70'li yillarda söylediig duygulu TSM sarkilariyla herkesin gönlünde yer ediyormus.
Filmleri de vardi.
sonradan Cerrahi tarikatina girdi ve sadece ilahi söylemeye basladi...
Bialhare Islami camia isi sarkiya türküye dökünce, o da herkesle beraber sarkiya döndü..
Simdi ikisini de yapiyor..
Almanya'daki sehirlerden birine konferansa gelmis dediler.. Iki arkadas gitttik.
Dinleyici cogunlugu, Atatürkcü düsünce dernegi, alevi federasyonu gibi sünni Islam ile problemi olan insanlardan olusuyordu. Bir de din ataseliginden birileri vardi.
Konuyu bir yerde öyle bir yere getirdi ki,
Bunlar (aceba kimler?) Aliyi' de bunlar öldürdü, Hüseyin'i de bunlar öldürdü.. neymis muaviye ictihad farkliligi dolayisiyla tahkir edilemezmis.. olur mu? resmen öldürdülerrrr.. falan diye öyle döktürüyor ki..
Bilim adami sogukkanliligi gitti bir yana.
Mahalle mescidinde Asure vaazi eden köy imami gibi...
Ha simdi küfr edecek ha simdi aglayacak gerilimiyle izledik sahneyi...
Oradaki cogunluk acaba kimlere karsi böyle doldurulmak isteniyordu?
Bundan ne gibi bir kazanc bekleniyordu? ..
annayamadik..
Ha bir yerde de
28 Subat hakkinda ne düsünüyorsunuz gibi bir soru geldi.. cevap:
'28 subati olumlu buluyorum' olunca salonda derin bir sessizlik...
berekat ben yanimdaki arkadasa bir göz caktim da ikimiz beraber basladik alkisa.. ön taraftakiler bizi tanimadiklarindan, heralde burada alkislenecek diye basladilar onlar da alkislamaya, önden alkisa katilindi diye arkadakiler de eslik etttiler.. ettiler ama, gözleri de bizim yüzümüzdeki hinzir ifadede kaldi...
Bilememek adli romaninda Josef ile Irena'nin eskiden göc ettikleri Fransa'dan 20 yil sonra anavatanlari olan Cek'e geri dönüsleri konu ediliyormus... Tabii ki eski biraktiklari tadlari, özledikleri seyleri geriye döndüklerinde yerinde bulamayacaklar.. bunun aslinda enteresan yani yok.. roman iste bu gibi seyleri anlatiyormus.. Elestirmenler bu romanin yazarin daha önce yayinlanan 'yavaslik' ve 'Kimlik' adli romanlari kadar olamadigini söylüyorlarmis..
Ama yine de baba romanmis...
kundera.de öyle diyo..
Almancadaki 'http://www.kundera.de/Biographie/biographie.html'den tercüme edebildigim kadar deneyecegim...
Tercümeme kaldinizsa, Allah size de kolaylik versin:
Milan Kundera 01.04.1929 (galiba bir nisan sakasi olarak) tarihinde Cek'te Brno sehrinde dünyaya geldi. Babasi Ludvík Kundera (1891-1971) , Brno Müsiki yüksek okulunda musiki bilimcisi ve bu okulun rektörü idi. Gymasiumda (Lise) okurken ilk hikayelerini yazmaya basladi.2. dünya savasindan sonra, üniversiteye baslamazdan önce bir süre isci ve müzisyen olarak calisti. Üniveriteden sonra, Prag'daki Karl Üniversitesinde Müsik Film ve Edebiyat dallarinda egitim gördü. Prag Müzik ve Dram Akademisi Film fakültesinde önce asistan sonra da profesör olarak görev yapti. Bu arada, hikaye, deneme ve tiyatro eserleri yayinliyordu.Ayni zamanda iki edebiyat dergisi “Literarni noviny” ve “Listy”nin yayin kurulu üyeliklerini de yürütüyordu.1948'de bir cok entellektüel gibi büyük bir coskuile komünist partiyae girdi.1950'de ise bireyselci temayüllerinden dolayi partiden kovuldu...
1952'de üniversite egitimini tamamladiktan sonra Film Fakültesinde Dünya edebiyati lektörü oldu.1956'da 1970'e kadar sürecek olan komünist Parti üyeligi yeniden basladi.1953'te ilk kitabini yayinladi ve 50'li yillarin ortalarinda tercüman, denemeci ve tiyatro yazari olarak faaliyet gösterdi.1958 ve 1968 yillari arasinda 3 cilt halinde yayinladigi 'Gülünc askin kitabi' adli siir derlemesi ile söhreti yakaladi. Ilk Romani 'şaka' (1967) yüzünden Stalinizm ile ters düsmüs oldu.21.08.1968'de Sovyetlerin ülkeyi isgali esnasinda, gözden düsen 'Prag Bahari' adli reform hareketinin en önemli aktörlerinden biri olarak Kundera, Üniversitedeki docentligini kayb etti ve onun tüm kitablari umumi kütüphanelerden tamamiyle kaldirildi. 'Prag Bahari' hareketine angajmani dolayisiyla kendisine yayin yasagi getirildi. Ikinci romani 1973'te Paris'te yayinlandi. Fransa'da Bretagne bölgesindeki Rennes Üniversitesinde ögretim görevlisi olarak calismak üzere müracaat etti. 'Gülme ve Unutmanin Kitabi' adli romani yüzünden 1979'da Cekoslovakya yönetimi tarafindna vatandasliktan ihrac edildi. Bundan sonraki romanlari artik Sovyet hakimiyeti altindaki topraklarda yayinlanamazdi.1981 yilindan beri Fransiz vatandasi...
1986'da Fransizca yazilmis ilk denemesi „L'Art du Roman“ (roman sanati) adiyla yayinlandi. Fransa'da yazilmis ilk romani 'Ölümsüzlük' 1990'da yayinlandi. Rennes Üniversitesi dilbilimleri bölümünde 1978'den beri devam eden uzun ögretim görevliligi sürecinden sonra 1991'den beri de Paris'in ünlü Gallimard Yayinlarinin Lektörler birligi üyesidir.
Karisi Vera Hrabankova ile birlikte Paris'te yasamaktadir.
Kitablari Fransizca, Almanca ve Ispanyolca baskilari bizzat kendi kontrolü altinda yayinlanmaktadir..
Bildigim kadariyla Türkceye de cevrilmis bir cok kitabi var...
Sehirli insn..
Kalabalik sehir yasaminin tikirinda ve hirsiz yürüyebilmesi icin, bir birlerinin haklarina, kanunlarin kapsama alaninin disinda kalan ara bölmelerde de digerlerinin haklarina saygili olmayi bilen insanlara ihtiyac vardir.. Bu ihtiyac sehir kültürünü dogurur... Bu sehir kültüründen haberdar olan adam demek oluyor bu medeni insan..
Medeni kelimesi de arapcada sehir manasina gelen Medine'den türeme...
Hiz meraklilari icin iyi. Iki koltuklu oldugundan köroglu-ayvaz takilan bireyci hedonist ciftler icin ideal... fiyakali sayilabilecek sürat arabasi.
spor araba diye biliniyor...
Stuttgart'ta fabrikasi var...
Ingilizcede 13'ten itibaren 19'a kadar olan rakamlarin sonu -teen ile biter... Ergenlik ve az sonrasindaki huysuzluklar, hayata farkli yönelimler ve acilimlar kazandirma istegi ile dolu, kipir, yerinde duramayan, aklina eseni denemeye kalkan durulmamis genclik caglarini ifade icin 13-19 yasa arasi gencligi icin teenager kelimesi kullaniliyor..
ben bunu eskiden tee nager diye düsünüyor ve tee cay da ha bu nager noluyo diye arastirmaya dalmis idim. Bu yastakiler de aksilik caydan pek anlamazlar. cola, cips, snickers, pommes gibi ivir zivirla ögün gecistirme meraklisidir... Acaba caydan anlamayan nesle asina degiliz manasina bir sey mi aceb derken...birisi diyiverdi isin aslinin teen (age) r oldugunu...
aydinlanma iyi bir sey...
insanın dinlemekten asla sıkılmayacağı, eğlence fışkıran mfö şarkısı..
sözleri de şöyleydi sanırım
arkadaşları ali derler ali oturur bizim kahvede
yakmış abayı bir dilbere nefaset bişi fidan boylu
bizim ali pişpirik oynar mfö dinler maç seyreder
dedim ki abayı yakmış kıza bundan haberi yok kızın ama
aliiii ali desidero
kız cok güzel latif şirin hem kitap kurdu hem bir ahu
venüs mü desem afrodit mi eli yüzü düzgün bir içim su
elbetteki feminist bir kız metafiziğe de inanmakta
bir kusuru var yalnız kızın biraz entel takılmakta
optimis hem de pesimis biraz idealizmi de savunmakta
ali desidero aliii ali desidero
teoride desen zehir gibi pratik dersen sallamakta
bazen ben humanistim diyor bazen rasyonalist oluyor
değişik bir psikoloji bir felsefe idiotloji-idiot idiot idiotloji
bizim ali kahveden aynen kız oradan gelip gecirken
gözüne kestirip kafasına takıyor
bu benim diyor dokunanı yakarım
ne yapmalı ne etmeli bir oyunbazlık bir şeytanlık
kıza dalavere mi cevirmeli bu beraberlik nasıl olacak
ikisi de ayrı telden calıyor
centilmencee mi yaklaşmalı familyasıyla mı tanışmalı bir bilene mi danışmalı
bu kız sanki bir buzdolabı
aliii ali desidero
ali kahvede oturup duruyor kızın gecmesini bekliyor
hatun kişi görününce köşeden mfö başlıyor aynen kasetten
alii ali desidero
matmazel mfö yü duyar duymaz bir an kendinden geciyor
ha bayıldı bayılacak derken ali kızın elinden tutuyor
ali kız bir klark çekiyorkahvedikiler ınının diyor
ınının ınının ınının ınınının ınının ınınııınııın
aliii ali desidero
kız pardon diyor başım döndü mfö yakar gönlümü
rica ederim gelebilir her genc kızın başına yardım edeyim size istersiniz
evinize götüreyim icabında
ay nasıl oluur ben sizi hiç tanımıyor ama
hem konu komşu ne der sonra merci gideirm tek başıma
olur mu ne önemi var diyor oğlan
yürüyelim işte ne çıkar bundan hem sizinle de tanışmışız oluruz
hem konuşuruz şurdan burdan
ne kibar cocuk diyor kız içinden hem samimi hem vefalı yani
bir imtihan cekeyim şuna diyor serseri mi yoksa bir dahi mi
diyor felsefeyi sever misin ali diyor biz hep dönerciyiz
luther diyor kız, machiavelli
şampiyon biziz diyor ali attığımız gollerden belli.
aliii ali desidero
kız anlıyor ki dünyalar ayrı ali'ye kibarca bir bye bye
ali diyor hay hayyy
gözü parlıyor aniden kızın, şeytan tüyü var bu hınzırın
ali anlıyor ki doğru yolda hazırım diyor buluşmaya
kız diyor ki bu işler narin bugün olmaz ali belki yarıııınn...
ali desidero aliiii ali desidero
(zvezda,18.11.2002 18:16 ~ 20.11.2002 22:21)
1980'lerden itibaren hem görmemiş hem sonradan görme hem gözü dönmüş tuhaf bir kapitalizm ortamına kavuştuk ya; bu ortamın en renkli ve özgün unsuru, şüphesiz, önce Tempra ile başlayan, Doğu Bloku ülkelerinden birinde rakip mafya kurşunlarına kurban gitmemişse, 'hayalî'den' içeri düşmemişse, otel işinden batmamışsa bilahare cipe terfi eden, Anadolu kaplanlarının lumpen versiyonunu temsilen büyük şehir eğlence yerlerini istilâ eden o takım elbiseli, hırçın 'yükselen sınıf'tı. Toplumumuzda zaten sıkı bir altyapısı bulunan lumpen ağzı, âdetâ bir tür 'beyaz lumpenlik' yarattıysa, bu süreçte bu kesimin hakkını teslim etmek gerekir.
Büyükşehir gençliği 'hoopp! Şşş! Allooo! 'ları pek sevdi. Hayatında kavga etmemiş insanların 'üzerim, çizerim' diye konuşmaktan pek hoşlanacağını elbette önce reklamcılar sezdi. Ali Desidero çıktı ortaya. O da önce daha sevimliydi, sonra 'Burası Türkiye, yok öyle! 'ye geçildi.
Medyanın 'yardımcı oyuncuları', büyük grupların esas oğlanları değil de ikinci, ucuz gazeteleri, lumpen ağzının çeşitlemelerini geliştirmek için yarışır oldular.
Sonunda ortaya ilginç bir karışım çıktı: Mesnetsiz bir dayılık tonuyla yine mesnetsiz bir kendine güveni yandan veya arkadan dolanan ifade tarzları ile birleştiren, söyleyene bir tad bir koku ve hattâ bir doku atfetmemize yolaçan, ilk göze çarpan özelliği 'iddialılık' olan bir söylem.
Beşiktaş'ta bir manavın, sandıkların üzerine şöyle bir levha astığını gördüğümde bu işin buralara varacağını hissetmiştim: 'Elmanın iyisini biz satarız! ' Adam aynı şekilde bağırıyordu da. Dünya reklamcılığının arkasına yaslanıp kendini kutlayabileceği andı bu. Artık bu piyasada iş yapabilmek için kendini nasıl ifade etmeye mecbur olduğunu Beşiktaş'taki manava anlatmayı başarmışlardı. Söylemin dışında kalan, muhatap alınmayabilirdi.
Evet, Beşiktaş'taki manavdan Komünist gazetesine... Ali Desidero'yu da unutmadan.
Amerikan yüzyili, dünya üzerinde tüm kurum ve kuruluslariyla tam yerlesmeden önce, bir önceki devreye damgasini vuran Fransiz degerlerinin, mesafeli, civikliga meyli az estetik anlayisinin, bu gün Avrupalilarin da (bir hafta der spiegelin kapak konusu olmustu) aradigi eski degerlerin bicimlendirdigi delikanli...
Karizmatiktir...
Güney Fransa sahillerinde dolasirken, rüzgardan pacalari savrulan haşemanin (ben hasema kullandigim icin) ucunun mutlaka bir kac prense carpacagi kadar fazla miktdarda (mebzul mikdar diyo eskiler) soylu ve prens barindiran Avrupanin bundan bir 40 küsur yil önceki asil delikanlilari...
Briyantinli saclari...
gömleginin yakalari kolali...
vs...
hayatinin gayesi karsi cinsden en fazla mikdarda yararlanip marjinal faydayi mümkün olan en üst düzeyde tutmak icin cabalayan girisimci...
Hayatta basarinin ölcüsü, tatminin ve mutlulugunun ölcüsü ayarttigi hatun sayisi ile dogru orantilidir....
böyel birisi iste...
Maisetini, cinsel organinin kullanim hakkini bir kac postaligina satan, baskalarini keyiflendirmenin karsiliginda ücretini alan, kendisini korumak, kollamak ve pazarlamak icin anlastigi veya eline mahkum oldugu pezevenk tabir edilen aracilara bir kisim meblagi da komisyon olarak birakmak zorunda kalan serbest meslek sahibi.. Nam-i diger ağır işçi...
Erkek versiyonlarina jigolo deniyor...
Yine bu adamin isminden olsa gerek, ayak kaslarinin topukla birlestigi yere de asil tendon diyorlar...
Futbolcularda bazen duyuyoruz asil tendonundan sakatlanmis diye...
Achilles isimli bir mitoloji kahramani ile ilgisi vardi bu lafin.
Yenilmez ve ölümsüz biriis olarak bilinen bu adamin topuguna ok mu degiyor yoksa kilic mi kesiyor, bisiiler oluyordu ve adam öbür tarafa biletini okeyletmis oluyordu bu bu darbe ile...
O adamin ölümüne sebeb olan en zayif nokta burasi oldugu icin, her seyin en zayif noktasini ifade etmek icin asilin topugu tabiri kullanilir..
9 Ocak 1778'de İstanbul'da doğdu,29 Kasım 1846'de Mekke yakınlarında Minâ'da öldü. Babası geçimini hamam işletmeciliğiyle sağladığı için, İsmail Efendi, Hammâmîzade adıyla tanınmıştır. Ancak günümüzde çoğu zaman Dede Efendi diye anılır.
İlköğrenimini yaptığı okulda, sesinin güzelliği dolayısıyla ilahicibaşı olmuştu. Müzikle uğraşan ve evinde meraklılara ders veren Anadolu Kesedarı Uncuzade Mehmed Efendi okuldaki bir tören sırasında ilahi okuyuşunu dinledikten sonra hemen öğrencileri arasına aldı. İsmail, ilkokuldan sonra, yedi yıl hem Uncuzade'nin derslerine devam etti, hem de öğretmeninin yardımıyla girdiği Defterdarlık Muhasebe Kalemi'nde çalıştı. Bir yandan da köklü bir müzik geleneği olan Mevlevilik'in o yıllardaki en güçlü çevrelerinden Yenikapı Mevlevihanesi'nde zamanın değerli müzik ustası Şeyh Ali Nutkî Dede'nin derslerini izlemeye başladı. Şeyhin kardeşi olan müzik kuramcısı Abdülbâki Nâsır Dede'den de yararlandı. Ney üflemeyi ondan öğrendiği söylenir.
1798'de Muhasebe Kalemi'ndeki görevinden ayrılarak tekkede çileye girmeye karar verdi. Çilesi sırasında bestelediği, 'Zülfündedir benim baht-ı siyahım' dizesiyle başlayan buselik şarkı, İstanbul'un müzikle ilgili çevrelerinde bestecisinin adı üstünde büyük merak uyandırdı. Ünü kısa sürede bütün kente yayılan şarkı sarayda da okundu. Kendisi de besteci olan III. Selim, şarkının çile doldurmakta olan genç bir Mevlevi dervişi tarafından bestelendiğini öğrenince, onu saraya çağırtarak yapıtı bir kez de kendisinden dinledi ve onu hemen saray hanendeleri arasına almak istedi. Padişahın sürekli ilgilenmesinin etkisiyle, üç yıllık çilesinin son yılı Nutkî Dede tarafından bağışlandı.
1799'da çilesini doldurunca Dede unvanını aldı. Yenikapı'da hücrenişîn (hücre sahibi) olduktan sonra, özellikle ayin günleri, hücresi ondan yararlanmak isteyen müzik meraklılarının uğrağı oldu. Bu sıralarda bestelediği en güçlü eserlerinden Hicaz Nakış büyük yankı uyandırdı. Yeniden saraya çağrıldı, bundan sonra haftada iki gün, padişah huzurunda düzenlenen küme fasıllarına hanende olarak katılmaya başladı.1802'de saraydan bir kadınla evlendi.
1804'te büyük saygı ve sevgiyle bağlandığı öğretmeni Ali Nutkî Dede'yi, bir yıl sonra üç yaşındaki oğlunu,1808'de annesini,1810'da ikinci oğlunu yitirdi. Bayatî makamındaki, 'Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde' dizesiyle başlayan bestesi büyük oğlunun ölümünden duyduğu acıyı dile getirir. Türk müziğinde ilk kez kişisel bir konunun işlendiği bu mersiye, Tanzimat öncesinin kişiselliğe ve duygusallığa açılma eğilimi içinde gözlenen kendine özgü romantik bir duyarlığın müziğe yansıması sayılabilir.
İsmail Dede, sanatını geliştirmesine yardımcı olan III. Selim'in 1808'de tahttan indirilerek öldürülmesini izleyen IV. Mustafa'nın bir yıllık padişahlığı sırasında müzik toplantılarına son verildiği için saraydan uzaklaştı. II. Mahmud'un siyasal karışıklığı gidermesinden sonra yeniden saraya alındı. Önce musâhib-i şehriyârî, sonra sermüezzin olduğu bu yıllar, sanat yaşamının en parlak, en verimli dönemi oldu.
İsmail Dede, Abdülmecid zamanında da sarayda ki yerini korudu.1839'da bestelediği Ferahfeza Ayin'nden sonra bestecilik yaşamında görece bir durgunluk göze çarpar. Kendi sözleri, davranışları göz önüne alınırsa, Abdülmecid sarayını çok yadırgamıştır. Saraydaki havanın birdenbire 'alafrangalaşması', Batı müziği zevkiyle yetişen yeni padişah zamanında Türk müziğinin, saraydaki varlığını eskisinden farklı olarak ancak resmi bir ilgiyle sürdürür hale gelmesi, Dede'nin bu çevreden uzaklaşmasına yol açtı. Öğrencileri Mutafzade Ahmed ve Dellâlzade İsmail Efendi ile birlikte padişahtan izin isteyip Hac'a gitmeye karar verdi. Hicaz'da hacı olduktan sonra yakalandığı kolera nedeniyle öldü. Mezarı Mekke'dedir.
İsmail Dede, Osmanlı tarihinin en bunalımlı dönemlerinden birinde yaşadı. Bir uygarlık ve kültür değişimi üzerinde daha da hızlanan bir toplumsal çöküş ortamında yetişti. Yenilik hareketlerinin yarattığı tepkilerdin doğan kanlı olayları gördü. III. Selim döneminin sınırlı Batılılaşma eğilimlerini, II. Mahmud döneminin hem Doğu'ya hem de Batı'ya yönelişlerini, Abdülmecid'in toplu bir yenileşmeyi öngören Batıcılığını izledi. Kabakçı Mustafa Ayaklanması, III. Selim'in öldürülmesi, Alemdar olayı, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması, Mehterhane'nin yerine kurulan Muzika-yı Hümayûn ile ilk resmi Batı müziği öğreniminin başlaması, Tanzimat Fermanı, yaşadığı yılların önemli olaylarıdır. Yaşama biçiminde, kültür ve sanatta görülen 'yeni' ile 'eski' 'geleneksel' ile 'yabancı' arasındaki çatışmaya bu değişme süreci yol açmıştır. Bunu izleyen iki yüzyılda Türkiye'nin müzik dünyasında baş gösteren ikilik, daha Dede'nin yaşadığı yıllarda bile büyük gerginlik yaratmıştı. Dönemin bu çelişkileri, huzursuzlukları onun müziğini etkilemiştir.
İsmail Dede hem Mevlevi gelenekleri içinde yetişmişti, hem de bir saray adamıydı. Sanatı, Yenikapı Mevlevihanesi'nde ve sarayda bulduğu canlı müzik ortamı içinde gelişip olgunlaşmıştı. Öte yandan, bir kentli, İstanbullu bir halk adamı olarak İstanbul halkının eğlencelerine eşlik eden hafif müziğe de değer vermişti. Rumeli türkülerini, serhad havalarını öğrenmişti. Bestelediği köçekler, türküler, hafif şarkılar, saraydan çok, kentli halka seslenir. Birçoğu geniş bir dinleyici kesimine ulaşan parçalarıyla bir 'kent müziği' yaratmıştır. Ancak, halk müziğine duyduğu ilgi yalnızca hafif parçalarda görülmez. Pek çok bestecide, halk müzik motiflerini birkaç form içinde yansıtmakla sınırlı kalan halk zevki, onun sanatının tümüne özgü bir nitelik olarak ortaya çıkar. Din dışı büyük formlardaki çeşitli yapıtların yanı sıra, Mevlevi ayinlerinde de halk ezgisi üslubuyla bestelenmiş bölümler vardır.
Müziğin her türüne açık tutumunun bir ürünü olarak yapıtları, Türk müziğinin her düzeyde o güne kadar ki gelişiminin geniş ve yetkin bir özetidir. Itrî'den sonra gelen besteciler arasında hiçbirinin sanatı Dede'nin ki ölçüsünde toplayıcı değildir. O, gitgide gelişen teknik ustalığıyla Klasik üslubun bütün inceliklerini yansıtmıştır. Genel olarak Klasik üsluba bağlı kalmış olmakla birlikte, çağdaşlarında bulunmayan bir yenilik çabası da görülür. Sanatının ayrı bir yönü olan bu özellik, Klasik üslubu içerden değiştirmek isteyen bir anlayışın ürünüdür. Gerçi bu yenilik arayışı onunla başlamış değildir, daha öncekilerde de aynı doğrultuda bir çaba görülür; ama bu arayış Dede'de en ileri noktasına ulaşır.
Yenilikleri, öncelikle melodi yapısında görülür. Dinsel ve din dışı müzik onda bir bütündür. Her iki türe özgü melodi çizgileri birçok yapıtında aynı cümle içinde birleşir. Müziğinin en etkili yanı, bu dengenin kuruluşundaki ustalıktan kaynaklanır. Türk müziğinde bir bestecinin kişiliğini, üslubunu ayırt etmekte en geçerli ölçütlerden biri sayılabilecek modülasyon (geçki) sanatında kendi tekniğinin ürünü olan büyük bir ustalık gösterir. Bu alandaki en önemli niteliği kalıplaşmış modülasyon yollarından kaçınmasıdır. İki makam arasındaki ortak sesleri bulmak için giriştiği hazırlığı dinleyiciye farkettirmeden, son derece şaşırtıcı, ama doğal bir biçimde makam değiştirir.
Bestelerinde daha önce hiç uygulanmamış modülasyon örneklerinin sayısı az değildir. Bu makam çeşitliliğinin sağladığı hareketlilik içinde, melodilerindeki akışın yükseliş ve alçalışları müziğine kendiliğinden nüanslanmış bir anlatım kazandırır. Usullerin kullanımı ile güftenin usule uydurulmasına ilişkin yenilikleri de çarpıcıdır. Yerleşik kalıpları zorlayan bu tür yenilikleri yapıtlarına zenginlik katar. Yenilikçi yanı, duyarlık bakımından, Romantizme açık bir özellik gösterir. Klasik üslubun kişisel duyguya yer vermeyen mesafeli tavrından sıyrılma eğilimi, melodi çizgilerinde dile gelen Romantiklere özgü geçmişe özlem duygusu, halk zevkine yaklaşma çabası hep bu tür özelliklerdendir.
Yenilikçiliğin bir başka yönü, Batı müziğiyle olan ilişkisindedir. Muzika-yı Hümayûn'un kuruluşuyla saraya giren İtalyan müziğini dinleme olanağı bulmuştur. Kulak gücüyle kavramaya çalıştığı Batı müziğinin etkisi bazı yapıtlarında, özellikle Rast Kâr-ı Nev'de -vals ritmini gelenekte bulunan üç zamanlı semai ölçüsüyle verdiği- 'Yine bir gülnihal..' şarkısında açıkça olduğu görülür. Batı'nın çok sesliliğiyle ilgilenmemiş olduğu halde, bu müziğin melodi yapısını özümlemiş olması nedeniyle bu tür parçaları armonize edilebilir.
Dede'nin sanatına çeşitli düzeylerde bakıldığında, birçok farklı öğeyi doğal bir uyum içinde kaynaştırdığı görülür. Yaşadığı dönemin karşıt yönlerinin onun sanatında bir uzlaşmaya vardığı söylenebilir. Müziği hem dünyasal, hem de dinsel ve mistiktir. Geleneklere bağlı olduğu ölçüde onları geliştiricidir de. Seçkinlere seslenirken halktan uzağa düşmez. Eski ile yeniyi yadırgamadan kaynaştırır. Sanatının özü, bu ikiliklerin uyumundadır. Yüz elli yıldan sonra da geniş bir dinleyici kesiminin duyarlığına seslenebilmesi, sadece sanat gücünün değil, aynı zamanda, eski zevki yeni zevke bağlayan bir köprü rolünü oynamış olmasının bir sonucudur. Bu niteliğiyle, Türk müziği tarihi açısından da büyük önem taşır.
İsmail Dede gelenek içinde bireysel bir sese ulaşabilmiş bestecilerin başında yer alır. Bu yüzden üslubu 'Dede Efendi tavrı' diye nitelendirilir. Klasik üsluba bağlı kendisinden sonraki bütün bestecileri etkilemiştir. Çeşitli kaynaklarda onun benzersiz bir naathan olduğuna değinilir. Bir hanende olarak da, Türk müziğinin kendisine ulaşan bütün ürünlerini öğrenmiştir. Öğrendiklerini öğrencilerine öğretmiş, onların öğrencileri de bunların önemli bir bölümünü notaya almışlardır. Böylece İsmail Dede klasik yapıtlar repertuarının bugüne ulaşmasında en eski kaynaklardan biri olmuştur. Ayrıca sultanîyegâh, neveser, sabâbuselik, hicazbuselik, arabankürdî makamlarını da o düzenlemiştir.
Dede Efendi'nin hemen hemen her formda bestesi vardır. En güçlü yapıtarı sayılan Mevlevi ayinleri, müziğinin gelişimini ve niteliklerini daha belirgin biçimde yansıtması açısından da önemlidir. Her yapıtında sanatının ayrı bir özelliğiyle ortaya çıkar. Başka bestecilerinki gibi onun da pek çok yapıtı kaybolmuş ya da unutulmuşsa da, iki yüz yetmişten çok yapıtı aslına uygun bir biçimde günümüze ulaşmıştır. Bu onu klasik repertuarda en çok yapıtın bulunan besteci durumuna getirmiştir.
YAPITLAR (başlıca) : Ayin'ler, sabâ, nevâ, bestenigâr, sabâbuselik, hüzzam, ısfahan (kayıp) , ferahfeza makamlarında; Takım'lar, sultanîyegâh, arazbar, bestenîgâr, nevâ, ırak, sabâbeselik, hicazbuselik, hisarbuselik, evcbuselik, rast-ı cedid, ferahfeza makamlarında; Takım'lar (Kömürcüzade Mehmed Efendi ile) neveser, pesendide, şevkefza makamlarında; Buselik Takım (Dellâlzade İsmail Efendi ile): Ferahnâk Takım (Şakir Ağa ile): Mâhûr Takım (Eyyubî Mehmed Bey ile): Rast Kâr-ı Natık, Rast Kâr-ı Nev; 70'e yakın Peşrev; k-âr, beste, ağır semai, yürük semai, şarkı, durak, tevşih, ilahi formlarında yapıtlar.
Dede Efendi'nin Tanınmış Eserleri
Bestenigâr Şarkı
(Usûlü: Curcuna)
Güfte: İsmâil Dede
Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum
Aklımı yağmâya verip fikrimi şaştım
Mecnûn'a şimdi eş - olup dağlara düştüm
Sor güle bülbüle ne çeker hârın elinden
Bir dahi gül koklamayım yârin elinden
Ben seni sevdim seveli döndüm deliye
Huyunu benzettim hele hûrî meleğe
Gönlümü vermişim sana almam geriye
Sor güle bülbüle ne çeker hârın elinden
Bir dahi gül koklamayım yârin elinden
Elindeki deste güle
Bakıyordu güle güle
Müjdeler olsun bülbüle
Yârim geldi, cânım geldi
Gülizâr Köçekçe
(Usûlü: Yürük Aksak)
Bi-vefâ bir çeşm-i bî-dâd
Ne yamân - ağlattı beni
Ben sînemi nişân diktim
Gamzesiyle vurdu beni
Ben o yâre ne söyledim
Aşkın deryâsın boyladım
çhâr attım, şeş oynadım
Yine felek yaktı beni
Ağlattım aşkın gülüne
Dolaştı zülfü teline
Düşürdü dellâl eline
Hem aldı, hem sattı beni
Gülizâr Köçekçe
(Usülü: Yürük Aksak)
Nâzlı nâzlı sekip gider
Ne güzel ceylân, ne şîrîn ceylân
Dönüp dönüp bakar gider o güzelim ceylân
Aldatır aldanmaz
Serkeş olmuş ava gelmez
O güzel ceylân, o şîrîn ceylân
Gelir yazın gider güzün
Avcısına eder nâzın
Sürmelenmiş elâ gözün
Aldatır aldanmaz
Serkeş olmuş ava gelmez
O güzel ceylân, o şîrîn ceylân
Firâkınla benim sinem dağlıyor
Bu gönül sinemde yâre bağlıyor
Nedendir bu, iki çeşmi, ağlıyor
Senden midir, benden midir
Dilden midir, bilmem âh
Rast şarkı
(Usûlü: Semai)
Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü
Sîm-ten, gonca-fem, bî-bedel ol güzel
âteşin ruhleri yaktı bu gönlümü
Pür-edâ, pür-cefâ, pek küçük, pek güzel
Görmedim kimsede böyle dil - rübâ
Böyle kaş, böyle göz, böyle el, böyle yüz
â'şıkın bağrını üzmeğe göz süzer
El-amân, el-amân, her zamân ol güzel
şehnâz şarkı
(Usûlü: Ağır Düyek)
Sana ey cânımın câni efendim
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Benim nevreste-î bâğ-î bülendim
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Nic'oldu şimdi evvelki muhabbet
Sana düşmez kulundan böyle vahşet
Be zâlim sende yok mu hiç mürüvvet
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Derûnum ney gibi her dem delersin
Gözümün yaşına hande edersin
Gözüm önünde yâd-eller seversin
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Uzzâl şarkı
(Usûlü: Yürük Aksak)
Bu karşıki dağda bir yeşil çadır
çadırın içinde bir civân yatar
O civân bilmiyor hiç gönül hatır
Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım
Sevdâ ne müşkil, âh yanar ağlarım
Turuncun yaprağı al değil yeşil
Sıva kollarını boynumdan-aşır
ısminin andıkça dilim dolaşır
Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım
Sevdâ ne müşkil, âh yanar ağlarım
Karşıda yananı fener mi sandın
Salınıp gezeni yârin mi sandın
Bu güzellik sende kalır mı sandın
Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım
Sevdâ ne müşkil, âh yanar ağlarım
Kültür Bakanlığı sitesinden alınmıştır. www.kultur.gov.tr
Son Klasik Dönem 1700-1880 yillarini kapsar. Kaliplara bagli büyük formlu eserler yerine, yapisinda lirizm unsuru tasiyan sarki formunda eserler üzerinde de çalismalar baslamistir.
Devrin en belirgin kisisi Dede Efendi'dir. En tantanali formlardan, okul sarkilarina kadar herkese hitab eden eserler vermis, devrinin öncüsü olmustur.Dönemin son bestecisi Zekai Dede'den sonra Klasik Ekol geriledi ve biraz da unutuldu.
ahmet özhan
06.10.2003 - 01:2370'li yillarda söylediig duygulu TSM sarkilariyla herkesin gönlünde yer ediyormus.
Filmleri de vardi.
sonradan Cerrahi tarikatina girdi ve sadece ilahi söylemeye basladi...
Bialhare Islami camia isi sarkiya türküye dökünce, o da herkesle beraber sarkiya döndü..
Simdi ikisini de yapiyor..
yaşar nuri öztürk
06.10.2003 - 00:56Almanya'daki sehirlerden birine konferansa gelmis dediler.. Iki arkadas gitttik.
Dinleyici cogunlugu, Atatürkcü düsünce dernegi, alevi federasyonu gibi sünni Islam ile problemi olan insanlardan olusuyordu. Bir de din ataseliginden birileri vardi.
Konuyu bir yerde öyle bir yere getirdi ki,
Bunlar (aceba kimler?) Aliyi' de bunlar öldürdü, Hüseyin'i de bunlar öldürdü.. neymis muaviye ictihad farkliligi dolayisiyla tahkir edilemezmis.. olur mu? resmen öldürdülerrrr.. falan diye öyle döktürüyor ki..
Bilim adami sogukkanliligi gitti bir yana.
Mahalle mescidinde Asure vaazi eden köy imami gibi...
Ha simdi küfr edecek ha simdi aglayacak gerilimiyle izledik sahneyi...
Oradaki cogunluk acaba kimlere karsi böyle doldurulmak isteniyordu?
Bundan ne gibi bir kazanc bekleniyordu? ..
annayamadik..
Ha bir yerde de
28 Subat hakkinda ne düsünüyorsunuz gibi bir soru geldi.. cevap:
'28 subati olumlu buluyorum' olunca salonda derin bir sessizlik...
berekat ben yanimdaki arkadasa bir göz caktim da ikimiz beraber basladik alkisa.. ön taraftakiler bizi tanimadiklarindan, heralde burada alkislenecek diye basladilar onlar da alkislamaya, önden alkisa katilindi diye arkadakiler de eslik etttiler.. ettiler ama, gözleri de bizim yüzümüzdeki hinzir ifadede kaldi...
böyle bir anim oldu gendileriyle...
milan kundera
05.10.2003 - 23:44Bilememek adli romaninda Josef ile Irena'nin eskiden göc ettikleri Fransa'dan 20 yil sonra anavatanlari olan Cek'e geri dönüsleri konu ediliyormus... Tabii ki eski biraktiklari tadlari, özledikleri seyleri geriye döndüklerinde yerinde bulamayacaklar.. bunun aslinda enteresan yani yok.. roman iste bu gibi seyleri anlatiyormus.. Elestirmenler bu romanin yazarin daha önce yayinlanan 'yavaslik' ve 'Kimlik' adli romanlari kadar olamadigini söylüyorlarmis..
Ama yine de baba romanmis...
kundera.de öyle diyo..
milan kundera
05.10.2003 - 23:31Almancadaki 'http://www.kundera.de/Biographie/biographie.html'den tercüme edebildigim kadar deneyecegim...
Tercümeme kaldinizsa, Allah size de kolaylik versin:
Milan Kundera 01.04.1929 (galiba bir nisan sakasi olarak) tarihinde Cek'te Brno sehrinde dünyaya geldi. Babasi Ludvík Kundera (1891-1971) , Brno Müsiki yüksek okulunda musiki bilimcisi ve bu okulun rektörü idi. Gymasiumda (Lise) okurken ilk hikayelerini yazmaya basladi.2. dünya savasindan sonra, üniversiteye baslamazdan önce bir süre isci ve müzisyen olarak calisti. Üniveriteden sonra, Prag'daki Karl Üniversitesinde Müsik Film ve Edebiyat dallarinda egitim gördü. Prag Müzik ve Dram Akademisi Film fakültesinde önce asistan sonra da profesör olarak görev yapti. Bu arada, hikaye, deneme ve tiyatro eserleri yayinliyordu.Ayni zamanda iki edebiyat dergisi “Literarni noviny” ve “Listy”nin yayin kurulu üyeliklerini de yürütüyordu.1948'de bir cok entellektüel gibi büyük bir coskuile komünist partiyae girdi.1950'de ise bireyselci temayüllerinden dolayi partiden kovuldu...
1952'de üniversite egitimini tamamladiktan sonra Film Fakültesinde Dünya edebiyati lektörü oldu.1956'da 1970'e kadar sürecek olan komünist Parti üyeligi yeniden basladi.1953'te ilk kitabini yayinladi ve 50'li yillarin ortalarinda tercüman, denemeci ve tiyatro yazari olarak faaliyet gösterdi.1958 ve 1968 yillari arasinda 3 cilt halinde yayinladigi 'Gülünc askin kitabi' adli siir derlemesi ile söhreti yakaladi. Ilk Romani 'şaka' (1967) yüzünden Stalinizm ile ters düsmüs oldu.21.08.1968'de Sovyetlerin ülkeyi isgali esnasinda, gözden düsen 'Prag Bahari' adli reform hareketinin en önemli aktörlerinden biri olarak Kundera, Üniversitedeki docentligini kayb etti ve onun tüm kitablari umumi kütüphanelerden tamamiyle kaldirildi. 'Prag Bahari' hareketine angajmani dolayisiyla kendisine yayin yasagi getirildi. Ikinci romani 1973'te Paris'te yayinlandi. Fransa'da Bretagne bölgesindeki Rennes Üniversitesinde ögretim görevlisi olarak calismak üzere müracaat etti. 'Gülme ve Unutmanin Kitabi' adli romani yüzünden 1979'da Cekoslovakya yönetimi tarafindna vatandasliktan ihrac edildi. Bundan sonraki romanlari artik Sovyet hakimiyeti altindaki topraklarda yayinlanamazdi.1981 yilindan beri Fransiz vatandasi...
1986'da Fransizca yazilmis ilk denemesi „L'Art du Roman“ (roman sanati) adiyla yayinlandi. Fransa'da yazilmis ilk romani 'Ölümsüzlük' 1990'da yayinlandi. Rennes Üniversitesi dilbilimleri bölümünde 1978'den beri devam eden uzun ögretim görevliligi sürecinden sonra 1991'den beri de Paris'in ünlü Gallimard Yayinlarinin Lektörler birligi üyesidir.
Karisi Vera Hrabankova ile birlikte Paris'te yasamaktadir.
Kitablari Fransizca, Almanca ve Ispanyolca baskilari bizzat kendi kontrolü altinda yayinlanmaktadir..
Bildigim kadariyla Türkceye de cevrilmis bir cok kitabi var...
risale
05.10.2003 - 21:31Kitablarin bölümleri...
medeni insan
05.10.2003 - 21:30Sehirli insn..
Kalabalik sehir yasaminin tikirinda ve hirsiz yürüyebilmesi icin, bir birlerinin haklarina, kanunlarin kapsama alaninin disinda kalan ara bölmelerde de digerlerinin haklarina saygili olmayi bilen insanlara ihtiyac vardir.. Bu ihtiyac sehir kültürünü dogurur... Bu sehir kültüründen haberdar olan adam demek oluyor bu medeni insan..
Medeni kelimesi de arapcada sehir manasina gelen Medine'den türeme...
porsche
05.10.2003 - 21:26Hiz meraklilari icin iyi. Iki koltuklu oldugundan köroglu-ayvaz takilan bireyci hedonist ciftler icin ideal... fiyakali sayilabilecek sürat arabasi.
spor araba diye biliniyor...
Stuttgart'ta fabrikasi var...
teenager
05.10.2003 - 21:21Ingilizcede 13'ten itibaren 19'a kadar olan rakamlarin sonu -teen ile biter... Ergenlik ve az sonrasindaki huysuzluklar, hayata farkli yönelimler ve acilimlar kazandirma istegi ile dolu, kipir, yerinde duramayan, aklina eseni denemeye kalkan durulmamis genclik caglarini ifade icin 13-19 yasa arasi gencligi icin teenager kelimesi kullaniliyor..
ben bunu eskiden tee nager diye düsünüyor ve tee cay da ha bu nager noluyo diye arastirmaya dalmis idim. Bu yastakiler de aksilik caydan pek anlamazlar. cola, cips, snickers, pommes gibi ivir zivirla ögün gecistirme meraklisidir... Acaba caydan anlamayan nesle asina degiliz manasina bir sey mi aceb derken...birisi diyiverdi isin aslinin teen (age) r oldugunu...
aydinlanma iyi bir sey...
ali desidero
04.10.2003 - 15:06insanın dinlemekten asla sıkılmayacağı, eğlence fışkıran mfö şarkısı..
sözleri de şöyleydi sanırım
arkadaşları ali derler ali oturur bizim kahvede
yakmış abayı bir dilbere nefaset bişi fidan boylu
bizim ali pişpirik oynar mfö dinler maç seyreder
dedim ki abayı yakmış kıza bundan haberi yok kızın ama
aliiii ali desidero
kız cok güzel latif şirin hem kitap kurdu hem bir ahu
venüs mü desem afrodit mi eli yüzü düzgün bir içim su
elbetteki feminist bir kız metafiziğe de inanmakta
bir kusuru var yalnız kızın biraz entel takılmakta
optimis hem de pesimis biraz idealizmi de savunmakta
ali desidero aliii ali desidero
teoride desen zehir gibi pratik dersen sallamakta
bazen ben humanistim diyor bazen rasyonalist oluyor
değişik bir psikoloji bir felsefe idiotloji-idiot idiot idiotloji
bizim ali kahveden aynen kız oradan gelip gecirken
gözüne kestirip kafasına takıyor
bu benim diyor dokunanı yakarım
ne yapmalı ne etmeli bir oyunbazlık bir şeytanlık
kıza dalavere mi cevirmeli bu beraberlik nasıl olacak
ikisi de ayrı telden calıyor
centilmencee mi yaklaşmalı familyasıyla mı tanışmalı bir bilene mi danışmalı
bu kız sanki bir buzdolabı
aliii ali desidero
ali kahvede oturup duruyor kızın gecmesini bekliyor
hatun kişi görününce köşeden mfö başlıyor aynen kasetten
alii ali desidero
matmazel mfö yü duyar duymaz bir an kendinden geciyor
ha bayıldı bayılacak derken ali kızın elinden tutuyor
ali kız bir klark çekiyorkahvedikiler ınının diyor
ınının ınının ınının ınınının ınının ınınııınııın
aliii ali desidero
kız pardon diyor başım döndü mfö yakar gönlümü
rica ederim gelebilir her genc kızın başına yardım edeyim size istersiniz
evinize götüreyim icabında
ay nasıl oluur ben sizi hiç tanımıyor ama
hem konu komşu ne der sonra merci gideirm tek başıma
olur mu ne önemi var diyor oğlan
yürüyelim işte ne çıkar bundan hem sizinle de tanışmışız oluruz
hem konuşuruz şurdan burdan
ne kibar cocuk diyor kız içinden hem samimi hem vefalı yani
bir imtihan cekeyim şuna diyor serseri mi yoksa bir dahi mi
diyor felsefeyi sever misin ali diyor biz hep dönerciyiz
luther diyor kız, machiavelli
şampiyon biziz diyor ali attığımız gollerden belli.
aliii ali desidero
kız anlıyor ki dünyalar ayrı ali'ye kibarca bir bye bye
ali diyor hay hayyy
gözü parlıyor aniden kızın, şeytan tüyü var bu hınzırın
ali anlıyor ki doğru yolda hazırım diyor buluşmaya
kız diyor ki bu işler narin bugün olmaz ali belki yarıııınn...
ali desidero aliiii ali desidero
(zvezda,18.11.2002 18:16 ~ 20.11.2002 22:21)
kaynak:
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp? t=ali+desidero
ali desidero
04.10.2003 - 15:04alttaki yazinin araklandigi site:
http://www.medyakronik.com/hays_ars/baskamedya/bsk_komnst.html
ali desidero
04.10.2003 - 15:041980'lerden itibaren hem görmemiş hem sonradan görme hem gözü dönmüş tuhaf bir kapitalizm ortamına kavuştuk ya; bu ortamın en renkli ve özgün unsuru, şüphesiz, önce Tempra ile başlayan, Doğu Bloku ülkelerinden birinde rakip mafya kurşunlarına kurban gitmemişse, 'hayalî'den' içeri düşmemişse, otel işinden batmamışsa bilahare cipe terfi eden, Anadolu kaplanlarının lumpen versiyonunu temsilen büyük şehir eğlence yerlerini istilâ eden o takım elbiseli, hırçın 'yükselen sınıf'tı. Toplumumuzda zaten sıkı bir altyapısı bulunan lumpen ağzı, âdetâ bir tür 'beyaz lumpenlik' yarattıysa, bu süreçte bu kesimin hakkını teslim etmek gerekir.
Büyükşehir gençliği 'hoopp! Şşş! Allooo! 'ları pek sevdi. Hayatında kavga etmemiş insanların 'üzerim, çizerim' diye konuşmaktan pek hoşlanacağını elbette önce reklamcılar sezdi. Ali Desidero çıktı ortaya. O da önce daha sevimliydi, sonra 'Burası Türkiye, yok öyle! 'ye geçildi.
Medyanın 'yardımcı oyuncuları', büyük grupların esas oğlanları değil de ikinci, ucuz gazeteleri, lumpen ağzının çeşitlemelerini geliştirmek için yarışır oldular.
Sonunda ortaya ilginç bir karışım çıktı: Mesnetsiz bir dayılık tonuyla yine mesnetsiz bir kendine güveni yandan veya arkadan dolanan ifade tarzları ile birleştiren, söyleyene bir tad bir koku ve hattâ bir doku atfetmemize yolaçan, ilk göze çarpan özelliği 'iddialılık' olan bir söylem.
Beşiktaş'ta bir manavın, sandıkların üzerine şöyle bir levha astığını gördüğümde bu işin buralara varacağını hissetmiştim: 'Elmanın iyisini biz satarız! ' Adam aynı şekilde bağırıyordu da. Dünya reklamcılığının arkasına yaslanıp kendini kutlayabileceği andı bu. Artık bu piyasada iş yapabilmek için kendini nasıl ifade etmeye mecbur olduğunu Beşiktaş'taki manava anlatmayı başarmışlardı. Söylemin dışında kalan, muhatap alınmayabilirdi.
Evet, Beşiktaş'taki manavdan Komünist gazetesine... Ali Desidero'yu da unutmadan.
Burası Türkiye, işte böyle!
jön
04.10.2003 - 14:59memleketimizde de yine mebzul mikdarda mevcut olan 'Con Aamat'lar (yazilisi:Jön Ahmet) da bu trendin kirsal kesimimize uyarlanmis hali oluyor...
jön
04.10.2003 - 14:58Amerikan yüzyili, dünya üzerinde tüm kurum ve kuruluslariyla tam yerlesmeden önce, bir önceki devreye damgasini vuran Fransiz degerlerinin, mesafeli, civikliga meyli az estetik anlayisinin, bu gün Avrupalilarin da (bir hafta der spiegelin kapak konusu olmustu) aradigi eski degerlerin bicimlendirdigi delikanli...
Karizmatiktir...
Güney Fransa sahillerinde dolasirken, rüzgardan pacalari savrulan haşemanin (ben hasema kullandigim icin) ucunun mutlaka bir kac prense carpacagi kadar fazla miktdarda (mebzul mikdar diyo eskiler) soylu ve prens barindiran Avrupanin bundan bir 40 küsur yil önceki asil delikanlilari...
Briyantinli saclari...
gömleginin yakalari kolali...
vs...
ben en azindan böyle biliyorum...
zampara
04.10.2003 - 14:49'Fikrin ne fahisesi oldum ne zamaparasi,
Bilemem kac lirafir bir fikrin hava parasi'
diye bir beyti vardi necip fazil'in....
alakayi dereotu...
zampara
04.10.2003 - 14:47hayatinin gayesi karsi cinsden en fazla mikdarda yararlanip marjinal faydayi mümkün olan en üst düzeyde tutmak icin cabalayan girisimci...
Hayatta basarinin ölcüsü, tatminin ve mutlulugunun ölcüsü ayarttigi hatun sayisi ile dogru orantilidir....
böyel birisi iste...
fahişe
04.10.2003 - 02:26Maisetini, cinsel organinin kullanim hakkini bir kac postaligina satan, baskalarini keyiflendirmenin karsiliginda ücretini alan, kendisini korumak, kollamak ve pazarlamak icin anlastigi veya eline mahkum oldugu pezevenk tabir edilen aracilara bir kisim meblagi da komisyon olarak birakmak zorunda kalan serbest meslek sahibi.. Nam-i diger ağır işçi...
Erkek versiyonlarina jigolo deniyor...
remz
04.10.2003 - 01:40sembol
kallavi
04.10.2003 - 01:35sapina kadar derby
Ali desidero
beraet
04.10.2003 - 01:21berat kandili diye de girmislerdi daha önce bu kelimeyi...
aşilin topuğu
04.10.2003 - 01:18Yine bu adamin isminden olsa gerek, ayak kaslarinin topukla birlestigi yere de asil tendon diyorlar...
Futbolcularda bazen duyuyoruz asil tendonundan sakatlanmis diye...
aşilin topuğu
04.10.2003 - 01:17Achilles isimli bir mitoloji kahramani ile ilgisi vardi bu lafin.
Yenilmez ve ölümsüz biriis olarak bilinen bu adamin topuguna ok mu degiyor yoksa kilic mi kesiyor, bisiiler oluyordu ve adam öbür tarafa biletini okeyletmis oluyordu bu bu darbe ile...
O adamin ölümüne sebeb olan en zayif nokta burasi oldugu icin, her seyin en zayif noktasini ifade etmek icin asilin topugu tabiri kullanilir..
dul
04.10.2003 - 01:08Kocasi ölmüs veya kocasindan bosanmis kadin...
dede efendi
04.10.2003 - 01:069 Ocak 1778'de İstanbul'da doğdu,29 Kasım 1846'de Mekke yakınlarında Minâ'da öldü. Babası geçimini hamam işletmeciliğiyle sağladığı için, İsmail Efendi, Hammâmîzade adıyla tanınmıştır. Ancak günümüzde çoğu zaman Dede Efendi diye anılır.
İlköğrenimini yaptığı okulda, sesinin güzelliği dolayısıyla ilahicibaşı olmuştu. Müzikle uğraşan ve evinde meraklılara ders veren Anadolu Kesedarı Uncuzade Mehmed Efendi okuldaki bir tören sırasında ilahi okuyuşunu dinledikten sonra hemen öğrencileri arasına aldı. İsmail, ilkokuldan sonra, yedi yıl hem Uncuzade'nin derslerine devam etti, hem de öğretmeninin yardımıyla girdiği Defterdarlık Muhasebe Kalemi'nde çalıştı. Bir yandan da köklü bir müzik geleneği olan Mevlevilik'in o yıllardaki en güçlü çevrelerinden Yenikapı Mevlevihanesi'nde zamanın değerli müzik ustası Şeyh Ali Nutkî Dede'nin derslerini izlemeye başladı. Şeyhin kardeşi olan müzik kuramcısı Abdülbâki Nâsır Dede'den de yararlandı. Ney üflemeyi ondan öğrendiği söylenir.
1798'de Muhasebe Kalemi'ndeki görevinden ayrılarak tekkede çileye girmeye karar verdi. Çilesi sırasında bestelediği, 'Zülfündedir benim baht-ı siyahım' dizesiyle başlayan buselik şarkı, İstanbul'un müzikle ilgili çevrelerinde bestecisinin adı üstünde büyük merak uyandırdı. Ünü kısa sürede bütün kente yayılan şarkı sarayda da okundu. Kendisi de besteci olan III. Selim, şarkının çile doldurmakta olan genç bir Mevlevi dervişi tarafından bestelendiğini öğrenince, onu saraya çağırtarak yapıtı bir kez de kendisinden dinledi ve onu hemen saray hanendeleri arasına almak istedi. Padişahın sürekli ilgilenmesinin etkisiyle, üç yıllık çilesinin son yılı Nutkî Dede tarafından bağışlandı.
1799'da çilesini doldurunca Dede unvanını aldı. Yenikapı'da hücrenişîn (hücre sahibi) olduktan sonra, özellikle ayin günleri, hücresi ondan yararlanmak isteyen müzik meraklılarının uğrağı oldu. Bu sıralarda bestelediği en güçlü eserlerinden Hicaz Nakış büyük yankı uyandırdı. Yeniden saraya çağrıldı, bundan sonra haftada iki gün, padişah huzurunda düzenlenen küme fasıllarına hanende olarak katılmaya başladı.1802'de saraydan bir kadınla evlendi.
1804'te büyük saygı ve sevgiyle bağlandığı öğretmeni Ali Nutkî Dede'yi, bir yıl sonra üç yaşındaki oğlunu,1808'de annesini,1810'da ikinci oğlunu yitirdi. Bayatî makamındaki, 'Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde' dizesiyle başlayan bestesi büyük oğlunun ölümünden duyduğu acıyı dile getirir. Türk müziğinde ilk kez kişisel bir konunun işlendiği bu mersiye, Tanzimat öncesinin kişiselliğe ve duygusallığa açılma eğilimi içinde gözlenen kendine özgü romantik bir duyarlığın müziğe yansıması sayılabilir.
İsmail Dede, sanatını geliştirmesine yardımcı olan III. Selim'in 1808'de tahttan indirilerek öldürülmesini izleyen IV. Mustafa'nın bir yıllık padişahlığı sırasında müzik toplantılarına son verildiği için saraydan uzaklaştı. II. Mahmud'un siyasal karışıklığı gidermesinden sonra yeniden saraya alındı. Önce musâhib-i şehriyârî, sonra sermüezzin olduğu bu yıllar, sanat yaşamının en parlak, en verimli dönemi oldu.
İsmail Dede, Abdülmecid zamanında da sarayda ki yerini korudu.1839'da bestelediği Ferahfeza Ayin'nden sonra bestecilik yaşamında görece bir durgunluk göze çarpar. Kendi sözleri, davranışları göz önüne alınırsa, Abdülmecid sarayını çok yadırgamıştır. Saraydaki havanın birdenbire 'alafrangalaşması', Batı müziği zevkiyle yetişen yeni padişah zamanında Türk müziğinin, saraydaki varlığını eskisinden farklı olarak ancak resmi bir ilgiyle sürdürür hale gelmesi, Dede'nin bu çevreden uzaklaşmasına yol açtı. Öğrencileri Mutafzade Ahmed ve Dellâlzade İsmail Efendi ile birlikte padişahtan izin isteyip Hac'a gitmeye karar verdi. Hicaz'da hacı olduktan sonra yakalandığı kolera nedeniyle öldü. Mezarı Mekke'dedir.
İsmail Dede, Osmanlı tarihinin en bunalımlı dönemlerinden birinde yaşadı. Bir uygarlık ve kültür değişimi üzerinde daha da hızlanan bir toplumsal çöküş ortamında yetişti. Yenilik hareketlerinin yarattığı tepkilerdin doğan kanlı olayları gördü. III. Selim döneminin sınırlı Batılılaşma eğilimlerini, II. Mahmud döneminin hem Doğu'ya hem de Batı'ya yönelişlerini, Abdülmecid'in toplu bir yenileşmeyi öngören Batıcılığını izledi. Kabakçı Mustafa Ayaklanması, III. Selim'in öldürülmesi, Alemdar olayı, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması, Mehterhane'nin yerine kurulan Muzika-yı Hümayûn ile ilk resmi Batı müziği öğreniminin başlaması, Tanzimat Fermanı, yaşadığı yılların önemli olaylarıdır. Yaşama biçiminde, kültür ve sanatta görülen 'yeni' ile 'eski' 'geleneksel' ile 'yabancı' arasındaki çatışmaya bu değişme süreci yol açmıştır. Bunu izleyen iki yüzyılda Türkiye'nin müzik dünyasında baş gösteren ikilik, daha Dede'nin yaşadığı yıllarda bile büyük gerginlik yaratmıştı. Dönemin bu çelişkileri, huzursuzlukları onun müziğini etkilemiştir.
İsmail Dede hem Mevlevi gelenekleri içinde yetişmişti, hem de bir saray adamıydı. Sanatı, Yenikapı Mevlevihanesi'nde ve sarayda bulduğu canlı müzik ortamı içinde gelişip olgunlaşmıştı. Öte yandan, bir kentli, İstanbullu bir halk adamı olarak İstanbul halkının eğlencelerine eşlik eden hafif müziğe de değer vermişti. Rumeli türkülerini, serhad havalarını öğrenmişti. Bestelediği köçekler, türküler, hafif şarkılar, saraydan çok, kentli halka seslenir. Birçoğu geniş bir dinleyici kesimine ulaşan parçalarıyla bir 'kent müziği' yaratmıştır. Ancak, halk müziğine duyduğu ilgi yalnızca hafif parçalarda görülmez. Pek çok bestecide, halk müzik motiflerini birkaç form içinde yansıtmakla sınırlı kalan halk zevki, onun sanatının tümüne özgü bir nitelik olarak ortaya çıkar. Din dışı büyük formlardaki çeşitli yapıtların yanı sıra, Mevlevi ayinlerinde de halk ezgisi üslubuyla bestelenmiş bölümler vardır.
Müziğin her türüne açık tutumunun bir ürünü olarak yapıtları, Türk müziğinin her düzeyde o güne kadar ki gelişiminin geniş ve yetkin bir özetidir. Itrî'den sonra gelen besteciler arasında hiçbirinin sanatı Dede'nin ki ölçüsünde toplayıcı değildir. O, gitgide gelişen teknik ustalığıyla Klasik üslubun bütün inceliklerini yansıtmıştır. Genel olarak Klasik üsluba bağlı kalmış olmakla birlikte, çağdaşlarında bulunmayan bir yenilik çabası da görülür. Sanatının ayrı bir yönü olan bu özellik, Klasik üslubu içerden değiştirmek isteyen bir anlayışın ürünüdür. Gerçi bu yenilik arayışı onunla başlamış değildir, daha öncekilerde de aynı doğrultuda bir çaba görülür; ama bu arayış Dede'de en ileri noktasına ulaşır.
Yenilikleri, öncelikle melodi yapısında görülür. Dinsel ve din dışı müzik onda bir bütündür. Her iki türe özgü melodi çizgileri birçok yapıtında aynı cümle içinde birleşir. Müziğinin en etkili yanı, bu dengenin kuruluşundaki ustalıktan kaynaklanır. Türk müziğinde bir bestecinin kişiliğini, üslubunu ayırt etmekte en geçerli ölçütlerden biri sayılabilecek modülasyon (geçki) sanatında kendi tekniğinin ürünü olan büyük bir ustalık gösterir. Bu alandaki en önemli niteliği kalıplaşmış modülasyon yollarından kaçınmasıdır. İki makam arasındaki ortak sesleri bulmak için giriştiği hazırlığı dinleyiciye farkettirmeden, son derece şaşırtıcı, ama doğal bir biçimde makam değiştirir.
Bestelerinde daha önce hiç uygulanmamış modülasyon örneklerinin sayısı az değildir. Bu makam çeşitliliğinin sağladığı hareketlilik içinde, melodilerindeki akışın yükseliş ve alçalışları müziğine kendiliğinden nüanslanmış bir anlatım kazandırır. Usullerin kullanımı ile güftenin usule uydurulmasına ilişkin yenilikleri de çarpıcıdır. Yerleşik kalıpları zorlayan bu tür yenilikleri yapıtlarına zenginlik katar. Yenilikçi yanı, duyarlık bakımından, Romantizme açık bir özellik gösterir. Klasik üslubun kişisel duyguya yer vermeyen mesafeli tavrından sıyrılma eğilimi, melodi çizgilerinde dile gelen Romantiklere özgü geçmişe özlem duygusu, halk zevkine yaklaşma çabası hep bu tür özelliklerdendir.
Yenilikçiliğin bir başka yönü, Batı müziğiyle olan ilişkisindedir. Muzika-yı Hümayûn'un kuruluşuyla saraya giren İtalyan müziğini dinleme olanağı bulmuştur. Kulak gücüyle kavramaya çalıştığı Batı müziğinin etkisi bazı yapıtlarında, özellikle Rast Kâr-ı Nev'de -vals ritmini gelenekte bulunan üç zamanlı semai ölçüsüyle verdiği- 'Yine bir gülnihal..' şarkısında açıkça olduğu görülür. Batı'nın çok sesliliğiyle ilgilenmemiş olduğu halde, bu müziğin melodi yapısını özümlemiş olması nedeniyle bu tür parçaları armonize edilebilir.
Dede'nin sanatına çeşitli düzeylerde bakıldığında, birçok farklı öğeyi doğal bir uyum içinde kaynaştırdığı görülür. Yaşadığı dönemin karşıt yönlerinin onun sanatında bir uzlaşmaya vardığı söylenebilir. Müziği hem dünyasal, hem de dinsel ve mistiktir. Geleneklere bağlı olduğu ölçüde onları geliştiricidir de. Seçkinlere seslenirken halktan uzağa düşmez. Eski ile yeniyi yadırgamadan kaynaştırır. Sanatının özü, bu ikiliklerin uyumundadır. Yüz elli yıldan sonra da geniş bir dinleyici kesiminin duyarlığına seslenebilmesi, sadece sanat gücünün değil, aynı zamanda, eski zevki yeni zevke bağlayan bir köprü rolünü oynamış olmasının bir sonucudur. Bu niteliğiyle, Türk müziği tarihi açısından da büyük önem taşır.
İsmail Dede gelenek içinde bireysel bir sese ulaşabilmiş bestecilerin başında yer alır. Bu yüzden üslubu 'Dede Efendi tavrı' diye nitelendirilir. Klasik üsluba bağlı kendisinden sonraki bütün bestecileri etkilemiştir. Çeşitli kaynaklarda onun benzersiz bir naathan olduğuna değinilir. Bir hanende olarak da, Türk müziğinin kendisine ulaşan bütün ürünlerini öğrenmiştir. Öğrendiklerini öğrencilerine öğretmiş, onların öğrencileri de bunların önemli bir bölümünü notaya almışlardır. Böylece İsmail Dede klasik yapıtlar repertuarının bugüne ulaşmasında en eski kaynaklardan biri olmuştur. Ayrıca sultanîyegâh, neveser, sabâbuselik, hicazbuselik, arabankürdî makamlarını da o düzenlemiştir.
Dede Efendi'nin hemen hemen her formda bestesi vardır. En güçlü yapıtarı sayılan Mevlevi ayinleri, müziğinin gelişimini ve niteliklerini daha belirgin biçimde yansıtması açısından da önemlidir. Her yapıtında sanatının ayrı bir özelliğiyle ortaya çıkar. Başka bestecilerinki gibi onun da pek çok yapıtı kaybolmuş ya da unutulmuşsa da, iki yüz yetmişten çok yapıtı aslına uygun bir biçimde günümüze ulaşmıştır. Bu onu klasik repertuarda en çok yapıtın bulunan besteci durumuna getirmiştir.
YAPITLAR (başlıca) : Ayin'ler, sabâ, nevâ, bestenigâr, sabâbuselik, hüzzam, ısfahan (kayıp) , ferahfeza makamlarında; Takım'lar, sultanîyegâh, arazbar, bestenîgâr, nevâ, ırak, sabâbeselik, hicazbuselik, hisarbuselik, evcbuselik, rast-ı cedid, ferahfeza makamlarında; Takım'lar (Kömürcüzade Mehmed Efendi ile) neveser, pesendide, şevkefza makamlarında; Buselik Takım (Dellâlzade İsmail Efendi ile): Ferahnâk Takım (Şakir Ağa ile): Mâhûr Takım (Eyyubî Mehmed Bey ile): Rast Kâr-ı Natık, Rast Kâr-ı Nev; 70'e yakın Peşrev; k-âr, beste, ağır semai, yürük semai, şarkı, durak, tevşih, ilahi formlarında yapıtlar.
Dede Efendi'nin Tanınmış Eserleri
Bestenigâr Şarkı
(Usûlü: Curcuna)
Güfte: İsmâil Dede
Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum
Aklımı yağmâya verip fikrimi şaştım
Mecnûn'a şimdi eş - olup dağlara düştüm
Sor güle bülbüle ne çeker hârın elinden
Bir dahi gül koklamayım yârin elinden
Ben seni sevdim seveli döndüm deliye
Huyunu benzettim hele hûrî meleğe
Gönlümü vermişim sana almam geriye
Sor güle bülbüle ne çeker hârın elinden
Bir dahi gül koklamayım yârin elinden
Beyâti şarkı
(Usûlü: Yürük Aksak)
Karşıdan yâr güle güle
Yârim geldi, cânım geldi
Servi gibi salınarak
Yârim geldi, cânım geldi
Elindeki deste güle
Bakıyordu güle güle
Müjdeler olsun bülbüle
Yârim geldi, cânım geldi
Gülizâr Köçekçe
(Usûlü: Yürük Aksak)
Bi-vefâ bir çeşm-i bî-dâd
Ne yamân - ağlattı beni
Ben sînemi nişân diktim
Gamzesiyle vurdu beni
Ben o yâre ne söyledim
Aşkın deryâsın boyladım
çhâr attım, şeş oynadım
Yine felek yaktı beni
Ağlattım aşkın gülüne
Dolaştı zülfü teline
Düşürdü dellâl eline
Hem aldı, hem sattı beni
Gülizâr Köçekçe
(Usülü: Yürük Aksak)
Nâzlı nâzlı sekip gider
Ne güzel ceylân, ne şîrîn ceylân
Dönüp dönüp bakar gider o güzelim ceylân
Aldatır aldanmaz
Serkeş olmuş ava gelmez
O güzel ceylân, o şîrîn ceylân
Gelir yazın gider güzün
Avcısına eder nâzın
Sürmelenmiş elâ gözün
Aldatır aldanmaz
Serkeş olmuş ava gelmez
O güzel ceylân, o şîrîn ceylân
Hicâz Köçekçe
(Usûlü: Yürük Aksak)
Bahârın zamânı geldi (a cânım)
Yavru ceylân gel gidelim
Yollarımız yeşillendi
Ceylân, ceylân, yavru ceylân (gel gidelim)
Kolların boynuma uzat
Zülfünün tellerin düzelt
Avcıların yolun göze
Ceylân, ceylân, yavru ceylân (gel gidelim)
Hüzzâm şarkı
(Usûlü: Yürük Aksak)
Ey gül-î bâğ-î edâ
Sana oldum mübtelâ
Gel bana eyle vefâ
Sana oldum mübtelâ
Sevdiğim saydığım
Sana oldum mübtelâ
âman-ey nevres-fidân
Yandı cânım, el-amân
Bu sözüme gel, inan
Sana oldum mübtelâ
Sevdiğim saydığım
Sana oldum mübtelâ
Râst şarkı
(Usûlü: Yürük Semai)
Güfte: ısmail Dede
Yüzündür cihânı münevver - eden
Fedâdır yoluna bu cân-ü ten
Senin - çün yandığım nedendir neden
Senden midir, benden midir
Dilden midir, bilmem âh
Niçin kıyarsın acep bu dostuna
Kapıldım elâ gözlerin mestine
Mâilim ol gonca - gülün hüsnüne
Senden midir, benden midir
Dilden midir, bilmem âh
Firâkınla benim sinem dağlıyor
Bu gönül sinemde yâre bağlıyor
Nedendir bu, iki çeşmi, ağlıyor
Senden midir, benden midir
Dilden midir, bilmem âh
Rast şarkı
(Usûlü: Semai)
Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü
Sîm-ten, gonca-fem, bî-bedel ol güzel
âteşin ruhleri yaktı bu gönlümü
Pür-edâ, pür-cefâ, pek küçük, pek güzel
Görmedim kimsede böyle dil - rübâ
Böyle kaş, böyle göz, böyle el, böyle yüz
â'şıkın bağrını üzmeğe göz süzer
El-amân, el-amân, her zamân ol güzel
şehnâz şarkı
(Usûlü: Ağır Düyek)
Sana ey cânımın câni efendim
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Benim nevreste-î bâğ-î bülendim
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Nic'oldu şimdi evvelki muhabbet
Sana düşmez kulundan böyle vahşet
Be zâlim sende yok mu hiç mürüvvet
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Derûnum ney gibi her dem delersin
Gözümün yaşına hande edersin
Gözüm önünde yâd-eller seversin
Kırıldım küsdüm, incindim gücendim
Uzzâl şarkı
(Usûlü: Yürük Aksak)
Bu karşıki dağda bir yeşil çadır
çadırın içinde bir civân yatar
O civân bilmiyor hiç gönül hatır
Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım
Sevdâ ne müşkil, âh yanar ağlarım
Turuncun yaprağı al değil yeşil
Sıva kollarını boynumdan-aşır
ısminin andıkça dilim dolaşır
Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım
Sevdâ ne müşkil, âh yanar ağlarım
Karşıda yananı fener mi sandın
Salınıp gezeni yârin mi sandın
Bu güzellik sende kalır mı sandın
Leylâ'nın aşkına dağlar mekânım
Sevdâ ne müşkil, âh yanar ağlarım
Kültür Bakanlığı sitesinden alınmıştır. www.kultur.gov.tr
dede efendi
04.10.2003 - 01:04Son Klasik Dönem 1700-1880 yillarini kapsar. Kaliplara bagli büyük formlu eserler yerine, yapisinda lirizm unsuru tasiyan sarki formunda eserler üzerinde de çalismalar baslamistir.
Devrin en belirgin kisisi Dede Efendi'dir. En tantanali formlardan, okul sarkilarina kadar herkese hitab eden eserler vermis, devrinin öncüsü olmustur.Dönemin son bestecisi Zekai Dede'den sonra Klasik Ekol geriledi ve biraz da unutuldu.
Kaynak:
www.tu-darmstadt.de/hg/tak/tak-arsiv/tak-arsiv95/tkm.html
Toplam 803 mesaj bulundu