Coracesium Alanya'nın en eski adı. Bu konuyla ilgili Mehmet Mollaosmanoğlu'nun Ata Mezarlığı adlı kitabından bir bölüm detaylı bilgi veriyor:
MÖ 1300’ler olası tarih. Yer; Doğu Akdeniz’in kuzey kıyılarında küçük bir sahil kenti. Üç ayrı lisanda üç farklı adı var. Latince adı Coracesium. Cora, el değmemiş-bakire demek. Cesium ise “gökyüzü mavisi” anlamında. Ama bir başka kaynak bu kelimeyi gökyüzünün “altın rengine çalmış gri hali' olarak çeviriyor. Ve bu daha mantıklı geliyor. Çünkü atom numarası elli beş olan sezyum (Latince adı cesium) madeninin rengi de “griye çalan altın”. Bu durumda kesin olan şey, Latince adının “Gökyüzü Altındaki El Değmemiş Şehir” anlamına geldiği... Tabii bu gökyüzünün rengi “mavi” mi, yoksa “griye çalan altın” mı biraz karışık, ama tarihi bir olay ışığında bu bilmeceyi çözmek mümkün görünüyor. Fakat daha önce kentin diğer adları üzerinde, biraz daha kafa yormada fayda var:
Eski Yunancada Korakession deniyor bu kente, Luvi dilinde (Anadolu’da ilk kullanılan dil) ise, Korakassa olarak adlandırılıyor. Kora, her halükârda Cora ile aynı anlamda, yani “el değmemiş”. Kession ya da kassa kelimesi üzerinde biraz araştırma yapınca ilginç bir sonuca ulaşılıyor:
MÖ 2200’lerde Yunanlılar, Anadolu’da aniden ortaya çıkan bir halka Kosseanlar adını veriyor. Anadolu’nun yerli halkı ise aynı topluluğu, “Kalay Diyarından Gelen Halk” anlamında Kasiteler diye adlandırıyor. Elimizde çok fazla belge bulunmayan bu halkın Coracesiumlular olması çok kuvvetli bir olasılık gibi görünüyor, çünkü Coracesium kentine yerleşimin başlaması da aşağı yukarı bu tarihlere denk geliyor. Üstelik, Kosseanların kentinin adının Korakession olması Yunanca dil yapısına da aykırı durmuyor. Bu durumda bir Coracesium-kalay madeni bağlantısı ortaya çıkıyor.
İlginç bir bağlantı da aynı dönemde Anadolu’ya yerleşen Hititlerde görülüyor. Hititler ile Kosseanlardan geriye kalan belgelerden anlaşılıyor ki, yazı stilleri aynı. Yalnız dikkat edilmesi gereken bir durum var. Kosseanlar’dan tam iki yüz sene sonra, yani MÖ 2.000’lerde Anadolu’ya geliyorlar. Bu durum, Hititlerin, Kossean yazı stilini almış olma durumunu doğurduğu için, söz konusu yazının imtiyaz sahibi de “Kalay Diyarından Gelen Halk” oluyor. Bu stil bildiklerimizden farklı; sağdan sola, sonra soldan sağa, tekrar sağdan sola. Tarla sürme tekniği deniyor buna. Bunu zihnimizin bir köşesine atalım.
Kosseanlar ya da öbür adıyla Kassiteler’in kalay diyarından gelen insanlar olduğunu söylemiştik ya, kalay madeni çok önemli o devir-lerde, zira bakırla karıştırılıyor ve bronz elde ediliyor. Bronz ise Mezopotamya kültüründe en önemli alaşım. “Bronz Çağı” da buradan geliyor zaten. Bronzun rengini bilmeyenlere hatırlatalım; “griye çalan altın”.
Bu kalay mevzuunu da unutmayalım. Şimdi başta sözünü etti-ğimiz tarihi olayı anlatmaya başlıyoruz:
Coracesium’da sıradan bir gün. İnsanların gündelik faaliyetlerini sürdürmesine yardımcı olacak ılık bir Akdeniz sabahı… Akdeniz’in karşı kıyısında Mısır topraklarının kuzeyinde ise sıra dışı bir güne başlanıyor. Tam kırk yıldır Sina çöllerinde dolaşan İsrailoğulları, Kenan diyarına girmişler ve Eriha’nın güçlü şehirlerini ele geçirmişler. O topraklarda yaşayan Amor kralları İsrailoğulları’na karşı koyabilmek için birlik olup Ayalon Vadisi’nde büyük bir savaşa başlamışlar. İsrailoğulları’nın Kenan güçlerini kovaladığı işte bu gecenin sabahından itibaren, şiddetli bir dolu yağışı ortalığı kasıp kavurmaya başlıyor. Bu öyle bir doludur ki, büyük buz taneleri her iki kesimde de, kılıçların öldürdüğünden daha fazla can kaybına neden oluyor. Üstelik gökte tek bir bulut olmadığı gibi, güneş de olduğu yerde sabit durmaktadır. Savaşın ve buz yağmurunun altındaki askerler olayın vahametine tepki verecek durumda değiller muhtemelen ama, Coracesium’da yaşayan yerli halk, sokaklara dökülüp avaz avaz bağırarak günahlarını itiraf edip Rablerine dua ederek kurban kesmeye başlıyorlar. Bir yandan da ağlayıp ağıtlar yakıyor-lar. Ve yaklaşık yirmi saat sonra, nihayet güneş yerinden kımıldayıp batıya doğru rutin hareketine devam ediyor. Yorgun, perişan halk evlerine geri dönüyor ama, korkunun ve endişenin ruhlarında açtığı yara ne yazık ki kalıcı olacaktır.
Güney Amerika.., And Dağları tepesinde yaklaşık dört bin metre rakımdaki başka bir küçük yerleşim birimi, adı Allaanyay. Kent halkı uykuda ve nedense sabah olmak bilmiyor. Sonunda birisi, bir türlü şafağın sökmediğini anlayıp herkesi ayağa kaldırıyor. Halk panik halinde tanrıları Viracocha’ya kurbanlar kesip dua etmeye çalışıyor. Çığlıklar ve ağıtlar devam ederken, saatler sonra Güneş doğudan yükselmeye başlıyor. Yorgun ve bitkin halk bu korkuyu ömür boyu ruhlarında taşıyacak şekilde evlerine geri dönüyor.Yaşadıkları aynı korkunun kalıcı etkilerini uzun süre taşıyan bu iki halkın tek ortak noktası ruhlarında taşıdıkları izler miydi? Bu yazının sonunda yanıtın “hayır” olduğunu anlayacağız, bu yüzden başka bir soru soralım şimdi:
Neler olmuştu böyle?
Olayın bilimsel açıklaması var elbette, ama biz kısaca mitolojik belgelere göz atacağız.
Eski Ahit’teki Yaşar Kitabı’nda, Rabbin İsrailoğulları’nın savaşı kazanması için düşmanların üzerine dolu yağdırarak güneşi havada tuttuğu destansı bir biçimde anlatılır.
Güney Amerika halk efsanelerinde ise, Titu Yupanqui Pachacuti hükümdarlığının üçüncü yılından itibaren, ahlaksızlık ve vahşilik iyiliğin üstüne çıktığı için, tanrıların gazabına uğranıldığından ve bir gün boyunca şafağın sökmediğinden bahsedilir.
Birbirini doğrulayan bu iki belgeye, tuhaf bir tesadüf mantığıyla bakılabilir mi?
Coracesium’un kelime analizini yapmıştık. Şimdi de güneşin doğmadığı yerdeki kent olan, Allaanyay adını inceleyelim. Yöresel Quechua dilinde Alla, yeryüzü parçası demek. Anyay ise, kazılan, soyulan yer anlamına geliyor. Bu durumda Allaanyay, kazılan yer-yüzü parçası demek oluyor. Peki neden kazılıyor bu topraklar? Çünkü dünyanın en büyük kalay ve bakır madenleri burada. Aynı zamanda Eski Ahit’in Eyüp Kitabı’nda, külçelerin geldiği “Kalay Diyarı” olarak tarif edilen yer de tam olarak Allaanyay’ın bulunduğu And Dağları’nın zirvesi…
En başta sözünü ettiğimiz bilmeceye dönelim şimdi. Akdeniz’deki Coracesium halkının kalay kentinden geldiği söyleniyordu ya; o kalay kenti Allaanyay olabilir mi diye düşündüğümüzde mesafenin uzaklığını kafaya takmazsak ipuçları epey sağlam görünüyor. And Dağları’nda yaşayan halkın yazı stilleri de tuhaf, tarla sürme tekniğinde. Tıpkı Kosseanlar’ınki gibi. İlk başta tereddütte kaldığımız “cesium” kelimesinin, “griye çalan altın rengi” olduğu da kalay bağlantısı nedeniyle artık daha belirgin… Böylece, Dünyanın ters köşesinde adı Allanyay olan, kalay-bakır madenlerinin tam göbeğindeki bir kent ile nasıl olduğu belli olmayan bir bağ ortaya çıkıyor. Ve günümüzde bu bağ, tuhaf bir şekilde daha da sağlamlaşıyor.
Çünkü Coracesium’a artık Alanya deniyor, And Dağları’nın tepesindeki Peru kasabası Allaanyay da günümüzde Alanya adını taşıyor…
Muhteşem 'Yedi Renk' albümü hala pek çok hit ışınlıyor günümüze... 'Günün Birinde' 'Sen Gelmez Oldun' bunlardan ikisi. Aynı albümdeki 'Kabahatim Büyüktür' adlı parçayı kim keşfedecek bakalım.
M.Mollaosmaoğlu'nun Ata Mezarlığı adlı romanında çok güzel anlatılır Atacama Çölü...
Sarı rengin kahverengiden bordoya döndüğü, etrafa altın tozu serpilmiş hissi veren tek renkli bir başka dünyanın semalarında yol alıyordu uçak. Pasifiğin siyaha çalan koyu laciverdiyle, okyanusun bu tekdüzeliğe isyan edercesine dövdüğü dağların eteğine yükselen dalgaların gri sisi bile, bordo-sarının hâkimiyetini kırabilecek güçte görünmüyordu. Zira, Peru’nun güneyinden başlayıp Kuzey Şili’yi kaplayan Atacama Çölü, yaklaşık bin kilometrelik bir sahil şeridine paralel uzanırken, yüksek And Dağları ile Pasifik Okyanusu arasına çekilmiş sarı bir fırça darbesinin keskinliğinde aykırılık abi-desi gibiydi. Dünya kurulduğundan beri değişmeyen tek yer burasıymış gibi görünen çölün bordo-sarı sonsuzluğuna insanlar uğramamış, hayvanlar ayak basmamış, yağmur tek bir damlasını esirgemiş olmalıydı. Çünkü burada, ne bir ot, ne bir kaktüs, ne de bir kertenkeleye rastlamak mümkündü, ama yine de kıyı kentlerinde, madenci kasabalarında, ya da çöl vahalarında yaşayan bir milyona yakın insanın varlığını biliyor olmak, çöle karşı tezattan kaynaklanan tuhaf bir hayranlık uyandırmıştı hep... Bu çelişki, acımasız-vahşi bir coğrafyanın, bu kadar nüfus üzerindeki korumacılığının hayranlığıydı belki de. Aslında, nem olmadığı için hiçbir şey yok olmuyor, çürümeyen her canlı kalıcı eserlere dönüşüyor ve Atacama’nın zenginliğini diğer dünya köşelerinden daha farklı bir boyuta taşıyordu. Bütün bu özellikleriyle, dar kıyı şeridinden yükselerek And Dağları eteklerindeki altiplanolara ulaşan Atacama, verimsiz ve ürkütücü kimliğine kavuşurken, en az yüz yıldır yağmur almamış bölgeleriyle dünyanın en kurak yeri sıfatını da hak etmesine neden oluyordu.
Buna rağmen, dünyevi gözle bakıldığında, üst üste yığılmış bu kadar olumsuzluğa rağmen, ruhunun derinliklerinde her ne varsa sevimsiz, hatta ürperti verici bu coğrafi yapı, Engin’de aşina olduğu bir özlem duygusu uyandırıyordu. Ve çöle atfedilmiş tezattan kaynaklanan hayranlık duygusunu, ezelden beri yaşarmış-bilirmiş gibi hissediyordu…
“Atacama Çölü ha, bence çöl değil altın kaplı bir mabet,” diye mırıldandı saatlerdir gözlerini alamayıp dalıp gittiği aşağıdaki büyüleyici tekdüzeliğe uçağın penceresinden bakarken…
“Atacama’nın anlamını bilmiyorsun değil mi? ” diyen Shan’ın sesiyle başını çevirdi.
“Hayır.”
“Ata Mezarlığı…”
coracesium
26.09.2009 - 16:36Coracesium Alanya'nın en eski adı. Bu konuyla ilgili Mehmet Mollaosmanoğlu'nun Ata Mezarlığı adlı kitabından bir bölüm detaylı bilgi veriyor:
MÖ 1300’ler olası tarih. Yer; Doğu Akdeniz’in kuzey kıyılarında küçük bir sahil kenti. Üç ayrı lisanda üç farklı adı var. Latince adı Coracesium. Cora, el değmemiş-bakire demek. Cesium ise “gökyüzü mavisi” anlamında. Ama bir başka kaynak bu kelimeyi gökyüzünün “altın rengine çalmış gri hali' olarak çeviriyor. Ve bu daha mantıklı geliyor. Çünkü atom numarası elli beş olan sezyum (Latince adı cesium) madeninin rengi de “griye çalan altın”. Bu durumda kesin olan şey, Latince adının “Gökyüzü Altındaki El Değmemiş Şehir” anlamına geldiği... Tabii bu gökyüzünün rengi “mavi” mi, yoksa “griye çalan altın” mı biraz karışık, ama tarihi bir olay ışığında bu bilmeceyi çözmek mümkün görünüyor. Fakat daha önce kentin diğer adları üzerinde, biraz daha kafa yormada fayda var:
Eski Yunancada Korakession deniyor bu kente, Luvi dilinde (Anadolu’da ilk kullanılan dil) ise, Korakassa olarak adlandırılıyor. Kora, her halükârda Cora ile aynı anlamda, yani “el değmemiş”. Kession ya da kassa kelimesi üzerinde biraz araştırma yapınca ilginç bir sonuca ulaşılıyor:
MÖ 2200’lerde Yunanlılar, Anadolu’da aniden ortaya çıkan bir halka Kosseanlar adını veriyor. Anadolu’nun yerli halkı ise aynı topluluğu, “Kalay Diyarından Gelen Halk” anlamında Kasiteler diye adlandırıyor. Elimizde çok fazla belge bulunmayan bu halkın Coracesiumlular olması çok kuvvetli bir olasılık gibi görünüyor, çünkü Coracesium kentine yerleşimin başlaması da aşağı yukarı bu tarihlere denk geliyor. Üstelik, Kosseanların kentinin adının Korakession olması Yunanca dil yapısına da aykırı durmuyor. Bu durumda bir Coracesium-kalay madeni bağlantısı ortaya çıkıyor.
İlginç bir bağlantı da aynı dönemde Anadolu’ya yerleşen Hititlerde görülüyor. Hititler ile Kosseanlardan geriye kalan belgelerden anlaşılıyor ki, yazı stilleri aynı. Yalnız dikkat edilmesi gereken bir durum var. Kosseanlar’dan tam iki yüz sene sonra, yani MÖ 2.000’lerde Anadolu’ya geliyorlar. Bu durum, Hititlerin, Kossean yazı stilini almış olma durumunu doğurduğu için, söz konusu yazının imtiyaz sahibi de “Kalay Diyarından Gelen Halk” oluyor. Bu stil bildiklerimizden farklı; sağdan sola, sonra soldan sağa, tekrar sağdan sola. Tarla sürme tekniği deniyor buna. Bunu zihnimizin bir köşesine atalım.
Kosseanlar ya da öbür adıyla Kassiteler’in kalay diyarından gelen insanlar olduğunu söylemiştik ya, kalay madeni çok önemli o devir-lerde, zira bakırla karıştırılıyor ve bronz elde ediliyor. Bronz ise Mezopotamya kültüründe en önemli alaşım. “Bronz Çağı” da buradan geliyor zaten. Bronzun rengini bilmeyenlere hatırlatalım; “griye çalan altın”.
Bu kalay mevzuunu da unutmayalım. Şimdi başta sözünü etti-ğimiz tarihi olayı anlatmaya başlıyoruz:
Coracesium’da sıradan bir gün. İnsanların gündelik faaliyetlerini sürdürmesine yardımcı olacak ılık bir Akdeniz sabahı… Akdeniz’in karşı kıyısında Mısır topraklarının kuzeyinde ise sıra dışı bir güne başlanıyor. Tam kırk yıldır Sina çöllerinde dolaşan İsrailoğulları, Kenan diyarına girmişler ve Eriha’nın güçlü şehirlerini ele geçirmişler. O topraklarda yaşayan Amor kralları İsrailoğulları’na karşı koyabilmek için birlik olup Ayalon Vadisi’nde büyük bir savaşa başlamışlar. İsrailoğulları’nın Kenan güçlerini kovaladığı işte bu gecenin sabahından itibaren, şiddetli bir dolu yağışı ortalığı kasıp kavurmaya başlıyor. Bu öyle bir doludur ki, büyük buz taneleri her iki kesimde de, kılıçların öldürdüğünden daha fazla can kaybına neden oluyor. Üstelik gökte tek bir bulut olmadığı gibi, güneş de olduğu yerde sabit durmaktadır. Savaşın ve buz yağmurunun altındaki askerler olayın vahametine tepki verecek durumda değiller muhtemelen ama, Coracesium’da yaşayan yerli halk, sokaklara dökülüp avaz avaz bağırarak günahlarını itiraf edip Rablerine dua ederek kurban kesmeye başlıyorlar. Bir yandan da ağlayıp ağıtlar yakıyor-lar. Ve yaklaşık yirmi saat sonra, nihayet güneş yerinden kımıldayıp batıya doğru rutin hareketine devam ediyor. Yorgun, perişan halk evlerine geri dönüyor ama, korkunun ve endişenin ruhlarında açtığı yara ne yazık ki kalıcı olacaktır.
Güney Amerika.., And Dağları tepesinde yaklaşık dört bin metre rakımdaki başka bir küçük yerleşim birimi, adı Allaanyay. Kent halkı uykuda ve nedense sabah olmak bilmiyor. Sonunda birisi, bir türlü şafağın sökmediğini anlayıp herkesi ayağa kaldırıyor. Halk panik halinde tanrıları Viracocha’ya kurbanlar kesip dua etmeye çalışıyor. Çığlıklar ve ağıtlar devam ederken, saatler sonra Güneş doğudan yükselmeye başlıyor. Yorgun ve bitkin halk bu korkuyu ömür boyu ruhlarında taşıyacak şekilde evlerine geri dönüyor.Yaşadıkları aynı korkunun kalıcı etkilerini uzun süre taşıyan bu iki halkın tek ortak noktası ruhlarında taşıdıkları izler miydi? Bu yazının sonunda yanıtın “hayır” olduğunu anlayacağız, bu yüzden başka bir soru soralım şimdi:
Neler olmuştu böyle?
Olayın bilimsel açıklaması var elbette, ama biz kısaca mitolojik belgelere göz atacağız.
Eski Ahit’teki Yaşar Kitabı’nda, Rabbin İsrailoğulları’nın savaşı kazanması için düşmanların üzerine dolu yağdırarak güneşi havada tuttuğu destansı bir biçimde anlatılır.
Güney Amerika halk efsanelerinde ise, Titu Yupanqui Pachacuti hükümdarlığının üçüncü yılından itibaren, ahlaksızlık ve vahşilik iyiliğin üstüne çıktığı için, tanrıların gazabına uğranıldığından ve bir gün boyunca şafağın sökmediğinden bahsedilir.
Birbirini doğrulayan bu iki belgeye, tuhaf bir tesadüf mantığıyla bakılabilir mi?
Galiba sonuç şu: Coracesium’da güneşin yerinden kıpırdamadığı gün, Allaanyay’da gecenin bitmediği gündü.
Coracesium’un kelime analizini yapmıştık. Şimdi de güneşin doğmadığı yerdeki kent olan, Allaanyay adını inceleyelim. Yöresel Quechua dilinde Alla, yeryüzü parçası demek. Anyay ise, kazılan, soyulan yer anlamına geliyor. Bu durumda Allaanyay, kazılan yer-yüzü parçası demek oluyor. Peki neden kazılıyor bu topraklar? Çünkü dünyanın en büyük kalay ve bakır madenleri burada. Aynı zamanda Eski Ahit’in Eyüp Kitabı’nda, külçelerin geldiği “Kalay Diyarı” olarak tarif edilen yer de tam olarak Allaanyay’ın bulunduğu And Dağları’nın zirvesi…
En başta sözünü ettiğimiz bilmeceye dönelim şimdi. Akdeniz’deki Coracesium halkının kalay kentinden geldiği söyleniyordu ya; o kalay kenti Allaanyay olabilir mi diye düşündüğümüzde mesafenin uzaklığını kafaya takmazsak ipuçları epey sağlam görünüyor. And Dağları’nda yaşayan halkın yazı stilleri de tuhaf, tarla sürme tekniğinde. Tıpkı Kosseanlar’ınki gibi. İlk başta tereddütte kaldığımız “cesium” kelimesinin, “griye çalan altın rengi” olduğu da kalay bağlantısı nedeniyle artık daha belirgin… Böylece, Dünyanın ters köşesinde adı Allanyay olan, kalay-bakır madenlerinin tam göbeğindeki bir kent ile nasıl olduğu belli olmayan bir bağ ortaya çıkıyor. Ve günümüzde bu bağ, tuhaf bir şekilde daha da sağlamlaşıyor.
Çünkü Coracesium’a artık Alanya deniyor, And Dağları’nın tepesindeki Peru kasabası Allaanyay da günümüzde Alanya adını taşıyor…
Neşe Karaböcek
22.09.2009 - 13:44Muhteşem 'Yedi Renk' albümü hala pek çok hit ışınlıyor günümüze... 'Günün Birinde' 'Sen Gelmez Oldun' bunlardan ikisi. Aynı albümdeki 'Kabahatim Büyüktür' adlı parçayı kim keşfedecek bakalım.
Atacama
20.09.2009 - 20:37M.Mollaosmaoğlu'nun Ata Mezarlığı adlı romanında çok güzel anlatılır Atacama Çölü...
Sarı rengin kahverengiden bordoya döndüğü, etrafa altın tozu serpilmiş hissi veren tek renkli bir başka dünyanın semalarında yol alıyordu uçak. Pasifiğin siyaha çalan koyu laciverdiyle, okyanusun bu tekdüzeliğe isyan edercesine dövdüğü dağların eteğine yükselen dalgaların gri sisi bile, bordo-sarının hâkimiyetini kırabilecek güçte görünmüyordu. Zira, Peru’nun güneyinden başlayıp Kuzey Şili’yi kaplayan Atacama Çölü, yaklaşık bin kilometrelik bir sahil şeridine paralel uzanırken, yüksek And Dağları ile Pasifik Okyanusu arasına çekilmiş sarı bir fırça darbesinin keskinliğinde aykırılık abi-desi gibiydi. Dünya kurulduğundan beri değişmeyen tek yer burasıymış gibi görünen çölün bordo-sarı sonsuzluğuna insanlar uğramamış, hayvanlar ayak basmamış, yağmur tek bir damlasını esirgemiş olmalıydı. Çünkü burada, ne bir ot, ne bir kaktüs, ne de bir kertenkeleye rastlamak mümkündü, ama yine de kıyı kentlerinde, madenci kasabalarında, ya da çöl vahalarında yaşayan bir milyona yakın insanın varlığını biliyor olmak, çöle karşı tezattan kaynaklanan tuhaf bir hayranlık uyandırmıştı hep... Bu çelişki, acımasız-vahşi bir coğrafyanın, bu kadar nüfus üzerindeki korumacılığının hayranlığıydı belki de. Aslında, nem olmadığı için hiçbir şey yok olmuyor, çürümeyen her canlı kalıcı eserlere dönüşüyor ve Atacama’nın zenginliğini diğer dünya köşelerinden daha farklı bir boyuta taşıyordu. Bütün bu özellikleriyle, dar kıyı şeridinden yükselerek And Dağları eteklerindeki altiplanolara ulaşan Atacama, verimsiz ve ürkütücü kimliğine kavuşurken, en az yüz yıldır yağmur almamış bölgeleriyle dünyanın en kurak yeri sıfatını da hak etmesine neden oluyordu.
Buna rağmen, dünyevi gözle bakıldığında, üst üste yığılmış bu kadar olumsuzluğa rağmen, ruhunun derinliklerinde her ne varsa sevimsiz, hatta ürperti verici bu coğrafi yapı, Engin’de aşina olduğu bir özlem duygusu uyandırıyordu. Ve çöle atfedilmiş tezattan kaynaklanan hayranlık duygusunu, ezelden beri yaşarmış-bilirmiş gibi hissediyordu…
“Atacama Çölü ha, bence çöl değil altın kaplı bir mabet,” diye mırıldandı saatlerdir gözlerini alamayıp dalıp gittiği aşağıdaki büyüleyici tekdüzeliğe uçağın penceresinden bakarken…
“Atacama’nın anlamını bilmiyorsun değil mi? ” diyen Shan’ın sesiyle başını çevirdi.
“Hayır.”
“Ata Mezarlığı…”
Toplam 4 mesaj bulundu