Büyüklerimiz gafletten büyük felaket yoktur demişlerdir. Öyle ki insan Rabbinin her an kendini gördüğünü unutursa, kolaylıkla yanlış yollara sapıp ahiretini heba edebilir. Bu yüzden gafletten kurtulmanın çarelerini aramak, kurtulmak için elimizden gelen gayreti göstermek çok mühim bir vazifedir.
Müminin selameti açısından asrımızdaki fitneler büyük tehlike arz ediyor. Nereye gitsek, kimle karşılaşsak kendimizi emin hissedemiyoruz. Günah işlemek öyle kolay ve hızlı oldu ki, korunabilmek için büyük dikkate ihtiyacımız var. Gafletsiz nefes alabileceğimiz temiz bir çevreyi eskisinden bin kat daha fazla arıyoruz.
Şükürler olsun ki, gafletten bunaldığımız zaman koşup huzuruna varabileceğimiz, kalp kalbe verebileceğimiz maneviyat sultanları kıyamete kadar var. Onların yolumuza ışık tutan rehberliği de olmasa, zifiri karanlıkta, dört bir yanımızı sarmış tehlikenin ortasında nefessiz kalacağız.
Özellikle bu zamanda tek başına gafletten kurtulmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bir rehberin kafilesinde yol almak bu vahşetten selametle çıkmak için güvenilir bir yoldur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere “görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan” mana dostları, başta gaflet olmak üzere kalbin manevi hastalıklarını tedavi ederler. Bizlere ışık tutarak önümüzü aydınlatır, selametle Allah’a ulaştırırlar. Cenab-ı Hak: “Bana yönelen kimsenin yoluna uy.” (Lokman, 15) buyurmuştur.
Onlarla kalben irtibat insanı gafletten korur. İnsan ekşi bir limonu yediğini hayal etse hakikatte de ağzı sulanır. Cenab-ı Mevlâ’nın kemal sıfatlarının üzerinde tecelli ettiği bir Hak dostu ile hayali de olsa irtibatlı olmak, ondaki güzellikleri ayna gibi kalbimize yansıtır. Gönlü Allah sevgisiyle doldurur. Kendileriyle sohbet edebileceğimiz, Allah yolunun inceliklerini öğrenebileceğimiz, muhabbetleriyle kalbimizi nurlandıraca*ğımız, yanlışa saptığımız zaman bizi ikaz edecek, bize Rabbimizi hatırlatacak dostlara ihtiyacımız var.
Her ne kadar gaflete dalmış olursak olalım, tevbe edip Allah yoluna girebiliriz. Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “Günahtan tevbe eden bir kimse hiç günah işlememiş gibi olur.” Mümin her yerde, her zaman tevbe edebilir, etmelidir de... Allah dostlarının şahitliğinde tevbe etmek de hakiki bir dönüşe vesile olur. Hayatımızda yeni ve temiz bir sayfa açılır. Çünkü onlar kendileri için tevbe ettikleri gibi, bizim için de istiğfar ederler. Nazarlarıyla da kalbimizde ilâhi muhabbetin yerleşmesine vesile olurlar.
Ayrıca günlük hayatımızda gözümüze ilişen haramlardan ve sair günahlardan dolayı hemen vakit geçirmeden oracıkta tevbe etmelidir. Gaflete yol açabilecek en ufak meselelerde dahi uyanık olmalıdır. Aksi takdirde kalp tekrar gaflete alışkanlık kazanır. Nihayet üst üste gelen günahlarla gücünü yitirip yıkılır da, Allah ile irtibatı kesilir. Eğer nuru tamamen yok olur ve zifiri karanlığa gömülürse -Allah korusun- inkâra düşmesinden korkulur.
Kalpteki kasvetin gitmesi için ölümü anmak da iyi bir yoldur. “Rabıta-i mevt” adı verilen ölüm düşüncesi; uzun emelin, dünyada ebedi kalacakmış gibi hayallere dalmanın önüne geçer ve hayatımıza istikamet verir. Dünyanın süsü ve eğlencelerine olan muhabbeti keser, nefsani arzuları frenler ve hayatı şuurlu olarak yaşamaya vesile olur. Hz. Ömer r.a. gibi büyük bir zat dahi parmağına taktığı yüzüğe: “Ölüm sana nasihat olarak yeter” diye yazdırmıştı. Kim bilir günde kaç defa o yazıya bakıyor ve hayatına istikamet veriyordu. Şu an bulunduğumuz yer burası olabilir ama biraz sonra başka bir alemde gözümüzü açmayacağımızın bir garantisi yok. Biz beklemesek bile ecel aniden gelir.
Bir yandan günahlarımız, sorumluluklarımız ve Rabbimize karşı hesap verme endişesiyle ölüm düşüncesi belimizi bükerken, öte yandan korku-ümit dengesi içinde ebedi saadete açılan bir kapı olarak da bizi heyecanlandırır. Ancak dünya muhabbeti onarılamayacak ölçüde kalbimizi tahrip ettiyse ölüm de kâr etmez, ölüp gidenler de... Bu ciddi bir tehlikenin işaretidir.
Bu tür bir tehlikeye düşmemek için zikrullaha sarılmak gerekir. Zikir, insanı Allah’a yaklaştıran, gafleti dağıtan bir ibadettir. Kelime manası itibariyle nisyanın yani Allah’ı unutmanın ve O’ndan gafil olmanın zıddıdır. Allah’ı anmak, hatırlamak manasına gelmektedir.
Ayet-i Kerime’de “Elbette Allah’ı zikretmek, en büyük ibadettir.” (Ankebut, 45) buyurulmaktadır. Namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumak gibi ibadetlerin her biri birer zikirdir. Şuurlu bir şekilde ifa edildiği zaman kalpteki gaflet bulutlarını dağıtır, günahları eritir ve insanın Allah katındaki değerini artırır.
Tasavvuf büyüklerimizin bildirdikleri usullerle bir rehber eşliğinde zikir dersi alıp buna devam etmek de kalbin selamete ermesi için büyük bir vesiledir. Gece-gündüz, otururken, yatarken, uyurken, uyanıkken gönül Allah ile olur. “Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmrân, 191) . Böylece yirmi dört saatin her anı Allah’ın zikriyle dolu geçer. Manevi kalbimiz düştüğü kötü halden çıkıp Allah’a yönelir. Allah’ın emirlerine itaati artar. Dünya hayatına ibret nazarıyla bakar. Sevmesi, kızması, oturması, kalkması Allah için olur. Nihayet zikir insanın bütün varlığını kaplar. Bundan sonra dünyanın insanı gaflete düşürmesi kolay olmaz. Namaz, oruç, Kur’an okumak gibi bütün ibadetler gerçek manasını bulur.
Zaten dünyanın insanı aldatan sahte yüzüne rağmen onca sıkıntısı, belası, felaketi de ortadadır. Böyle zamanlarda insan acizliğini kavrar, vicdanının sesini duymaya başlar, gafletini anlar. Çaresiz anlarda kendini Allah’a daha yakın hisseder, samimi bir şekilde O’na yönelir.
Allah Tealâ, “Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe, 126) buyurmaktadır. Böylesine bir gaflet bir mümine asla yakışmaz. Bir rüya kadar kısa olan dünya hayatımızın bir bölümü zaten geçip gitmiştir. Kalan zamanın çoğu da uykuyla ve günlük işlerle geçecektir. Geriye kalan zamanı hayırlı işlerle değerlendirip geçmiş günahları silmek için gayret etmelidir.
Bugün bizi yoldan çıkaran hiçbir şey mahşer günü bizim yanımızda, lehimizde olmayacaktır. Ruhumuzu kabzedecek meleğe karşı duramayacaktır. O mahşer kalabalığının içinde kendi derdimize düşüp, yalnız olarak hesabımızı vereceğiz. “Bunların hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna tek başına (yapayalnız) gelecektir.” (Meryem, 95)
Cehennemin dehşeti, cennetin güzelliği bilinmektedir. Dünyada küçük bir acıya dayanamazken, ahirette nasıl dayanabiliriz? Bunu iyi düşünmelidir. Ahiret de, azap da gerçektir. Şakaya gelir bir konu değildir. Cennet ise, her türlü güzelliğin yaşandığı ebedi saadet yurdudur. “İman edip de iyi işler yapan kimselere gelince, yarın onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız, ebedi olarak oralarda kalacaklar. Bu Allah’ın gerçek vaadidir. Allah’tan başka doğru sözlü kim olabilir? ” (Nisa, 122)
Allah Tealâ her an ve her yerdedir, her şeyi görmekte ve bilmektedir. Ondan gizli hiçbir şey yok. Melekler de bizi görmekte ve bütün yaptıklarımızı kaydetmektedir. Peki biz onlardan hiç utanmaz mıyız? İnsanların gözünde hor, hakir düşmek, çirkin görünmek bile bizi büyük üzüntüye sevkederken, onlardan ve tabii ki bizim tek sahibimiz olan Rabbimiz’den hiç utanmayacak mıyız?
O halde gönül gözünü açıp yüzümüzü gerçeğe, kendi gerçeğimize döndürmemiz lazım. Kurtulmak için uyanmak şarttır.
'İnsan kendini yalnızca insanda tanır' der Goethe. İnsanı tanımak zordur ve laf olsun diye değil, gerçek manada 'sanat'tır. Anlamanın zorluğunu idrak ettiğinizde, aslında sadece 'anlama taklidi' yaptığınızı anlarsınız ve geç fark ettiğiniz bu yanılgı canınızı acıtır. Anlamaktan vaz geçip anlaşılmayı umud edersiniz. Sizi anladığını iddia eden ve gerçekten anladığını sandığınız 'yapay dostlar' edinirsiniz. Avunmanın adını 'aşk', 'arkadaşlık','dostluk', 'sevgi' koyarsınız. Kabullenmek zordur salt yalnızlığı. Sarf etmeye kıyamadığınız cümleler birikir duygu hazinenizde, bir gün anlaşılacak olmanın umudu ile... Her 'keşke' den sonra bir yemin dökülür dilinizden. Güçlü olmaya yemin etmiş insanlar birikir, yalnızlığı bekleme salonunda. Yalnızlık hiç gelmez, yalnızlık hep sizinledir çünkü. Varlığı inkar edilen zavallı ego'larınız kör etmiştir gözlerinizi. Görmek istediklerinizi görüp, gerçekleri ertelemeyi seçersiniz. Gerçekci olmak acımasız olmak demektir size göre. Sürekli ihanetine maruz kaldığınız duygularınıza sığınırsınız gurursuzca. Gurur... Ne zaman inşa edildiği hatırlanmayan taştan fanus. Umufak olsa da yenilenmeyi sizden iyi öğrenmiş olan gurur...
Ne diyordum? İnsanı tanımak zordur. Hepimizin en az bir kez duyma organını ziyaret etmiş olan cümledir; 'ben seni hiç tanımamışım'. Bu cümleyi kendi sesinizden duymak daha çok acıtır canınızı, nedense... Halbuki anlaşılmamak daha acı değil midir? Kendi benliğinizden ne kadar eminsiniz ki, öteki benlikleri sorgulayacaksınız.
'Kaybedilmiş bir bahisti hayat' der Bukowski, ve devam eder '...ruhundan geriye pek bir şey kalmamışsa ve bunun farkındaysan, biraz ruhun vardır yine de.'
Pişmanlıkların ve yanılgıların, bitkisel hayata girmesine neden olduğunuz duygularınızın, hiç bir zaman eskisi gibi olmayacağını bildiğiniz 'kirlenmiş ruhunuzun' var olduğu, başrol olmaktan çoktan vazgeçtiğiniz, figuran olmak ile yetindiğiniz, baştan kaybedilmiş bir oyunun içindesiniz. Oyunu kazanma şansınız, 'insanı anlama sanatı'nı öğrenmiş olmanızla orantılı. Anlamaktan vaz geçip, anlaşılma umudu ile vedalaştığınız vakit, oyun bitmiş demektir.
Esmer kara kaşlı kara güzlü,çıtı pıtı,tatlı dilli ,güler yüzlü,sempatik biriyim..sanat ruhlu gizemli bir dünyam var.resim yapmayı kişileri karükatürüze etmeye bayılırım,siir yazmak en büyük hobim,yanlız kalmayı dunyamda kaybolmayı severim,hayal dünya ...
12.07.2009 - 11:39
Büyüklerimiz gafletten büyük felaket yoktur demişlerdir. Öyle ki insan Rabbinin her an kendini gördüğünü unutursa, kolaylıkla yanlış yollara sapıp ahiretini heba edebilir. Bu yüzden gafletten kurtulmanın çarelerini aramak, kurtulmak için elimizden gelen gayreti göstermek çok mühim bir vazifedir.
Müminin selameti açısından asrımızdaki fitneler büyük tehlike arz ediyor. Nereye gitsek, kimle karşılaşsak kendimizi emin hissedemiyoruz. Günah işlemek öyle kolay ve hızlı oldu ki, korunabilmek için büyük dikkate ihtiyacımız var. Gafletsiz nefes alabileceğimiz temiz bir çevreyi eskisinden bin kat daha fazla arıyoruz.
Şükürler olsun ki, gafletten bunaldığımız zaman koşup huzuruna varabileceğimiz, kalp kalbe verebileceğimiz maneviyat sultanları kıyamete kadar var. Onların yolumuza ışık tutan rehberliği de olmasa, zifiri karanlıkta, dört bir yanımızı sarmış tehlikenin ortasında nefessiz kalacağız.
Özellikle bu zamanda tek başına gafletten kurtulmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bir rehberin kafilesinde yol almak bu vahşetten selametle çıkmak için güvenilir bir yoldur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere “görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan” mana dostları, başta gaflet olmak üzere kalbin manevi hastalıklarını tedavi ederler. Bizlere ışık tutarak önümüzü aydınlatır, selametle Allah’a ulaştırırlar. Cenab-ı Hak: “Bana yönelen kimsenin yoluna uy.” (Lokman, 15) buyurmuştur.
Onlarla kalben irtibat insanı gafletten korur. İnsan ekşi bir limonu yediğini hayal etse hakikatte de ağzı sulanır. Cenab-ı Mevlâ’nın kemal sıfatlarının üzerinde tecelli ettiği bir Hak dostu ile hayali de olsa irtibatlı olmak, ondaki güzellikleri ayna gibi kalbimize yansıtır. Gönlü Allah sevgisiyle doldurur. Kendileriyle sohbet edebileceğimiz, Allah yolunun inceliklerini öğrenebileceğimiz, muhabbetleriyle kalbimizi nurlandıraca*ğımız, yanlışa saptığımız zaman bizi ikaz edecek, bize Rabbimizi hatırlatacak dostlara ihtiyacımız var.
Her ne kadar gaflete dalmış olursak olalım, tevbe edip Allah yoluna girebiliriz. Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “Günahtan tevbe eden bir kimse hiç günah işlememiş gibi olur.” Mümin her yerde, her zaman tevbe edebilir, etmelidir de... Allah dostlarının şahitliğinde tevbe etmek de hakiki bir dönüşe vesile olur. Hayatımızda yeni ve temiz bir sayfa açılır. Çünkü onlar kendileri için tevbe ettikleri gibi, bizim için de istiğfar ederler. Nazarlarıyla da kalbimizde ilâhi muhabbetin yerleşmesine vesile olurlar.
Ayrıca günlük hayatımızda gözümüze ilişen haramlardan ve sair günahlardan dolayı hemen vakit geçirmeden oracıkta tevbe etmelidir. Gaflete yol açabilecek en ufak meselelerde dahi uyanık olmalıdır. Aksi takdirde kalp tekrar gaflete alışkanlık kazanır. Nihayet üst üste gelen günahlarla gücünü yitirip yıkılır da, Allah ile irtibatı kesilir. Eğer nuru tamamen yok olur ve zifiri karanlığa gömülürse -Allah korusun- inkâra düşmesinden korkulur.
Kalpteki kasvetin gitmesi için ölümü anmak da iyi bir yoldur. “Rabıta-i mevt” adı verilen ölüm düşüncesi; uzun emelin, dünyada ebedi kalacakmış gibi hayallere dalmanın önüne geçer ve hayatımıza istikamet verir. Dünyanın süsü ve eğlencelerine olan muhabbeti keser, nefsani arzuları frenler ve hayatı şuurlu olarak yaşamaya vesile olur. Hz. Ömer r.a. gibi büyük bir zat dahi parmağına taktığı yüzüğe: “Ölüm sana nasihat olarak yeter” diye yazdırmıştı. Kim bilir günde kaç defa o yazıya bakıyor ve hayatına istikamet veriyordu. Şu an bulunduğumuz yer burası olabilir ama biraz sonra başka bir alemde gözümüzü açmayacağımızın bir garantisi yok. Biz beklemesek bile ecel aniden gelir.
Bir yandan günahlarımız, sorumluluklarımız ve Rabbimize karşı hesap verme endişesiyle ölüm düşüncesi belimizi bükerken, öte yandan korku-ümit dengesi içinde ebedi saadete açılan bir kapı olarak da bizi heyecanlandırır. Ancak dünya muhabbeti onarılamayacak ölçüde kalbimizi tahrip ettiyse ölüm de kâr etmez, ölüp gidenler de... Bu ciddi bir tehlikenin işaretidir.
Bu tür bir tehlikeye düşmemek için zikrullaha sarılmak gerekir. Zikir, insanı Allah’a yaklaştıran, gafleti dağıtan bir ibadettir. Kelime manası itibariyle nisyanın yani Allah’ı unutmanın ve O’ndan gafil olmanın zıddıdır. Allah’ı anmak, hatırlamak manasına gelmektedir.
Ayet-i Kerime’de “Elbette Allah’ı zikretmek, en büyük ibadettir.” (Ankebut, 45) buyurulmaktadır. Namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumak gibi ibadetlerin her biri birer zikirdir. Şuurlu bir şekilde ifa edildiği zaman kalpteki gaflet bulutlarını dağıtır, günahları eritir ve insanın Allah katındaki değerini artırır.
Tasavvuf büyüklerimizin bildirdikleri usullerle bir rehber eşliğinde zikir dersi alıp buna devam etmek de kalbin selamete ermesi için büyük bir vesiledir. Gece-gündüz, otururken, yatarken, uyurken, uyanıkken gönül Allah ile olur. “Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmrân, 191) . Böylece yirmi dört saatin her anı Allah’ın zikriyle dolu geçer. Manevi kalbimiz düştüğü kötü halden çıkıp Allah’a yönelir. Allah’ın emirlerine itaati artar. Dünya hayatına ibret nazarıyla bakar. Sevmesi, kızması, oturması, kalkması Allah için olur. Nihayet zikir insanın bütün varlığını kaplar. Bundan sonra dünyanın insanı gaflete düşürmesi kolay olmaz. Namaz, oruç, Kur’an okumak gibi bütün ibadetler gerçek manasını bulur.
Zaten dünyanın insanı aldatan sahte yüzüne rağmen onca sıkıntısı, belası, felaketi de ortadadır. Böyle zamanlarda insan acizliğini kavrar, vicdanının sesini duymaya başlar, gafletini anlar. Çaresiz anlarda kendini Allah’a daha yakın hisseder, samimi bir şekilde O’na yönelir.
Allah Tealâ, “Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe, 126) buyurmaktadır. Böylesine bir gaflet bir mümine asla yakışmaz. Bir rüya kadar kısa olan dünya hayatımızın bir bölümü zaten geçip gitmiştir. Kalan zamanın çoğu da uykuyla ve günlük işlerle geçecektir. Geriye kalan zamanı hayırlı işlerle değerlendirip geçmiş günahları silmek için gayret etmelidir.
Bugün bizi yoldan çıkaran hiçbir şey mahşer günü bizim yanımızda, lehimizde olmayacaktır. Ruhumuzu kabzedecek meleğe karşı duramayacaktır. O mahşer kalabalığının içinde kendi derdimize düşüp, yalnız olarak hesabımızı vereceğiz. “Bunların hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna tek başına (yapayalnız) gelecektir.” (Meryem, 95)
Cehennemin dehşeti, cennetin güzelliği bilinmektedir. Dünyada küçük bir acıya dayanamazken, ahirette nasıl dayanabiliriz? Bunu iyi düşünmelidir. Ahiret de, azap da gerçektir. Şakaya gelir bir konu değildir. Cennet ise, her türlü güzelliğin yaşandığı ebedi saadet yurdudur. “İman edip de iyi işler yapan kimselere gelince, yarın onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız, ebedi olarak oralarda kalacaklar. Bu Allah’ın gerçek vaadidir. Allah’tan başka doğru sözlü kim olabilir? ” (Nisa, 122)
Allah Tealâ her an ve her yerdedir, her şeyi görmekte ve bilmektedir. Ondan gizli hiçbir şey yok. Melekler de bizi görmekte ve bütün yaptıklarımızı kaydetmektedir. Peki biz onlardan hiç utanmaz mıyız? İnsanların gözünde hor, hakir düşmek, çirkin görünmek bile bizi büyük üzüntüye sevkederken, onlardan ve tabii ki bizim tek sahibimiz olan Rabbimiz’den hiç utanmayacak mıyız?
O halde gönül gözünü açıp yüzümüzü gerçeğe, kendi gerçeğimize döndürmemiz lazım. Kurtulmak için uyanmak şarttır.
17.09.2008 - 20:53
Yine Hangi Gizemin Peşinden Gidiyosun? Yoksun?
Çevrim içi Ol Artık.Sonu Yok Karamsarlığın.
11.08.2008 - 23:28
kendini tanıttığı kadar var bu çılgın gizemli kız.
ama kendini nasıl anlatırsa anlatsın ben onu çok iyi biliyorum..
aslında yüreği çok temiz,
kötülük duygusu hissetmeyen,
çarçabuk suratını asabilen,
ama gülüşü insanı ısıtan,
dostluğu çok uzun süren,
küsme bilmeyen,
sevmeyi bilen,
iyi resim çizebilen
biridir o...
iyiki tanıyorum seni.
04.08.2008 - 18:51
'İnsan kendini yalnızca insanda tanır' der Goethe. İnsanı tanımak zordur ve laf olsun diye değil, gerçek manada 'sanat'tır. Anlamanın zorluğunu idrak ettiğinizde, aslında sadece 'anlama taklidi' yaptığınızı anlarsınız ve geç fark ettiğiniz bu yanılgı canınızı acıtır. Anlamaktan vaz geçip anlaşılmayı umud edersiniz. Sizi anladığını iddia eden ve gerçekten anladığını sandığınız 'yapay dostlar' edinirsiniz. Avunmanın adını 'aşk', 'arkadaşlık','dostluk', 'sevgi' koyarsınız. Kabullenmek zordur salt yalnızlığı. Sarf etmeye kıyamadığınız cümleler birikir duygu hazinenizde, bir gün anlaşılacak olmanın umudu ile...
Her 'keşke' den sonra bir yemin dökülür dilinizden. Güçlü olmaya yemin etmiş insanlar birikir, yalnızlığı bekleme salonunda. Yalnızlık hiç gelmez, yalnızlık hep sizinledir çünkü. Varlığı inkar edilen zavallı ego'larınız kör etmiştir gözlerinizi. Görmek istediklerinizi görüp, gerçekleri ertelemeyi seçersiniz. Gerçekci olmak acımasız olmak demektir size göre. Sürekli ihanetine maruz kaldığınız duygularınıza sığınırsınız gurursuzca. Gurur... Ne zaman inşa edildiği hatırlanmayan taştan fanus. Umufak olsa da yenilenmeyi sizden iyi öğrenmiş olan gurur...
Ne diyordum? İnsanı tanımak zordur. Hepimizin en az bir kez duyma organını ziyaret etmiş olan cümledir; 'ben seni hiç tanımamışım'. Bu cümleyi kendi sesinizden duymak daha çok acıtır canınızı, nedense... Halbuki anlaşılmamak daha acı değil midir? Kendi benliğinizden ne kadar eminsiniz ki, öteki benlikleri sorgulayacaksınız.
'Kaybedilmiş bir bahisti hayat' der Bukowski, ve devam eder '...ruhundan geriye pek bir şey kalmamışsa ve bunun farkındaysan, biraz ruhun vardır yine de.'
Pişmanlıkların ve yanılgıların, bitkisel hayata girmesine neden olduğunuz duygularınızın, hiç bir zaman eskisi gibi olmayacağını bildiğiniz 'kirlenmiş ruhunuzun' var olduğu, başrol olmaktan çoktan vazgeçtiğiniz, figuran olmak ile yetindiğiniz, baştan kaybedilmiş bir oyunun içindesiniz. Oyunu kazanma şansınız, 'insanı anlama sanatı'nı öğrenmiş olmanızla orantılı. Anlamaktan vaz geçip, anlaşılma umudu ile vedalaştığınız vakit, oyun bitmiş demektir.
Geriye kalan, geçmemekte inat eden zaman...
03.11.2007 - 23:50
merhaba reina nasılsın? kendini tanıttığın yazındaki gibi yureğin sevgi dolsun herşey gonlunce olsun......
Toplam 5 mesaj bulundu