'Önce sarhoş oluyorum. Mektubun bir beste. Rüyada dinlenen, çocuklukta dinlenen, başka bir dunyada dinlenen bir beste.. Neler söylüyor? Anlamıyorum. Bir kuş cıvıltısı, bir derenin sesi, bir ninni. Sonra yudum yudum tadıyorum satırları, kelime kelime, hece hece tadıyorum. Avuçlarıma alıyorum kelimeleri, okşuyorum. Kimi bir elmas gibi sert, kanatıyor, kimi kadife gibi yumuşak, göz yaşı gibi ılık. Bütün acılarımı takdis ediyorum.'
Önce sarhoş oluyorum. Mektubun bir beste. Rüyada dinlenen, çocuklukta dinlenen, başka bir dunyada dinlenen bir beste.. Neler söylüyor? Anlamıyorum. Bir kuş cıvıltısı, bir derenin sesi, bir ninni. Sonra yudum yudum tadıyorum satırları, kelime kelime, hece hece tadıyorum. Avuçlarıma alıyorum kelimeleri, okşuyorum. Kimi bir elmas gibi sert, kanatıyor, kimi kadife gibi yumuşak, göz yaşı gibi ılık. Bütün acılarımı takdis ediyorum.
'Ne tuhaf, bu gökkubbenin altında herkes bir şeyler duyup bir şeyler söylüyor; fakat her duyuş, her söyleyiş ve
her görüş, nihayet, mukabil olduğu eşyayı aksettiren bir ayna parçacığına benziyor. Fakat nerede o kamil ve
mükemmel duyuş ve duyuruş ki, içine bütün cihanın aksettiği muazzam bir ayna olsun...'
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş.
Çok söylemesi günahmış.
Evvel zaman içinde bir Keloğlan varmış. İh-
tiyar ve yoksul annesi, bu biricik oğlunu 'Keloğlum,
keleş oğlum' diye severmiş.
Günlerden bir gün Keloğlan annesinden izin
alıp batik tutmaya gitmiş. Belki bir kaç batik yaka-
larım. Anacığımla pişirir, yeriz. Aç karnımızı do-
yururuz' diye düşünüyormuş.
Irmağın kenarına gelip oltasını salmış. Öğleye doğru kocaman bir balık tutmuş. Pulları gümüş gibi parlak, gözleri cam gibi aydınlık, güzel mi güzel bir balıkmış bu...
Keloğlan balığın pullarını kazımış, karnını yarıp temizlemek istemiş. Bir de ne görsün! Balığın karnı içinde kocaman bir tas durmuyor mu? Keloğlan bir sevinmiş, bir sevinmiş ki sormayın. 'Hem balığı götürürüm anama, hem tası' demiş.
Tası su ile doldurup balığı yıkamak istemiş. Birden inanılmayacak bir şey olmuş. Tastan boşalttığı sular altın olarak akıyormuş yere. Keloğlan çok şaşırmış. Bir kaç kere denemiş, hep altın akıyormuş tastan. 'Bu, sihirli bir tas galiba. Hemen anama haber vereyim' demiş. Evlerine koşmuş.
Sihirli tasa küpler dolusu suyu doldurup doldurup boşaltmış. Suyu boşalan küplere de altınları biriktirmiş. Artık ülke hükümdarı bile onun yanında fakir sayılırmış...
Keloğlan günler sonra büyük bir saray yaptırıp oraya taşınmış. Kendisine hizmetçiler tutmuş. Sevdiği ve istediği her şeyi alıyor, en güzel yemekleri yiyormuş. Sonunda altınlarının çokluğu onu şımartmaya başlamış.
Gereksiz masraflara, lüzumsuz harcamalara girişmiş. 'Oğlum bu işin sonu kötü olabilir' diye öğüt vermeye çalışan anasını bile dinlememiş.
'Sihirli tas elimde, ne istersem yapabilirim...' diyormuş.
Keloğlan'ın böyle kendini beğenmesi, şımarması ve hırsa kapılması, insanların ona duyduğu sevgiyi azaltmış.
Herkes 'Eski hali bundan daha iyiydi. Gözünü hırs bürüdü Keloğlan'ın' demeye başlamış.
Keloğlan bir gün daha çok altın elde etmek için, sihirli tasını eline alıp ırmağın kenarına gelmiş. 'Suyu tükenecek değil ya, bir saray da buraya yaptırayım. ' demiş. Gurur ve kibirle tasını suya daldırmış. Kıyıda biriken altınlar hırsını artırıyormuş. Daha hızlı daha hızlı daldırmaya başlamış tası. Artık altınlardan başka bir şey düşünmüyormuş. Birden tas elinden kayıp suya düşmüş. Keloğlan onu tutmak için eğilince kendisi de ırmağa yuvarlanmış. Yüzme bilmediği için hızla akan ırmakta nerdeyse boğulacakmış. Binbir güçlükle kenara çıkmış. Kendisi suda çırpınıp dururken, biriktirdiği altınları da hırsızlar çalıp götürmüşler.
Artık tası bulmanın da imkanı kalmadığından ağlaya ağlaya annesinin yanına dönmüş. Başına gelenleri anlatmış. Yaşlı kadın:
- Üzülme yavrum, demiş. Hay'dan gelen Hû'ya gider. Zaten, sen o tası alnının teri, elinin emeği ile kazanmamıştın. Üstelik zenginlik seni iyice şımartmıştı. Böylesi daha iyi oldu. Hiç olmazsa kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulursun.'
Keloğlan bu sözlerle teselli bulmuş. Anasına hak vermiş.
O günden sonra da Sihirli Tası bir daha hiç anmamış.
Bireyi, fetâlıktan şeyhliğe ve yamaklıktan ustalığa giden yolda olgunlaştırmaya çalışan Ahi kurumunun meslekî ahlâk ve görgü kurallarının temel ilkeleri şunlardır
- İyi huylu ve güzel ahlâklı olmak,
- İşinde ve hayatında, kin, çekememezlik ve dedikodudan kaçınmak,
- Ahdinde, sözünde ve sevgisinde vefalı olmak,
- Gözü, gönlü ve kalbi tok olmak,
- Şevkatli, merhametli, adaletli, faziletli, iffetli ve dürüst olmak,
- Cömertlik, ikram ve kerem sahibi olmak,
- Küçüklere sevgi, büyüklere karşı edepli ve saygılı olmak,
- Alçakgönüllü olmak, büyüklük ve gururdan kaçınmak,
- Ayıp ve kusurlarını örtmek, gizlemek ve affetmek,
- Hataları yüze vurmamak,
- Dost ve arkadaşlara tatlı sözlü, samimi, güleryüzle ve güvenilir olmak,
- Gelmeyene gitmek, dost ve akrabayı ziyaret etmek,
- Herkese iyilik yapmak, iyiliklerini istemek,
- Yapılan iyilik ve yardımı başa kakmamak,
- Hakka, hukuka, hak ölçüsüne riayet etmek,
- İnsanların işlerini içten, gönülden ve güleryüzle yapmak,
- Daima iyi komşulukta bulunmak, komşunun eza ve cahilliğine sabretmek,
- Yaradandan dolayı yaratıkları hoş görmek,
- Hata ve kusurları daima kendi nefsinde aramak,
- İyilerle dost olup, kötülerden uzak durmak,
- Fakirlerle dostluktan, oturup kalkmaktan şeref duymak,
- Zenginlere, zenginliğinden dolayı itibardan kaçınmak,
- Allah için sevmek, Allah için nefret etmek,
- Hak için hakkı söylemek ve hakkı söylemekten korkmamak,
- Emri altındakileri ve hizmetindekileri korumak ve gözetmek,
- Açıkta ve gizlide Allah'ın emir ve yasaklarına uymak,
- Kötü söz ve hareketlerden sakınmak,
- İçi, dışı, özü, sözü bir olmak,
- Hakkı korumak, hakka riayetle haksızlığı önlemek,
- Kötülük ve kendini bilmezliğe iyilikle karşılık vermek,
- Belâ ve kötülüklere sabır ve tahammüllü olmak,
- Müslümanlara lütufkâr ve hoş sözlü olmak,
- Düşmana düşmanın silahıyla karşılık vermek,
- İnanç ve ibadetlerinde samimi olmak,
- Fani dünyaya ait şeylerle öğünmemek, böbürlenmemek,
- Yapılan iyilik ve hayırda hakkın hoşnutluğundan başka bir şey gözetmemek,
- Âlimlerle dost olup dostlara danışmak,
- Her zaman heryerde yalnız Allah'a güvenmek
- Örf, adet ve törelere uymak,
- Sır tutmak, sırları açığa vurmamak,
- Aza kanaat, çoğa şükür ederek dağıtmak,
- Feragat ve fedekarlığı daima kendi nefsinden yapmak
'...İnsanın gönlüne Tanrı makamından bir nûr düşerse o kişi emsâline karşı yükselmiş olur.
En çok seven en büyük işleri başarmak borcundadır. Şöyle ki: Aşık olan zaten alacağını almıştır,
artık birşey isteyemez. bundan geri o verecektir, hep o verecektir...' S.E, Ciğerdelen
Nedir Zührem o avucundaki? Dalgın dalgın yine, neler kurarsın? Zühre yerden aldığı bir avuç toprağı ovalayıp kaldırıyor, dikkatle
gözden geçiriyor. Toprağı düşünürüm ağam, toprağı. Biz ona ekeriz, o bize kat kat bereketiyle öder. Cömert toprak vardır, emeğimizi
utandıracak kadar gümrah mahsul verir. Çorak toprak vardır, vergisi kıt olur. Öyle nankör cinsi de vardır ki durma didiş, kaz kabart,
gübrele, istersen nişasta eleklerinden geçir... A, a... söyle ağam, hiç bir toprak gördün mü ki ekimi baştan başa inkar etsin?
Sıvama kerpiç gibi olsa gene soysuz moysuz çuvaldız boyu olsun bir şey çıkar. Toprağı düşünürüm ağam, toprağı. Hem de insanları.
Bazı insanlara etekler dolusu muhabbet tohumu serpiyoruz. Yeşermezler bir türlü ne hikmettir.
'Ben evvelâ aşkı aradım, sonra Allah'ı aradım. Bunca çile pahasına aşkın da, imanın da manası insanlığa hizmet olduğunu öğrendim'
Roman yazarı olan Safiye Erol 1900 yılında Keşan'da doğdu. Küçük yaşta gittiği Almanya'da tahsiline devam eden yazar felsefe alanındaki doktorasını tamamlayıp yurda döndü ve hem yazarlık hemde tasavvufla meşgul oldu. Milli Mecmua'da Safiye Sami ve Dilara adlarıyla tercümeler yapan Erol dönemin meşhur mutasavvıflarından Rufai şeyhi Kenan Rufai Efendi'den etkilendi.
Romanlarının çoğu gazetelerde tefrika halinde kalan Erol yazılarında ana tema olarak Türk insanının bunalımlarını ve kurtuluş yollarını anlatmaya çalışmıştır.1964 senesinde ölen Safiye Erol bir müddet de Maçka Palas'da oturmuştur.
Romanlarından ancak üç tanesi gazete tefrikası olmaktan kurtularak kitap halinde basıldı: Kadıköy'ün Romanı (1939) , Ülker Fırtınası (1944) , *Ciğerdelen (1947)
şehir
21.03.2003 - 16:00' Şehir nedir ki, esas olan insandır! '
Shakespeare
şehir
21.03.2003 - 15:55' insanların en çok değişime uğradıkları yeryüzü mekânı '
cemil meriç
21.03.2003 - 15:39'Önce sarhoş oluyorum. Mektubun bir beste. Rüyada dinlenen, çocuklukta dinlenen, başka bir dunyada dinlenen bir beste.. Neler söylüyor? Anlamıyorum. Bir kuş cıvıltısı, bir derenin sesi, bir ninni. Sonra yudum yudum tadıyorum satırları, kelime kelime, hece hece tadıyorum. Avuçlarıma alıyorum kelimeleri, okşuyorum. Kimi bir elmas gibi sert, kanatıyor, kimi kadife gibi yumuşak, göz yaşı gibi ılık. Bütün acılarımı takdis ediyorum.'
Jurnal Cilt 2 / Cemil Meriç
cemil meriç
21.03.2003 - 15:38Önce sarhoş oluyorum. Mektubun bir beste. Rüyada dinlenen, çocuklukta dinlenen, başka bir dunyada dinlenen bir beste.. Neler söylüyor? Anlamıyorum. Bir kuş cıvıltısı, bir derenin sesi, bir ninni. Sonra yudum yudum tadıyorum satırları, kelime kelime, hece hece tadıyorum. Avuçlarıma alıyorum kelimeleri, okşuyorum. Kimi bir elmas gibi sert, kanatıyor, kimi kadife gibi yumuşak, göz yaşı gibi ılık. Bütün acılarımı takdis ediyorum.
Jurnal Cilt 2 / Cemil Meriç
samiha ayverdi
21.03.2003 - 15:25'Ne tuhaf, bu gökkubbenin altında herkes bir şeyler duyup bir şeyler söylüyor; fakat her duyuş, her söyleyiş ve
her görüş, nihayet, mukabil olduğu eşyayı aksettiren bir ayna parçacığına benziyor. Fakat nerede o kamil ve
mükemmel duyuş ve duyuruş ki, içine bütün cihanın aksettiği muazzam bir ayna olsun...'
İnsan Ve Şeytan /Samiha Ayverdi
keloğlan
15.03.2003 - 20:16KELOĞLAN VE SİHİRLİ TAS
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş.
Çok söylemesi günahmış.
Evvel zaman içinde bir Keloğlan varmış. İh-
tiyar ve yoksul annesi, bu biricik oğlunu 'Keloğlum,
keleş oğlum' diye severmiş.
Günlerden bir gün Keloğlan annesinden izin
alıp batik tutmaya gitmiş. Belki bir kaç batik yaka-
larım. Anacığımla pişirir, yeriz. Aç karnımızı do-
yururuz' diye düşünüyormuş.
Irmağın kenarına gelip oltasını salmış. Öğleye doğru kocaman bir balık tutmuş. Pulları gümüş gibi parlak, gözleri cam gibi aydınlık, güzel mi güzel bir balıkmış bu...
Keloğlan balığın pullarını kazımış, karnını yarıp temizlemek istemiş. Bir de ne görsün! Balığın karnı içinde kocaman bir tas durmuyor mu? Keloğlan bir sevinmiş, bir sevinmiş ki sormayın. 'Hem balığı götürürüm anama, hem tası' demiş.
Tası su ile doldurup balığı yıkamak istemiş. Birden inanılmayacak bir şey olmuş. Tastan boşalttığı sular altın olarak akıyormuş yere. Keloğlan çok şaşırmış. Bir kaç kere denemiş, hep altın akıyormuş tastan. 'Bu, sihirli bir tas galiba. Hemen anama haber vereyim' demiş. Evlerine koşmuş.
Sihirli tasa küpler dolusu suyu doldurup doldurup boşaltmış. Suyu boşalan küplere de altınları biriktirmiş. Artık ülke hükümdarı bile onun yanında fakir sayılırmış...
Keloğlan günler sonra büyük bir saray yaptırıp oraya taşınmış. Kendisine hizmetçiler tutmuş. Sevdiği ve istediği her şeyi alıyor, en güzel yemekleri yiyormuş. Sonunda altınlarının çokluğu onu şımartmaya başlamış.
Gereksiz masraflara, lüzumsuz harcamalara girişmiş. 'Oğlum bu işin sonu kötü olabilir' diye öğüt vermeye çalışan anasını bile dinlememiş.
'Sihirli tas elimde, ne istersem yapabilirim...' diyormuş.
Keloğlan'ın böyle kendini beğenmesi, şımarması ve hırsa kapılması, insanların ona duyduğu sevgiyi azaltmış.
Herkes 'Eski hali bundan daha iyiydi. Gözünü hırs bürüdü Keloğlan'ın' demeye başlamış.
Keloğlan bir gün daha çok altın elde etmek için, sihirli tasını eline alıp ırmağın kenarına gelmiş. 'Suyu tükenecek değil ya, bir saray da buraya yaptırayım. ' demiş. Gurur ve kibirle tasını suya daldırmış. Kıyıda biriken altınlar hırsını artırıyormuş. Daha hızlı daha hızlı daldırmaya başlamış tası. Artık altınlardan başka bir şey düşünmüyormuş. Birden tas elinden kayıp suya düşmüş. Keloğlan onu tutmak için eğilince kendisi de ırmağa yuvarlanmış. Yüzme bilmediği için hızla akan ırmakta nerdeyse boğulacakmış. Binbir güçlükle kenara çıkmış. Kendisi suda çırpınıp dururken, biriktirdiği altınları da hırsızlar çalıp götürmüşler.
Artık tası bulmanın da imkanı kalmadığından ağlaya ağlaya annesinin yanına dönmüş. Başına gelenleri anlatmış. Yaşlı kadın:
- Üzülme yavrum, demiş. Hay'dan gelen Hû'ya gider. Zaten, sen o tası alnının teri, elinin emeği ile kazanmamıştın. Üstelik zenginlik seni iyice şımartmıştı. Böylesi daha iyi oldu. Hiç olmazsa kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulursun.'
Keloğlan bu sözlerle teselli bulmuş. Anasına hak vermiş.
O günden sonra da Sihirli Tası bir daha hiç anmamış.
YAZAN: AHMET EFE
ahilik
08.03.2003 - 18:53TEMEL İLKELER
Bireyi, fetâlıktan şeyhliğe ve yamaklıktan ustalığa giden yolda olgunlaştırmaya çalışan Ahi kurumunun meslekî ahlâk ve görgü kurallarının temel ilkeleri şunlardır
- İyi huylu ve güzel ahlâklı olmak,
- İşinde ve hayatında, kin, çekememezlik ve dedikodudan kaçınmak,
- Ahdinde, sözünde ve sevgisinde vefalı olmak,
- Gözü, gönlü ve kalbi tok olmak,
- Şevkatli, merhametli, adaletli, faziletli, iffetli ve dürüst olmak,
- Cömertlik, ikram ve kerem sahibi olmak,
- Küçüklere sevgi, büyüklere karşı edepli ve saygılı olmak,
- Alçakgönüllü olmak, büyüklük ve gururdan kaçınmak,
- Ayıp ve kusurlarını örtmek, gizlemek ve affetmek,
- Hataları yüze vurmamak,
- Dost ve arkadaşlara tatlı sözlü, samimi, güleryüzle ve güvenilir olmak,
- Gelmeyene gitmek, dost ve akrabayı ziyaret etmek,
- Herkese iyilik yapmak, iyiliklerini istemek,
- Yapılan iyilik ve yardımı başa kakmamak,
- Hakka, hukuka, hak ölçüsüne riayet etmek,
- İnsanların işlerini içten, gönülden ve güleryüzle yapmak,
- Daima iyi komşulukta bulunmak, komşunun eza ve cahilliğine sabretmek,
- Yaradandan dolayı yaratıkları hoş görmek,
- Hata ve kusurları daima kendi nefsinde aramak,
- İyilerle dost olup, kötülerden uzak durmak,
- Fakirlerle dostluktan, oturup kalkmaktan şeref duymak,
- Zenginlere, zenginliğinden dolayı itibardan kaçınmak,
- Allah için sevmek, Allah için nefret etmek,
- Hak için hakkı söylemek ve hakkı söylemekten korkmamak,
- Emri altındakileri ve hizmetindekileri korumak ve gözetmek,
- Açıkta ve gizlide Allah'ın emir ve yasaklarına uymak,
- Kötü söz ve hareketlerden sakınmak,
- İçi, dışı, özü, sözü bir olmak,
- Hakkı korumak, hakka riayetle haksızlığı önlemek,
- Kötülük ve kendini bilmezliğe iyilikle karşılık vermek,
- Belâ ve kötülüklere sabır ve tahammüllü olmak,
- Müslümanlara lütufkâr ve hoş sözlü olmak,
- Düşmana düşmanın silahıyla karşılık vermek,
- İnanç ve ibadetlerinde samimi olmak,
- Fani dünyaya ait şeylerle öğünmemek, böbürlenmemek,
- Yapılan iyilik ve hayırda hakkın hoşnutluğundan başka bir şey gözetmemek,
- Âlimlerle dost olup dostlara danışmak,
- Her zaman heryerde yalnız Allah'a güvenmek
- Örf, adet ve törelere uymak,
- Sır tutmak, sırları açığa vurmamak,
- Aza kanaat, çoğa şükür ederek dağıtmak,
- Feragat ve fedekarlığı daima kendi nefsinden yapmak
safiye erol
01.03.2003 - 15:38'...İnsanın gönlüne Tanrı makamından bir nûr düşerse o kişi emsâline karşı yükselmiş olur.
En çok seven en büyük işleri başarmak borcundadır. Şöyle ki: Aşık olan zaten alacağını almıştır,
artık birşey isteyemez. bundan geri o verecektir, hep o verecektir...' S.E, Ciğerdelen
safiye erol
27.02.2003 - 17:07Nedir Zührem o avucundaki? Dalgın dalgın yine, neler kurarsın? Zühre yerden aldığı bir avuç toprağı ovalayıp kaldırıyor, dikkatle
gözden geçiriyor. Toprağı düşünürüm ağam, toprağı. Biz ona ekeriz, o bize kat kat bereketiyle öder. Cömert toprak vardır, emeğimizi
utandıracak kadar gümrah mahsul verir. Çorak toprak vardır, vergisi kıt olur. Öyle nankör cinsi de vardır ki durma didiş, kaz kabart,
gübrele, istersen nişasta eleklerinden geçir... A, a... söyle ağam, hiç bir toprak gördün mü ki ekimi baştan başa inkar etsin?
Sıvama kerpiç gibi olsa gene soysuz moysuz çuvaldız boyu olsun bir şey çıkar. Toprağı düşünürüm ağam, toprağı. Hem de insanları.
Bazı insanlara etekler dolusu muhabbet tohumu serpiyoruz. Yeşermezler bir türlü ne hikmettir.
'Ben evvelâ aşkı aradım, sonra Allah'ı aradım. Bunca çile pahasına aşkın da, imanın da manası insanlığa hizmet olduğunu öğrendim'
Safiye Erol / CİĞERDELEN 'den
safiye erol
27.02.2003 - 16:59Safiye Erol (1900-1964)
Roman yazarı olan Safiye Erol 1900 yılında Keşan'da doğdu. Küçük yaşta gittiği Almanya'da tahsiline devam eden yazar felsefe alanındaki doktorasını tamamlayıp yurda döndü ve hem yazarlık hemde tasavvufla meşgul oldu. Milli Mecmua'da Safiye Sami ve Dilara adlarıyla tercümeler yapan Erol dönemin meşhur mutasavvıflarından Rufai şeyhi Kenan Rufai Efendi'den etkilendi.
Romanlarının çoğu gazetelerde tefrika halinde kalan Erol yazılarında ana tema olarak Türk insanının bunalımlarını ve kurtuluş yollarını anlatmaya çalışmıştır.1964 senesinde ölen Safiye Erol bir müddet de Maçka Palas'da oturmuştur.
Romanlarından ancak üç tanesi gazete tefrikası olmaktan kurtularak kitap halinde basıldı: Kadıköy'ün Romanı (1939) , Ülker Fırtınası (1944) , *Ciğerdelen (1947)
Toplam 10 mesaj bulundu