Bir gün dünyaya ait büyük bir derdin olursa Rabbine dönüp, 'Benim büyük bir derdim var!' deme, derdine dönüp 'benim büyük bir Rabbim var!' de.
Bir an oturup düşünmek istedim etrafıma bakınıp durdum ve başımı önüme eğerek sustum
susmamın tek sebebiydi belki etrafımda harıl harıl dünya için çalışan dünya için çabalayan insanlar....
herkes nasılda kendi derdine düşmüş herkes nasılda unutumuş gerçeği nasılda hala ısrar ediyorlar gerçeği anlamamayı..gerçek bukadar basitmi kendimizi gerçekten alıkoymak ve o gerçeğe mutlaka ulaşacağımızı bile bile ondan uzaklaşmak.
bukadar basitmi insanlığı unutmak...insanlık adına yapılagelen şeyleri unutup sadece kendince insan olmak
bukadar mı basit filistinde ırakta feluce de insanlar açlıktan hastalanırken burada ta yanıbaşımızıda insanların tokluktan hastalanması.bukadar mı kendimizi unutmuşuz ve vaveylanlar arasında bir kendimizi düşünmüşüz
hiçmi canımız yanmadı hiçmi sızlamadı acı çeken kardeşlerin olduğunu bile bile zevk sefa içinde yaşamayı kendimize ders edinmek......
NEOLUYOR EY GÜZEL RABBİM NEOLUYOR BİZE NEOLUYOR SENİN KUL DEDİĞİN İNSANLARA NEOLUYOR RABBİM EFENDİMİZİN ÜMMETİM DİYE SABAHLARA KADAR AĞLADIĞI İNSANLARA NEOLUYOR RABBİM NEOLUYOR İNSANLARA
BUKADARMI BASİT KENDİMİZİ HERŞEYDEN SOYUTLAYIP SADECE KENDİMİZ İÇİN UĞRAŞMAK
Selamun Aleykum-Günaydın-Ve HaYIRLI CUMALAR olsun Bu hayırlı günde dualarınız kabul olsun sevdiklerinizle mutlu umutlu kalın inşALLAH.. Bilir misin yalnızlık ne demek? Bilir misin gökyüzündeki yıldızlardan medet ummayı? Uzattın mı elini bir yıldız boyunca belki tutarım diye farkında olmadan?
Uykusuz kalmayı bilir misin sabaha kadar? Hiç küstün mü hayata? Aslında kendindir küstüğün küçüğüm……
Kapatıp gözünü hayaller kurduğun oldu mu geleceğe dair? Bazen küçük bir masumiyet belirir tebessümünde, bazen gözünde hırçın bakışlar.
Kızdın mı kendine günlerce? Kendini tanıyamadığın oldu mu hiç? Bazen cesaret edemeyen konuşmaya ve bazen hiç susmayan sen.
Sevdin mi birini? Her yağmur yağışında saatlerce bekledin mi? Sevdiğini pencerenin önünde?
Bir yudum sevgi için dilendiğin oldu mu sert bakışlardan? Yaslanacak bir omuz aradın mı? Birden güldüğün oldu mu sebepsiz? Her şeyde kendini bulmadın mı hiç? Rüyalarda yaşadığın oldu mu hayatını,istemediğin oldu mu uymayı?
Baktığın ama göremediğin oldu mu etrafı? Ufak bir sorunu büyütüp ölmeyi de mi istemedin hiç? Sebebini bilmediğin bir ağırlık çökmedi mi üstüne? Büyüdüğünü fark edip zamana düşman oldun mu?
Hecelerin az geldiği, kelimelerin yetmediği oldu mu duygularını anlatmaya?
Ağladığın oldu mu sebepsizce sabaha kadar? Belki sen ağlamayı bilmiyorsundur, sevmeyi bilmediğin gibi…..
İki damla yaş değildir ağlamak. Önce hüzünlenmek sonra düşünmek,hayal etmek anıları yaşamak büyük bir özlem içinde o küçük oyuncak bebeğe sarılmak…..
İşte budur ağlamak ve yalnızlığı yeniden yaşamak…
Sensizlik diyarlarında geziniyorum,her gün…..
Her sana uzandığımda ellerim boşlukta yalnızlığın verdiği ızdırapla kıvranıyor. İleride bir gün buluşacağı ellerin hayaliyle yaşıyor. Bir gün uzaklara gidip unutuldun hissine kapılırsan hayatının en büyük hatasını yapmış olacaksın. farkında olmadan birilerin kalbinde,birilerin beyninde,birilerinin gözlerinin önünde olduğunu bilmeyeceksin. Bunun için ağlayacaksın. boş yere göz yaşı dökeceksin ama bunun boş yere olduğunu asla bilmeyeceksin hayatının anlamını,varolmanın bazılarına verdiği mutluluğu yaşattığın o güzel duyguyu asla anlamayacaksın ANLAYAMAYACAKSIN…..
Ah Eyüp, ne yaptın sen? Tüm şımarıklıklarımızı, mızmızlarımızı, ahlarımızı ve vahlarımızı, oflamalarımızı, şikayetlerimizi elimizden aldın. Tüm bahanelerimizi, amalarımızı tükettin, yok ettin, yaktın Eyüp. Benliğimizi düş kırıklığına uğrattın, ona haddini bildirdin, sınırlarını öğrettin.
Benliğimizi bir kekemeye dönüştürüp, savunmasız bıraktın. Kendimizi artık nasıl kandırabiliriz senden sonra? Benliğimize ve nefsimize öyle bir kör düğüm attın ki, artık hangi bahanelere sığınacak, hangi gerekçelerle şikayatlere başlayacağız bilemiyoruz Eyüp.
Sen sabrın son sınırını işaretledin. “Bu kadarı olmaz ki canım”ı nefsimizin elinden söke söke aldın. İnsan olmanın erdemini sende görüp sabrın nasıl yapılacağını senden öğrendikten sonra, benliğimizdeki tüm şükürsüzlük kalbimizi daha bir dövüyor Eyüp.
Bize hayatımızın dersini verdin. Neden yaptın bunu? Bizi utandırdın, mahcup hissettirdin. Ne zaman aklımıza gelsen yüzümüz kızarıyor baksana. “Böyle de yaşanabilirmiş” diyor vicdanımız. Vicdanımız her daim seni onaylıyor, doğruluyor, senin yolundan gidelim diye bizi itekleyip duruyor. Ama bizim takatimiz yok Eyyüp. Ah Eyyüp, sen ne yaptın? Bizim benliklerimiz buna hazır değildi. Kendimizden başka bir şey düşünmüyor, oyalanıp gidiyorduk işte.
Bedenin yara bere içindeydi. Ama benliğinden en ufak bir itiraz yükselmiyordu. Şaşırtıcı olan şuydu: Asla “İstirahat-i nefs” için dua etmedin. Dua etmiyor değildin ama duaların bile şükür ve hamd yüklüydü, O’nu anmak içindi. Kendin için hiçbir şey istemedin. Her şeyi O’ndan bildin, her şeyden dolayı O’na hamd ettin. İyileşmek için dua etmiyordun, etmen gerektiğine inanmıyordun. Çünkü sana göre hayat, sadece O’nun için yaşanan hayattı. Hayatın sana bakan yüzüne sen bakmıyordun bile. İşte sen bu yüzden kahramanlaştın Eyyüp. Hastalık rahatını kaçırmış kaçırmamış, uykusuz gecelere sebep olmuş olmamış, ağzında tat bırakmış bırakmamış, bedensel hazları elinden almış almamış umurunda değildi. Çünkü hastalığının, kulluğun bir başka biçimi olduğunun farkındaydın. Evet, hastalık O’nunla kurduğun başkaca bir bağlılık haliydi. Bu yüzden hastalığın yüzüne güldün. Hastalık da senin yüzüne güldü Eyyüp.
Ne zaman ki hastalık kalbine ve diline ilişip de O’nu anmana engel olmaya başladı. İşte o zaman şifa diledin. Çünkü hastalık artık aranızdaki ilişkiyi engelliyordu. İyileşmeyi bile kendin için istemedin. Bu ne yücelik Eyyüp. Bu nasıl bir adanmışlık. Ne kadar şaşırtıcı, ne kadar onurlu.
Sen bizim kahramanımızsın Eyüp. Sabır kahramanımızsın. Sen sabrın zirvesine çıktın. Bizimse yükseklik korkumuz var. Oraya çıkarsak başımız döner. Zirvelerin bol oksijenli havasını ciğerlerimiz kaldıramaz. Biz o kadar sağlam değiliz. Bizim zirvelerimiz küçük küçük tepelerden ibaret. Senin sabrının yüce zirveleri bizim için çok yüksek Eyüp.
Eyüp, ne iyi bir şey yaptın sen. Ne desek az. Senin yaptığın sabra, tahammüle, tevekkül ve teslimiyete erişmek ne zor Eyüp. Biliyor musun, düşe kalka ilerlesek de, bazen yan yollara sapsak da, bize yürünmesi gereken yolu sen gösterdin. İçimizde bu yolda gitme arzusu uyanıyor seninle. Senin gibi şükretmekten, varlığımızın her halini O’na adamaktan uzağız. Ama biliyor musun, en azından bize umut verdin. Bunu bir kişinin başarabilmiş olması bile, insanlığımız adına bizi de onurlandırıyor Eyüp.
Herkesin kahraman olması imkansızdır, değil mi Eyüp? Hem kahramanlar bunu kendileri için yapmazlar ki. Herkes için yaparlar. Senin sabır kahramanlığın da hepimiz içindi, değil mi? Bunu insanlığımız adına, hepimiz adına yaptığını bilmek utancımızı azaltıyor, üzerimizdeki yükü hafifletiyor.
Sen bizim sabır kahramanımızsın ve biz de senin kahramanlığını selamlıyoruz. Çünkü elimizden bu kadarı geliyor Eyüp.
Mustafa Ulusoy hocadan Ç/alıntıdır :)
Kız, çocuğu olunca üzülmek, hele hele anneyi suçlamak çok yanlıştır.
Kur an-ı kerimde mealen,
(Allah(cc) dilediğine kız, dilediğine erkek çocuk bahşeder. Kimine hem erkek, hem kız çocuğu verir, dilediğini de kısır bırakır. Her şeyi hakkı ile bilen ve her şeye gücü yeten ancak Allah(cc) tır) buyuruldu. (Şura 49, 50)
Peygamber efendimiz, (Kız çocuklarını hor görmeyin) buyurdu. Hor görmek dini bilmemekten ileri gelir. Hayırlı evlat istemelidir. Hayırlı olmadıktan sonra, kız veya erkek olmuş ne fark eder?
Dinimizde, kadının ve kız çocuklarının fazileti büyüktür.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kızlarınızı altın ve gümüş ile süsleyin! Elbiseleri güzel olsun! İtibar kazanmaları için en güzel hediyelerle ihsanda bulunun!) [Hakim]
(Kız çocuğunu güzelce terbiye edip, Allah(cc) ü teâlânın verdiği nimetlerle bolluk içinde yedirir giydirirse, o kız çocuğu onun için bir bereket olur, Cehennemden kurtulup kolayca Cennete girmesine vesile olur.) [Taberani]
(İki kız evladına güzel muamele eden, mutlaka Cennete girer.) [İbni Mace]
(İki kızı veya iki kız kardeşi olup da, maişetlerini güzelce sağlayanla Cennette beraber oluruz.) [Tirmizi]
(Çarşıdan aldığı şeyleri, erkek çocuklardan önce kız çocuklarına verene Allah(cc) ü teâlâ rahmetle nazar eder. Allah(cc) ü teâlâ, rahmetle nazar ettiğine de azap etmez.) [Harâiti]
(Çarşıdan turfanda meyve alıp evine getiren, sadaka sevabı alır.
Getirdiği meyveyi, erkek çocuklarından önce kız çocuklarına versin! Kadınları, kızları sevindiren, Allah(cc) korkusundan ağlayanlar gibi sevap kazanır Allah(cc) korkusundan ağlayanın bedeni de Cehenneme haram olur.) [İbni Adiy]
(Üç kızına, ihtiyaçtan kurtulana kadar iyi bakan, yedirip giydiren, elbette Cenneti kazanır.) [Ebu Davud]
(Üç kız veya kız kardeşinin geçim veya başka sıkıntılarına katlananı, Allah(cc) ü teâlâ Cennete koyar.) Eshab-ı kiramdan biri, (İki tane olursa da aynı mıdır?) diye sual edince, Peygamber efendimiz (Evet, iki tane olursa da aynıdır) buyurdu.
Başka birisi, (Ya bir tane olursa?) diye sual etti. Cevabında buyurdu ki: (Bir tane de olsa gene aynıdır.) [Hakim, Harâiti]
Görüldüğü gibi, kız ve kadınlara değer vermeyenler, müslümanlığı bilmeyen kimselerdir. Müslüman, dinini iyi öğrenip kadına layık olduğu değeri vermelidir!
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür.) [İ.Asakir]
Hep can bilip, tüm vakitlerini sarfettiklerin, ömrünü yoluna adadıkların, başüstüne koyup, üstüne titrediklerin, bir bir terkettiler seni işte..
Gördün mü bak, insanları memnun etmek ne kadar zor..
Ne yapsan beğendiremezsin, ne söylesen dudak büker, eleştirilirsin, illa bir kusur bulurlar..
Uğraşsan tüm gücünle, kendini yeyip bitirsen, kendi öz rahatından tavizler versen..Hatalarına bile göz yumsan, aldırmasan..Hep affetsen hoşgörüyle..Yine de boşuna! Asla memnun edemezsin..
Tüm varlığınla ölesiye yoruluyor ama ücretini alamıyorsun hep, değil mi?
Ama O, öyle mi ya?
Kim mi?
O işte..
Hani pek o kadar önemsemediğin..
Emrine 'evet' ama 'nasıl olsa olur' diyerek, itaat ederken hiç özenmediğin O..
Hani O, sen yürüyerek gitsen, sana koşarak gelenin..
Adını yürekten bir ansan, bin dünya bedel cennetler bağışlayanın..
Kötülüğe niyet edip, yapmayınca bile seni Onurlandıranın..
Ücretlerini, hem peşin hem de kat kat Ödeyenin..
O işte O..
Sana en Yakının..
Farketmesen de, hep kucağında uyuduğun..
En kritik anlarında, düşecekken seni Tutanın..
Daim yüreklere nazar eden, kapısı hiç kapanmayanın..
Seni hep iştiyakla Bekleyenin..
Hiç ama hiç Darılmayanın..
O işte, Rabbin..
Sana hep Dost hep YÂR olanın, hep YÂR Kalanın..
O zaman neden kendini paralıyorsun ki boşuna?
Kıymet bilmeyene kölelik edeceğine, gel O Aziz'e bende ol! Ki Aziz olasın..
Ol ki, dünya dolu belalardan kurtula, SULTAN olasın..
Ve bil ki;
O'nu memnun ettiğinde, yarattığı herşeyi musahhar edecek sana..
Karşıdakinin hassas yüreğinin incineceği düşünülmeden söylenen, yazılan, çizilen, saldırı hükmündeki sözlere ağlarım. Çünkü yüreğim emanettir bana Yaratandan. İncitenin yüreği de öyle.
Bilmezler mi ki, kendisini sevsinler diye yarattığı yüreklerin hırpalanması Rabbimin hoşuna gitmez!
Bilmezler mi ki, o kalpler aynalardan dolu bir saray. Lüzumlu mu orada çirkin bir görüntünün hâsıl olması? Hiç gerekir mi kristallerden ince ince işlenmiş çiçeklerin kırılması?
İşte öfke adlı zaaf tüm bunları unutturur da insana, zihnindeki kelimeleri acıya bular. İncitici hale getirir, ve fırlatır bir ok gibi karşısındakine... İNCE AĞLAMALARIMI BİLİRİM BEN;
incitici sözlerden sonra...
Oysa böyle mi olmalıdır tepkiler? Hilm sahibi olmak zor mu kuluyken el-Halîm’in? Yumuşacık akınca sular hoş değil mi? Sel sularıyla hangi bağ bahçe beslenebilmiş ki?
İçinde karşısındakine söyleyecek sözlerini biriktirmiş patlamaya hazır bir bomba olmak ve öylece dolaşmak akıl kârı mı?
Ve en olmadık yerde patlamak...
‘Kalp aynalarla dolu bir saray,’ demiştim. Erzurumlu İbrahim Hakkı merhumun dilince:
“Dil beyt-i Huda’dır, ânı pak eyle sivâdan Kasrına nüzul eyler o sultan gecelerde...”
İşte, Sultan kasrına nüzul eylediğinde, kendini görmeli aynalarda; öfke ile incitilenlerin buruk görüntülerini değil... Burukluk yerleşir kalplere, ve epeyce orada kalır. Düşüncesi bile üzer, incitir insanı. Aynalara yansır bu inciniş.
Tüm bunları düşünemeden dilinin verdiği harabiyete dur demeyen insan, farkında mıdır sözleri nereye gider? Farkında mıdır, o sözler nereleri deler de ne izler bırakır?
Öfkeyi ‘hilm’de eritmek ne güzel... Karşıdakinin kalbinde çiçekler açtırmak, hoş olmayan görüntüleri bir çırpıda değiştirmek ne güzel... Hem o zaman Sultanın nüzulüne hazır hale gelir kalp. Arınır kötülüklerden, kötü emellerden. İşte hilmin en büyük semeresi: kalbi temizlemesi... İNCE AĞLAMALARIMI BİLİRİM BEN;
incitici sözlerden sonra...
Öfke gelip kapıya dayandığında, bunları ve dahasını düşünmeli inceden inceye.
En iyisi, gülümsemeli ve geçmeli öteye.
Geçmeli el-Halîm’in safına...
YoLLarı adımlarken ayakları,
Kendi yüreğiNe çizikler ata ata yürüyenler anlar bir gün izlerden geçtikleri yolları.
YoLLar ki şahittir sevdaların süzülüşüne. YoLLar ki, anlamadan sever misafirini.
YoLLar ki, sevmek için sebep aramaz; her haliyle sever, ağırlar adımlayanları.
YoLLar ki, şahittir terkedilmiş yar'lara..''ah'' edişlere..
YoLLar ki, sırdaşı yürekLeriN..
Bu, yolları doSt bildiğinde yüreğine yoL alabilenlerin öyküsüdür;
Bu, yoLLa, yoLcu arasındaki sırrın söze yansımasıdır...
Kelam etmek lazım belki de; hasbihal etmek lazım yoLLarla..
Her güzelin mahremiyetini koruyan bir örtü vardır ya alemde,
YoLLarın sırrı da mutlaka setrolunmuştur...
ara(la) mak!
Ayaklarımızın altında tevazuyla serilen yoLLar, ya bir bilgenin ilmine vâkıf ise...
Ya kaybediyorsak, sırrını anlamadan geçtiğimiz her yoLdaki imtihanı..
Bu, yoLLarın lisanını öğrenmekte geciken(ler) in bir iç acısıdır
Bayramın Kutlu Olsun Ümmet-i Muhammed’im Bayramın kutlu olsun İsmail
Adağın kabul olsun İbrahim Bayramın kutlu olsun kabe-i muazzamam, mescidi-Aksa’m
Bayramın Kutlu olsun filistnim, çeçenistanım, ırakım,afganistanım
Bayramın kutlu olsun Türküm, Kürdüm, Çerkezim, Arabım
Bayramın kutlu olsun canım kardeşim Müslümanım
Kurtuluş ver Ya Rab Peygamber müjdesi Zaferler ver Ya rab bayram hediyesi,
kurusun mazlumun göz yaları, sönsün zamane nemrutlarının ateşleri
Binlerce adağımız var dayanmış bıçağa boyunları
Adadık sana Hüseyinleri, Alileri, Yusufları
Kabul et Ya rab İsmail niyetli kurbanlarımızı
Aff et Ya Rab Pişman olduğumuz günahlarımızı
Kabul Et Ya Rab avuçlarımızda birikmiş dualarımızı
-Yunus Ermiş-
insanlık! Cenâb-ı Hak, kardeşinin menfaatini kendi menfaatine tercih edebilen yüreklerden mahrum etmesin dünyayı! .. Lakin makam ve mevkî hırsıyla kırılan gönüller unutuyor Allah için sevip sevilmenin tadını! .. Menfaatsiz duyulan muhabbetin bahşettiği huzurdan mahrum sokaklarımız, evlerimiz… Fazladan yığdığımız malın, midemize topladığımız lokmaların arkasında gözlerimiz ve görmüyor gözlerimize uzanan mahrum bakışları… Kopuyor, kopuyoruz… Ve gelecek endişesiyle ebedî geleceğimizi, kardeşliğimizi yitiriyoruz aslında… Ve kaybediyoruz evlatlarımızı gelecek korkusuyla… Dünya menfaatlerini değil de gönüllerin rızasını kazana kazana Allah rızasına nail olmanın iksirini sunmuş hep büyükler… Mevlânâ hazretlerinin buyurduğu gibi 'kurda gönül kaptıran kuzu' misali, dünyaya gönül kaptırıp da 'dünya kurbanı' olmamak için gönül ve akıl kulağımızı beraberce açıp dinleyelim Şeyh Sâdî'den, nasıl akılsızlıkmış meğer gelecek endişesiyle dünya kazancını Allah rızâsına değişmek: Bebek diş çıkarınca babasını bir düşüncedir aldı. Karısına dedi ki: '-Ben buna ekmeği, katığı nereden bulacağım? Aldırmayıp boşver desem, bu da insafsızlık olur, insanlığa sığmaz.' Kocasının bu rızık endişesini hayretle seyreden karısı ise şöyle cevap verdi: '-Böyle kuruntu etme de şeytan kahrından çatlasın. Dişi veren Allah aşı da verir. Ne tasa ediyorsun? ! Geceyi ve gündüzü yaratan Allah her şeye kâdirdir. Âlemlere rızık veren, senin yavrunun rızkını mı unutacak? ! Ana rahminde onu doyuran kudret, gelecekteki rızkını da takdir edecektir. Köle satın alan bir zengin, kölesinin geçimini, hayatını düşünür de Allah, yarattığı kulunu yaşatmayı düşünmez mi hiç? Kölenin efendisine olan îtimadı kadar senin Cenâb-ı Hakk'a îtimadın yok mudur? '
Ah, kalbimiz...
Ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak.
Ve ne kadar açık.
Kelimeler giydiremiyor onu... Sahici olanlar müstesna. Dudakların giydiremediği bir endam kalp. Terzisinin işi ne de zor, modaya göre dikse kıyafetini, yakışmıyor kalbe... Çiğ düşüyor... Dikkat etmese güne, çağa, o başka dert... Tazeliğini kaybedince her şeyini kaybediyor kalp... Birden iç karartıcı duygular görünüyor her eyleminde, hareketinde... Renkler önemli kalbi kuşandırırken... Sesler... Kumaşın kalitesi, dokuması, parlaklığı...
Zor iş kalbe giysi dikmek...
Kalbi en güzel aşk giydirip kuşatıyor. Hani şu bulunmaz Hint kumaşıyla...
Ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak.
Ve ne kadar açık.
Kumaşlar önemli. Kalın, kaba kumaşlardan inciniyor kalbimiz. Hiç giyinmek istemiyor onları, ilk fırsatta çıkarıp atıyor üstünden. Özensiz, sert kılıklar dar geliyor ona.
Tazeliğini kaybedince her şeyini kaybediyor kalp... Yaşamak değilse tazelik, tomurcuk ne? Neden ölürken bile yaşlanmıyor, kırışmıyor kalp? İtirafı zor ama, ölürken bile sanki hiç giyilmemiş bir elbise kadar temiz ve ütülü değil mi aslında? Hiç giyilmemiş gibi. Hiç çıkarılıp bir iskemlenin üzerine atılmamış, hiç soyunulmamış, hiç naftalin kokan bir dolapta yıllar yılı unutulmamış gibi, hiç lekelenmemiş gibi, düğmesi kopmamış, telası astarından ayrılmamış gibi... Nasıl da nefes nefese... Aşık gibi... Nefes almayı bile unutan bir aşık gibi... Oysa yaşamıştı hepsini. Ah kalbimiz, ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak. Ve ne kadar açık.
Her şeyin sesi duyulur, yalnız kalbin sesi duyulmaz...
Hayır... Duyduğunuz o değil, o yüreğinizin sesi değil, o kalbinizin ayak sesi!
Kalbi en güzel aşk giydirip kuşatıyor.
Sonra uzaktaki sevgili. Sonra, göz yaşı. Sonra, kadınlar ve çocuklar. Sonra kitaplar. Sonra yoksullar. Sonra eski arkadaşlar. Sonra şarkılar. Sonra babanın emekliliği. Sonra... Sonra annen. Bir de uzakta bir köy mezarlığı. Durmadan yaklaşan, üstüne üstüne gelen.
Kelimeler giydiremiyor onu. Hele kelimeler. Akıldan çok kalbin işi kelimelerle... Akıl kırılmaz çünkü, incinmez... Söz, dille yani dilin diğer anlamı gönülle bağlı kalbe, sözün asıl muhatabı kalp... Kıyamıyor kelimelere kalp, giyinilecek bunca şey varken! Çünkü, üstünde taşımıyor kalp kelimeleri, damarlarında taşıyor! Ah kalbimiz, ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak. Ve ne kadar affedici. Çünkü yere göğe sığamayan, gelip gönle yerleşiyor... Affetmek, kalbin kanında var!
Bir gün dünyaya ait büyük bir derdin olursa Rabbine dönüp, 'Benim büyük bir derdim var!' deme, derdine dönüp 'benim büyük bir Rabbim var!' de.
susmamın tek sebebiydi belki etrafımda harıl harıl dünya için çalışan dünya için çabalayan insanlar....
herkes nasılda kendi derdine düşmüş herkes nasılda unutumuş gerçeği nasılda hala ısrar ediyorlar gerçeği anlamamayı..gerçek bukadar basitmi kendimizi gerçekten alıkoymak ve o gerçeğe mutlaka ulaşacağımızı bile bile ondan uzaklaşmak.
bukadar basitmi insanlığı unutmak...insanlık adına yapılagelen şeyleri unutup sadece kendince insan olmak
bukadar mı basit filistinde ırakta feluce de insanlar açlıktan hastalanırken burada ta yanıbaşımızıda insanların tokluktan hastalanması.bukadar mı kendimizi unutmuşuz ve vaveylanlar arasında bir kendimizi düşünmüşüz
hiçmi canımız yanmadı hiçmi sızlamadı acı çeken kardeşlerin olduğunu bile bile zevk sefa içinde yaşamayı kendimize ders edinmek......
NEOLUYOR EY GÜZEL RABBİM NEOLUYOR BİZE NEOLUYOR SENİN KUL DEDİĞİN İNSANLARA NEOLUYOR RABBİM EFENDİMİZİN ÜMMETİM DİYE SABAHLARA KADAR AĞLADIĞI İNSANLARA NEOLUYOR RABBİM NEOLUYOR İNSANLARA
BUKADARMI BASİT KENDİMİZİ HERŞEYDEN SOYUTLAYIP SADECE KENDİMİZ İÇİN UĞRAŞMAK
Bu hayırlı günde dualarınız kabul olsun sevdiklerinizle mutlu umutlu kalın inşALLAH..
Bilir misin yalnızlık ne demek? Bilir misin gökyüzündeki yıldızlardan medet ummayı? Uzattın mı elini bir yıldız boyunca belki tutarım diye farkında olmadan?
Uykusuz kalmayı bilir misin sabaha kadar? Hiç küstün mü hayata? Aslında kendindir küstüğün küçüğüm……
Kapatıp gözünü hayaller kurduğun oldu mu geleceğe dair? Bazen küçük bir masumiyet belirir tebessümünde, bazen gözünde hırçın bakışlar.
Kızdın mı kendine günlerce? Kendini tanıyamadığın oldu mu hiç? Bazen cesaret edemeyen konuşmaya ve bazen hiç susmayan sen.
Sevdin mi birini? Her yağmur yağışında saatlerce bekledin mi? Sevdiğini pencerenin önünde?
Bir yudum sevgi için dilendiğin oldu mu sert bakışlardan? Yaslanacak bir omuz aradın mı? Birden güldüğün oldu mu sebepsiz? Her şeyde kendini bulmadın mı hiç? Rüyalarda yaşadığın oldu mu hayatını,istemediğin oldu mu uymayı?
Baktığın ama göremediğin oldu mu etrafı? Ufak bir sorunu büyütüp ölmeyi de mi istemedin hiç? Sebebini bilmediğin bir ağırlık çökmedi mi üstüne? Büyüdüğünü fark edip zamana düşman oldun mu?
Hecelerin az geldiği, kelimelerin yetmediği oldu mu duygularını anlatmaya?
Ağladığın oldu mu sebepsizce sabaha kadar? Belki sen ağlamayı bilmiyorsundur, sevmeyi bilmediğin gibi…..
İki damla yaş değildir ağlamak. Önce hüzünlenmek sonra düşünmek,hayal etmek anıları yaşamak büyük bir özlem içinde o küçük oyuncak bebeğe sarılmak…..
İşte budur ağlamak ve yalnızlığı yeniden yaşamak…
Sensizlik diyarlarında geziniyorum,her gün…..
Her sana uzandığımda ellerim boşlukta yalnızlığın verdiği ızdırapla kıvranıyor. İleride bir gün buluşacağı ellerin hayaliyle yaşıyor. Bir gün uzaklara gidip unutuldun hissine kapılırsan hayatının en büyük hatasını yapmış olacaksın. farkında olmadan birilerin kalbinde,birilerin beyninde,birilerinin gözlerinin önünde olduğunu bilmeyeceksin. Bunun için ağlayacaksın. boş yere göz yaşı dökeceksin ama bunun boş yere olduğunu asla bilmeyeceksin hayatının anlamını,varolmanın bazılarına verdiği mutluluğu yaşattığın o güzel duyguyu asla anlamayacaksın ANLAYAMAYACAKSIN…..
Benliğimizi bir kekemeye dönüştürüp, savunmasız bıraktın. Kendimizi artık nasıl kandırabiliriz senden sonra? Benliğimize ve nefsimize öyle bir kör düğüm attın ki, artık hangi bahanelere sığınacak, hangi gerekçelerle şikayatlere başlayacağız bilemiyoruz Eyüp.
Sen sabrın son sınırını işaretledin. “Bu kadarı olmaz ki canım”ı nefsimizin elinden söke söke aldın. İnsan olmanın erdemini sende görüp sabrın nasıl yapılacağını senden öğrendikten sonra, benliğimizdeki tüm şükürsüzlük kalbimizi daha bir dövüyor Eyüp.
Bize hayatımızın dersini verdin. Neden yaptın bunu? Bizi utandırdın, mahcup hissettirdin. Ne zaman aklımıza gelsen yüzümüz kızarıyor baksana. “Böyle de yaşanabilirmiş” diyor vicdanımız. Vicdanımız her daim seni onaylıyor, doğruluyor, senin yolundan gidelim diye bizi itekleyip duruyor. Ama bizim takatimiz yok Eyyüp. Ah Eyyüp, sen ne yaptın? Bizim benliklerimiz buna hazır değildi. Kendimizden başka bir şey düşünmüyor, oyalanıp gidiyorduk işte.
Bedenin yara bere içindeydi. Ama benliğinden en ufak bir itiraz yükselmiyordu. Şaşırtıcı olan şuydu: Asla “İstirahat-i nefs” için dua etmedin. Dua etmiyor değildin ama duaların bile şükür ve hamd yüklüydü, O’nu anmak içindi. Kendin için hiçbir şey istemedin. Her şeyi O’ndan bildin, her şeyden dolayı O’na hamd ettin. İyileşmek için dua etmiyordun, etmen gerektiğine inanmıyordun. Çünkü sana göre hayat, sadece O’nun için yaşanan hayattı. Hayatın sana bakan yüzüne sen bakmıyordun bile. İşte sen bu yüzden kahramanlaştın Eyyüp. Hastalık rahatını kaçırmış kaçırmamış, uykusuz gecelere sebep olmuş olmamış, ağzında tat bırakmış bırakmamış, bedensel hazları elinden almış almamış umurunda değildi. Çünkü hastalığının, kulluğun bir başka biçimi olduğunun farkındaydın. Evet, hastalık O’nunla kurduğun başkaca bir bağlılık haliydi. Bu yüzden hastalığın yüzüne güldün. Hastalık da senin yüzüne güldü Eyyüp.
Ne zaman ki hastalık kalbine ve diline ilişip de O’nu anmana engel olmaya başladı. İşte o zaman şifa diledin. Çünkü hastalık artık aranızdaki ilişkiyi engelliyordu. İyileşmeyi bile kendin için istemedin. Bu ne yücelik Eyyüp. Bu nasıl bir adanmışlık. Ne kadar şaşırtıcı, ne kadar onurlu.
Sen bizim kahramanımızsın Eyüp. Sabır kahramanımızsın. Sen sabrın zirvesine çıktın. Bizimse yükseklik korkumuz var. Oraya çıkarsak başımız döner. Zirvelerin bol oksijenli havasını ciğerlerimiz kaldıramaz. Biz o kadar sağlam değiliz. Bizim zirvelerimiz küçük küçük tepelerden ibaret. Senin sabrının yüce zirveleri bizim için çok yüksek Eyüp.
Eyüp, ne iyi bir şey yaptın sen. Ne desek az. Senin yaptığın sabra, tahammüle, tevekkül ve teslimiyete erişmek ne zor Eyüp. Biliyor musun, düşe kalka ilerlesek de, bazen yan yollara sapsak da, bize yürünmesi gereken yolu sen gösterdin. İçimizde bu yolda gitme arzusu uyanıyor seninle. Senin gibi şükretmekten, varlığımızın her halini O’na adamaktan uzağız. Ama biliyor musun, en azından bize umut verdin. Bunu bir kişinin başarabilmiş olması bile, insanlığımız adına bizi de onurlandırıyor Eyüp.
Herkesin kahraman olması imkansızdır, değil mi Eyüp? Hem kahramanlar bunu kendileri için yapmazlar ki. Herkes için yaparlar. Senin sabır kahramanlığın da hepimiz içindi, değil mi? Bunu insanlığımız adına, hepimiz adına yaptığını bilmek utancımızı azaltıyor, üzerimizdeki yükü hafifletiyor.
Sen bizim sabır kahramanımızsın ve biz de senin kahramanlığını selamlıyoruz. Çünkü elimizden bu kadarı geliyor Eyüp.
Mustafa Ulusoy hocadan Ç/alıntıdır :)
anneyi suçlamak çok yanlıştır.
Kur an-ı kerimde mealen,
(Allah(cc) dilediğine kız, dilediğine erkek çocuk bahşeder.
Kimine hem erkek, hem kız çocuğu verir, dilediğini de kısır bırakır.
Her şeyi hakkı ile bilen ve her şeye gücü yeten ancak Allah(cc) tır)
buyuruldu. (Şura 49, 50)
Peygamber efendimiz, (Kız çocuklarını hor görmeyin) buyurdu.
Hor görmek dini bilmemekten ileri gelir. Hayırlı evlat istemelidir.
Hayırlı olmadıktan sonra, kız veya erkek olmuş ne fark eder?
Dinimizde, kadının ve kız çocuklarının fazileti büyüktür.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kızlarınızı altın ve gümüş ile süsleyin! Elbiseleri güzel olsun!
İtibar kazanmaları için en güzel hediyelerle ihsanda bulunun!) [Hakim]
(Kız çocuğunu güzelce terbiye edip, Allah(cc) ü teâlânın verdiği nimetlerle
bolluk içinde yedirir giydirirse, o kız çocuğu onun için bir bereket olur,
Cehennemden kurtulup kolayca Cennete girmesine vesile olur.) [Taberani]
(İki kız evladına güzel muamele eden, mutlaka Cennete girer.) [İbni Mace]
(İki kızı veya iki kız kardeşi olup da, maişetlerini güzelce sağlayanla
Cennette beraber oluruz.) [Tirmizi]
(Çarşıdan aldığı şeyleri, erkek çocuklardan önce kız çocuklarına verene
Allah(cc) ü teâlâ rahmetle nazar eder. Allah(cc) ü teâlâ, rahmetle
nazar ettiğine de azap etmez.) [Harâiti]
(Çarşıdan turfanda meyve alıp evine getiren, sadaka sevabı alır.
Getirdiği meyveyi, erkek çocuklarından önce kız çocuklarına versin!
Kadınları, kızları sevindiren, Allah(cc) korkusundan ağlayanlar gibi
sevap kazanır Allah(cc) korkusundan ağlayanın bedeni de
Cehenneme haram olur.) [İbni Adiy]
(Üç kızına, ihtiyaçtan kurtulana kadar iyi bakan, yedirip giydiren,
elbette Cenneti kazanır.) [Ebu Davud]
(Üç kız veya kız kardeşinin geçim veya başka sıkıntılarına katlananı,
Allah(cc) ü teâlâ Cennete koyar.) Eshab-ı kiramdan biri,
(İki tane olursa da aynı mıdır?) diye sual edince, Peygamber efendimiz
(Evet, iki tane olursa da aynıdır) buyurdu.
Başka birisi, (Ya bir tane olursa?) diye sual etti. Cevabında buyurdu ki:
(Bir tane de olsa gene aynıdır.) [Hakim, Harâiti]
Görüldüğü gibi, kız ve kadınlara değer vermeyenler,
müslümanlığı bilmeyen kimselerdir. Müslüman, dinini iyi öğrenip
kadına layık olduğu değeri vermelidir!
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir.
Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür.)
[İ.Asakir]
Hep can bilip, tüm vakitlerini sarfettiklerin, ömrünü yoluna adadıkların, başüstüne koyup, üstüne titrediklerin, bir bir terkettiler seni işte..
Gördün mü bak, insanları memnun etmek ne kadar zor..
Ne yapsan beğendiremezsin, ne söylesen dudak büker, eleştirilirsin, illa bir kusur bulurlar..
Uğraşsan tüm gücünle, kendini yeyip bitirsen, kendi öz rahatından tavizler versen..Hatalarına bile göz yumsan, aldırmasan..Hep affetsen hoşgörüyle..Yine de boşuna! Asla memnun edemezsin..
Tüm varlığınla ölesiye yoruluyor ama ücretini alamıyorsun hep, değil mi?
Ama O, öyle mi ya?
Kim mi?
O işte..
Hani pek o kadar önemsemediğin..
Emrine 'evet' ama 'nasıl olsa olur' diyerek, itaat ederken hiç özenmediğin O..
Hani O, sen yürüyerek gitsen, sana koşarak gelenin..
Adını yürekten bir ansan, bin dünya bedel cennetler bağışlayanın..
Kötülüğe niyet edip, yapmayınca bile seni Onurlandıranın..
Ücretlerini, hem peşin hem de kat kat Ödeyenin..
O işte O..
Sana en Yakının..
Farketmesen de, hep kucağında uyuduğun..
En kritik anlarında, düşecekken seni Tutanın..
Daim yüreklere nazar eden, kapısı hiç kapanmayanın..
Seni hep iştiyakla Bekleyenin..
Hiç ama hiç Darılmayanın..
O işte, Rabbin..
Sana hep Dost hep YÂR olanın, hep YÂR Kalanın..
O zaman neden kendini paralıyorsun ki boşuna?
Kıymet bilmeyene kölelik edeceğine, gel O Aziz'e bende ol! Ki Aziz olasın..
Ol ki, dünya dolu belalardan kurtula, SULTAN olasın..
Ve bil ki;
O'nu memnun ettiğinde, yarattığı herşeyi musahhar edecek sana..
Memnun olduğunu, memnun edecek..
Sevdiğini, dünyaya sevdirecek..
İşte bu sırrı anladınsa ÖLdün demek,
Yani OLdun demek..
Mubarek ola SULTANLIĞIN.
'Neyi Arıyorsan, O'sun Sen! '
İNCE AĞLAMALARIMI BİLİRİM BEN;
incitici sözlerden sonra...
Karşıdakinin hassas yüreğinin incineceği düşünülmeden söylenen, yazılan, çizilen, saldırı hükmündeki sözlere ağlarım. Çünkü yüreğim emanettir bana Yaratandan. İncitenin yüreği de öyle.
Bilmezler mi ki, kendisini sevsinler diye yarattığı yüreklerin hırpalanması Rabbimin hoşuna gitmez!
Bilmezler mi ki, o kalpler aynalardan dolu bir saray. Lüzumlu mu orada çirkin bir görüntünün hâsıl olması? Hiç gerekir mi kristallerden ince ince işlenmiş çiçeklerin kırılması?
İşte öfke adlı zaaf tüm bunları unutturur da insana, zihnindeki kelimeleri acıya bular. İncitici hale getirir, ve fırlatır bir ok gibi karşısındakine...
İNCE AĞLAMALARIMI BİLİRİM BEN;
incitici sözlerden sonra...
Oysa böyle mi olmalıdır tepkiler? Hilm sahibi olmak zor mu kuluyken el-Halîm’in? Yumuşacık akınca sular hoş değil mi? Sel sularıyla hangi bağ bahçe beslenebilmiş ki?
İçinde karşısındakine söyleyecek sözlerini biriktirmiş patlamaya hazır bir bomba olmak ve öylece dolaşmak akıl kârı mı?
Ve en olmadık yerde patlamak...
‘Kalp aynalarla dolu bir saray,’ demiştim. Erzurumlu İbrahim Hakkı merhumun dilince:
“Dil beyt-i Huda’dır, ânı pak eyle sivâdan
Kasrına nüzul eyler o sultan gecelerde...”
İşte, Sultan kasrına nüzul eylediğinde, kendini görmeli aynalarda; öfke ile incitilenlerin buruk görüntülerini değil... Burukluk yerleşir kalplere, ve epeyce orada kalır. Düşüncesi bile üzer, incitir insanı. Aynalara yansır bu inciniş.
Tüm bunları düşünemeden dilinin verdiği harabiyete dur demeyen insan, farkında mıdır sözleri nereye gider? Farkında mıdır, o sözler nereleri deler de ne izler bırakır?
Öfkeyi ‘hilm’de eritmek ne güzel... Karşıdakinin kalbinde çiçekler açtırmak, hoş olmayan görüntüleri bir çırpıda değiştirmek ne güzel... Hem o zaman Sultanın nüzulüne hazır hale gelir kalp. Arınır kötülüklerden, kötü emellerden. İşte hilmin en büyük semeresi: kalbi temizlemesi...
İNCE AĞLAMALARIMI BİLİRİM BEN;
incitici sözlerden sonra...
Öfke gelip kapıya dayandığında, bunları ve dahasını düşünmeli inceden inceye.
En iyisi, gülümsemeli ve geçmeli öteye.
Geçmeli el-Halîm’in safına...
Kendi yüreğiNe çizikler ata ata yürüyenler anlar bir gün izlerden geçtikleri yolları.
YoLLar ki şahittir sevdaların süzülüşüne. YoLLar ki, anlamadan sever misafirini.
YoLLar ki, sevmek için sebep aramaz; her haliyle sever, ağırlar adımlayanları.
YoLLar ki, şahittir terkedilmiş yar'lara..''ah'' edişlere..
YoLLar ki, sırdaşı yürekLeriN..
Bu, yolları doSt bildiğinde yüreğine yoL alabilenlerin öyküsüdür;
Bu, yoLLa, yoLcu arasındaki sırrın söze yansımasıdır...
Kelam etmek lazım belki de; hasbihal etmek lazım yoLLarla..
Varan'ların hallerini sormak lazım. Merak, sırrın perdesini aralar.
Her güzelin mahremiyetini koruyan bir örtü vardır ya alemde,
YoLLarın sırrı da mutlaka setrolunmuştur...
ara(la) mak!
Ayaklarımızın altında tevazuyla serilen yoLLar, ya bir bilgenin ilmine vâkıf ise...
Ya kaybediyorsak, sırrını anlamadan geçtiğimiz her yoLdaki imtihanı..
Bu, yoLLarın lisanını öğrenmekte geciken(ler) in bir iç acısıdır
Bayramın kutlu olsun İsmail
Adağın kabul olsun İbrahim
Bayramın kutlu olsun kabe-i muazzamam, mescidi-Aksa’m
Bayramın Kutlu olsun filistnim, çeçenistanım, ırakım,afganistanım
Bayramın kutlu olsun Türküm, Kürdüm, Çerkezim, Arabım
Bayramın kutlu olsun canım kardeşim Müslümanım
Kurtuluş ver Ya Rab Peygamber müjdesi
Zaferler ver Ya rab bayram hediyesi,
kurusun mazlumun göz yaları, sönsün zamane nemrutlarının ateşleri
Binlerce adağımız var dayanmış bıçağa boyunları
Adadık sana Hüseyinleri, Alileri, Yusufları
Kabul et Ya rab İsmail niyetli kurbanlarımızı
Aff et Ya Rab Pişman olduğumuz günahlarımızı
Kabul Et Ya Rab avuçlarımızda birikmiş dualarımızı
-Yunus Ermiş-
Lakin makam ve mevkî hırsıyla kırılan gönüller unutuyor Allah için sevip sevilmenin tadını! .. Menfaatsiz duyulan muhabbetin bahşettiği huzurdan mahrum sokaklarımız, evlerimiz…
Fazladan yığdığımız malın, midemize topladığımız lokmaların arkasında gözlerimiz ve görmüyor gözlerimize uzanan mahrum bakışları… Kopuyor, kopuyoruz… Ve gelecek endişesiyle ebedî geleceğimizi, kardeşliğimizi yitiriyoruz aslında… Ve kaybediyoruz evlatlarımızı gelecek korkusuyla…
Dünya menfaatlerini değil de gönüllerin rızasını kazana kazana Allah rızasına nail olmanın iksirini sunmuş hep büyükler… Mevlânâ hazretlerinin buyurduğu gibi 'kurda gönül kaptıran kuzu' misali, dünyaya gönül kaptırıp da 'dünya kurbanı' olmamak için gönül ve akıl kulağımızı beraberce açıp dinleyelim Şeyh Sâdî'den, nasıl akılsızlıkmış meğer gelecek endişesiyle dünya kazancını Allah rızâsına değişmek:
Bebek diş çıkarınca babasını bir düşüncedir aldı. Karısına dedi ki:
'-Ben buna ekmeği, katığı nereden bulacağım? Aldırmayıp boşver desem, bu da insafsızlık olur, insanlığa sığmaz.'
Kocasının bu rızık endişesini hayretle seyreden karısı ise şöyle cevap verdi:
'-Böyle kuruntu etme de şeytan kahrından çatlasın. Dişi veren Allah aşı da verir. Ne tasa ediyorsun? ! Geceyi ve gündüzü yaratan Allah her şeye kâdirdir. Âlemlere rızık veren, senin yavrunun rızkını mı unutacak? ! Ana rahminde onu doyuran kudret, gelecekteki rızkını da takdir edecektir.
Köle satın alan bir zengin, kölesinin geçimini, hayatını düşünür de Allah, yarattığı kulunu yaşatmayı düşünmez mi hiç? Kölenin efendisine olan îtimadı kadar senin Cenâb-ı Hakk'a îtimadın yok mudur? '
Ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak.
Ve ne kadar açık.
Kelimeler giydiremiyor onu... Sahici olanlar müstesna. Dudakların giydiremediği bir endam kalp. Terzisinin işi ne de zor, modaya göre dikse kıyafetini, yakışmıyor kalbe... Çiğ düşüyor... Dikkat etmese güne, çağa, o başka dert... Tazeliğini kaybedince her şeyini kaybediyor kalp... Birden iç karartıcı duygular görünüyor her eyleminde, hareketinde... Renkler önemli kalbi kuşandırırken... Sesler... Kumaşın kalitesi, dokuması, parlaklığı...
Zor iş kalbe giysi dikmek...
Kalbi en güzel aşk giydirip kuşatıyor. Hani şu bulunmaz Hint kumaşıyla...
Evleri dayayıp döşemek kolay... Koltukları, duvarları, pencereleri kaplamak... Bedenleri örtmek, bedenlere kıyafet bulmak kolay... Konfeksiyon giyinmeyi sevmiyor kalp. Kalbi giyindirmek zor.
Ah, kalbimiz...
Ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak.
Ve ne kadar açık.
Kumaşlar önemli. Kalın, kaba kumaşlardan inciniyor kalbimiz. Hiç giyinmek istemiyor onları, ilk fırsatta çıkarıp atıyor üstünden. Özensiz, sert kılıklar dar geliyor ona.
Tazeliğini kaybedince her şeyini kaybediyor kalp... Yaşamak değilse tazelik, tomurcuk ne? Neden ölürken bile yaşlanmıyor, kırışmıyor kalp? İtirafı zor ama, ölürken bile sanki hiç giyilmemiş bir elbise kadar temiz ve ütülü değil mi aslında? Hiç giyilmemiş gibi. Hiç çıkarılıp bir iskemlenin üzerine atılmamış, hiç soyunulmamış, hiç naftalin kokan bir dolapta yıllar yılı unutulmamış gibi, hiç lekelenmemiş gibi, düğmesi kopmamış, telası astarından ayrılmamış gibi... Nasıl da nefes nefese... Aşık gibi... Nefes almayı bile unutan bir aşık gibi... Oysa yaşamıştı hepsini. Ah kalbimiz, ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak. Ve ne kadar açık.
Her şeyin sesi duyulur, yalnız kalbin sesi duyulmaz...
Hayır... Duyduğunuz o değil, o yüreğinizin sesi değil, o kalbinizin ayak sesi!
Kalbi en güzel aşk giydirip kuşatıyor.
Sonra uzaktaki sevgili. Sonra, göz yaşı. Sonra, kadınlar ve çocuklar. Sonra kitaplar. Sonra yoksullar. Sonra eski arkadaşlar. Sonra şarkılar. Sonra babanın emekliliği. Sonra... Sonra annen. Bir de uzakta bir köy mezarlığı. Durmadan yaklaşan, üstüne üstüne gelen.
Kelimeler giydiremiyor onu. Hele kelimeler. Akıldan çok kalbin işi kelimelerle... Akıl kırılmaz çünkü, incinmez... Söz, dille yani dilin diğer anlamı gönülle bağlı kalbe, sözün asıl muhatabı kalp... Kıyamıyor kelimelere kalp, giyinilecek bunca şey varken! Çünkü, üstünde taşımıyor kalp kelimeleri, damarlarında taşıyor! Ah kalbimiz, ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak. Ve ne kadar affedici. Çünkü yere göğe sığamayan, gelip gönle yerleşiyor... Affetmek, kalbin kanında var!
HEYBEDEKİ ŞİİRLER ABİMDEN BANA KALANLAR......