kasıntıya neden olan üniversite
1971 yılında robert koleji adı değiştirildi ve boğaziçi oldu.
1896 yılında kuruldu galiba..
mühendislikte en yüksek puanları almasına rağmen ODTÜ VE İTÜ'DEN sonra ikinci sırada gelir
%100 ingilizce olması bölümlere rağbetleri artırmıştır
kazanmakla bitmiyor
mezun olup da iş bulamayan birçok kişi var.
kedi uzanamadığı ciğere mundar der hesabı çamur at izi kalsın
sessiz sedasız açardın gecelerde
kimse bilemez, göremez kuytularda
sonsuz ve dipsiz sevdalarda, duygularda
sakin, kimsesiz ve sahipsiz uykularımda
şimdi artık seni koklar yalnızlığım
seni arar seni sorar sevda çiçeğim.
mor ve ötesi 1995 yılının Ocak ayında Kerem Kabadayı, Harun Tekin, Derin Esmer ve Alper Tekin tarafindan kuruldu. Kendi bestelerinden oluşan ilk albümünü aynı yılın Ağustos ayında Stüdyo Spectrum'da kaydeden grup, 1996'nın Ocak ayında çalışmaya son halini verdi ve 'Şehir', 1996'nın Haziran ayında piyasaya çıktı. Grubun ilk video klibi 'Yalnız Şarkı', farklı tarzıyla büyük ilgi çekti.
1997 yılı grup adına önemli gelişmelere sahne oldu. İstanbul dışındaki ilk konserini ODTÜ'de veren mor ve ötesi'nde ilk eleman değişikliği de bu yıl gerçekleşti ve Burak Güven, Alper Tekin'in yerine gruba dahil oldu. Şubat 1998'den itibaren Captain Hook'ta ilk düzenli bar programını yapan mor ve ötesi, bir yandan da yeni albümünü hazırlıyordu. Ada Müzik Stüdyosu'nda Volkan Gürkan'la beraber kaydedilen 'Bırak Zaman Aksın'ın ardından Derin Esmer gruptan ayrılırken Kerem Özyeğen gruba katıldı. Albüm 1999 Mart ayında Ada Müzik tarafından yayınlandı.
1999 yılının Ağustos ayına gelindiğinde grup bir Bülent Ortaçgil bestesi olan 'Sen Varsın' üzerinde çalışıyordu. Tam o günlerde benzersiz bir felaketle karşılaştı Türkiye. 17 Ağustos'tan sonra, herkes gibi, grup da bir süre kendine gelemedi.
2000 yılının başlarında mor ve ötesi ülke çapındaki nükleer karşıtı kampanyaya destek verdi. Bu destek hem konserlerle, hem de zamanın Cumhurbaşkanı'na canlı yayında yöneltilen bir soruyla sürdürüldü. Akkuyu'ya nükleer santral kurulması büyük bir toplumsal uzlaşma sonucu engellendi. 16 Haziran'daki H2000 müzik festivalindeki konser çok başarılı geçti, Temmuz ayında ise grubun 'Sen Varsın'la katıldığı 'Şarkılar Bir Oyundur' adlı Ortaçgil'e saygı albümü yayınlandı. mor ve ötesi üçüncü albümünün kayıtlarına girmeden önceki en önemli performansını 16 Aralık'ta Hilton Convention & Exhibition Center'da Placebo'nun ön grubu olarak gerçekleştirdi.
Üçüncü albüm 'Gül Kendine'nin kayıtları, 27 Aralık günü Volkan Gürkan prodüktörlüğünde Ada Müzik Stüdyosu'nda başladı, ve albüm 2001 Aralık ayında piyasaya çıktı. Grubun resmi web sitesi www.morveotesi.com da aynı ay içerisinde faaliyete geçti.
2002 Nisan ayında mor ve ötesi ilk Türkiye turnesine çıktı. İzmir, Denizli, Bursa, Adana, Antalya ve Antakya'yı kapsayan bu turne, Fil Yapım'la başlayan uzun soluklu bir işbirliğini müjdeliyordu. 2 Temmuz 2002 akşamı H2000'de mor ve otesi tarihinin en başarılı konserlerinden birini verdi. Çeşitli basın yayın organlarınca görsel ve işitsel bir şölen olarak nitelenen performansa yaklaşık 5000 kişi tanıklık etti.
2003 yılı dünyanın gördüğü en görkemli muhalefet dalgasıyla başladı. Yaklaşan Amerikan saldırganlığına karşı ses çıkaran milyonlara mor ve ötesi de sanatçı dostlarıyla birlikte katıldı. Grubun bestelediği ve Aylin Aslım, Athena, Bülent Ortaçgil, Feridun Düzağaç, Koray Candemir, Nejat Yavaşoğulları ve Vega ile birlikte seslendirilen 'Savaşa Hiç Gerek Yok' adlı parça, savaş karşıtı hareketin marşlarından biri oldu ve 1 Mart 2003 günü Ankara'da 100.000 kişiyle birlikte söylendi.
2003 Mayısı'nda mor ve ötesi 'Yaz' isimli bir single yayınladı. Bu single'da yer alan Şehrazat bestesi 'Yaz Yaz Yaz' yaza damgasını vururken, grup Fanta Gençlik Festivali kapsamında 17 kenti kapsayan bir turne gerçekleştirdi. Sonbaharla birlikte dördüncü albüm çalışmalarına hız verilirken, grup bir yandan da Çağan Irmak'ın 'Mustafa Hakkında Herşey' filminin müziklerini hazırladı.
Ocak 2004'te 'Dünya Yalan Söylüyor' için stüdyoya giren grup, çalışmalarını Tarkan Gözübüyük prodüktörlüğünde hızla sonuçlandırdı ve albüm 30 Nisan Cuma günü Pasaj Müzik etiketiyle yayınlandı. Albümün ilk video klibi için Mustafa Hakkında Herşey filminde de kullanılan 'Bir Derdim Var' adlı parça seçildi. İkinci video klip ise 'Daha Mutlu Olamam' ve 'Yaz Yaz Yaz' kliplerini de yöneten Mahir Akyol tarafından 'Cambaz' isimli parçaya çekildi.
tuncer bakırhan 15 haziranda 'TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NE VE pkk-kongre gel' e eşit mesafedeyiz' deme cesaretini göstermişti
dili sürç-i lisan etmiş olabilir
bir de yanılma payı bırakalım
ve barış(?) ortamını gözlemleyelim
Cumhuriyet devrimi ayrıca milliyetçi bir devrimdir. Bu milliyetçilik
ırkçı bir yapıda değildir; yurtseverlikle sınırlıdır. Bu devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığının korunması ve ayrıca Cumhuriyetin siyasal yönden gelişmesidir.
Bu milliyetçilik, tüm diğer ulusların bağımsızlık haklarına saygılıdır; sosyal içeriklidir;
yalnızca anti - emperyalist olmayıp, aynı zamanda gerek hanedan yönetimine,
gerekse herhangi bir sınıfın Türk toplumunu yönetmesine de karşıdır ve nihayet bu milliyetçilik
Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez bir bütün olduğu ilkesine inanmaktadır.
herkes toprağa girecek sonuçta
yer altında türk-kürt kardeşliği de bir işe yaramayacak
düşmanlığı da
başlık saçma zaten
sorun başta
türk olmak bir meziyet değildir
kürt olmak da kötü birşey değildir
kimse nasıl bir coğrafya içerisinde doğacağını bilemez
Ölümün bir yokluk girdabı değil, mü’min için buradakinden rasih bir mevcudiyete intikal anı olduğunu bilmek insan mahiyetini serinleten bir iksir etkisi yapıyor, ruhumuzda elem diye bir şey bırakmıyor. Ölümün anımsattığı ürperti ve korku da yavaş yavaş kayboluyor
İleri yaşta belki en önemli stres kaynağı ölüm korkusudur. Kendisini idam sırasını bekleyen bir mahkum gibi gören yaşlının ölümü sorgulaması gerekmektedir. Nitekim Fransa eski Cumhurbaşkanı Mitterant prostat kanseri ve 5-6 ay içerisinde ölebileceği söylendiğinde şu tepkiyi veriyor: “Ölümden sonra ne olacağını” bu konuda bana bir rapor hazırlayın.Hazırlanan raporda ölümden sonrası için “Zaman kırılmasından” söz edilerek hayatın sürdüğünün ima edildiği basına yansımıştı.
Gerçektende gazetelerdeki ölüm ilanlarına bakılırsa “Ebedi istirahatgahına tevdi edildi, rahat uyu “ gibi dileklerde bulunulmaktadır.
İnsan oğlunda ölümden sonra yaşama arzusu muhtemelen kromozomlarında yazılı olarak vardır.Tıpkı midemizdeki açlık hissinin varlığı yiyecekleri gösterdiği gibi, ölmeme isteği de hayatın ölmediğini göstermektedir.İkinci hayata inanan insan ölüm korkusu stresine karşı önemli bir güce sahip demektir.
Ölüm korkusuna iten bizatihi ölüm değil ölümle ilgili duygulardır, ölüme verilen anlamdır.Ölümü kabul edip bedenin öldüğünü ama hayatın devam ettiğini düşünmek yaşlılara güç verir.
Agnostik düşünme tarzındaki insanlar “Sonsuzluğun sonu var mıdır, öldükten sonra ne olacak” sorularına “bilmiyorum” diye cevap verecektir.Bilinmezlikte ölüm korkusunu azaltan bir etki vardır.Fakat belirsizliğin kendiside aynı bir stres kaynağı oluşturur.
İnsanın iyimserlik kapasitesini ölüm konusunda geliştirmesi mümkündür. Hayatın ölmediği, yapılan iyiliklerin boşa gitmediği düşüncesi ile limitli ve huzurlu yaşam elde etmesi çok kolay olacaktır.
Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamasın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aks'imizden eser yok.
Hindistan'da fakir denilen ve kendilerine türlü işkenceler yaparak kötülüklerden arınabileceklerine, ideal insana ulaşabileceklerine inanılan düşüncedir.
Yine sirenler çalmaya başladı. Henüz 4-5 yaşındaki Ken ve kardeşi Şinci artık sirenlere alışmışlardı. Kovalamaca oynarcasına sığınaklara kaçtılar. Arkalarından anne ve babaları da geldi. Babası savaşa katılmadığı ve sadece ailesi için uğraştığından, diğerleri tarafından 'vatan haini' kabul ediliyordu. O buna aldırmıyor, savaşın kötü birşey olduğunu söyleyip, karısı ve çocuklarının karnını doyurmak için didiniyordu. Ken babasına sordu: 'Baba savaş ne zaman bitecek? ' Babası önce başını önüne eğdi, sonra gülümseyerek, 'Çok yakında oğlum, çok yakında! ' dedi. Ken ve Şinci oynamaya devam ettiler. Siren sesleri kesilince dışarı çıktılar. Hayat yine normale dönmüş gibiydi. Havada uçaklar görünmüyordu. Birlikte evlerine döndüler. Ken'in annesi hâmileydi. Ken üçüncü kardeşini büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu. Fakat savaştan ve yeterince yiyecek bulamamaktan dolayı anne yorulmuş ve halsiz düşmüştü. Ken bunu görüyor ve bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Ama elinden ne gelirdi ki! ? Ne çalışabilir, ne de yiyecek bulabilirdi. Düşündü, mutlaka yapabileceği bir şeyler olmalıydı. Komşusu olan yaşlı teyzeye annesinin durumunu anlattı. Yaşlı teyze, annesinin alabalık yemesi gerektiğini, böylece sağlığına kavuşacağını söyledi. Bu Ken'i daha da üzmüştü. Alabalığı nasıl satın alabilirdi? Önce yakındaki göle gitti. Fakat pislikten, orada hiç mi hiç balık kalmamıştı. Sonra yanına Şinci'yi alıp şehre indi. Saraya benzer bir evin kenarından geçerken, Ken'in gözü havuzdaki balıklara çarptı. Bunlar alabalık olmalıydı. Hırsızlığın kötü birşey olduğunu biliyor, ama annesine karşı duyduğu sevgi bu düşüncesini aşıyordu. Bahçeye sessizce girdiler. Küçücük havuzdan bir alabalığı yakalamak çok uzun sürmedi. Evin sahibi sesleri duymuş olmalı ki dışarı çıktı. Bahçe duvarından atlayan iki çocuğu gördü ve 'Durun! Hırsızlar! ' diye bağırdı. Ken ve Şinci var güçleriyle kaçtılar. İzlerini kaybettirdiklerini düşündüler. Eve vardıklarında anneleri hasta uzanmış yatıyordu. Ken sevinçle annesinin yanına geldi. 'Anne! ' dedi, 'Artık iyileşeceksin, bak sana alabalık getirdik! ' Annesinin gözleri doldu. Hasta ve yardıma muhtaç olmasının üzüntüsü ve çocuklarından karşılık bulmanın işaretiydi bu gözyaşları...
Sonra birden kapı çalmaya başladı 'Açın kapıyı, burada olduğunuzu biliyorum, hırsızlar! ' diye bağırıyordu kapıdaki ses. Baba kapıyı açtı. Kapıda iki adamıyla beraber, balığı çaldıkları evin sahibi duruyordu. Olayı ev sahibinden duyan babası çok üzüldü. Ken ve Şinci anneleri için balığı çaldıklarını gözyaşlarıyla itiraf ettiler. Balık sahibi içerde yatan anneyi görünce kalbi yumuşadı. Çaresizliklerini hissetti ve onları affetti. Baba hem Ken'e kızmış, hem de onunla gurur duyuyordu. Annesi için böyle bir tehlikeyi göze alması övülecek bir olaydı. Ne de olsa daha çocuktu. O gece herkes, ertesi sabahın artık güzel olacağını hayal ederek, büyük umutlarla uyudu.
Yine sabah oldu. Güneşli bir gündü. Şinci, abisi Ken'i uyandırdı. Annesi ve babası çoktan kalkmışlardı. Anne daha sağlıklı görünüyordu. Babası ise hamallık yaptığı arabasını kilerde tamir ediyordu. Şinci annesine yardım edeceğini söyleyerek mutfağa gitti. Annesinin karnında taşıdığı bebeği dört gözle bekliyordu. Ne de olsa abi olacaktı artık. Hattâ ismini bile düşünmüştü. Kız olursa Şino, erkek olursa Masaşi olacaktı.
Ken dışarıya çıkmak için ayakkabılarını giyerken kapıdan içeri binlerce karıncanın girdiğini gördü. Çok şaşırdı. Bunun sebebi ne olabilir diye düşündü. Yiyecek arıyor olabileceklerini hayal etti. Sonra dışarı çıktı. Gökyüzü masmaviydi. Birden havada gözüne bir şey çarptı. Bu bir bombardıman uçağına benziyordu. Sirenler çalmıyordu. Japon uçağı olabileceğini düşündü. İşte bu uçak tarihe kara harflerle yazılacak olayın başrol oyuncusuydu: Enola Gay... Uçağa bu ismi vermişlerdi. Hiroşima'da medeniyet kâsesini paramparça edecek uçaktı bu. Atom bombasını Hiroşima'nın tam ortasına atmakla görevliydi.
Ken yürümeye devam etti. Uçağı çoktan unutmuştu bile. Enola Gay, 'bombayı bırak! ' emrini aldı ve bombayı yavaşça Hiroşima semalarına saldı. Ken tam o sırada bir duvarın kenarında, çözülen ayakkabı bağını bağlamakla meşguldu. Büyük bir gürültüyle bomba patladı. Bir anda ortalık müthiş bir aydınlıkla kaplandı. Bomba, büyüyen bir mantar halindeydi. Yakıcı bir rüzgâr her yeri dalga dalga sarıyordu. Binalar, yerle bir oldu, insanlar anında kül olup savruldular. Kimileri taşlaştı. Kimileri ölmediler ama yürüyen cesetler gibiydiler. Bütün vücutları yanmış halde hareket ediyorlardı.
Ken yavaş yavaş kendine geldi. Duvar onu korumuştu. Etrafa baktı, yanıp kül olmuştu bütün evler. Hemen kendi evine koştu, annesini gördü, ne olduğunu hâlâ anlamamışlardı. Atom bombası hayallerinden bile geçmemişti. Annesiyle sarıldılar. Eve koştular...
Ev yıkılmış ve alevler içindeydi; babası ve Şinci bir kütüğün altında kalmışlardı. Alevler yavaş yavaş kütüğe yaklaşıyordu. Ken kütüğü hareket ettirmek istedi. Ama bir türlü kaldıramıyordu. Kütük çok ağırdı. Şinci 'Abi! Abi! Çok sıcak! Kurtar beni! ' diye bağırıyordu. Babası da hareket etmeye çalışıyor ama bir türlü olmuyordu. Babası Ken'e artık bırakmasını söyledi. 'Gidin! Sizin yaşamanız gerek! Annen hamile, o sana emanet' dedi! Ken reddetti; 'Olamaz! Sizi bırakamam! ' dedi. Ama elden ne gelirdi? Biraz daha orada kalırlarsa Ken ve annesi de yanacaklardı. Ken gözyaşlarıyla onları orada bırakıp annesiyle uzaklaştılar. Şinci'nin 'Çok sıcak! ' bağırışları, ne kadar uzaklaşsalar da Ken'in kulağında çınlamaya devam etti. Her taraf alevler içindeydi; korkunç, çürüyen cesetlerle doluydu her yan. Evler yıkılıyordu. Ken çok korktu. Kimsenin olmadığı bir yere gittiler. Anne yorgundu ve yemeğe ihtiyacı vardı.
Sabahı beklemeye karar verdiler...
Sabah oldu. Askerler beklemeden cesetleri temizlemeye gelmişlerdi. Cesetleri toparlayıp denizin ortasında yakıyorlardı. Ken şehre indi, önce evlerinin enkazından babasının ve Şinci'nin kemiklerini, ağlayarak aldı. Annesiyle beraber onlara bir mezar hazırladırlar.
Sonra yiyecek aramaya gitti. Yürürken bir evin deposuna gözü takıldı. Çuvallar vardı. Bunların içinde pirinç olabilirdi. İçlerine baktı. Evet pirinç doluydu, ama hepsi kül olmuş. Önce üzüldü. Sonra arkadaki çuvallara göz attı. Onlar yanmamıştı! Çok sevindi. Annesinin yanına vardığında onu sancıdan kıvranır halde buldu. Doğum sancısıydı bunlar. Annesi battaniye, leğen ve su getirmesini söyledi, 'bir doktor bul' dedi. Ken doktor bulamadı. Bütün doktorlar yaralılarla uğraşıyordu. Doğumu kendileri yaptırmak zorunda idiler. Ken önce korktu, ama yapacak birşey yoktu...
Anne doğum yaptı. Bir kız çocuğu idi doğan. İsmini Şinci'nin istediği gibi 'Şino' koydular. Ken Şino'yu kucağına aldı. 'Şinci! ' diye bağırdı, 'Kardeşin doğdu artık, ismini de Şino koyduk! ' dedi. Çünkü bu çocuğun doğumunu belki anneden çok Şinci görmek istiyordu. Annesi gözyaşlarını tutamadı. Sonra Şino'yu kucağına aldı ve alevler içindeki şehri ona göstererek, 'İşte! ' dedi. 'Senin abini ve babanı bizden çalan savaşın şehre verdiği zarar bu! '
Anne, sütünün az olduğundan yakınıyor ve süte ihtiyaçlarının olduğunu söylüyordu. Yeterince beslenemiyorlardı ki sütü olsun. O sırada yağmur başladı. Fakat simsiyahtı yağmur damlaları. Bunlar atom dumanının yol açtığı yağmurlardı; seneler sürecek radyasyon etkisinin en büyük sebeplerinden birisiydi bu.
Ken yağmurun siyah olmasına çok şaşırdı ve ürperdi. Neler oluyordu?
Şehre indi, süt aramaya koyuldu. Bir evde temizlik işi buldu; karşılığında süt alacaktı. Ev sakinlerinin kendi aralarında konuştuklarını dinledi! Artık Hiroşima'da bir tane ot bile bitmeyecekti, burası yaşanmaz bir yer olmuştu. Çok üzüldü. Ne de olsa kendi memleketi idi. İşi bitince ev sahibi ona bolca süt verdi. Sevinçle annesinin yanına döndü. Şino annesinin kucağında hareketsizdi. Anne sessizce oturuyordu. Ken, 'Anne Şino'ya süt getirdim! ' diye bağırdı. Anneden ses yoktu. Yaklaşınca Şino'nun bembeyaz ve soğuk siması gözüne çarptı. Annesi acı içinde fısıldadı: 'Artık süte gerek yok oğlum. Şino öldü! '...
Onu da Şinci'nin yanına gömdüler. Ken, onların şimdi beraber olduklarına inanıyordu. Ve savaşsız mutlu bir dünyadaydı onlar. Bundan emindi.
Ken ertesi gün şehri dolaştı, birden saçlarının top top döküldüğünü fark etti, sebep neydi? Bir türlü anlayamadı. Yeterince yiyemediğindendi belki de. Şehrin yukarısındaki eski çayıra gitti. Kendini çok iyi hissetmiyordu. Midesi bulanıyor, yıkılacak gibi oluyordu. Çayır kapkaraydı. Ürktü, çalıştığı evdeki sakinlerin konuştukları aklına geldi. Gerçekten bir tane bile ot bitmeyecek gibi görünüyordu. Yine başı dönerek yüzüstü yere yığıldı. Başının tam önünde yaprakları yeni çıkmış bir fide gördü. 'Aman Tanrım! Meğer yalanmış! Ot çıkıyor! Yaşasın! ' dedi. Sevinçle otu seyrederken, vücudunun uyuştuğunu hissetti. Gözleri yavaşça kapanıyordu. 'Hadi gel artık' dercesine, kardeşi Şinci'nin, Şino ve babasıyla onu çağırdığını görür gibi oldu. 'Geliyorum' dedi ve koştu...
(*) Japonya'da yayınlanan, 'Yalınayak Ken' isimli çizgi filmden ilham alınarak yazılmıştır. Bütün savaş mağdurlarına ithaf olsun. Savaşa hayır! ...
Herkes atom bombasının dehşetli ve tartışmalı anılarının içinde Einstein'in bir şekilde bulunduğunu duymuştur. Daha da ilginci, yine bir çok insan Eistein’i atom bombasının yaratıcısı olarak bilir. Acaba bu duygular ve bilgiler ne derece doğrudur?
Bu durum,her türlü şiddeti ve savaşı aşağılayan bir insana yakıştırılamaz. Einstein,atom bombası yapımına katılmış mıdır? Einstein, atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılmasını istemiş midir? Nükleer Enerji konusu açıldığında Einsten’in adı hep akıllara takılmıştır. Bu konuda bazı gerçekler doğrudur; ama daha ayrıntılı bilgi edinmek istiyorsanız aşağıdaki açıklamalarımı okuyunuz. Bunun bir nedeni atom enerjisinin temelde Einstein’in kütle ve enerji eşdeğerliğini belirtmesidir(1905) . Einstein'le atom bombası arasında hiç mi ilişki yok diyeceksiziniz. Var. Şöyle: Einstein, daha 1905’te kütle ve enerjinin birbirine nasıl bağlı olduğunu göstermişti. Kütlenin enerjiye enerjinin de kütleye dönüşebileceği düşüncesi böylece doğdu. Diğeri ise atom bombası çalışmalarının Einstein’in Amerika başkanına mektubuyla başlamış olmasıdır. Einstein ve öteki fizikçilerin başlıca amacı, Amerikan ordusunun dikkatini atom projesi üzerine çekmekti. Çünkü 1939 yılı Nazizmin Avrupa'yı kasıp kavuran işgalleriyle ve üstelik çekirdek bölünmesinin Almanya'da keşfedildiği bir yıldı. Amerika ise Avrupa'nın dört bir yanından ülkesine sığınmış yıldız beyinlerin bulunduğu bir ülkeydi ve ateşin bir şekilde kendilerine uzanacağını hissetmeye başlamışlardı.
İşin tamamlanması, Einstein’in 1905'te Berne parklarında dolaşırken kuramın ilk ışıklarını görmesinden 1945'teki New Mexico şafağını paramparça eden patlamaya dek 40 yılı bulmuştur. Özel Görelilik Kuramının bir çok yönü vardır, fakat bizi burada ilgilendiren, Einstein’in, Güneş’in çekirdeğinde bulunabilecek kadar yüksek sıcaklıklarda maddenin nasıl enejiye dönüşeceğini gösteren ünlü E= mc2 denklemidir. Bu denklemde geçen m, kütleyi; c, ışık hızını gösteriyor. Hesapların ve deneylerin ortaya koyduğu gerçek, çok küçük miktardaki bir maddenin dev miktarda bir enerji açığa çıkaracağıydı. 1905'te Einstein’in kendisi bile insanlığın bunu patlatabileceğine hiç inanmıyordu, ama bu atom enerjisinin ilkesidir.
Ufacık Bir Parçadan Muazzam Bir Kuvvet
İtalyanların harika çocuğu Enrico Fermi, 1942 yılında ilk zincirleme nükleer tepkimeyi başlattığı zaman, bir meslektaşı bunun anlamını telefonda sembolik şekilde şifrelenmiş şu altı sözcüğe sığdırdı:
İtalyan gemici yeni dünyaya ayak bastı..
Albert Einstein, daha 1905 yılında, kuramsal olarak minicik bir kütlenin muazam bir enerjiyi verebileceğini açıklamıştı. Enrico Ferrmi’nin(1901-1954) başkanlığındaki bir bilim adamı grubu maddenin kalbini yani atomun çekird eğini açmanın pratik yolunu bulunca Einstein’in kuramını gerçeğe çevirdiler. 12 sene sonra Bikini’de patlatılan bir tek hidrojen bombasının tahrip gücü,İkinci Düya Savaşında atılan adi bombalarınkinin 5 katıydı. Bugün nükleer enerji insanlığa hizmet etmektedir. Reaktörler, radyoizotop denilen yararlı elementleri üretiyor. Reaktörler, aynı zamanda elektrik üretir. Bu yeni enerji yakında liman ve kanalların yapımında kullanılabilecek ve uzay araçlarını Ay’ın çok ötesine götürebilecektir.
Kütlenin Enerjiye Dönüşümü
Einstein’in en çok okunan biyografi yazarı Peter Michelmore, 1905'te, kuramlarını patronunun kendisine bakmadığı zamanlarda küçük kağıt parçaları üzerinde geliştiren hayalperest bir bilim adamının İsviçre Patent Bürosunda memur olarak çalıştığı Berne’deki havayı çok iyi anlatır:
“ Einstein’in Annalen de Physik ’teki yazısı Berne’deki akademisyen tanıdıklarının dikkatini çekmişti; ama genç bir patent memurunun sözlerini böyle çok ciddi konularda mutlak doğrular olarak kabul etmek için daha hazır değillerdi. Çalışma sonrası kahvehane tartışmalarında bütün ötekilere karşı Einstein tek başınaydı. Özellikle onun E= mc2 biçimindeki basit önermesi üzerinde tartışırlardı.
“ Sen bir yığın kömürde bütün Prusya süvarilerinde olduğundan daha fazla beygir gücü olduğunu söylüyorsun diyerek kızgınlıklarını belli ederlerdi.
“Madem öyle, bu neden şimdiye dek gözlerden kaçtı”?
“İnanılmayacak kadar zengin bir insan” diye karşılık verirdi Einstein. “ Tek bir kuruş bile harcamaz ya da birine vermezse, hiç kimse onun nasıl zengin olduğunu, hatta hiç parası olup olmadığını bile söyleyemez. Bu konuda da durum aynı. Enerji hiç dışa verilmiyorsa, gözlenemez.”
“Peki, bütün bu saklı enerjinin nasıl serbest kalacağını düşünüyorsun.? ”
“Bu enerjinin elde edilebileceği konusunda en küçük bir belirti bile yok” derdi Einstein.
“Bu atomun istendiği zaman parçalanabileceği anlamına gelirdi. Bunun olanaklı olacağı konusunda hemen hiçbir işaret yok.Atom parçalanmasını, radyum örneğinde olduğu gibi, yalnız doğada görüyoruz. Radyumun aktivitesi atomun durmadan devam eden patlamalı bozunmasına dayanır.”
Diğerleri enerji denklemini radyum deneylerinden nasıl geliştirdiğini öğrenmek istiyordu. Einstein, yıllardır bir laboratuvarda bulunmadığını söyleyerek onları dehşete düşürüyordu.
“Öyleyse, senin Görelilik Kuramın bütünüyle bir kurgu” diyorlardı. “Senin kafanda kurduğun bir şey. İyi fizikçi, buluşlarını, yeni yeni deneylerle sonuçlarını denetleyerek yapar. Tek yol budur.”
“Bunlar boş sözler” derdi 26 yaşındaki devlet memuru Einstein.“Fizik gelişmekte olan mantıksal bir düşünce dizgesidir. Onun esasları yalnız deney ve tecrübe yoluyla edinilemez. Onun gelişmesi özgürce yapılan buluşlara bağlıdır.” Ancak, ardından da Görelilik Kuramının tam anlamıyla kabul edilmeden önce insan tecrübesinin sınavından geçmesi gerektiğini eklerdi. Gülümserdi. “Haklı olduğum konusunda en küçük bir kuşkum bile yok.”
Atomdan, insanın dizgin altına alabileceği bir güç üretebileceği konusundaki kuşkuları uzun sürmedi. 1920'ler ile 1930'larda atomla ilgili buluşlarda muazzam bir gelişme oldu. Maddenin içinde hapsolmuş enerjinin açığa çıkması için çok büyük sıcaklıklara gerek olmadığı hemen keşfedildi. Bu, atomları başka atomlarla bombardıman ederek de yapılabilirdi. Lord Rutherford, atomların merkezindeki ağır bir çekirdeğin, yani çekirdeğin etrafını kuşatan elektronlardan oluşan gevşek bir yapısı olduğunu ortaya koyarak, atom kuramının temellerini atmıştı. 1919'da hidrojen atomunu ayırmayı başarıp insan ürünü nükleer tepkimeyi ilk elde eden kişi oldu” [ Hatta 1933 gibi bir tarihte bile Rutherford, nükleer enerjinin pratikte hiçbir kullanımının olmadığını düşünüyordu. Britanya İleri Araştırmalar Kurumunda şöyle demişti: ‘Atomların dönüşümünde bir güç kaynağı uman kişiler saçmalıyor.’]
Einstein’in ABD Başkanına Mektubu
Einstein, ABD başkanı Roosevelt’e 1939’da yazdığı ilk mektubunda şöyle diyordu:
“Bir gemi tarafından taşınan ya da bir limanda patlatılacak böyle bir tipteki tek bir bomba çevreleyen bölge ile birlikte tüm limanı çok iyi bir şekilde imha edebilir. Bununla birlikte bu tip bombaların hava yolu ile taşınamayacak kadar ağır oldukları ispatlanabilir.” Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar hava yolu ile atıldı.
“Dr. Moore” 1939
Einstein’ın dünya sorunlarına karışması 1939’da oldu. 1939’da Naziler, ilk toplama kamplarını açmışlardı. Avusturya,1938’de ilhak edilmişti. Sudet topraklarını elde eden Hitler, Mart 1939’da tüm Çekoslovakya’yı işgal etmişti. Ağustos 1939’da Stalin Alman-Sovyet saldırmazlık anlaşmasını imzalayarak tehlikeden uzak kalacağını ummuştu. Alman birlikleri Polonya’ya girdiler. Bunun üzerine Fransa ve İngiltere, Almanya’ya savaş açtılar.
Fakat bütün bu gelişmeler olurken Hitler’in gücü de giderek artan bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Atom bombası yapmanın olanaklı olduğunu bilen (birçoğu Nazi Almanyasından kaçmış) atom fiziği uzmanları, Almanların bu bombayı herkesten önce yapıp büyük bir olasılıkla da kullanmalarından korkmaya başladılar. Savaş başladığı sırada, artık bir Amerikan yurttaşı olan Einstein, gazetecilerden kaçmak için Dr. Moore takma adıyla yarı emeklilik yaşamı sürmekteydi. Meslektaşları özgür ulusların Almanlardan önce bombayı yapması gerektiğini biliyorlardı; ama yine biliyorlardı ki, bir tek Einstein Amerikan Yönetimini gerekli çalışmalara başlama konusunda ikna edebilecek saygınlığa sahipti.
İkisi Einstein’i ziyaret etmek için yola çıktı.
Ne var ki David Bergamini ile Henry Margenau ’nun The Scientist adlı kitaplarında anlattıkları gibi üstlendikleri görevin en zor bölümü onu bulmak oldu:
1939'un bunaltıcı bir Temmuz günü, bir arabanın içindeki iki göçmen bilim adamı, Szilard ve Edward Teller, Long Island kırlarında yollarını kaybettiler. O kadar önemli, o kadar melodramatik ve sıradışı bir görevle gelmişlerdi ki gidecekleri yerin neresi olduğuna bile dikkat etmemişlerdi.
“Galiba, telefonda yanlış anladık” dedi biri cesaretini toplayarak, “sanırım, Patchogue demişti.”
“Sakın Cutchhogue olmasın? ” diye sordu öteki, biraz sıkılmış olarak.
Biraz geçtikten sonra Cutchogue’da bir sokağa saptılar ve “Dr. Moore’un evinin yolunu sordular; ama hiçbir işe yaramadı. Gittikçe umutlarını yitirerek çevrede tur atarlarken biri “Belki de kader hiç istemiyor. Geri dönelim.” dedi.
“Bir dakika, neden doğrudan doğruya Einstein’ın nerede oturduğunu araştırmıyoruz ki? ” dedi öteki.
Kaldırıma yanaşıp yedi yaşlarında bir oğlan çocuğunun yanında durdular ve Profesör Einstein’ı tanıyıp tanımadığını sordular.
“Elbette tanıyorum” dedi çocuk. “Benden sizi ona götürmemi mi istiyorsunuz? ”
Böylece işler yoluna girdi ve iki Macar göçmen (sığınmacı, mülteci) fizikçi Eugene Wigner ile Leo Slizard sonunda İkinci Dünya Savaşı başlamadan iki ay önce bir öğleden sonra Albert Einstien ile buluşup onu Başkan Roosevelt’e, Nazilerin atom bombası yapma yolunda attıkları olası adımları yakalamak için hemen harekete geçilmesi gerektiğine dikkat çeken bir mektup yazması konusunda ikna ettiler.[Dip not: Altı yıl önce, 1933 Kasım ayında, Lonra’da Southampton Yolu’nu geçerken Slizard’ın aklına nükleer silah yapmanın bir yolu gelmişti. “Işık yeşile dönerken” diye yazdı daha sonra, “birden, nötron tarafından ayrılan ve bir nötron soğurduğunda iki nötron yayan kimyasal bir element bulabilirsek böyle bir elementin, kütlesi yeterince büyük olursa, zincirleme bir nükleer tepkimeyi devam ettirebileceği aklıma geldi.” Işık kırmızı yanıyor olsaydı, dalgın Slizard da buna dikkat etmeseydi, tarih kim bilir nasıl gelişirdi.(s:233) ]
Mektubu, Leo Szilard hazırladı. Büyük bir şirketin ekonomi danışmanı olan ve Başkan Roosevelt’I şahşen tanıyan A.Sachs, 2 Ağustos 1939 tarihinde Eistien’in imzaladığı mektubu elden vermeyi kabul etti. Ama, Sachs,mektubu, Fransa ve İngiltere’nin savaşa girmesinden sonra,yani Ekim ayının başında iletecektir(Atom Öyküleri,s: 155)
Bir dizi tartışmanın ardından Einstein, Başkan Roosevelt ’e şu ünlü mektubu yazdı:
[Efendim,
E. (Enrico) Fermi ile L.(Leo) Slizard’ın yaptıkları ve bana müsvedde halinde iletilen kimi çalışmalar, bende, uranyum elementinin yakın bir gelecekte yeni ve önemli bir enerji kaynağı olabileciği beklentisi yaratttı. Durumun ortaya çıkan kimi yönleri, öyle görünüyor ki, uyanık olmayı, gerekirse Yönetimin hemen harekete geçmesini gerektiriyor. Bu nedenle, aşağıdaki olguları ve önerileri dikkatinize sunmanın görevim olduğuna inanıyorum.
Amerika’da Fermi ile Slizard’ın çalışmalarıyla olduğu kadar Fransa’da Joliot’un [Frédéric Joliot-Curie] çalışmalarıyla da, kendisinden ürün olarak muazzam boyutlarda güç ve çok miktarlarda uranyum benzeri elementler alınacak (s: 227) zincirleme bir nükleer tepkime elde erdebilme olasılığı son birkaç aydır iyice arttı. Dolaysıyla, yakın gelecekte bunun başarılması neredeyse kesin görünüyor.
Bu yeni durum bir bomba yapımının yolunu da açabilir; böylece, daha az kesin olmakla birlikte, son derece güçlü yeni tip bombaların yapılabileciği de düşünülebilir. Gemiyle tanışıp bir limanda patlatılacak bu tip bir tek bomba, pekala, çevresindeki arazinin bir bölümüyle birlikte bütün limanı yerle bir edebilir.
Birleşik Devletlerde, yalnızca. orta kalitede çok fakir uranyum filizleri bulunmaktadır. Kanada ile önceki Çekoslavakya’da bir miktar iyi filiz bulunmakla birlikte, en önemli uranyum kaynağı Belçika Kongosu’nda bulunmaktadır.
Bu durumu göz önünde bulundurarak, Yönetim ile Amerika’da zincirleme tepkime konusunda çalışan bir grup fizikçi arasında sürekli bir bağlantı olmasının arzu edilir olduğunu düşünebilirsiniz... (Einstein bundan sonra bu çalışmada Hükümetin çeşitli bakanlıkları arasında nasıl eşgüdüm sağlanacağı konusunda ayrıntılara girer.) Şöyle sürdürür:
Öğrendiğime göre Almanya,devraldığı Çekoslovakyya madenlerinden uranyum satışını durdurmuş durumda. Böyle erkenden harekete geçecekleri belki de Alman Bakanlık Müsterşarının oğlu von Weizsacker’in,kimi Amerikan uranyum arayştırmalarının şimdi kopyalarının çıkarıldığı Berlin Kaiser-Wilhelm Enstitüsüne atanmasından anlaşılabilir.
En derin saygılarımla
Albert Einstein.]
Bu mektubu, başkanın fizikçilerden yana olan danışmanı Alexander Sachs, Beyaz Saraya’da Başkan Roosevelt’in eline verdi.
Michelmore, öykünün devamını şöyle anlatır:
“ Roosevelt etkilendi; ama ikna olmadı. Sachs’a,aslında, Deniz Kuvvetlerinin Fermi ile Szilard’dan yardım alma önerisini daha önce geri çevirdiğini hatırlattı. Roosevelt, servis şeflerine karşı çıkmanın bir yolunu bulamadı. Sachs dosyasını Roosevelt’in masasına bırakıp ondan ertesi gün için başka bir randevu istedi. Kahvaltıya davet edildi. Einstein’in mektubu her şeye rağmen bir işe yaramamıştı; bunun için Sachs başka bir yöntem düşündü.
Kahvaltıda Sachs, bir zamanlar Napoleon’un, Amerikalı genç mucit Robert Fulton’un Fransız istilacıları güven içinde ve hızlı bir biçimde Manş’tan İngiltere’ye geçirmek için buhar gemileri yapma fikriyle nasıl alay ettiğini uzun uzun anlatmaya başladı.[Dip not: İmparatorun Fulton’u bir süre sabırsızlıkla dinledikten sonra terslediği anlatılır:
“Ne dediniz bayım? Güvertenin altında bir şenlik ateşi yakarak rüzgâra ve aktıntıya karşı giden bir gemi mi yapacaksınız? Sizden beni bağışlamanızı rica ediyorum. Böyle saçmalıkları dinlemek için hiç zamanım yok.]
Bu uyarıcı öyküden sonra başkan Sachs’ın kalan sözlerini daha dikkatle dinledi. Roosevelt danışmanını bir süre muzipçe süzdü.
“ Alex, peşinde olduğun şey, Nazilerin bizi havaya uçurmasını garantiye almak mı” diye sordu.
“ Evet öyle” dedi Sachs.
Roosevelt, bitişik odadan askeri yazmanı General “Baba” Watson’ı çağırdı, içinde Einstein’in mektubunun da yer aldığı evrak destesini önüne attı ve “Gereği yapılsın” dedi. Bu, Manhattan Projesi adı verilecek iki milyar dolarlık atom bombası yapma projesinin başlangıcı oldu
Dünya’yı çepeçevre saran gaz örtüsüne atmosfer denir. Atmosferin alt sınırı, kara ve deniz yüzeyleriyle çakışır. Üst sınırını ise yerçekiminin etkisi belirler. Ekvator’dan kutuplara doğru yerçekimi arttığı için atmosferin şekli Dünya’nın şekli gibi küreseldir.
Atmosfer’in Katları
Atmosfer kendini oluşturan gazların karışımı ve gidişindeki farklılıklar nedeniyle çeşitli katlara ayrılmıştır. Bu katlar yeryüzünden yukarılara doğru troposfer, stratosfer, şemosfer, iyonosfer ve ekzosfer şeklinde sıralanır.
Troposfer
Atmosferin, yeryüzüne temas eden, alt bölümüdür.
Tüm gazların % 75’inin bulunduğu bu katmanda yoğunluk en fazladır.
Troposfer, yerden havaya yansıyan ışınlarla alttan yukarıya doğru ısınır. Bu nedenle alt kısımları daha sıcaktır. Yerden yükseldikçe sıcaklık her 100 m’de yaklaşık 0,5°C azalır.
Su buharının tamamı troposferde bulunduğu için tüm meteorolojik olaylar burada oluşur.
Güçlü yatay ve dikey hava hareketleri görülür.
Yerden yüksekliği 6 – 16 km arasında değişir.
Stratosfer
Troposferin üstündeki katmandır.
Yatay hava hareketleri görülür.
Su buharı hemen hemen hiç bulunmadığı için dikey hava hareketleri oluşamaz. Bu nedenle sıcaklık dağılışı oldukça düzgündür.
Sıcaklık her yerde yaklaşık -50°C’dir.
Üst sınırı yerden 25 – 30 km yüksekliktedir.
Şemosfer
Stratosfer ile İyonosfer arasındaki katmandır.
Stratosfer ile Şemosfer arasındaki 19-45 km’ler arasında oksijen azot haline gelerek ultraviyole ışınlarını tutar.
Üst sınırı yerden 80 – 90 km yüksekliktedir.
İyonosfer
Mor ötesi (ultraviyole) ışınlarının, molekülleri parçalayarak iyonlar haline getirdiği katmandır.
Yerçekimi azaldığı için iklim üzerinde belirgin bir etkisi yoktur.
Radyo dalgalarını yansıtır
Üst sınırı yerden 250 – 300 km yüksekliktedir.
Eksosfer (Jeokronyum)
En üst tabakadır.
Yerçekimi çok azaldığından gazlar çok seyrektir.
Hidrojen ve helyum gibi hafif gazlar bulunur.
Atmosfer ile uzay arasında geçiş alanıdır.
Kesin sınırı bilinmemekle birlikte üst sınırının yerden yaklaşık 10.000 km yükseklikte olduğu kabul edilmiştir.
Atmosferde Bulunan Gazlar
Atmosferde bulunan gazların % 75’i ve su buharının tamamı troposferde bulunur. İklim yönünden daha çok atmosferin alt katları önemli olduğundan burada troposfer ve stratosferin alt katlarının bileşimi incelenecektir.
Her zaman bulunan ve oranı değişmeyen gazlar; % 78 oranında azot, % 21 oranında oksijen, %1 oranında asal gazlar (Hidrojen, Helyum, Argon, Kripton, Ksenon, Neon) dır.
Her zaman bulunan ve oranı değişen gazlar; su buharı ve karbondioksittir.
Her zaman bulunmayan gazlar; ozon ve tozlardır.
Su buharı: Yere ve zaman göre oranı en çok değişen gazdır. Yeryüzünün aşırı ısınıp, soğumasını engeller. Yağış, bulut, sis gibi hava olaylarının doğuşunu sağlar.
Karbondioksit: Atmosferin güneş ışınlarını emme ve saklama yeteneğini artırır. Havada karbondioksit (CO2) miktarının artması sıcaklığı artırıcı, azalması ise sıcaklığı düşürücü etki yapar.
Ozon: Hava içindeki oksijen (O2) mor ötesi (ultraviyole) ışınlarının etkisi altında ozon (O3) haline geçer. Ozon gazı, içinde hayatın gelişmesine olanak vermez ancak atmosferin üst katmanlarında ultraviyole ışınlarını emerek yeryüzündeki yaşam üzerinde olumlu bir etki yapar. Yeryüzünden 19 – 45 kilometre yükseklikler arasında bulunan ozon katının son yıllarda inceldiği hatta yer yer delindiği belirlenmiştir. Özellikle buzdolabı, soğutucu, araba ve spreylerden çıkan gazların (kloroflorokarbon) neden olduğu anlaşılmış ve bu gazların kullanımına kısıtlamalar getirilmiştir.
Yeryüzüne ulaşan mor ötesi ışınlardaki artış, sıcaklıkların artmasına, buna bağlı olarak buzulların erimesine, bitki örtülerinde değişimlere neden olabilecektir.
İzmir'den Çeşme'ye giden karayolu, İnciraltı kavşağına gelince soldaki yol bizi 1 km. sonra Balçova'ya bağlı Agamemnon Kaplıcaları'na götürür. Dünyanın ilk hastehanesi olarak haklı bir üne sahip olan bu şifalı sular, ismini Troya kentine saldırılan Mykene Kralı Agamemnon'dan almıştır.
Asıl adı Derviş Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi 1611 yılında İstanbul Unkapanı'nda doğdu. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı.Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran'ı ezberleyerek 'hafız' oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV. Murad'ın hizmetine girdi.
SEYAHAT YA RESULALLAH
Evliya Çelebi Seyahatname’nin girişinde seyahate duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece rüyasında Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed'i gördüğünü, ondan 'şefaat ya Resulallah' diyerek şefaat isteyecek yerde, şaşırıp 'seyahat ya Resulallah' dediğini, bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri görme imkanı verdiğini yazar.
NERELERİ GEZDİ
Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635'te, önce İstanbul'u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’larda Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı. 1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu.1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi bölgelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı'na mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu sebeple Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi. 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi.
SEYAHATNAME’NİN ÖZELLİKLERİ
Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez,araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır.Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır.Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına,çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir.Evliya Çelebi'nin eseri dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına rağmen, ilmi bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır.1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır.
ESERİ: Seyahatname, ilk sekiz cilt: 1898-1928, son iki cilt: 1935-1938.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi
Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu - Dizini
1. Kitap
Evliya Çelebi
Yapı Kredi Yayınları / Özel Dizi
'Evliya Çelebi Seyahatnamesi', 1994'te yitirdiğimiz, yeri doldurulamaz değerli Türkolog Orhan Şaik Gökyay'ın her zaman ve en çok ilgisini çeken eserlerden biri olmuştu.
Gökyay, bu dil anıtı üzerine yoğunlaşma imkanını ancak ömrünün son yıllarında bulabildi. 1988 yılında, seyahatnamenin birinci cildinin, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Bağdat 304'te kayıtlı bulunan ve birçok araştırmacının müellif nüshası kabul ettiği yazması üzerinde çalışmaya başladı. Transkripsiyonlu Metin, Sözlük ve Dizin olarak üç cilt halinde düşündüğü eserin yazık ki sadece transkripsiyonlu metin kısmını hazırlayabildi. Sonradan, metin üzerindeki çalışmalar, onun çizdiği çerçeve içinde sürdürülüp tamamlandı.
Ayrıca, Yücel Dağlı'nın, Orhan Şaik Gökyay'ın izniyle İstanbul Üniversitesi'nde yüksek lisans tezi olarak hazırladığı 'Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin 1. Cildindeki Yer ve Şahıs İsimleri İndeksi (1994) ', bu yayın dolayısıyla yeniden gözden geçirildi. Bu çalışmaya rütbeler, kurumlar, terimler, bitkiler, meydanlar, camiler... vb. önemli-önemsiz hemen her şeyin eklenmesiyle geniş bir 'Dizin' oluşturuldu. Böylece, ortaya hem Evliya Çelebi'nin hem de Orhan Şaik Gökyay'ın önemlerine yaraşır bu kitap çıktı; kıvançla sunuyoruz.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi
Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu - Dizini
2. Kitap
Evliya Çelebi
Yapı Kredi Yayınları / Özel Dizi
19 Ağustos 1630 gecesi, rüyasında gördüğü Hz. Peygamber'in elini öperken heyecanlanıp 'Şefaat ya Resulallah' diyecek yerde 'Seyahat ya Resulallah' diyerek kendi geleceğine farklı bir kapı aralayan garip bir gezgin, tam kırk yıl boyunca bütün Osmanlı coğrafyasını adım adım dolaştı. Kimi zaman han odalarında menakıb dinledi, kimi zaman da çarşıların kalabalığına karışıp değişik kültürlerin insanlarıyla tanıştı. Zengin konaklarına misafir oldu; dağ başlarında, terkedilmiş kalelerde bir ateşin etrafına toplanmış bozkırlarla dertleşti. Liman kentlerine uğradı; yıkık surları adımlarıyla ölçtü, binbir çeşit nesneyi elleriyle tarttı.
Kervanlara katılıp hayallerin ötesine yürüdü. Çağlar öncesinin kralları, sultanları sanki onun arkadaşıydılar; öykülerini anlattılar, kıssadan hisse verdiler. O, bütün bir Osmanlı geleneğinin zamanı ve mekanı aşan hafızası idi. Asıl adı bilinmiyor; ama dünya onu Evliya Çelebi olarak tanıdı.
Evliya Çelebi üzerine çok şey yazıldı ve söylendi; fakat onun bir insan ömrü adadığı Seyahatname'si, bu güne kadar tam olarak yayımlanmadı. Çünkü o, eleştirel bilinci klasik medhiyeciliğin üstünde tuttuğu için sansüre uğradı. Sonuçta bu göz kamaştırıcı kültür hazinesi, az sayıda uzmanın yararlanabildiği 10 ciltlik bir yazma külliyatı olarak kaldı.
Yapı Kredi Yayınları, Evliya Çelebi Seyehatnamesi'nin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'ndeki asıl yazma nüshasını yayımlamakla, geçmişimizi geleceğimizle buluşturduğuna inanıyor. Bu inancı paylaşan herkes için, artık yolculuk zamanıdır.
Seyahatname
(Gördüklerim)
Evliya Çelebi
İnkilap Kitabevi / Tarih-İnceleme-Biyografi Dizisi
Bu kitap: 'Seyahatname'sinin içinden kendisinin gördüğü ya da dinlediği olayların seçilmesi ile ortaya çıktı. Seyahatname, çok yönlü bir yapıttır. Birkaç yerde kendisi de asıl maksadın dışına çıktığını, bu işte olan bitenleri ayrıntılarla yazsa başkaca bir cilt olacağını işaret eder. Bunların arasından kendisinin de arasıra 'sergüzeşt-i hakiranemiz, serencam-ı fakiranemiz' yollu sözlerle, dile getirdiği olayların fazla olduğunu söyler. Evliya, tarih kitaplarında sonuçları anlatılmış kimi savaşları, ayaklanmaları içinde imiş gibi yakından izlemek ve gözlemek durumunda bulunmuştur. Çağı, on yedinci yüzyılın karmakarışık bir zamanıdır. Güvenilir, iş başarabilir kişi olarak Defterzade Mehmet Paşanın, Melek Ahmet Paşanın dairelerinde bulunmuş olayı bir insan görüş alanından çıkarıp da genel tasvirler, basmakalıp sözlerle anlatmıyor, karda, tipide, vuruşma ve çatışmalardaki bir insan kalabalığının sıkıntısını, bunalımını bir tablo halinde değil çektiklerini, gözüyle gördüklerini anlatarak okuyanı etkiliyor..
Manis İli Genel Kitaplığındaki yazma nüshadan olduğu gibi aktarılmıştır. Metinde bir değiştirme yapılmamıştır. Zamanımıza göre bilinmeyen kimi sözcükler okuyucunun dikkatini kesmemek için [...] işareti arasında kara harflerle açıklanmıştır. Olayların genel bir görüş ile anlaşılabilmesi için de her bölüm başında bazı bilgiler verilmiştir.
(1933 Malatya-1993 Ankara) Jandarma Genel Komutanı.
1952 yılında Kara Harp Okulu'ndan Teğmen rütbesi ile mezun oldu. 1966 yılında Kara Harp Akademisini tamamladı. Almanya'da dil eğitimini tamamladıktan sonra 1969 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi'nden mezun oldu. 1973'de Alman Harp Akademisi'ni tamamladı. Bir yıl Kara Harp Akademisi'nde başöğretmen olarak görev yaptı. 1978'de Tuğgeneral oldu ve Bolu Komando Tugay Komutanlığına getirildi. 1982'de Tümgeneral ve Kıbrıs 28. Tümen Komutanı oldu. 1986'da Korgeneral rütbesi aldı. 1988'de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı oldu. 1990'da Orgeneral rütbesi aldı ve Jandarma Genel Komutanlığı'na atandı..
Bitlis bölgede konuşlanmış durumda bulunan Çekiç Güç Kuvvetlerinin Türkiye'den ayrılması gerektiğini açıklıyor ve ABD'nin Kuzey Irak'da oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti'nin Türkiye'nin zararına olduğunu söylüyordu. Bu nedenle ABD büyükelçiliği tarafından birkaç defa Hükümete şikayet edildiği iddia edildi. 17 Aralık 1992'de Çekiç Güç'e bağlı Amerikan savaş uçakları, kendilerine bildirildiği halde Irak'ın Selahattin kentine gitmekte olan Bitlis'in helikopterine taciz uçuşu yapar ve helikopteri inişe zorlarlar.Eşref Bitlis 17 Ocak 1993'de henüz çözümlenmemiş bir şekilde uçağının düşmesi sonucu öldü.
1928 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdi. Yüksek Ticaret Okulu'ndan ayrılıp ticaret hayatına atıldı. 1950 yılından ölümüne dek Kapalıçarşı'da antikacılık yaptı. Nokta adında bir dergi çıkardı. İlk şiirlerinde büyük şehirde varlıklı bir delikanlının yaşama sevincini, tatlı avareliklerini dile getirdi. 1950'lerden sonra varoluşçuluk akımı etkisinde, kişinin sınırlı, tekdüze dünya kargaşasında yerini araştıran ve düşünce payı ağır basan şiire geçti. Bu yönelişiyle de ikinci Yeni şiirinin öncülerinden biri oldu. 1986 yılında öldü.
ESERLERİ
Başlıca şiir kitapları; ikindi Üstü, Dirlik Düzenlik, Yerçekimli Karanfil, Umutsuzlar Parkı, Petrol, Nerde Antigone, Tragedyalar, Çağrılmayan Yakup, Kirli Ağustos, Sonrası Kalır, Ben Ruhi Bey Nasılım, Sevda ile Sevgi, Şairin Seyir Defteri, Eylülün Sesiyle, Bezik Oynayan Kadınlar, ilkyaz Şikâyetçileri, Gül Dönüyor Avucumda'dır. Şairin 'Toplu Şiirleri', Adam Yayınları tarafından iki cilt halinde 1995'te basıldı.
incil
09.08.2004 - 09:25dağıtılan kitapları alırsanız bir de merak duygusu fazlaysa sizde kendinizi kilisede bulma olasılığınız çok yüksek))
Boğaziçi Üniversitesi
09.08.2004 - 09:20kasıntıya neden olan üniversite
1971 yılında robert koleji adı değiştirildi ve boğaziçi oldu.
1896 yılında kuruldu galiba..
mühendislikte en yüksek puanları almasına rağmen ODTÜ VE İTÜ'DEN sonra ikinci sırada gelir
%100 ingilizce olması bölümlere rağbetleri artırmıştır
kazanmakla bitmiyor
mezun olup da iş bulamayan birçok kişi var.
kedi uzanamadığı ciğere mundar der hesabı çamur at izi kalsın
yalnızlık
07.08.2004 - 12:55'yalnızlık allaha mahsustur' gibi sözlerle insanların kendilerini geliştirmek için yalnız kalmamalarına bahane bulup kılıf uydurdukları söz
mor ve ötesi
06.08.2004 - 13:54sevda çiçeği
sessiz sedasız açardın gecelerde
kimse bilemez, göremez kuytularda
sonsuz ve dipsiz sevdalarda, duygularda
sakin, kimsesiz ve sahipsiz uykularımda
şimdi artık seni koklar yalnızlığım
seni arar seni sorar sevda çiçeğim.
mor ve ötesi
06.08.2004 - 13:54cambaz
ne habersin, ne Türk'sün
seni gören yollara dökülsün
kul oldun, köle oldun
kurşun geçirmez cam oldun
bütün dünya izler durur
afet-i azam bekler durur
hedefini al, piyasanı al, her şeyi al
yandı dertler bitti tasa
ben kurbanım bu cambaza
iki gözüm kadar eminim sen yoksun
kul oldun, köle oldun
kurşun geçirmez cam oldun
cin oldun adam çarptın
cellat oldun, kelle uçurdun
bütün dünya izler durur
afet-i azam bekler durur
hedefini al, piyasanı al, her şeyi al
yandı dertler bitti tasa
ben kurbanım bu cambaza
iki gözüm kadar eminim sen yoksun
var mısın, yoksun.
var mısın, yoksun.
iki gözüm, eminim, sen yoksun.
mor ve ötesi
06.08.2004 - 13:50mor ve ötesi 1995 yılının Ocak ayında Kerem Kabadayı, Harun Tekin, Derin Esmer ve Alper Tekin tarafindan kuruldu. Kendi bestelerinden oluşan ilk albümünü aynı yılın Ağustos ayında Stüdyo Spectrum'da kaydeden grup, 1996'nın Ocak ayında çalışmaya son halini verdi ve 'Şehir', 1996'nın Haziran ayında piyasaya çıktı. Grubun ilk video klibi 'Yalnız Şarkı', farklı tarzıyla büyük ilgi çekti.
1997 yılı grup adına önemli gelişmelere sahne oldu. İstanbul dışındaki ilk konserini ODTÜ'de veren mor ve ötesi'nde ilk eleman değişikliği de bu yıl gerçekleşti ve Burak Güven, Alper Tekin'in yerine gruba dahil oldu. Şubat 1998'den itibaren Captain Hook'ta ilk düzenli bar programını yapan mor ve ötesi, bir yandan da yeni albümünü hazırlıyordu. Ada Müzik Stüdyosu'nda Volkan Gürkan'la beraber kaydedilen 'Bırak Zaman Aksın'ın ardından Derin Esmer gruptan ayrılırken Kerem Özyeğen gruba katıldı. Albüm 1999 Mart ayında Ada Müzik tarafından yayınlandı.
1999 yılının Ağustos ayına gelindiğinde grup bir Bülent Ortaçgil bestesi olan 'Sen Varsın' üzerinde çalışıyordu. Tam o günlerde benzersiz bir felaketle karşılaştı Türkiye. 17 Ağustos'tan sonra, herkes gibi, grup da bir süre kendine gelemedi.
2000 yılının başlarında mor ve ötesi ülke çapındaki nükleer karşıtı kampanyaya destek verdi. Bu destek hem konserlerle, hem de zamanın Cumhurbaşkanı'na canlı yayında yöneltilen bir soruyla sürdürüldü. Akkuyu'ya nükleer santral kurulması büyük bir toplumsal uzlaşma sonucu engellendi. 16 Haziran'daki H2000 müzik festivalindeki konser çok başarılı geçti, Temmuz ayında ise grubun 'Sen Varsın'la katıldığı 'Şarkılar Bir Oyundur' adlı Ortaçgil'e saygı albümü yayınlandı. mor ve ötesi üçüncü albümünün kayıtlarına girmeden önceki en önemli performansını 16 Aralık'ta Hilton Convention & Exhibition Center'da Placebo'nun ön grubu olarak gerçekleştirdi.
Üçüncü albüm 'Gül Kendine'nin kayıtları, 27 Aralık günü Volkan Gürkan prodüktörlüğünde Ada Müzik Stüdyosu'nda başladı, ve albüm 2001 Aralık ayında piyasaya çıktı. Grubun resmi web sitesi www.morveotesi.com da aynı ay içerisinde faaliyete geçti.
2002 Nisan ayında mor ve ötesi ilk Türkiye turnesine çıktı. İzmir, Denizli, Bursa, Adana, Antalya ve Antakya'yı kapsayan bu turne, Fil Yapım'la başlayan uzun soluklu bir işbirliğini müjdeliyordu. 2 Temmuz 2002 akşamı H2000'de mor ve otesi tarihinin en başarılı konserlerinden birini verdi. Çeşitli basın yayın organlarınca görsel ve işitsel bir şölen olarak nitelenen performansa yaklaşık 5000 kişi tanıklık etti.
2003 yılı dünyanın gördüğü en görkemli muhalefet dalgasıyla başladı. Yaklaşan Amerikan saldırganlığına karşı ses çıkaran milyonlara mor ve ötesi de sanatçı dostlarıyla birlikte katıldı. Grubun bestelediği ve Aylin Aslım, Athena, Bülent Ortaçgil, Feridun Düzağaç, Koray Candemir, Nejat Yavaşoğulları ve Vega ile birlikte seslendirilen 'Savaşa Hiç Gerek Yok' adlı parça, savaş karşıtı hareketin marşlarından biri oldu ve 1 Mart 2003 günü Ankara'da 100.000 kişiyle birlikte söylendi.
2003 Mayısı'nda mor ve ötesi 'Yaz' isimli bir single yayınladı. Bu single'da yer alan Şehrazat bestesi 'Yaz Yaz Yaz' yaza damgasını vururken, grup Fanta Gençlik Festivali kapsamında 17 kenti kapsayan bir turne gerçekleştirdi. Sonbaharla birlikte dördüncü albüm çalışmalarına hız verilirken, grup bir yandan da Çağan Irmak'ın 'Mustafa Hakkında Herşey' filminin müziklerini hazırladı.
Ocak 2004'te 'Dünya Yalan Söylüyor' için stüdyoya giren grup, çalışmalarını Tarkan Gözübüyük prodüktörlüğünde hızla sonuçlandırdı ve albüm 30 Nisan Cuma günü Pasaj Müzik etiketiyle yayınlandı. Albümün ilk video klibi için Mustafa Hakkında Herşey filminde de kullanılan 'Bir Derdim Var' adlı parça seçildi. İkinci video klip ise 'Daha Mutlu Olamam' ve 'Yaz Yaz Yaz' kliplerini de yöneten Mahir Akyol tarafından 'Cambaz' isimli parçaya çekildi.
türk-kürt kardeştir
06.08.2004 - 12:49Ulusların gelenekleri başka başkadır, fakat iyilik her yerde birdir.
Heinrich Heiene
dehap
06.08.2004 - 12:38tuncer bakırhan 15 haziranda 'TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NE VE pkk-kongre gel' e eşit mesafedeyiz' deme cesaretini göstermişti
dili sürç-i lisan etmiş olabilir
bir de yanılma payı bırakalım
ve barış(?) ortamını gözlemleyelim
türk-kürt kardeştir
06.08.2004 - 12:19Cumhuriyet devrimi ayrıca milliyetçi bir devrimdir. Bu milliyetçilik
ırkçı bir yapıda değildir; yurtseverlikle sınırlıdır. Bu devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığının korunması ve ayrıca Cumhuriyetin siyasal yönden gelişmesidir.
Bu milliyetçilik, tüm diğer ulusların bağımsızlık haklarına saygılıdır; sosyal içeriklidir;
yalnızca anti - emperyalist olmayıp, aynı zamanda gerek hanedan yönetimine,
gerekse herhangi bir sınıfın Türk toplumunu yönetmesine de karşıdır ve nihayet bu milliyetçilik
Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez bir bütün olduğu ilkesine inanmaktadır.
türk-kürt kardeştir
05.08.2004 - 18:45herkes toprağa girecek sonuçta
yer altında türk-kürt kardeşliği de bir işe yaramayacak
düşmanlığı da
başlık saçma zaten
sorun başta
türk olmak bir meziyet değildir
kürt olmak da kötü birşey değildir
kimse nasıl bir coğrafya içerisinde doğacağını bilemez
ölüm
05.08.2004 - 18:31Ölümün bir yokluk girdabı değil, mü’min için buradakinden rasih bir mevcudiyete intikal anı olduğunu bilmek insan mahiyetini serinleten bir iksir etkisi yapıyor, ruhumuzda elem diye bir şey bırakmıyor. Ölümün anımsattığı ürperti ve korku da yavaş yavaş kayboluyor
ölüm
05.08.2004 - 18:29İleri yaşta belki en önemli stres kaynağı ölüm korkusudur. Kendisini idam sırasını bekleyen bir mahkum gibi gören yaşlının ölümü sorgulaması gerekmektedir. Nitekim Fransa eski Cumhurbaşkanı Mitterant prostat kanseri ve 5-6 ay içerisinde ölebileceği söylendiğinde şu tepkiyi veriyor: “Ölümden sonra ne olacağını” bu konuda bana bir rapor hazırlayın.Hazırlanan raporda ölümden sonrası için “Zaman kırılmasından” söz edilerek hayatın sürdüğünün ima edildiği basına yansımıştı.
Gerçektende gazetelerdeki ölüm ilanlarına bakılırsa “Ebedi istirahatgahına tevdi edildi, rahat uyu “ gibi dileklerde bulunulmaktadır.
İnsan oğlunda ölümden sonra yaşama arzusu muhtemelen kromozomlarında yazılı olarak vardır.Tıpkı midemizdeki açlık hissinin varlığı yiyecekleri gösterdiği gibi, ölmeme isteği de hayatın ölmediğini göstermektedir.İkinci hayata inanan insan ölüm korkusu stresine karşı önemli bir güce sahip demektir.
Ölüm korkusuna iten bizatihi ölüm değil ölümle ilgili duygulardır, ölüme verilen anlamdır.Ölümü kabul edip bedenin öldüğünü ama hayatın devam ettiğini düşünmek yaşlılara güç verir.
Agnostik düşünme tarzındaki insanlar “Sonsuzluğun sonu var mıdır, öldükten sonra ne olacak” sorularına “bilmiyorum” diye cevap verecektir.Bilinmezlikte ölüm korkusunu azaltan bir etki vardır.Fakat belirsizliğin kendiside aynı bir stres kaynağı oluşturur.
İnsanın iyimserlik kapasitesini ölüm konusunda geliştirmesi mümkündür. Hayatın ölmediği, yapılan iyiliklerin boşa gitmediği düşüncesi ile limitli ve huzurlu yaşam elde etmesi çok kolay olacaktır.
ölüm
05.08.2004 - 18:28ÖLÜMDEN SONRASI
Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamasın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aks'imizden eser yok.
CAHİT SITKI TARANCI
fakirizm
05.08.2004 - 18:26FAKİRİZM:
Hindistan'da fakir denilen ve kendilerine türlü işkenceler yaparak kötülüklerden arınabileceklerine, ideal insana ulaşabileceklerine inanılan düşüncedir.
deplasman
05.08.2004 - 18:22ev sahibi olmama durumu
konuk takımın zor durumda kalması
atom bombası
05.08.2004 - 18:18Yine sirenler çalmaya başladı. Henüz 4-5 yaşındaki Ken ve kardeşi Şinci artık sirenlere alışmışlardı. Kovalamaca oynarcasına sığınaklara kaçtılar. Arkalarından anne ve babaları da geldi. Babası savaşa katılmadığı ve sadece ailesi için uğraştığından, diğerleri tarafından 'vatan haini' kabul ediliyordu. O buna aldırmıyor, savaşın kötü birşey olduğunu söyleyip, karısı ve çocuklarının karnını doyurmak için didiniyordu. Ken babasına sordu: 'Baba savaş ne zaman bitecek? ' Babası önce başını önüne eğdi, sonra gülümseyerek, 'Çok yakında oğlum, çok yakında! ' dedi. Ken ve Şinci oynamaya devam ettiler. Siren sesleri kesilince dışarı çıktılar. Hayat yine normale dönmüş gibiydi. Havada uçaklar görünmüyordu. Birlikte evlerine döndüler. Ken'in annesi hâmileydi. Ken üçüncü kardeşini büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu. Fakat savaştan ve yeterince yiyecek bulamamaktan dolayı anne yorulmuş ve halsiz düşmüştü. Ken bunu görüyor ve bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Ama elinden ne gelirdi ki! ? Ne çalışabilir, ne de yiyecek bulabilirdi. Düşündü, mutlaka yapabileceği bir şeyler olmalıydı. Komşusu olan yaşlı teyzeye annesinin durumunu anlattı. Yaşlı teyze, annesinin alabalık yemesi gerektiğini, böylece sağlığına kavuşacağını söyledi. Bu Ken'i daha da üzmüştü. Alabalığı nasıl satın alabilirdi? Önce yakındaki göle gitti. Fakat pislikten, orada hiç mi hiç balık kalmamıştı. Sonra yanına Şinci'yi alıp şehre indi. Saraya benzer bir evin kenarından geçerken, Ken'in gözü havuzdaki balıklara çarptı. Bunlar alabalık olmalıydı. Hırsızlığın kötü birşey olduğunu biliyor, ama annesine karşı duyduğu sevgi bu düşüncesini aşıyordu. Bahçeye sessizce girdiler. Küçücük havuzdan bir alabalığı yakalamak çok uzun sürmedi. Evin sahibi sesleri duymuş olmalı ki dışarı çıktı. Bahçe duvarından atlayan iki çocuğu gördü ve 'Durun! Hırsızlar! ' diye bağırdı. Ken ve Şinci var güçleriyle kaçtılar. İzlerini kaybettirdiklerini düşündüler. Eve vardıklarında anneleri hasta uzanmış yatıyordu. Ken sevinçle annesinin yanına geldi. 'Anne! ' dedi, 'Artık iyileşeceksin, bak sana alabalık getirdik! ' Annesinin gözleri doldu. Hasta ve yardıma muhtaç olmasının üzüntüsü ve çocuklarından karşılık bulmanın işaretiydi bu gözyaşları...
Sonra birden kapı çalmaya başladı 'Açın kapıyı, burada olduğunuzu biliyorum, hırsızlar! ' diye bağırıyordu kapıdaki ses. Baba kapıyı açtı. Kapıda iki adamıyla beraber, balığı çaldıkları evin sahibi duruyordu. Olayı ev sahibinden duyan babası çok üzüldü. Ken ve Şinci anneleri için balığı çaldıklarını gözyaşlarıyla itiraf ettiler. Balık sahibi içerde yatan anneyi görünce kalbi yumuşadı. Çaresizliklerini hissetti ve onları affetti. Baba hem Ken'e kızmış, hem de onunla gurur duyuyordu. Annesi için böyle bir tehlikeyi göze alması övülecek bir olaydı. Ne de olsa daha çocuktu. O gece herkes, ertesi sabahın artık güzel olacağını hayal ederek, büyük umutlarla uyudu.
Yine sabah oldu. Güneşli bir gündü. Şinci, abisi Ken'i uyandırdı. Annesi ve babası çoktan kalkmışlardı. Anne daha sağlıklı görünüyordu. Babası ise hamallık yaptığı arabasını kilerde tamir ediyordu. Şinci annesine yardım edeceğini söyleyerek mutfağa gitti. Annesinin karnında taşıdığı bebeği dört gözle bekliyordu. Ne de olsa abi olacaktı artık. Hattâ ismini bile düşünmüştü. Kız olursa Şino, erkek olursa Masaşi olacaktı.
Ken dışarıya çıkmak için ayakkabılarını giyerken kapıdan içeri binlerce karıncanın girdiğini gördü. Çok şaşırdı. Bunun sebebi ne olabilir diye düşündü. Yiyecek arıyor olabileceklerini hayal etti. Sonra dışarı çıktı. Gökyüzü masmaviydi. Birden havada gözüne bir şey çarptı. Bu bir bombardıman uçağına benziyordu. Sirenler çalmıyordu. Japon uçağı olabileceğini düşündü. İşte bu uçak tarihe kara harflerle yazılacak olayın başrol oyuncusuydu: Enola Gay... Uçağa bu ismi vermişlerdi. Hiroşima'da medeniyet kâsesini paramparça edecek uçaktı bu. Atom bombasını Hiroşima'nın tam ortasına atmakla görevliydi.
Ken yürümeye devam etti. Uçağı çoktan unutmuştu bile. Enola Gay, 'bombayı bırak! ' emrini aldı ve bombayı yavaşça Hiroşima semalarına saldı. Ken tam o sırada bir duvarın kenarında, çözülen ayakkabı bağını bağlamakla meşguldu. Büyük bir gürültüyle bomba patladı. Bir anda ortalık müthiş bir aydınlıkla kaplandı. Bomba, büyüyen bir mantar halindeydi. Yakıcı bir rüzgâr her yeri dalga dalga sarıyordu. Binalar, yerle bir oldu, insanlar anında kül olup savruldular. Kimileri taşlaştı. Kimileri ölmediler ama yürüyen cesetler gibiydiler. Bütün vücutları yanmış halde hareket ediyorlardı.
Ken yavaş yavaş kendine geldi. Duvar onu korumuştu. Etrafa baktı, yanıp kül olmuştu bütün evler. Hemen kendi evine koştu, annesini gördü, ne olduğunu hâlâ anlamamışlardı. Atom bombası hayallerinden bile geçmemişti. Annesiyle sarıldılar. Eve koştular...
Ev yıkılmış ve alevler içindeydi; babası ve Şinci bir kütüğün altında kalmışlardı. Alevler yavaş yavaş kütüğe yaklaşıyordu. Ken kütüğü hareket ettirmek istedi. Ama bir türlü kaldıramıyordu. Kütük çok ağırdı. Şinci 'Abi! Abi! Çok sıcak! Kurtar beni! ' diye bağırıyordu. Babası da hareket etmeye çalışıyor ama bir türlü olmuyordu. Babası Ken'e artık bırakmasını söyledi. 'Gidin! Sizin yaşamanız gerek! Annen hamile, o sana emanet' dedi! Ken reddetti; 'Olamaz! Sizi bırakamam! ' dedi. Ama elden ne gelirdi? Biraz daha orada kalırlarsa Ken ve annesi de yanacaklardı. Ken gözyaşlarıyla onları orada bırakıp annesiyle uzaklaştılar. Şinci'nin 'Çok sıcak! ' bağırışları, ne kadar uzaklaşsalar da Ken'in kulağında çınlamaya devam etti. Her taraf alevler içindeydi; korkunç, çürüyen cesetlerle doluydu her yan. Evler yıkılıyordu. Ken çok korktu. Kimsenin olmadığı bir yere gittiler. Anne yorgundu ve yemeğe ihtiyacı vardı.
Sabahı beklemeye karar verdiler...
Sabah oldu. Askerler beklemeden cesetleri temizlemeye gelmişlerdi. Cesetleri toparlayıp denizin ortasında yakıyorlardı. Ken şehre indi, önce evlerinin enkazından babasının ve Şinci'nin kemiklerini, ağlayarak aldı. Annesiyle beraber onlara bir mezar hazırladırlar.
Sonra yiyecek aramaya gitti. Yürürken bir evin deposuna gözü takıldı. Çuvallar vardı. Bunların içinde pirinç olabilirdi. İçlerine baktı. Evet pirinç doluydu, ama hepsi kül olmuş. Önce üzüldü. Sonra arkadaki çuvallara göz attı. Onlar yanmamıştı! Çok sevindi. Annesinin yanına vardığında onu sancıdan kıvranır halde buldu. Doğum sancısıydı bunlar. Annesi battaniye, leğen ve su getirmesini söyledi, 'bir doktor bul' dedi. Ken doktor bulamadı. Bütün doktorlar yaralılarla uğraşıyordu. Doğumu kendileri yaptırmak zorunda idiler. Ken önce korktu, ama yapacak birşey yoktu...
Anne doğum yaptı. Bir kız çocuğu idi doğan. İsmini Şinci'nin istediği gibi 'Şino' koydular. Ken Şino'yu kucağına aldı. 'Şinci! ' diye bağırdı, 'Kardeşin doğdu artık, ismini de Şino koyduk! ' dedi. Çünkü bu çocuğun doğumunu belki anneden çok Şinci görmek istiyordu. Annesi gözyaşlarını tutamadı. Sonra Şino'yu kucağına aldı ve alevler içindeki şehri ona göstererek, 'İşte! ' dedi. 'Senin abini ve babanı bizden çalan savaşın şehre verdiği zarar bu! '
Anne, sütünün az olduğundan yakınıyor ve süte ihtiyaçlarının olduğunu söylüyordu. Yeterince beslenemiyorlardı ki sütü olsun. O sırada yağmur başladı. Fakat simsiyahtı yağmur damlaları. Bunlar atom dumanının yol açtığı yağmurlardı; seneler sürecek radyasyon etkisinin en büyük sebeplerinden birisiydi bu.
Ken yağmurun siyah olmasına çok şaşırdı ve ürperdi. Neler oluyordu?
Şehre indi, süt aramaya koyuldu. Bir evde temizlik işi buldu; karşılığında süt alacaktı. Ev sakinlerinin kendi aralarında konuştuklarını dinledi! Artık Hiroşima'da bir tane ot bile bitmeyecekti, burası yaşanmaz bir yer olmuştu. Çok üzüldü. Ne de olsa kendi memleketi idi. İşi bitince ev sahibi ona bolca süt verdi. Sevinçle annesinin yanına döndü. Şino annesinin kucağında hareketsizdi. Anne sessizce oturuyordu. Ken, 'Anne Şino'ya süt getirdim! ' diye bağırdı. Anneden ses yoktu. Yaklaşınca Şino'nun bembeyaz ve soğuk siması gözüne çarptı. Annesi acı içinde fısıldadı: 'Artık süte gerek yok oğlum. Şino öldü! '...
Onu da Şinci'nin yanına gömdüler. Ken, onların şimdi beraber olduklarına inanıyordu. Ve savaşsız mutlu bir dünyadaydı onlar. Bundan emindi.
Ken ertesi gün şehri dolaştı, birden saçlarının top top döküldüğünü fark etti, sebep neydi? Bir türlü anlayamadı. Yeterince yiyemediğindendi belki de. Şehrin yukarısındaki eski çayıra gitti. Kendini çok iyi hissetmiyordu. Midesi bulanıyor, yıkılacak gibi oluyordu. Çayır kapkaraydı. Ürktü, çalıştığı evdeki sakinlerin konuştukları aklına geldi. Gerçekten bir tane bile ot bitmeyecek gibi görünüyordu. Yine başı dönerek yüzüstü yere yığıldı. Başının tam önünde yaprakları yeni çıkmış bir fide gördü. 'Aman Tanrım! Meğer yalanmış! Ot çıkıyor! Yaşasın! ' dedi. Sevinçle otu seyrederken, vücudunun uyuştuğunu hissetti. Gözleri yavaşça kapanıyordu. 'Hadi gel artık' dercesine, kardeşi Şinci'nin, Şino ve babasıyla onu çağırdığını görür gibi oldu. 'Geliyorum' dedi ve koştu...
(*) Japonya'da yayınlanan, 'Yalınayak Ken' isimli çizgi filmden ilham alınarak yazılmıştır. Bütün savaş mağdurlarına ithaf olsun. Savaşa hayır! ...
biliyor muydunuz
05.08.2004 - 18:13bilardo topunun hammaddesinin kağıt olduğunu biliyor muydunuz?
atom bombası
05.08.2004 - 18:11EİNSTEİN VE ATOM BOMBASI
Herkes atom bombasının dehşetli ve tartışmalı anılarının içinde Einstein'in bir şekilde bulunduğunu duymuştur. Daha da ilginci, yine bir çok insan Eistein’i atom bombasının yaratıcısı olarak bilir. Acaba bu duygular ve bilgiler ne derece doğrudur?
Bu durum,her türlü şiddeti ve savaşı aşağılayan bir insana yakıştırılamaz. Einstein,atom bombası yapımına katılmış mıdır? Einstein, atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılmasını istemiş midir? Nükleer Enerji konusu açıldığında Einsten’in adı hep akıllara takılmıştır. Bu konuda bazı gerçekler doğrudur; ama daha ayrıntılı bilgi edinmek istiyorsanız aşağıdaki açıklamalarımı okuyunuz. Bunun bir nedeni atom enerjisinin temelde Einstein’in kütle ve enerji eşdeğerliğini belirtmesidir(1905) . Einstein'le atom bombası arasında hiç mi ilişki yok diyeceksiziniz. Var. Şöyle: Einstein, daha 1905’te kütle ve enerjinin birbirine nasıl bağlı olduğunu göstermişti. Kütlenin enerjiye enerjinin de kütleye dönüşebileceği düşüncesi böylece doğdu. Diğeri ise atom bombası çalışmalarının Einstein’in Amerika başkanına mektubuyla başlamış olmasıdır. Einstein ve öteki fizikçilerin başlıca amacı, Amerikan ordusunun dikkatini atom projesi üzerine çekmekti. Çünkü 1939 yılı Nazizmin Avrupa'yı kasıp kavuran işgalleriyle ve üstelik çekirdek bölünmesinin Almanya'da keşfedildiği bir yıldı. Amerika ise Avrupa'nın dört bir yanından ülkesine sığınmış yıldız beyinlerin bulunduğu bir ülkeydi ve ateşin bir şekilde kendilerine uzanacağını hissetmeye başlamışlardı.
İşin tamamlanması, Einstein’in 1905'te Berne parklarında dolaşırken kuramın ilk ışıklarını görmesinden 1945'teki New Mexico şafağını paramparça eden patlamaya dek 40 yılı bulmuştur. Özel Görelilik Kuramının bir çok yönü vardır, fakat bizi burada ilgilendiren, Einstein’in, Güneş’in çekirdeğinde bulunabilecek kadar yüksek sıcaklıklarda maddenin nasıl enejiye dönüşeceğini gösteren ünlü E= mc2 denklemidir. Bu denklemde geçen m, kütleyi; c, ışık hızını gösteriyor. Hesapların ve deneylerin ortaya koyduğu gerçek, çok küçük miktardaki bir maddenin dev miktarda bir enerji açığa çıkaracağıydı. 1905'te Einstein’in kendisi bile insanlığın bunu patlatabileceğine hiç inanmıyordu, ama bu atom enerjisinin ilkesidir.
Ufacık Bir Parçadan Muazzam Bir Kuvvet
İtalyanların harika çocuğu Enrico Fermi, 1942 yılında ilk zincirleme nükleer tepkimeyi başlattığı zaman, bir meslektaşı bunun anlamını telefonda sembolik şekilde şifrelenmiş şu altı sözcüğe sığdırdı:
İtalyan gemici yeni dünyaya ayak bastı..
Albert Einstein, daha 1905 yılında, kuramsal olarak minicik bir kütlenin muazam bir enerjiyi verebileceğini açıklamıştı. Enrico Ferrmi’nin(1901-1954) başkanlığındaki bir bilim adamı grubu maddenin kalbini yani atomun çekird eğini açmanın pratik yolunu bulunca Einstein’in kuramını gerçeğe çevirdiler. 12 sene sonra Bikini’de patlatılan bir tek hidrojen bombasının tahrip gücü,İkinci Düya Savaşında atılan adi bombalarınkinin 5 katıydı. Bugün nükleer enerji insanlığa hizmet etmektedir. Reaktörler, radyoizotop denilen yararlı elementleri üretiyor. Reaktörler, aynı zamanda elektrik üretir. Bu yeni enerji yakında liman ve kanalların yapımında kullanılabilecek ve uzay araçlarını Ay’ın çok ötesine götürebilecektir.
Kütlenin Enerjiye Dönüşümü
Einstein’in en çok okunan biyografi yazarı Peter Michelmore, 1905'te, kuramlarını patronunun kendisine bakmadığı zamanlarda küçük kağıt parçaları üzerinde geliştiren hayalperest bir bilim adamının İsviçre Patent Bürosunda memur olarak çalıştığı Berne’deki havayı çok iyi anlatır:
“ Einstein’in Annalen de Physik ’teki yazısı Berne’deki akademisyen tanıdıklarının dikkatini çekmişti; ama genç bir patent memurunun sözlerini böyle çok ciddi konularda mutlak doğrular olarak kabul etmek için daha hazır değillerdi. Çalışma sonrası kahvehane tartışmalarında bütün ötekilere karşı Einstein tek başınaydı. Özellikle onun E= mc2 biçimindeki basit önermesi üzerinde tartışırlardı.
“ Sen bir yığın kömürde bütün Prusya süvarilerinde olduğundan daha fazla beygir gücü olduğunu söylüyorsun diyerek kızgınlıklarını belli ederlerdi.
“Madem öyle, bu neden şimdiye dek gözlerden kaçtı”?
“İnanılmayacak kadar zengin bir insan” diye karşılık verirdi Einstein. “ Tek bir kuruş bile harcamaz ya da birine vermezse, hiç kimse onun nasıl zengin olduğunu, hatta hiç parası olup olmadığını bile söyleyemez. Bu konuda da durum aynı. Enerji hiç dışa verilmiyorsa, gözlenemez.”
“Peki, bütün bu saklı enerjinin nasıl serbest kalacağını düşünüyorsun.? ”
“Bu enerjinin elde edilebileceği konusunda en küçük bir belirti bile yok” derdi Einstein.
“Bu atomun istendiği zaman parçalanabileceği anlamına gelirdi. Bunun olanaklı olacağı konusunda hemen hiçbir işaret yok.Atom parçalanmasını, radyum örneğinde olduğu gibi, yalnız doğada görüyoruz. Radyumun aktivitesi atomun durmadan devam eden patlamalı bozunmasına dayanır.”
Diğerleri enerji denklemini radyum deneylerinden nasıl geliştirdiğini öğrenmek istiyordu. Einstein, yıllardır bir laboratuvarda bulunmadığını söyleyerek onları dehşete düşürüyordu.
“Öyleyse, senin Görelilik Kuramın bütünüyle bir kurgu” diyorlardı. “Senin kafanda kurduğun bir şey. İyi fizikçi, buluşlarını, yeni yeni deneylerle sonuçlarını denetleyerek yapar. Tek yol budur.”
“Bunlar boş sözler” derdi 26 yaşındaki devlet memuru Einstein.“Fizik gelişmekte olan mantıksal bir düşünce dizgesidir. Onun esasları yalnız deney ve tecrübe yoluyla edinilemez. Onun gelişmesi özgürce yapılan buluşlara bağlıdır.” Ancak, ardından da Görelilik Kuramının tam anlamıyla kabul edilmeden önce insan tecrübesinin sınavından geçmesi gerektiğini eklerdi. Gülümserdi. “Haklı olduğum konusunda en küçük bir kuşkum bile yok.”
Atomdan, insanın dizgin altına alabileceği bir güç üretebileceği konusundaki kuşkuları uzun sürmedi. 1920'ler ile 1930'larda atomla ilgili buluşlarda muazzam bir gelişme oldu. Maddenin içinde hapsolmuş enerjinin açığa çıkması için çok büyük sıcaklıklara gerek olmadığı hemen keşfedildi. Bu, atomları başka atomlarla bombardıman ederek de yapılabilirdi. Lord Rutherford, atomların merkezindeki ağır bir çekirdeğin, yani çekirdeğin etrafını kuşatan elektronlardan oluşan gevşek bir yapısı olduğunu ortaya koyarak, atom kuramının temellerini atmıştı. 1919'da hidrojen atomunu ayırmayı başarıp insan ürünü nükleer tepkimeyi ilk elde eden kişi oldu” [ Hatta 1933 gibi bir tarihte bile Rutherford, nükleer enerjinin pratikte hiçbir kullanımının olmadığını düşünüyordu. Britanya İleri Araştırmalar Kurumunda şöyle demişti: ‘Atomların dönüşümünde bir güç kaynağı uman kişiler saçmalıyor.’]
Einstein’in ABD Başkanına Mektubu
Einstein, ABD başkanı Roosevelt’e 1939’da yazdığı ilk mektubunda şöyle diyordu:
“Bir gemi tarafından taşınan ya da bir limanda patlatılacak böyle bir tipteki tek bir bomba çevreleyen bölge ile birlikte tüm limanı çok iyi bir şekilde imha edebilir. Bununla birlikte bu tip bombaların hava yolu ile taşınamayacak kadar ağır oldukları ispatlanabilir.” Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar hava yolu ile atıldı.
“Dr. Moore” 1939
Einstein’ın dünya sorunlarına karışması 1939’da oldu. 1939’da Naziler, ilk toplama kamplarını açmışlardı. Avusturya,1938’de ilhak edilmişti. Sudet topraklarını elde eden Hitler, Mart 1939’da tüm Çekoslovakya’yı işgal etmişti. Ağustos 1939’da Stalin Alman-Sovyet saldırmazlık anlaşmasını imzalayarak tehlikeden uzak kalacağını ummuştu. Alman birlikleri Polonya’ya girdiler. Bunun üzerine Fransa ve İngiltere, Almanya’ya savaş açtılar.
Fakat bütün bu gelişmeler olurken Hitler’in gücü de giderek artan bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Atom bombası yapmanın olanaklı olduğunu bilen (birçoğu Nazi Almanyasından kaçmış) atom fiziği uzmanları, Almanların bu bombayı herkesten önce yapıp büyük bir olasılıkla da kullanmalarından korkmaya başladılar. Savaş başladığı sırada, artık bir Amerikan yurttaşı olan Einstein, gazetecilerden kaçmak için Dr. Moore takma adıyla yarı emeklilik yaşamı sürmekteydi. Meslektaşları özgür ulusların Almanlardan önce bombayı yapması gerektiğini biliyorlardı; ama yine biliyorlardı ki, bir tek Einstein Amerikan Yönetimini gerekli çalışmalara başlama konusunda ikna edebilecek saygınlığa sahipti.
İkisi Einstein’i ziyaret etmek için yola çıktı.
Ne var ki David Bergamini ile Henry Margenau ’nun The Scientist adlı kitaplarında anlattıkları gibi üstlendikleri görevin en zor bölümü onu bulmak oldu:
1939'un bunaltıcı bir Temmuz günü, bir arabanın içindeki iki göçmen bilim adamı, Szilard ve Edward Teller, Long Island kırlarında yollarını kaybettiler. O kadar önemli, o kadar melodramatik ve sıradışı bir görevle gelmişlerdi ki gidecekleri yerin neresi olduğuna bile dikkat etmemişlerdi.
“Galiba, telefonda yanlış anladık” dedi biri cesaretini toplayarak, “sanırım, Patchogue demişti.”
“Sakın Cutchhogue olmasın? ” diye sordu öteki, biraz sıkılmış olarak.
Biraz geçtikten sonra Cutchogue’da bir sokağa saptılar ve “Dr. Moore’un evinin yolunu sordular; ama hiçbir işe yaramadı. Gittikçe umutlarını yitirerek çevrede tur atarlarken biri “Belki de kader hiç istemiyor. Geri dönelim.” dedi.
“Bir dakika, neden doğrudan doğruya Einstein’ın nerede oturduğunu araştırmıyoruz ki? ” dedi öteki.
Kaldırıma yanaşıp yedi yaşlarında bir oğlan çocuğunun yanında durdular ve Profesör Einstein’ı tanıyıp tanımadığını sordular.
“Elbette tanıyorum” dedi çocuk. “Benden sizi ona götürmemi mi istiyorsunuz? ”
Böylece işler yoluna girdi ve iki Macar göçmen (sığınmacı, mülteci) fizikçi Eugene Wigner ile Leo Slizard sonunda İkinci Dünya Savaşı başlamadan iki ay önce bir öğleden sonra Albert Einstien ile buluşup onu Başkan Roosevelt’e, Nazilerin atom bombası yapma yolunda attıkları olası adımları yakalamak için hemen harekete geçilmesi gerektiğine dikkat çeken bir mektup yazması konusunda ikna ettiler.[Dip not: Altı yıl önce, 1933 Kasım ayında, Lonra’da Southampton Yolu’nu geçerken Slizard’ın aklına nükleer silah yapmanın bir yolu gelmişti. “Işık yeşile dönerken” diye yazdı daha sonra, “birden, nötron tarafından ayrılan ve bir nötron soğurduğunda iki nötron yayan kimyasal bir element bulabilirsek böyle bir elementin, kütlesi yeterince büyük olursa, zincirleme bir nükleer tepkimeyi devam ettirebileceği aklıma geldi.” Işık kırmızı yanıyor olsaydı, dalgın Slizard da buna dikkat etmeseydi, tarih kim bilir nasıl gelişirdi.(s:233) ]
Mektubu, Leo Szilard hazırladı. Büyük bir şirketin ekonomi danışmanı olan ve Başkan Roosevelt’I şahşen tanıyan A.Sachs, 2 Ağustos 1939 tarihinde Eistien’in imzaladığı mektubu elden vermeyi kabul etti. Ama, Sachs,mektubu, Fransa ve İngiltere’nin savaşa girmesinden sonra,yani Ekim ayının başında iletecektir(Atom Öyküleri,s: 155)
Bir dizi tartışmanın ardından Einstein, Başkan Roosevelt ’e şu ünlü mektubu yazdı:
[Efendim,
E. (Enrico) Fermi ile L.(Leo) Slizard’ın yaptıkları ve bana müsvedde halinde iletilen kimi çalışmalar, bende, uranyum elementinin yakın bir gelecekte yeni ve önemli bir enerji kaynağı olabileciği beklentisi yaratttı. Durumun ortaya çıkan kimi yönleri, öyle görünüyor ki, uyanık olmayı, gerekirse Yönetimin hemen harekete geçmesini gerektiriyor. Bu nedenle, aşağıdaki olguları ve önerileri dikkatinize sunmanın görevim olduğuna inanıyorum.
Amerika’da Fermi ile Slizard’ın çalışmalarıyla olduğu kadar Fransa’da Joliot’un [Frédéric Joliot-Curie] çalışmalarıyla da, kendisinden ürün olarak muazzam boyutlarda güç ve çok miktarlarda uranyum benzeri elementler alınacak (s: 227) zincirleme bir nükleer tepkime elde erdebilme olasılığı son birkaç aydır iyice arttı. Dolaysıyla, yakın gelecekte bunun başarılması neredeyse kesin görünüyor.
Bu yeni durum bir bomba yapımının yolunu da açabilir; böylece, daha az kesin olmakla birlikte, son derece güçlü yeni tip bombaların yapılabileciği de düşünülebilir. Gemiyle tanışıp bir limanda patlatılacak bu tip bir tek bomba, pekala, çevresindeki arazinin bir bölümüyle birlikte bütün limanı yerle bir edebilir.
Birleşik Devletlerde, yalnızca. orta kalitede çok fakir uranyum filizleri bulunmaktadır. Kanada ile önceki Çekoslavakya’da bir miktar iyi filiz bulunmakla birlikte, en önemli uranyum kaynağı Belçika Kongosu’nda bulunmaktadır.
Bu durumu göz önünde bulundurarak, Yönetim ile Amerika’da zincirleme tepkime konusunda çalışan bir grup fizikçi arasında sürekli bir bağlantı olmasının arzu edilir olduğunu düşünebilirsiniz... (Einstein bundan sonra bu çalışmada Hükümetin çeşitli bakanlıkları arasında nasıl eşgüdüm sağlanacağı konusunda ayrıntılara girer.) Şöyle sürdürür:
Öğrendiğime göre Almanya,devraldığı Çekoslovakyya madenlerinden uranyum satışını durdurmuş durumda. Böyle erkenden harekete geçecekleri belki de Alman Bakanlık Müsterşarının oğlu von Weizsacker’in,kimi Amerikan uranyum arayştırmalarının şimdi kopyalarının çıkarıldığı Berlin Kaiser-Wilhelm Enstitüsüne atanmasından anlaşılabilir.
En derin saygılarımla
Albert Einstein.]
Bu mektubu, başkanın fizikçilerden yana olan danışmanı Alexander Sachs, Beyaz Saraya’da Başkan Roosevelt’in eline verdi.
Michelmore, öykünün devamını şöyle anlatır:
“ Roosevelt etkilendi; ama ikna olmadı. Sachs’a,aslında, Deniz Kuvvetlerinin Fermi ile Szilard’dan yardım alma önerisini daha önce geri çevirdiğini hatırlattı. Roosevelt, servis şeflerine karşı çıkmanın bir yolunu bulamadı. Sachs dosyasını Roosevelt’in masasına bırakıp ondan ertesi gün için başka bir randevu istedi. Kahvaltıya davet edildi. Einstein’in mektubu her şeye rağmen bir işe yaramamıştı; bunun için Sachs başka bir yöntem düşündü.
Kahvaltıda Sachs, bir zamanlar Napoleon’un, Amerikalı genç mucit Robert Fulton’un Fransız istilacıları güven içinde ve hızlı bir biçimde Manş’tan İngiltere’ye geçirmek için buhar gemileri yapma fikriyle nasıl alay ettiğini uzun uzun anlatmaya başladı.[Dip not: İmparatorun Fulton’u bir süre sabırsızlıkla dinledikten sonra terslediği anlatılır:
“Ne dediniz bayım? Güvertenin altında bir şenlik ateşi yakarak rüzgâra ve aktıntıya karşı giden bir gemi mi yapacaksınız? Sizden beni bağışlamanızı rica ediyorum. Böyle saçmalıkları dinlemek için hiç zamanım yok.]
Bu uyarıcı öyküden sonra başkan Sachs’ın kalan sözlerini daha dikkatle dinledi. Roosevelt danışmanını bir süre muzipçe süzdü.
“ Alex, peşinde olduğun şey, Nazilerin bizi havaya uçurmasını garantiye almak mı” diye sordu.
“ Evet öyle” dedi Sachs.
Roosevelt, bitişik odadan askeri yazmanı General “Baba” Watson’ı çağırdı, içinde Einstein’in mektubunun da yer aldığı evrak destesini önüne attı ve “Gereği yapılsın” dedi. Bu, Manhattan Projesi adı verilecek iki milyar dolarlık atom bombası yapma projesinin başlangıcı oldu
atmosfer
05.08.2004 - 18:08Atmosfer
Dünya’yı çepeçevre saran gaz örtüsüne atmosfer denir. Atmosferin alt sınırı, kara ve deniz yüzeyleriyle çakışır. Üst sınırını ise yerçekiminin etkisi belirler. Ekvator’dan kutuplara doğru yerçekimi arttığı için atmosferin şekli Dünya’nın şekli gibi küreseldir.
Atmosfer’in Katları
Atmosfer kendini oluşturan gazların karışımı ve gidişindeki farklılıklar nedeniyle çeşitli katlara ayrılmıştır. Bu katlar yeryüzünden yukarılara doğru troposfer, stratosfer, şemosfer, iyonosfer ve ekzosfer şeklinde sıralanır.
Troposfer
Atmosferin, yeryüzüne temas eden, alt bölümüdür.
Tüm gazların % 75’inin bulunduğu bu katmanda yoğunluk en fazladır.
Troposfer, yerden havaya yansıyan ışınlarla alttan yukarıya doğru ısınır. Bu nedenle alt kısımları daha sıcaktır. Yerden yükseldikçe sıcaklık her 100 m’de yaklaşık 0,5°C azalır.
Su buharının tamamı troposferde bulunduğu için tüm meteorolojik olaylar burada oluşur.
Güçlü yatay ve dikey hava hareketleri görülür.
Yerden yüksekliği 6 – 16 km arasında değişir.
Stratosfer
Troposferin üstündeki katmandır.
Yatay hava hareketleri görülür.
Su buharı hemen hemen hiç bulunmadığı için dikey hava hareketleri oluşamaz. Bu nedenle sıcaklık dağılışı oldukça düzgündür.
Sıcaklık her yerde yaklaşık -50°C’dir.
Üst sınırı yerden 25 – 30 km yüksekliktedir.
Şemosfer
Stratosfer ile İyonosfer arasındaki katmandır.
Stratosfer ile Şemosfer arasındaki 19-45 km’ler arasında oksijen azot haline gelerek ultraviyole ışınlarını tutar.
Üst sınırı yerden 80 – 90 km yüksekliktedir.
İyonosfer
Mor ötesi (ultraviyole) ışınlarının, molekülleri parçalayarak iyonlar haline getirdiği katmandır.
Yerçekimi azaldığı için iklim üzerinde belirgin bir etkisi yoktur.
Radyo dalgalarını yansıtır
Üst sınırı yerden 250 – 300 km yüksekliktedir.
Eksosfer (Jeokronyum)
En üst tabakadır.
Yerçekimi çok azaldığından gazlar çok seyrektir.
Hidrojen ve helyum gibi hafif gazlar bulunur.
Atmosfer ile uzay arasında geçiş alanıdır.
Kesin sınırı bilinmemekle birlikte üst sınırının yerden yaklaşık 10.000 km yükseklikte olduğu kabul edilmiştir.
Atmosferde Bulunan Gazlar
Atmosferde bulunan gazların % 75’i ve su buharının tamamı troposferde bulunur. İklim yönünden daha çok atmosferin alt katları önemli olduğundan burada troposfer ve stratosferin alt katlarının bileşimi incelenecektir.
Her zaman bulunan ve oranı değişmeyen gazlar; % 78 oranında azot, % 21 oranında oksijen, %1 oranında asal gazlar (Hidrojen, Helyum, Argon, Kripton, Ksenon, Neon) dır.
Her zaman bulunan ve oranı değişen gazlar; su buharı ve karbondioksittir.
Her zaman bulunmayan gazlar; ozon ve tozlardır.
Su buharı: Yere ve zaman göre oranı en çok değişen gazdır. Yeryüzünün aşırı ısınıp, soğumasını engeller. Yağış, bulut, sis gibi hava olaylarının doğuşunu sağlar.
Karbondioksit: Atmosferin güneş ışınlarını emme ve saklama yeteneğini artırır. Havada karbondioksit (CO2) miktarının artması sıcaklığı artırıcı, azalması ise sıcaklığı düşürücü etki yapar.
Ozon: Hava içindeki oksijen (O2) mor ötesi (ultraviyole) ışınlarının etkisi altında ozon (O3) haline geçer. Ozon gazı, içinde hayatın gelişmesine olanak vermez ancak atmosferin üst katmanlarında ultraviyole ışınlarını emerek yeryüzündeki yaşam üzerinde olumlu bir etki yapar. Yeryüzünden 19 – 45 kilometre yükseklikler arasında bulunan ozon katının son yıllarda inceldiği hatta yer yer delindiği belirlenmiştir. Özellikle buzdolabı, soğutucu, araba ve spreylerden çıkan gazların (kloroflorokarbon) neden olduğu anlaşılmış ve bu gazların kullanımına kısıtlamalar getirilmiştir.
Yeryüzüne ulaşan mor ötesi ışınlardaki artış, sıcaklıkların artmasına, buna bağlı olarak buzulların erimesine, bitki örtülerinde değişimlere neden olabilecektir.
agememnon
05.08.2004 - 18:07İzmir'den Çeşme'ye giden karayolu, İnciraltı kavşağına gelince soldaki yol bizi 1 km. sonra Balçova'ya bağlı Agamemnon Kaplıcaları'na götürür. Dünyanın ilk hastehanesi olarak haklı bir üne sahip olan bu şifalı sular, ismini Troya kentine saldırılan Mykene Kralı Agamemnon'dan almıştır.
agememnon
05.08.2004 - 18:06Yunan krallarının en önemlilerinden biri. Troia savaşında,Yunan ordularının baş komutanı
evliya çelebi
05.08.2004 - 17:47Evliya Çelebi
Seyyah-yazar
Asıl adı Derviş Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi 1611 yılında İstanbul Unkapanı'nda doğdu. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı.Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran'ı ezberleyerek 'hafız' oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV. Murad'ın hizmetine girdi.
SEYAHAT YA RESULALLAH
Evliya Çelebi Seyahatname’nin girişinde seyahate duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece rüyasında Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed'i gördüğünü, ondan 'şefaat ya Resulallah' diyerek şefaat isteyecek yerde, şaşırıp 'seyahat ya Resulallah' dediğini, bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri görme imkanı verdiğini yazar.
NERELERİ GEZDİ
Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635'te, önce İstanbul'u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’larda Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı. 1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu.1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi bölgelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı'na mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu sebeple Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi. 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi.
SEYAHATNAME’NİN ÖZELLİKLERİ
Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez,araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır.Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır.Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına,çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir.Evliya Çelebi'nin eseri dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına rağmen, ilmi bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır.1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır.
ESERİ: Seyahatname, ilk sekiz cilt: 1898-1928, son iki cilt: 1935-1938.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi
Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu - Dizini
1. Kitap
Evliya Çelebi
Yapı Kredi Yayınları / Özel Dizi
'Evliya Çelebi Seyahatnamesi', 1994'te yitirdiğimiz, yeri doldurulamaz değerli Türkolog Orhan Şaik Gökyay'ın her zaman ve en çok ilgisini çeken eserlerden biri olmuştu.
Gökyay, bu dil anıtı üzerine yoğunlaşma imkanını ancak ömrünün son yıllarında bulabildi. 1988 yılında, seyahatnamenin birinci cildinin, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Bağdat 304'te kayıtlı bulunan ve birçok araştırmacının müellif nüshası kabul ettiği yazması üzerinde çalışmaya başladı. Transkripsiyonlu Metin, Sözlük ve Dizin olarak üç cilt halinde düşündüğü eserin yazık ki sadece transkripsiyonlu metin kısmını hazırlayabildi. Sonradan, metin üzerindeki çalışmalar, onun çizdiği çerçeve içinde sürdürülüp tamamlandı.
Ayrıca, Yücel Dağlı'nın, Orhan Şaik Gökyay'ın izniyle İstanbul Üniversitesi'nde yüksek lisans tezi olarak hazırladığı 'Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin 1. Cildindeki Yer ve Şahıs İsimleri İndeksi (1994) ', bu yayın dolayısıyla yeniden gözden geçirildi. Bu çalışmaya rütbeler, kurumlar, terimler, bitkiler, meydanlar, camiler... vb. önemli-önemsiz hemen her şeyin eklenmesiyle geniş bir 'Dizin' oluşturuldu. Böylece, ortaya hem Evliya Çelebi'nin hem de Orhan Şaik Gökyay'ın önemlerine yaraşır bu kitap çıktı; kıvançla sunuyoruz.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi
Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu - Dizini
2. Kitap
Evliya Çelebi
Yapı Kredi Yayınları / Özel Dizi
19 Ağustos 1630 gecesi, rüyasında gördüğü Hz. Peygamber'in elini öperken heyecanlanıp 'Şefaat ya Resulallah' diyecek yerde 'Seyahat ya Resulallah' diyerek kendi geleceğine farklı bir kapı aralayan garip bir gezgin, tam kırk yıl boyunca bütün Osmanlı coğrafyasını adım adım dolaştı. Kimi zaman han odalarında menakıb dinledi, kimi zaman da çarşıların kalabalığına karışıp değişik kültürlerin insanlarıyla tanıştı. Zengin konaklarına misafir oldu; dağ başlarında, terkedilmiş kalelerde bir ateşin etrafına toplanmış bozkırlarla dertleşti. Liman kentlerine uğradı; yıkık surları adımlarıyla ölçtü, binbir çeşit nesneyi elleriyle tarttı.
Kervanlara katılıp hayallerin ötesine yürüdü. Çağlar öncesinin kralları, sultanları sanki onun arkadaşıydılar; öykülerini anlattılar, kıssadan hisse verdiler. O, bütün bir Osmanlı geleneğinin zamanı ve mekanı aşan hafızası idi. Asıl adı bilinmiyor; ama dünya onu Evliya Çelebi olarak tanıdı.
Evliya Çelebi üzerine çok şey yazıldı ve söylendi; fakat onun bir insan ömrü adadığı Seyahatname'si, bu güne kadar tam olarak yayımlanmadı. Çünkü o, eleştirel bilinci klasik medhiyeciliğin üstünde tuttuğu için sansüre uğradı. Sonuçta bu göz kamaştırıcı kültür hazinesi, az sayıda uzmanın yararlanabildiği 10 ciltlik bir yazma külliyatı olarak kaldı.
Yapı Kredi Yayınları, Evliya Çelebi Seyehatnamesi'nin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'ndeki asıl yazma nüshasını yayımlamakla, geçmişimizi geleceğimizle buluşturduğuna inanıyor. Bu inancı paylaşan herkes için, artık yolculuk zamanıdır.
Seyahatname
(Gördüklerim)
Evliya Çelebi
İnkilap Kitabevi / Tarih-İnceleme-Biyografi Dizisi
Bu kitap: 'Seyahatname'sinin içinden kendisinin gördüğü ya da dinlediği olayların seçilmesi ile ortaya çıktı. Seyahatname, çok yönlü bir yapıttır. Birkaç yerde kendisi de asıl maksadın dışına çıktığını, bu işte olan bitenleri ayrıntılarla yazsa başkaca bir cilt olacağını işaret eder. Bunların arasından kendisinin de arasıra 'sergüzeşt-i hakiranemiz, serencam-ı fakiranemiz' yollu sözlerle, dile getirdiği olayların fazla olduğunu söyler. Evliya, tarih kitaplarında sonuçları anlatılmış kimi savaşları, ayaklanmaları içinde imiş gibi yakından izlemek ve gözlemek durumunda bulunmuştur. Çağı, on yedinci yüzyılın karmakarışık bir zamanıdır. Güvenilir, iş başarabilir kişi olarak Defterzade Mehmet Paşanın, Melek Ahmet Paşanın dairelerinde bulunmuş olayı bir insan görüş alanından çıkarıp da genel tasvirler, basmakalıp sözlerle anlatmıyor, karda, tipide, vuruşma ve çatışmalardaki bir insan kalabalığının sıkıntısını, bunalımını bir tablo halinde değil çektiklerini, gözüyle gördüklerini anlatarak okuyanı etkiliyor..
Manis İli Genel Kitaplığındaki yazma nüshadan olduğu gibi aktarılmıştır. Metinde bir değiştirme yapılmamıştır. Zamanımıza göre bilinmeyen kimi sözcükler okuyucunun dikkatini kesmemek için [...] işareti arasında kara harflerle açıklanmıştır. Olayların genel bir görüş ile anlaşılabilmesi için de her bölüm başında bazı bilgiler verilmiştir.
eşref bitlis
05.08.2004 - 17:45Eşref Bitlis
(1933 Malatya-1993 Ankara) Jandarma Genel Komutanı.
1952 yılında Kara Harp Okulu'ndan Teğmen rütbesi ile mezun oldu. 1966 yılında Kara Harp Akademisini tamamladı. Almanya'da dil eğitimini tamamladıktan sonra 1969 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi'nden mezun oldu. 1973'de Alman Harp Akademisi'ni tamamladı. Bir yıl Kara Harp Akademisi'nde başöğretmen olarak görev yaptı. 1978'de Tuğgeneral oldu ve Bolu Komando Tugay Komutanlığına getirildi. 1982'de Tümgeneral ve Kıbrıs 28. Tümen Komutanı oldu. 1986'da Korgeneral rütbesi aldı. 1988'de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı oldu. 1990'da Orgeneral rütbesi aldı ve Jandarma Genel Komutanlığı'na atandı..
Bitlis bölgede konuşlanmış durumda bulunan Çekiç Güç Kuvvetlerinin Türkiye'den ayrılması gerektiğini açıklıyor ve ABD'nin Kuzey Irak'da oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti'nin Türkiye'nin zararına olduğunu söylüyordu. Bu nedenle ABD büyükelçiliği tarafından birkaç defa Hükümete şikayet edildiği iddia edildi. 17 Aralık 1992'de Çekiç Güç'e bağlı Amerikan savaş uçakları, kendilerine bildirildiği halde Irak'ın Selahattin kentine gitmekte olan Bitlis'in helikopterine taciz uçuşu yapar ve helikopteri inişe zorlarlar.Eşref Bitlis 17 Ocak 1993'de henüz çözümlenmemiş bir şekilde uçağının düşmesi sonucu öldü.
edip cansever
05.08.2004 - 17:42Edip Cansever
1928 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdi. Yüksek Ticaret Okulu'ndan ayrılıp ticaret hayatına atıldı. 1950 yılından ölümüne dek Kapalıçarşı'da antikacılık yaptı. Nokta adında bir dergi çıkardı. İlk şiirlerinde büyük şehirde varlıklı bir delikanlının yaşama sevincini, tatlı avareliklerini dile getirdi. 1950'lerden sonra varoluşçuluk akımı etkisinde, kişinin sınırlı, tekdüze dünya kargaşasında yerini araştıran ve düşünce payı ağır basan şiire geçti. Bu yönelişiyle de ikinci Yeni şiirinin öncülerinden biri oldu. 1986 yılında öldü.
ESERLERİ
Başlıca şiir kitapları; ikindi Üstü, Dirlik Düzenlik, Yerçekimli Karanfil, Umutsuzlar Parkı, Petrol, Nerde Antigone, Tragedyalar, Çağrılmayan Yakup, Kirli Ağustos, Sonrası Kalır, Ben Ruhi Bey Nasılım, Sevda ile Sevgi, Şairin Seyir Defteri, Eylülün Sesiyle, Bezik Oynayan Kadınlar, ilkyaz Şikâyetçileri, Gül Dönüyor Avucumda'dır. Şairin 'Toplu Şiirleri', Adam Yayınları tarafından iki cilt halinde 1995'te basıldı.
Toplam 816 mesaj bulundu