Erkut Ulucan Antoloji.com

                                                          


Gel Bak Bir Elimde Gökyüzü Var Hala, Ötekinde Kayıp Giden Yıldızlar L a L a ....

  • Aslı Çalışkan
    Aslı Çalışkan 08.06.2009 - 23:36

    yaşıyor musun ya nerelerdesin? hiç görmüyorum seni.

Toplam 1 mesaj bulundu

TÜM YAZILANLAR


Toplam 8 mesaj bulundu

TÜM YAZILANLAR
  • nihal atsız

    12.12.2008 - 08:53

    12 Ocak 1905’te doğan Nihal Atsız’ın, 11 Aralık 1975’e kadar geçen 70 yıllık ömrünün her anı ’milliyetçi’ olmanın bedelini ödeyerek geçti...

    7-8 yaşlarında Deniz Güverte Binbaşısı olan babası Mehmet Nail Bey’in görevi dolayısıyla bulundukları Süveyş’teki İtalyan çocukları, Fransız İlkokulu’ndaki Rum çocukları ona Türk olmasının bedelini ödetmeye kalkıştı... Sonra, Atatürk’ün fikirlerimin babası dediği Ziya Gökalp’in cenaze törenine katıldığı için Askeri Tıbbıye’deki hocaları bedel istedi... Sonra 1932’de Birinci Türk Tarih Kongresi’de Dr. Reşid Galip’e karşı, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ı savunduğu için Milli Eğitim Bakanlığı bedel ödetti..

    Atsız Mecmua, Orhun, Ötüken... Yazdıkça sürüldü, yazdıkça cezalandırıldı, yazdıkça yargılandı, yazdıkça taşıdı sadece bedenen değil, ruhen de Türk olmanın sorumluluğunu. İşsiz kaldı. Geçinmek için kitaplarını sattı. An geldi kitapları, başkalarının adlarıyla basılabildi.

    10 Aralık 1975’te geçirdği kalp krizinin enfarktüs olduğu anlaşılamadı. Ertesi akşam geçirdiği ikinci kriz sonucu vefat etti. Cenazesi 13 Aralık 1975’te Kurban Bayramının ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii’nde kaldırıldı.
    Güçlü bir Türkolog da olan Atsız Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor, Deli Kurt adlı romanlarıyla Türk tarihinin pek araştırılmamış dönemlerinin perdelerini araladı. Şiirlerinin derlendiği Yolların Sonu kitabı defalarca basıldı ve basılıyor. O’nun kitaplarından sonra bu millet kendi adlarıyla tanıştı; Almıla’lar, Kürşad’lar, Gökçen’ler, Urumgu’lar, Yamtar’lar doğmaya başladı.

    SARAÇOĞLU’NA AÇIK MEKTUP
    Atsız’ı, sadeve Türk fikir hayatında değil, siyasi tarihte de bir milad haline getiren olay Orhun’un 1944 yılı Mart ve Nisan aylarında devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na açık mektuplar yazmasıdır. Atsız, bu mektuplarla Ahmed Cevad Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel’in okullardaki Marksist faaliyetlerini ifşa ederek Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel’i istifaya çağırmıştı. Atsız’ın ortaya çıkardığı ‘Rus yanlısı fikri işgal’ o denli tepki çekmişti ki, Yücel kendi partisinde dahi ‘hedefteki adam’ konumuna gelmişti. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere bir çok şehirde, komünizm aleyhinde gösteriler başlamış, Atsız destek sözleri içeren mektup ve faks yağmuruna tutulmuştu.

    Atsız’ı etkisizleştirmek için Boğaziçi Lisesi’ndeki görevine son verildi. Orhun dergisi ‘bir kere daha’ kapatıldı. Sabahattin Ali, Atsız aleyhinde hakaret davası açtı.

    Bu dava, bir aydının kalemiyle yapabileceklerine muazzam bir örnek oldu.

    Nihal Atsız’ın, davanın ilk duruşması için Ankara’ya gittiğinde, üniversite gençliğinin sevgi gösterileri ile karşılandı. Mahkeme salonuna giremeyen gençler marşlarla Ulus Meydanı’na doğru yürüdü. Bu gösterilerde 165 genç tutuklandı.

    İNÖNÜ’NÜN 19 MAYIS NUTKU VUR EMRİ GİBİ
    Atsız’a destek verdikleri için, Alparslan Türkeş’in ifadesiyle ‘kafaları patlatılan, kaburgaları kırılan’ ve tutuklanan bu gençlerin aileleri ‘Gençlik Bayramı’nda Cumhurbaşkanı İnönü’den ‘müjde’ beklediler, Ama İnönü, dinleyenleri dehşete düşüren şu sözleri söyledi: “ Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhâl düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin, bütün tedbirlerini kullanacağız. Emin olabilirsiniz ki vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz....”

    Dava ”Sabahattin Ali - Nihâl Atsız davası“ olmaktan çok ”Komünizme karşı Türkçülük davası“ halini almıştı. Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali’ye ” vatan haini “ dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız’ın cezası hâkim tarafından ” milli tahrik “ gerekçesi ile 4 aya indirilip, ertelenmesine rağmen Atsız, mahkemenin kapısından çıkarken tutuklandı. Turancılık davasının 7 Eylül 1944 günkü duruşma açıldığında, sıkıyönetim komutanlığının son tahkikat kararı, Savcı Kâzım Alöç tarafından okundu. Kararın başlangıcında yer alan ”vatana ihanetleri sabit olanlar... “ ibaresi sanıkları daha yargılamadan suçlu ilân etti. Alöç işkence iddialarını da şu ifadeleriyle doğruladı: ”Biz bunları huzurunuza vatan hainleri, caniler ve katiller olarak getirdik. Bunları Pera Palas Oteli’nde yatıracak değildik. Onlar müstahak oldukları muameleyi görmüşlerdir. Elbette onlara her nevi zulüm yapılmış ve yapılacaktır “.

    1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde, 65 oturum devam eden yargılama sonunda milliyetçiler muhtelif hapis ve sürgün cezalarına mahkûm oldu. Davada on üç sanık beraat etti. Askerî temyiz mahkemesi mahkumiyet kararlarını esastan ve usulden bozarak 23 milliyetçinin tahliye edilmesini sağladı. Davaya 2 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde devam edildi ve milliyetçilerin hepsi 31 Mart 1947 tarihinde beraat etti.

    Okunması dört saat süren beraat kararında ”Bu nümayiş, millî bir ideolojinin millî olmayan bir
    ideolojiye karşı ifadesinden ibarettir “ deniliyordu.

    ATSIZ’IN SAVUNMASINDAN
    Tabutluklarda, tepelerine asılan 500’er yüzlük ampuller altında, Engizisyonu aratmayacak işkencelerden geçirilen Türk aydınları dirayetli tutumlarıyla tarihe geçti.

    Atsız savunmasında, “Atalarımızdan kalan mirasın bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Ben buraları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik yahut apartman yapacak değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan dolayı kimse bana vatan haini diyemez. Bu çirkef iftirayı iadeye tenezzül etmiyorum. Kimin hain, kimin vatanperver olduğunu tarih tayin edecektir. Irkçı ve Turancı olduğum için mahkum olursam bu mahkumluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.” demişti.

    Tarih, O’nu haklı çıkardı. Atsız’ın bütün derde olan, Türk tarihini bir bütün olarak benimsetmek konusunda hala yetersiziz. Bu nedenle tarihimizle yargılanıyoruz.

  • ötenazi

    11.12.2008 - 10:08

    Hz. Eyüp

    Geçmiş zamanların birinde bağlarıyla ünlü Suriye topraklarında Eyüp adında zengin ve iyi ahlaklı biri yaşardı. ‘Para insanı saptırır’ derler ya, onunkisi öyle değildi; malı gün geçtikçe çoğalıyor, o da gün geçtikçe daha çok hayırsever biri oluyordu. Malın mülkün Allah vergisi olduğunu, onların bir gün hesabını vereceğini aklından çıkarmaz, dilinden şükrünü, malından sadakasını eksik etmezdi.

    Bir insan hem varlıklı hem ahlaklı olunca, onu çekemeyenler de elbette olacak… Bazıları şöyle diyordu:

    “–İnsan bu kadar varlıklı olduktan sonra elbette herkese dağıtır… Malı nasıl olsa çok..! Dağıt, dağıt bitmez ki...! Bu kadar refah içinde olan biri tabi ki iyi ahlaklı olur; ona sataşan yok, çatışan yok… Herkes ona nasıl olsa saygılı davranıyor…”

    Oysa Allah, kulu Eyüp’ün samimiyetini ve Hakk’a bağlılığını biliyordu. Bunu diğer insanlara da göstermek istedi. Hem böylece Eyüp gelmiş geçmiş herkese sabrın simgesi olacaktı.

    Hz. Eyüp’ün tıkır tıkır giden işleri ilk kez hayvanlarının peş peşe hastalanmaya başlamasıyla bozuldu. Kısa süre içinde koca sürüden bir tek sıska inek, bir tek kara keçi kalmadı; hepsi telef oldu. İnsanlar Eyüp’ün bu duruma ne diyeceğini merak ediyor; ağzını yoklayarak:

    “–Nedir bu başına gelenler…! ” diyor ah vah ediyorlardı. Eyüp peygamber yüksek ahlakından ödün vermeksizin:

    “-Allah verdi; Allah aldı; her şey O’nun değil mi? ” diyordu.

    Eyüp Peygamber hayvanlarını kaybetti ama sabrını ve metanetini kaybetmedi.

    Belalar geldiğinde aile ve akrabalarıyla gelirmiş...! Eyüp Peygamber bir gün dışarıda işleriyle meşgul iken acı bir haber aldı. Ani bir sarsıntıyla evleri yıkılmış, tüm çocukları göçük altında kalmıştı. Yıkıntıdan sağ kurtulan yalnızca karısıydı. Hz. Eyüp’ün gözleri evlat acısından kanlı yaşlarla doldu; ama ‘sabır’ dedi.

    Eyüp Peygamber çocuklarını kaybetti ama sabrını ve metanetini kaybetmedi.

    Belalar henüz bitmemişti. Hz. Eyüp’ün vücudunda yaralar çıkmaya başladı. Küçük küçük çıbanlar, gün geçtikçe büyüdü; bütün vücuduna yayıldı. Eyüp Peygamber hekimlere gitti, ilaçlar kullandı ama nafile… Yaralar iyileşeceğine azıyordu. Eyüp Peygamber’in hastalığı arttı. Artık çalışamadığı için elde avuçta ne varsa hepsini tüketti. Karısı ona bakıyor, evi geçindirmeye çalışıyordu.

    Eyüp Peygamber’in yaraları çok fenalaştı. Hastalığının bulaşıcı olması ihtimaline karşı kimse onun yanına yaklaşmak istemiyordu. Eyüp Peygamber yapayalnız kalmıştı. Acı ve ıstıraplar içindeydi… Allah’a dua etmeye ve O’ndan sabır istemeye devam etti. Ama artık bırakın vücudunu hareket ettirmeyi, dudaklarını kıpırdatacak takati kalmamıştı. Bir insanın başına gelebilecek her türlü felaket ve müsibet, onun başına gelmişti ve o, tıpkı sağlıklı ve varlıklı günlerinde olduğu gibi Allah’tan uzaklaşmamış, O’na olan bağlılığını ve güvenini kaybetmemişti. Hz. Eyüp imtihanını başarıyla geçmiş ve insanlara örnek bir kul olmuştu.

    Eyüp Peygamber sağlığını kaybetti ama sabrını ve metanetini kaybetmedi.

    Hastalığının şiddetlendiği bir anda:

    “Ey Rabbim! ” diye dua etti. Halim sana malumdur. Adını anamayacak kadar hastayım! Ey Şifa Veren! Şifana muhtacım…”

    Yüce Allah, kulundan hoşnuttu. Eyüp Peygamberin makamını, katında daha da yüceltti. Ona:

    “–Ayağını yere vur” diye vahyetti. Eyüp Peygamber güçlükle ayağını kaldırıp indirdi. Ayağını indirdiği yerden berrak bir su kaynamaya başladı. Eyüp Peygamber o suyla yaralarını temizledi. Yaraları kısa sürede kuruyup kayboldu; sudan doyasıya içti, içindeki dertler şifa buldu. Eyüp aleyhisselam, hastalanmadan önceki sağlığına tez zamanda kavuştu. Sağlığını kazanan Hz. Eyüp, servetini de yeniden kazandı. Böylece o, refah ve sağlık içindeyken Allah’ı unutmadığı gibi, yoksul ve hastalıktayken de O’na küsmedi, isyan etmedi. Böylece Eyüp aleyhisselam, Allah’ın sadık ve sabırlı bir kulu olarak tarihe geçti.

  • ötenazi

    11.12.2008 - 10:00

    Canlı İntiar... Canlı İntiar Belgeseli:(

Toplam 13 mesaj bulundu

TÜM YAZILANLAR