdüğü bir kongre mi, yoksa servisin berbat yapıldığı bir toplantı mı? Çağ kelimesine bu kadar çok mânâ bindirilirse olacağı budur; kavram evvelâ bel verir, sonra çöküp gider. Geriye kalan “çağdaş yatak odası” gibi bir şeydir.

    Nietzsche diyor ki, “Üslûbu düzeltmek, aslında düşünceyi düzeltmekten başka bir şey değildir”. Burada eksikliğini hissettiğimiz şey üslûptan da öte, dilin kendisi, mantığı ve anlam çatısı. Tam da Martin Heidegger’in “Lisan varlığın evidir” dediği yer. Bu dil düşünceyi ve mânâyı taşıyamaz çünkü nirengisi yoktur. Moda fikrine heyecan veren şey bir şeylerin demode olmasıdır; berkemâl olalım derken “kemâl”i kaybetmişiz.

    “Bizim klasiklerimiz yoktur” diyen adama boşuna bühtân etmişiz meğer.

    16.06.2003

  • evliya çelebi

    25.06.2003 - 00:32

    A. TURAN ALKAN [email protected]
    İşte yılın kültür hadisesi budur

    Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin yedinci cildi de yayınlandı. Yapı Kredi Yayınları’nın bu hizmeti, gazete köşelerine sıkışmış küçük teşekkürlerle geçiştirilecek cinsten değil; hâfızasını kaybetmiş bir insana, ömrünün on senelik kısmını yeniden hatırlatmak cinsinden bir şey: Seyahatnâme’nin bende bıraktığı tesir, tam mânâsıyla bir hâfıza tazeleme ameliyesidir.

    Meraklısı bilir, daha önce de Seyahatnâme’nin muhtelif neşirleri yapıldı ama hiçbiri, titizlik ve aslına sadâkat bakımından YKY neşri ile mukayese edilemez. Kusursuz ve mükemmel değil elbette: Evliya Çelebi Seyahatnâmesi ile uğraşmak, kimi zaman altından asla kalkılamayacak lisan, etnoğrafya, etimoloji, tarih, topoğrafya, toponimi (yer adları ile uğraşan ilim dalı) problemlerinin labirentlerinde ömür tüketmek demek. Muhtemelen Evliya Çelebi’nin not tutarken düştüğü muhtemel yanlışlıkları, aradan geçen üçbuçuk asırdan sonra tashih etmek kolay değil. Bu bakımdan sadece 7. cildi yayına hazırlayan Sayın Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman ve Robert Dankoff’a değil, projeye yıllardır emek ve sabır bezleden herkese şükrânlarımızı ifâde etmeliyiz.

    Seyahatnâme, harc–ı âlem bir eser değil; yazıldığı hâline sadâkat göstererek yeni alfabeye aktarılan metni fazlaca takılmaksızın okuyabilecek ve okuduğundan lezzet alacak erbâb–ı zevkin sayısı kaçla ifâde edilir bilemem fakat herkes bilmeli ki Seyahatnâme, yerine göre insanı merakla kendisine bend eden ve son derece renkli anlatımıyla değme macerâ veya tarihi romanlarına taş çıkartacak bir sürükleyiciliğe sahip. Biraz mürekkep yalamışlar arasında Evliyâ’nın mübalağacılığından ötürü güvenilmez bir müşahit olduğu iddiası efsâne gibi yayılmıştır ki, bu yersiz söylentinin, okuduğu metne doğru–dürüst nüfuz edemeyen safderûn kişiler tarafından üstünkörü verilmiş hükümlerden ibaret olduğu açıktır; bu gibi mübalağası sonradan anlaşılan bilgiler, Evliyâ Çelebi’nin, başka ağızlardan aktardığı ve doğrulamaya asla vakit bulamayacağı “mesmûat”tan (şifâhi yolla derlediği bilgilerden) ibarettir ve biz bugün Evliyâ Çelebi’ye, çoğu zaman meşakkat ve binbir zahmet ile geçen yolculukları esnasında derlediği her bilgiden ötürü (bazıları hakikaten mübalağalı olsa bile mânevi şükrân borçluyuz. Meseleye bir de şöyle bakmalı; Evliya Çelebi hiç yaşamasaydı veya çağdaşları gibi alelâde bir hayatı tamamlayıp, iki satır not bırakmadan göçüp gitseydi neler kaybetmiş olurduk? Neler kazandığımızı bilenler, ancak bu müthiş eserin derûnuna girmek zahmetine katlanabilenlerdir. Şükran arzımı bir kere daha tâzeledikten sonra sitem faslına geçebilirim; n’olaydı her cildin sonuna bir de bütün ayrıntıları hassasiyetle işlenmiş büyük paftalı, renkli haritalar ilave edilebileydi! Osmanlı Devleti’nin asıl topoğrafyası, Evliyâ’mızın karış be karış gezerek kâğıda geçirdiği, tatlı diliyle, aşk ve şevkle kaydettiği yerlerden ibarettir bir bakıma. “Bekâra hanım boşamak kolay” fehvâsıyla devam ediyorum: N’olaydı, Evliyâ’nın tasvir ettiği beldelerin, mühim geçitlerin, konaklama yerlerinin, kalelerin, köprülerin, sarayların, hanların, mâbetlerin, beldelerin bugünkü halini gösteren fotoğraflar eklenebileydi; n’olaydı bugün el altındaki lügâtlerde bile bulunmayan, ancak mütehassısların kullanabildiği tarama ve etimoloji sözlüklerinde izine rastlanabilen bazı kelime ve kavramlar için dipnot yerine küçük açıklamalar ilâve edilebileydi! Belki eseri baskıya hazırlamak için gerekli süre uzayacak, baskı masrafları ve mâliyeti artacak, bizler için gecesini gündüzüne katıp bu “demir leblebi”yi günümüz alfabesine çeviren meçhul kahramanların saçları daha erken ağaracaktı ama biz netice itibariyle bu muhteşem eseri bir lise talebesinin önüne koyup, “oku da gör” diyebilecektik; “oku da gör bakalım ders kitaplarındaki tarihe benziyor mu? ”; “oku ve anla bakalım, uzak dedelerin hangi dille konuşuyor, nasıl dua ediyor, öfkelenince nasıl küfrediyor, ölümü hangi kelimelerle göğüslüyordu? ”; “oku ve anla, dedelerin dünya işlerini nasıl yorumlardı, buhran anlarında nasıl davranırdı, hangi şakalara gülerler, neyin kaybından acı duyar ve teessürlerini nasıl ifade ederlerdi? ” Açık konuşalım, bunca özelliği bünyesinde toplayan bir başka eserimiz yok bizim.

    “Efendim, hem pahalı hem de anlamıyoruz, üstelik sınırlı sayıda basıldığı için her tarafta bulunmuyor bile, ne yapalım böyle yayını” diyemezsiniz; dememelisiniz: (Doğru, herkesin Recep Ayyıldız gibi bir ahbabı nereden olsun?) Lâkin babadan kalma iki buçuk metrelik hisseli, şüyûlu arsa parçasına nasıl sahip çıkıyorsak öyle sahiplenmeliyiz Seyahatnâme’yi. İlmî kriterlere itaat eden neşir tamamlandıktan sonra eseri esas tutarak yüzlerce yeni yayın yapılabilir ve mutlaka yapılmalı. Yüzlerce film senaryosu, roman, hikâye, masal var bu eserde ama bundan ibaret değil; Evliyâ, yaşadığı devrin tarihini de yazmış ve hem nasıl yazmış!

    Sitem sayılmaz, daha çok temenni; inşallah bundan sonra yeni baskılar yapılırken temennilerim hatırlanır. Bize düşen, minnetimizi bir kere daha ifade etmek şimdi. Sağ olun ey yayıncılar ve emeği geçen isimsiz kahramanlar: Allah sizden râzı olsun! Ey Evliya Çelebi, rûhûn rahmet diledi; Çelebi için dahi Fâtihâ!

    23.06.2003

  • hilmi oflaz

    20.06.2003 - 19:44

    (bkz. mehmet niyazi, marmaratörlerle ilgili bir yazi...)

  • hilmi oflaz

    20.06.2003 - 19:43

    (bkz. AYAKLI KÜTÜPHANE)

  • faili meçhul

    20.06.2003 - 19:42

    islenen cinayetlerde, özellikle iyi tasarlanmis suikasdlerde, cinayeti isleyenin tesbit edilemedigi durumlarda kullanilan, cinayeti isleyeni baglaminda ifade eden deyim...

  • ayaklı kütüphane

    20.06.2003 - 19:40

    cok okuyan, okuduklarini hafizasinda iyi muhafaza eden, bir mesele oldugunda, detayli ve kitabi bilgi verebilen, bilgili insan...

  • metis elöz

    20.06.2003 - 19:33

    faili baska yerlerde aramayin..
    bu kelimeyi buraya yazan mücrim benim...

    folter'in bile kelime oldugu yerde metis elöz niye olmasin?
    fazlasiyla hak ediyor...

  • ahmet turan alkan

    19.06.2003 - 22:48

    son zamanlarda kalemini sadece basinda oynattigi kadariyla müsahade etmekle yetinen ben de artik, onun kendisinin tekrarlayan bir eski tüfek durumumuna düsmeme mücadelesi vermeye basladigini gördügüm de bir vakia...

  • zülfü livaneli

    19.06.2003 - 03:18

    Ömer Zülfü Livanelioglu,
    Stockholm'ü onun sayesinde hep merak ediyorum...
    ama bir türlü de gitmek nasip olmadi...
    entellektüel olma cehdiyle yazdigi yazilar güzel...
    Bazi kasetlerini dinledim, güzel.. sesinin detone olusu biraz da hosuma gidiyor...

    ISIM BABASI

    Liselilerin okula giderken kullandiklari otobüs arizali oldugundan belediye teypli bir otobüa tahsis etmisti.. HEr gün okula ferdi tayfur, orhan gencebay, benim bastirmamla baris manco dinleyerek gider gelir olmstuk..
    Bir kac muzip arkadas, babasi ögretmen olan bir arkadasin cantasindan bir kaset araklamislar ve kikirdemeler arasnda mesarun ileyh kaseti teybe yerlestirdiler.. Herkeste bir merak...
    Bakalim ferdi'den orhan'dan daha baba kaset neymis diye ahali pür dikkat, derken dandiru dindiriden sonra kapkalin bir ses:
    saat dört yoksunnnnn
    ara müzigi
    5 hala yok
    felan diye saatin bütün rakamlarini saymaya baslayinca...
    otobüs kahkahayla sallanmaya basladi...
    Kasedi cantasinda tasimis olma gibi bir yanlisi yapmanin utancini öfkeyle kamufle eden arkadasimiz, kendisine hinzir hinzir gülen sakaci ekibi akla gelebilecek her türlü siddet cesidiyle tehdid ediyordu..
    ama bir ay kadar ismi makamina kaim olmak üzere
    'saat 4 yoksun' diye cagrildi...
    Zülfü Livaneli,
    bir dostumuzun isim babasi olmus oldu...

  • sevinç çokum

    18.06.2003 - 22:40

    Hilal görününce'de tatarlari anlatir...
    Bir zamanlar, Moskova'yi feth etmeye cehd etmis tatarlarin cöküs devrinde gösterdikleri ayakta kalma mücadelesini anlatir..
    Ölüm dösegindeki ihtiyarin, ruslara karsi durabilmek icin söz yerindeyse yeniden dirilmesi en vurucu yerlerinden biridir..
    Arslan Bey'in, kardesi vefat edince kardesinin hircin hanimiyla evlenmesi,
    ailevi kargasalar, dramlar, her sey...
    hayatta olabildigi kadar yalin...

  • ahmet turan alkan

    16.06.2003 - 03:21

    risale eski kitablarin kücük parcalarina denirdi.. Bir kitabi ousturulan bir konuya ait bölümler..
    Ahmet turan alkan saedece risaleleri okuyoan degil, kitablarin tamamini deviren bir okuyucuya benziyor..
    risaleden kasit risale-i nur ise,
    onu belki de hayati boyunca hic okumamistir...
    O camia ile ilgilisi, onlarin gazetesinde yazmaktan öte degil..
    ama okuyorsa bu daha iyi...

    Osmanli kültürüne hakim, tarih üzerine doyurucu makaleleri olan birisinin kelime secimindeki becerisini tek bir kitaba borclu oldugunu iddia etmek? ...

  • ebced hesabı

    16.06.2003 - 00:43

    Hazreti Ali'nin kuran-i kerimde olandan baska kitabda bir sey yoktur demesi, sia'nin bazi ayetler yazilmamistir iddiasi gibi bir sey... Hazreti Ali'nin bu sözünü istedigimiz gibi yorumlayip da, kuranda bu ktur deme sonucunu cikartirsakk...
    adama derler ki:
    biz de zaten bunun kuranda oldugunu iddia etmiyoruz.. kuran ebcedle ugrasin demez.. ama oradaki bazi esrara bu ilimle ulasilabilir..
    tecvid kaidelerine kuran okunmalidir, ama meddi mutttasilda dört elif med yapin diye ayet yok diye, tecvidi ve medi muttasili kuran disidir diye yaftalamak ve mahkum etmek gibi bir sey...
    cifr ilmi yahudilikle baslamadi..
    ONdan önce de buna benzer gizli ilimler vardi..
    yeryüzüne indirilmis harut ve marut adindaki iki melek rtarafindan insanlara talim edilmistir...
    yahudilik, bizim dini birkimimizin mazi kismidir..
    yahudilikte var diye atacak deyiliz..
    asura orucunda peygamberimzin buyurdugu gibi,
    musa aleyhisselamin seriatinda olan bazi seyleri yapmaya biz yahudilerden daha layikiz...
    yok demekle bir sey yok olmuyor..
    insanlar sonra bize varligini ispat ewder gibi oldugunda da apisip kalmayalim..
    saygilar...

  • sevinç çokum

    15.06.2003 - 05:21

    Bu kadini fark etmeyen ölsün...

  • sevinç çokum

    15.06.2003 - 05:20

    Bir romani da tatarlarin ruslara karsi verdigi sanli direnisin hikayesini, aileleri anlatir...
    Bir kadin yazar duyarliligi ile...

  • sevinç çokum

    15.06.2003 - 05:19

    Balkan savaslari sonucunda kayb ettigimiz topraklarda yasayan insanlarin geriye dönüste yasadiklari acilar..
    Orada iken birbirini seven iki kisi..
    bayan, ailesi ile beraber binbi r güclükle istanbula gelir, savas maduru balkan göcmenlerinin barindigi bir bölümde yasamaya baslarlar...
    aklida hep savasta biraktigi kendisinden haber alamadigi nisanlisi tegmen vardir...
    Onu düsünerek istanbul'da dolasir...
    Tegmen savastan sonra istanbul'a getirilmistir, yenilmis ordunun mütebakisi diger askerler gibi..
    Istanbul'da dolasmaya baslar.. Aklinda balkanlarda kaldigini düsündügü sevgilisi...
    Gözlerini savasta kayb etmistir..
    Ikisi de ayni carsida birbirlerine üc bes metre arayla, bir birlerini düsünerek, ama birbirlerini fark etmeden gecip giderler...
    Roman biter..
    Romani okuyan da...

    Ismini hatirlayamadigim bu romani, sevinc cokum'un bu romanini okumadinizsa...
    türk istikbali icin her seylerini vermis o kahramanlarin romanini okumadinizsa...
    dostoyevski, tolstoy, balzac, heinrich böll...
    HEpsi zehir zikkim olsun...

  • sevinç çokum

    15.06.2003 - 05:10

    avustralya'da yasayan bir isci ailenin cocugunun, ailesi türkiye'ye kesin dönüs yapmayi denediklerinde, avustralya'da yaetistigi icin türkiye'de yasadigi kültür soku, can SIKINTISI

  • sevinç çokum

    15.06.2003 - 05:08

    dehset romanlari var...

  • allah (c.c)

    13.06.2003 - 23:30

    O zandan maksad, Hazreti Allah'in zati ile ilgili bi rzan degil, sifatlariyla ilgili bir zandir.. INsanlar hazreti Allah'i nasil zan ederlerse öyle bulurlar..
    Mizanda hesabi görülüp de günahi sevabindan fazla gelen bir kul, zebanilerce cehennemdeki yerine götürülecegi sirada hesap yerine bakarak bir seyler umar... Kendisine sorulur, ' daha ne umuyorsun? ' diye, o da ben Allah'i böyle zann etmemistim, rabbim merhametlidir diye hep bu zann icre yasamsistim diyince, Hazreit Allah, 'ben kulumun zanni üzreiym, birakiniz kulumu' der...
    Bilmem annatabildim mi?

    Zat ile sifat beynindeki farki bilmeden tefelsüf etmeyelim lütfen..
    mesele tefessüh edior...
    saygilar...

  • ahmet kabaklı

    13.06.2003 - 03:40

    Şeyhülmuharririn Ahmet Kabaklı
    Ahmet Kabaklı, Harput Sarayhatun Camii'nde müezzinlik yapan Kabaklılardan Ömer Efendi ile Pertekli Bölükbaşılardan Münire Hanım'ın oğlu olarak 24 Mayıs 1924 yılında Harput'ta dünyaya geldi. Babasını 1926 yılında daha iki buçuk yaşında iken kaybetti. Babasıyla ilgili hiçbir hatırası olmayan Kabaklı'nın yoksul bir çocukluk ve gençlik devresi başladı.1931 yılında girdiği Elazığ Numune Mektebi'nde ilk ve orta öğrenimini, lise öğrenimini ise, Elazığ Lisesi'nde 1944 yılında tamamladı. Aynı yıl İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunun parasız yatılı imtihanını kazanarak girdiği Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1948 yılında mezun oldu.

    Mezun olduğu yıl Diyarbakır'da öğretmenliğe başladı. Burada görev yaptığı sırada Diyarbakırlılardan çok ilgi ve itibar gördü. O, Diyarbakır'ın verimkâr bir kültür muhiti olduğunu biliyordu.Kendisine Halkevi'nin çıkarttığı Karacadağ dergisinin yöneticiliği verildi. Başta Ziya Gökalp olmak üzere Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı gibi Diyarbakır'ın fikir ve edebiyat sahasında yetiştirdiği evlâtlarını hatırlatan toplantılar yaptı. Divan Edebiyatı geceleri düzenledi. Görevi sırasında öğrencileri ve velileri olmak üzere geniş bir Diyarbakırlı kitlesini kendisine bağladı. Böylece orada ciddi bir milliyetçilik havasının esmesini sağladı.

    Diyarbakır'daki görevi iki yıl süren Kabaklı oradan askere gitti. Onu gece geç vakitte uğurlamaya meslektaşları, öğrencileri, halktan sevenleri olmak üzere büyük bir kalabalık geldi. Diyarbakırlıların kendisine karşı gösterdikleri bu saygı ve sevgi onu çok mutlu etti. Askerliğini Manisa'da tamamlayan Ahmet Kabaklı'yı Millî Eğitim Bakanlığı 1951 yılında Aydın Ticaret Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin etti. Görev yaptığı Aydın'da 1952 yılında Aydınlı Elbir ailesinden, matematik öğretmeni Meşkûre Hanımla tanıştı ve evlendi.

    Hak ve adalet yolunda daha iyi hizmet yapabilmek için hukuk okumak istedi.1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı.1 Nisan-1 Mayıs 1956 tarihleri arasında Tercüman gazetesinin açmış olduğu fıkra yarışmasına Ferhat Fırat imzası ve kendisine birincilik getiren 'Üniversitede Münazaralar' başlıklı yazısı dahil beş yazı ile katıldı. Yarışmayı kazanan Kabaklı, aynı zamanda Türkiye'de yarışmayla yazar olan iki kişiden birisi oldu. Bu sırada hâlen Aydın Ticaret Lisesinde Edebiyat öğretmenliğine devam etmekteydi.

    1956 yılının güz döneminde Aydın Ticaret Lisesindeki görevi sırasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından eğitim stajı için bir yıllığına Paris'e gönderildi.1958 yılında Paris'ten dönüşünde İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsüne öğretmen olarak atandı.1955 yılında Aydın'da öğretmen olduğu sırada başladığı Hukuk Fakültesi'ni 1959 yılında tamamladı.26 Ekim 1961 tarihinde 4806 sicil numarası ile İstanbul barosu avukatları arasına katıldı. Kısa bir süre avukatlık yaptı. Çapa Eğitim Enstitüsündeki öğretmenliği 1969 yılına kadar sürdü. Buradaki görevine İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak devam etti. Bu görevdeyken 1974 yılında emekli oldu. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda edebiyat dersi verdi.

    Taner isminde yüksek kimya mühendisi bir oğlu ve iki torunu olan Ahmet Kabaklı,17 Kasım 2000 tarihinde kalbinden rahatsızlandı. Önce Türkiye Gazetesi Hastahanesi Kardiyoloji Servisi'ne kaldırıldı. Burada iki gün yoğun bakımda kaldı. Daha sonra anjiyo yapılması için 20 Kasım 2000'de Florance Nightingale Hastahanesi'ne nakledildi.23 Kasım 2000'de tekrar kontrolden geçirilen Kabaklı, hemen ameliyata alındı. Başarılı bir ameliyatla kalp damarlarından beşi değiştirildi. Ancak yoğun bakım ünitesinde enfeksiyon kaptı. Buradan üç günde çıkması gerekirken yirmi gün yatmak zorunda kaldı. Bu arada Kadir gecesine tesadüf eden 23 Aralık 2000'de 48 yıllık hayat arkadaşı, emekli öğretmen Meşküre Hanım vefat etti. Hastahaneden taburcu edildikten sonra sevgili eşi Meşküre Hanımın mezarını ziyarete gidebildi. Hızla iyileştiği sanıldığı bir sırada akciğer enfeksiyonundan tekrar hastahaneye kaldırıldı.

    Ahmet Kabaklı,8 Şubat 2001 tarihinde Perşembe günü saat 14.20'de Florance Nightingale Hastahanesi'nde Hakkın rahmetine kavuştu.10 Şubat 2001 tarihinde Cumartesi günü tabutuna Türk ve Doğu Türkistan bayrakları sarılı cenazesi Fatih Camii'ne getirildi. Yakınları, öğrencileri ve sevenlerinden oluşan on binlerin katılımıyla öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazı sonrası eşi Meşküre Kabaklı'nın yattığı Eyüp Sultan-Piyer Loti'deki aile mezarlığına defnedildi.

    KİŞİLİĞİ

    Ahmet Kabaklı, Cumhuriyetin ilk yıllarının yokluk ve yoksullukları içerisinde geçirdiği çocukluğundan beri hayatın zorluklarını bilen birisi olarak sade ve abartısız yaşadı. O, memleket meselelerinde, yazılarında ve konferanslarında ciddi, özel hayatında inanılmaz derecede şakacı, cana yakın, sevimli, esprili, alçak gönüllü, şen, cömert, sevgi dolu, babacan, merhametli bir insan olarak tanınırdı.

    Yakın çevresi onu Türkçe'ye, Türkiye'ye ve Türk insanına aşkla bağlı, ilim sahibi, araştırmacı, bıkıp usanmadan çalışan, vefalı, yardımsever, merhametli, haklının ve mazlumların yanında olan, halktan kopmayan gerçek aydın, kadirşinas, yeni projeler üretme yeteneğine sahip birisi, kalemini menfaat için kullanmayan, çizgisinde direnen, yürüdüğü yoldan şaşmayan, dünya malına fazla değer vermeyen, bereketli bir fikir pınarı, uzun yıllar fikrini ve kalemini vatan, millet hayrına kullanan bir kahraman, bir mektep adam, haysiyet abidesi, millete ve tarihe malolmuş bir şahsiyet gibi daha birçok özellikleriyle tanımakta ve anlatmaktadırlar.

    Onun şahsiyeti, aile çevresi ve bilhassa annesi Münire Hanımın söylediği ve okuduğu masal, efsane ve türkülerin tesiriyle şekillendi. Annesinden sonra millî duygu ve düşüncelerle onu besleyen ve etkili olan ikinci kadın Türkçe öğretmeni Cemile Hanımdır. Lisede ise hayatının değişmesine vesile olacak edebiyat öğretmeni Cahit Okurer, Fransızca öğretmeni Cemil Meriç, tarih öğretmeni Yahya Pehlivan, matematik öğretmeni Vehbi Güney gibi seçkin ve sahalarında iyi yetişmiş ve etkileyici öğretmenlerin tesirinde kalmıştır.

    Öğrenci olarak girdiği Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'dan dersler aldı. Başta kendisine yakın bulduğu, ağabey gördüğü hocası Prof. Dr. Mehmet Kaplan olmak üzere diğer hocaları onun iyi bir meslekî eğitim almasında ve milliyetçi fikirlerinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır.

    O,20. ve 21. asrın alpereni olarak kalemiyle bütün Türk dünyasında gönüller fethetmiştir. O milleti için, birliğin sembolü olarak gördüğü ve ideallerini süsleyen bir 'alperen' olmak istediğini şöyle ifade etmektedir: 'Benim bugüne kadarki hasretim ve geleceklerde yapmak ve anılmak için özlediğim şey, birçok yazılarımda kendisini anlatmaya çalıştığım alperen ahlâkı, alperen yaşayışı, alperen hürriyeti, milletimin her varlığını kuşatan alperen sevgisidir'. Onun için Alperenlik hasretiyle yiğitliğe sarıldım. Her güzelliğin zaferi için çalışmaktan zevk aldım.... İşte ben, Çanakkale'den Bolayır'a, Rumeli'ye sallarla geçip kırk mübarek atlı ile Üsküb'ün, Belgrad'ın kalelerini alan kahramanlarla birlikte yaşadım'.

    O, Cumhuriyetimizi, millî kültür ve inançlarımızı, bilhassa dilimizi hiçe sayanlara karşı öğrenciliğinde, öğretmenliğinde, yazarlık ve fikir hayatının her safhasında inançla, kararlılıkla kendisi ve milleti adına mücadele etmiştir. O daima inandığı gibi yazmış, dolayısıyla mensubu bulunduğu Türk milletinin, İslâmın, ilmin ve demokrasinin hizmetinde olmuştur.

    Farsça ve Fransızca'yı edebî eserleri tetkik edecek kadar bilen Ahmet Kabaklı, hem doğu, hem batı kültürüne, yetiştiği muhitten ve aldığı meslekî eğitimden dolayı da zengin bir Türk kültürüne sahipti. Başta Anadolu'da olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde verdiği konferanslarda, radyo ve televizyon programlarında Türkün kültürünü, sanatını anlatmak için çaba göstermiş, yanık yürekleri serinletmiş ve cesaretlendirmiştir.

    Sevenleri onu, sevgi yüklü olmasından Alperen'e, eserlerinde doğruluğu ve dürüstlüğü anlatmasıyla Yusuf Has Hacib'e, Türk dilinin korunması ve geliştirilmesi için yaptığı mücadele ile Kaşgarlı Mahmud'a, bilgeliği ve otoritesi yönüyle Dede Korkut'a, dünyanın neresinde Türk varsa onların dertleriyle hemhal olmasından dolayı dervişe, gaziye, akıncı beyine, her çağrılan yere gitmesiyle Evliya Çelebi'ye benzetmişlerdir.

    ESERLERİ:

    1) Charles Dickens, Pik Vik'in Maceraları, (Tercüme: Ahmet Kabaklı) , İstanbul 1962.
    2) Kültür Emperyalizmi,3. bs., Ý stanbul 2002.
    3) Müslüman Türkiye,3. bs., Ý stanbul 2002.
    4) Mehmet Âkif,7. bs., İstanbul 1999.
    5) Yunus Emre,6. bs., İstanbul 1991.
    6) Mevlânâ,7. bs., İstanbul 2000.
    7) Ahmet Rasim, Şehir Mektupları I, (Sadeleştirerek yayına hazırlayan: Ahmet Kabaklı) , İstanbul 1971; (M.E.B.) Ankara 1990.
    8) Ejderha Taşı, İstanbul 3. bs., İstanbul 1997. (Eser Azize Ceferzade tarafından 1992 yılında Azeri Türkçesine aktarılmıştır.)
    9) Bizim Alkibiades, İstanbul 1977.
    10) Ecurufya, İstanbul 1981.
    11) Giritli Aziz Efendi, Muhayyelâtı Aziz Efendi, (Sadeleştirerek yayına hazırlayan: Ahmet Kabaklı) , İstanbul 1983.
    12) Sohbetler I-II,2. bs., İstanbul 1991-1992.
    13) Temellerin Duruşması I-II,20. bs., İstanbul 2000.
    14) Güneydoğu Yakından, İstanbul 1990.
    15) Şiir İncelemeleri, İstanbul 1992.
    16) Doğu'dan Doğuş, İstanbul 1993.
    17) Sultanü'ş-Şuarâ Necip Fazıl, İstanbul 1995.
    18) Şair-i Cihan Nedim, İnceleme-Roman-Senaryo, İstanbul 1996.
    19) 19) Türk Edebiyatý , I-5 cilt, Ý stanbul 1966-2001.
    20) Mabet ve Millet,2. bs., Ý stanbul 2002.
    21) Nazý m Hikmet, Ý stanbul 2002.
    22) Temellerin Duruþ masý -2 Gazi ve Atatürkçüler, Ý stanbul 2002.
    23) Alperen, Ý stanbul 2002.
    24) Millete Vurulan Canlý Pranga Bürokrasi, Ý stanbul 2002.

    YAZI HAYATI
    Ahmet Kabaklı'nın yazı hayatı daha 22 yaşında üniversite öğrencisi iken 20 Kasım 1946 tarihinde Son Saat gazetesinde 'Yunus Emre mi Yalan Söylüyor, Gölpınarlı mı? ' başlıklı tenkit yazısıyla başlamıştır.1947 yılından itibaren 'Hareket' dergisinde 'Ayın Hercümerci' başlığı ile polemik, mizah ve hiciv yazıları yazmıştır. Diyarbakır'da öğretmenliği sırasında 'Karacadağ' dergisini yöneten Kabaklı giderek şiir ve yazılarıyla edebiyat camiasında tanınmıştır. Hareket ve Karacadağ dergilerinden başka Bizim Türkiye, Hisar, İstanbul, Çağrı, Türk Folklor Araştırmaları, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Mavera, Pınar, Kültür ve Sanat, Türk Edebiyatı gibi dergilerde de şiirler, makaleler yazmaya devam etmiştir.

    Asıl ününü Türk basınında duyuran Ahmet Kabaklı, Son Saat, Tercüman, Yeni Haber ve Türkiye gibi gazetelerde idarecilerin ve geniş halk kitlelerinin dikkatlerini uyandıran kültür hayatımız ile ilgili konularda yirmi binden fazla fıkra ve makale yazmıştır. Tercüman gazetesindeki yazıları önce 'Fıkra Müsabakamızın Birincileri' başlığı altında yarışmayı kazanan diğer iki birinciyle birlikte aynı köşede dönüşümlü yayımlanmıştır. Eğitim stajı yapmak üzere Paris'e gitmesi sebebiyle yazılarını aralıklarla da olsa 'Uzaktan Uzağa' başlığı altında okuyucusuyla buluşturmuştur. Bu ayrılık devresinde gazeteye Paris'ten Paris Notları, Paris Mektupları başlıklarıyla yazılar yazmıştır.

    1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuştur. Avukatlık yapmaya başlamış, tam bu sırada gazete el değiştirmiş ve yeni sahibi Nihat Karaveli kendisinden gazeteye yazmasını istemiştir. Bu teklifi kabul eden Kabaklı, Tercüman'da 1961 yılından itibaren 'Gün Işığında' adlı köşesinde yazmaya devam etmiştir. Tercüman gazetesinin sahiplerinin değiştiği dönemlerde milliyetçi fikirlerinden dolayı zaman zaman sıkıntılar yaşamış, aynı zamanda tam iki sene yazdığı yazılardan hiç para alamamıştır.

    11 Ekim 1961 tarihinde Tercüman'ın ortakları arasına Kemal Ilıcak da girmiştir. Daha sonra Kemal Ilıcak'ın imtiyaz sahibi olmasıyla birlikte diğer kalem arkadaşlarıyla 'memleketi onarma ve kötülerden kurtarma mücadelesi' ne girişmiştir. Gazete milliyetçi-muhafazakâr bir çizgi izlemeye başlamış ve okuyucu sayısı daha da artmıştır. Kabaklı yazılarıyla Türk milletinin bilhassa gençliğinin kalbinde yer etmiştir. Kabaklı, dilimizin, edebiyatımızın ve kültürümüzün önemli meselelerini gazetedeki köşesine taşımıştır.
    1986 yılında Tercüman'daki yazılarına bir müddet ara vermiştir.1986'nın Kasım-Aralık aylarında Yeni Haber gazetesinde yazmıştır. Bu gazetenin yayın hayatı 49 gün sürmüştür. Daha sonra 15 ay gibi bir zaman aralığında gazete yazılarına ara veren Kabaklı, boş durmamış, yakın tarihimizi yorumladığı 'Temellerin Duruşması' ve senaryo olan 'Şair-i Cihan Nedim'i telif etmiştir.1 Şubat 1988 tarihinde tekrar yazmaya başladığı Tercüman'daki yazı hayatı 2 Mart 1991'de son bulmuştur. Kabaklı,19 Mart 1991'den itibaren Türkiye gazetesinde 'Gün Işığında' adlı köşede yazmaya başlamıştır. Bu süre 19 Kasım 2000 tarihine kadar devam etmiştir. Türkiye gazetesindeki son yazısı 'Damda Deve Aranır mı? ' olmuştur.

    Ahmet Kabaklı,1970 yılında Türk milletinin fikir, sanat ve edebiyat sahasında millî çizgiler içerisinde gelişmesine çalışmak ve genç kabiliyetleri desteklemek için zamanın ilim ve fikir hayatının tanınmış kişileri ile birlikte Edebiyat Cemiyeti'nin kurulmasına öncülük etmiştir. Kurucular arasında Nihat Sami Banarlı, Mehmet Kaplan, Oktay Aslanapa, Necmettin Hacıeminoğlu, Samiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi, Tarık Buğra, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Necip Fazıl Kısakürek, Ali Nihat Tarlan, Tahsin Demiray, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Çınarlı, Gültekin Sâmancı, Muhittin Nalbantoğlu, Mustafa Necati Karaer, Zeki Ömer Defne, Arif Nihat Asya, İrfan Atagün, Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Tahsin Banguoğlu gibi daha birçok siyasetçi, şair ve yazar vardır.

    1978 yılında Türk edebiyatını, sanatını, kültürünü ve bunlara mensup şahsiyetleri tanıtmak ve güçlendirmek gayesiyle Ahmet Kabaklı'nın önderliğinde Meşküre Kabaklı, Rıfat İzzet Çokum, Sevinç Çokum, İskender Öksüz, Emine Işınsu Öksüz, Tahir Kutsi Makal, Süha Burçkin, İrfan Atagün, Halis Akaydın, Cahit Dodanlı ve İsmail Gerçeksöz ün kurucu üyelikleriyle Türk Edebiyatı Vakfı kurulmuştur. Ahmet Kabaklı, vakfın başkanlığına getirilmiş ve bu görevini ölene kadar sürdürmüştür. Kitaplarından bir bölümünü vakfa bağışlayan Ahmet Kabaklı'nın bu eserleri ile vakıf bünyesinde Ahmet Kabaklı Kütüphanesi kurulmuştur.

    Yayın faaliyetine de girişen vakıfta bugüne kadar kırk sekiz adet eser neşredilmiştir. Edebiyat Cemiyeti zamanından beri süren edebiyat, sanat, kültür ve fikir hayatımızın önemli konularının konuşulduğu ve tartışıldığı ve gelenekli hâle gelen Çarşamba Sohbetleri, Türk Edebiyatı Vakfı bünyesinde günümüzde de ilk günlerdeki heyecanıyla geniş dinleyici kitlelerine hizmetini sürdürmektedir.

    Ahmet Kabaklı'nın öncülüğünde çıkartılmaya başlayan ve başyazarlığını yaptığı Türk Edebiyatı dergisi 15 Ocak 1972'den beri yayın hayatına devam etmektedir. Türkiye'nin en uzun soluklu fikir, sanat ve edebiyat dergileri arasında yerini alan Türk Edebiyatı dergisi o öldüğünde 328. sayıya ulaşmıştı. Kabaklı'nın derginin 328 sayısındaki son yazısı 'Saraybosnâdan Mostar'a' başlığını taşımaktadır. Dergi yayın hayatına başladığı günden beri edebiyatta millîlik çizgisini sürdürmektedir.

    Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı dergisi etrafında toplanan gençlere sahip çıkmış ve günümüzde edebiyat ve kültür hayatımıza hizmet eden genç bir edebiyatçı, şair, yazar grubunun yetişmesine de vesile olmuştur.

    O, Türk fikir, sanat, edebiyat dünyası ve meslek kuruluşları tarafından kararlı ve uzun soluklu, doğru bildiklerini anlatmaktan ve yazmaktan çekinmeyen yönleriyle daima takdir edilmiş ve ödüllendirilmiştir. Aldığı sayısız plâket, şükran belgeleri ve ödüllerden bazıları şunlardır: 'Bürokrasi ve Biz' adlı kitabıyla Millî Kültür Vakfı'ndan Fikir ödülü, günümüzde 20. baskıya ulaşan 'Temellerin Duruşması' adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği'nden, Fikir ödülü; 'Mevlânâ' adlı eseriyle Selçuk Üniversitesi ve Konya Turizm Derneği'nden Edebiyat ödülü, 'Sohbetler I-II' kitaplarıyla Kayseri Yazarlar Birliği'nce Erciyes Dergisi Edebiyat ödülü; Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti Yılın Gazetecisi 1978-1979 Fıkra Dalı Başarı Armağanı ödülü almıştır. Kendisi için en anlamlı ödüllerden birisi de,14 Aralık 1996'da Aydınlar Ocağı'nın önderliğinde,55 gönüllü kuruluşun katkıları ve geniş bir davetli topluluğunun katılımıyla Atatürk Kültür Merkezi'nde verilen 'Şeyhülmuharririn' unvanı olmuştur.

    Kendisine verilen bu paye ile ilgili duygularını Kabaklı, 'sırtımıza giydirilen şeref hırkası, sizden ailemize, torunlarımıza, öğrencilerimize sunulan paha biçilmez bir armağandır' diyerek ifade etmiştir. Bu toplantıda Prof. Dr. Abdülkadir Donuk'un teklifiyle ve dönemin Millî Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam'ın söz vermesiyle Kabaklı'nın adı, öğrenim gördüğü ve uzun yıllar hocalık yaptığı Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'nun bulunduğu binada hizmet veren Anadolu Öğretmen Lisesi'ne verilmiştir. Ancak daha sonra, yaşamakta olan kişinin ismi müesseselere verilemeyeceği bahanesi ile bu uygulamadan vazgeçilince bu durum Kabaklı'yı çok üzmüştür. Çünkü aynı tarihlerde doğup büyüdüğü ve gelişmesi için çok gayret sarfettiği Elazığ da Anadolu Öğretmen Lisesine kendisinin adı verilmiş olup, bu okul hâlen Kabaklı'nın ismiyle anılmaktadır. Ayrıca Fırat Üniversitesinde bir amfiye de onun adı verilmiştir. Her zaman, yaşayan Türkçe'nin koruyuculuğunu yapan ve engin bilgi birikimiyle dilimizin gelişmesine hizmet eden Ahmet Kabaklı,6 Kasım 1995 tarihinden itibaren Türk Dil Kurumu asil üyeliği de yapmıştır. Sonuç olarak Ahmet Kabaklı,76 yıldan 77 yıla uzanan ömrünün 55 yılını yazarlık ve öğretmenlik yaparak Türk insanına hizmetle geçirmiştir. O milletine ve okuyucusuna karşı sorumluluğu hiç elden bırakmamış, hiç bedbinliğe düşmemiş, okuyucularını de bedbinliğe ve ümitsizliğe düşürmemiştir. Hep öğrenen ve öğreten birisi olarak yaşamıştır.


    Sayfa No: 1

    ----------

    Türk Edebiyatý Vakfý /Türk Edebiyatý Dergisi
    Divanyolu Caddesi Nu: 14 Posta Kodu: 34400 Sultanahmet ISTANBUL
    Tel: (0212) 527 50 32 - 526 16 15 Belgegeçer: (0212) 513 77 49
    E-Posta: [email protected]
    Web Tasarý m: Enter Tasarý m Hizmetleri

Toplam 803 mesaj bulundu