ZAPATİSTALAR
Onlar toplam nüfusu yaklaşık 100 milyon olan Meksika'daki 10 milyon yerlinin sesi oldular. Latin Amerika'daki geleneksel gerilla mücadelesinden çok farklı yöntemler izlediler.17 Kasım 1983'te bir 'ordu' kurdular ve adını 'Zapatista Ulusal Bağımsızlık Ordusu/ Ejercito Zapatista de Liberacion Nacional-EZLN' koydular.1910 Meksika Devrimi'nin en etkin liderlerinden Emiliano Zapata'nın adını ve özgürlük idealini kendisine uygun gören bu ordu, Ocak 1994'te Chiapas, San Cristobal'deki askeri tesislere saldırarak Meksika hükümetiyle resmen savaşa girdi. Bu silahlı başkaldırı sadece 12 gün sürdü ve ardından ateşkes ilan edildi. Yaklaşık 200 kişinin ölümüyle sonuçlanan 12 günlük savaşın ardından EZLN, yerlilerin yaşadığı bölgenin tüm denetimini eline geçirdi.
Dünyada bugüne dek, EZLN dışında bu denli küçük bir askeri tehdit unsuru olup da sonunda bu kadar büyük bir zafer elde edebilen bir gerilla hareketine henüz rastlanmadı. Savaşçıydılar, ama Ocak 1994'ten sonra savaşlarını silahtan ziyade sözlerle sürdürdüler. Savaş 'alanları' ise çoğunlukla internet oldu. Zapatista gerillaları dağlardaki kamplarından inip yerlilerin arasına karıştıklarında, hep aynı şeyi tekrarladılar: 'En iyi silahımız gerçek ve sözcüklerimizdir'. Siyasi ve kültürel haklarının tanınmadığını, yoksul bırakıldıklarını, askeri ve paramiliter güçlerin kendilerini katlettiğini silahlı propagandayla değil, sık sık ülke içinde ve dışında düzenledikleri konferans ve panellerle dünyaya duyurdular. Merkezi hükümetin kendilerine eğitim ve sağlık hizmetleri sağlamadığından şikayet ettiler ama okul veya hastane yakmadılar. Tam aksine, bu hizmetleri kısıtlı olanaklarıyla kendi halklarına kendileri sundular.
Gerillaydılar ama geleneksel 'gerilla terminolojisi'ni hiç kullanmadılar. Dikkatleri suni dengeye, emperyalizmin gizli işgaline değil, 'neoliberalizmin ve globalizmin dünya halklarına açılmış olan dördüncü bir dünya savaşı olduğuna' çektiler. Guatemala sınırının tam yanındaki ve 'Chiapas-San Cristobal de Las Casas' şeklinde adlandırılan ve geçmişte uyuşturucu kaçakçılığının çok yoğun olarak yapıldığı bir bölgede yaşamalarına karşın, adları bir kez olsun uyuşturucu ticaretine karışmadı. Üstelik EZLN'yi kurdukları ve bölgenin denetimini ellerine geçirdikleri 17 Kasım 1983 tarihinden günümüze kadar kendi sınırları içerisinde uyuşturucu ticaretine de engel oldular.
Hiçbir dış ülke, örgüt veya siyasi kuruluştan silah ya da maddi destek almadılar. Kendi yağlarıyla kavrulmayı tercih ettiler. Dünya çapında milyonlarca insanın, yurt içi ve dışındaki binlerce sivil toplum örgütünün manevi desteğiyle yetindiler. Ve onları inanılmaz sayıda uluslararası kuruluş destekledi. Üstelik desteklemekle de kalmadı, onlardan düpedüz etkilendiler. Zapatistalar'ın 1996 (Meksika-Chiapas) ve 1997 (İspanya) yıllarında düzenlediği 'Neoliberalizm Karşıtı ve İnsanlık Yanlısı' bir dizi konferansa davet ettiği uluslararası sivil toplum örgüt yöneticileri ve üyeleri, onlardan etkilenerek sosyal hareketlerin global dayanışma ağlarıyla birleştirilmesi fikrini kendilerine temel aldılar.
Ve bugün dünyada 'globalleşme karşıtları' diye bilinen binlerce kuruluşun bir ağ kapsamında birleşmesi ve kıtalararası ortak eylemler düzenlemesi fikrinin temelleri, işte EZLN'nin düzenlediği bu iki dizi konferansta atıldı. IMF'yi, Dünya Ticaret Örgütü'nü, Dünya Bankası'nı, Dünya Ekonomik Forumu'nu protesto amacıyla eylemler düzenleyen, tıpkı Zapatistalar gibi İnternet üzerinden örgütlenen globalleşme karşıtlarının özellikle Seattle (ABD) ve Prag'da (Çek Cumhuriyeti) düzenlediği gösteriler, söz konusu dev örgütlerin politikalarında değişiklik yapmalarına bile yol açtı.
Meksika'daki ilk devrimci hareket Zapatista Ulusal Bağımsızlık Ordusu değildi elbette. Peki, tüm diğer gruplar kongrede konuşma yapmak şöyle dursun hükümet üyelerinin yanından bile geçemezken, nasıl oldu da Zapatistalar bunu başardı? Bu sorunun yanıtı Zapatistalar'ın, sadece Meksika'da değil, ama tüm dünyadaki devrimci hareketlerden çok farklı bir yanını ortaya koyuyor. Zapatistalar, kurşunlardan ziyade sözcüklerle bir savaş yürütme yeteneğine sahipti.
Savaşları, şiddet kullanımından çok, adeta 'başarılı bir halkla ilişkiler gösterisi' gibiydi. Silahlarla savaşan gerilla hareketleriyle karşılaştırıldığında, çok az kan akıtarak ve kısa sürede müthiş bir başarı kazanmalarının ardındaki neden ise,1983'ten bu yana öncelikle ve ısrarla 'Yerli Hakları Yasası'nı Meksika'nın politik gündemine sokmalarıydı.20 yıl önce hiç kimse Meksika'da yaşayan yerlilerin sayısını bile bilmezken, şimdi gelip ülke gündeminin baş köşesine oturmaları EZLN'nin tutarlı ve önceliklerine sadık bir mücadele stratejisinde yatıyor.
Biz Marcos'u çok sevmiştik
28 Mart Çarşamba gününe kadar görünürdeki liderleri, neredeyse dünya çapında tanınan 'Subcommandante', yani Yardımcı Komutan Marcos'tu. Marcos, ağzından düşürmediği piposu, tüm diğer yoldaşlarının kullandığı gibi gözleri ve dudakları dışında yüzünü tümüyle örten siyah kar maskesi, yazdığı çocuk kitapları ve şiirleri ve politik bildirilerini elektronik mesajlarla göndermesiyle meşhur oldu. Aslında Marcos'un kimliğini kesin olarak henüz bilen yok. Ancak 'Latin Amerika'nın yeni Che Guevarası' diye de nitelendirilen Marcos'un, geçmişte bir üniversitede felsefe ve edebiyat dersleri veren Rafael Guillen olduğu ve yaşının da '50'ye merdiven dayadığı' sanılıyor. Onun hakkında bilinen tek gerçek, bir 'metizo', yani bir melez olduğu. Evet, Marcos aslında 'saf kan' bir Meksika yerlisi değil, ama ömrünün son 20 yılını yerli haklarının tanınması mücadelesine adayan 'saf kan bir aydın'... Üstelik, kendisini neden 'Yardımcı Komutan' olarak adlandırdığını soran gazetecilere, 'Esas komutan halk. Ben bu görevi vekaleten yürütüyorum da ondan' yanıtını vermekten çekinmeyen, sıradanlığıyla sıradışı olmayı başarmış bir insan.
Marcos'u 28 Mart Çarşamba günü, Zapatista komutanları Kongre'de milletvekillerine konuşma yaparken arayan gözler boşa yoruldu. Çünkü 18 yıldan bu yana Zapatistalar'ın askeri stratejisini çizen ve sözcülüğünü yapan Marcos, Kongre'ye gelmemişti! Kürsüye ilk çıkan ve EZLN adına 25 dakikalık en uzun konuşmayı yapan 'Komutan Esther', konuşmasının sonunda şunları söyledi: 'Marcos burada yok çünkü onun rütbesi yardımcı komutan, bizlerse komutanlarız. Üstelik isyancıların tek sesi de o değil. Biz Marcos'a ve bizim düş ve özlemlerimizi paylaşanlara, bizleri bu salona kadar getirme görevini verdik... Şimdi sıra bizde.'
kendi aralarinda dedikodu mahiyetinde belki diger gruplari ve insanlari cekistiriyorlardir, ama surasi kesin ki hic bir zaman aleni oalrak, kamuoyu nezdinde, kendilerine hakaret edilmedigi veya aleyhlerinde aleni faaliyet yürütülmedikce, hic bir grup veya kisinin hakkinda kötü beyanatta bulunmayan bir grup..
Insanlik icin iyi gördükleri bazi seyleri, hic kimseye karismadan, efendice yürütüyorlar....
Herkes begenmek zorunda degil..
ama onlar kadar olgun olmaya hic olmazsa gayret etmeli...
halvet olmak baskasinin kolayca girmesine müsaid olmayan bir mekanda iki kisinin basbasa kalmasina denir...
bir kadinal bir erkegin bir baskasinin kolayca giremeyecegi bir yerde bir arada basbasa kalmalarina halvet-i sahiha (tam halvet) denir ve bu durum zina hükmüne girer..
Farabi (870-950) ve Ibni Sina (980-1037) 'dan sonra Türk musikisinde 200 senelik bir sessizlik olusmustur. Daha sonra Safiüddini Urmevi, Sultan Veled ve Abdülkadir Meragi gibi bestekarlar Farabi ve Ibni Sina'nin yani sira bu dönemde yasamis ve Buselik, Çargah, Hicaz, Hüseyni, Kürdi, Isfahan, Evç, Muhayyer, Neva, Nikriy, Rast, Saba, Ussak, Yengüle, Mahur, Sehnaz, Beyati, Hisar, Hümayun ve Nihavend makamlarini tertib etmislerdir.
NIHAVEND MAKAMI: Oğlak Burcu (Yay Burcu) . Satürn, Jüpiter. Toprak- Ateş tabiatlı. Sıcak-kuru yapıdadır. Öğleden sonra (ikindi) zamanı etkisi fazladır. Sarı safra, gündüz ve erkek bağlantılıdır. Kan dolaşımı, karın bölgesi, kalça, uyluk ve bacak bölgelerine etkilidir. Kulunç, bel ağrısı ve tansiyon rahatsızlıklarına faydalıdır. Kuvvet ve barış duygusu verir. Akıl hastalıklarına etkili olduğu konusunda önemli bilgiler vardır. En eski makamlardandır. Ebu-selik kelimesinden geldiği söylenmektedir (Güzel yazma ve söyleme yeteneği) .
bestekarliginin yanisira armut yetistiriciligi de meshurdur..
Özel asiladigi, kendi adiyla anilan Mustaa bey armudu, devrinin istanbulunda meshur imis...
Klâsik Türk musikisi denince ilk hatıra gelen büyük bestekârımızdır.
Eserleriyle, üç asırdan bu yana devirler ve zevkler aşarak muhteşem ve asil bir ses halinde günümüze kadar gelmiş ve kıymetinden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Klâsik Türk musikisi ananesine bağlı bütün büyük, küçük bestekârların hemen hepsinde yakın, uzak tesirini bulmak mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal yayılış ve dalgalanışlarına kulağını ve kalbini dayayarak büyük hükümdarlar, şairler ve bestekârlar devrini derinden derine teneffüs etmiş olan bu büyük bestekar; o günlerden melodilerle tablolar çizmekte ve dinleyenlere ihtişamlı bir tarih havası yaşamaktadır.
Bestekarımız İstanbul'da Yaylak semtinde doğmuştur. Babası buhurcu olduğu için Buhuri lâkabı ile anılır. Zengin ve görgü itibariyle ileri bir aileye mensuptur. Zamanına göre mükemmel bir tahsil görmüş, şair, hattat ve bestekâr olarak tanınmıştır. Musikide üstadı Nasrullah Vâkıf Halhali'dir. Hattalıkta talik denilen nevi üzerinde bilhassa çalışmış ve devrin talik üstadı Siyahi Ahmet Efendi'den meşk almıştır. Şairliği ise, şuara tezkirelerine girecek derecededir. Gerek hattatlığı, gerekse şairliği bestekârlığının yanında sadece bir heves olmaktan ileri gitmez.
Bestekarımız 1648 1687 yılları arasında padişah bulunan 4. Mehmet zamanında bilhassa besteleriyle dikkati çekmiştir. Tarz ve edasındaki yenilik, nağmelerindeki yüksek ruh ve derin mâna herkesi hayran bırakırdı. Bizzat hükümdar da onun hayranları arasında idi. Sık sık saraya davet olunur ve 4. Mehmet'in huzurunda fasıllar icra eder, bu arada bilhassa kendi bestelerini okuyarak onun takdir ve iltifatlarına mazhar olurdu.
SESİ GÜZEL DEĞİLDİ...
Sesi hiç güzel değildi; hattâ bir hayli çirkin olduğu da rivayet edilir. Fakat usulündeki yükseklik ve melodilere hâkimiyeti yüzünden herkes onu dinlemeye can atardı. Bu hususta o derece usta idi ki, on kişi ile icra olunacak bir faslı, üç kişi ile ve hattâ tek başına başardığı çok olurdu.
ESİRCİLER KÂHYASI...
4. Mehmet, bir gün bestekarımızın yeni bir bestesini dinledikten sonra, kendisinden bir arzusu olup olmadığını sormuş, o da esirciler kethüdalığını istemişti. O sırada enderunda 120 akçe ile musiki muallimliği yapmakta idi. Itri Çelebi şahsen zengin ve şöhret sahibi bir kimse olduğu için, böyle hiç de parlak olmayan ikinci, hattâ üçüncü derecedeki bir memuriyeti isteyişi hayretle karşılanmakla beraber arzusu derhal yerine getirildi. Halbuki onun maksadı başka idi. Yeni memuriyeti dolayısı ile İstanbul'a gelen bütün esirleri görecek ve bu sayede onların folklor musikileri hakkında bilgi edinecek ve aralarındaki güzel sesli ve musikiye istidatlı bulunanları seçip yetiştirecekti.
Bestekarımız bir taraftan saraya devam etmekle beraber, vaktinin en büyük kısmını İstanbul surları dışındaki bahçesiyle meşhur köşkünde geçirirdi. Bu bahçenin çiçek ve meyveleri nam salmıştı. Büyük bestekâr aynı zamanda marifetli ve bilgili bir çiçekçi ve meyve yetiştiricisi idi. Nitekim İstanbul'un meşhur Mustabey armudu ilk defa onun bahçesinde yetişmiş ve onun adını alarak bugüne kadar bu isimle birlikte devam edip gelmiştir.
Bestekarımız vaktinin büyük bir kısmını hiç şüphesiz beste yapmakla geçirirdi. Gelmiş geçmiş bestecilerimizin en velûdu olarak gösterilir. Beste, Nakş, Kâr olarak binden fazla eser meydana getirmiştir. Fakat ne yazık ki bunlardan halen elimizde ancak yirmi parça vardır. Diğerleri kaybolmuştur.
İlk şöhretine sebep olan eser, hüseyni makamından bestelediği:
'Dilber dile, dil dilbere fettane münasib
Gül bülbüle, bülbül güle handane münasib, ' mısralarıyla başlayan eseridir.
Büyük bestecinin Türk musikisi içindeki ölmez yerini tâyin eden eserlerinin başında, bayramlarda okunan segah makamındaki tekbiri ve aynı makamdaki Selât-ı Ümmiye'si gelmektedir.
Evliya Çelebi, Itri'nin aynı zamanda hafız olduğunu kaydeder. Buhurizade çok yaşamış ve 4. Mehmet,2. Süleyman, .2. Ahmet,2. Mustafa,3. Ahmet devirlerini görmüştür, ölümü 1712 tarihine rastlar. Mezarı Edirnekapı dışında, Mustafa Paşa Dergâhı civarındadır.
Klâsik Türk musikisinin büyük ustası Itrî'yi, bütün hüviyeti ve değeri ile tahlil etmeye ve canlandırmıya imkân yoktur.
Erkekler öküz olmadığı sürece ben kadınlara ‘inek’ diyorum
islami kesimdeki imamlık, hocalık, üstatlık, abilik sistemini eleştiriyorsunuz. Yerden göğe kadar da haklısınız. Ama İslam’ı, sizin gibi anlamadılar diye, hırçınlaşarak üstatlık rolüne talip olan siz değil misiniz?
İslami eğitim tarzında hocaya talip olunur. Onun için talebedir onun adı. Ama hoca da talebesini seçer. Yani bir insan, filancadan ders almak isteyebilir, fakat o ders verecek olan da, ‘Sen bu dersi almaya müsaitsin veya değilsin’ diye karar verir. Hatta tasavvufta, şeyh bazı insanların peşine düşer, müridi olsun diye. Yani çünkü vereceği şeyi o alabilir ancak. Ben şeyhlik, müritlik, üstatlık, ağabeylik sistemini eleştirirken, böyle bir ilişki kurulmadığını, işin tam tersine, hakimiyet ve yararlanma ilişkisi olarak devam ettiğini söylemeye çalıştım. Ben üstat falan olmadım. İlgilendiğim meseleler dolayısıyla uygun çizgiyi tutturacak birisi olsaydı, bunu ret mi edecektim?
Siz ederdiniz valla!
Hayır. Nitekim birçok deneme de benim haklı olduğum şekilde tezahür etti. Tıpkı yayın organlarında olduğu gibi, bireyler de bana yaklaşırken benim havamı, taşıdığım şeyden daha önemli buldular. Şimdi yarım bıraktığım şeyleri tamamlamaya çalışacağım. Çünkü ben bütün bu süreç boyunca, takınılacak tavır konusunda insanlarla yardımlaşmayı, dayanışmayı–elbette benim farkına vardığım şeylerin–onların da farkına varmasını sağlamak için uğraştım.
Ama yine de sizi idol etmelerine müsaade ettiniz. Hiç mi kusurunuz yok bunda?
Başka bir formu yok bunun. Bir adam kahve gürültüsü içinde konuşup, sözlerinin neye değdiğini anlatamaz. Diyelim ki bir kahvehanedeyiz. Herkes patır kütür konuşuyor. Bir adam da ‘Biraz sonra bu kahvehane bombalanacak’ diyecek. Bu adam, ‘Yanındakine söylesene bu kahve bombalanacak’ diyemez.
Sandalyenin üstüne çıkıp...…
‘Susun lan! ’ der. ‘Laga luga yapmayın. Biraz sonra bu kahve bombalanacak! ’ Böyle demezse hiçbir şey anlaşılmaz. ‘Ey muhterem kahvehane sakinleri’ diye lafa başlasa herkes ticari kaygılarla böyle konuştuğunu, sirk palyaçosu olduğunu düşünür. Benim de bir şekilde ‘Bakın, bu böyledir’ demeyi sağlayacak bir üslup tutturmam gerekir.
Bunda, ruhunuzun saygı ve hürmete fazlaca ihtiyacı olmasının bir rolü yok mu?
Yok. Amerikan sosyologlarının haberdar olduğum araştırmalarına göre, politikacılar bu mesleği, daha ziyade anne şefkati arayışı için seçerlermiş. Yakın ilgi bulamadıkları için bunu kitle ilgisi ile telafi etmeye çalışırlarmış. Bu belki isabetli bir yorum olabilir. Mesela Hitler’in Führer olmadan önceki hayatı oldukça karışık. Çok özel sebeplerden dolayı, o siyasi yaklaşımı benimsemiş olabilir. Çünkü J. P. Taylor diye bir İngiliz tarihçisinin söylediğine göre Hitler, en samimi beyanlarını kitleler karşısında yaparmış. Yani Hitler’le konuşmak, onun gerçek görüşünü öğrenmek için yeterli değilmiş.
Sizde de psikolojik bir boşluk var mı?
Varsa bile, benim şiir alanında yaptıklarım, bu psikolojik sorunlarımla baş etmem için yeterlidir. Benim ayrıca bu ideolojik kelam ile bazı şahsiyet problemlerime çözüm aramam, bana göre aydınlatıcı bir bilgi sayılmaz.
Sizin şahsiyet problemleriniz neler ki?
Kendi psikanalizimi mi yapmamı bekliyorsunuz?
Varsa cesaretiniz!
Ben bunları yapıyorum. Ve bu bende kalıyor. Sonra kendimi tedavi etmeye çalışıyorum. Biraz ipucu verin.
O zaman bu sır olmaz. Ben size bir hikâye anlatayım. Anadan doğma bir kör varmış. Ama hayatını iki gözü gören bir insan gibi yaşarmış. Merak etmiş herkes tabii. Ama o, bu konuda hiçbir bilgi vermemiş. Günün birinde kıramayacağı kadar yakın birisi çıkmış karşısına. Demiş ki ‘Sen nasıl oluyor da, iki gözü gören bir adam gibi yaşıyorsun? ’ Ona cevap vermezlikten kaçamamış. Demiş ki, ‘Benim, önümde iki tane koç beliriyor. Mesela şu bardağı tutmak istedim değil mi, iki tane koç, bardağın iki yanında duruyorlar, ben ortadan bardağı tutuyorum. Hangi yoldan gitmem gerektiğinde o iki koçun arasında gidiyorum.’ Ama sözünü burada kesmiş. Demiş ki, ‘Bunları söyledim, koçlardan birisi kayboldu. Bunu söyledim, ikincisi de kayboldu.’ Ve adam günün geri kalan kısmını bir âmâ gibi geçirmiş. İnsanın ayakta durmak için kendisiyle ve Rabbiyle sır olan kısmı, başkasına söylemesi, aleyhine olur. Onun için İslam’da bütün hükümler zahire göre verilir. Rüyalar göreni bağlar.
Ama verdiğiniz örnekte sır, pozitif. Ben sizin huysuzluğunuzun sırrını istedim. Yoksa sizin önünüze de size dev aynası tutan şeytanlar mı çıkıyor?
(Kahkaha) Benim önüme çıkan şeytan dünyayı kundaklamaya beni kışkırtıyor.
Özel hayatınızda mutlu bir adam olsaydınız, size sizi yumuşatacak bir kadın eli değseydi böyle bir İsmet mi olurdunuz?
Bu Freud’un sublimasyon yani yüceltme tezi. Freud der ki, ‘İnsanlar, sanat eserleri gibi, bilim çalışmaları gibi yüce şeyleri, hayatlarındaki mahrumiyetleri, özellikle cinsel doyumsuzlukları telafi etmek için yaparlar.’ Buna gençliğimde ben de inandım. Ama böyle olmadığını Freud’un talebesi Jung’dan öğrendim. O diyor ki: ‘Evet, şairler birçok cinsel problemler taşıyan insanlar. Ama aynı problemleri yaşayan insanlar şair olmuyorlar ki.’ Yani insanların cinsel tatminsizlik içinde olmaları eğer birtakım davranışları benimsemelerine sebep olsaydı, o zaman o tatminsizlikler kimde varsa onun da bir numara çekmesi lazımdı. Sadece şair olması lazım değil. Mimar olabilirdi. Ama böyle bir şey yok.
Şairliğinizi sorgulamaya ne cüret ederim, ne böyle bir niyetim var. Ama söyleyin, aşkı yaşayan bir insan olsaydınız, bu kadar öfkeli olur muydunuz?
Bilakis, ben bu manada birtakım tatmin fırsatları elde etmiş biri olsaydım belki çok daha cüretkâr ve saldırgan olurdum. Mesela Arapça bilmeyişimi de Allah’ın lütfu olarak yorumluyorum. İyi bir Arapça bilgim olsaydı, şimdi olduğundan çok daha ukala olurdum.
Bundan ötesini ben düşünemiyorum!
Öyle mi? Olsaydı da görseydiniz.
Siz mutsuz bir insansınız, doğru mu?
Çok doğru. Çünkü mutluluğun daha ziyade ineklere yakıştığını düşünüyorum. Saman bulan ineklerin hepsi mutlu olur.
Ama sublimasyonu şimdi yaptınız. Sahip değilsiniz diye küçümsediniz mutluluğu, kendinizi yücelttiniz.
Mutluluğu küçümsediğim yok.
Ama ineklere layık gördüğünüze göre küçümsüyorsunuz.
Boğalar mutlu değil, inekler mutlu.
Mutlu olan boğalar inekliğe mi dönüyor yani?
Herhalde onlar da mutluluğu boğalığı devam ettirmekte bulamayacaklarını anlıyorlar.
Açık konuşun, siz kadınlara inek mi diyorsunuz?
Erkekler öküz olmadığı sürece evet. Çünkü erkek olmasına rağmen öküz, erkekliğini kullanamaz.
Kadınlardan nefret mi ediyorsunuz?
Nefret demeyelim de hınç diyelim. Çünkü ben sevdiğim kızla evlenemedim. Hıncım onun gibilere. İnsan tercih edilmek, seçilmek istiyor.
Ondan yola çıkıp bütün kadınlara hınç mı besliyorsunuz?
Beni seçmeyen bütün kadınlara hınçlıyım. (Gülmeler)
Hiçbir kadını yanınıza yaklaştıracak kadar yüreğinizin sıcak olduğuna inanmıyorum.
Ben de hiçbir kadının benim yüreğime yaklaşacak kadar cesur olduğunu sanmıyorum.
Fırsat verdiniz de yaklaşamadılar mı?
Tabii ki. ‘Yanarım’ diye çekildiler. ‘Bu adamla, onun istediği şekilde bir ilişki kurduğum takdirde ben ne olacağım? ’ dediler.
Sunduğunuz format neydi?
Kölelik. Bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması lazım.
Eşiniz köleniz olmadı diye mi küstünüz ona?
Köle olmak şöyle dursun, beklediğim yardımı bile alamadım. İyi evlilik kolay elde edilebilen bir şey değil. Bunun yanı sıra çocuklar Allah’ın bize emaneti.
Peki köleniz olmasını istediğiniz kadının siz de kölesi olacak mısınız?
Hayır. Çünkü bir ilişkide iki köle olmaz.
Neden siz değilsiniz köle de, kadın oluyor?
Çünkü Kur’an–ı Kerîm’de ‘Kadınlar sizlerin tarlalarınızdır’ diye yazıyor.
Bu, ‘kadın köledir’ değil ki. Siz oradan ürün alacaksınız, soyunuz ilerleyecek anlamındadır.
Ayet–i kerîme nasıl devam ediyor: ‘Onlara istediğiniz zaman girebilirsiniz.’ Kadın benim tarlam olacağına kölem olduğu takdirde, daha avantajlı durumda. Çünkü köleyle bir diyalog kurmak mümkün. (Suat Yıldırım’ın mealinde ayetin doğrusu şöyle: ‘Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın. Allah’ın haram kıldığı şeylerden korunun ve onun huzuruna varacağınızı iyi bilin.’ NA)
Kadınları Tanrı’nın muradı dışında aşağılıyorsunuz. O, böyle adaletsiz olamaz.
Tanrı’nın adaletsiz olduğunu kim söylemiş? Demek ki adalet bu.
Çok hastalıklı bir yorum bu. İstemesem bile, erkeğim benimle olmak istiyor diye buna müsaade edeceğim ha?
İnsanın fiziki zorlukları dışında evet.
Ne diyorsunuz ya siz? Psikoloji diye bir şey var.
Neden bir kadın kocasından bağımsız bir psikoloji sahibi oluyormuş?
Siz delirdiniz mi? Niye olmasın?
O zaman niye onun kocası, niye onun karısı? Evlilik bir birlik değil mi?
Sizin anlattığınız birlik değil ki.
Bir insan evlendiği zaman, evlenmeden önceki insan değildir.
Bu neden sadece kadın için geçerlidir?
Erkek için geçerli olmadığını kim söyledi? Siz bana deseniz de, kadın erkekle beraber olmak istedi, ama erkek onu reddetti. Buna erkeğin de hakkı yok tabii ki.
Köleyse, kadın efendisinden nasıl bir şey talep edecek?
Şarkıda söylendiği gibi, efendi, ihsanını köleden esirgemez.
O zaman niye kadını köle olarak adlandırıyorsunuz da, ‘Erkek de onun kölesi olmalı’ demiyorsunuz?
Bir iş bir türlü yapılır. Beş türlü yapılmaz.
Bir iş İsmet Özel, bin türlü yapılır.
Hayır, her biri başka iştir onların. Her biçim, başka bir özdür.
Yine söz oyunu. Bir erkeğin kölesi olma mantığıyla hiç işim olmaz!
Erkeğinin kölesi olmayan kadın, o erkekle niçin evlenmiştir?
Eğer böyle bir eşitlik kurduysanız, erkek de kadının kölesi olabilir.
Bunun nöbet defterini kim düzenleyecek?
Onların psiko–kimyaları.
Demek ki kadın ve erkeğin birliğinin üstünde bir makam belirliyorsunuz siz.
O sizi ilk başta reddeden harika kadın, belli ki köle olmak istemedi. Aferin ona. Ama siz Bir Yusuf Masalı’nda acı acı feryat ediyorsunuz, ‘Gel ey kadın beni bul’ diye. Kalbinizin soğukluğunu giderecek bir kadın arayışı bu kitapta çok belirgin. Ama siz ‘bulunan’ olmayı tercih ediyorsunuz. Arayıp bulmaya cesaretiniz yok.
Vaktim yok. (Gülüyor) Belki cesaretim de.
Çünkü rekabete girmek istemiyorsunuz.
Kesinlikle. Bunun da tabii psikolojik, derin sebepleri vardır.
Oralara girmeyeyim artık. Özetle ihtiyacım yok diyorsunuz kadınlara.
Yahu altmış yaşıma geldim ben. (Gülüyor)
Allah Allah. Her şey cinsellik değil ki. Bir paylaşımdır, bir şefkattir.
Her şey cinsellik değildir ne demek? Walt Whitman’ın bir mısraı var biliyor musunuz? Sex contains all–Cinsiyet her şeyi içerir.
O halde siz şu anda bir hiç misiniz yani?
Nerede bende o şans? (Gülüyor) Hiç olmak öyle herkese nasip olmuş mu? Ben bir şeyim ve işe yarayan bir şey değilsem, işe yarayan bir şey olmak istiyorum. Hiçlik bunun üstünde. Hiç olamıyorum, hiç olmayı çok isterdim.
Madem ki seks her şeyi içerir ve sevdiğiniz bir insan yok. O halde, zaten hiç olmuşsunuz da farkında mı değilsiniz acaba?
Olabilir. Ama farkına varmadığımız şeyler, pek bize yakın şeyler değildir.
Siz sadece kadınları değil, hiç kimseyi sevmiyorsunuz sanki.
Belki de öyledir bilmiyorum. Ama sevmeyi isteyen bir adamım en azından. Ben sevginin herkese kolayca dağıtılabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Sevgimi de kıskançlıkla en uygun kişiye vermek istiyorum.
Ama veremiyorsunuz.
Veremiyorum.
Çünkü sevgi yok sizde.
Ha o zaman bende bir kabahat yok. (Gülüşmeler) Olmayan şeyi nasıl vereyim?
Benim görevim tebliğ değil ki
Sizin bu kendini beğenmiş tarzınızı sorgulamaya devam edeceğim. Peygamberimiz insanlara tebliğini sunarken daha anlayışlı, daha merhametliydi. Hatta Allah onu uyardı, ‘Ey Muhammed, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim’ diye. Sizin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkınız var?
Bu soruyu tersine çevirmek lazım. Peygamber bile bir âmâya tebliğde bulunmak konusunda ihmalkâr davrandığı için Allah tarafından azarlanmışken, benim hiç peygamber olmadığım halde, hatta evliyadan biri de olmadığım halde...…
Ama Peygamberimiz üzülüyordu, hidayete ermiyorlar diye, ‘Senin görevin sadece tebliğ’ dedi Allah.
Benim görevim tebliğ değil ki.
Eee, tebliğ yapıyormuş gibi davranıyorsunuz ama.
Hayır, ne münasebet. Ben Müslümanlığın yaşanması üzerinde hiçbir şey söylemedim. Hiç kimseye şunu yapma, şunu yap demedim. Ben sadece şartların ne olduğunu izah etmeye çalıştım insanlara. Hiçbir zaman hüküm verip, ‘Kardeşim bu yanlış oluyor, şöyle yapın’ demedim.
Hadi canım, basbayağı dediniz. Üstelik Gerçek Hayat’taki son yazınızda, ‘Beni sevmeyenlere gelince, onların da canı sağ olsun demeyeceğim. Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın’ diyorsunuz. Bu, Müslümanca bir tavır mı? Kusurlu bile olsa, insan böyle beddua eder mi, din kardeşlerine? Peygamberimizin geçtiği yola taşlar döşediler. Ayaklarından kanlar akarken bile böyle beddua etmedi. Siz niye bu kadar merhametsizsiniz?
Yoo ben merhametsiz değilim. Eğer, beni sevmemek bir hastalıksa, e tabii ki yani, ‘Beni sevsinler’ mi diyeyim?
Ama ‘Canları sağ olsun demeyeceğim’, büyük bir aşağılama. Peygamberimiz kimseyi aşağılamadı. ‘Onları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar’ dedi.
Onu Hz. İsa söyledi. (Gülüyor)
Hz. İsa da Allah’ın peygamberiydi, Hz. Muhammed de hiç beddua etmedi.
Acaba? Resullah hiç beddua etmedi, öyle mi? Ben peygamber değilim. Kur’an–ı Kerîm’de diyor ki, ‘İnsan hayra olduğu kadar, şerre de dua eder.’ Ben insanım ve bu konuda da böyle bir dua ediyorum. Kendimden çok eminim. Yani Türkiye için doğru hatt–ı hareketin ne olduğunu tespit konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Benim söylediklerim konusunda yamru yumru şeyler söyleyen ve beni bu sebepten ötürü sevmeyen insanların, Allah kalplerindeki hastalığı bin kat artırsın.
Allah aşkına, insanların hastalıklarının artması, sizin murat ettiğiniz nihai amacın gerçekleşmesine nasıl bir katkıda bulunur?
Ben yaşadığım ülkenin ve insanlarının, dünyada haysiyetli ve itibarlı bir yere kavuşmasını öngörüyorum. Çünkü bu insanlardan birisi benim. Eğer benim yaptığım şey, Türkiye’nin aleyhindeyse, Allah benim bin belamı versin. Ama benim yaptığım şey, Türkiye’nin lehinde bir şey de insanlar bu sebepten dolayı beni sevmiyorsa, Allah hepsini kahretsin.
Ahmet Tulgar’ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı?
Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye’de siyaseti, Türkiye’nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, ‘Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım’ diye, Müslümanlar da ‘Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım! ’ diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, ‘Ama.’ dedi, ‘Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre? ’ Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye’de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı’nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet’in Türkiye’nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı.
Neden tekzip yoluna gitmediniz?
Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi.
Neden Milliyet’i bu kadar önemsediniz?
Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet’te çalıştığı için. Yani Hürriyet’te olması biraz rahatsız ederdi beni.
Patronları aynı, ne fark eder ki?
Ne bileyim, yani hava meselesi biraz.
Dergah’ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: “Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan.” Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz?
Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye’de yaşayan hatta Türkiye’de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor.
Bu şiir 93’te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için.
Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz.
Ama kurmuş gibi davrandınız.
Türkiye’de İslamiyet’in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde ‘Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir’in mücadelesini tek başıma veriyorum. ‘Müslüman’ım’ diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, ‘Vay canına herif neler söylüyor! ’ diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve ‘Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.’ dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? ‘Hey ahmaklar’ dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim.
Ama ‘tenezzülen yazıyor olmak’, o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki.
Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek.
Lizy Behmeoras’a dediniz ki, ‘Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman’la konuşamıyorum.’ İyi ama abi, ‘En hakiki Müslüman’ sen misin?
Ben ‘Türkiye’de Müslüman var mı? ’ sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum.
Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani.
Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet’i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi’nde konuşuyorlar. ‘Niye İsmet Özel, İslamiyet’e bu kadar kıskançlık gösteriyor? ’ diyor biri. Öteki şöyle diyor: ‘Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı? ’
Sık sık Hz. Ömer’i örnek göstermekten hoşlandınız.
Çünkü Hz. Ömer, İslam’a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, ‘Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor’ diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: ‘Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, ‘Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim’ diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara ‘Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım’ diye yol gösterdim.
‘Niye o zaman onlar komünist olmadı? ’ sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı?
Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak’taki işgale ‘hayır’ demek gibi bir şeydi.
Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı?
Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani?
O şiirin sonunda ‘Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön’ diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi?
Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır.
Kalp dediğiniz vahiy mi?
Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah’a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe’yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir.
Kare şeklindedir.
Benim Muhammed Hamidullah’tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne.
Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz?
(Gülerek) . Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan.
Hadi ya!
Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad’ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad’ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak’taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri’yle iş tuttu İran Devrimi’nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan’ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet.
James Joyce’a nasıl şarlatan dersiniz?
James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus.
Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak.
Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler)
O zaman niye ‘anlaşılamıyorum’ diye afra tafra yapıyorsunuz?
Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor)
Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz?
İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, ‘Rabbim Allah’ dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. ‘Beni bari yanlış anlayın’ diyorum.
Ama canım söz oyunu var burada.
Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet–i Kerîme demiyor mu ki, ‘Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir’ diye. Wittgenstein ne demiş, ‘Language games’, yani dil oyunları.
Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir.
Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim.
Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani?
Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım?
Çünkü çok kibirlisiniz.
Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem.
Türkiyelilik, Türk olunmayınca gülünç kalıyor
İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz?
Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam’dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Bu adam Malezya’da da olsa budur, Filistin’de de olsa budur, İzlanda’da da olsa budur. Belçika’da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki ‘Vermiyoruz bu vergiyi.’ Devlet bunlara, ‘Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz? ’ demiş. ‘Evet’ demişler, bu fırsatı yakalayıp, ‘Evet Türk’üz vermiyoruz.’ Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika’da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk’tür.
Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz?
Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk’tür.
Tayyip Erdoğan’ın başlattığı ‘Türkiyelilik’ tartışmasına ne diyorsunuz?
Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan’daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? ‘Ben Türk’üm’ dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. ‘Ben Türk’üm, ama Müslüman değilim’ diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler!
İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz?
Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, ‘Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.’
‘Delidir, ne yapsa yeridir’ sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz?
Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
Yarın:
ERKEKLER ÖKÜZ OLMADIĞI MÜDDETÇE KADINLARA ‘İNEK’ DİYORUM
bu günün 50 yas üstü, bazen 'köprüden gecti gelin,
sacinin teli düstü gelin' diye baslayiverirler terennüme..
hayallerinin türkücüsü neset ertasi nostalji ve hasret karisimi duygularla yad ederek...
Bir türk boyu..
yahudidirler..
hatta Jakup A.S. (israil) 'in 12 oglundan türedikleri icin 12 boy halinde örgütlenen yahudilerin 13. boyu olarak bu türk asillari kavim gösterilir..13. kavim diye e meshur bir kitab var imis..
hatta söylenceye göre,
israil ve dünyanin bir cok yerindeki etkili yahudinin 12 boydan degil de bu 13. boydan imis..
kamunun agzi torba degil ki büzesin...
antalya-elmali'da meskunlarinin cogu alevi olan bir köy..
abdal musa türbesinin bulundugu köyde, her yil yapilan abdal musa senliklerine türkiye'nin dört bir yanindan yogun katilim olur.. alevi oylara talip politikacilar da senenin bir kac günü o civarda boy gösterirler...
mahlas
17.09.2003 - 01:21müstear
fars
17.09.2003 - 01:20pers
iranli
zapatista
17.09.2003 - 01:09ZAPATİSTALAR
Onlar toplam nüfusu yaklaşık 100 milyon olan Meksika'daki 10 milyon yerlinin sesi oldular. Latin Amerika'daki geleneksel gerilla mücadelesinden çok farklı yöntemler izlediler.17 Kasım 1983'te bir 'ordu' kurdular ve adını 'Zapatista Ulusal Bağımsızlık Ordusu/ Ejercito Zapatista de Liberacion Nacional-EZLN' koydular.1910 Meksika Devrimi'nin en etkin liderlerinden Emiliano Zapata'nın adını ve özgürlük idealini kendisine uygun gören bu ordu, Ocak 1994'te Chiapas, San Cristobal'deki askeri tesislere saldırarak Meksika hükümetiyle resmen savaşa girdi. Bu silahlı başkaldırı sadece 12 gün sürdü ve ardından ateşkes ilan edildi. Yaklaşık 200 kişinin ölümüyle sonuçlanan 12 günlük savaşın ardından EZLN, yerlilerin yaşadığı bölgenin tüm denetimini eline geçirdi.
Dünyada bugüne dek, EZLN dışında bu denli küçük bir askeri tehdit unsuru olup da sonunda bu kadar büyük bir zafer elde edebilen bir gerilla hareketine henüz rastlanmadı. Savaşçıydılar, ama Ocak 1994'ten sonra savaşlarını silahtan ziyade sözlerle sürdürdüler. Savaş 'alanları' ise çoğunlukla internet oldu. Zapatista gerillaları dağlardaki kamplarından inip yerlilerin arasına karıştıklarında, hep aynı şeyi tekrarladılar: 'En iyi silahımız gerçek ve sözcüklerimizdir'. Siyasi ve kültürel haklarının tanınmadığını, yoksul bırakıldıklarını, askeri ve paramiliter güçlerin kendilerini katlettiğini silahlı propagandayla değil, sık sık ülke içinde ve dışında düzenledikleri konferans ve panellerle dünyaya duyurdular. Merkezi hükümetin kendilerine eğitim ve sağlık hizmetleri sağlamadığından şikayet ettiler ama okul veya hastane yakmadılar. Tam aksine, bu hizmetleri kısıtlı olanaklarıyla kendi halklarına kendileri sundular.
Gerillaydılar ama geleneksel 'gerilla terminolojisi'ni hiç kullanmadılar. Dikkatleri suni dengeye, emperyalizmin gizli işgaline değil, 'neoliberalizmin ve globalizmin dünya halklarına açılmış olan dördüncü bir dünya savaşı olduğuna' çektiler. Guatemala sınırının tam yanındaki ve 'Chiapas-San Cristobal de Las Casas' şeklinde adlandırılan ve geçmişte uyuşturucu kaçakçılığının çok yoğun olarak yapıldığı bir bölgede yaşamalarına karşın, adları bir kez olsun uyuşturucu ticaretine karışmadı. Üstelik EZLN'yi kurdukları ve bölgenin denetimini ellerine geçirdikleri 17 Kasım 1983 tarihinden günümüze kadar kendi sınırları içerisinde uyuşturucu ticaretine de engel oldular.
Hiçbir dış ülke, örgüt veya siyasi kuruluştan silah ya da maddi destek almadılar. Kendi yağlarıyla kavrulmayı tercih ettiler. Dünya çapında milyonlarca insanın, yurt içi ve dışındaki binlerce sivil toplum örgütünün manevi desteğiyle yetindiler. Ve onları inanılmaz sayıda uluslararası kuruluş destekledi. Üstelik desteklemekle de kalmadı, onlardan düpedüz etkilendiler. Zapatistalar'ın 1996 (Meksika-Chiapas) ve 1997 (İspanya) yıllarında düzenlediği 'Neoliberalizm Karşıtı ve İnsanlık Yanlısı' bir dizi konferansa davet ettiği uluslararası sivil toplum örgüt yöneticileri ve üyeleri, onlardan etkilenerek sosyal hareketlerin global dayanışma ağlarıyla birleştirilmesi fikrini kendilerine temel aldılar.
Ve bugün dünyada 'globalleşme karşıtları' diye bilinen binlerce kuruluşun bir ağ kapsamında birleşmesi ve kıtalararası ortak eylemler düzenlemesi fikrinin temelleri, işte EZLN'nin düzenlediği bu iki dizi konferansta atıldı. IMF'yi, Dünya Ticaret Örgütü'nü, Dünya Bankası'nı, Dünya Ekonomik Forumu'nu protesto amacıyla eylemler düzenleyen, tıpkı Zapatistalar gibi İnternet üzerinden örgütlenen globalleşme karşıtlarının özellikle Seattle (ABD) ve Prag'da (Çek Cumhuriyeti) düzenlediği gösteriler, söz konusu dev örgütlerin politikalarında değişiklik yapmalarına bile yol açtı.
Meksika'daki ilk devrimci hareket Zapatista Ulusal Bağımsızlık Ordusu değildi elbette. Peki, tüm diğer gruplar kongrede konuşma yapmak şöyle dursun hükümet üyelerinin yanından bile geçemezken, nasıl oldu da Zapatistalar bunu başardı? Bu sorunun yanıtı Zapatistalar'ın, sadece Meksika'da değil, ama tüm dünyadaki devrimci hareketlerden çok farklı bir yanını ortaya koyuyor. Zapatistalar, kurşunlardan ziyade sözcüklerle bir savaş yürütme yeteneğine sahipti.
Savaşları, şiddet kullanımından çok, adeta 'başarılı bir halkla ilişkiler gösterisi' gibiydi. Silahlarla savaşan gerilla hareketleriyle karşılaştırıldığında, çok az kan akıtarak ve kısa sürede müthiş bir başarı kazanmalarının ardındaki neden ise,1983'ten bu yana öncelikle ve ısrarla 'Yerli Hakları Yasası'nı Meksika'nın politik gündemine sokmalarıydı.20 yıl önce hiç kimse Meksika'da yaşayan yerlilerin sayısını bile bilmezken, şimdi gelip ülke gündeminin baş köşesine oturmaları EZLN'nin tutarlı ve önceliklerine sadık bir mücadele stratejisinde yatıyor.
Biz Marcos'u çok sevmiştik
28 Mart Çarşamba gününe kadar görünürdeki liderleri, neredeyse dünya çapında tanınan 'Subcommandante', yani Yardımcı Komutan Marcos'tu. Marcos, ağzından düşürmediği piposu, tüm diğer yoldaşlarının kullandığı gibi gözleri ve dudakları dışında yüzünü tümüyle örten siyah kar maskesi, yazdığı çocuk kitapları ve şiirleri ve politik bildirilerini elektronik mesajlarla göndermesiyle meşhur oldu. Aslında Marcos'un kimliğini kesin olarak henüz bilen yok. Ancak 'Latin Amerika'nın yeni Che Guevarası' diye de nitelendirilen Marcos'un, geçmişte bir üniversitede felsefe ve edebiyat dersleri veren Rafael Guillen olduğu ve yaşının da '50'ye merdiven dayadığı' sanılıyor. Onun hakkında bilinen tek gerçek, bir 'metizo', yani bir melez olduğu. Evet, Marcos aslında 'saf kan' bir Meksika yerlisi değil, ama ömrünün son 20 yılını yerli haklarının tanınması mücadelesine adayan 'saf kan bir aydın'... Üstelik, kendisini neden 'Yardımcı Komutan' olarak adlandırdığını soran gazetecilere, 'Esas komutan halk. Ben bu görevi vekaleten yürütüyorum da ondan' yanıtını vermekten çekinmeyen, sıradanlığıyla sıradışı olmayı başarmış bir insan.
Marcos'u 28 Mart Çarşamba günü, Zapatista komutanları Kongre'de milletvekillerine konuşma yaparken arayan gözler boşa yoruldu. Çünkü 18 yıldan bu yana Zapatistalar'ın askeri stratejisini çizen ve sözcülüğünü yapan Marcos, Kongre'ye gelmemişti! Kürsüye ilk çıkan ve EZLN adına 25 dakikalık en uzun konuşmayı yapan 'Komutan Esther', konuşmasının sonunda şunları söyledi: 'Marcos burada yok çünkü onun rütbesi yardımcı komutan, bizlerse komutanlarız. Üstelik isyancıların tek sesi de o değil. Biz Marcos'a ve bizim düş ve özlemlerimizi paylaşanlara, bizleri bu salona kadar getirme görevini verdik... Şimdi sıra bizde.'
araklama adresi:
http://www.geocities.com/mavibayrak/zapata.htm
süleymancı
17.09.2003 - 00:56kendi aralarinda dedikodu mahiyetinde belki diger gruplari ve insanlari cekistiriyorlardir, ama surasi kesin ki hic bir zaman aleni oalrak, kamuoyu nezdinde, kendilerine hakaret edilmedigi veya aleyhlerinde aleni faaliyet yürütülmedikce, hic bir grup veya kisinin hakkinda kötü beyanatta bulunmayan bir grup..
Insanlik icin iyi gördükleri bazi seyleri, hic kimseye karismadan, efendice yürütüyorlar....
Herkes begenmek zorunda degil..
ama onlar kadar olgun olmaya hic olmazsa gayret etmeli...
halvet olmak
17.09.2003 - 00:51halvet olmak baskasinin kolayca girmesine müsaid olmayan bir mekanda iki kisinin basbasa kalmasina denir...
bir kadinal bir erkegin bir baskasinin kolayca giremeyecegi bir yerde bir arada basbasa kalmalarina halvet-i sahiha (tam halvet) denir ve bu durum zina hükmüne girer..
zapatista
17.09.2003 - 00:45mexikali eski yerlilerin kanini tasiyan bir isyanci liderin taraftarflarina verilen isim....
vito
17.09.2003 - 00:41mercedes'in ürettigi lüks aile minibüsü...
quebec
16.09.2003 - 20:40Kanada sinirlari icinde, Fransizca konusan, bagimsizlik hayalleri kuran özerk bir eyalet..
öküz
16.09.2003 - 20:39Inegin sexüel partneri
ömer lütfi mete
16.09.2003 - 20:38Ülkücü,
sabah gazetesi yazari
senarist,
roman yazari,
deli yürekin senaristi
nihavend
16.09.2003 - 20:35Farabi (870-950) ve Ibni Sina (980-1037) 'dan sonra Türk musikisinde 200 senelik bir sessizlik olusmustur. Daha sonra Safiüddini Urmevi, Sultan Veled ve Abdülkadir Meragi gibi bestekarlar Farabi ve Ibni Sina'nin yani sira bu dönemde yasamis ve Buselik, Çargah, Hicaz, Hüseyni, Kürdi, Isfahan, Evç, Muhayyer, Neva, Nikriy, Rast, Saba, Ussak, Yengüle, Mahur, Sehnaz, Beyati, Hisar, Hümayun ve Nihavend makamlarini tertib etmislerdir.
araklandigi yer:
http://www.tu-darmstadt.de/hg/tak/tak-arsiv/tak-arsiv95/tkm.html
nihavend
16.09.2003 - 20:32NIHAVEND MAKAMI: Oğlak Burcu (Yay Burcu) . Satürn, Jüpiter. Toprak- Ateş tabiatlı. Sıcak-kuru yapıdadır. Öğleden sonra (ikindi) zamanı etkisi fazladır. Sarı safra, gündüz ve erkek bağlantılıdır. Kan dolaşımı, karın bölgesi, kalça, uyluk ve bacak bölgelerine etkilidir. Kulunç, bel ağrısı ve tansiyon rahatsızlıklarına faydalıdır. Kuvvet ve barış duygusu verir. Akıl hastalıklarına etkili olduğu konusunda önemli bilgiler vardır. En eski makamlardandır. Ebu-selik kelimesinden geldiği söylenmektedir (Güzel yazma ve söyleme yeteneği) .
araklandigi yer:
http://www.geocities.com/enginposta/makam.html
ıtır
16.09.2003 - 20:28ITIR,
koku demektir..
koku maddeleri satan dükkanlara da itriyatci denir imis..
ıtri
16.09.2003 - 20:27bestekarliginin yanisira armut yetistiriciligi de meshurdur..
Özel asiladigi, kendi adiyla anilan Mustaa bey armudu, devrinin istanbulunda meshur imis...
ıtri
16.09.2003 - 20:25MUSTAFA ITRİ
Klâsik Türk musikisi denince ilk hatıra gelen büyük bestekârımızdır.
Eserleriyle, üç asırdan bu yana devirler ve zevkler aşarak muhteşem ve asil bir ses halinde günümüze kadar gelmiş ve kıymetinden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Klâsik Türk musikisi ananesine bağlı bütün büyük, küçük bestekârların hemen hepsinde yakın, uzak tesirini bulmak mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal yayılış ve dalgalanışlarına kulağını ve kalbini dayayarak büyük hükümdarlar, şairler ve bestekârlar devrini derinden derine teneffüs etmiş olan bu büyük bestekar; o günlerden melodilerle tablolar çizmekte ve dinleyenlere ihtişamlı bir tarih havası yaşamaktadır.
Bestekarımız İstanbul'da Yaylak semtinde doğmuştur. Babası buhurcu olduğu için Buhuri lâkabı ile anılır. Zengin ve görgü itibariyle ileri bir aileye mensuptur. Zamanına göre mükemmel bir tahsil görmüş, şair, hattat ve bestekâr olarak tanınmıştır. Musikide üstadı Nasrullah Vâkıf Halhali'dir. Hattalıkta talik denilen nevi üzerinde bilhassa çalışmış ve devrin talik üstadı Siyahi Ahmet Efendi'den meşk almıştır. Şairliği ise, şuara tezkirelerine girecek derecededir. Gerek hattatlığı, gerekse şairliği bestekârlığının yanında sadece bir heves olmaktan ileri gitmez.
Bestekarımız 1648 1687 yılları arasında padişah bulunan 4. Mehmet zamanında bilhassa besteleriyle dikkati çekmiştir. Tarz ve edasındaki yenilik, nağmelerindeki yüksek ruh ve derin mâna herkesi hayran bırakırdı. Bizzat hükümdar da onun hayranları arasında idi. Sık sık saraya davet olunur ve 4. Mehmet'in huzurunda fasıllar icra eder, bu arada bilhassa kendi bestelerini okuyarak onun takdir ve iltifatlarına mazhar olurdu.
SESİ GÜZEL DEĞİLDİ...
Sesi hiç güzel değildi; hattâ bir hayli çirkin olduğu da rivayet edilir. Fakat usulündeki yükseklik ve melodilere hâkimiyeti yüzünden herkes onu dinlemeye can atardı. Bu hususta o derece usta idi ki, on kişi ile icra olunacak bir faslı, üç kişi ile ve hattâ tek başına başardığı çok olurdu.
ESİRCİLER KÂHYASI...
4. Mehmet, bir gün bestekarımızın yeni bir bestesini dinledikten sonra, kendisinden bir arzusu olup olmadığını sormuş, o da esirciler kethüdalığını istemişti. O sırada enderunda 120 akçe ile musiki muallimliği yapmakta idi. Itri Çelebi şahsen zengin ve şöhret sahibi bir kimse olduğu için, böyle hiç de parlak olmayan ikinci, hattâ üçüncü derecedeki bir memuriyeti isteyişi hayretle karşılanmakla beraber arzusu derhal yerine getirildi. Halbuki onun maksadı başka idi. Yeni memuriyeti dolayısı ile İstanbul'a gelen bütün esirleri görecek ve bu sayede onların folklor musikileri hakkında bilgi edinecek ve aralarındaki güzel sesli ve musikiye istidatlı bulunanları seçip yetiştirecekti.
Bestekarımız bir taraftan saraya devam etmekle beraber, vaktinin en büyük kısmını İstanbul surları dışındaki bahçesiyle meşhur köşkünde geçirirdi. Bu bahçenin çiçek ve meyveleri nam salmıştı. Büyük bestekâr aynı zamanda marifetli ve bilgili bir çiçekçi ve meyve yetiştiricisi idi. Nitekim İstanbul'un meşhur Mustabey armudu ilk defa onun bahçesinde yetişmiş ve onun adını alarak bugüne kadar bu isimle birlikte devam edip gelmiştir.
Bestekarımız vaktinin büyük bir kısmını hiç şüphesiz beste yapmakla geçirirdi. Gelmiş geçmiş bestecilerimizin en velûdu olarak gösterilir. Beste, Nakş, Kâr olarak binden fazla eser meydana getirmiştir. Fakat ne yazık ki bunlardan halen elimizde ancak yirmi parça vardır. Diğerleri kaybolmuştur.
İlk şöhretine sebep olan eser, hüseyni makamından bestelediği:
'Dilber dile, dil dilbere fettane münasib
Gül bülbüle, bülbül güle handane münasib, ' mısralarıyla başlayan eseridir.
Büyük bestecinin Türk musikisi içindeki ölmez yerini tâyin eden eserlerinin başında, bayramlarda okunan segah makamındaki tekbiri ve aynı makamdaki Selât-ı Ümmiye'si gelmektedir.
Evliya Çelebi, Itri'nin aynı zamanda hafız olduğunu kaydeder. Buhurizade çok yaşamış ve 4. Mehmet,2. Süleyman, .2. Ahmet,2. Mustafa,3. Ahmet devirlerini görmüştür, ölümü 1712 tarihine rastlar. Mezarı Edirnekapı dışında, Mustafa Paşa Dergâhı civarındadır.
Klâsik Türk musikisinin büyük ustası Itrî'yi, bütün hüviyeti ve değeri ile tahlil etmeye ve canlandırmıya imkân yoktur.
KaynaK:
http://65.122.110.233/webs/osm/sistem/itri.html
ismet özel
16.09.2003 - 11:07Erkekler öküz olmadığı sürece ben kadınlara ‘inek’ diyorum
islami kesimdeki imamlık, hocalık, üstatlık, abilik sistemini eleştiriyorsunuz. Yerden göğe kadar da haklısınız. Ama İslam’ı, sizin gibi anlamadılar diye, hırçınlaşarak üstatlık rolüne talip olan siz değil misiniz?
İslami eğitim tarzında hocaya talip olunur. Onun için talebedir onun adı. Ama hoca da talebesini seçer. Yani bir insan, filancadan ders almak isteyebilir, fakat o ders verecek olan da, ‘Sen bu dersi almaya müsaitsin veya değilsin’ diye karar verir. Hatta tasavvufta, şeyh bazı insanların peşine düşer, müridi olsun diye. Yani çünkü vereceği şeyi o alabilir ancak. Ben şeyhlik, müritlik, üstatlık, ağabeylik sistemini eleştirirken, böyle bir ilişki kurulmadığını, işin tam tersine, hakimiyet ve yararlanma ilişkisi olarak devam ettiğini söylemeye çalıştım. Ben üstat falan olmadım. İlgilendiğim meseleler dolayısıyla uygun çizgiyi tutturacak birisi olsaydı, bunu ret mi edecektim?
Siz ederdiniz valla!
Hayır. Nitekim birçok deneme de benim haklı olduğum şekilde tezahür etti. Tıpkı yayın organlarında olduğu gibi, bireyler de bana yaklaşırken benim havamı, taşıdığım şeyden daha önemli buldular. Şimdi yarım bıraktığım şeyleri tamamlamaya çalışacağım. Çünkü ben bütün bu süreç boyunca, takınılacak tavır konusunda insanlarla yardımlaşmayı, dayanışmayı–elbette benim farkına vardığım şeylerin–onların da farkına varmasını sağlamak için uğraştım.
Ama yine de sizi idol etmelerine müsaade ettiniz. Hiç mi kusurunuz yok bunda?
Başka bir formu yok bunun. Bir adam kahve gürültüsü içinde konuşup, sözlerinin neye değdiğini anlatamaz. Diyelim ki bir kahvehanedeyiz. Herkes patır kütür konuşuyor. Bir adam da ‘Biraz sonra bu kahvehane bombalanacak’ diyecek. Bu adam, ‘Yanındakine söylesene bu kahve bombalanacak’ diyemez.
Sandalyenin üstüne çıkıp...…
‘Susun lan! ’ der. ‘Laga luga yapmayın. Biraz sonra bu kahve bombalanacak! ’ Böyle demezse hiçbir şey anlaşılmaz. ‘Ey muhterem kahvehane sakinleri’ diye lafa başlasa herkes ticari kaygılarla böyle konuştuğunu, sirk palyaçosu olduğunu düşünür. Benim de bir şekilde ‘Bakın, bu böyledir’ demeyi sağlayacak bir üslup tutturmam gerekir.
Bunda, ruhunuzun saygı ve hürmete fazlaca ihtiyacı olmasının bir rolü yok mu?
Yok. Amerikan sosyologlarının haberdar olduğum araştırmalarına göre, politikacılar bu mesleği, daha ziyade anne şefkati arayışı için seçerlermiş. Yakın ilgi bulamadıkları için bunu kitle ilgisi ile telafi etmeye çalışırlarmış. Bu belki isabetli bir yorum olabilir. Mesela Hitler’in Führer olmadan önceki hayatı oldukça karışık. Çok özel sebeplerden dolayı, o siyasi yaklaşımı benimsemiş olabilir. Çünkü J. P. Taylor diye bir İngiliz tarihçisinin söylediğine göre Hitler, en samimi beyanlarını kitleler karşısında yaparmış. Yani Hitler’le konuşmak, onun gerçek görüşünü öğrenmek için yeterli değilmiş.
Sizde de psikolojik bir boşluk var mı?
Varsa bile, benim şiir alanında yaptıklarım, bu psikolojik sorunlarımla baş etmem için yeterlidir. Benim ayrıca bu ideolojik kelam ile bazı şahsiyet problemlerime çözüm aramam, bana göre aydınlatıcı bir bilgi sayılmaz.
Sizin şahsiyet problemleriniz neler ki?
Kendi psikanalizimi mi yapmamı bekliyorsunuz?
Varsa cesaretiniz!
Ben bunları yapıyorum. Ve bu bende kalıyor. Sonra kendimi tedavi etmeye çalışıyorum. Biraz ipucu verin.
O zaman bu sır olmaz. Ben size bir hikâye anlatayım. Anadan doğma bir kör varmış. Ama hayatını iki gözü gören bir insan gibi yaşarmış. Merak etmiş herkes tabii. Ama o, bu konuda hiçbir bilgi vermemiş. Günün birinde kıramayacağı kadar yakın birisi çıkmış karşısına. Demiş ki ‘Sen nasıl oluyor da, iki gözü gören bir adam gibi yaşıyorsun? ’ Ona cevap vermezlikten kaçamamış. Demiş ki, ‘Benim, önümde iki tane koç beliriyor. Mesela şu bardağı tutmak istedim değil mi, iki tane koç, bardağın iki yanında duruyorlar, ben ortadan bardağı tutuyorum. Hangi yoldan gitmem gerektiğinde o iki koçun arasında gidiyorum.’ Ama sözünü burada kesmiş. Demiş ki, ‘Bunları söyledim, koçlardan birisi kayboldu. Bunu söyledim, ikincisi de kayboldu.’ Ve adam günün geri kalan kısmını bir âmâ gibi geçirmiş. İnsanın ayakta durmak için kendisiyle ve Rabbiyle sır olan kısmı, başkasına söylemesi, aleyhine olur. Onun için İslam’da bütün hükümler zahire göre verilir. Rüyalar göreni bağlar.
Ama verdiğiniz örnekte sır, pozitif. Ben sizin huysuzluğunuzun sırrını istedim. Yoksa sizin önünüze de size dev aynası tutan şeytanlar mı çıkıyor?
(Kahkaha) Benim önüme çıkan şeytan dünyayı kundaklamaya beni kışkırtıyor.
Özel hayatınızda mutlu bir adam olsaydınız, size sizi yumuşatacak bir kadın eli değseydi böyle bir İsmet mi olurdunuz?
Bu Freud’un sublimasyon yani yüceltme tezi. Freud der ki, ‘İnsanlar, sanat eserleri gibi, bilim çalışmaları gibi yüce şeyleri, hayatlarındaki mahrumiyetleri, özellikle cinsel doyumsuzlukları telafi etmek için yaparlar.’ Buna gençliğimde ben de inandım. Ama böyle olmadığını Freud’un talebesi Jung’dan öğrendim. O diyor ki: ‘Evet, şairler birçok cinsel problemler taşıyan insanlar. Ama aynı problemleri yaşayan insanlar şair olmuyorlar ki.’ Yani insanların cinsel tatminsizlik içinde olmaları eğer birtakım davranışları benimsemelerine sebep olsaydı, o zaman o tatminsizlikler kimde varsa onun da bir numara çekmesi lazımdı. Sadece şair olması lazım değil. Mimar olabilirdi. Ama böyle bir şey yok.
Şairliğinizi sorgulamaya ne cüret ederim, ne böyle bir niyetim var. Ama söyleyin, aşkı yaşayan bir insan olsaydınız, bu kadar öfkeli olur muydunuz?
Bilakis, ben bu manada birtakım tatmin fırsatları elde etmiş biri olsaydım belki çok daha cüretkâr ve saldırgan olurdum. Mesela Arapça bilmeyişimi de Allah’ın lütfu olarak yorumluyorum. İyi bir Arapça bilgim olsaydı, şimdi olduğundan çok daha ukala olurdum.
Bundan ötesini ben düşünemiyorum!
Öyle mi? Olsaydı da görseydiniz.
Siz mutsuz bir insansınız, doğru mu?
Çok doğru. Çünkü mutluluğun daha ziyade ineklere yakıştığını düşünüyorum. Saman bulan ineklerin hepsi mutlu olur.
Ama sublimasyonu şimdi yaptınız. Sahip değilsiniz diye küçümsediniz mutluluğu, kendinizi yücelttiniz.
Mutluluğu küçümsediğim yok.
Ama ineklere layık gördüğünüze göre küçümsüyorsunuz.
Boğalar mutlu değil, inekler mutlu.
Mutlu olan boğalar inekliğe mi dönüyor yani?
Herhalde onlar da mutluluğu boğalığı devam ettirmekte bulamayacaklarını anlıyorlar.
Açık konuşun, siz kadınlara inek mi diyorsunuz?
Erkekler öküz olmadığı sürece evet. Çünkü erkek olmasına rağmen öküz, erkekliğini kullanamaz.
Kadınlardan nefret mi ediyorsunuz?
Nefret demeyelim de hınç diyelim. Çünkü ben sevdiğim kızla evlenemedim. Hıncım onun gibilere. İnsan tercih edilmek, seçilmek istiyor.
Ondan yola çıkıp bütün kadınlara hınç mı besliyorsunuz?
Beni seçmeyen bütün kadınlara hınçlıyım. (Gülmeler)
Hiçbir kadını yanınıza yaklaştıracak kadar yüreğinizin sıcak olduğuna inanmıyorum.
Ben de hiçbir kadının benim yüreğime yaklaşacak kadar cesur olduğunu sanmıyorum.
Fırsat verdiniz de yaklaşamadılar mı?
Tabii ki. ‘Yanarım’ diye çekildiler. ‘Bu adamla, onun istediği şekilde bir ilişki kurduğum takdirde ben ne olacağım? ’ dediler.
Sunduğunuz format neydi?
Kölelik. Bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması lazım.
Eşiniz köleniz olmadı diye mi küstünüz ona?
Köle olmak şöyle dursun, beklediğim yardımı bile alamadım. İyi evlilik kolay elde edilebilen bir şey değil. Bunun yanı sıra çocuklar Allah’ın bize emaneti.
Peki köleniz olmasını istediğiniz kadının siz de kölesi olacak mısınız?
Hayır. Çünkü bir ilişkide iki köle olmaz.
Neden siz değilsiniz köle de, kadın oluyor?
Çünkü Kur’an–ı Kerîm’de ‘Kadınlar sizlerin tarlalarınızdır’ diye yazıyor.
Bu, ‘kadın köledir’ değil ki. Siz oradan ürün alacaksınız, soyunuz ilerleyecek anlamındadır.
Ayet–i kerîme nasıl devam ediyor: ‘Onlara istediğiniz zaman girebilirsiniz.’ Kadın benim tarlam olacağına kölem olduğu takdirde, daha avantajlı durumda. Çünkü köleyle bir diyalog kurmak mümkün. (Suat Yıldırım’ın mealinde ayetin doğrusu şöyle: ‘Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın. Allah’ın haram kıldığı şeylerden korunun ve onun huzuruna varacağınızı iyi bilin.’ NA)
Kadınları Tanrı’nın muradı dışında aşağılıyorsunuz. O, böyle adaletsiz olamaz.
Tanrı’nın adaletsiz olduğunu kim söylemiş? Demek ki adalet bu.
Çok hastalıklı bir yorum bu. İstemesem bile, erkeğim benimle olmak istiyor diye buna müsaade edeceğim ha?
İnsanın fiziki zorlukları dışında evet.
Ne diyorsunuz ya siz? Psikoloji diye bir şey var.
Neden bir kadın kocasından bağımsız bir psikoloji sahibi oluyormuş?
Siz delirdiniz mi? Niye olmasın?
O zaman niye onun kocası, niye onun karısı? Evlilik bir birlik değil mi?
Sizin anlattığınız birlik değil ki.
Bir insan evlendiği zaman, evlenmeden önceki insan değildir.
Bu neden sadece kadın için geçerlidir?
Erkek için geçerli olmadığını kim söyledi? Siz bana deseniz de, kadın erkekle beraber olmak istedi, ama erkek onu reddetti. Buna erkeğin de hakkı yok tabii ki.
Köleyse, kadın efendisinden nasıl bir şey talep edecek?
Şarkıda söylendiği gibi, efendi, ihsanını köleden esirgemez.
O zaman niye kadını köle olarak adlandırıyorsunuz da, ‘Erkek de onun kölesi olmalı’ demiyorsunuz?
Bir iş bir türlü yapılır. Beş türlü yapılmaz.
Bir iş İsmet Özel, bin türlü yapılır.
Hayır, her biri başka iştir onların. Her biçim, başka bir özdür.
Yine söz oyunu. Bir erkeğin kölesi olma mantığıyla hiç işim olmaz!
Erkeğinin kölesi olmayan kadın, o erkekle niçin evlenmiştir?
Eğer böyle bir eşitlik kurduysanız, erkek de kadının kölesi olabilir.
Bunun nöbet defterini kim düzenleyecek?
Onların psiko–kimyaları.
Demek ki kadın ve erkeğin birliğinin üstünde bir makam belirliyorsunuz siz.
O sizi ilk başta reddeden harika kadın, belli ki köle olmak istemedi. Aferin ona. Ama siz Bir Yusuf Masalı’nda acı acı feryat ediyorsunuz, ‘Gel ey kadın beni bul’ diye. Kalbinizin soğukluğunu giderecek bir kadın arayışı bu kitapta çok belirgin. Ama siz ‘bulunan’ olmayı tercih ediyorsunuz. Arayıp bulmaya cesaretiniz yok.
Vaktim yok. (Gülüyor) Belki cesaretim de.
Çünkü rekabete girmek istemiyorsunuz.
Kesinlikle. Bunun da tabii psikolojik, derin sebepleri vardır.
Oralara girmeyeyim artık. Özetle ihtiyacım yok diyorsunuz kadınlara.
Yahu altmış yaşıma geldim ben. (Gülüyor)
Allah Allah. Her şey cinsellik değil ki. Bir paylaşımdır, bir şefkattir.
Her şey cinsellik değildir ne demek? Walt Whitman’ın bir mısraı var biliyor musunuz? Sex contains all–Cinsiyet her şeyi içerir.
O halde siz şu anda bir hiç misiniz yani?
Nerede bende o şans? (Gülüyor) Hiç olmak öyle herkese nasip olmuş mu? Ben bir şeyim ve işe yarayan bir şey değilsem, işe yarayan bir şey olmak istiyorum. Hiçlik bunun üstünde. Hiç olamıyorum, hiç olmayı çok isterdim.
Madem ki seks her şeyi içerir ve sevdiğiniz bir insan yok. O halde, zaten hiç olmuşsunuz da farkında mı değilsiniz acaba?
Olabilir. Ama farkına varmadığımız şeyler, pek bize yakın şeyler değildir.
Siz sadece kadınları değil, hiç kimseyi sevmiyorsunuz sanki.
Belki de öyledir bilmiyorum. Ama sevmeyi isteyen bir adamım en azından. Ben sevginin herkese kolayca dağıtılabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Sevgimi de kıskançlıkla en uygun kişiye vermek istiyorum.
Ama veremiyorsunuz.
Veremiyorum.
Çünkü sevgi yok sizde.
Ha o zaman bende bir kabahat yok. (Gülüşmeler) Olmayan şeyi nasıl vereyim?
Benim görevim tebliğ değil ki
Sizin bu kendini beğenmiş tarzınızı sorgulamaya devam edeceğim. Peygamberimiz insanlara tebliğini sunarken daha anlayışlı, daha merhametliydi. Hatta Allah onu uyardı, ‘Ey Muhammed, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim’ diye. Sizin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkınız var?
Bu soruyu tersine çevirmek lazım. Peygamber bile bir âmâya tebliğde bulunmak konusunda ihmalkâr davrandığı için Allah tarafından azarlanmışken, benim hiç peygamber olmadığım halde, hatta evliyadan biri de olmadığım halde...…
Ama Peygamberimiz üzülüyordu, hidayete ermiyorlar diye, ‘Senin görevin sadece tebliğ’ dedi Allah.
Benim görevim tebliğ değil ki.
Eee, tebliğ yapıyormuş gibi davranıyorsunuz ama.
Hayır, ne münasebet. Ben Müslümanlığın yaşanması üzerinde hiçbir şey söylemedim. Hiç kimseye şunu yapma, şunu yap demedim. Ben sadece şartların ne olduğunu izah etmeye çalıştım insanlara. Hiçbir zaman hüküm verip, ‘Kardeşim bu yanlış oluyor, şöyle yapın’ demedim.
Hadi canım, basbayağı dediniz. Üstelik Gerçek Hayat’taki son yazınızda, ‘Beni sevmeyenlere gelince, onların da canı sağ olsun demeyeceğim. Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın’ diyorsunuz. Bu, Müslümanca bir tavır mı? Kusurlu bile olsa, insan böyle beddua eder mi, din kardeşlerine? Peygamberimizin geçtiği yola taşlar döşediler. Ayaklarından kanlar akarken bile böyle beddua etmedi. Siz niye bu kadar merhametsizsiniz?
Yoo ben merhametsiz değilim. Eğer, beni sevmemek bir hastalıksa, e tabii ki yani, ‘Beni sevsinler’ mi diyeyim?
Ama ‘Canları sağ olsun demeyeceğim’, büyük bir aşağılama. Peygamberimiz kimseyi aşağılamadı. ‘Onları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar’ dedi.
Onu Hz. İsa söyledi. (Gülüyor)
Hz. İsa da Allah’ın peygamberiydi, Hz. Muhammed de hiç beddua etmedi.
Acaba? Resullah hiç beddua etmedi, öyle mi? Ben peygamber değilim. Kur’an–ı Kerîm’de diyor ki, ‘İnsan hayra olduğu kadar, şerre de dua eder.’ Ben insanım ve bu konuda da böyle bir dua ediyorum. Kendimden çok eminim. Yani Türkiye için doğru hatt–ı hareketin ne olduğunu tespit konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Benim söylediklerim konusunda yamru yumru şeyler söyleyen ve beni bu sebepten ötürü sevmeyen insanların, Allah kalplerindeki hastalığı bin kat artırsın.
Allah aşkına, insanların hastalıklarının artması, sizin murat ettiğiniz nihai amacın gerçekleşmesine nasıl bir katkıda bulunur?
Ben yaşadığım ülkenin ve insanlarının, dünyada haysiyetli ve itibarlı bir yere kavuşmasını öngörüyorum. Çünkü bu insanlardan birisi benim. Eğer benim yaptığım şey, Türkiye’nin aleyhindeyse, Allah benim bin belamı versin. Ama benim yaptığım şey, Türkiye’nin lehinde bir şey de insanlar bu sebepten dolayı beni sevmiyorsa, Allah hepsini kahretsin.
ismet özel
16.09.2003 - 11:06NURİYE AKMAN
Vakurum, asla kibirli değilim!
Ahmet Tulgar’ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı?
Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye’de siyaseti, Türkiye’nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, ‘Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım’ diye, Müslümanlar da ‘Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım! ’ diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, ‘Ama.’ dedi, ‘Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre? ’ Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye’de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı’nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet’in Türkiye’nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı.
Neden tekzip yoluna gitmediniz?
Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi.
Neden Milliyet’i bu kadar önemsediniz?
Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet’te çalıştığı için. Yani Hürriyet’te olması biraz rahatsız ederdi beni.
Patronları aynı, ne fark eder ki?
Ne bileyim, yani hava meselesi biraz.
Dergah’ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: “Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan.” Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz?
Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye’de yaşayan hatta Türkiye’de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor.
Bu şiir 93’te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için.
Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz.
Ama kurmuş gibi davrandınız.
Türkiye’de İslamiyet’in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde ‘Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir’in mücadelesini tek başıma veriyorum. ‘Müslüman’ım’ diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, ‘Vay canına herif neler söylüyor! ’ diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve ‘Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.’ dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? ‘Hey ahmaklar’ dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim.
Ama ‘tenezzülen yazıyor olmak’, o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki.
Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek.
Lizy Behmeoras’a dediniz ki, ‘Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman’la konuşamıyorum.’ İyi ama abi, ‘En hakiki Müslüman’ sen misin?
Ben ‘Türkiye’de Müslüman var mı? ’ sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum.
Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani.
Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet’i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi’nde konuşuyorlar. ‘Niye İsmet Özel, İslamiyet’e bu kadar kıskançlık gösteriyor? ’ diyor biri. Öteki şöyle diyor: ‘Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı? ’
Sık sık Hz. Ömer’i örnek göstermekten hoşlandınız.
Çünkü Hz. Ömer, İslam’a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, ‘Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor’ diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: ‘Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, ‘Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim’ diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara ‘Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım’ diye yol gösterdim.
‘Niye o zaman onlar komünist olmadı? ’ sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı?
Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak’taki işgale ‘hayır’ demek gibi bir şeydi.
Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı?
Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani?
O şiirin sonunda ‘Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön’ diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi?
Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır.
Kalp dediğiniz vahiy mi?
Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah’a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe’yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir.
Kare şeklindedir.
Benim Muhammed Hamidullah’tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne.
Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz?
(Gülerek) . Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan.
Hadi ya!
Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad’ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad’ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak’taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri’yle iş tuttu İran Devrimi’nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan’ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet.
James Joyce’a nasıl şarlatan dersiniz?
James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus.
Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak.
Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler)
O zaman niye ‘anlaşılamıyorum’ diye afra tafra yapıyorsunuz?
Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor)
Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz?
İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, ‘Rabbim Allah’ dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. ‘Beni bari yanlış anlayın’ diyorum.
Ama canım söz oyunu var burada.
Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet–i Kerîme demiyor mu ki, ‘Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir’ diye. Wittgenstein ne demiş, ‘Language games’, yani dil oyunları.
Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir.
Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim.
Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani?
Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım?
Çünkü çok kibirlisiniz.
Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem.
Türkiyelilik, Türk olunmayınca gülünç kalıyor
İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz?
Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam’dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Bu adam Malezya’da da olsa budur, Filistin’de de olsa budur, İzlanda’da da olsa budur. Belçika’da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki ‘Vermiyoruz bu vergiyi.’ Devlet bunlara, ‘Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz? ’ demiş. ‘Evet’ demişler, bu fırsatı yakalayıp, ‘Evet Türk’üz vermiyoruz.’ Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika’da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk’tür.
Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz?
Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk’tür.
Tayyip Erdoğan’ın başlattığı ‘Türkiyelilik’ tartışmasına ne diyorsunuz?
Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan’daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? ‘Ben Türk’üm’ dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. ‘Ben Türk’üm, ama Müslüman değilim’ diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler!
İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz?
Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, ‘Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.’
‘Delidir, ne yapsa yeridir’ sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz?
Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
Yarın:
ERKEKLER ÖKÜZ OLMADIĞI MÜDDETÇE KADINLARA ‘İNEK’ DİYORUM
nakşibendi
16.09.2003 - 02:26halidiye kolu bu gün isikcilar ve menzil grubu olarak bilinen cemaatler tarafindan temsil edilir...
daha farkli kollari da vardir...
neşet ertaş
16.09.2003 - 02:21efsane türkücü
bu günün 50 yas üstü, bazen 'köprüden gecti gelin,
sacinin teli düstü gelin' diye baslayiverirler terennüme..
hayallerinin türkücüsü neset ertasi nostalji ve hasret karisimi duygularla yad ederek...
lozan
16.09.2003 - 02:16cumhuriyet türkiyesinin seklini belirleryen, gizli maddeler icerdigi yolundaki spekülasyonlarla, kendisine hep saibe ile yaklasilan baris andlasmasi
lozan
16.09.2003 - 02:15Lausanne
bir isvicre sehri..
Lac Leman (Genfersee/Leman Gölü) yakinlarinda bir sehir
jean paul sartre
16.09.2003 - 02:11existansiyalizm
hazarlar
16.09.2003 - 01:36Bir türk boyu..
yahudidirler..
hatta Jakup A.S. (israil) 'in 12 oglundan türedikleri icin 12 boy halinde örgütlenen yahudilerin 13. boyu olarak bu türk asillari kavim gösterilir..13. kavim diye e meshur bir kitab var imis..
hatta söylenceye göre,
israil ve dünyanin bir cok yerindeki etkili yahudinin 12 boydan degil de bu 13. boydan imis..
kamunun agzi torba degil ki büzesin...
tekke
16.09.2003 - 01:31antalya-elmali'da meskunlarinin cogu alevi olan bir köy..
abdal musa türbesinin bulundugu köyde, her yil yapilan abdal musa senliklerine türkiye'nin dört bir yanindan yogun katilim olur.. alevi oylara talip politikacilar da senenin bir kac günü o civarda boy gösterirler...
Toplam 803 mesaj bulundu