Var Mısın? Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antol ...

  • sivas katliamı

    16.07.2004 - 10:13

    anti kapitalist isyan

  • sivas katliamı

    16.07.2004 - 10:00

    sivas katliamında adı geçen gerici,müslüman,islamcı vb.. kişiler zaten müslüman olamaz..bu olay bir insanlık ayıbıdır..katliamında bir ölçüsü vardır...bu OLAY ne zaman tamamen açıklığa kavuşur:SOLA MAL EDİLMEYİP KAMUYA MAL ETMEKLE OLUR..onun için bu olayın sadece ölenlerin solcu aydınlar olması bu olayı siyasileştirmiştir..onun için sivas katliamı karşı cephesi oluşmuştur..bu olayın savunulacak bir yanı yok..ilk defa derin devlet kavramının konuşulduğu bir olay olmuştur...1 temmuz günü emniyetin bu olayın yapılacağından haberi vardı..gelen faxlar belgelenmiş durumda..ve malatyadan ve çevre illerden bir takım aczmendi tarikatına mensup kişilerin sivasa otobüslerle akın akın gelmesi sonucu olay sivas halkının islamcı kesimine yığılmıştır..çıkarılan sanıklar da gerçek sanıklar değildir zaten..SÜLEYMAN DEMİREL OLAYDAN SONRA 'BANA SOLCULARI ÖLDÜRTÜYOR DİYEMEZSİNİZ' DEMİŞtir ve tansu çillerde OLAYI bile bilmiyor ne olduğunu güvenlik güçleri vanda yanan oteli kontrol altına almıştır diyerek daha otelin nerede yandığını dahi bilmemektedir..

  • Büyük Ortadoğu Projesi (bop)

    16.07.2004 - 09:44

    ..GEORGE BUSH ANKARAYA GELDİĞİNDE NTVDE bilgi üniv öğretim üyesi prof. dr. ilter turan ile röpörtaj yapmıştı..gülmekten kendimi alamadım..ırak ve afganistana demokrasi götürmek için askeri girişimlerde bulunduğunu açıkladı..amacımız her zaman reform yanlısı bir devlet olmak diyordu..))) biz her zaman reformdan yana devletlerle işbirliği içinde olmaya çalışıyoruz..falan filan daha sonra en büyük örnek türkiyeymiş de... 5 yaşında bi çocuğu oturtsanız dinletseniz anlar ne demek bunlar ya..bush hiç bir zaman ırak işgalinin ekonomik boyutuna değinmedi..ve işkence ile ilgili fotolardan da konuşma cesaretine sahip değildi..abd kendi devlet yasalarına göre askerlere en büyük cezayı vermiş...CEZA DA kınama cezası 1 yıllık ordudan uzaklaştırma..

  • Büyük Ortadoğu Projesi (bop)

    16.07.2004 - 09:39

    dünya petrollerinin %65'ini barındıran bir bölgenin serbest piyasa ekonomisini benimsemesi ve bu bağlamda daha rahat silah - petrol ticaretinin yapılması, bunun yanı sıra terör zemini oluşturabilecek bir coğrafyanın nispeten daha istikrarlı bir yapıya kavuşmasını sağlayacak fikriyle temeli taa baba bush tarafından atılmış proje. yeni dünya düzeni olarak adlandırılan düşüncenin bölgesel bir yansıması da diyebilirim

  • Büyük Ortadoğu Projesi (bop)

    16.07.2004 - 09:34

    amerika birleşik devletlerince tasarlanan ortodoğuya demokrasi getirme projesi.yani krallıklar ve benzerleri birer,birer otadan kalkacak.proje fas tan ve adriyatikten pakistana,yemene ve kafkaslara dek uzayan bir alanı kapsıyor.

  • recep yazıcıoğlu

    16.07.2004 - 09:12

    2 Haziran 1948'de Trabzon'un Sürmene ilçesinde doğan Recep Yazıcıoğlu, yüksek öğrenimini Ankara Hukuk Fakültesi'nde tamamladı. 1975 yılında askerliğini Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nda asteğmen olarak yaptıktan sonra, 1968 yılında, Aydın Maiyet Memuru olarak göreve başladı. 1971 - 1984 yılları arasında sırasıyla Kalkandere, Bahçe, Hamur, Ayvacık, Kırıkhan, Alaca, Akçakoca kaymakamlıkları görevinde bulundu. 1971 - 1984 yılları arasında, sırasıyla Kalkandere, Bahçe, Hamur, Ayvacık, Kırıkhan, Alaca, Akçakoca ilçelerinde kaymakamlık görevinde bulundu.

    1984 yılında Tokat Valiliği'ne atandı. Daha sonra, 14 Ağustos 1989'da Aydın Valisi olarak göreve başladı. 19 Ağustos 1991 tarihinde Erzincan Valiliği'ne atandı ve bu görevinden sonra, 26 Eylül 1999'da da Merkez Valiliği'ne getirildi. Evli, üç çocuk ve bir torun sahibi olan Recep Yazıcıoğlu, zaman zaman yaptığı sistem eleştirileriyle ve aykırı görüşleriyle dikkat çekti. Son olarak Denizli Valiliği görevinde bulunan Yazıcıoğlu, 2 Eylül 2003'de Eskişehir-Ankara Yolu üzerindeki Temelli Belediyesi yakınlarında trafik kazası geçirdi. Ankara İbn Sina Hastanesi'ne yatırılan Yazıcıoğlu, kazadan iki gün sonra bitkisel hayata girdi.

    Türk halkının yakından tanıdığı ve çok sevdiği Vali Recep Yazıcıoğlu, 8 Eylül 2003'de Ankara İbn Sina hastanesi'nde vefat etti. Cenazesi bir gün sonra, Söke ilçesinde defnedildi.


    ----------

    Vali Yazicioglunu bir de yardımcısı anlatıyor, bakalım o nasıl tanıyor merhum Vali'yi...

    Onu ilk kaymakamlık kursunda bize ders vermeye geldiğinde gördüm. O güne kadar hep toplum kalkınması çerçevesindeki inanılmaz icraatlarını, Tokat efsanesini, traktörle veya motosikletle tebdili kıyafet yaptığı habersiz denetimlerini, baston yutmuş gibi kasılmaktan bir taraflarına felç inecek bürokrat tavırlarını, bürokrasiyi ve halkı da sigaya çeken, toplumumuza başaramama fırsatını bile tanımayan merkeziyetçi yönetim yapısına karşı alternatif çözümleri de ortaya koyan eleştirilerini birlikte çalıştığı meslektaşlarımızdan, basından vs.. duymuştum. Aklıma takıldığı için sordum: ‘Siz valilerin seçimle gelmesini savunuyorsunuz.

    Seçimle gelen başarısız yöneticilerin yanında tayinle gelen sizin gibi başarılı yöneticiler de var. Bir de üniter yapı meselesi... Bu niye önemli? ’ Bilmeden damardan girmişim. Üç saatin nasıl geçtiğini anlayamadık. Ders bittiğinde hepimiz karşımızda örnek alınmaya değer, heyecanı, iddiaları olan muhteşem biriyle karşılaştığımızı anladık. Her meslek grubunda olduğu gibi mülki idarede onun gibi olmaya heveslendiğimiz bir örnek insandı artık. Bu örneğin tekrarlanmaması gayretlerine de şahit olduğunu söylerdi. Değil mi baltanın sapı bizdendi. 1984 yılından beri Türkiye’de kaymakamların örnek aldığı, yanında çalışan hiçbir meslektaşımızın hakkında olumsuz tek laf edemeyeceği bir insandı.

    1993 yılında Erzincan Vali Yardımcılığı’na tayin edildiğimde Mümtaz Soysal’ın ‘zıpkın’ diye tarif ettiği birisinin yanına gitmekten dolayı epey heyecanlı ve memnundum. Merkeziyetçi yönetim yapısının Özal’ın bütün gayretlerine rağmen cari olduğu, güçlü yerel yönetim yapısının üniter devlet yapısına sanki ters addedildiği ülkemizde taşrada olmasına rağmen ülke gündemine yaptıkları ve söyledikleri ile girmeyi başarmış, bundan daha önemlisi hiçbir zaman ülke gündeminden çıkmamış birisi ile çalışmak her meslektaşıma nasip olacak bir mazhariyet değildi.

    Altı yıl Erzincan’daki görev yaptığım vakitler, şimdi hayatımda hatırlamaktan bile zevk aldığım en müstesna yıllardı. Çalışana her türlü yetkiyi, imkanı vermeye programlanmış, Erzincan’da çalıştığı dokuz yıl boyunca her türlü güzel işe bir yerinden mutlaka katılmış, hiçbir şey yapamazsa gidip ‘aferin, arkanızdayım, her türlü yardıma hazırım’ sözünü söylemiş birisi olduğunu yakından gördüm. Bu sebeple ve sahip olduğu müthiş bir empati yeteneği, içinde fazilet duygusuna yer vermek kaydıyla başkalarının meşru menfaatlerine karşı duyduğu saygı sebebi ile herkesin sevgisi yanında minnettarlığını kazandı.

    Herkesi kucaklardı...

    Ancak Recep Yazıcıoğlu’nun hayattayken de gördüğü müthiş ilgi ve sevgi için bunların yanında sahip olduğu başka meziyetlerinin de olması gerekirdi. Bu ülke insanının birbirleri ile kavga edenleri, marjinal olarak nitelenen unsurları da dahil olmak üzere toplumun bütün kesimleri tarafından benimsenmesi, sevilmesinin esas nedeni neydi? Yanında çalışmış olmak hasebi ile şahsıma sorulan en önemli sorulardan birisi de ‘yahu bu vali solcu mu sağcı mı? ’ oldu. Üstelik bu soruyu soranların başka yerlerde akademik lafazanlıklarla sol ve sağın bittiğini söyledikleri halde bu soruyu sormaları söz konusuydu. Recep Bey’in bu kategorilere konulamayacak kadar geniş vizyonu olduğunu, belli kalıplara sığmasının mümkün olmadığını söylediğimde de kimseyi inandıramadığımı hep müşahede ettim. Geçen günlerde İşçi Partililerle ülkücülerin ortak miting düzenlemesi yukarıdaki ifadeleri belki bir ölçüde anlaşılır kılmıştır.

    Recep Yazıcıoğlu kadar bu toplumu kucaklayabilen, toplumun bütün kesimlerinin kendisini ifade edebileceği birisi bugün artık Türkiye’de maalesef yok gibidir ya da varsa biraz daha öne çıkmalıdır. Türkiye maalesef örnek alınmaya değecek önemli ve değerli sembol isimleri bol olan bir ülke değildir. Solda, sağda, ileride geride vs.. hangimizin arkasından gidebileceği kıvamda bir insan kalmıştır ki... Politikaya girseydi bu kucaklayıcılığını muhafaza edemezdi diye düşünülebilecek bir ön yargıya verilecek cevabı test etmek mümkün olamadan kendisini kaybettik. Ancak politikada taraf olan Turgut Özal’ın cenazesine katılan milyonlar bu tür iddiaların her zaman geçerli olamadığının ispatıdır.

    Girdiği hiçbir yerde ikinci adam olamayacak kadar kapasiteli, moda tabirlerin ifadesiyle vizyonu geniş, doyumlarını sağlamış ve komplekslerinden arınmış birisi olarak Recep Yazıcıoğlu idarecilik hayatında sağladığı başarı grafiğini politikada da mutlaka yakalardı diye düşünüyorum. Çünkü siyasi iktidarların neden iki senede tıkandığının nedenlerini çok iyi yakalayabilmiş birisi olarak sistematik düzenlemelere gitmeden nokta bazlı proje ve icraatların devamını getirmenin çok zor olduğunu devamlı ifade edegelmiştir. Yanlışların bir kısmını düzeltmenin aslında yanlışta bile bir dengenin sağlanması sebebi ile yanlışlığın dengelerinin bozulmasına ve boyutunun büyümesine yol açtığına, bu nedenle sil baştan yapmadan başarılı sonuç alınamayacağına inanan nadir insanlardandır.

    Belli makamlara gelen bürokrat ve siyasetçilerin adeta 100, 150 yıl orada kalacağını zannederek icraat yapmaya çalıştıklarını, yetkilerini merkezileştirmeye, taşrayı güçlendirmenin önüne set çektiklerini, konumlarını kaybedenlerin de yapma fırsatını sanki hiç bulamamış gibi sızlandıklarını, bunun ise trajikomik olduğunu ondan işittim.

    Recep Bey bürokrasinin eline geçirdiği hiçbir ipin ucunu bırakmadığını, daima kağıt üzerinde düzenli ama fiiliyatta iflas etmiş bir Türkiye’den yana tavır koyduğunu, karar aldığını, ıslahının ise gayri kabil olduğunu bu ülkede en iyi anlayan kişilerden biriydi. Her şeyi çözebilecek bir süpermen olarak görülmesinin altında yatan esas sebep de budur. Adına açılan ziyaretçi defterine bir vatandaşımızın yazdığı şu ifade ilginçtir: ‘Sırat köprüsünün başında durup, ‘hadi uşaklar böyle gelin’ diyerek bizi karşıya geçireceksin’. Öbür dünyada da kendisinden kurtarıcılık beklenen bir devlet adamı herhalde başka yoktur. Sürekli söylediği; ‘kurtarıcı yoktur, halkın kendisi önce kendini kurtarmayı, kurtarıcılardan medet ummamayı öğrenmelidir’ sözüne rağmen bu toprakların gerçeği bu olup bu gerçeğin hükmünü gelecekte de icra edeceği açıktır.

    Bir recep ayında hayattan kopan Recep Yazıcıoğlu açısından el hak bu vatandaşın temennisinin de gerçekleşeceğine benim itikadım vardır. Onun gerçekten iyi bir idareci olmak yanında muhteşem ölçülerde iyi bir insan olduğunun dünyada ve ukbadaki şahitlerinden birisi de benim.

    Bürokrasiye savaş açmıştı...

    Usulsüzlük ile yolsuzluğun devamlı karıştırıldığı Türkiye’de yolsuzluğu yok, usulsüzlüğü çok bir bürokrat olarak Molla Kasımları hiç eksik olmamıştır. Değil devlette özel sektörde bile usule uymak suretiyle icraat yapmak zordur; çünkü bürokratik yapılanma ve zihniyet köprü değil maalesef duvar fonksiyonuna sahiptir. Bu ülkede toplumla bürokratik yapı arasında adeta ilan edilmemiş gizli bir savaş vardır ve savaş kuralları hükmünü icra etmektedir. Yatırımcı bir işadamını dinlerseniz çok rahat ikna olmanız mümkündür.

    Burada usule hiç uymamak gerekir şeklindeki değerlendirmelerin yanlış olduğu ise her türlü izahtan varestedir. Kuralsızlık zaten hiçbir toplumun katlanabileceği bir olgu değildir. Ancak kuralların uygulanamamasının gerisinde yatan gerçeklerden birisi de budur.

    ‘Siz isterseniz yaparsınız’ tarzındaki halk değerlendirmesinin gerçekçiliği vardır. Biz devletlular istersek yapabiliriz. Neyi istedik de yapamadık ki... Ben Recep Bey’de bunun sayısız örneklerine şahit birisi olarak halkın bu anlayışının yersiz olmadığını ifade etmekle yetiniyorum.

    Recep Yazıcıoğlu gibi insanları büyük yapan en önemli hususlardan birisi yaptıkları işlerden daha çok başlattıkları süreçler, açtıkları yollardır. Her zaman yapılacak sonsuz sayıda iş vardır ve bunları yaparak ihtiyaç ve beklentileri karşılamak imkansızdır. Ancak açılan yollar ve başlatılan süreçler sonsuz sayıdaki işlerin vs.. yapılmasına uygun ortamı hazırlar. Esas olan da budur. Devletin müthiş harcamalara rağmen hizmetlerinde yetersiz ve kalitesiz olması işleri vs.. yaparak bitirmeye çalışmak istemesindendir. Yetişmenin mümkün olamadığı, yönetilemez büyüklükleri yönetmek iddiasında olmak başarısızlığı peşinen kabul etmek demektir. Aynı ödenekler, aynı mevzuatla Recep Bey’in farklılığını ortaya koymasının sırrı da budur.

    Kendisine ulaşılamayacak ölçüde liderlik özelliklerine sahip olmasının bu sırrı maalesef yeterince anlaşılamamış, dolayısı ile bu kadar yıllık idarecilik hayatında onu aşacak kapasitede insanlar yeterince ortaya çıkamamıştır. Bunun bir ufuk, vizyon meselesi olduğu açıktır. Bu olgunun bir diğer örneği de rahmetli Turgut Özal’dır.

    Seni ameliyat masasında sargılar içerisinde yatarken gördüm. Tıbben öldüğünü söyledikleri, makineye bağlı yaşadığın anda bile görünüşün gerçekten heybetli ve muhteşemdin. Özal’ın ölümünde duyduğum acı ve hüznün daha yoğununu bize yaşattın. Sen bu düzeni bozuk, insanların haysiyeti ve şerefinin hiçe sayıldığı, demokratlığın özünün yakalanamadığı, adam yerine konulmaya, başarıya, saygıya aç bu toplumdan, kötülüğün kol gezdiği diyarlardan bizi yalnız başımıza bırakıp, umutlarımızı, gelecek hayallerimizi de beraberinde götürüyorsun. Dik durdun, dik gidiyorsun. Allah makamını cennet eylesin. Güle güle büyük insan, güle güle...

    Denizli Vali Yardımcısı Yazıcıoğlu’nun yakın mesai arkadaşı Orhan Oztur

  • röntgen

    16.07.2004 - 09:10

    ilk nobel fizik ödülünü alan bilim adamı..

  • süleyman demirel

    16.07.2004 - 09:09

    Demirel'in meşhur 'Yollar yürümekle aşınmaz' sözü türk siyaset tarihine altın harflerle yazılmıştır..

  • süleyman demirel

    16.07.2004 - 09:09

    12 Mart Demirel'e karşı mı yapıldı?

    Muhtıra ya da darbeyi bir kişinin, bir partinin aleyhinde ya da bir partiyi muhatap alıyor şeklinde düşünmek yanlış olur. Bütün darbeler demokrasiye yönelik bir harekettir. Anayasa ve hukuk dışına çıkan her hareket böyledir. Tam aksi amaçlarla olsa bile vardığı nokta demokrasiye zarar vermektir. Bütün darbeler de millet iradesine karşı yapılmıştır.

  • süleyman demirel

    16.07.2004 - 09:05

    KOÇ ÜNİVERSİTESİ İÇİN:'YAPTIMSA BEN YAPTIM OLSA YİNE YAPARIM' sözünü söyleyen siyaset adamı..

  • saddam hüseyin

    15.07.2004 - 18:32

    28 Nisan 1937'de Irak'ın Tikrit kasabasında fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Saddam Hüseyin, babasının ölümü nedeniyle annesi ve akrabaları tarafından büyütüldü. Saddam'ın siyasetle tanışıklığı ilk gençlik günlerine kadar uzanıyor. O günlerde kendini, Arap dünyasına egemen ulusçu-özgürlükçü ve anti emperyalist rüzgara kaptıran Saddam, genç yaşlarda Baas Partisi'ne katıldı. 1956 yılında başarısız bir darbe girişiminde bulundu.

    Monorşinin sona ermesinden ardından Başbakan Abdül Kerim Hassam'ı öldürmek için oluşturulan bir suikast örgütünün içinde önemli bir rol oynadı. Ancak bu olay açığa çıktı ve Saddam ülke dışına kaçmak zorunda kaldı. 1963 yılında Baas Partisi* iktidara gelince ülkesine geri döndü. Bu sırada kuzeni Sacide ile evlendi ve ikisi erkek üçü kız beş çocuğu oldu. Ancak geçen yıllar Baas Partisi ile arasındaki farklılıklar derinleşmeye başladı. Çatışmalar iyice sertleşince Saddam hapse atıldı.

    DARBE HAPİSTEN KURTARDI

    1968 yılında yapılan darbe Saddam'ı da hapisen kurtardı. Parti içinde hızla yükselen Saddam, taviz vermez kararlılığı ve sertliği sayesinde Baas'ın en önemli yapılarından olan Devrim Konseyi Kurulu'na girdi. Zamanla konumunu iyice pekiştirdi ve Başkan Ahmed Hasan Bekri iktidarının perde arkasındaki asıl güç kaynağı oldu. 1979 yılında ise bir darbeyle iktidara el koyarak 'perdeyi indirdi'. İlk iş olarak da muhaliflerine karşı acımasız bir 'imha' kampanyası başlattı.

    Saddam iktidarını, güçlü bir istihbarat ağına dayanan baskıcı yöntemlere dayandırdı. Sesini yükselteni öldürmekten hiç çekinmedi. Bazen bu imha kampanyaları, Halepçe örneğinde olduğu gibi, tüm bir kente yönelik 'soykırım' haline de dönüştü.

    İKTİDAR HIRSININ FATURASINI HALKI ÖDEDİ

    1980 yılında Saddam kendisini Arap dünyasının liderliğine taşıyacak, Batı'nın gözünde de vazgeçilmez kılacak bir fırsat gördüğünü sandı. İran'da İslam Devrimi bütün hızıyla sürmükteydi. Humeyni rejiminin başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkileri giderek kötüleşiyor, İran, ''devrim ihracı' politikasıyla' tüm bölge için bir tehdit olarak algılanılyordu. Saddam işte bu tesbite dayanarak İran'a savaş açtı. Hesapları, bu savaşta Batı'nın desteğini kolayca alacağına ve çalkantılı günler geçiren İran'ın fazla direnemeyeceğine dayanıyordu.

    Savaşın ilk günlerinde Irak askerleri önemli bir su bölgesi olan Şatt el Arab'ı ele geçirdi. Ama İran, Saddam'ın tahmin ettiğinden daha dişli çıktı. Ve 8 yıl süren savaş yüzbinlerce insanın ölümüne yol açtı. İki ülkenin ekonomisi de tahrip oldu. Savaş bittiğinde her iki taraf da başlanılan noktadaydı. Petrolün, gücünü elindeki tek güç olduğu için çok iyi bilen Saddam, İran Savaşı'ndan umduğu kazancı elde edemeyince gözünü Kuveyt'e çevirdi.

    2 Ağustos 1990 yılında Saddam'ın birlikleri Kuveyti işgal etti. Bunun üzerine ABD öncülüğündeki müttefik kuvvetler Irak'a savaş ilan ettiler. 16 Aralık 1990'da büyük bir bombardıman başladı ve bu bombardıman 27 Şubat 1991 yılında sona erdi. Fakat o günden sonra ara ara da olsa bonbardıman sürdü. 11 Eylül saldırılarından sonra da gözler yine Saddam'a döndü.

    Saddam Hüseyin yönetimi, 12 yıl süren BM ambargosunun ardından, 2003 yılının Mart ayında bu kez yalnızca ABD ve İngiltere tarafından oluşturulan koalisyonun başlattığı operasyonun ardından 9 Nisan 2003'te devrildi.

    Operasyonun başlamasıyla ortadan kaybolan Saddam Hüseyin'in nerede saklandığı bilinmiyordu...

    ABD'nin Irak'taki sivil yöneticisi Paul Bremer, 14 Aralık 2003 tarihinde düzenlediği basın toplantısıyla Irak'ın devrik devlet başkanı Saddam Hüseyin'in 13 Aralık gecesi Tikrit yakınlarında yakalandığını açıkladı. Saddam Hüseyin, doğum yeri Tikrit'e 20 kilometre, El Oca'ya 6 kilometre uzaklıktaki El Dor kasabasında, sık hurma ağaçlarının bulunduğu düz bir alandaki El Hadra bahçesinde bir sığınakta ele geçirildi.

    Irak'taki Amerikan güçlerinin komutanı İspanyol General Ricardo Sanchez, Bağdat'ta düzenlediği basın toplantısında, Saddam'ın bir çiftlikteki 2 metre derinliğinde bir çukurda yakalandığını söyledi. Ricardo Sanchez, havalandırma sistemi bulunan çukurun girişinin tuğla ve çöplerle kamufle edildiğini ve çukurda sadece bir kişilik yer olduğunu belirtti. Saddam Hüseyin yakalandığı sırada yanında 750 bin dolar, iki kalaşnikof ve bir tabanca bulunuyordu.

    Saddam Hüseyin'in kimliğinin belirlenmesine, 7 aydır tutuklu bulunan eski başbakan yardımcısı Tarık Aziz'in yardım ettiği bildirildi. Irak'taki ABD öncülüğündeki yönetimin adının açıklanmasını istemeyen bir yetkilisi, Reuters'a yaptığı açıklamada, 'Saddam'ın kimliği Tarık Aziz'in yardımıyla belirlendi' dedi, ancak ayrıntılı bilgi vermedi. Bir zamanlar Saddam'ın en yakın yardımcılarından olan Aziz, Temmuz'da ABD güçlerinin operasyonunuda öldürülen Saddam'ın oğulları Uday ve Kusay'ın cesetlerinin teşhisinde de yardımcı olmuştu.

    SADDAM HÜSEYİN HANGİ SUÇLARDAN YARGILANACAK?

    Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin, 24 yıllık iktidarında meydana gelen bir dizi saldırı ve katliam suçlarından sorumlu tutularak yargılanacak. Saddam Hüseyin’in mahkemeye çıkarılması durumunda hakkında açılacak davada, suçlar şunlar:

    İRAN-IRAK SAVAŞI: Irak 1980’de, İran İslam Devrimi’nden sonra küçük çaplı sınır çatışmalarından sonra İran’ı işgal ederek savaşı başlattı. 1988’de BM arabuluculuğunda sona erdirilen savaş sonucunda en az 1 milyon kişi hayatını kaybetti. Basra Körfezi’nin çıkışında İran’ın petrol dolum tesislerinin bulunduğu Harg Adası’nı bombalayan ve işgal eden Irak, 8 yıllık savaş sırasında İran’a karşı “sinir gazı” da kullandı.

    HALEPÇE KATLİAMI: Irak Kürtleri, 1988’de özerklik taleplerini artırınca, Irak güçleri Halepçe’de siyanür gazı kullanarak kadın-çocuk 5 bin sivilin ölmesine neden oldu. “Kimyager Ali” olarak bilinen General Ali Hasan El Mecid, Kürtleri kendi köylerinden çıkarmak için kimyasal silah kullandı. Binlerce Kürt, köylerinden uzaklaştırılarak “yeniden yerleşim kampı” denilen bölgelerde yaşamak zorunda bırakıldı. 1991’deki “Körfez Savaşı” sırasında ise, onbinlerce Kürt öldürüldü ya da hapsedildi, 1 milyona yakını ülkeden kaçtı.

    KUVEYT’İN İŞGALİ: Saddam Hüseyin’in komutasındaki Irak ordusu, Kuveyt’i işgal ederek “Körfez Savaşı”nın başlamasına neden oldu. Iraklı askerler, Kuveyt’ten çekilirken yüzlerce Kuveytli’yi esir alarak Bağdat’a götürdü, kenti yağmaladı. Savaş sırasında 700’den fazla petrol kuyusu ateşe verildi, petrol boru hatları açılarak Körfez ve su kaynakları kirletildi.

    CİNAYETLER VE İŞKENCE: Irak’ta, onbinlerce insanın gömüldüğü düşünülen 270 toplu mezar olduğuna dair kanıtlar bulunuyor. BM İnsan Hakları Komisyonu, 2001’de Irak yönetimini, “suçlulara karşı geniş çaplı, sistematik işkence ve acımasız, insanlık dışı cezalar uyguladığı” için kınadı. Rejimin uyguladığı işkence yöntemleri arasında “askıya almak, dayak, tecavüz ve canlı insanları yakmak” olduğu bildiriliyor. 1979 İran İslam Devrimi’ne destek verdikleri gerekçesiyle tutuklanan binlerce Şii’nin akıbetleri bilinmiyor. Saddam Hüseyin 1979’da iktidarı ele geçirdiğinde, partinin yüzlerce üst düzey üyesi hapse atıldı ya da idam edildi.

    KİTLE İMHA SİLAHLARI: Saddam Hüseyin 1990’larda kitle imha silahları üretmesi konusunda yasaklara uymayarak, uluslararası topluma ve Birleşmiş Milletler’e meydan okudu. Irak devlet başkanının, Irak’ta bulunan koalisyon güçlerine karşı saldırılardaki muhtemel işlevi de, yargılanması için bir gerekçe olabilecek.

    ----------


    *Baas: Arapça, diriliş anlamına geliyor. 1940’lı yıllarda Şam’da, savaş altında kurulan bir parti. Amacı, tüm Arapları birleştirmek. Zaten Ortodoks Hıristiyan Mişel Eflak ile Sünni Müslüman Selahattin el-Bitar tarafından kurulmuş. İlk kongresini 1947 yılında yapmış. 1953 yılında Ekrem El Havrani’nin ‘Arap Sosyalist Partisi’ ile birleşerek ‘Arap Sosyalist Baas Partisi’ adını almış. Parti, tüm Arap dünyasını önce özgürlüğe sonra da sosyalizme ulaştırmak hedefini güdüyor.

  • süleyman demirel

    15.07.2004 - 18:31

    Türkiye'nin en

    genç genel müdürü, en genç başbakanı ve İsmet İnönü'den sonra en uzun başbakanlık yapmış kişisidir. 6 dönem Isparta Milletvekilliği yapmış, 7 sene yasaklı kalmış, 6 defa hükûmetten gitmiş, 7 defa hükûmet kurmuştur.

  • süleyman demirel

    15.07.2004 - 18:30

    Isparta'nın Atabey ilçesine bağlı İslamköy'de doğdu. İlköğrenimini doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Isparta ve Afyon'da bitirdi. Şubat 1949'da İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi'nden mezun oldu. Aynı yıl Elektrik İşleri Etüd İdaresi' nde göreve başladı. Önce 1949-1950, daha sonra 1954-1955 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri'nde barajlar, sulama ve elektrifikasyon konularında ihtisas yaptı.

    1954 yılında Barajlar Dairesi Başkanı, 1955 yılında da Devlet Su İşleri Genel Müdürü oldu. 1962-1964 yılları arasında serbest müşavir-mühendis olarak çalıştı. Aynı yıllarda Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde su mühendisliği konusunda dersler verdi.

    Siyasî yaşamına, 1962 yılında, Adalet Partisi Genel İdare Kurulu üyeliği ile başladı. 28 Kasım 1964 tarihinde bu partiye genel başkan seçilmesinin ardından, kurulmasını sağladığı ve Şubat-Ekim 1965 tarihleri arasında görev yapan koalisyon hükûmetinde Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı.

    10 Ekim 1965'de yapılan genel seçimlerde başında bulunduğu AP, yüzde 53 oy alarak tek başına iktidar oldu. Bu seçimlerde Isparta Milletvekili olarak Parlamento'ya girdi ve Türkiye'nin 12. Başbakanı olarak hükûmeti kurdu. Bu hükûmet 4 yıl sürdü. 10 Ekim 1969 tarihindeki genel seçimlerde de Adalet Partisi yine tek başına iktidar oldu. Böylece, 31. T.C. Hükûmeti'ni kurdu. Daha sonra, parti içi bir kriz dolayısı ile, 32. T.C. Hükûmeti'ni kurmak durumunda kaldı. 12 Mart 1971 muhtırası üzerine, başbakanlık görevini bıraktı. 1971 ile 1980 arasında, 1975, 1977 ve 1979'da 3 defa daha hükûmet kurdu.

    12 Eylül 1980 müdahalesi üzerine görevi bıraktı ve 7 sene yasaklı olarak siyaset dışı kaldı. 6 Eylül 1987'de yapılan halk oylaması ile yasaklar kaldırıldı ve 24 Eylül 1987 tarihinde, Doğru Yol Partisi Genel Başkanlığı'na

    seçildi. 29 Kasım 1987'de yapılan genel seçimlerde Isparta Milletvekili olarak tekrar TBMM'ne girdi. 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan genel seçimler sonrasında, DYP ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin biraraya gelerek kurduğu 49. T.C. Hükûmeti'nde Başbakan olarak görev aldı.

    30 yaşında genel müdür, 40 yaşında önce parti genel başkanı, sonra başbakan olmuş; 12 seneye yaklaşan başbakanlık görevinde, Türkiye'nin kalkınması ve gelişmesine büyük hizmetlerde bulunmuştur. Türkiye'nin en

    genç genel müdürü, en genç başbakanı ve İsmet İnönü'den sonra en uzun başbakanlık yapmış kişisidir. 6 dönem Isparta Milletvekilliği yapmış, 7 sene yasaklı kalmış, 6 defa hükûmetten gitmiş, 7 defa hükûmet kurmuştur.

    16 Mayıs 1993 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin 9. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Demirel bu görevi 16 Mayıs 2000 tarihine kadar sürdürdü.

  • a.mahzuni şerif

    15.07.2004 - 18:25

    Halk ozanı Aşık Mahzuni Şerif 1940’ın başlarında Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinin Berçenek köyünde doğdu. O dönemde Berçenek Köyü’nde okul olmadığı için köyün diğer çocukları gibi Elbistanın Alembey Köyü'nde Hafız Kuran kursuna giden Mahzuni Şerif, Berçenek’e öğretmen gelmesi ile 1956 yılında ilkokulu bitirdi. Hayalini gerçekleştirip subay olabilmek için 1957 yılında başladığı Mersin Astsubay Hazırlama Okulu’nu başarıyla bitirdikten sonra Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu’na başladı. Ordu Donatım Teknik Okulu’nda çok kısa süren bir eğitim-öğretimden sonra Sivasa gönderilen, Ekreol Tepede beş ay stajerlik yapan Mahzuni Şerif, 27 Mayıs 1960 askeri darbesini de bu dönemde yaşadı. İhtilalin ardından gelen, kendi deyişiyle “Halkçılık ruhunun ağır bastığı”, “Şiirler yazmaya, türküler söylemeye başladığı” bir dönemin ardından ise okulu terk etmek zorunda kaldı.

    17 yaşındayken babasının zoruyla dayısının kızı ile yaptığı ilk evliliğini, bir kızları olmasına rağmen bir mektupla bitirmiş olan Mahzuni Şerif ikinci evliliğini, 1961 yılında Ankara’da tanışarak köyüne kaçırdığı İtalyan asıllı Sovina (Suna) ile yaptı. Mahzuni Şerif’in, Suna’nın evi terketmesiyle biten bu evliliğinden Züleyha, Emrah, Ferhat adlı üç çocuğu oldu. Mahzuni Şerif 1971 yılında da, üçüncü eşi Fatma Hanım ile evlendi. Bu evliliklerinden Derya, Ali, Şeyda ve Yetiş adlı dört çocukları oldu.

    1971 yılında tutuklanarak 4 ay cezaya çarptırılan, 1972 yılında Gaziantep'deki evi kundaklanarak, söylenildiğine göre tüm ödülleri ve arşivi bu yangında yok olan Mahzuni Şerif, 1973 yılında da halkı suça teşvik etmekten tutuklanarak Ankara'da Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılandı.

    1997’de beyin kanaması geçiren 2001’de ise kalp ve solunum yetmezliği ile hastaneye kaldırılmasına rağmen hayata dönen Mahzuni Şerif, 2002 yılı 17 Mayıs’ında, bir dizi konser vermek için gittiği Almanya’nın, Köln şehrinde hayata gözlerini yumdu. Mahzuni Şerif’in naaşı, vasiyeti üzerine Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınındaki Çilehane adı verilen bölgede toprağa verildi. Öldüğünde 2001 yılında DGM’de açılan davası devam ediyordu.

    Mahzuni Şerif 60’lı yıllarından başlarından itibaren sevip gönül verdiği yoldan giderek, yüzlerce plak ve kaset yapmış, yurtdışında konserler vermiş, hakkında yazılan ve yazdığı kitaplarla uluslararası edebi tartışmalara konu olmuştur. Mahzuni Şerif, hızla ünlenince daha 1970'lerde başka türkücüler ve pop sanatçıları onun eserlerini okumaya başlamışlar, Ersen ve Dadaşlar, Edip Akbayram, Cem Karaca, Selda gibi sanatçılar, onun tutulan türkülerini okuyarak ün kazanmışlardır.

    1989-1991 yılları arasında 'Halk Ozanları Derneği' genel başkanlığını yapan, 1997 yılında Hacıbektaş Dostluk ve Barış Ödülü’nü alan Mahzuni Şerif, 1998 yılına gelindiğinde dünyanın yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci sırayı almıştır. Deyişleri, bir çok yabancı ülkede, değişik dillerde okunmuş olan Mahzuni Şerif, Bektaşi Kültürünün ve Anadolu Ezgilerinin dünyaya tanıtılmasına önemli katkılarda bulunmasıyla tanınmaktadır. Ünlü ozanın 400’e yakın plağı, 50’nin üzerinde kaseti ve şiirlerine yer verdiği 9 kitabı bulunmaktadır.

  • remzi kitabevi

    15.07.2004 - 18:22

    Remzi Kitabevi 1927 yılında Remzi Bengi (1907-1978) tarafından kuruldu. Kitabevi önce İstanbul Beyazıt’ta açtığı bir dükkanla faaliyete geçti. Yayınevi olarak ilk kitabı Ömer Seyfettin’in “Yüksek Ökçeler” adlı eseridir. 1929 sonlarında Ankara Caddesi 93 numarada Babıali Şubesine geçildi.

    Ardından edebiyat dünyasının önemli isimleri Remzi Kitabevi çevresinde toplandı ve çoğunun ilk kitabı Remzi Kitabevi tarafından yayınlandı: Hasan Ali Yücel, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Sabahattin Ali, Mustafa Nihat Özön, Hasan Ali Ediz, Falih Rıfkı Atay, Suut Kemal Yetkin, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Tarık Buğra, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Şevket Süreyya Aydemir, Halikarnas Balıkçısı, Orhan Hançerlioğlu, Muzaffer İzgü, İlhan Selçuk, Tarık Dursun K., Peride Celal, Emre Kongar, Murathan Mungan, Erhan Bener, Enis Batur, Buket Uzuner, Şakir Eczacıbaşı, Jak Deleon, Atilla Dorsay, Mario Levi, Feyza Hepçilingirler, Ayşe Kulin, Zülfü Livaneli, Hıfzı Topuz, Onur Öymen, Refik Erduran ile Acar Baltaş, Zuhal Baltaş, Haluk Yavuzer, Doğan Cüceloğlu ve Leyla Navaro bu yazarlar arasında sayılabilir. Remzi Kitabevi yayınladığı telif eserler dışında, latin alfabesine geçtikten sonra dünya yazarlarından çeviri dizisi oluşturan ilk yayınevidir. 1937 yılında ‘Milli Eğitim Bakanlığı Klasiklerinden 3 yıl önce’ “Dünya Muharrirlerinden Tercümeler Serisi” ne başlamış ve bu dizide 250’ye yakın kitap yayınlanmıştır. Kuruluşundan bu yana yaklaşık 4000 kitap yayınlamış olan Remzi Kitabevi bugün, Remzi Bengi’nin, 1965 yılında yayıncılığa başlayan damadı Erol Erduran ve torunları Ömer ve Ahmet Erduran tarafından yönetilmektedir.

    Yayınevinin günümüzde, Türk Yazarlarının edebiyat yapıtlarından başlayıp Sanat kitapları, Felsefe ve Düşünce yapıtları, Çeviri Bestseller, İş ve Yönetim Kitapları, Yemek kitapları, Kişisel Gelişim ve Psikoloji kitapları, çeşitli çocuk kitapları ve çizgi kitaplara kadar uzanan geniş bir yayın yelpazesi bulunmaktadır.

    Remzi Kitabevi 1993 yılında perakende kitap satışı konusunda, yeni girişimlere başlamış ve 1994 yılının başında Akmerkez şubesi (Etiler, İstanbul) , 1995 Eylül ayında Rumeli şubesi (Rumeli Cad. 44, Nişantaşı) , 1998 yılı Şubat ayında Carrefour (İçerenköy) şubesi, yine 1998 yılı Eylül ayında Mayadrom (Akatlar) şubesi, 2000 yılı Aralık ayında Profilo (Mecidiyeköy) şubesi, 2001 yılı Nisan ayında Suadiye şubesi (Bağdat Cad. 452, Suadiye) , 2002 yılı Eylül ayında Armada (Ankara) , 2002 yılı Ekim ayında Konak Pier (İzmir) şubesi açılmıştır. Suadiye şubesinde her türlü müzik ürünleri (cd,mc,vcd,dvd) satılmaktadır. Ayrıca Akmerkez, Suadiye, Rumeli ve Armada şubelerinde kafe mevcuttur. Bu satış noktalarında çeşitli Türkçe yayınlar dışında, özellikle İngilizce ağırlıklı pek çok çeşit yabancı yayın satılmaktadır.

    Remzi Kitabevi, bugün 77 yılı aşkın bir süredir yayın dünyasında kültür ve yayıncılığının öncülüğünü yapmış bir yayınevi ve aynı zamanda Türkiye’de genel okura yönelik en geniş yayın çeşidi ithalatçısı ve satıcısı konumundadır.

  • reenkarnasyon

    15.07.2004 - 18:20

    Karma felsefesinin bir sonucu olarak reenkarnasyon, -yani bir insanın öldükten sonra başka bir bedenle dünyaya tekrar geldiği- inancı Hint dinlerinde çok köklü olarak yerleşmiştir. Karma ve reenkarnasyon arasındaki ilişki Dinler Tarihi isimli kitapta şöyle açıklanmaktadır:

    ... Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun 'hayatına son verirler.' Onlar kusur etmezler. Sonra gerçek mevlaları olan Allah'a döndürülürler. Haberiniz olsun; hüküm yalnızca O'nundur. Ve O,hesap görenlerin en süratli olanıdır.
    (Enam Suresi, 61-62)

    Karma doktrinine bağlı olarak tenasuh, yani ruhun bir bedenden ötekine geçtiği inancı doğdu. Böylece ölümden sonra devamlı var olma, ruhun bedenden ayrı olduğu fikri gelişmiş oldu. Bu inanışa göre, ruh kendi derecesi içinde yüksek veya alçak olarak doğar. İnsan yaptıklarına göre hayvan, bitki, insan veya tanrı şeklinde doğar. (Buna göre insan kendi kaderinin mimarıdır.) Bu doğuş, bir sebep sonuç ilişkisi içinde gerçekleşir. Manevi ve ahlaki karşılık, yani yapılanların sonucu ruhun tenasuhu ile mümkün olur. Sonraki hayatta mutlu olmak, doğru harekete bağlıdır. Her şahıs, işlerinden sorumludur. Ölümden korkmaya gerek yoktur. Devamlı yeniden doğuşlarla insan, arzularına ulaşır, devamlı bir tatmin elde eder. O, tanrı Brahma'da yaşar. Bu inanışın Hintliyi kuvvetli bir iyimserliğe ulaştırdığı ileri sürülmektedir.1

    Görüldüğü gibi, Karma'da ahiret inancı yoktur; bunun yerine sürekli ölüp, tekrar dünya hayatında aynı ruhla, fakat yeni bir bedenle dirilme inancı vardır. Ancak bu, Allah'ın Kuran'da bildirdikleri ile çelişen, batıl ve sapkın bir inançtır.

    Bu felsefede dikkat çeken bir başka sapkın inanç ise, insanın bir ilah olarak da doğabileceğine inanılmasıdır. Bu, tarih boyunca inanılan en batıl ve gerçek dışı iddiadır. Böyle bir iddia açıkça Allah'a şirk koşmak anlamına gelmektedir. Oysa açıktır ki, hiçbir insan ilah olamaz; tek bir İlah vardır ve O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Tüm kainatın ve canlıların sahibi, yaratıcısı, koruyucusu ve ilahı Allah'tır. O'nun eşi ve benzeri yoktur. Rabbimiz olan Allah, bu gerçeği Kuran'ın İhlas Suresi'nde şöyle bildirir:

    De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır) . O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir. (İhlas Suresi, 1- 4)

    Bunun dışında bir inanca sahip olanlar doğru yoldan sapmışlardır ve dünyada da ölümden sonraki hayatta da zarardadırlar.

    KURAN'DA REENKARNASYON YOKTUR, ÖLÜM VE DİRİLME BİR KEREDİR

    Reenkarnasyon hiçbir ilahi kaynağa dayanmayan batıl bir inançtır. Ancak sadece Hint dinlerinde değil, dünyanın her yerinde reenkarnasyona inanan, daha doğrusu reenkarnasyonun doğru olmasını isteyen insanlar bulunmaktadır. Bunun nedeni, dine inanmayan, ahiretin varlığını inkar eden, ölümden sonra yok olmaktan veya sonsuza kadar cehennemde kalmaktan korkan insanların, reenkarnasyonu, bu korkularını yenmek için bir çıkar yol olarak görmeleridir. Çünkü reenkarnasyon inancının temelinde de ölümden korkmamak gerektiği ve insanın yeniden doğuşlarla arzularına ulaşabileceği yönünde gerçek dışı bir telkin yatmaktadır.

    Oysa Kuran'da ölümün ve dirilişin bir kez olduğu bildirilmektedir. Her insan dünyada sadece tek bir hayat yaşar, bu hayatından sonra ölür ve ölümünden sonra tekrar diriltilerek, dünyada tüm yapıp ettiklerine göre sonsuza kadar cennette veya cehennemde kalmayı hak eder. Yani insanın bir dünya hayatı, bir de sonsuza kadar yaşayacağı ahiret hayatı vardır. İnsanların öldükten sonra dünya hayatına geri dönemeyecekleri Kuran'da çok açık olarak bildirilmektedir:

    Yıkıma uğrattığımız bir ülkeye (tekrar dünya hayatı) imkansız (haram) dır; hiç şüphesiz onlar, (dünyaya) bir daha geri dönmeyecekler. (Enbiya Suresi, 95)

    Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: 'Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya) da salih amellerde bulunayım.' Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır. (Mü'minun Suresi, 99-100)

    Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır
    ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir...
    (Al-i İmran Suresi, 185)

    Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi, insanların bir bölümü ölüm ile karşılaşınca, tekrar dirilme ümidi içinde olacaklardır. Ancak, kendilerine bunun kesinlikle mümkün olmadığı o an açıklanacaktır. Allah bir başka ayetinde insanların ölümü ve diriltilmesi ile ilgili şunları bildirir:

    Nasıl oluyor da Allah'ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi o diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O'na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 28)

    Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi, insan başlangıçta ölüdür, yani yaratılışının temeli başlangıçta, toprak, su, çamur gibi cansız maddelerden oluşmaktadır. Daha sonra Allah bu cansız yığına 'bir düzen içinde şekil verip' diriltir. Bu dirilişten belli bir süre sonra insan, yaşamı sona erince tekrar öldürülür ve toprağa geri döner, çürüyüp-ufalanıp toz haline gelir. Bu da insanın ikinci defa ölü haline geçişidir. Geriye ise son kez diriltilmesi kalmıştır. Bu da ahiretteki dirilmesidir. Her insan ahirette diriltilecek ve bir daha geri dönüşün mümkün olmadığını anlayarak, dünyada yaptığı herşeyin hesabını verecektir.

    Diğer ayetlerde de insanın dünyaya geldikten sonra tek bir ölümden başka ölüm tadmayacağı şöyle bildirilir:

    Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tadmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur. Senin Rabbinden, bir fazl ve (lütuf) olarak. İşte büyük 'mutluluk ve kurtuluş' budur. (Duhan Suresi, 56- 57)

    Yukarıdaki ayetler, ölümün sadece bir kez olduğunun görülmesi açısından son derece açık ve kesindir. İnsanlar her ne kadar ölüm ve ahiret korkularını yenmek ve kendilerini teselli etmek için reenkarnasyon gibi batıl inançları kabul etmek isteseler de, gerçek olan, öldükten sonra bir daha dünyaya gelmeyecekleridir. Her insan sadece bir kez ölecektir ve bu ölümünden sonra, Allah'ın takdiri olarak sonsuza kadar yaşayacağı ahiret hayatı başlayacaktır. Allah her insanı dünyada yaptığı iyilik veya kötülüklere göre, cennetle ödüllendirecek veya cehennemle cezalandıracaktır. Allah, sonsuz adalet sahibi, sonsuz merhametli ve şefkatli olandır ve herkese yaptığının karşılığını eksiksiz olarak verendir.

    Ölümden veya cehenneme gitme ihtimalinden korkarak, batıl inançlarda teselli aramak ise, hiç şüphesiz insana çok büyük bir yıkım getirir. Akıl ve vicdan sahibi bir insan, bu yönde bir korkusu varsa, cehennem azabından kurtulup cenneti umabilmek için samimi bir kalple Allah'a yönelmeli ve insanlar için tek hidayet rehberi olan Kuran'a uymalıdır.

  • recm

    15.07.2004 - 18:17

    Recm kelimesinin anlamı zina yapan kişiyi taşlayarak öldürmektir. Tevrat'a göre, Tanrı zina yapan insanların taşlanarak öldürülmelerini emretmiştir.
    Nur Suresi 2. ayette görüldüğü gibi recm cezası yoktur, ceza yüz sopa olarak belirtilmiştir.
    Nur 2. Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde (hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın. Müminlerden bir gurup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.

  • yunus emre

    15.07.2004 - 18:10

    Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk'ün İslam'a bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koyan Yunus Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır.

    Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamış bir gönül adamıdır.

    Bazı kaynaklarda Anadolu'ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi. Batı Anadolu'nun birkaç yöresinde 'Yunus Emre' adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden 'makam' adı verilen yer vardır.

    Bir garip öldü diyeler

    Üç gün sonra duyalar

    Soğuk su ile yuyalar

    Şöyle garip bencileyin

    diyen Yunus, belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir.

    Türkiye'nin pek çok yerinde Yunus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanabilir: Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; Karaman'da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; Erzurum, Duzcu köyü; Isparta'nın Keçiborlu ilçesi civarı; Aksaray; Afyon'un Sandıklı ilçesi; Ordu'nun Ünye ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Görüldüğü gibi sayı ve iddia hayli kabarıktır.

    Bazı belgeler, Yunus Emre'nin asıl mezarının Karaman veya Sarıköy'de olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, 1970'li yılların başında Sarıköy'deki mezarın Yunus'a ait olduğuna kesin gözüyle bakılarak bu köye Yunus Emre adı verildi ve oradaki bir bahçe içine anıt dikildi. 1980'li yıllarda ise, 1350'de yapılmış olan Karaman'daki Yunus Emre Camii'nin yanındaki mezarın onun gerçek mezarı olduğu iddia edildi.

    Aslında bu durum, Yunus Emre'nin Türkler tarafından ne kadar sevildiği ve benimsendiğinin çarpıcı bir örneğidir. Gerçekten de halktan biri olan Yunus Emre, halkın değer, duygu ve düşüncelerini dile getirişi itibariyle tarihimizin en halkla barışık aydınlarından biri olma özelliğine sahiptir.

    Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre'nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur.

    Mısralarında didaktik ahlak telkinlerinde bulunan Yunus Emre, 'gönül kırmamak' konusuna ayrı bir önem verir ve 'üstün bir değer' olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler.

    Bu arada Yunus Emre'yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır. 'Din tamam olunca doğar muhabbet' diyen Yunus, İslam'ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder.

    Yunus'un sanat anlayışı, dini ve milli değerleri bağdaştırdığı mısralarında kendini gösterir; millileşen tasavvufa, Türkçe'nin en güzel ve en güçlü özelliklerini kullanarak tercüman olur. Gerçekten de 11,12 ve 13. asırlarda Türkistan ve Anadolu Türkleri arasında çok yayılan tasavvufun Türk şairleri arasında iki büyük sözcüsü vardır: Türkistan'da Ahmet Yesevi, Anadolu'da Yunus Emre...

    Yunus Emre'nin tasavvuf anlayışında dervişlik olgunluktur, aşktır; Allah katında kabul görmektir; nefsini yenmek, iradeyi eritmektir; kavgaya, nifaka, gösterişe, hamlığa, riyaya, düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır.

    Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir. Bu anlamda Mevlana'nın bir benzeridir. O'nun Mevlana kadar çok tanınmayışı ise, bir yandan kullandığı dil olan Türkçe'nin Batı'da Farsça kadar bilinmemesi, öte yandan da Türk aydınlarının O'nu ihmal etmesindendir. Yunus'taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş 'sevgi felsefesi'nin bir parçası ve hatta sonucudur. Nitekim Yunus'un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi 'Yaradılanı hoş gör / Yaradan'dan ötürü'dür.

    Yunus Emre'ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah'tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar.

    Yaşadığı çağın gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda Yunus'un bir başka önemli tarafı ortaya çıkar: Yunus Emre, hükümetsizlik içinde çalkalanan ve Moğol istilaları ile mahvolan Anadolu topraklarında ortaya çıkan sapık batınî cereyanların hiçbirine kapılmadığı gibi, bu akımların Türklerin bütünlüğüne zarar vermesi tehlikesi karşısında da engelleyici bir rol üstlenmiştir. Bu bakımdan bakıldığında Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu, hem de milli birliğin önemli tutkallarından biridir. Yunus Emre, kelimenin tam anlamıyla 'milli bir sanatçı'dır. Tıpkı, Nasrettin Hoca, Köroğlu, Dadaloğlu veya Karacaoğlan gibi...

    Yunus Emre'nin şiirlerinde en fazla işlenmiş temalar; İlahi aşk, Din, Ahlak, Gurbet, Tabiat, Ölüm ve faniliktir.

  • charlie chaplin

    15.07.2004 - 18:08

    Amerikan yapımı sessiz filmlerde canlandırdığı acınacak halde, ama aynı zamanda komik küçük serseri (Şarlo/Charlot) karakteriyle dünya çapında ün kazandı. 1914'te oynadığı ilk filmini izleyen iki yıl içinde ABD'nin en tanınmış kişilerinden biri olmuş, 1920'lerin başlarına gelindiğinde filmlerinin sağladığı gelirlerin yüksekliği karşısında hiçbir istediği ücreti ödeyemez hale gelmiş, o da ancak yapımcılığını kendisinin üstlendiği filmlerde rol almıştır. 1920'lerin sonlarında sesli sinemaya geçilmesinden sonra yalnızca birkaç filmde görünmekle yetinmesine karşın, ilk dönem filmlerinin sinema klasikleri olarak değerlendirilmesi ve yeni izleyici kitlelerince de ilgi görmesi nedeniyle ününü hemen hiç yitirmemiştir. Uzun metrajlı büyük komedi filmleri arasında The Kid (1921; Yumurcak) , The Gold Rush (1925; Altına Hücum) , City Lights (1931; Şehir Işıkları) , Modern Times (1936; Asri Zamanlar) ve The Great Dictator (1940; Şarlo Diktatör) sayılabilir.

    İngiliz sinema oyuncusu ve yönetmeni Charlie Chaplin (asıl adı Charles Spencer Chaplin) , 16 Nisan 1889'da İngiltere'nin başkenti Londra'da dünyaya geldi. 25 Aralık 1977'de İsviçre'de öldü. Her ikisi de müzikhol oyuncusu olan annesi Hannah ve babası Charles Chaplin'den, daha küçük yaşta şarkı söyleyip dans etmesini öğrenmişti. İlk kez sekiz yaşındayken, bir klog dansı gösterisi olan 'Eight Lancashire Lads' (Sekiz Lancashire'lı Delikanlı) ile sahneye çıktı. Babasının bundan kısa bir süre sonra ölmesi, annesinin de sık sık akıl hastanesine girip çıkması yüzünden Chaplin'in çocukluk yılları, yatılı okul ve yetimhanelerde sıkıntıyla geçti. Bu dönemde bazen geçici sahne işleri buldu, bazen de sokaklarda yaşamak zorunda kaldı.

    On yedi yaşındayken, üvey ağabeyi Sydney kendi çalıştığı ve çeşitli danslar, oyunlar, komedi programları sunan Fred Karno vodvil topluluğunda ona iş buldu. 1913'e değin Karno'yla çalışarak sayısız müzikhol skecinde oynayan Chaplin, o yıl filmlerde rol almak üzere Keystone'un tek makaralık slapstick filmleri yapımcısı Mack Sennett, Chaplin'i Karno turnesi sırasında New York'tayken fark etmişti. Chaplin Aralık 1913'te 150 dolar haftalıkla sinema yaşamına adım attı ve bir daha da sahneye dönmedi.

    Chaplin, melon şapka, dar bir frak ceketi, bol pantolon, büyük ayakkabılar, bıyık ve bastondan oluşan ünlü görünümünü ikinci filmi olan Kid Auto Races at Venic'te (1914,Venedik'te Ufaklıklar Oto Yarışları) yarattı. Ama bu tipin özellikleri henüz tam anlamıyla oluşmamıştı. Bununla birlikte, haftada iki film gibi büyük bir hızla çevrilmesine karşın, Chaplin komedileri olağanüstü bir başarı sağlamıştı. Kısa bir süre sonra Chaplin'in kendi filmlerini yönetmesine izin verildi, ücreti de gitgide astronomik rakamlara ulaştı. 1915'te Essanay şirketinden haftada 1. 250 dolar, 1916'da Matual şirketinden haftada 10 bin dolar ve ayrıca sözleşme için 150 bin dolar, 1917'de de First National şirketinden sekiz film için 1 milyon dolar aldı. İki yıl sonra, dönemin önde gelen yıldızları Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve ünlü yönetmen D. W. Griffith ile, her birinin kendi filmlerinin dağıtımını bağımsızca yürütmesi koşuluyla, United Artists'i kurdu. First National ile olan sözleşmesi The Pilgrim (1923; Şarlo Hacı) filmiyle sona erdikten sonra, 1966'da Universal için yaptığı A Countess from Hong Kong'a (Hong Kong'lu Kontes) değin filmlerini yalnızca kendi şirketi adına çekti.

    Chaplin'in bu hızlı yükselişi bir ölçüde, filmlerinin pazarlamasında, konularından çok filmde oynayanların önemli olduğu yıldız sisteminin gelişmesinden kaynaklanıyordu. Aslında Pickford, Fairbanks ve başkalarıyla birlikte Chaplin'in perdedeki kişiliğinin halk tarafından büyük bir coşkuyla kabul görmesi de, bu sistemin yerleşmesinde oldukça etkili oldu. Chaplin The Tramp'te (1915; Şarlo Serseri) , yarattığı küçük serseri tipini yalnızca eğlendirici değil, aynı zamanda sevimli de kılabilmek amacıyla, sempatikliğinin de altını çizmeye başladı. Kendi filmlerinin hem yıldızı, hem yönetmeni, hem de yazarı olduğu için, Şarlo karekterinin içerdiği anlamları irdelemek için eşsiz bir konumdaydı. Bir eleştirmenin 'zenginlerin bakış açısından çizilmiş bir yoksul tipi' olarak tanımladığı, Chaplin'in 'küçük adam' dediği Şarlo, Easy Street (1917; Şarlo Polis) , Shoulder Arms (1918; Şarlo Asker) , Yumurcak, Altına Hücum, Şehir Işıkları, Asri Zamanlar ve ilk sesli filmi olan Şarlo Diktatör gibi filmlerde gelişti. Chaplin'in kendi yaşamından çizgiler taşıyan Limelight'ta (1952; Sahne Işıkları) kısa da olsa, yeniden gözüktü.

    Chaplin'in çok hareketli bir özel yaşamı oldu. Dört evliliğinin üçü filmlerinin başrol oyuncularıyla, 1918'de Lita Grey ve 1936'da Paulette Goddard'la gerçekleştirdi. 1943'te oyun yazarı Eugene O'Neill'in kızı Oona O'Neill'le evlendi. İlk iki boşanması ve 1944'te kendisine açılan babalık davası sansasyon yarattı. Chaplin 1942'de, savaşta Almanlara karşı ikinci bir cephe çağrısında bulunduğunda gene manşetlere çıktı. Siyasal tavrına yöneltilen saldırıda, hiçbir zaman ABD vatandaşlığına geçmemiş olmasının payı da vardır. Mavi Sakal öyküsünün iğneleyici bir uyarlaması olan Monsieur Verdoux (1947) , pek çok çevrenin yanı sıra Amerikan ordusunu da oldukça sinirlendirdi. ABD hükümetinin vergi borcu için sıkıştırması, ayrıca bazı politikacı ve köşe yazarlarının yıkıcı etkinliklerle ilişkisi olduğunu ileri sürmeleri üzerine Chaplin 1952'de ülkeyi terk etti. Geri dönüş hakkının ABD Adalet Bakanlığı'nca soruşturulacağını öğrenince 1953'te Cenevre'de bu haktan vazgeçtiğini açıkladı.

    Bundan sonra ailesiyle birlikte İsviçre'de Vevey yakınlarında Corsier-sur-Vevey'de yaşamaya başladı. 1957'de Londra'da yaptığı A King in New York (New York'ta Bir Kral) , Amerika'ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komitesi'ne, anlamsız televizyon reklamlarına ve Amerikan tarzı yaşamın başka yanlarına yönelik eleştirilerle dolu bir komediydi. Film, Chaplin'in özellikle reddettiği komünizm yanlılığı suçlamalarının artmasına yol açtı. 1966'da başrollerini Marlon Brando ve Sophia Loren'in oynadığı, kendisinin de hem senaryosunu yazdığı, hem de küçük bir rolde göründüğü A Countess from Hong Kong'u (Hong Konglu Kontes) çekti. 1972'de kendisine verilen özel Oscar ödülünü almak üzere ABD'ye gitti.

    FİLMOGRAFİSİ
    'Caught in a Cabaret' (1914 yarım düzine kadar oyunculuk yaptığı filmden sonraki ilk oynayıp yönettiği film) , 'Kid Auto Races in Venice' (Ünlü Şarlo kılığını ilk kez taşıdığı film) , 'Tillie's Punctured Romance', 'The Tramp-Şarlo Serseri', 'Easy Street', 'The Immigrant-Şarlo Göçmen', 'A Dog's Life-Köpek Hayatı', 'Shoulder Arms- Şarlo Asker', 'Sunnyside-Şarlorda Kırlarda', 'A Day's Pleasure-Keyifli Bir Gün', 'Pay Day-Maaş Günü', 'The Kid-Yumurcak', 'The Pilgrim- Şarlo Kaçak', 'A Woman in Paris-Paris'li Kadın', 'Gold Rush-Altına Hücum', 'The Circus-Sirk', 'City Lights-Şehir Işıkları', 'Modern Times-Modern Zamanlar', 'The Great Dictator-Büyük Diktatör', 'Monsier Verdoux', 'Limelight-Sahne Işıkları', 'A King in New York-New York'ta Bir Kral', 'A Countess from Hong Kong-Hong Kong'lu Kontes'.

  • charlie chaplin

    15.07.2004 - 18:07

    dünyanın en yaşlı babası..son çocuğu doğduğunda 80 yaşında idi..

  • dante

    15.07.2004 - 18:05

    Beatrice

  • dante

    15.07.2004 - 18:05

    ilahi komedya

  • dante

    15.07.2004 - 18:04

    Mayıs 1265’de Floransa'da doğan İtalyan yazar Dante Alighieri, 26 Mart 1266’da Durante adıyla vaftiz edildi. 1274’de “Yeni Hayat” ve “İlahi Komedya”da ölümsüzleştireceği Beatrice'yi ilk kez gördü. Asıl adı Bice di Folco Portinari olan Beatrice, daha sonra Simone de' Bardi'yle evlendi ve 1290 yılında öldü.

    1983’de, babasının ölümünden bir yıl sonra, Floransa'nın önde gelen aşk şairlerinden biri olarak üne kavuştu ve şair Guido Cavalcanti'yle yazışmaya başladı. 1285 yılında evlendiği Gemma Donati’den, iki yıl sonra Pietro adında bir çocuk sahibi oldu. 1289 yılında Campaldino Savaşı'nda, Floransalı Guelfoların safında Ghibellinoların şehri Arezzo'ya karşı savaşan Dante, savaştan üç yıl sonra, “Vita nuova” (Yeni Hayat) adlı yapıtını yazdı. Yeni Hayat, Dante'nin 31 şiirini, bu şiirlerin hangi vesilelerle yazıldığına ilişkin açıklamalarını ve şiirlerin yapısal çözümlemelerini içeren bir düzyazı-şiir çalışmasıdır.

    Yoğun felsefe çalışmalarına başlayan şair, felsefi konularda şiirler yazmayı da sürdürür bu arada. 1295 yılında Hekim ve Eczacılar Loncası’na üye oldu ve Floransa’nın siyasal yaşamına katıldı. Bu tarihten sonra çeşitli meclislerde görev alan Dante, bu beş yıllık süreç sonucunda altı lonca başkanından biri sıfatıyla Floransa’nın yönetimine seçildi. 1295’de Beyazlar ve Siyahlar olarak ikiye bölünen Guelfolar yüzünden, Floransa’da siyasal uzlaşmayı sağlamak amacıyla, Papa’ya gönderilen üç kişilik kurulun üyesi olarak şehirden uzaklaştığında, önderleri bir süre önce sürgüne gönderilmiş olan Siyah Guelfo grubu iktidarı ele geçirdi.

    27 Ocak 1302’de para cezasına çarptırılan ve kamu görevinden men edilen yazar, düzmece bir yolsuzlukla suçlandı ve Toscana bölgesine girmesi yasaklandı. 10 Mart’ta ceza onaylandı ve yakalanması halinde yakılarak idam edilecekti.

    2 yıl sonra, mücadelesini tek başına sürdürmeye karar veren Dante, Beyaz Guelfo grubundan sürgün arkadaşlarıyla bağlarını kopardı ve sonraki yıllarda bütün İtalya’yı kapsayan gezilere çıktı. 1304-1308 yılları arasında De vulgari eloquentia (Halkdilinde Belagat) ile Convivio (Şölen) adlı yapıtlarını yazdı. Bu yapıtlardan ilki, dil ve şiir üzerine görüşlerini; ikincisi ise felsefe üzerine düşüncelerini ve felsefi bir bakış açısıyla şiirlerine ilişkin yorumlarını içerir. Dört kitaptan oluşan ve felsefî, siyasî ve ahlâkî konuları içeren Convivio adlı eserinin ikinci kitabı da astronomi ile ilgilidir aynı zamanda. İki yapıt da tamamlanmamıştır.

    Bu yapıtlarının hemen ardından 1308’de “Divina Commedia”yı (İlahi Komedya) yazmaya başladı ve ölümünden kısa bir süre öncesine kadar bu yapıt üzerinde çalıştı. Özgün adı Comedia (Komedya) olan bu yapıta “ilahi” nitelemesi sonradan, Rönesans döneminde eklenmiştir. İtalyanca yazılan İlahi Komedya, karşılıksız aşkı Beatrice için yazılan bu destan hem aşkı ve insanı, hem geçmişi, hem kendi güncelliğini anlatıyor, geleceğe uzanan bir sentez oluşturuyordu. Aynı zamanda İlâhi Komedya ile Convivio'da astronomi ve kozmolojiye ilişkin görüşlere de rastlanmaktadır.

    İlâhi Komedya, Dante'nin Cehennem, Araf ve Cennet'e yaptığı hayalî bir seyahatin öyküsüdür ve burada sunduğu Evren Dizgesi tamamen Batlamyus Dizgesi'ne dayanmaktadır. Dante'ye göre, Yer Evren'in merkezindedir ve hareketsizdir. Yer'in etrafında sırasıyla, Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün küreleri bulunur. Satürn küresinden sonra, sabit yıldızlar küresi ve ondan sonra da İlk Hareket Ettirici Küre gelir. Onuncu küre ise, En Yüksek Küre, yani Tanrının Evi'dir. Küreler, Meleklerin yardımı ile hareket eder. Dante, Aristoteles'in etkisi ile Ortakmerkezli Küreler Dizgesi'ni benimsemiş, dışmerkezli kürelerin olmadığını savunmuştur.

    İlahi Komedya’dan sonra 1314’de Monarchia'yı (Monarşi) yazan Dante, yönetim biçimini konu aldığı bu yapıtında, papalık-imparatorluk şeklindeki iktidar parçalanmasına karşı tek bir hükümdarın egemenliğini savundu. 1315 Haziran ayında Floransalı sürgünlere suçlarını kabul etmeleri halinde affedilecekleri bildirildi fakat bu öneriyi kabul etmeyen Dante'nin sürgün cezası yeniden onaylandı ve çocukları da ceza kapsamına alındı.

    Şair, son yıllarını Verona'da Can Grande della Scala'nın ve Ravenna'da Guido Novello da Polenta'nın saraylarında geçirdi. Quaestio de aqua et terra (Su ve Toprak Sorunu) ile Egloge (Eklogalar) adlı yapıtlarını yazdıktan bir sene sonra, 1321 yılında Ravenna’da öldü.

  • deportivo la coruna

    15.07.2004 - 18:03

    ispanya takımı..dünyanın en yüksek stadına sahip olan kulüp

Toplam 816 mesaj bulundu