18 Eylül Pazar gününü 19 Eylül Pazartesi gününe bağlayan gece nice dini, ahlaki güzelliklerin yaşandığı rahmet ve mağfiret mevsimi mübarek Ramazan ayına adım adım yaklaştığımızı müjdeleyen Berat Kandili’dir. Bu geceye erişmenin heyecan ve mutluluğunu yaşamaktayız.
Milletimizin kandil olarak adlandırdığı geceler, ışıklarıyla sadece karanlık gecelerimizi değil, aynı zamanda manevi feyziyle de kalplerimizi ve manevi dünyamızı aydınlatır. Kandiller aynı zamanda, günümüzün yoğun ve stresli hayat akışı içinde kaybolup giden ve öze dönüşünü ihmal eden günümüz insanı için içe dönük bakış ve öz denetim fırsatıdır.
Bu esnada iman, ibadet ve temel ahlaki erdemler bakımından kendimizi sorgular ve yeniler, tavır ve davranışlarımızı ilahi öğütlerin ışığında gözden geçirir, Yüce Rabbimize olan sevgi ve bağlılığımızı pekiştirebilirsek bize sunulan bu altın fırsatları iyi değerlendirmiş oluruz.
Kelime olarak, günahlardan arınıp Yüce Mevla’nın af ve mağfiretine erişmeyi ifade eden berat’ın gerçekleşmesini umduğumuz bu geceyi idrak eden her insan, bu gayeye erişmenin heyecanını yaşamalı, Yüce Allah’ın; “…Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” (Zümer-53) müjdesinin farkına vararak günah ve kusurlarından dolayı tövbe etmeli, ibadet ve dua ile Rabbine yakınlaşmalı, yeni bir ümit ve kararlılıkla geleceğe bakmayı öğrenmelidir.
İlahi rahmete fazlasıyla mazhar olan bu gecede Yaratıcımıza, ailemize, çocuklarımıza, çevremize, milletimize ve tüm insanlığa karşı olan görev ve sorumluluklarımızı yeniden hatırlayalım. Birbirimizin kusur ve hatasını örtmeye ve telafi etmeye, güzellikleri öne çıkarıp paylaşmaya çalışalım. Ülkemizde huzur ve barış içinde asırlardır birlikte yaşamış insanlarımızı birbirine düşman etmek için gündeme getirilen dini, siyasi, kültürel ve etnik ayrılık ve farklılıkları değil ortaklaşa sahip olduğumuz değerlerimizi yaşatalım ve güçlendirelim. Aramızdaki sevgi-saygı bağını, dayanışma-kaynaşma ruhunu pekiştirerek, kin ve düşmanlık duygularımızın bizi yönetmesine fırsat vermeyerek hem insani ve dini hasletlerimizi, hem de toplum olarak birlik ve bütünlüğümüzü, huzur ve esenliğimizi koruyalım. Yüce dinimizin bizden istediği kardeşlik ve beraberliğimizin güçlenmesine, insani ve ahlaki meziyetlerin yaygınlaşmasına gayret gösterelim.
Masum bir insanın kanını dökmek, Allah katında beratının önündeki en büyük engellerden biridir. Öyleyse gelin, kim adına ve ne maksatla yapılırsa yapılsın savaş, terör ve şiddetin sona ermesi, açlık, sefalet ve cehaletin yok olması, barış ve huzurun hakim olması için dua ve niyazda bulunalım. Her bir ferdin, özellikle de sorumlu ve yetkililerin bu uğurda elinden gelen gayreti göstermesi gerektiğini bilelim ve anlatalım. Bireyleri ve toplumları derinden sarsan sayısız sorunların yaşandığı dünyamızda, insanlık onuruna yaraşır, aydınlık bir geleceğin inşası ancak böyle bir ortak akıl ve çaba ile mümkün olabilir.
Bu duygu ve düşüncelerle aziz milletimizin, soydaş ve dindaşlarımızın Berat Kandilini tebrik ediyor ve bu gecenin, ülkemizin, İslâm âleminin birlik ve beraberliğine, insanlığın barış ve huzuruna, bütün müminlerin de arınmasına ve affına vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.
Farz olarak ömürde bir defa yerine getirilmekte olan hac, günahlardan arınmak için önemli bir fırsattır. Bu fırsattan gereği gibi yararlanmak için hacca ruhen ve bedenen çok iyi hazırlanmak gerekir.
Ruhi hazırlıkların başında ihlâslı olmak gelir. Çünkü ihlâs amellerin özüdür. Allah’ın rızası ihlâs ile kazanılır. İhlâssız olarak yapılacak bir hac, her ne kadar kişiyi hac yükümlülüğünden kurtarsa da, kendisinden beklenen yararları sağlayamaz. Hz Peygamber;
'Şüphesiz, Allah sadece kendisi için ve sırf kendisinin rızası gözetilerek yapılan amelleri kabul eder.'(15) buyurmaktadır. Bu sebeple hacca gitmeye karar veren müslüman, kesinlikle gösterişten, hac ibadeti vasıtasıyla bir takım kimselerin yanında itibar kazanma ya da övülme gibi kaygılardan uzak kalmalıdır. Bütün varlığı ile Allah’ın rızasını kazanmaya yönelmelidir.
Hacı adayı, yaşantısındaki İslâm’a aykırı unsurlardan kurtulmaya ve bunlara hayatında asla yer vermemeye içtenlikle azmetmelidir. Çünkü insanı, annesinden doğduğu günkü gibi günahlardan arındıran bir ibadetle haramlardan sıyrılamayan bir müslümanın başka türlü bunlardan kurtulması çok zordur. Bu itibarla hacı adayı, yaşamına çeki düzen vermeli, İslâm’a aykırı unsurlardan arınma gayreti içine girmelidir. Böyle bir gayret içine girene Allah mutlaka yardım edecektir.
Hacı adayı, yola çıkmadan önce akraba, komşu, eş ve dostlarını ziyaret etmelidir. Üzerinde hakkı olanlar varsa mutlaka onların haklarını ödemeli, küs olanlarla barışmalıdır. Kısaca kutsal topraklarda düşüncesini olumsuz yönde meşgul ve iç dünyasını rahatsız edecek durumlardan sıyrılmalıdır.
Hac yapmaya karar veren müslüman, bir taraftan böyle iç dünyasında hacca hazırlanırken diğer taraftan, bu önemli ibadeti eksiksiz yapabilmek için hacla ilgili gerekli bilgileri öğrenmeye gayret etmelidir. Müftülüklerce düzenlenen hac, sağlık ve yolculukla ilgili her türlü bilgilerin verildiği Hacı Adayları Eğitim Seminerlerine mutlaka katılmalıdır. Hacla ilgili olarak kendisine sunulan kitap, broşür ve benzeri yayınları dikkatle okumalıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığınca verilmekte olan malzemelerin yanında, ihram, terlik, havlu ve iç çamaşır, gibi ihtiyaçları da temin etmelidir.
Hac süresi boyunca yeme içme ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeteri kadar döviz satın almalıdır. İlerde mağdur olmamak için dövizlerin sahte olup olmadığının kontrollerini mutlaka yaptırmalıdır.
Bazı hacı adayları gereksiz yere fazla miktarda ve çoğu zaman iklim şartlarına dayanamayacak ve çabuk bozulacak gıda maddeleri götürmektedir. Bu da, gümrük kontrollerinde ve intikallerde sıkıntılara neden olmaktadır. Esasen böyle bir şeye hiç gerek yoktur. Çünkü Mekke ve Medine’de istenilen her türlü gıda ve ihtiyaç maddesi bulunmaktadır. Buradan gıda maddesi satın alıp götürmektense, parasını götürüp orada satın almak daha uygun olur. Zira paranın taşınması daha kolaydır.
[ II- HAC YOLCULUĞU ]
Bilindiği gibi hac yolculuğu hava yoluyla yapılmaktadır. Uçuş programları, hacılarımızın bir kısmı önce Medine, bir kısmı da Mekke’ye gidecek şekilde planlanır. Uçuşlar ülkemizin çeşitli noktalarından gerçekleştirilir. Hacılarımızı taşıyan uçaklar çoğunlukla Cidde Havalimanına iner. Medine Havalimanına inen uçaklar da vardır. Ancak bunlar az sayıda ve Suud Hava Yollarına ait uçaklardır.
Hac yolculuğu uzun ve kendine özgü zorlukları olan bir yolculuktur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, hac farizasını yerine getirmek üzere Suudi Arabistan’a gidecek hacılarımızın bu yolculuklarını her çeşit çıkardan uzak, sağlık ve güvenlik şartları içinde yapmalarını sağlamak için, her türlü tedbirler alınmaktadır. Ancak seyahat esnasında sıkıntılarla karşılaşmamaları için hacı adaylarımızın dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Her hacı adayının bunlara uyması önem arz etmektedir.
Hacı adayının yolculuğa başlarken dikkate alması gereken hususlar şöyle sıralanabilir:
Hacı adayı, her şeyden önce hac yolculuğunun, ticari ya da turistik bir seyahat değil, bir ibadet yolculuğu olduğunu, bu yolda atılan her adımın, çekilen her sıkıntının, bir taraftan kendisine sevap kazandırırken diğer taraftan günahlarını eriteceğini hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır. Bütün varlığıyla bu kutsal yolculuğu en iyi şekilde değerlendirmeye yoğunlaşmalıdır.
Kafileye katıldıktan sonra kafile başkanı ve din görevlilerinin talimat ve uyarıları doğrultusunda hareket edilmelidir. Kafilenin düzen ve disiplini için bu çok önemlidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca giyilmesi ön görülen kıyafetler giyilmeli, doğru olarak doldurulmuş olan sağlık künyesi ile Hacı Kimlik Kartı boyuna takılı olmalıdır. Bunların hac sezonu boyunca da devamlı olarak takılı kalması gerekmektedir.
Sürekli ilaç kullananlar, beraberlerinde götürmek zorunda oldukları ilaçlar için rapor almalı ve bu rapor yanlarında bulunmalıdır.
Menenjit aşısı yapıldığına dair aşı kartlarının da yine hacı adayının üzerinde olması gerekir.
Kendisine özgü, dikkat edilmesi gereken bir durumu olanlar, bunu kafile görevlilerine çekinmeden söylemelidirler. Hatta bu konuda yakın arkadaşlarını da bilgilendirmelidirler.
Eşyaların üzerine kime ait olduğunu gösteren etiket yapıştırılmalıdır. Eşyalar otobüse verilirken ya da otobüsten indirilirken herkes kendisine ait olan eşyayı vermeli veya indirmelidir. Ayrıca eşyaların otobüse verilip verilmediğine dikkat edilmelidir.
Havalimanlarında görevli Başkanlık personelinin uyarı ve talimatları dikkate alınmalıdır. Bagajlar bizzat sahipleri tarafından ilgililere teslim edilmeli ve alınacak bagaj fişleri korunmalıdır.
İçinde ne olduğu bilinmeyen başkasına ait bir eşya Suudi Arabistan’a götürülmek üzere kabul edilmemelidir.
Uçağa binerken, Cidde ya da Medine Havalimanlarında giriş işlemleri yapılırken pasaportun hacı adayının elinde olması gerekir. Bu durumda hacı adayı pasaportunu itina ile muhafaza etmeli, onu istendiğinde kolayca çıkarabilmesi için kendisine verilen pasaport çantasına koymalıdır. Aynı durum ülkeye dönerken de söz konusudur.
Gümrük kontrollerinde, başkalarına ait eşyalar sahiplenilmemelidir.
Kısaca, bir ibadet seyahati olan hac yolculuğunun kendine has sıkıntıları vardır. Bu itibarla sabırlı olmalı, kalp kırmamaya, kimseyi incitmemeye çalışmalı, vicdanını rahatsız edecek tavır ve hareketlerden uzak durmalıdır. Her an bir grup ve kafile içinde olduğunu unutmayarak beşeri münasebet, adap ve görgü kurallarına riayet etmelidir.
[ III-YOLCULUKTA NAMAZ ]
Asli vatanından, dinen sefer sayılacak uzaklıkta bir yere gitmek üzere yola çıkan bir kimse yolculuk esnasında dört rek’atlı farzları ikişer rek’at olarak kılar. Gittiği yerde 15 günden az kalacaksa aynı şekilde dört rek’atlı farzları ikişer rek’at olarak kılar. Gittiği yerde 15 gün veya daha fazla kalmaya karar verirse, namazlarını tam kılar.
Buna göre, Arafat’a çıkmadan önce Mekke’de kesintisiz en az 15 gün veya daha fazla kalanlar, mukim sayıldıklarından, gerek Arafat’a çıkmadan önce Mekke’de, gerek Arafat, Mina ve Müzdelife’de ve gerekse Arafat dönüşü Mekke’de kaldıkları süre içinde namazlarını tam olarak kılarlar.
Arafat’a çıkmadan önce Mekke’de 15 günden az kalanlar, misafir sayıldıklarından gerek Arafat’a çıkmadan önce Mekke’de, gerek Arafat, Müzdelife ve Mina’da namazlarını seferi olarak kılarlar. Arafat’tan döndükten sonra Mekke’de 15 gün veya daha fazla kalacak olanlar ise bu süre zarfında namazlarını tam olarak kılarlar.
Uygulamada Medine ziyareti 15 günden az olduğundan Medine’de namazlar seferî olarak kılınır.
Seferî olup da oralarda mukim olan imamlara uyarak namazlarını kılanlar, imamla birlikte namazlarını tam olarak kılarlar.
[ IV- HACCIN EDA ŞEKİLLERİ ]
Hac, hac ayları denilen zaman dilimi içinde yapılan bir ibadettir. Hac ayları Hicrî takvime göre Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk on günüdür. Hac, bu aylar içinde umresiz de yapılabilir, umre ile birlikte de yapılabilir. Haccın umresiz ya da umre ile birlikte yapılmasına haccın eda şekilleri denir.
Haccın eda şekli üçtür:
[ 1- İfrad Haccı ]
İfrad haccı, umresiz yapılan hacdır. Aynı yılın hac ayları içinde, hacdan önce umre yapmaksızın hac niyetiyle ihrama girilir ve yalnızca hac yapılırsa ifrad haccı yapılmış olur.
[ 2- Temettu Haccı ]
Temettu haccı, aynı yılın hac ayları içinde önce umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra yeniden hac için ihrama girerek yapılan hacdır.
Temettu haccı yapacak olanlar, mikat sınırında veya daha önce umreye niyet ederek ihrama girerler. Umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarlar. Daha sonra zamanı gelince hac için ihrama girerler. Haclarını eda ettikten sonra ihramdan çıkarlar.
[ 3- Kıran Haccı ]
Kıran haccı, aynı yılın hac ayları içinde umre ve hacca birlikte niyet ederek ikisini aynı ihramla yapmaktır.
Kıran haccı yapacak olanlar mikat sınırında veya daha önce umre ve haccın her ikisine birden niyet ederek ihrama girerler. Umre yaptıktan sonra ihramdan çıkmazlar, aynı ihramla haccı da eda eder, sonra ihramdan çıkarlar.
Kıran ve temettu haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri vaciptir. İfrad haccı yapanların şükür kurbanı kesmesi gerekmez
'Mescid-i Haram', Mekke’de ortasında Kâbe’nin bulunduğu büyük bir mabettir. Buna 'Harem-i Şerif' de denir. Mescid-i Haram, Hz. Peygamber döneminde, Kâbe’nin etrafındaki küçük bir alandan ibaret iken ilk olarak Hz. Ömer tarafından genişletilmiş ve etrafı bir duvarla çevrilmiştir. Daha sonraları Mescid-i Haram günümüze kadar pek çok defa genişletilmiştir.
Bugün Mescid-i Haram, yüz binlerce insanın içinde ibadet edebileceği genişlikte bir alana sahiptir.
Resim-1 Bugünkü Mescid-i Haram’dan bir görünüş
Mescid-i Haram’ın içinde, Kâbe’den başka 'Makam-ı İbrahim' ve 'Zemzem' kuyusu bulunmaktadır.
'Makam-ı İbrahim', yaygın görüşe göre, Hz. İbrahim’in Kâbe’yi inşa ederken iskele olarak kullandığı ya da insanları hacca çağırırken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Burası 'Kâbe Kapısı' nın bulunduğu duvarın karşısında Kâbe’ye yakın bir yerde bulunmaktadır.
'Zemzem', Allah’ın Hz. Hacer ve oğlu Hz. İsmail’e ihsan ettiği suyun adıdır. Zemzem suyunun ortaya çıkışı şöyle olmuştur: Hz. İbrahim, Allah’ın emriyle eşi Hacer ve süt emmekte olan oğlu İsmail’i zemzemin bugünkü yerinde bulunan büyük bir ağacın altına yerleştirmişti. O sırada Kâbe yapılmamış ve Mekke şehri kurulmamıştı. Etrafta ne bir insan, ne su, ne de bir hayat belirtisi vardı. Bu şartlar altında yaşamaya devam eden Hacer, nihayet su ve yiyeceği bitince çaresiz kalmış, bir can yoldaşı görebilmek ve birkaç yudum su bulabilmek umuduyla önce 'Safa Tepesi' ne, sonra da 'Merve Tepesi' ne çıkmış ve bunu yedi defa tekrarlamış.(12) Merve Tepesi’ne son gelişinde oğlunu bıraktığı taraftan bir ses duymuş. Oğlunun yanına geldiğinde orada Cebrâil tarafından zemzem suyunun çıkarılmış olduğunu görmüş.
Yeryüzündeki suların en üstünü olan 'Zemzem', halen Kâbe’nin 20 m. kadar doğusunda, 'Makam-ı İbrahim' e yakın bir yerde bulunan kuyudan çıkmaktadır. Bu kuyu tavaf alanının altındadır. Kuyuya biri bayanlara diğeri erkeklere ait olmak üzere iki ayrı yerden merdivenlerle inilmektedir. Zemzem suyu, içildiği gibi abdest ve gusülde de kullanılabilir.
Hz. Peygamber zemzem hakkında şöyle buyurmuştur: 'Zemzem hangi niyet için içilirse o niyet içindir.'(13) Bu itibarla zemzem içerken dilek ve niyeti belirterek içmek uygundur.
Zemzem içerken, 'Allah’ım! Senden yararlı ilim, bol rızık ve her türlü dert için şifa istiyorum.' diye dua edilir.
Mescid-i Haram, yeryüzündeki tüm mescidlerden üstündür. Burada kılınan namaz da diğer mescidlerde kılınan namazlardan fazilet bakımından kat kat üstündür.(14)
Haccın sebebi ve namazlarda kıblegâhımız olan Kâbe, yeryüzünde alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk binadır. Allah'ın emriyle Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından Mekke'de yapılmıştır.(11)
1. Kâbe
Haccın sebebi ve namazlarda kıblegâhımız olan Kâbe, yeryüzünde alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk binadır. Allah’ın emriyle Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından Mekke’de yapılmıştır.(11)
'Mescid-i Haram' denilen mabedin ortasında bulunan Kâbe, kuzeydoğu duvarı 12.63; kuzeybatı duvarı 11.03; güneybatı duvarı 13.10; güneydoğu duvarı 11.22 ve yüksekliği 13 m olan 145 m2 alan üzerine kurulmuş taş bir binadır. Üzeri siyah bir örtü ile örtülüdür. Örtüsü her sene hac mevsiminde yenilenmektedir.
Kâbe’nin köşeleri yaklaşık olarak dört ana yönü gösterir. Köşelerden her birinin ayrı ismi vardır.
Doğu köşesine 'Hacer-i Esved' veya 'Şarki', kuzey köşesine 'Irakî', batı köşesine 'Şâmî' ve güney köşesine de 'Yemânî' denir.
Kâbe ölçüleri ve köşeleri
'Hacer-i Esved', Kâbe’nin doğu köşesinde yerden 1.5 m yükseklikte bulunmaktadır. 'Hacer-i Esved' siyah taş demektir. Hz. İbrahim tarafından tavafa başlanacak yere işaret olmak üzere konulmuştur. Başlangıçta çevresi 18-19 cm olan bu taş, çeşitli yıkımlar sebebiyle birkaç defa kırılmıştır. Şimdi, ilk olarak konulduğu köşede, gümüş muhafazalı kurşun içine gömülü yedi parça halinde bulunmaktadır.
Kâbe’nin, kuzeydoğu duvarında (Hacer-i Esved ile Irakî köşeleri arasında) Hacer-i Esved köşesine yakın ve yerden 1.97 m kadar yükseklikte bulunan altın kaplı bir kapısı vardır. Kapı 1.8 x 3.5 m boyutlarındadır. Kapı ile Hacer-i Esved köşesi arasında kalan bölüme 'Mültezem' denir.
Kâbe’nin kuzeybatı duvarının (Irakî ile Şamî köşelerinin) karşısında, yerden 1.25 m yükseklikte yarım daire şeklinde bir duvar bulunur. Bu duvara 'Hatim' denir. Tavaf bu duvarın dışından yapılır. Bu duvar ile Kâbe arasında kalan boşluğa da 'Hicr-i Kâbe', 'Hicr-i İsmail' veya 'Hatîra' denir. Bu boşlukta Kâbe’ye yönelerek namaz kılınabilir, dua edilebilir. Ancak Kâbe’ye yönelindiği gibi buraya yönelip namaz kılınmaz.
Kâbe’nin 'Hatîm'’e bakan duvarının üst ortasında altından yapılmış bir oluk bulunmaktadır. Halk arasında 'Altın Oluk' diye bilinen bu oluğa 'Mizab-ı Kâbe' denir.
Umre, belirli bir vakte bağlı olmaksızın usulüne göre ihrama girdikten sonra, tavaf ederek Kâbe’yi ziyaret etmek ve diğer bazı dini görevleri yerine getirmek suretiyle yapılan ibadettir.
Son günlerde Türkçe ibadet ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:
Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.
Ancak Yüce Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.” (Al-i İmran, 3/138)
“Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun...” (Maide 5/67)
“Kendilerine, indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 16/44)
“Bu Kur’an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.” (Sad, 38/29) buyurulmuştur.
İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır. Nitekim, İslamın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk. Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:
Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “... sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır.
Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (s.a,) ’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (s.a.) ’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim:
“Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail) , uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuara 26/192-195)
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Ta-Ha 20/113)
“Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.” (Zümer, 39/28)
“Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur’an denilemeyeceği ve tercemesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir.
Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.
Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi’nin Cuma namazında Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü(nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey’eti kararında:
“Namazda kıraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur’an itlakı kezalik bi’l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur’an mahallinde terceme-i Kur’an’ın adem-i cevazı da bi’l-umum mezahib fukahasının icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücaseret, namazı vaz’-ı şer’isinden tağyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe şekline vaz’ı mutazammın olduğu gibi, beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis olacağından, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol vechile tebligat icrası...” denilmiştir.
Şüphesiz bir müslümanın en azından namazda okuduğu Kur’an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur’an yerine koymanın ve Kur’an hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır.
Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ı Kerim asli lafızları ile okunur. Yüce Rabbımızın bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise, terceme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur’an-ı Kerim’in terceme, meal ve açıklamalarını okumak ta çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir.
Belirli şartları taşıyan Müslümanlara günde beş vakit namazın farziyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Beş vakit namazın eda edileceği vakitlere ve ne şekilde eda edileceğineKur'an-ı Kerim'in bir kısım ayetlerinde mücmel olarak işaret olunmuş, bu işaretler Rasalül1ah (s.a.) 'in kavli ve fiili sünnetiyle açıklık kazanmıştır. Bilindiği üzere Kur ' an-ı Kerim ' deki mücmel emir ve hükümleri açıklama yetkisi, Onu insanlara tebliğle görevli olan Peygamber (s.a.) Efendimize aittir. O namazı bizzat kılarak ve Müslümanlara imam olup kıldırarak nasıl kılınacağını öğrettiği gibi bunların vakitlerini de göstermiştir. Gerek kılınış şekli, gerek vakitleri ile ilgili bu uygulama ameli tevatür o1arak, günümüze kadar devam etmiştir.
Kur'an-ı Kerim' de beş vakit namaza mücmel olarak işaret eden ayetlerden Taha Süresinin 130 uncu ayetinde:
'...Güneşin doğmasından önce de, batmasın dan önce de Rabbını övgü ile tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, rızaya ulaşasın.' buyurulmuş; güneşin doğmasından ve batmasından önce, gece saatlerinde ve gündüzün iki ucunda olmak üzere beş ayrı vakitte Cenab-ı hakk' ı tesbih yani namaz kılmak emredilmiştir.
Bakara Süresinin 238 inci 'namazlara ve ayrıca orta namaza devam edin' mealindeki Ayet-i kerimede 'namazlar' anlamındaki 'salâvat' kelimesi çoğuldur. Arapça da çoğul üçten başlar. 'İki' ye tesniye denir ve 'iki namaz' sözü 'salateyn' şeklinde söylenir. Demek oluyor ki, ayetteki 'salavat' sözünden en az üç namaz anlaşılır. Ayrıca bir de 'orta namaz' var. Çünkü matuf, matuf aleyhten (üzerine atıf yapılandan) ayrıdır. Bu sebeple 'orta namaz', 'namazlar' ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza 'orta namaz' denilmesi de mümkün değildir. O halde, ayetteki 'salavat' kelimesi, en az dört namazı ifade eder. Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar. Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır.
Hüd süresinin 114'üncü ayetinde ise, 'Gündüzün iki ucunda ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl...' buyurulmaktadır.
.
Ayet-i celilede 'gündüze yakın saatler' anlamındaki 'zülef' kelimesi, 'zülfe' nin çoğuludur. Yukarıda belirtildiği üzere en az üç adedi ifade eder. demek oluyor ki, bu ayete göre gecenin gündüze yakın saatlerinde, (akşam, yatsı ve sabah namazı olmak üzere) en az üç namaz var. Ayrıca gündüzün iki ucunda da iki vakit var. Böylece bu ayet-i kerimeden de namazın beş vakit olduğu anlaşılmaktadır.
Bunlardan başka Nisa, 4/103. Hud, 11/114; İsra, 17/78; Rum, 30/17-18; Nur, 24/36; Kaf, 50/39-40; Dehr (İns8n) , 76/25-26 ayet.-i kerimelerinde de beş vakit namaza veya vakitlerine mücmel o1arak işaret eden ifadeler bulunmaktadır. Bu mücmel ifade ve işaretler, Rasulüllah (s.8.) , in söz ve uygulamalar ile açıklanmış, onun açıkladığı ve uyguladığı şekilde bütün Müslümanlar tarafından ameli uygulama olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir. Asr-ı Saadetten beri her asırda Müslümanlar beş vakit namaz kılmış hiç kimse bunun aksini söylememiştir. Bu itibarla 'Kur'an' da beş vakit namazın bulunmadığı iddiasının ilmi hiç bir değeri yoktur.
Yüce dinimiz İslam’ın, huzurlu bir hayat için benimsediği prensiplerden birisi de, iktisat ve îtidaldir. İktisad ve itidal, yeme-içme, harcama, konuşma ve benzeri bütün işlerde ölçülü olmaktır. Bunun zıddı ise israftır. İsraf, ihtiyaç sınırını aşmak, aşırı harcamalarda ve ölçüsüz davranışlarda bulunmak demektir.
Nitekim Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, olgun Mü’minlerin sıfatlarını sayarken, onların daima ölçülü olduklarını vurgulamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır”[1].
Muhterem Müslümanlar!
Allah tarafından bize bahşedilen hayat, sağlık, eş, evlat, makam-mevki, mal, mülk gibi nimetler, hep emanet olarak verilmiştir. Onun için biz, bu nimetleri kullanma tarzımızdan, israf edip etmediğimizden ve bunları nerelerde harcadığımızdan ahirette sorguya çekileceğiz. Konumuzla ilgili olarak Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Sonra o gün, nimetlerden hesaba çekileceksiniz”[2].
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de: “Kıyamet günü insanoğlu, ömrünü nerede harcadığından, yaptığı işleri ne niyetle yaptığından, nasıl kazanıp nereye harcadığından, vücudunu ve sıhhatini nerede ve nasıl değerlendirdiğinden sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılamaz”[3] buyurmuşlardır.
Millet olarak israftan özenle kaçınmalıyız. Özellikle, çöpe atılan ekmeklerden tutun da kamu malları, tabi kaynaklar, elektrik, su ve zaman gibi sayısız nimetler israf ediyoruz. Hâlbuki yeryüzünde hiçbir kaynak ve imkân sonsuz değildir. Günümüzde bunların değeri, daha da artmıştır. Çünkü azalan kaynaklar daha çok değer kazanırlar. Değerli şeyler ise rasgele sarf edilmezler.
Muhterem Müslümanlar!
Allah’ın bahşettiği maddi imkânların israf edilmesi büyük bir vebal olduğu gibi, sonuçta pek çok yuvanın dağılmasına ve ülkenin ekonomik açıdan zayıflamasına da sebep olmaktadır. Bunun için şahsi harcamalarımızda ölçülü olmak, ülke kaynaklarını dikkatli kullanmak, verimli alanlarda değerlendirmek, dini ve milli bir görevdir. Yarınlarımızın huzur ve rahatı için fert ve millet olarak iktisatlı davranmak ve israfa sapmamak zorundayız. Çünkü israf, Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük ve saygısızlıktır. Tutumlu olmak ise, o nimetlere gösterilen fiili bir saygı ve şükürdür.
Muhterem Müslümanlar!
Hutbemi bir ayet mealiyle bitiriyorum:
“Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabb’ine karşı çok nankörlük etmiştir.”[4]
Yaratılanlar arasında eşsiz bir yeri olan ve yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insan, gayesiz ve başıboş olarak yaratılmamıştır(1) . Zira insan, kendisine bahşedilen hayatı gelişi güzel yaşayıp sonra da yok olacak bir varlık değildir. Dünyadaki her şey, insanın hizmetine sunulmuş,(2) buna mukabil, insanoğlundan Yüce Allah’ı tanıması, emrettiği yolda hayat sürmesi ve O’na kulluk etmesi emredilmiştir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”(3) , “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır”(4) ilahî buyrukları bu gerçeğin ifadesidir. Bu itibarla İman ve ibadetler, manevî varlığın temel taşı, insanın dünya ve ahiret saadetini sağlayan en değerli iki manevî sermayesidir.
Aziz Mü’minler!
Dinimize göre, hayat anlamsız bir var oluş olmadığı gibi, ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Aksine hayat, hayırlı bir faâliyet alanı, ölüm ise bu faâliyetlerin karşılığını bulacağımız, ebedi âleme geçişi sağlayan bir dönüm noktasıdır. Buna göre, bir Müslüman içinde bulunduğu zamanının kıymetini iyi bilmek ve kendisine verilen ömrü en iyi şekilde değerlendirmek durumundadır. Yüce Allah kullarını şöyle uyarmaktadır: “Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de, “Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! ” demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın. Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır”(5) . Evet, hayat zorluklarla doludur. Ancak, hayatın iniş ve çıkışlarına rağmen, kulluk bilincini kaybetmeyen mü’minlerden Yüce Allah şöyle bahsetmektedir: “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alış verişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.”(6)
Değerli Mü’minler!
Ümmetini her vesileyle imanın gereği olan salih amellere yönlendiren ve ahirete hazırlık yapmalarını tavsiye eden Peygamberimiz: “Meşgul edilmeden önce sâlih amellere koşun”(7) buyurmuşlardır. Unutmamak gerekir ki, kişi bu dünyada yapmış olduğu en küçük bir iyiliğin mükâfatını, en küçük bir kötülüğün de cezasını görecektir.(8) Buna göre, hayatın verimli olması için, ibadetler ve hayırlı hizmetlerle dolu hale getirilmesi gerekmektedir. Nitekim Yüce Allah insanlığı bu konuda uyararak şöyle buyurmuştur: “Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir) .”(9)
Gerçek şu ki, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır”(10) ayetini kendisine rehber edinenler, dünya ve âhirette zararlı çıkmayacaklardır.
Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkaslarda yıllardır devam eden ve dünya barışını doğrudan etkileyen huzursuzluk ve çatışmaların, bugünlerde komşumuz Irak’ta önlenemez bir insanlık felâketine dönüştüğünü üzülerek müşahede etmekteyiz. Katledilen masum insanlar, sönen ocaklar, kimsesiz ve çaresiz kalan çocuklar, saldırıya uğrayan mabetler ve vahşete dönüşen savaş, şiddetin şiddetle karşılık bulması ve şiddetin kadınlara, çocuklara, insani yardım, ticaret gibi amaçlarla ülkede bulunan herkese kadar uzanması bütün insanlığı derinden yaralamakta ve geleceğe dair ciddî bir karamsarlığa ve endişeye sevk etmektedir. İnsanlığın temel değerlerine, hak ve özgürlüklerine yöneltilen bu tür çirkin saldırıları hiçbir gerekçe haklı kılamaz.
Geçen yüzyılda insanlığın yaşadığı korkunç tecrübelere rağmen şiddet, terör ve savaşların giderek tırmanması, özellikle barış ve esenlik mekânları olan mabetlerin amacı dışında kullanılması, insanlığın ortak kültür mirasının sorumsuzca tahrip edilmesi, çocukların ve masum insanların insafsızca katledilmesi, içinde yaşadığımız yüzyılda artık tekrar edilmemesi gereken bir insanlık ayıbı ve suçudur.
İnsanlığa ilâhî rehber ve mesaj olarak gönderilen yüce dinimiz İslâm, yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuğu değil; düzeni, insanlar arasında barış ve adaleti gerçekleştirmeyi amaçlamış, düşmanlığı ve zulmü yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerim’de bütün müminler toptan barışa çağrılmakta, ilâhî din mensupları asgarî müştereklerde barış ve uzlaşmaya davet edilmektedir. (Al-i İmran, 64)
Aynı dünyayı paylaşan milletler, birbirlerine karşı merhamet ve hakkaniyet ölçüleriyle hareket etmelidir. Bütün peygamberler, insanları barış ve kardeşlik içinde yaşamaya, hak ve hukuka riayete davet etmiştir. Ancak tarihî süreçte olduğu gibi çağımızda da bu ilâhî prensipler, bazı siyasî ve ekonomik sebeplerle çiğnenmekte, dünyamızın birçok bölgesinde barış yok edilmektedir.
Toplumlar ve farklı din-kültür mensupları arasında yüzyıllar boyu sürmesi muhtemel kin ve nefret tohumlarının ekilmesine sebep olan son olaylar, iyice tırmanan şiddet hatta vahşet manzaraları, onur kırıcı ve alçaltıcı cürümler insanlık tarihine düşen kara bir leke olarak kalacak ve hafızalardan kolay kolay silinmeyecektir. Bu durum aynı zamanda dünya barışı için çaba gösteren Müslüman, Hristiyan ve Musevî din adamlarının, barış gönüllülerinin işini de zorlaştırmaktadır.
Biz bundan yola çıkarak bütün dini liderleri barışa öncülük yapmaya, siyasetçileri de onlara kulak vermeye çağırıyoruz. İnsan hak ve özgürlükleri, barış içinde birlikte yaşamak, karşılıklı sevgi ve saygı, diyalog ve hoşgörü gibi yüksek değerleri savunan herkesin bunları sözde bırakmayıp hayata geçirmesi, özellikle güç ve iktidar sahiplerinin de bu vahşeti durdurmak için ortak bir tavır belirlemesi ve yaraların sarılması konusunda işbirliği yapması insanî ve tarihî bir sorumluluktur. İnsanlığın geleceğini tehdit eden bütün olaylar karşısında herkesi sağduyuya, bilinçli ve sorumlu davranmaya davet ediyoruz.
berat kandili
17.09.2005 - 17:31BERAT KANDİLİMİZ MÜBAREK OLSUN...
18 Eylül Pazar gününü 19 Eylül Pazartesi gününe bağlayan gece nice dini, ahlaki güzelliklerin yaşandığı rahmet ve mağfiret mevsimi mübarek Ramazan ayına adım adım yaklaştığımızı müjdeleyen Berat Kandili’dir. Bu geceye erişmenin heyecan ve mutluluğunu yaşamaktayız.
Milletimizin kandil olarak adlandırdığı geceler, ışıklarıyla sadece karanlık gecelerimizi değil, aynı zamanda manevi feyziyle de kalplerimizi ve manevi dünyamızı aydınlatır. Kandiller aynı zamanda, günümüzün yoğun ve stresli hayat akışı içinde kaybolup giden ve öze dönüşünü ihmal eden günümüz insanı için içe dönük bakış ve öz denetim fırsatıdır.
Bu esnada iman, ibadet ve temel ahlaki erdemler bakımından kendimizi sorgular ve yeniler, tavır ve davranışlarımızı ilahi öğütlerin ışığında gözden geçirir, Yüce Rabbimize olan sevgi ve bağlılığımızı pekiştirebilirsek bize sunulan bu altın fırsatları iyi değerlendirmiş oluruz.
Kelime olarak, günahlardan arınıp Yüce Mevla’nın af ve mağfiretine erişmeyi ifade eden berat’ın gerçekleşmesini umduğumuz bu geceyi idrak eden her insan, bu gayeye erişmenin heyecanını yaşamalı, Yüce Allah’ın; “…Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” (Zümer-53) müjdesinin farkına vararak günah ve kusurlarından dolayı tövbe etmeli, ibadet ve dua ile Rabbine yakınlaşmalı, yeni bir ümit ve kararlılıkla geleceğe bakmayı öğrenmelidir.
İlahi rahmete fazlasıyla mazhar olan bu gecede Yaratıcımıza, ailemize, çocuklarımıza, çevremize, milletimize ve tüm insanlığa karşı olan görev ve sorumluluklarımızı yeniden hatırlayalım. Birbirimizin kusur ve hatasını örtmeye ve telafi etmeye, güzellikleri öne çıkarıp paylaşmaya çalışalım. Ülkemizde huzur ve barış içinde asırlardır birlikte yaşamış insanlarımızı birbirine düşman etmek için gündeme getirilen dini, siyasi, kültürel ve etnik ayrılık ve farklılıkları değil ortaklaşa sahip olduğumuz değerlerimizi yaşatalım ve güçlendirelim. Aramızdaki sevgi-saygı bağını, dayanışma-kaynaşma ruhunu pekiştirerek, kin ve düşmanlık duygularımızın bizi yönetmesine fırsat vermeyerek hem insani ve dini hasletlerimizi, hem de toplum olarak birlik ve bütünlüğümüzü, huzur ve esenliğimizi koruyalım. Yüce dinimizin bizden istediği kardeşlik ve beraberliğimizin güçlenmesine, insani ve ahlaki meziyetlerin yaygınlaşmasına gayret gösterelim.
Masum bir insanın kanını dökmek, Allah katında beratının önündeki en büyük engellerden biridir. Öyleyse gelin, kim adına ve ne maksatla yapılırsa yapılsın savaş, terör ve şiddetin sona ermesi, açlık, sefalet ve cehaletin yok olması, barış ve huzurun hakim olması için dua ve niyazda bulunalım. Her bir ferdin, özellikle de sorumlu ve yetkililerin bu uğurda elinden gelen gayreti göstermesi gerektiğini bilelim ve anlatalım. Bireyleri ve toplumları derinden sarsan sayısız sorunların yaşandığı dünyamızda, insanlık onuruna yaraşır, aydınlık bir geleceğin inşası ancak böyle bir ortak akıl ve çaba ile mümkün olabilir.
Bu duygu ve düşüncelerle aziz milletimizin, soydaş ve dindaşlarımızın Berat Kandilini tebrik ediyor ve bu gecenin, ülkemizin, İslâm âleminin birlik ve beraberliğine, insanlığın barış ve huzuruna, bütün müminlerin de arınmasına ve affına vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.
Fatih ÖZTÜTÜNCÜ
[email protected]
[email protected]
ibadet
02.12.2004 - 17:17[ I- HACCA HAZIRLIK ]
Farz olarak ömürde bir defa yerine getirilmekte olan hac, günahlardan arınmak için önemli bir fırsattır. Bu fırsattan gereği gibi yararlanmak için hacca ruhen ve bedenen çok iyi hazırlanmak gerekir.
Ruhi hazırlıkların başında ihlâslı olmak gelir. Çünkü ihlâs amellerin özüdür. Allah’ın rızası ihlâs ile kazanılır. İhlâssız olarak yapılacak bir hac, her ne kadar kişiyi hac yükümlülüğünden kurtarsa da, kendisinden beklenen yararları sağlayamaz. Hz Peygamber;
'Şüphesiz, Allah sadece kendisi için ve sırf kendisinin rızası gözetilerek yapılan amelleri kabul eder.'(15) buyurmaktadır. Bu sebeple hacca gitmeye karar veren müslüman, kesinlikle gösterişten, hac ibadeti vasıtasıyla bir takım kimselerin yanında itibar kazanma ya da övülme gibi kaygılardan uzak kalmalıdır. Bütün varlığı ile Allah’ın rızasını kazanmaya yönelmelidir.
Hacı adayı, yaşantısındaki İslâm’a aykırı unsurlardan kurtulmaya ve bunlara hayatında asla yer vermemeye içtenlikle azmetmelidir. Çünkü insanı, annesinden doğduğu günkü gibi günahlardan arındıran bir ibadetle haramlardan sıyrılamayan bir müslümanın başka türlü bunlardan kurtulması çok zordur. Bu itibarla hacı adayı, yaşamına çeki düzen vermeli, İslâm’a aykırı unsurlardan arınma gayreti içine girmelidir. Böyle bir gayret içine girene Allah mutlaka yardım edecektir.
Hacı adayı, yola çıkmadan önce akraba, komşu, eş ve dostlarını ziyaret etmelidir. Üzerinde hakkı olanlar varsa mutlaka onların haklarını ödemeli, küs olanlarla barışmalıdır. Kısaca kutsal topraklarda düşüncesini olumsuz yönde meşgul ve iç dünyasını rahatsız edecek durumlardan sıyrılmalıdır.
Hac yapmaya karar veren müslüman, bir taraftan böyle iç dünyasında hacca hazırlanırken diğer taraftan, bu önemli ibadeti eksiksiz yapabilmek için hacla ilgili gerekli bilgileri öğrenmeye gayret etmelidir. Müftülüklerce düzenlenen hac, sağlık ve yolculukla ilgili her türlü bilgilerin verildiği Hacı Adayları Eğitim Seminerlerine mutlaka katılmalıdır. Hacla ilgili olarak kendisine sunulan kitap, broşür ve benzeri yayınları dikkatle okumalıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığınca verilmekte olan malzemelerin yanında, ihram, terlik, havlu ve iç çamaşır, gibi ihtiyaçları da temin etmelidir.
Hac süresi boyunca yeme içme ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeteri kadar döviz satın almalıdır. İlerde mağdur olmamak için dövizlerin sahte olup olmadığının kontrollerini mutlaka yaptırmalıdır.
Bazı hacı adayları gereksiz yere fazla miktarda ve çoğu zaman iklim şartlarına dayanamayacak ve çabuk bozulacak gıda maddeleri götürmektedir. Bu da, gümrük kontrollerinde ve intikallerde sıkıntılara neden olmaktadır. Esasen böyle bir şeye hiç gerek yoktur. Çünkü Mekke ve Medine’de istenilen her türlü gıda ve ihtiyaç maddesi bulunmaktadır. Buradan gıda maddesi satın alıp götürmektense, parasını götürüp orada satın almak daha uygun olur. Zira paranın taşınması daha kolaydır.
[ II- HAC YOLCULUĞU ]
Bilindiği gibi hac yolculuğu hava yoluyla yapılmaktadır. Uçuş programları, hacılarımızın bir kısmı önce Medine, bir kısmı da Mekke’ye gidecek şekilde planlanır. Uçuşlar ülkemizin çeşitli noktalarından gerçekleştirilir. Hacılarımızı taşıyan uçaklar çoğunlukla Cidde Havalimanına iner. Medine Havalimanına inen uçaklar da vardır. Ancak bunlar az sayıda ve Suud Hava Yollarına ait uçaklardır.
Hac yolculuğu uzun ve kendine özgü zorlukları olan bir yolculuktur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, hac farizasını yerine getirmek üzere Suudi Arabistan’a gidecek hacılarımızın bu yolculuklarını her çeşit çıkardan uzak, sağlık ve güvenlik şartları içinde yapmalarını sağlamak için, her türlü tedbirler alınmaktadır. Ancak seyahat esnasında sıkıntılarla karşılaşmamaları için hacı adaylarımızın dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Her hacı adayının bunlara uyması önem arz etmektedir.
Hacı adayının yolculuğa başlarken dikkate alması gereken hususlar şöyle sıralanabilir:
Hacı adayı, her şeyden önce hac yolculuğunun, ticari ya da turistik bir seyahat değil, bir ibadet yolculuğu olduğunu, bu yolda atılan her adımın, çekilen her sıkıntının, bir taraftan kendisine sevap kazandırırken diğer taraftan günahlarını eriteceğini hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır. Bütün varlığıyla bu kutsal yolculuğu en iyi şekilde değerlendirmeye yoğunlaşmalıdır.
Kafileye katıldıktan sonra kafile başkanı ve din görevlilerinin talimat ve uyarıları doğrultusunda hareket edilmelidir. Kafilenin düzen ve disiplini için bu çok önemlidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca giyilmesi ön görülen kıyafetler giyilmeli, doğru olarak doldurulmuş olan sağlık künyesi ile Hacı Kimlik Kartı boyuna takılı olmalıdır. Bunların hac sezonu boyunca da devamlı olarak takılı kalması gerekmektedir.
Sürekli ilaç kullananlar, beraberlerinde götürmek zorunda oldukları ilaçlar için rapor almalı ve bu rapor yanlarında bulunmalıdır.
Menenjit aşısı yapıldığına dair aşı kartlarının da yine hacı adayının üzerinde olması gerekir.
Kendisine özgü, dikkat edilmesi gereken bir durumu olanlar, bunu kafile görevlilerine çekinmeden söylemelidirler. Hatta bu konuda yakın arkadaşlarını da bilgilendirmelidirler.
Eşyaların üzerine kime ait olduğunu gösteren etiket yapıştırılmalıdır. Eşyalar otobüse verilirken ya da otobüsten indirilirken herkes kendisine ait olan eşyayı vermeli veya indirmelidir. Ayrıca eşyaların otobüse verilip verilmediğine dikkat edilmelidir.
Havalimanlarında görevli Başkanlık personelinin uyarı ve talimatları dikkate alınmalıdır. Bagajlar bizzat sahipleri tarafından ilgililere teslim edilmeli ve alınacak bagaj fişleri korunmalıdır.
İçinde ne olduğu bilinmeyen başkasına ait bir eşya Suudi Arabistan’a götürülmek üzere kabul edilmemelidir.
Uçağa binerken, Cidde ya da Medine Havalimanlarında giriş işlemleri yapılırken pasaportun hacı adayının elinde olması gerekir. Bu durumda hacı adayı pasaportunu itina ile muhafaza etmeli, onu istendiğinde kolayca çıkarabilmesi için kendisine verilen pasaport çantasına koymalıdır. Aynı durum ülkeye dönerken de söz konusudur.
Gümrük kontrollerinde, başkalarına ait eşyalar sahiplenilmemelidir.
Kısaca, bir ibadet seyahati olan hac yolculuğunun kendine has sıkıntıları vardır. Bu itibarla sabırlı olmalı, kalp kırmamaya, kimseyi incitmemeye çalışmalı, vicdanını rahatsız edecek tavır ve hareketlerden uzak durmalıdır. Her an bir grup ve kafile içinde olduğunu unutmayarak beşeri münasebet, adap ve görgü kurallarına riayet etmelidir.
[ III-YOLCULUKTA NAMAZ ]
Asli vatanından, dinen sefer sayılacak uzaklıkta bir yere gitmek üzere yola çıkan bir kimse yolculuk esnasında dört rek’atlı farzları ikişer rek’at olarak kılar. Gittiği yerde 15 günden az kalacaksa aynı şekilde dört rek’atlı farzları ikişer rek’at olarak kılar. Gittiği yerde 15 gün veya daha fazla kalmaya karar verirse, namazlarını tam kılar.
Buna göre, Arafat’a çıkmadan önce Mekke’de kesintisiz en az 15 gün veya daha fazla kalanlar, mukim sayıldıklarından, gerek Arafat’a çıkmadan önce Mekke’de, gerek Arafat, Mina ve Müzdelife’de ve gerekse Arafat dönüşü Mekke’de kaldıkları süre içinde namazlarını tam olarak kılarlar.
Arafat’a çıkmadan önce Mekke’de 15 günden az kalanlar, misafir sayıldıklarından gerek Arafat’a çıkmadan önce Mekke’de, gerek Arafat, Müzdelife ve Mina’da namazlarını seferi olarak kılarlar. Arafat’tan döndükten sonra Mekke’de 15 gün veya daha fazla kalacak olanlar ise bu süre zarfında namazlarını tam olarak kılarlar.
Uygulamada Medine ziyareti 15 günden az olduğundan Medine’de namazlar seferî olarak kılınır.
Seferî olup da oralarda mukim olan imamlara uyarak namazlarını kılanlar, imamla birlikte namazlarını tam olarak kılarlar.
[ IV- HACCIN EDA ŞEKİLLERİ ]
Hac, hac ayları denilen zaman dilimi içinde yapılan bir ibadettir. Hac ayları Hicrî takvime göre Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk on günüdür. Hac, bu aylar içinde umresiz de yapılabilir, umre ile birlikte de yapılabilir. Haccın umresiz ya da umre ile birlikte yapılmasına haccın eda şekilleri denir.
Haccın eda şekli üçtür:
[ 1- İfrad Haccı ]
İfrad haccı, umresiz yapılan hacdır. Aynı yılın hac ayları içinde, hacdan önce umre yapmaksızın hac niyetiyle ihrama girilir ve yalnızca hac yapılırsa ifrad haccı yapılmış olur.
[ 2- Temettu Haccı ]
Temettu haccı, aynı yılın hac ayları içinde önce umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra yeniden hac için ihrama girerek yapılan hacdır.
Temettu haccı yapacak olanlar, mikat sınırında veya daha önce umreye niyet ederek ihrama girerler. Umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarlar. Daha sonra zamanı gelince hac için ihrama girerler. Haclarını eda ettikten sonra ihramdan çıkarlar.
[ 3- Kıran Haccı ]
Kıran haccı, aynı yılın hac ayları içinde umre ve hacca birlikte niyet ederek ikisini aynı ihramla yapmaktır.
Kıran haccı yapacak olanlar mikat sınırında veya daha önce umre ve haccın her ikisine birden niyet ederek ihrama girerler. Umre yaptıktan sonra ihramdan çıkmazlar, aynı ihramla haccı da eda eder, sonra ihramdan çıkarlar.
Kıran ve temettu haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri vaciptir. İfrad haccı yapanların şükür kurbanı kesmesi gerekmez
kabe
02.12.2004 - 17:09[ 2. Mescid-i Haram ]
'Mescid-i Haram', Mekke’de ortasında Kâbe’nin bulunduğu büyük bir mabettir. Buna 'Harem-i Şerif' de denir. Mescid-i Haram, Hz. Peygamber döneminde, Kâbe’nin etrafındaki küçük bir alandan ibaret iken ilk olarak Hz. Ömer tarafından genişletilmiş ve etrafı bir duvarla çevrilmiştir. Daha sonraları Mescid-i Haram günümüze kadar pek çok defa genişletilmiştir.
Bugün Mescid-i Haram, yüz binlerce insanın içinde ibadet edebileceği genişlikte bir alana sahiptir.
Resim-1 Bugünkü Mescid-i Haram’dan bir görünüş
Mescid-i Haram’ın içinde, Kâbe’den başka 'Makam-ı İbrahim' ve 'Zemzem' kuyusu bulunmaktadır.
'Makam-ı İbrahim', yaygın görüşe göre, Hz. İbrahim’in Kâbe’yi inşa ederken iskele olarak kullandığı ya da insanları hacca çağırırken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Burası 'Kâbe Kapısı' nın bulunduğu duvarın karşısında Kâbe’ye yakın bir yerde bulunmaktadır.
'Zemzem', Allah’ın Hz. Hacer ve oğlu Hz. İsmail’e ihsan ettiği suyun adıdır. Zemzem suyunun ortaya çıkışı şöyle olmuştur: Hz. İbrahim, Allah’ın emriyle eşi Hacer ve süt emmekte olan oğlu İsmail’i zemzemin bugünkü yerinde bulunan büyük bir ağacın altına yerleştirmişti. O sırada Kâbe yapılmamış ve Mekke şehri kurulmamıştı. Etrafta ne bir insan, ne su, ne de bir hayat belirtisi vardı. Bu şartlar altında yaşamaya devam eden Hacer, nihayet su ve yiyeceği bitince çaresiz kalmış, bir can yoldaşı görebilmek ve birkaç yudum su bulabilmek umuduyla önce 'Safa Tepesi' ne, sonra da 'Merve Tepesi' ne çıkmış ve bunu yedi defa tekrarlamış.(12) Merve Tepesi’ne son gelişinde oğlunu bıraktığı taraftan bir ses duymuş. Oğlunun yanına geldiğinde orada Cebrâil tarafından zemzem suyunun çıkarılmış olduğunu görmüş.
Yeryüzündeki suların en üstünü olan 'Zemzem', halen Kâbe’nin 20 m. kadar doğusunda, 'Makam-ı İbrahim' e yakın bir yerde bulunan kuyudan çıkmaktadır. Bu kuyu tavaf alanının altındadır. Kuyuya biri bayanlara diğeri erkeklere ait olmak üzere iki ayrı yerden merdivenlerle inilmektedir. Zemzem suyu, içildiği gibi abdest ve gusülde de kullanılabilir.
Hz. Peygamber zemzem hakkında şöyle buyurmuştur: 'Zemzem hangi niyet için içilirse o niyet içindir.'(13) Bu itibarla zemzem içerken dilek ve niyeti belirterek içmek uygundur.
Zemzem içerken, 'Allah’ım! Senden yararlı ilim, bol rızık ve her türlü dert için şifa istiyorum.' diye dua edilir.
Mescid-i Haram, yeryüzündeki tüm mescidlerden üstündür. Burada kılınan namaz da diğer mescidlerde kılınan namazlardan fazilet bakımından kat kat üstündür.(14)
kabe
02.12.2004 - 17:05[ 1. Kâbe ]
Haccın sebebi ve namazlarda kıblegâhımız olan Kâbe, yeryüzünde alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk binadır. Allah'ın emriyle Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından Mekke'de yapılmıştır.(11)
1. Kâbe
Haccın sebebi ve namazlarda kıblegâhımız olan Kâbe, yeryüzünde alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk binadır. Allah’ın emriyle Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından Mekke’de yapılmıştır.(11)
'Mescid-i Haram' denilen mabedin ortasında bulunan Kâbe, kuzeydoğu duvarı 12.63; kuzeybatı duvarı 11.03; güneybatı duvarı 13.10; güneydoğu duvarı 11.22 ve yüksekliği 13 m olan 145 m2 alan üzerine kurulmuş taş bir binadır. Üzeri siyah bir örtü ile örtülüdür. Örtüsü her sene hac mevsiminde yenilenmektedir.
Kâbe’nin köşeleri yaklaşık olarak dört ana yönü gösterir. Köşelerden her birinin ayrı ismi vardır.
Doğu köşesine 'Hacer-i Esved' veya 'Şarki', kuzey köşesine 'Irakî', batı köşesine 'Şâmî' ve güney köşesine de 'Yemânî' denir.
Kâbe ölçüleri ve köşeleri
'Hacer-i Esved', Kâbe’nin doğu köşesinde yerden 1.5 m yükseklikte bulunmaktadır. 'Hacer-i Esved' siyah taş demektir. Hz. İbrahim tarafından tavafa başlanacak yere işaret olmak üzere konulmuştur. Başlangıçta çevresi 18-19 cm olan bu taş, çeşitli yıkımlar sebebiyle birkaç defa kırılmıştır. Şimdi, ilk olarak konulduğu köşede, gümüş muhafazalı kurşun içine gömülü yedi parça halinde bulunmaktadır.
Kâbe’nin, kuzeydoğu duvarında (Hacer-i Esved ile Irakî köşeleri arasında) Hacer-i Esved köşesine yakın ve yerden 1.97 m kadar yükseklikte bulunan altın kaplı bir kapısı vardır. Kapı 1.8 x 3.5 m boyutlarındadır. Kapı ile Hacer-i Esved köşesi arasında kalan bölüme 'Mültezem' denir.
Kâbe’nin kuzeybatı duvarının (Irakî ile Şamî köşelerinin) karşısında, yerden 1.25 m yükseklikte yarım daire şeklinde bir duvar bulunur. Bu duvara 'Hatim' denir. Tavaf bu duvarın dışından yapılır. Bu duvar ile Kâbe arasında kalan boşluğa da 'Hicr-i Kâbe', 'Hicr-i İsmail' veya 'Hatîra' denir. Bu boşlukta Kâbe’ye yönelerek namaz kılınabilir, dua edilebilir. Ancak Kâbe’ye yönelindiği gibi buraya yönelip namaz kılınmaz.
Kâbe’nin 'Hatîm'’e bakan duvarının üst ortasında altından yapılmış bir oluk bulunmaktadır. Halk arasında 'Altın Oluk' diye bilinen bu oluğa 'Mizab-ı Kâbe' denir.
ibadet
02.12.2004 - 17:01[ II- UMRE NEDİR? ]
Umre, belirli bir vakte bağlı olmaksızın usulüne göre ihrama girdikten sonra, tavaf ederek Kâbe’yi ziyaret etmek ve diğer bazı dini görevleri yerine getirmek suretiyle yapılan ibadettir.
Hacca 'Hacc-ı Ekber' (büyük hac) , umreye de 'Hacc-ı Asgar' (küçük hac) denir.(10)
ibadet
30.11.2004 - 19:41..: DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARLARI:..
T.C.
BAŞBAKANLIK
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
Türkçe İbadet
04.12.1997
Son günlerde Türkçe ibadet ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:
Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.
Ancak Yüce Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.” (Al-i İmran, 3/138)
“Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun...” (Maide 5/67)
“Kendilerine, indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 16/44)
“Bu Kur’an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.” (Sad, 38/29) buyurulmuştur.
İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır. Nitekim, İslamın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk. Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:
Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “... sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır.
Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (s.a,) ’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (s.a.) ’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim:
“Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail) , uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuara 26/192-195)
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Ta-Ha 20/113)
“Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.” (Zümer, 39/28)
“Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur’an denilemeyeceği ve tercemesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir.
Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.
Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi’nin Cuma namazında Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü(nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey’eti kararında:
“Namazda kıraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur’an itlakı kezalik bi’l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur’an mahallinde terceme-i Kur’an’ın adem-i cevazı da bi’l-umum mezahib fukahasının icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücaseret, namazı vaz’-ı şer’isinden tağyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe şekline vaz’ı mutazammın olduğu gibi, beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis olacağından, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol vechile tebligat icrası...” denilmiştir.
Şüphesiz bir müslümanın en azından namazda okuduğu Kur’an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur’an yerine koymanın ve Kur’an hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır.
Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ı Kerim asli lafızları ile okunur. Yüce Rabbımızın bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise, terceme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur’an-ı Kerim’in terceme, meal ve açıklamalarını okumak ta çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir.
namaz
30.11.2004 - 19:33Belirli şartları taşıyan Müslümanlara günde beş vakit namazın farziyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Beş vakit namazın eda edileceği vakitlere ve ne şekilde eda edileceğineKur'an-ı Kerim'in bir kısım ayetlerinde mücmel olarak işaret olunmuş, bu işaretler Rasalül1ah (s.a.) 'in kavli ve fiili sünnetiyle açıklık kazanmıştır. Bilindiği üzere Kur ' an-ı Kerim ' deki mücmel emir ve hükümleri açıklama yetkisi, Onu insanlara tebliğle görevli olan Peygamber (s.a.) Efendimize aittir. O namazı bizzat kılarak ve Müslümanlara imam olup kıldırarak nasıl kılınacağını öğrettiği gibi bunların vakitlerini de göstermiştir. Gerek kılınış şekli, gerek vakitleri ile ilgili bu uygulama ameli tevatür o1arak, günümüze kadar devam etmiştir.
Kur'an-ı Kerim' de beş vakit namaza mücmel olarak işaret eden ayetlerden Taha Süresinin 130 uncu ayetinde:
'...Güneşin doğmasından önce de, batmasın dan önce de Rabbını övgü ile tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, rızaya ulaşasın.' buyurulmuş; güneşin doğmasından ve batmasından önce, gece saatlerinde ve gündüzün iki ucunda olmak üzere beş ayrı vakitte Cenab-ı hakk' ı tesbih yani namaz kılmak emredilmiştir.
Bakara Süresinin 238 inci 'namazlara ve ayrıca orta namaza devam edin' mealindeki Ayet-i kerimede 'namazlar' anlamındaki 'salâvat' kelimesi çoğuldur. Arapça da çoğul üçten başlar. 'İki' ye tesniye denir ve 'iki namaz' sözü 'salateyn' şeklinde söylenir. Demek oluyor ki, ayetteki 'salavat' sözünden en az üç namaz anlaşılır. Ayrıca bir de 'orta namaz' var. Çünkü matuf, matuf aleyhten (üzerine atıf yapılandan) ayrıdır. Bu sebeple 'orta namaz', 'namazlar' ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza 'orta namaz' denilmesi de mümkün değildir. O halde, ayetteki 'salavat' kelimesi, en az dört namazı ifade eder. Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar. Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır.
Hüd süresinin 114'üncü ayetinde ise, 'Gündüzün iki ucunda ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl...' buyurulmaktadır.
.
Ayet-i celilede 'gündüze yakın saatler' anlamındaki 'zülef' kelimesi, 'zülfe' nin çoğuludur. Yukarıda belirtildiği üzere en az üç adedi ifade eder. demek oluyor ki, bu ayete göre gecenin gündüze yakın saatlerinde, (akşam, yatsı ve sabah namazı olmak üzere) en az üç namaz var. Ayrıca gündüzün iki ucunda da iki vakit var. Böylece bu ayet-i kerimeden de namazın beş vakit olduğu anlaşılmaktadır.
Bunlardan başka Nisa, 4/103. Hud, 11/114; İsra, 17/78; Rum, 30/17-18; Nur, 24/36; Kaf, 50/39-40; Dehr (İns8n) , 76/25-26 ayet.-i kerimelerinde de beş vakit namaza veya vakitlerine mücmel o1arak işaret eden ifadeler bulunmaktadır. Bu mücmel ifade ve işaretler, Rasulüllah (s.8.) , in söz ve uygulamalar ile açıklanmış, onun açıkladığı ve uyguladığı şekilde bütün Müslümanlar tarafından ameli uygulama olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir. Asr-ı Saadetten beri her asırda Müslümanlar beş vakit namaz kılmış hiç kimse bunun aksini söylememiştir. Bu itibarla 'Kur'an' da beş vakit namazın bulunmadığı iddiasının ilmi hiç bir değeri yoktur.
Hutbe
30.11.2004 - 19:3017.12.2004 - İSRAF (cuma hutbesi)
Muhterem Müslümanlar!
Yüce dinimiz İslam’ın, huzurlu bir hayat için benimsediği prensiplerden birisi de, iktisat ve îtidaldir. İktisad ve itidal, yeme-içme, harcama, konuşma ve benzeri bütün işlerde ölçülü olmaktır. Bunun zıddı ise israftır. İsraf, ihtiyaç sınırını aşmak, aşırı harcamalarda ve ölçüsüz davranışlarda bulunmak demektir.
Nitekim Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, olgun Mü’minlerin sıfatlarını sayarken, onların daima ölçülü olduklarını vurgulamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır”[1].
Muhterem Müslümanlar!
Allah tarafından bize bahşedilen hayat, sağlık, eş, evlat, makam-mevki, mal, mülk gibi nimetler, hep emanet olarak verilmiştir. Onun için biz, bu nimetleri kullanma tarzımızdan, israf edip etmediğimizden ve bunları nerelerde harcadığımızdan ahirette sorguya çekileceğiz. Konumuzla ilgili olarak Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Sonra o gün, nimetlerden hesaba çekileceksiniz”[2].
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de: “Kıyamet günü insanoğlu, ömrünü nerede harcadığından, yaptığı işleri ne niyetle yaptığından, nasıl kazanıp nereye harcadığından, vücudunu ve sıhhatini nerede ve nasıl değerlendirdiğinden sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılamaz”[3] buyurmuşlardır.
Millet olarak israftan özenle kaçınmalıyız. Özellikle, çöpe atılan ekmeklerden tutun da kamu malları, tabi kaynaklar, elektrik, su ve zaman gibi sayısız nimetler israf ediyoruz. Hâlbuki yeryüzünde hiçbir kaynak ve imkân sonsuz değildir. Günümüzde bunların değeri, daha da artmıştır. Çünkü azalan kaynaklar daha çok değer kazanırlar. Değerli şeyler ise rasgele sarf edilmezler.
Muhterem Müslümanlar!
Allah’ın bahşettiği maddi imkânların israf edilmesi büyük bir vebal olduğu gibi, sonuçta pek çok yuvanın dağılmasına ve ülkenin ekonomik açıdan zayıflamasına da sebep olmaktadır. Bunun için şahsi harcamalarımızda ölçülü olmak, ülke kaynaklarını dikkatli kullanmak, verimli alanlarda değerlendirmek, dini ve milli bir görevdir. Yarınlarımızın huzur ve rahatı için fert ve millet olarak iktisatlı davranmak ve israfa sapmamak zorundayız. Çünkü israf, Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük ve saygısızlıktır. Tutumlu olmak ise, o nimetlere gösterilen fiili bir saygı ve şükürdür.
Muhterem Müslümanlar!
Hutbemi bir ayet mealiyle bitiriyorum:
“Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabb’ine karşı çok nankörlük etmiştir.”[4]
Yaşar YİĞİT
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
---
[1] Furkan,25/ 67.
[2] Tekasur; 102/8
[3] Tirmizî, Kıyame 1
[4] İsrâ; 26,27.
www.diyanet.gov
Hutbe
30.11.2004 - 19:27KULLUK BİLİNCİ
Muhterem Müslümanlar!
Yaratılanlar arasında eşsiz bir yeri olan ve yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insan, gayesiz ve başıboş olarak yaratılmamıştır(1) . Zira insan, kendisine bahşedilen hayatı gelişi güzel yaşayıp sonra da yok olacak bir varlık değildir. Dünyadaki her şey, insanın hizmetine sunulmuş,(2) buna mukabil, insanoğlundan Yüce Allah’ı tanıması, emrettiği yolda hayat sürmesi ve O’na kulluk etmesi emredilmiştir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”(3) , “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır”(4) ilahî buyrukları bu gerçeğin ifadesidir. Bu itibarla İman ve ibadetler, manevî varlığın temel taşı, insanın dünya ve ahiret saadetini sağlayan en değerli iki manevî sermayesidir.
Aziz Mü’minler!
Dinimize göre, hayat anlamsız bir var oluş olmadığı gibi, ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Aksine hayat, hayırlı bir faâliyet alanı, ölüm ise bu faâliyetlerin karşılığını bulacağımız, ebedi âleme geçişi sağlayan bir dönüm noktasıdır. Buna göre, bir Müslüman içinde bulunduğu zamanının kıymetini iyi bilmek ve kendisine verilen ömrü en iyi şekilde değerlendirmek durumundadır. Yüce Allah kullarını şöyle uyarmaktadır: “Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de, “Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! ” demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın. Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır”(5) . Evet, hayat zorluklarla doludur. Ancak, hayatın iniş ve çıkışlarına rağmen, kulluk bilincini kaybetmeyen mü’minlerden Yüce Allah şöyle bahsetmektedir: “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alış verişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.”(6)
Değerli Mü’minler!
Ümmetini her vesileyle imanın gereği olan salih amellere yönlendiren ve ahirete hazırlık yapmalarını tavsiye eden Peygamberimiz: “Meşgul edilmeden önce sâlih amellere koşun”(7) buyurmuşlardır. Unutmamak gerekir ki, kişi bu dünyada yapmış olduğu en küçük bir iyiliğin mükâfatını, en küçük bir kötülüğün de cezasını görecektir.(8) Buna göre, hayatın verimli olması için, ibadetler ve hayırlı hizmetlerle dolu hale getirilmesi gerekmektedir. Nitekim Yüce Allah insanlığı bu konuda uyararak şöyle buyurmuştur: “Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir) .”(9)
Gerçek şu ki, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır”(10) ayetini kendisine rehber edinenler, dünya ve âhirette zararlı çıkmayacaklardır.
Yüksel SALMAN
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
_________________
1 el-Kıyâme, 75/36.
2 el-Hac, 22/36,37, 65; el-Câsiye, 45/12; İbrahim, 14/ 32-33; Lokmân, 31/20.
3 ez-Zâriyat, 51/56.
4 el-Mülk, 67/2.
5 el-Münâfıkûn, 63/9–11.
6 en-Nûr, 24/36–37.
7 İbn Mâce, “İkame”,78.
8 ez-Zilzâl, 99/7–8.
9 el-Asr, 103/1–3.
10 el-Haşr, 59/18.
www.diyanet.gov
Hutbe
30.11.2004 - 19:21Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkaslarda yıllardır devam eden ve dünya barışını doğrudan etkileyen huzursuzluk ve çatışmaların, bugünlerde komşumuz Irak’ta önlenemez bir insanlık felâketine dönüştüğünü üzülerek müşahede etmekteyiz. Katledilen masum insanlar, sönen ocaklar, kimsesiz ve çaresiz kalan çocuklar, saldırıya uğrayan mabetler ve vahşete dönüşen savaş, şiddetin şiddetle karşılık bulması ve şiddetin kadınlara, çocuklara, insani yardım, ticaret gibi amaçlarla ülkede bulunan herkese kadar uzanması bütün insanlığı derinden yaralamakta ve geleceğe dair ciddî bir karamsarlığa ve endişeye sevk etmektedir. İnsanlığın temel değerlerine, hak ve özgürlüklerine yöneltilen bu tür çirkin saldırıları hiçbir gerekçe haklı kılamaz.
Geçen yüzyılda insanlığın yaşadığı korkunç tecrübelere rağmen şiddet, terör ve savaşların giderek tırmanması, özellikle barış ve esenlik mekânları olan mabetlerin amacı dışında kullanılması, insanlığın ortak kültür mirasının sorumsuzca tahrip edilmesi, çocukların ve masum insanların insafsızca katledilmesi, içinde yaşadığımız yüzyılda artık tekrar edilmemesi gereken bir insanlık ayıbı ve suçudur.
İnsanlığa ilâhî rehber ve mesaj olarak gönderilen yüce dinimiz İslâm, yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuğu değil; düzeni, insanlar arasında barış ve adaleti gerçekleştirmeyi amaçlamış, düşmanlığı ve zulmü yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerim’de bütün müminler toptan barışa çağrılmakta, ilâhî din mensupları asgarî müştereklerde barış ve uzlaşmaya davet edilmektedir. (Al-i İmran, 64)
Aynı dünyayı paylaşan milletler, birbirlerine karşı merhamet ve hakkaniyet ölçüleriyle hareket etmelidir. Bütün peygamberler, insanları barış ve kardeşlik içinde yaşamaya, hak ve hukuka riayete davet etmiştir. Ancak tarihî süreçte olduğu gibi çağımızda da bu ilâhî prensipler, bazı siyasî ve ekonomik sebeplerle çiğnenmekte, dünyamızın birçok bölgesinde barış yok edilmektedir.
Toplumlar ve farklı din-kültür mensupları arasında yüzyıllar boyu sürmesi muhtemel kin ve nefret tohumlarının ekilmesine sebep olan son olaylar, iyice tırmanan şiddet hatta vahşet manzaraları, onur kırıcı ve alçaltıcı cürümler insanlık tarihine düşen kara bir leke olarak kalacak ve hafızalardan kolay kolay silinmeyecektir. Bu durum aynı zamanda dünya barışı için çaba gösteren Müslüman, Hristiyan ve Musevî din adamlarının, barış gönüllülerinin işini de zorlaştırmaktadır.
Biz bundan yola çıkarak bütün dini liderleri barışa öncülük yapmaya, siyasetçileri de onlara kulak vermeye çağırıyoruz. İnsan hak ve özgürlükleri, barış içinde birlikte yaşamak, karşılıklı sevgi ve saygı, diyalog ve hoşgörü gibi yüksek değerleri savunan herkesin bunları sözde bırakmayıp hayata geçirmesi, özellikle güç ve iktidar sahiplerinin de bu vahşeti durdurmak için ortak bir tavır belirlemesi ve yaraların sarılması konusunda işbirliği yapması insanî ve tarihî bir sorumluluktur. İnsanlığın geleceğini tehdit eden bütün olaylar karşısında herkesi sağduyuya, bilinçli ve sorumlu davranmaya davet ediyoruz.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
Toplam 10 mesaj bulundu