Abdurrahman Gazi, Erzurum’un kuzeydoğu istikametinde türbesi bulunup, kendisinin Sahabe-i Kiram’dan olduğu bilinen bir zat-ı muhteremdir. Türbe, kesme taşlardan yapılmıştır. Hemen yanıbaşında aynı adla bir cami vardır. Türbe içindeki mezar bir sandukadan ibaret olup boyu yaklaşık 3.5 m kadardır. Bu uzunluğun şahsın kendi uzunluğu olduğuna inanılır. Bu türbe hakkında şöyle bir rivayet dilden dile dolaşır. Münkire karşı verilen savaşta Abdurrahman Gazi kellesi kopmuş olduğu halde başını koltuğuna alıp başsız olarak düşmanı kovalamaktadır. Bunu gören bir bayan sesli olarak “şu adama bakın başı koltuğunda yinede düşmanı kovalıyor” diyince Abdurrahman Gazi oracıkta şehit düşer ve üzerine bugün ki türbe inşa edilir. Şehri adeta kucağına almış olan Abdurrahman Gazi hazretleri, bir manevi mimar ve muhafız görevi üslenmiştir. Özellikle yaz aylarında bahçesi bir seyrangah olarak kullanılır.
Abdurrahman Gazi, Erzurum’un kuzeydoğu istikametinde türbesi bulunup, kendisinin Sahabe-i Kiram’dan olduğu bilinen bir zat-ı muhteremdir. Türbe, kesme taşlardan yapılmıştır. Hemen yanıbaşında aynı adla bir cami vardır. Türbe içindeki mezar bir sandukadan ibaret olup boyu yaklaşık 3.5 m kadardır. Bu uzunluğun şahsın kendi uzunluğu olduğuna inanılır. Bu türbe hakkında şöyle bir rivayet dilden dile dolaşır. Münkire karşı verilen savaşta Abdurrahman Gazi kellesi kopmuş olduğu halde başını koltuğuna alıp başsız olarak düşmanı kovalamaktadır. Bunu gören bir bayan sesli olarak “şu adama bakın başı koltuğunda yinede düşmanı kovalıyor” diyince Abdurrahman Gazi oracıkta şehit düşer ve üzerine bugün ki türbe inşa edilir. Şehri adeta kucağına almış olan Abdurrahman Gazi hazretleri, bir manevi mimar ve muhafız görevi üslenmiştir. Özellikle yaz aylarında bahçesi bir seyrangah olarak kullanılır.
• Manda ve himaye kabul edilmez
• Kuva-ı Milliyeyi amil, Milli İradeyi hakim kılmak esastır.
• Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür asla parçalanamaz.
Bu kararlara bakıldığında akla hemen Erzurum ve ERZURUM KONGRESİ gelir. Yıl 1918, mevsim yaz ve aylardan Temmuz. Bu mevsimde Anadolu köylüsünün, işçisinin, çiftçisinin kısacası bilumum insanın işten ve çalışmaktan başka bir düşüncesinin olamayacağı akla gelir. Zira aklına bu düşünceyi getirenlerde haksız sayılmazlar. Çünkü zaman dirlik yığma zamanı, zaman dağ gibi gelip 9 ay hiç gitmek bilmeyen bir kışı en ez sıkıntıyla atlatma hazırlıklarının yapılması zamanı. Ancak ne varki vatanın diğer yerlerinde olduğu gibi Erzurum ve Erzurumlunun da, çift, çubuk, tarla, sapan aklına gelmemekte, bütün gününü düşünerek, planlar yaparak ve bir çıkış yolu bulma gayretiyle geçmektedir. Çünkü vatan işgal altındadır, çünkü Anadolu kuşatılmıştır, çünkü Erzurum düşman çizmesiyle çiğnenmeye başlamıştır. İşte hal böyle olunca “evlat, avrat, yar, tarla tohum, sapan düşünecek zaman değil” diyen Erzurumlu haykırışa geçmenin zamanı gelmiş diye haykırmıştır. “Vatan bir bütündür asla parçalanamaz”. Bu haykırışın tam olarak yerini bulması ve havada kalmaması içinde 23 Temmuz 1918 tarihinde yapılan kongreye büyük bir heyecan ve de kararlılıkla katılmışlardır. Tüm hazırlıklarını tamamlayan Mustafa Kemal ve beraberindekiler kongre günü çok önemli bir sorunla karşılaşmışlardır. O da, kongrenin delege sayısının tamam olması, Mustafa Kemal ile Rauf Orbay’a boş kontenjan bulunmaması. Şayet delegelerden birileri istifa edipte boş yer açılmasa Mustafa Kemal ve Rauf Orbay kongreye üye olarak katılamayacaklardı. Böylelikle de Mustafa Kemal’in kongreye başkanlık etmesi sözkonusu olmayacaktı. Bunun üzerine gerçek amacın ve niyetin delege yada şu bu olmak olmadığı, asıl amacın vatanın kurtulması olduğu şuurunda olan kongre delegelerinden Cevat DURSUOĞLU ve KAZIM YURDALAN istifa etmiş ve yerlerine Mustafa Kemal ile Rauf Orbay seçilmiştir. İşte vatanın kurtuluşunda emeği geçen bu kişilerin nelerin önünü açtıklarını, nelere vesile olduklarını varıp düşünüz. Görünüşte basit bir istifa gibi görülen olay, gerçekleşmemesi halinde umutların, şevklerin ve gayretlerin nasıl sonu olacağı iyi düşünülmelidir.
• Manda ve himaye kabul edilmez
• Kuva-ı Milliyeyi amil, Milli İradeyi hakim kılmak esastır.
• Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür asla parçalanamaz.
Bu kararlara bakıldığında akla hemen Erzurum ve ERZURUM KONGRESİ gelir. Yıl 1918, mevsim yaz ve aylardan Temmuz. Bu mevsimde Anadolu köylüsünün, işçisinin, çiftçisinin kısacası bilumum insanın işten ve çalışmaktan başka bir düşüncesinin olamayacağı akla gelir. Zira aklına bu düşünceyi getirenlerde haksız sayılmazlar. Çünkü zaman dirlik yığma zamanı, zaman dağ gibi gelip 9 ay hiç gitmek bilmeyen bir kışı en ez sıkıntıyla atlatma hazırlıklarının yapılması zamanı. Ancak ne varki vatanın diğer yerlerinde olduğu gibi Erzurum ve Erzurumlunun da, çift, çubuk, tarla, sapan aklına gelmemekte, bütün gününü düşünerek, planlar yaparak ve bir çıkış yolu bulma gayretiyle geçmektedir. Çünkü vatan işgal altındadır, çünkü Anadolu kuşatılmıştır, çünkü Erzurum düşman çizmesiyle çiğnenmeye başlamıştır. İşte hal böyle olunca “evlat, avrat, yar, tarla tohum, sapan düşünecek zaman değil” diyen Erzurumlu haykırışa geçmenin zamanı gelmiş diye haykırmıştır. “Vatan bir bütündür asla parçalanamaz”. Bu haykırışın tam olarak yerini bulması ve havada kalmaması içinde 23 Temmuz 1918 tarihinde yapılan kongreye büyük bir heyecan ve de kararlılıkla katılmışlardır. Tüm hazırlıklarını tamamlayan Mustafa Kemal ve beraberindekiler kongre günü çok önemli bir sorunla karşılaşmışlardır. O da, kongrenin delege sayısının tamam olması, Mustafa Kemal ile Rauf Orbay’a boş kontenjan bulunmaması. Şayet delegelerden birileri istifa edipte boş yer açılmasa Mustafa Kemal ve Rauf Orbay kongreye üye olarak katılamayacaklardı. Böylelikle de Mustafa Kemal’in kongreye başkanlık etmesi sözkonusu olmayacaktı. Bunun üzerine gerçek amacın ve niyetin delege yada şu bu olmak olmadığı, asıl amacın vatanın kurtulması olduğu şuurunda olan kongre delegelerinden Cevat DURSUOĞLU ve KAZIM YURDALAN istifa etmiş ve yerlerine Mustafa Kemal ile Rauf Orbay seçilmiştir. İşte vatanın kurtuluşunda emeği geçen bu kişilerin nelerin önünü açtıklarını, nelere vesile olduklarını varıp düşünüz. Görünüşte basit bir istifa gibi görülen olay, gerçekleşmemesi halinde umutların, şevklerin ve gayretlerin nasıl sonu olacağı iyi düşünülmelidir.
Eşo (Erzurumlu Eşref) , efsane buya. Tarih hep bir rivayet üzere yol almıştır. Bazen kaftan kafa hükmeden hükümdarlar, bazen bir dağdan diğer dağa kılıç çalarak on küffarın kellesini uçuran kahramanlar, bazen de vücudunda sağlam yer kalmadığı halde yinede gelen oklara aldırmadan bayrağı burçlara diken yiğitler. İşte Eşo da bu böyle bir kervandan. Asıl adı Eşref’tir. Ancak Erzurum’da kültürünün derinliğinin ve yüreklerdeki sıcaklığın dillerdeki samimiyete yansımasıyla oluşan bir ahenkle Eşo denmiştir. Erzurum’da Üç Kümbetler mevkiinde ikamet etmekteydi. Kendisi hiç evlenmemiş ailesiyle birlikte oturmuştur. İlk bakıldığında hasta olduğu izlenimi bırakan Eşo, ancak gerçekte dünyaya ve onun nimetlerine meyletmeyen bir saki, bir Allah dostudur. Sürekli ağlardı. Evet sürekli ağları, ancak kimse onun neden ağladığını bilemezdi. Bazen, halk ağzıyla “Eşo yine acıkmış yada bir şey istiyorki ağlıyor” denilip geçilirdi. Ancak o hiçbir zaman isteyeceği yada alamadığı şeylere ağlamazdı. Ancak bir gerçek vardı ki o hep ağlardı, hep ağlardı. Elbetteki güldüğüde olmuştur. Ancak görenler pek nadirdir. Belkide hiç yoktur. Çünkü o hep geceleri sokağa çıkardı. Kim bilir, dünyanın ışığıyla ayan beyan ortaya çıkan ve görülmemesi gereken şeyleri görmektem korkardı ki hep gece çıkardı. Dedim ya elbette güldüğüde olmuştur. Ancak onu güldüren şeylerin ne olduğunu ancak onunla beraber gülen simalar fark eder ve onunla beraber gülen gözler görürdü. Taki yine bir akşam vakti onu görünce üzerine atlayıp, boynuna sarılıp yüzünü gözünü öpen subayın bu hareketiyle ortalığı saran karanlık gibi. Bu hareketinin nedeninin ne olduğu sorulduğunda subay, Kore’de nam-ı diyar yedi kat çemberin yarılmasında onun en ön saflarda yer aldığını söylemesiyle bu karanlık aydınlanmıştır. Evet demek ki o meşhur yedi kat çember, o meşhur kuşatma ve o meşhur sarılma, yanı anlayacağınız o Türk Tugayı henüz 10-12 günlük bir zamandır gitmişken içine düştüğü ve takvimlerin 7 Kasım 1950 yi gösterdiği o meşhur Kunuri Savaşları. İşte Erzurum’un dışında ki türbe ve ziyaretgahlarda namaza durduğu görülüp aynı anda başka başka yerlerde görülen Eşo, Kunuri’de Allah için masumiyet için kılıç çekme kerameti.
Ali Şükrü Bey, Ali Şükrü Bey, deniz yüzbaşı rütbesindeyken askerlikten istifa ederek Trabzon milletvekili olarak siyasete atılmış, İttihat ve Terakki'ye muhalif bir çizgi izlemiştir. İngilizlerce İstanbul'un işgalinden son Osmanlı Meclisi Mebusan'ının Misakı Milli kararını almasında rol oynamış, ardından Mustafa Kemal'in çağrısına uyarak Ankara'ya gelmiştir. Dini hassasiyetleri ve karşı çıktığı konularda sözünü sakınmamasıyla dikkati çeken Ali Şükrü Bey, bu özellikleri dolayısıyla muhalif milletvekillerin çevresinde toplandığı kişi olmuştur. 'Hakimiyeti Milliye Gazetesi'ne karşılık 'Tan Gazetesi'nı neşretmeye başlamıştır. İngilizceye hâkimiyeti sayesinde Ankara'nın izlediği siyasetin uluslararası alandaki yansımalarını dış basından takip ediyor, özellikle Lozan müzakerelerinin gidişatıyla ilgili olarak zaman zaman TBMM'ye verilen resmi bilgiyle dış kaynaklı haberler arasında çelişkileri gündeme getiriyordu. İsmet İnönü'nün Lozan'da, 'hariciyeci olmaması sebebiyle' acemice davrandığı, daha ötesi TBMM'nin verdiği yetki sınırlarının dışına çıkarak müzakereleri yürüttüğü kanısındaydı. Siyasette ve takibatta önemli bir şahsiyete sahip olan Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından bugün bile tam olarak açıklanamayan bir sebeple öldürülmüştür.
ALACA, Erzurum’da ermeni mezaliminin en dayanılmazını yaşamış bir köydür. Binsekizyüzlü yılların sonlarına doğru, kendilerine yıllarca ekmek ve güven vermiş Osmanlı Devletine karşı, İngilizlerin lojistik, Rusların ise silah desteğiyle saldıran ve isyanlar çıkaran Ermeniler, Kafkas bölgesinden yavaş yavaş iç bölgelere ilerlemeye başlamışlardır. Sarıkamış dramı ve Kars’ın düşmesinden sonra iyice yüz bulan Ermeniler, Hınçak ve Taşnak ermeni örgütlerini kurarak katliamlarına hız vermişlerdir. Bu iki ermeni örgütü ideolojik olarak birbirlerine çok ters olmalarına rağmen, ermeni saldırganlığı sözkonusu olunca hiçbir ayrım gözetmeksizin birlikte hareket etmişlerdir. Rus Çarlığı tarafından bölgeye görevlendirilen General Mazmanov, bu çeteleri kayıtsız ve şartsız destekleyerek ilerlemelerine yardımcı olmuştur. Ermeniler, böylesi bir destekle Erzurum ili Oltu ilçesinde 3 yıl kadar süren bağımsız bir devlete hükümet ortaklığı dahi yapma konumuna gelmişlerdir. Bununla da yetinmeyerek Ardahan, Narman bölgelerini sinsi plan ve gayriyasal hareketlerle geçip Erzuruma gelmişlerdir. Her geçtikleri yerde taş üstünde taş, çocuk ve kadın gövdesi üstünde baş bırakmamışlardır. Gebe kadınlar karınlarından hançerlenmiş, camilere doldurulan insanların üzerlerine gaz yağı dökülerek yakılmış, kapalı mekanlara doldurulan insanların içine üzerine gaz yağı dökülüp ateş verilmiş mandalar salınmış ve daha nice nice akla gelmeyecek işkenceler yapılmıştır. Bu olayların vahametini o dönemler bu bölgelerde görev yapan Fransız bir gazeteciden dinlemek bile insanın kanını damarlarında dondurmaya yetmektedir. Ermeni çeteleri Erzurumdan, Mamahatun, Humlar, Mercan, Erzincan istikametinde katliamlarla ilerlerken, Erzurumun batı kısmında yer alan ve şehre yaklaşık 35 km mesafede olan ALACA KÖYÜNE de girmişlerdir. Bu köyde 260 tanesi çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere toplam 500 insanı hunharca katletmişler ve toplu olarak gömmüşlerdir. Bu hunharlıkları ALACA KÖYÜ’yle sınırlı kalmayıp Merdiven, Kandilli vb köylerde de devam etmiştir. Alaca köyündeki bu toplu mezar daha sonraki kazılarda ortaya çıkarılarak, katliam ve vahşet dünyaya gösterilmiştir. Yıl içinde anma gününde tüm dünyaya neşredilmesine rağmen medeniyet beşikleri (!) halen daha görmemeye ısrar etmektedirler.
Bir şimşek çakıyor yine bir şimşek
Çakıyor Erzurum tabyalarından
Dizilmiş nameler nineler tek tek
Bakıyor Erzurum tabyalarından
Aziziye Tabyası, dış kaynaklı bir bütçe ile şehrin doğu girişine siyah kesme taşlarla Erzurum Halkının güvenliğini muhafaza amacıyla inşa edilmiş bir sığınaktır. Özellikle 1877-1878 yani halk deyimiyle 93 Harbi (Rumi 1293) ile Moskof baskısı artmış ve o dönemlerde kendilerine devletin çok üst makamlarında yer verilen Ermeniler, çeteleşerek ciddi katliamlarla moskofun tetikçiliğini yapmaya başlamışlardır. Aynı dönemlerde birçok cephede mücadele vermek zorunda kalan Osmanlı Devleti, ciddi bir yıpranma ve bunun akabinde de zayıflama konumuna gelmiştir. Öyleki devlet, bir yandan ayakta kalma mücadelesi verirken, diğer yandan da tabya diye tabir edilen sığınaklarda halkını şiddetli çatışmalara karşı koruma yoluna gitmiştir. Aziziye Tabyasıda böyle bir düşüncenin ürünü olarak bugün aynı mahalde abide olarak durmaktadır. Tabya, döneminde çok ciddi ve de kanlı çatışmalara şahitlik yapmıştır. Bu çatışmaların şiddeti tabya gezildiği zaman çok daha iyi anlaşılmaktadır. Gelen top mermilerinin etkisiyle surlardan kopan onlarca tonluk parçalar metrelerce ötelere giderek bu olaylara belgelik yapmaktadır.
Sarıkamış, kimine göre uygun pistleriyle kış sporları ve turizmi için bir kayak merkezi, kimine göre serhat bir ilin ilçesi, kimine göre Kınalı Kuzuların bağrında ebedi istirahata çekildiği bir seyrangah, kimine göre ise geniş ormanlarıyla çok sayıda ormancı ve evlatlarını yutmuş bir kuyu. Her kesime göre değişen bir efsane ve değişen bir hikaye ve değişen bir destan. Ancak geçmişte her ne olursa olsun, bugün bağrını Allahuekber Dağlarına dayayıp, Erzurum Tabyalarına selama durmuş vaziyette Kazım Karabekir Paşa ve beraberindeki emsali nadir ordusunu beklemekte olan bir abide.
Hüseyin Avni Ulaş, 1887'de o gün Erzurum’ a bağlı Kığı-Kümbet köyünde doğmuştur. İstanbul'da hukuk öğrenimi görüp, 1919'da Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılmıştır. Birinci TBMM milletvekilliğine kadar Son Osmanlı Mebusan Meclisi üyeliğini yapmıştır. 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan Son Osmanlı Mebusan Meclisi'nin kapatılmasından sonra, 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılan TBMM'ye katılmıştır. 1921'in sonlarında İkinci Grubun önde gelen isimlerindendir. Bu grubun desteğiyle 9 Kasım 1922'de TBMM ikinci başkanlığına seçilmesine rağmen 1923 seçimlerinde meclis dışı kalmıştır. Siyasi ve kültürel manada önemli bir kişiliğe sahip olan Hüseyin Avni ULAŞ, 1945'de kurulan Millî Kalkınma Partisi'nin kurucuları arasında olup, 23 Şubat 1948'de İstanbul'da ölmüştür.
Sarı Gelin, Erzurum’da 18.yy’ın ikinci yarısı ve 19.yy’ın başlarında yaşamış, adına türkü yazılacak kadar güzelliğe sahip Türk güzeli için yakılmış bir türküdür. Türkü için birçok yakıştırmalar yapılmış, hatta içerisinde icra edenler, yazarlarında bulunduğu bazı gruplar türküyü başka millete dahi mal etmişlerdir. Ancak bu düşüncelerin hiçbiri bilimsel bir temele ve mantık zeminine oturmadığından, hepsi duygusal bir yorumla yapılmış, popülist bir yaklaşımdan öteye gitmemiştir.
Öncelikle konuya şuradan bakmak gerek. Türkü nedir? ? Türkü kelimesi nasıl bir anlam taşır? ? Bu soruların cevabını tam olarak bulmak, probleminde çözümünü tam bulmak demektir. Türküyü Ermenilere maletmeden önce, acaba Ermeniler yaptıkları müzik eserlerine “türke ait”, veya “türke özgü” anlamına gelen “türkü” adınımı veriyorlar? ? sorusunu cevaplandırmak gerekir. Elbetteki bu mümkün değil. Zaten eserin müzikal yapısına bakıldığında bir Türk yapıtı ve Anadolu coğrafyasının müzik türlerinden biri olan “türkü” olduğu net olarak görülmektedir. Ölümleri üzerinden bin yıllar geçmiş olan canlı varlıkların kimlikleri veya orijinleri hakkında bilgi sahibi olmak için fosil kalıntılarının; cansız varlıkların ise element yapılarının incelenmesinin yeterli olabileceği gerçeği edebi eseler içinde geçerlidir. Türkü, şarkı, şiir ve benzeri edebi yapıtların -şayet anonimlerse- kökenleri hakkındaki en güçlü bilgi kaynağı güfte, ezgi, ritim, makam ve içerdikleri deyimlerdir. Zira bu gibi edebi yapıtların hücre ve dokularıda bu öğelerdir. Sarı Gelin türküsü de böyle bir analize tabi tutulduğunda yorumuyla, ritmiyle, sözleriyle tam vede tartışmasız bir Erzurum, bir Türk türküsü olduğu görülür.
Türkünün kaynağına inme amaçlı yapılan araştırmalara bakıldığında, bulguların sadece halk ağzında dolaşan efsanelerden öteye gitmediği görülür. Ve yine yapılan folklorik araştırmalarda Kuzeydoğu Anadolu’da benzer adla bazı eserlere rastlanmıştır. Ancak bu eserler dikkatli biçimde ele alındığında coğrafik bölge aynı olsa bile, farklı kesimlerden kaynaklandığı görülür. Bu durum bazen geniş bir coğrafik bölge içindede görülür. Örneğin Erzurum’da hareketli bir oyun havası olarak söylenen eserin adı “karakız” iken, halk ozanı Karacoğlan’ın farklı işlemeleriyle daha değişik söz, ezgi ve yorumlarda söylenen birkaç türküsünün adıda yine “karakız”dır. Eserler arasında ki bu durum bazen şair veya ozanlar arasında da görülür. Erzurumlu Emrah ile Ercişli Emrah’ın aynı kişi oldukları konusunda düşünce bildirenlerin çıkması, hatta bu iki ayrı ozanın eserlerinin de birbirine karıştırılması bu durumun bir başka örneğidir.
Türkünün kaynağına inilirken anlatılan efsanelere ve bu efsanelerdeki türkülere bakıldığında hiçbirinin ne söz olarak, ne yer olarak “Erzurum çarşı pazar, İçinde bir kız gezer” diye başlayan “Sarı Gelin” türküsüyle bağdaşmadığı görülmektedir. Bir yerde bulunan bir tarihi eserin, kimler tarafından hangi devirde yapıldığını anlattığı gibi, türküler de konu oldukları yeri, ortaya çıktıkları devri, yaşadıkları insanları ve olayları anlatırlar. Bu düşünceyle konuya bakıldığında söz konusu olan Sarı Gelin türküsünün, varyantları veya yapılan yakıştırmalar ile hemen hemen hiçbir uyum göstermediği görülür.
Yapılan araştırmalar, ne Sarı Gelin türküsünün nede varyantlarının Ermenilerle uzaktan yakından alakasının olmadığını ortaya koymuştur. Ve bu araştırmalar herkesin bu konuda hemfikir olması için yeterli düzeydedir. Bu yüzden türkünün Ermenilere mal edilmesinde iddialarda bulunan sanatçı yada yazarların hiçbir folklorik araştırma yapmadıkları, sadece duygusal bir beyanda bulundukları görülmektedir. Elbette müziğin evrensel olduğu konusunda hiçbir tereddüt yoktur. Ancak evrensellik anlayışıyla yola çıkıpta milletin öz bağrından çıkmış kültürel değerlerin de başkalarına mal edilmesi o millete yapılan hakarettir.
Üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir husus, türkünün sözlerinin ve bu sözlerdeki bazı yöresel kelimelerin incelenmesidir. Ermenilerle bu bölgelerde çok uzun yıllar birlikte yaşamışlığımız tarihi bir gerçektir. Bu yüzdende kültürler arasında bir etkileşimin olması da doğal bir şeydir. Ancak bütün bu birlikteliğe rağmen dünya üzerindeki tüm Ermeni lehçelerinin hepsi incelensin. Bu konuda bilimsel veriler varsa ortaya konulsun. Hangi ermeni lehçesinde “büyükanne” ye “nene” denilmekte. Nene kelimesi özbeöz Türk ve Erzurum deyimidir. Öyleki bu kelime Erzurum’da bayan adı olarak dahi kullanılmaktadır ki dünyaya destan kahramanı olarak geçmiş “3. ordunun anası” ünvanını alan Nene Hatun bunun bir örneğidir. Türkünün sözlerindeki “vay nenen ölsün sarı gelin” nakaratı bu gerçeğin net bir delili ve belgesi olarak ortada durmaktadır.
Türkünün birkaç varyantı vardır. Ancak hiç biri “Erzurum çarşı pazar” diye başlayarak söylenen Sarı Gelin türküsü değildir ve benzememektedir de. Bahsedildiği gibi türküler konu oldukları kişileri, olayları veya yerleri anlatırlar. Örneğin “karahisar kalesi” diye başlayan türkü o yer ve o zaman için yaşanmışların bir anlatıcısı değimlidir. Bu gerçek gözönüne alınarak yola çıkıldığında, Sarı Gelin türküsündeki kültürel anlatım, kelimeler, lehçe, ezgi ve yer bu türkünün Ermenilerle hiçbir ilgisinin olmadığını açıkça göstermektedir.
Bu türkünün en yakın varyantı, İslamiyeti yayma görevi üslenmiş Arap bir şahsın Çoruh vadisine yerleşmesini konu alanıdır. Efsane, Arap ülkelerinin birinden Şeyh Sanen adıyla gelen bir şahsın Çorun vadisinde yanına yerleştiği Hıristiyan bir beyin sarışın kızına aşık olmasını konunu anlatmaktadır. Sarı Gelin türküsünün kaynağı olabileceği düşünülerek anlatılan en yakın varyantıda budur. Ancak bu konuda kesin yada kesin denebilecek karar verilmeden önce iyi bir tahlil yapmak gerekir.
Elbetteki öyle bir olay yaşanmamış veya öyle bir şiir yazılmamış denilemez. Zira bu yönde bazı bilimsel bulguların olduğu bildirilmektedir. Ancak Çoruh vadisine yerleşen ve bu vadide yaşayan bir kişi Erzurum ve Palandöken Dağlarını içeren bir türküyü neden yazsın. Bu durum üzerinde durmak gerek. Çünkü bu vadinin Erzurum’a ve Palandöken Dağlarına en yakın noktası 150 km civarındadır. Bu noktalar İspir ve Yusufeli ilçeleri olarak düşünülürse Erzurum’la aralarında Mescit, Dumlu ve Kargapazar Sıra Dağları mevcuttur. Biraz daha kuzeye inildiğinde yani Çoruh Nehri’nin Artvin il sırına girdiği noktalardan Şenkaya, Olur bölgeleriyle Erzurum arasında tarihte birçok dram ve efsaneye sahne olmuş Allahuekber Sıra Dağları mevcuttur. Bu durumda Çoruh vadisinde yaşayan bir kıza aşık olan bir şahıs aşkını anlatmak için -Erzurum ve Palandöken gibi- hiç görmediği veya göremeyeceği yerleri konu alarak neden bir türkü yaksın.
Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken bir hususta, yaklaşık 1000 yıl önce bir Arap milliyetli kişi tarafından yazılan eserin, günümüz Türkçesine çevrilmiş hali olsa bile, bu kadar akıcı, bu kadar sade olması durumudur. Zira bir nazım türü eser, yazıldığı dönem dilinden günümüz Türkçesine çevrildiğinde kafiye, vezin ve anlatım bakımından uygunluk göstermesi mümkün değildir.
Hulasa olarak denilebilirki Anadolu coğrafyası çok geniş kültürlerin vede medeniyetlerin beşiğidir. Bu yüzden bağrında çokça sevdalar yaşanmış ve çokça türkü, deyiş, koşma, ağıt ve maniler söylenmiştir. Bu edebi varlıklar aralarında benzerlik göstermiş olsa da, birbirlerinin aynı demek değildir. Eğer böyle bir saplantıda ısrar edilirse o olayın kahramanlarına ve sevdalılarına en büyük haksızlık yapılmış olur. Kuzeydoğu Anadolu Bölgesinde benzerlik gösteren bazı eserler var olabilir. Ancak bunların hiç biri bir diğerinin aynı değildir. Bu yüzdende şu an çok popüler olan ve “Erzurum çarşı pazar” diye başlayan Sarı Gelin türküsü tamamen Erzurum il sınırları içinde yaşanmış bir olayın ürünüdür. Bu türkü ile en yakın varyantının sözlerini karşılaştırmak bu konudaki en berrak delil olacaktır.
SARI GELİN
Erzurum çarşı Pazar leylim aman sarı gelin
İçinde bir kız gezer hop nenen ölsün sarı gelin
Elinde divit kalem leylim aman sarı gelin
Katlime ferman yazar hop nenen ölsün sarı gelin
Palandöken yüce dağ leylim aman sarı gelin
Altı morsümbüllü bağ hop nenen ölsün sarı gelin
Seni vermem ellere leylim aman sarı gelin
Niceki bu canım sağ hop nenen ölsün sarı gelin
VARYANTI
Vardım kilisesine baktım haçına
Mail oldum bölük bölük saçına
Kız seni götürem İslam içine
Vah Sinan ölsün sarı gelin
Vardım kilisesine kandiller yanar
Kıranta keşişler pervane döner
Tersa sevmiş deyin el beni kınar
Ah Sinan ölsün sarı gelin
Abdurrahman Gazi (Erzurum)
19.03.2007 - 16:06Abdurrahman Gazi, Erzurum’un kuzeydoğu istikametinde türbesi bulunup, kendisinin Sahabe-i Kiram’dan olduğu bilinen bir zat-ı muhteremdir. Türbe, kesme taşlardan yapılmıştır. Hemen yanıbaşında aynı adla bir cami vardır. Türbe içindeki mezar bir sandukadan ibaret olup boyu yaklaşık 3.5 m kadardır. Bu uzunluğun şahsın kendi uzunluğu olduğuna inanılır. Bu türbe hakkında şöyle bir rivayet dilden dile dolaşır. Münkire karşı verilen savaşta Abdurrahman Gazi kellesi kopmuş olduğu halde başını koltuğuna alıp başsız olarak düşmanı kovalamaktadır. Bunu gören bir bayan sesli olarak “şu adama bakın başı koltuğunda yinede düşmanı kovalıyor” diyince Abdurrahman Gazi oracıkta şehit düşer ve üzerine bugün ki türbe inşa edilir. Şehri adeta kucağına almış olan Abdurrahman Gazi hazretleri, bir manevi mimar ve muhafız görevi üslenmiştir. Özellikle yaz aylarında bahçesi bir seyrangah olarak kullanılır.
Abdurrahman Gazi
19.03.2007 - 16:02Abdurrahman Gazi, Erzurum’un kuzeydoğu istikametinde türbesi bulunup, kendisinin Sahabe-i Kiram’dan olduğu bilinen bir zat-ı muhteremdir. Türbe, kesme taşlardan yapılmıştır. Hemen yanıbaşında aynı adla bir cami vardır. Türbe içindeki mezar bir sandukadan ibaret olup boyu yaklaşık 3.5 m kadardır. Bu uzunluğun şahsın kendi uzunluğu olduğuna inanılır. Bu türbe hakkında şöyle bir rivayet dilden dile dolaşır. Münkire karşı verilen savaşta Abdurrahman Gazi kellesi kopmuş olduğu halde başını koltuğuna alıp başsız olarak düşmanı kovalamaktadır. Bunu gören bir bayan sesli olarak “şu adama bakın başı koltuğunda yinede düşmanı kovalıyor” diyince Abdurrahman Gazi oracıkta şehit düşer ve üzerine bugün ki türbe inşa edilir. Şehri adeta kucağına almış olan Abdurrahman Gazi hazretleri, bir manevi mimar ve muhafız görevi üslenmiştir. Özellikle yaz aylarında bahçesi bir seyrangah olarak kullanılır.
kazım yurdalan
01.03.2007 - 12:45• Manda ve himaye kabul edilmez
• Kuva-ı Milliyeyi amil, Milli İradeyi hakim kılmak esastır.
• Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür asla parçalanamaz.
Bu kararlara bakıldığında akla hemen Erzurum ve ERZURUM KONGRESİ gelir. Yıl 1918, mevsim yaz ve aylardan Temmuz. Bu mevsimde Anadolu köylüsünün, işçisinin, çiftçisinin kısacası bilumum insanın işten ve çalışmaktan başka bir düşüncesinin olamayacağı akla gelir. Zira aklına bu düşünceyi getirenlerde haksız sayılmazlar. Çünkü zaman dirlik yığma zamanı, zaman dağ gibi gelip 9 ay hiç gitmek bilmeyen bir kışı en ez sıkıntıyla atlatma hazırlıklarının yapılması zamanı. Ancak ne varki vatanın diğer yerlerinde olduğu gibi Erzurum ve Erzurumlunun da, çift, çubuk, tarla, sapan aklına gelmemekte, bütün gününü düşünerek, planlar yaparak ve bir çıkış yolu bulma gayretiyle geçmektedir. Çünkü vatan işgal altındadır, çünkü Anadolu kuşatılmıştır, çünkü Erzurum düşman çizmesiyle çiğnenmeye başlamıştır. İşte hal böyle olunca “evlat, avrat, yar, tarla tohum, sapan düşünecek zaman değil” diyen Erzurumlu haykırışa geçmenin zamanı gelmiş diye haykırmıştır. “Vatan bir bütündür asla parçalanamaz”. Bu haykırışın tam olarak yerini bulması ve havada kalmaması içinde 23 Temmuz 1918 tarihinde yapılan kongreye büyük bir heyecan ve de kararlılıkla katılmışlardır. Tüm hazırlıklarını tamamlayan Mustafa Kemal ve beraberindekiler kongre günü çok önemli bir sorunla karşılaşmışlardır. O da, kongrenin delege sayısının tamam olması, Mustafa Kemal ile Rauf Orbay’a boş kontenjan bulunmaması. Şayet delegelerden birileri istifa edipte boş yer açılmasa Mustafa Kemal ve Rauf Orbay kongreye üye olarak katılamayacaklardı. Böylelikle de Mustafa Kemal’in kongreye başkanlık etmesi sözkonusu olmayacaktı. Bunun üzerine gerçek amacın ve niyetin delege yada şu bu olmak olmadığı, asıl amacın vatanın kurtulması olduğu şuurunda olan kongre delegelerinden Cevat DURSUOĞLU ve KAZIM YURDALAN istifa etmiş ve yerlerine Mustafa Kemal ile Rauf Orbay seçilmiştir. İşte vatanın kurtuluşunda emeği geçen bu kişilerin nelerin önünü açtıklarını, nelere vesile olduklarını varıp düşünüz. Görünüşte basit bir istifa gibi görülen olay, gerçekleşmemesi halinde umutların, şevklerin ve gayretlerin nasıl sonu olacağı iyi düşünülmelidir.
cevat dursunoğlu
01.03.2007 - 12:43• Manda ve himaye kabul edilmez
• Kuva-ı Milliyeyi amil, Milli İradeyi hakim kılmak esastır.
• Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür asla parçalanamaz.
Bu kararlara bakıldığında akla hemen Erzurum ve ERZURUM KONGRESİ gelir. Yıl 1918, mevsim yaz ve aylardan Temmuz. Bu mevsimde Anadolu köylüsünün, işçisinin, çiftçisinin kısacası bilumum insanın işten ve çalışmaktan başka bir düşüncesinin olamayacağı akla gelir. Zira aklına bu düşünceyi getirenlerde haksız sayılmazlar. Çünkü zaman dirlik yığma zamanı, zaman dağ gibi gelip 9 ay hiç gitmek bilmeyen bir kışı en ez sıkıntıyla atlatma hazırlıklarının yapılması zamanı. Ancak ne varki vatanın diğer yerlerinde olduğu gibi Erzurum ve Erzurumlunun da, çift, çubuk, tarla, sapan aklına gelmemekte, bütün gününü düşünerek, planlar yaparak ve bir çıkış yolu bulma gayretiyle geçmektedir. Çünkü vatan işgal altındadır, çünkü Anadolu kuşatılmıştır, çünkü Erzurum düşman çizmesiyle çiğnenmeye başlamıştır. İşte hal böyle olunca “evlat, avrat, yar, tarla tohum, sapan düşünecek zaman değil” diyen Erzurumlu haykırışa geçmenin zamanı gelmiş diye haykırmıştır. “Vatan bir bütündür asla parçalanamaz”. Bu haykırışın tam olarak yerini bulması ve havada kalmaması içinde 23 Temmuz 1918 tarihinde yapılan kongreye büyük bir heyecan ve de kararlılıkla katılmışlardır. Tüm hazırlıklarını tamamlayan Mustafa Kemal ve beraberindekiler kongre günü çok önemli bir sorunla karşılaşmışlardır. O da, kongrenin delege sayısının tamam olması, Mustafa Kemal ile Rauf Orbay’a boş kontenjan bulunmaması. Şayet delegelerden birileri istifa edipte boş yer açılmasa Mustafa Kemal ve Rauf Orbay kongreye üye olarak katılamayacaklardı. Böylelikle de Mustafa Kemal’in kongreye başkanlık etmesi sözkonusu olmayacaktı. Bunun üzerine gerçek amacın ve niyetin delege yada şu bu olmak olmadığı, asıl amacın vatanın kurtulması olduğu şuurunda olan kongre delegelerinden Cevat DURSUOĞLU ve KAZIM YURDALAN istifa etmiş ve yerlerine Mustafa Kemal ile Rauf Orbay seçilmiştir. İşte vatanın kurtuluşunda emeği geçen bu kişilerin nelerin önünü açtıklarını, nelere vesile olduklarını varıp düşünüz. Görünüşte basit bir istifa gibi görülen olay, gerçekleşmemesi halinde umutların, şevklerin ve gayretlerin nasıl sonu olacağı iyi düşünülmelidir.
eşo(erzurumlu eşref)
01.03.2007 - 12:01Eşo (Erzurumlu Eşref) , efsane buya. Tarih hep bir rivayet üzere yol almıştır. Bazen kaftan kafa hükmeden hükümdarlar, bazen bir dağdan diğer dağa kılıç çalarak on küffarın kellesini uçuran kahramanlar, bazen de vücudunda sağlam yer kalmadığı halde yinede gelen oklara aldırmadan bayrağı burçlara diken yiğitler. İşte Eşo da bu böyle bir kervandan. Asıl adı Eşref’tir. Ancak Erzurum’da kültürünün derinliğinin ve yüreklerdeki sıcaklığın dillerdeki samimiyete yansımasıyla oluşan bir ahenkle Eşo denmiştir. Erzurum’da Üç Kümbetler mevkiinde ikamet etmekteydi. Kendisi hiç evlenmemiş ailesiyle birlikte oturmuştur. İlk bakıldığında hasta olduğu izlenimi bırakan Eşo, ancak gerçekte dünyaya ve onun nimetlerine meyletmeyen bir saki, bir Allah dostudur. Sürekli ağlardı. Evet sürekli ağları, ancak kimse onun neden ağladığını bilemezdi. Bazen, halk ağzıyla “Eşo yine acıkmış yada bir şey istiyorki ağlıyor” denilip geçilirdi. Ancak o hiçbir zaman isteyeceği yada alamadığı şeylere ağlamazdı. Ancak bir gerçek vardı ki o hep ağlardı, hep ağlardı. Elbetteki güldüğüde olmuştur. Ancak görenler pek nadirdir. Belkide hiç yoktur. Çünkü o hep geceleri sokağa çıkardı. Kim bilir, dünyanın ışığıyla ayan beyan ortaya çıkan ve görülmemesi gereken şeyleri görmektem korkardı ki hep gece çıkardı. Dedim ya elbette güldüğüde olmuştur. Ancak onu güldüren şeylerin ne olduğunu ancak onunla beraber gülen simalar fark eder ve onunla beraber gülen gözler görürdü. Taki yine bir akşam vakti onu görünce üzerine atlayıp, boynuna sarılıp yüzünü gözünü öpen subayın bu hareketiyle ortalığı saran karanlık gibi. Bu hareketinin nedeninin ne olduğu sorulduğunda subay, Kore’de nam-ı diyar yedi kat çemberin yarılmasında onun en ön saflarda yer aldığını söylemesiyle bu karanlık aydınlanmıştır. Evet demek ki o meşhur yedi kat çember, o meşhur kuşatma ve o meşhur sarılma, yanı anlayacağınız o Türk Tugayı henüz 10-12 günlük bir zamandır gitmişken içine düştüğü ve takvimlerin 7 Kasım 1950 yi gösterdiği o meşhur Kunuri Savaşları. İşte Erzurum’un dışında ki türbe ve ziyaretgahlarda namaza durduğu görülüp aynı anda başka başka yerlerde görülen Eşo, Kunuri’de Allah için masumiyet için kılıç çekme kerameti.
Ali Şükrü bey
01.03.2007 - 12:00Ali Şükrü Bey, Ali Şükrü Bey, deniz yüzbaşı rütbesindeyken askerlikten istifa ederek Trabzon milletvekili olarak siyasete atılmış, İttihat ve Terakki'ye muhalif bir çizgi izlemiştir. İngilizlerce İstanbul'un işgalinden son Osmanlı Meclisi Mebusan'ının Misakı Milli kararını almasında rol oynamış, ardından Mustafa Kemal'in çağrısına uyarak Ankara'ya gelmiştir. Dini hassasiyetleri ve karşı çıktığı konularda sözünü sakınmamasıyla dikkati çeken Ali Şükrü Bey, bu özellikleri dolayısıyla muhalif milletvekillerin çevresinde toplandığı kişi olmuştur. 'Hakimiyeti Milliye Gazetesi'ne karşılık 'Tan Gazetesi'nı neşretmeye başlamıştır. İngilizceye hâkimiyeti sayesinde Ankara'nın izlediği siyasetin uluslararası alandaki yansımalarını dış basından takip ediyor, özellikle Lozan müzakerelerinin gidişatıyla ilgili olarak zaman zaman TBMM'ye verilen resmi bilgiyle dış kaynaklı haberler arasında çelişkileri gündeme getiriyordu. İsmet İnönü'nün Lozan'da, 'hariciyeci olmaması sebebiyle' acemice davrandığı, daha ötesi TBMM'nin verdiği yetki sınırlarının dışına çıkarak müzakereleri yürüttüğü kanısındaydı. Siyasette ve takibatta önemli bir şahsiyete sahip olan Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından bugün bile tam olarak açıklanamayan bir sebeple öldürülmüştür.
alaca
24.02.2007 - 16:34ALACA, Erzurum’da ermeni mezaliminin en dayanılmazını yaşamış bir köydür. Binsekizyüzlü yılların sonlarına doğru, kendilerine yıllarca ekmek ve güven vermiş Osmanlı Devletine karşı, İngilizlerin lojistik, Rusların ise silah desteğiyle saldıran ve isyanlar çıkaran Ermeniler, Kafkas bölgesinden yavaş yavaş iç bölgelere ilerlemeye başlamışlardır. Sarıkamış dramı ve Kars’ın düşmesinden sonra iyice yüz bulan Ermeniler, Hınçak ve Taşnak ermeni örgütlerini kurarak katliamlarına hız vermişlerdir. Bu iki ermeni örgütü ideolojik olarak birbirlerine çok ters olmalarına rağmen, ermeni saldırganlığı sözkonusu olunca hiçbir ayrım gözetmeksizin birlikte hareket etmişlerdir. Rus Çarlığı tarafından bölgeye görevlendirilen General Mazmanov, bu çeteleri kayıtsız ve şartsız destekleyerek ilerlemelerine yardımcı olmuştur. Ermeniler, böylesi bir destekle Erzurum ili Oltu ilçesinde 3 yıl kadar süren bağımsız bir devlete hükümet ortaklığı dahi yapma konumuna gelmişlerdir. Bununla da yetinmeyerek Ardahan, Narman bölgelerini sinsi plan ve gayriyasal hareketlerle geçip Erzuruma gelmişlerdir. Her geçtikleri yerde taş üstünde taş, çocuk ve kadın gövdesi üstünde baş bırakmamışlardır. Gebe kadınlar karınlarından hançerlenmiş, camilere doldurulan insanların üzerlerine gaz yağı dökülerek yakılmış, kapalı mekanlara doldurulan insanların içine üzerine gaz yağı dökülüp ateş verilmiş mandalar salınmış ve daha nice nice akla gelmeyecek işkenceler yapılmıştır. Bu olayların vahametini o dönemler bu bölgelerde görev yapan Fransız bir gazeteciden dinlemek bile insanın kanını damarlarında dondurmaya yetmektedir. Ermeni çeteleri Erzurumdan, Mamahatun, Humlar, Mercan, Erzincan istikametinde katliamlarla ilerlerken, Erzurumun batı kısmında yer alan ve şehre yaklaşık 35 km mesafede olan ALACA KÖYÜNE de girmişlerdir. Bu köyde 260 tanesi çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere toplam 500 insanı hunharca katletmişler ve toplu olarak gömmüşlerdir. Bu hunharlıkları ALACA KÖYÜ’yle sınırlı kalmayıp Merdiven, Kandilli vb köylerde de devam etmiştir. Alaca köyündeki bu toplu mezar daha sonraki kazılarda ortaya çıkarılarak, katliam ve vahşet dünyaya gösterilmiştir. Yıl içinde anma gününde tüm dünyaya neşredilmesine rağmen medeniyet beşikleri (!) halen daha görmemeye ısrar etmektedirler.
aziziye tabyası
24.02.2007 - 15:55Bir şimşek çakıyor yine bir şimşek
Çakıyor Erzurum tabyalarından
Dizilmiş nameler nineler tek tek
Bakıyor Erzurum tabyalarından
Aziziye Tabyası, dış kaynaklı bir bütçe ile şehrin doğu girişine siyah kesme taşlarla Erzurum Halkının güvenliğini muhafaza amacıyla inşa edilmiş bir sığınaktır. Özellikle 1877-1878 yani halk deyimiyle 93 Harbi (Rumi 1293) ile Moskof baskısı artmış ve o dönemlerde kendilerine devletin çok üst makamlarında yer verilen Ermeniler, çeteleşerek ciddi katliamlarla moskofun tetikçiliğini yapmaya başlamışlardır. Aynı dönemlerde birçok cephede mücadele vermek zorunda kalan Osmanlı Devleti, ciddi bir yıpranma ve bunun akabinde de zayıflama konumuna gelmiştir. Öyleki devlet, bir yandan ayakta kalma mücadelesi verirken, diğer yandan da tabya diye tabir edilen sığınaklarda halkını şiddetli çatışmalara karşı koruma yoluna gitmiştir. Aziziye Tabyasıda böyle bir düşüncenin ürünü olarak bugün aynı mahalde abide olarak durmaktadır. Tabya, döneminde çok ciddi ve de kanlı çatışmalara şahitlik yapmıştır. Bu çatışmaların şiddeti tabya gezildiği zaman çok daha iyi anlaşılmaktadır. Gelen top mermilerinin etkisiyle surlardan kopan onlarca tonluk parçalar metrelerce ötelere giderek bu olaylara belgelik yapmaktadır.
sarıkamış
24.02.2007 - 15:21Sarıkamış, kimine göre uygun pistleriyle kış sporları ve turizmi için bir kayak merkezi, kimine göre serhat bir ilin ilçesi, kimine göre Kınalı Kuzuların bağrında ebedi istirahata çekildiği bir seyrangah, kimine göre ise geniş ormanlarıyla çok sayıda ormancı ve evlatlarını yutmuş bir kuyu. Her kesime göre değişen bir efsane ve değişen bir hikaye ve değişen bir destan. Ancak geçmişte her ne olursa olsun, bugün bağrını Allahuekber Dağlarına dayayıp, Erzurum Tabyalarına selama durmuş vaziyette Kazım Karabekir Paşa ve beraberindeki emsali nadir ordusunu beklemekte olan bir abide.
Hüseyin Avni Ulaş
24.02.2007 - 15:15Hüseyin Avni Ulaş, 1887'de o gün Erzurum’ a bağlı Kığı-Kümbet köyünde doğmuştur. İstanbul'da hukuk öğrenimi görüp, 1919'da Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılmıştır. Birinci TBMM milletvekilliğine kadar Son Osmanlı Mebusan Meclisi üyeliğini yapmıştır. 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan Son Osmanlı Mebusan Meclisi'nin kapatılmasından sonra, 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılan TBMM'ye katılmıştır. 1921'in sonlarında İkinci Grubun önde gelen isimlerindendir. Bu grubun desteğiyle 9 Kasım 1922'de TBMM ikinci başkanlığına seçilmesine rağmen 1923 seçimlerinde meclis dışı kalmıştır. Siyasi ve kültürel manada önemli bir kişiliğe sahip olan Hüseyin Avni ULAŞ, 1945'de kurulan Millî Kalkınma Partisi'nin kurucuları arasında olup, 23 Şubat 1948'de İstanbul'da ölmüştür.
sarı gelin
14.02.2007 - 13:26Sarı Gelin, Erzurum’da 18.yy’ın ikinci yarısı ve 19.yy’ın başlarında yaşamış, adına türkü yazılacak kadar güzelliğe sahip Türk güzeli için yakılmış bir türküdür. Türkü için birçok yakıştırmalar yapılmış, hatta içerisinde icra edenler, yazarlarında bulunduğu bazı gruplar türküyü başka millete dahi mal etmişlerdir. Ancak bu düşüncelerin hiçbiri bilimsel bir temele ve mantık zeminine oturmadığından, hepsi duygusal bir yorumla yapılmış, popülist bir yaklaşımdan öteye gitmemiştir.
Öncelikle konuya şuradan bakmak gerek. Türkü nedir? ? Türkü kelimesi nasıl bir anlam taşır? ? Bu soruların cevabını tam olarak bulmak, probleminde çözümünü tam bulmak demektir. Türküyü Ermenilere maletmeden önce, acaba Ermeniler yaptıkları müzik eserlerine “türke ait”, veya “türke özgü” anlamına gelen “türkü” adınımı veriyorlar? ? sorusunu cevaplandırmak gerekir. Elbetteki bu mümkün değil. Zaten eserin müzikal yapısına bakıldığında bir Türk yapıtı ve Anadolu coğrafyasının müzik türlerinden biri olan “türkü” olduğu net olarak görülmektedir. Ölümleri üzerinden bin yıllar geçmiş olan canlı varlıkların kimlikleri veya orijinleri hakkında bilgi sahibi olmak için fosil kalıntılarının; cansız varlıkların ise element yapılarının incelenmesinin yeterli olabileceği gerçeği edebi eseler içinde geçerlidir. Türkü, şarkı, şiir ve benzeri edebi yapıtların -şayet anonimlerse- kökenleri hakkındaki en güçlü bilgi kaynağı güfte, ezgi, ritim, makam ve içerdikleri deyimlerdir. Zira bu gibi edebi yapıtların hücre ve dokularıda bu öğelerdir. Sarı Gelin türküsü de böyle bir analize tabi tutulduğunda yorumuyla, ritmiyle, sözleriyle tam vede tartışmasız bir Erzurum, bir Türk türküsü olduğu görülür.
Türkünün kaynağına inme amaçlı yapılan araştırmalara bakıldığında, bulguların sadece halk ağzında dolaşan efsanelerden öteye gitmediği görülür. Ve yine yapılan folklorik araştırmalarda Kuzeydoğu Anadolu’da benzer adla bazı eserlere rastlanmıştır. Ancak bu eserler dikkatli biçimde ele alındığında coğrafik bölge aynı olsa bile, farklı kesimlerden kaynaklandığı görülür. Bu durum bazen geniş bir coğrafik bölge içindede görülür. Örneğin Erzurum’da hareketli bir oyun havası olarak söylenen eserin adı “karakız” iken, halk ozanı Karacoğlan’ın farklı işlemeleriyle daha değişik söz, ezgi ve yorumlarda söylenen birkaç türküsünün adıda yine “karakız”dır. Eserler arasında ki bu durum bazen şair veya ozanlar arasında da görülür. Erzurumlu Emrah ile Ercişli Emrah’ın aynı kişi oldukları konusunda düşünce bildirenlerin çıkması, hatta bu iki ayrı ozanın eserlerinin de birbirine karıştırılması bu durumun bir başka örneğidir.
Türkünün kaynağına inilirken anlatılan efsanelere ve bu efsanelerdeki türkülere bakıldığında hiçbirinin ne söz olarak, ne yer olarak “Erzurum çarşı pazar, İçinde bir kız gezer” diye başlayan “Sarı Gelin” türküsüyle bağdaşmadığı görülmektedir. Bir yerde bulunan bir tarihi eserin, kimler tarafından hangi devirde yapıldığını anlattığı gibi, türküler de konu oldukları yeri, ortaya çıktıkları devri, yaşadıkları insanları ve olayları anlatırlar. Bu düşünceyle konuya bakıldığında söz konusu olan Sarı Gelin türküsünün, varyantları veya yapılan yakıştırmalar ile hemen hemen hiçbir uyum göstermediği görülür.
Yapılan araştırmalar, ne Sarı Gelin türküsünün nede varyantlarının Ermenilerle uzaktan yakından alakasının olmadığını ortaya koymuştur. Ve bu araştırmalar herkesin bu konuda hemfikir olması için yeterli düzeydedir. Bu yüzden türkünün Ermenilere mal edilmesinde iddialarda bulunan sanatçı yada yazarların hiçbir folklorik araştırma yapmadıkları, sadece duygusal bir beyanda bulundukları görülmektedir. Elbette müziğin evrensel olduğu konusunda hiçbir tereddüt yoktur. Ancak evrensellik anlayışıyla yola çıkıpta milletin öz bağrından çıkmış kültürel değerlerin de başkalarına mal edilmesi o millete yapılan hakarettir.
Üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir husus, türkünün sözlerinin ve bu sözlerdeki bazı yöresel kelimelerin incelenmesidir. Ermenilerle bu bölgelerde çok uzun yıllar birlikte yaşamışlığımız tarihi bir gerçektir. Bu yüzdende kültürler arasında bir etkileşimin olması da doğal bir şeydir. Ancak bütün bu birlikteliğe rağmen dünya üzerindeki tüm Ermeni lehçelerinin hepsi incelensin. Bu konuda bilimsel veriler varsa ortaya konulsun. Hangi ermeni lehçesinde “büyükanne” ye “nene” denilmekte. Nene kelimesi özbeöz Türk ve Erzurum deyimidir. Öyleki bu kelime Erzurum’da bayan adı olarak dahi kullanılmaktadır ki dünyaya destan kahramanı olarak geçmiş “3. ordunun anası” ünvanını alan Nene Hatun bunun bir örneğidir. Türkünün sözlerindeki “vay nenen ölsün sarı gelin” nakaratı bu gerçeğin net bir delili ve belgesi olarak ortada durmaktadır.
Türkünün birkaç varyantı vardır. Ancak hiç biri “Erzurum çarşı pazar” diye başlayarak söylenen Sarı Gelin türküsü değildir ve benzememektedir de. Bahsedildiği gibi türküler konu oldukları kişileri, olayları veya yerleri anlatırlar. Örneğin “karahisar kalesi” diye başlayan türkü o yer ve o zaman için yaşanmışların bir anlatıcısı değimlidir. Bu gerçek gözönüne alınarak yola çıkıldığında, Sarı Gelin türküsündeki kültürel anlatım, kelimeler, lehçe, ezgi ve yer bu türkünün Ermenilerle hiçbir ilgisinin olmadığını açıkça göstermektedir.
Bu türkünün en yakın varyantı, İslamiyeti yayma görevi üslenmiş Arap bir şahsın Çoruh vadisine yerleşmesini konu alanıdır. Efsane, Arap ülkelerinin birinden Şeyh Sanen adıyla gelen bir şahsın Çorun vadisinde yanına yerleştiği Hıristiyan bir beyin sarışın kızına aşık olmasını konunu anlatmaktadır. Sarı Gelin türküsünün kaynağı olabileceği düşünülerek anlatılan en yakın varyantıda budur. Ancak bu konuda kesin yada kesin denebilecek karar verilmeden önce iyi bir tahlil yapmak gerekir.
Elbetteki öyle bir olay yaşanmamış veya öyle bir şiir yazılmamış denilemez. Zira bu yönde bazı bilimsel bulguların olduğu bildirilmektedir. Ancak Çoruh vadisine yerleşen ve bu vadide yaşayan bir kişi Erzurum ve Palandöken Dağlarını içeren bir türküyü neden yazsın. Bu durum üzerinde durmak gerek. Çünkü bu vadinin Erzurum’a ve Palandöken Dağlarına en yakın noktası 150 km civarındadır. Bu noktalar İspir ve Yusufeli ilçeleri olarak düşünülürse Erzurum’la aralarında Mescit, Dumlu ve Kargapazar Sıra Dağları mevcuttur. Biraz daha kuzeye inildiğinde yani Çoruh Nehri’nin Artvin il sırına girdiği noktalardan Şenkaya, Olur bölgeleriyle Erzurum arasında tarihte birçok dram ve efsaneye sahne olmuş Allahuekber Sıra Dağları mevcuttur. Bu durumda Çoruh vadisinde yaşayan bir kıza aşık olan bir şahıs aşkını anlatmak için -Erzurum ve Palandöken gibi- hiç görmediği veya göremeyeceği yerleri konu alarak neden bir türkü yaksın.
Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken bir hususta, yaklaşık 1000 yıl önce bir Arap milliyetli kişi tarafından yazılan eserin, günümüz Türkçesine çevrilmiş hali olsa bile, bu kadar akıcı, bu kadar sade olması durumudur. Zira bir nazım türü eser, yazıldığı dönem dilinden günümüz Türkçesine çevrildiğinde kafiye, vezin ve anlatım bakımından uygunluk göstermesi mümkün değildir.
Hulasa olarak denilebilirki Anadolu coğrafyası çok geniş kültürlerin vede medeniyetlerin beşiğidir. Bu yüzden bağrında çokça sevdalar yaşanmış ve çokça türkü, deyiş, koşma, ağıt ve maniler söylenmiştir. Bu edebi varlıklar aralarında benzerlik göstermiş olsa da, birbirlerinin aynı demek değildir. Eğer böyle bir saplantıda ısrar edilirse o olayın kahramanlarına ve sevdalılarına en büyük haksızlık yapılmış olur. Kuzeydoğu Anadolu Bölgesinde benzerlik gösteren bazı eserler var olabilir. Ancak bunların hiç biri bir diğerinin aynı değildir. Bu yüzdende şu an çok popüler olan ve “Erzurum çarşı pazar” diye başlayan Sarı Gelin türküsü tamamen Erzurum il sınırları içinde yaşanmış bir olayın ürünüdür. Bu türkü ile en yakın varyantının sözlerini karşılaştırmak bu konudaki en berrak delil olacaktır.
SARI GELİN
Erzurum çarşı Pazar leylim aman sarı gelin
İçinde bir kız gezer hop nenen ölsün sarı gelin
Elinde divit kalem leylim aman sarı gelin
Katlime ferman yazar hop nenen ölsün sarı gelin
Palandöken yüce dağ leylim aman sarı gelin
Altı morsümbüllü bağ hop nenen ölsün sarı gelin
Seni vermem ellere leylim aman sarı gelin
Niceki bu canım sağ hop nenen ölsün sarı gelin
VARYANTI
Vardım kilisesine baktım haçına
Mail oldum bölük bölük saçına
Kız seni götürem İslam içine
Vah Sinan ölsün sarı gelin
Vardım kilisesine kandiller yanar
Kıranta keşişler pervane döner
Tersa sevmiş deyin el beni kınar
Ah Sinan ölsün sarı gelin
Toplam 11 mesaj bulundu