Piyer Loti Deniz subaylığı eğitimi gördü. Türkiye'ye gelişi rastlantıdır. Gemisi görevlendirilmişti. Bütün dünyayı dolaştı. Çok genç yaşında dünya çapında ün kazanmış bir roman yazarıydı. Fransız Akademisi'ne seçilmişti. Politikayı sevmiyor, hümanist anlayış sergiliyordu. Güney Doğu Asya'da Fransız politikasını eleştirdiği için geriye çekildi. Genelde hümanisttir. İlke olarak, savaş karşıtıydı. Hiçbir silahlı eyleme katılmadı. Türkiye'ye savaş açtığı için Cihan Savaşı sırasında kendi hükümetini eleştirdi. Hiçbir örgüte bağlı değildi. İnandığı fikir için ölümüne kadar savaştı. İnsan hakları ilkesine dayalı bir savunma yürüttüğünden, Türkler onu 'Büyük Dost' ilan etti, adını İstanbul'daki bir caddeye verdi
152. doğum yılını andığımız yazar Piyer Loti, Osmanlı Devleti'nin parçalanma döneminde ve Kurtuluş Savaşı sırasında, Türk halkını cesaretle savunan tek yabancı olmuştu.
Fransızlar için Piyer Loti (asıl adıyla Julien Viaud) Fransız Akademisi üyeliğine layık görülmüş, son derece değerli bir romancıdır. Romantik akımın son temsilcilerinden sayılır. Bir özelliği de, 19. yüzyıldaki köklü değişmelere tepki gösteren, uygarlık adına yapılanları eleştirenler arasında, kendisine özgü bir yol göstermesidir: Türk türü doğulu yaşamı. Fransa'nın Atlas Okyanusu sahillerinde küçük bir liman şehrinde son derece basit ve içe kapalı bir aile yaşamından gelen Loti, Paris'in şımarık ve aşırı iddialı bulduğu hayat tarzından hiç hoşlanmıyordu. Nitekim bu yüzden Türkiye'yi severken, Avrupa'yı taklit eden 'Beyoğlu - Pera'nın yabancıları, turistleri ve levantenlerinden nefretini saklamıyordu. Bir bahriye subayı olarak geldiği Türkiye'de fırsat buldukça başına fes, sırtına Türk elbiseleri geçirip sokaklarda dolaşmayı, kahvelerde nargile içmeyi, rastladığı sade insanlarla konuşmayı tercih ediyordu. Bu amaçla Türkçe bile öğrendi.
Türkseverliğin nedenleri
Fas'tan İran'a kadar bütün İslam ülkelerini dolaşmış olan yazarın Türkseverliği iki hususa dayanıyordu.
Birincisi: 1876'da Selanik'te başlayan ve bir yıl içinde İstanbul'da biten Aziyade'ye aşkıdır. İlk ve ona ününü kazandıran aynı isimdeki romanının bu kahramanı ile harem atmosferi içinde geçirdiği huzur dolu günleri asla unutamamıştır. Orada, Avrupa'da artık kalmadığına inandığı sükunet ve günlük endişelerden kopuşu bulmanın zevkini kitaplarına yansıtmıştır. İlgisi asla Avrupalı bir kesimdeki gibi, haremde cinsellik arayışı değildi. 14 Ocak'ta 150. doğum yılını andığımız Loti'nin Türkseverliğinin ikinci sebebi, ev yaşamının dışında Türklerin, yönettikleri gayrimüslim cemaatlere gösterdikleri hoşgörüydü. Türkler aleyhinde bütün Batı'da yürütülen kötüleme kampanyasının gerçek olmadığına, aralarında yaşayarak tanık olmuştu. Bu sebeple, 'Les Desenchentees = Mutsuz Kadınlar' romanında olduğu gibi, kadınların eşlerini kendilerinin seçememeleri konusunda eleştiriler yöneltse de, temelde Osmanlı'ya toz kondurmuyordu.
Siyasi etkinlikleri
Artık yeni roman üretemediği 1910'lu yıllarda, bütün gücünü Türklere yöneltilen aşağılamalar ve haksız suçlamalara karşı çıkmaya verdi. İtalya'nın Libya'ya saldırısını (1911) gazetelere gönderdiği mektuplarla yerdiği gibi, onu izleyen Balkan Savaşı (1912 - 13) sırasında da makaleleriyle bütün Avrupa'nın karşısına tek başına dikildi. Batılıların bildikleri halde yansıtmaktan kaçındıkları bütün Hıristiyan kötülüklerini açık açık ortaya dökmekten kaçınmadı. O kadar ki, 1913'te onun hakkında Cemal Paşa, 'Dünyanın bütün düşmanlık şimşekleri üzerine yönelse kazınmayacak yüce karakterde biridir'; Falih Rıfkı, 'Bence Türk tarihi onun namını aziz Trakya'nın ikinci fatihleri arasında sayacaktır'; Adnan Adıvar ise, 'Türklerin Avrupa'daki az sayıdaki savunucularını manevi yaralarımızı saran bir Kızılay cemiyetine benzetiyor ve Loti'yi onların yüce başkanı sıfatıyla selamlıyorum,' demekten kendilerini alamamışlardır. O yıl Loti'nin İstanbul'u ziyareti, çok önemli bir siyasi olay olmuştu.
Fransız sansürüne karşı
Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi hükümetini Türkiye'ye savaş ilan ettiği için eleştirmekten geri kalmayan Loti, 1918 sonunda Osmanlı ülkesinin paylaşılma pazarlıkları başlar başlamaz, Türklere haksızlık yapılmakta olduğunu ısrarla tekrar etmeye koyuldu. Fransa'da sansürün hala Türkler lehinde yazı yayınlanmasına izin vermediği bir dönemde, yüksek mevkilerdeki - bazıları bakan - dostlarını kullanarak, açık mektuplarını gazetelere sokturabildi. Yunanlıların, Ermenilerin yaydıkları yanlış istatistikleri sürekli düzeltti. Fransa'nın İngiliz emperyalizminin peşinden gitmesini hep eleştirdi.
Daha 1910'larda kökleşmeye başlayan 'Büyük Dost' lakabı artık sadece onu belirtiyordu. Ankara'da ulusal direnç başlamadan önce, İzmir'in Yunanlılarca işgali üzerine 74 Türk aydınının imzalayarak gönderdikleri mektupta, 'Barış koşullarını saptayanların insafa gelmesi için çağırıda bulunması' istenmiştir. Bu çabaları dolayısıyla büyük bir anma töreni yapılmış hatta Divanyolu'ndaki bir sokağa ismi, Klod Farrer'le birlikte verilmiştir. Mustafa Kemal Paşa da gönderdiği mektubunda ondan, 'Hakların savunucusu ve civanmert yüce Fransız' diye bahseder.
Hastalığına rağmen sürdürdüğü kampanyasıyla Türklerin de 'insanlar arasında sayılması gerektiğini' kabul ettiren Loti, Lozan'ı ve cumhuriyetin ilanını göremeden öldü; ama edebi yanından çok, bu insan hakları savunucusu niteliğiyle Türklerin kalbinde taht kurdu
kurbanda tavuk kesmek
namazda sakız çiğnemek
tuvaletten çıktıktan sonra sifonu çekmek
sol partiden milletvekili seçilmek
caiz midir gibi eften püften konularla uğraşan ilahiyat profesörü...
son olarak peygamberlerin sosyal demokrat olduğunu iddia etmişti..fazla gündem yaratamayan bilim adamı..belki de böyle bir gayreti yoktur..
bunun asıl hikayesi hegel döneminde başlar yani 1700/1800 yıllarında daha böyle bir durum söz konusu değildi..hegelin kurduğu mecliste fikir ayrılığı başlar ve gelenekçi olanlar meclisin sağ tarafına yenilikçi olanlar ise sol tarafa oturur..oturuş o oturuş işte...bir kıyamet kopar sonra dünyada
psikoloji eğitimi almış kişi,reçete yazamaz sadece zihinsel terapi yapar..çoğu kişi ya ne işin var psikologda onun söylediklerini ben de sölerim ne varmış bunda der..abd de her yüz kişden biri haftada 1 kere psikologa gider..yani gelişmiş ülkelerde derdin oldu mu psikoloğa gitmiyosun..hayatın bir parçası haline gelmiş..türkiye ise apayrı bir yer..bizde sadece cinnet geçirenler ve arabesk müzik dinleyenler gidiyor
istanbul üniversitesine bağlı eğitim fakültesi..bir izzet baysal vardır..bir de hasan ali yücel..köy enstitülerinin kurucusudur..daha doğrusu kurulması için çaba gösteren eğitimcidir..
kendisi odtü fizik mezunu bir sanatçıdır..rock ve anadolu rock-pop karışımı şarkılar söyler..bir kaç kez dgmlik olmuş fakat hakkında bir işlem yürütülmemiştir..aşkın mapushane,dağlar,..bir sürü güzel şarkıları vardır
izmit kandıra yolundan sapınca karşınıza kefken-kerpe tabelası çıkar..siz de devam ederseniz bir tatil köyü olan cebeciye ulaşırsınız..yılda ortalama 3 kişi boğulur..karadenizin azgın dalgaları şile kadar değildir ama yine de dikkat etmek lazım..
Görele'de doğdu. Ailesinin beş çocuğundan ikincisidir. Trabzon Lisesi'nde okurken, 1927'de bu okula resim öğretmeni atanan Zeki Kocamemi'nin öğrencisi oldu. Onun derslerinin etkisi ve okul müdürünün özendirmesiyle 1929'da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'ne (şimdi Mimar Sinan Üniversitesi) girdi. Burada Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı'nın öğrencisi oldu. 1930'da eğitimini bitirmeden, ağabeyisi Sabahattin Eyüboğlu'nun yanına Paris'e gitti. Orada André Lhote'un yanında resim çalıştı. Daha sonra evleneceği Rumen asıllı eşi Eren Eyüboğlu ile de burada tanıştı.
Yurda döndükten sonra 1934'te D Grubu'nun dördüncü sergisine otuz resmi ile katıldı. İlk kişisel sergisini de aynı yıl Bükreş'te açtı. 1934'te katıldığı Akademi'nin diploma yarışmasında üçüncü oldu. Bu derece ile mezun olmak istemediği için bir yandan diploma yarışmasına yeniden hazırlanırken, bir yandan da bir süre Çerkeş demiryolu
yapımında çevirmenlik yaptı, Tekel Genel Müdürlüğü'nde çalıştı. 1936'daki diploma yarışmasında Hamam adlı kompozisyonuyla birinci oldu. Aynı yıl Moskova'da düzenlenen Çağdaş Türk Sanat Sergisi'ne katıldı. 1937'de Cemal Tollu'yla birlikte Akademi'nin Resim Bölümü Şefi Léopold Lévy'nin asistanı oldular. Bedri Rahmi birçok
ressamın katıldığı CHP'nin kültür programı çerçevesinde resim yapmak için 1938'de Edirne'ye, 1941'de de Çorum'a gitti. Bu dönem resimlerinde köy manzaraları, köy kahveleri, faytonlu yollar, iğde dalı takmış gelinler gibi Anadolu'ya özgü görünümler egemendir.
1940'lardan sonra duvar resimlerine yöneldi. İlk duvar resmini 1943'te İstanbul'da, Ortaköy'deki Lido Yüzme Havuzu için yaptı. 1947'de İstanbul'da özel bir atölye ve galeri açtı. 1950'de Ankara'da sanatının o güne kadarki bütün dönemlerini kapsayan bir sergisi düzenlendi. Bedri Rahmi aynı yıl bir kez daha Paris'e gitti ve İnsan Müzesi'nde (Musée de I'homme) ilkel kavimlerin sanatını inceledi. Bu incelemeleri 'güzel'in aynı zamanda 'yararlı'da olabileceği, 'yararlı' olmanın 'güzel'in gücünü eksiltmeyeceği düşüncesine ulaşmasına yol açtı. Bu düşünce ise onun bundan sonraki sanat görüşünü tümüyle etkiledi, yönlendirdi. Mozaik çalışmalarına 1950'de başladı. 1958'de Uluslararası Brüksel Sergisi için 272 m²'lik bir mozaik pano gerçekleştirdi ve bu yapıtıyla serginin büyük ödülü olan altın madalyayı kazandı. Bundan bir yıl sonra Paris'teki NATO yapısı için, şimdi Brüksel'de bulunan, 50 m²'lik bir mozaik pano hazırladı. 1960 ve 1961'de iki kez ABD'ye gitti. Orada birçok geziye katıldı, konferanslar verdi ve resim çalışmaları yaptı.1969'da Sao Paulo Bienali'nde (iki yıllık sergi) onur madalyası kazandı. Ayrıca 1940'ta Devlet Resim ve Heykel Sergisi'nde resim dalında üçüncülük, 1943'te aynı serginin 4.sünde ikincilik ve 1972'de de 33. sergide birincilik ödülünü aldı. Ölümünden sonra 1976'da Ankara'da 'Yaşayan Bedri Rahmi' adıyla bir sergisi düzenlendi. Aynı yıl İstanbul'da da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde adına düzenlenen bir sergiyle anıldı. 1984'te İstanbul'da 'Bedri Rahmi-Her Dönemden' adlı bir toplu sergisi açıldı.
Bedri Rahmi Akademi'deki ilk yıllarından sonra temel bilgilerini Paris'te André Lhote'un akademisinde edinmesine karşın onun kübist ve yapımcı (konstrüktif) yaklaşımını benimsememiş, Dufy ve Matisse'i kendine daha yakın bulmuştur. Paris'ten döndükten sonra Anadolu ve Trakya gezilerinde yaptığı resimlerle İstanbul görünümlerinde Dufy'nin renk ve çizgi anlayışının etkileri görülür. Zamanla bu etkiden sıyrılan Bedri Rahmi halk sanatını sağlam bir kaynak olarak görmeye başlamıştır. Halk sanatından yola çıkarak yeni anlatım biçimleri aramıştır. Minyatürlerden de esinlenmiştir. Anadolu kilimlerinin geometrik, soyut biçimleri, çini, cicim, heybe, yazma ve çorapların bezeme düzeni ve renk uyumlarını kaynak olarak kullanmış, motifin ağırlık kazandığı süslemeci bir tutumla resimler yapmıştır. Ancak, yalnızca motifleri resme uygulamakla yetinmemiş, renk ve malzeme araştırmalarına da girmiştir. Çeşitli teknikleri deneyerek gravür, mozaik, heykel ve seramik alanlarında birçok ürün vermiştir. Yine bir halk sanatı olan yazmacılığa da yönelmiş, kumaş üstüne baskılar yapmış, bu çalışmalarını öğrencileriyle birlikte de yürütmüştür.
İki yıl kadar süren ABD gezisinden sonra değişik malzemelerden yararlanarak soyut resimler ve renk düzenlemelerine yönelmişse de son yıllarında yeniden eski konularına dönmüştür. Kemençeciler, gecekondular, hanlar, kendi portreleri, balıklar ve kahvelerle, yeni renk ve doku deneyimlerinden de yararlanarak, doğaya eğilişin ustaca ve yetkin örneklerini vermiştir. Çağdaş resim öğelerini de içeren bu çalışmalarında, konu soyuta yaklaştığı oranda, resmin de bir tür 'nakış'a dönüştüğü izlenir.
Bedri Rahmi 1927'de başladığı resim öğretmenliğini ölümüne değin sürdürmüş, Akademi'deki atölyesinde sayısız öğrenci yetiştirerek, çağdaş Türk resmi için bu açıdan da etkili ve yararlı olmuştur.
Bedri Rahmi 1928'de daha lise öğrencisiyken şiir yazmaya başlamıştır. Şiirlerine, 1933'ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, İnkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verilmiştir. 1941'den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlanmıştır. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansımıştır. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürmüştür. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir.Bedri Rahmi Eyüboğlu 21 Eylül 1975'te vefat etti.
Eski çağların yedi harikasından biri sayılan Babil'in Asma Bahçeleri içinde bulunan Babil Kulesi, Tanrı Marduk adına yapılmıştır. Dağlık bölgelerden gelen Sümerliler, yükseklere taparlar ve yer ile göğü bağlayan kutsal bir ağacın varlığına da inanırlardı. Sümerliler yeri göğe bağlayan bu ağacı temsil eden ve Tanrıdağı dedikleri kuleyi zamanımızdan 5.000 yıl kadar önce yapmışlardır. Tevrat'a göre Babil Kulesi'ni Hz. Nuh'un torunları gökyüzüne ulaşmak, tanrının oturduğu yere varmak için yapmışlardır. Bu sebeple kule, Tevrat'ta insan gururunun utanç kaynağı olarak gösterilir.
Babil Kulesi'nin temelleri 90 metre genişlikteydi. Kule, 90 metre yüksekliğinde ve 7 katlı idi. Birinci katı 33, ikinci katı 18, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katları 6, en üst katı ise 15 metre yüksekliğindeydi. 85 milyon tuğladan yapılan kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, Tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila'ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu vardı. Esagila 20 metre yüksekliğinde, 450 metre eninde ve 550 metre boyundaydı.
Babil'i işgal eden Tikulti-Ninurta, Sargon, Sanherip ve Asurbanipal kuleyi yıkmışlardı. Babil Kralları Nabopollasor ve Nabukadnasor ise yeniden yaptılar. Ancak M.Ö. 479'da Babil'i fetheden Pers kralı Xerkes kuleyi yıktıktan sonra tekrar onaran olmadı. Yalnız, Büyük İskender Babil'e geldiğinde harap haldeki kuleye hayran kalmış ve onu eski haline getirmeye karar vermişti. Bu sebeple 10.000 kişiyi iki ay boyunca çalıştırarak molozları temizletti. Fakat Büyük İskender ölünce kulenin onarımından vazgeçildi.
Bugün, Tevrat ve İncil'de de bahsedilen Babil Kulesi'nden geriye birşey kalmamıştır.
Dada 1916'da Zürih'de doğmuş olan bir sanat akımıdır. I. Dünya Savaşı'nın katliamlarına ve budalalığına duyulan nefretten doğan bu hareket, şok etkisi yaratan taktiklerle ve alay ederek, teknolojik ilerlemeye körü körüne bağlanmanın yüzeyselliğini, Avrupa toplumunun yozlaşmasını, savaş, toplum, gelenek, din ve sanat gibi tüm yerleşik değerleri protesto etmekteydi. Dada hareketi yaratıcı sanatı canlandırma amacıyla yeni deneysel ifade formları bulmak için çaba göstermiştir. Savaşın bitmesinden sonra 1918'de Dada hareketi Almanya'ya sıçradı ve burada aşırı sağın yükselen militer ve milliyetçi politikalarına bir çeşit karşı duruş halini aldı. Dada hareketinin bir diğer önemli özelliği sürrealizmin önünü açması ve hatta temellerini atmasıdır. Dada hareketinin içinde yer alan pek çok sanatçı daha sonraları sürrealist hareket içinde etkili olmuştur.
Dadaizmin öncülerinden genç Macar şairi Tristan Tzara (1896-1963) 1917'de DADA dergisini çıkarmaya başladı. Bu dergide dadaizmin öncüleri Ball, Hans Arp, Richard Hulsenbek ve Tzara, ses şiiri, anlamdışılık şiir ve şans şiiri adını verdikleri yeni şiir biçimlerini denemeye başladılar. Kısa zaman sonra Fransa'nın önde gelen şairleri de bu dergide çalışmaya başladılar: Aragon, Eluard, Breton ve diğerleri.
'İnsanın anlamsızlık (Unsinn) üzerine kurduğu mantıksal zincir yerine, mantıksal bağı bulunmayan anlamdışılık (Ohne-Sinn) konmalıdır.' Dada, sanata karşı doğanın yanındadır. Dada'ya göre doğada anlam yoktu, öyleyse sanatta da anlam olmamalıydı....Ancak Dadaistler her ne kadar sanata karşı olduklarını, geleneği reddettiklerini ve sadece yozlaşmış bir toplumla alay edip aşağıladıklarını ifade etmiş olsalar da ortaya koydukları çalışmalarla fütürizmin görsel alfabesini zenginleştirmişlerdir. Kural ve dogmalardan kurtulmak sanatçıyı kendi gerçeğine daha çok yaklaştırmıştır. Şans eseri olarak bilinçsizce yapılanın etkinliği anlaşılınca, Dadaistler kendiliğinden (spontane) olanı planlı davranışlarla birleştirmenin yollarını aramışlar; bu sentez sayesinde tipografi geleneksel kısıtlamalardan kurtulmuştur. Dada aynı zamanda, harf biçimlerini Kübizm kavramına uyan -fonetik semboller olarak değil- görsel biçimler olarak kullanmıştır.
Dada hareketine ilişkin en önemli tartışmalardan biri Dada'nın gerçekten de sanat karşıtı (anti-art) olup olmadığıdır. Bu tartışmanın sebebi Dadaist sanatçıların genel olarak Sanat konusunda fazlasıyla eleştirel olmalarıdır. 'Yüksek ve güzel' olduğu düşünülen Sanat'ı üreten ve ona tapan toplumla, I. Dünya Savaşı'na sebep olan toplum ne de olsa aynı toplumdur. 1916'da sanat aşığı olmak, Dadaistler için, katışıksız ikiyüzlülük demekti. Dadaistlere göre Sanat dolaylı yoldan da olsa suçluydu.
Daha da kötüsü, eğer Alman erkekleri, Fransızları ve Rusları süngüleriyle şişlemeye, sırt çantalarında Goethe'nin kitabıyla gidiyorlarsa, bunu, Sanat insanlığı aptal yerine koyduğu, insanların dünyayı olduğundan daha güzel bir yer olarak görmelerine sebep olduğu için yapıyorlardı. İşte Dadaistleri en çok kızdıran ve radikal ifade yollarına iten de buydu. Dada yerleşik sosyal estetiğe acımasızca bu yüzden saldırmıştır. Güzelliğin, simetrinin ve anlamın bozguna uğratılması ve geleneksel malzemelerin reddedilmesi Dada'nın başlıca özellikleriydi. Bütün bunlar Dada için, insanlığı toplu cinayete sürükleme kapasitesi olan bir sosyal ritmin bozulmasıydı.
Dada'nın hemen hemen herşeyi inkar etmesi, yeni ve güçlü iletişim yöntemleri yaratmış; bunlar şiirde yeni biçimlerin kullanılması, görsel iletişimde ise kolaj ve fotomontaj gibi teknikler olmuştur. Bu tekniklerde, resimli dergilerden, eski mektuplardan, basın ilanı ve etiketlerden kesilen fotoğraflar yeni bir düzenlemeyle yapıştırılmış ve birbiriyle ilgisi olmayan bu resim ve işaret parçalarından, yeni anlamlar yaratan bağlantıların kurulduğu, genellikle kışkırtıcı nitelikte düzenlemeler oluşturulmuştur.
Alaycı ve aşağılayıcı tavrıyla toplumsal değerleri kökünden sarsan Dadaizm, 1912-1922 yılları arasında resim, edebiyat, tiyatro ve müziği içine alan sanat dallarına olduğu kadar grafik tasarımın da görsel diline devrimci nitelikler getirmiştir. 1922'de üyeler arasındaki sürtüşmelerin artması, yıkıcı etkinliklerin bir sınıra dayanması ve çok sayıda Dadaist'in Sürrealizm'e yönelmesi sonucu, varlığını sürdürecek bir zemin kalmadığı için son bulmuştur. Ancak Dada, yeniliğe ve başkaldırıya esin kaynağı olan, bir özgürleştirme hareketi olarak geçerliliği kalmamış alışkanlıklara karşı savaşması, uzlaşmaz tutumu ve tutkusu ile bugün bile entelektüel ve sanatsal buluşlara örnek olmaktadır.
Dadaizmin öncülerinden biri olan Hans Arp 'Sosyal Estetik'ten zamanla daha fazla uzaklaştım' isimli yazısında Dada hareketini çok iyi bir şekilde özetliyor: 'Dada insanın akla uygun aldanışlarını ortadan kaldırmayı ve de doğal ve mantıksız düzene yeniden kavuşmayı amaçlamıştır. Dada insanın mantıklı anlamsızlıklarını, mantıksız saçmalıklarla değiştirmeyi istemektedir. İşte bu yüzden biz Dada'nın büyük davulunu bütün gücümüzle çalıyoruz ve mantıksızlığın övgülerini tüm nefesimizle üflüyoruz....Dada için felsefeler bırakılmış eski bir diş fırçasından daha az değerlidir, Dada onları büyük dünya liderlerine bırakır. Dada erdemin resmi sözlüğünün iğrenç entrikalarını kınamaktadır. Dada saçma olan için vardır, ki bu saçmalık anlamsızlık anlamına gelmez. Dada doğa gibi saçma ve akla aykırıdır. Dada doğadan yana ve Sanat'ın karşısındadır...'
Dada hareketi kesinlikle doğduğu zamanın özel koşuları göz önüne alınarak incelenmelidir. Sözü geçen zamanlar, büyük bir karışıklığın, belirsizliğin ve deliliğin hüküm sürdüğü zamanlardır.
Baki'ye dostları sorar; 'kaç çeşit dost vardır? ' diye. Baki, 'üç çeşit dost vardır' der: * Bir dost vardır gıda gibidir, sen onu hergün ararsın. * Bir dost vardır ilaç gibidir, gerektiğinde ararsın. * Bir dost vardır hastalık gibidir, o seni arar.
amentü billahi
17.07.2004 - 09:19abdest alırken okunur
pierre loti
17.07.2004 - 09:17Piyer Loti Deniz subaylığı eğitimi gördü. Türkiye'ye gelişi rastlantıdır. Gemisi görevlendirilmişti. Bütün dünyayı dolaştı. Çok genç yaşında dünya çapında ün kazanmış bir roman yazarıydı. Fransız Akademisi'ne seçilmişti. Politikayı sevmiyor, hümanist anlayış sergiliyordu. Güney Doğu Asya'da Fransız politikasını eleştirdiği için geriye çekildi. Genelde hümanisttir. İlke olarak, savaş karşıtıydı. Hiçbir silahlı eyleme katılmadı. Türkiye'ye savaş açtığı için Cihan Savaşı sırasında kendi hükümetini eleştirdi. Hiçbir örgüte bağlı değildi. İnandığı fikir için ölümüne kadar savaştı. İnsan hakları ilkesine dayalı bir savunma yürüttüğünden, Türkler onu 'Büyük Dost' ilan etti, adını İstanbul'daki bir caddeye verdi
152. doğum yılını andığımız yazar Piyer Loti, Osmanlı Devleti'nin parçalanma döneminde ve Kurtuluş Savaşı sırasında, Türk halkını cesaretle savunan tek yabancı olmuştu.
Fransızlar için Piyer Loti (asıl adıyla Julien Viaud) Fransız Akademisi üyeliğine layık görülmüş, son derece değerli bir romancıdır. Romantik akımın son temsilcilerinden sayılır. Bir özelliği de, 19. yüzyıldaki köklü değişmelere tepki gösteren, uygarlık adına yapılanları eleştirenler arasında, kendisine özgü bir yol göstermesidir: Türk türü doğulu yaşamı. Fransa'nın Atlas Okyanusu sahillerinde küçük bir liman şehrinde son derece basit ve içe kapalı bir aile yaşamından gelen Loti, Paris'in şımarık ve aşırı iddialı bulduğu hayat tarzından hiç hoşlanmıyordu. Nitekim bu yüzden Türkiye'yi severken, Avrupa'yı taklit eden 'Beyoğlu - Pera'nın yabancıları, turistleri ve levantenlerinden nefretini saklamıyordu. Bir bahriye subayı olarak geldiği Türkiye'de fırsat buldukça başına fes, sırtına Türk elbiseleri geçirip sokaklarda dolaşmayı, kahvelerde nargile içmeyi, rastladığı sade insanlarla konuşmayı tercih ediyordu. Bu amaçla Türkçe bile öğrendi.
Türkseverliğin nedenleri
Fas'tan İran'a kadar bütün İslam ülkelerini dolaşmış olan yazarın Türkseverliği iki hususa dayanıyordu.
Birincisi: 1876'da Selanik'te başlayan ve bir yıl içinde İstanbul'da biten Aziyade'ye aşkıdır. İlk ve ona ününü kazandıran aynı isimdeki romanının bu kahramanı ile harem atmosferi içinde geçirdiği huzur dolu günleri asla unutamamıştır. Orada, Avrupa'da artık kalmadığına inandığı sükunet ve günlük endişelerden kopuşu bulmanın zevkini kitaplarına yansıtmıştır. İlgisi asla Avrupalı bir kesimdeki gibi, haremde cinsellik arayışı değildi. 14 Ocak'ta 150. doğum yılını andığımız Loti'nin Türkseverliğinin ikinci sebebi, ev yaşamının dışında Türklerin, yönettikleri gayrimüslim cemaatlere gösterdikleri hoşgörüydü. Türkler aleyhinde bütün Batı'da yürütülen kötüleme kampanyasının gerçek olmadığına, aralarında yaşayarak tanık olmuştu. Bu sebeple, 'Les Desenchentees = Mutsuz Kadınlar' romanında olduğu gibi, kadınların eşlerini kendilerinin seçememeleri konusunda eleştiriler yöneltse de, temelde Osmanlı'ya toz kondurmuyordu.
Siyasi etkinlikleri
Artık yeni roman üretemediği 1910'lu yıllarda, bütün gücünü Türklere yöneltilen aşağılamalar ve haksız suçlamalara karşı çıkmaya verdi. İtalya'nın Libya'ya saldırısını (1911) gazetelere gönderdiği mektuplarla yerdiği gibi, onu izleyen Balkan Savaşı (1912 - 13) sırasında da makaleleriyle bütün Avrupa'nın karşısına tek başına dikildi. Batılıların bildikleri halde yansıtmaktan kaçındıkları bütün Hıristiyan kötülüklerini açık açık ortaya dökmekten kaçınmadı. O kadar ki, 1913'te onun hakkında Cemal Paşa, 'Dünyanın bütün düşmanlık şimşekleri üzerine yönelse kazınmayacak yüce karakterde biridir'; Falih Rıfkı, 'Bence Türk tarihi onun namını aziz Trakya'nın ikinci fatihleri arasında sayacaktır'; Adnan Adıvar ise, 'Türklerin Avrupa'daki az sayıdaki savunucularını manevi yaralarımızı saran bir Kızılay cemiyetine benzetiyor ve Loti'yi onların yüce başkanı sıfatıyla selamlıyorum,' demekten kendilerini alamamışlardır. O yıl Loti'nin İstanbul'u ziyareti, çok önemli bir siyasi olay olmuştu.
Fransız sansürüne karşı
Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi hükümetini Türkiye'ye savaş ilan ettiği için eleştirmekten geri kalmayan Loti, 1918 sonunda Osmanlı ülkesinin paylaşılma pazarlıkları başlar başlamaz, Türklere haksızlık yapılmakta olduğunu ısrarla tekrar etmeye koyuldu. Fransa'da sansürün hala Türkler lehinde yazı yayınlanmasına izin vermediği bir dönemde, yüksek mevkilerdeki - bazıları bakan - dostlarını kullanarak, açık mektuplarını gazetelere sokturabildi. Yunanlıların, Ermenilerin yaydıkları yanlış istatistikleri sürekli düzeltti. Fransa'nın İngiliz emperyalizminin peşinden gitmesini hep eleştirdi.
Daha 1910'larda kökleşmeye başlayan 'Büyük Dost' lakabı artık sadece onu belirtiyordu. Ankara'da ulusal direnç başlamadan önce, İzmir'in Yunanlılarca işgali üzerine 74 Türk aydınının imzalayarak gönderdikleri mektupta, 'Barış koşullarını saptayanların insafa gelmesi için çağırıda bulunması' istenmiştir. Bu çabaları dolayısıyla büyük bir anma töreni yapılmış hatta Divanyolu'ndaki bir sokağa ismi, Klod Farrer'le birlikte verilmiştir. Mustafa Kemal Paşa da gönderdiği mektubunda ondan, 'Hakların savunucusu ve civanmert yüce Fransız' diye bahseder.
Hastalığına rağmen sürdürdüğü kampanyasıyla Türklerin de 'insanlar arasında sayılması gerektiğini' kabul ettiren Loti, Lozan'ı ve cumhuriyetin ilanını göremeden öldü; ama edebi yanından çok, bu insan hakları savunucusu niteliğiyle Türklerin kalbinde taht kurdu
pierre loti
17.07.2004 - 09:14eyüpün yukarısına çıkarsanız mezarlık ve haliç manzaralı eşsiz bir yer..
sevgili
17.07.2004 - 09:10kavramı günden güne değişen hakkettiği değeri yitirmeye başlayan duygu..ileride küresel ısınmanın da etkisiyle yok olacağından eminim..
yaşar nuri öztürk
17.07.2004 - 09:09kurbanda tavuk kesmek
namazda sakız çiğnemek
tuvaletten çıktıktan sonra sifonu çekmek
sol partiden milletvekili seçilmek
caiz midir gibi eften püften konularla uğraşan ilahiyat profesörü...
son olarak peygamberlerin sosyal demokrat olduğunu iddia etmişti..fazla gündem yaratamayan bilim adamı..belki de böyle bir gayreti yoktur..
ün
17.07.2004 - 09:05nam,şan,şöhret,şaşa,fiyaka akla gelebilecek herşey gösteriş
nazım hikmet
16.07.2004 - 19:29beni leninin yanına gömün demiştir
nefs
16.07.2004 - 19:25insanların kontrol altına alamadıkları duygu
sağ ve sol
16.07.2004 - 19:24bunun asıl hikayesi hegel döneminde başlar yani 1700/1800 yıllarında daha böyle bir durum söz konusu değildi..hegelin kurduğu mecliste fikir ayrılığı başlar ve gelenekçi olanlar meclisin sağ tarafına yenilikçi olanlar ise sol tarafa oturur..oturuş o oturuş işte...bir kıyamet kopar sonra dünyada
sağ ve sol
16.07.2004 - 19:22türkiyede çatışmaların en yaygın olduğu 68-70 dönemlerinde iki grubun sıkça karşı karşıya geldiği kavram
sahaflar çarşısı
16.07.2004 - 19:21şimdiki zamanda remzi kitap evi ile eş değerde fiyatlara sahip kazıkçılar çarşısı
sağcı
16.07.2004 - 19:20türkiyede ne olduğu bilinmeyen bazılarının kendilerini direkt olarak içinde bulduğu kavram
sezen aksu
16.07.2004 - 19:19izmirde doğan ziraat fakültesindeki öğrenimini yarıda bırakıp müzik hayatına atılan minik serçe lakaplı sanatçı,,gülümse kaybolan yıllar,minik serçe,şarkı söylemek lazım,tutsak,yaz bitmeden,firuze,geri dön,ne kavgam bitti albümlerini çıkarmıştır
psikolog
16.07.2004 - 19:16psikoloji eğitimi almış kişi,reçete yazamaz sadece zihinsel terapi yapar..çoğu kişi ya ne işin var psikologda onun söylediklerini ben de sölerim ne varmış bunda der..abd de her yüz kişden biri haftada 1 kere psikologa gider..yani gelişmiş ülkelerde derdin oldu mu psikoloğa gitmiyosun..hayatın bir parçası haline gelmiş..türkiye ise apayrı bir yer..bizde sadece cinnet geçirenler ve arabesk müzik dinleyenler gidiyor
hasan ali yücel
16.07.2004 - 19:11istanbul üniversitesine bağlı eğitim fakültesi..bir izzet baysal vardır..bir de hasan ali yücel..köy enstitülerinin kurucusudur..daha doğrusu kurulması için çaba gösteren eğitimcidir..
haluk levent
16.07.2004 - 19:09kendisi odtü fizik mezunu bir sanatçıdır..rock ve anadolu rock-pop karışımı şarkılar söyler..bir kaç kez dgmlik olmuş fakat hakkında bir işlem yürütülmemiştir..aşkın mapushane,dağlar,..bir sürü güzel şarkıları vardır
hasankeyf
16.07.2004 - 19:07şu anda yavaş yavaş su altında kalmaya başlayan tarihi yer
özgür kız
16.07.2004 - 19:07nil karaibrahimgil
cebeci
16.07.2004 - 19:05izmit kandıra yolundan sapınca karşınıza kefken-kerpe tabelası çıkar..siz de devam ederseniz bir tatil köyü olan cebeciye ulaşırsınız..yılda ortalama 3 kişi boğulur..karadenizin azgın dalgaları şile kadar değildir ama yine de dikkat etmek lazım..
cemil meriç
16.07.2004 - 19:03okumaktan gözleri kör olmuş..daha da yetinmemiş kızına okutmuştur kitapları
bedri rahmi eyüpoğlu
16.07.2004 - 19:01Görele'de doğdu. Ailesinin beş çocuğundan ikincisidir. Trabzon Lisesi'nde okurken, 1927'de bu okula resim öğretmeni atanan Zeki Kocamemi'nin öğrencisi oldu. Onun derslerinin etkisi ve okul müdürünün özendirmesiyle 1929'da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'ne (şimdi Mimar Sinan Üniversitesi) girdi. Burada Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı'nın öğrencisi oldu. 1930'da eğitimini bitirmeden, ağabeyisi Sabahattin Eyüboğlu'nun yanına Paris'e gitti. Orada André Lhote'un yanında resim çalıştı. Daha sonra evleneceği Rumen asıllı eşi Eren Eyüboğlu ile de burada tanıştı.
Yurda döndükten sonra 1934'te D Grubu'nun dördüncü sergisine otuz resmi ile katıldı. İlk kişisel sergisini de aynı yıl Bükreş'te açtı. 1934'te katıldığı Akademi'nin diploma yarışmasında üçüncü oldu. Bu derece ile mezun olmak istemediği için bir yandan diploma yarışmasına yeniden hazırlanırken, bir yandan da bir süre Çerkeş demiryolu
yapımında çevirmenlik yaptı, Tekel Genel Müdürlüğü'nde çalıştı. 1936'daki diploma yarışmasında Hamam adlı kompozisyonuyla birinci oldu. Aynı yıl Moskova'da düzenlenen Çağdaş Türk Sanat Sergisi'ne katıldı. 1937'de Cemal Tollu'yla birlikte Akademi'nin Resim Bölümü Şefi Léopold Lévy'nin asistanı oldular. Bedri Rahmi birçok
ressamın katıldığı CHP'nin kültür programı çerçevesinde resim yapmak için 1938'de Edirne'ye, 1941'de de Çorum'a gitti. Bu dönem resimlerinde köy manzaraları, köy kahveleri, faytonlu yollar, iğde dalı takmış gelinler gibi Anadolu'ya özgü görünümler egemendir.
1940'lardan sonra duvar resimlerine yöneldi. İlk duvar resmini 1943'te İstanbul'da, Ortaköy'deki Lido Yüzme Havuzu için yaptı. 1947'de İstanbul'da özel bir atölye ve galeri açtı. 1950'de Ankara'da sanatının o güne kadarki bütün dönemlerini kapsayan bir sergisi düzenlendi. Bedri Rahmi aynı yıl bir kez daha Paris'e gitti ve İnsan Müzesi'nde (Musée de I'homme) ilkel kavimlerin sanatını inceledi. Bu incelemeleri 'güzel'in aynı zamanda 'yararlı'da olabileceği, 'yararlı' olmanın 'güzel'in gücünü eksiltmeyeceği düşüncesine ulaşmasına yol açtı. Bu düşünce ise onun bundan sonraki sanat görüşünü tümüyle etkiledi, yönlendirdi. Mozaik çalışmalarına 1950'de başladı. 1958'de Uluslararası Brüksel Sergisi için 272 m²'lik bir mozaik pano gerçekleştirdi ve bu yapıtıyla serginin büyük ödülü olan altın madalyayı kazandı. Bundan bir yıl sonra Paris'teki NATO yapısı için, şimdi Brüksel'de bulunan, 50 m²'lik bir mozaik pano hazırladı. 1960 ve 1961'de iki kez ABD'ye gitti. Orada birçok geziye katıldı, konferanslar verdi ve resim çalışmaları yaptı.1969'da Sao Paulo Bienali'nde (iki yıllık sergi) onur madalyası kazandı. Ayrıca 1940'ta Devlet Resim ve Heykel Sergisi'nde resim dalında üçüncülük, 1943'te aynı serginin 4.sünde ikincilik ve 1972'de de 33. sergide birincilik ödülünü aldı. Ölümünden sonra 1976'da Ankara'da 'Yaşayan Bedri Rahmi' adıyla bir sergisi düzenlendi. Aynı yıl İstanbul'da da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde adına düzenlenen bir sergiyle anıldı. 1984'te İstanbul'da 'Bedri Rahmi-Her Dönemden' adlı bir toplu sergisi açıldı.
Bedri Rahmi Akademi'deki ilk yıllarından sonra temel bilgilerini Paris'te André Lhote'un akademisinde edinmesine karşın onun kübist ve yapımcı (konstrüktif) yaklaşımını benimsememiş, Dufy ve Matisse'i kendine daha yakın bulmuştur. Paris'ten döndükten sonra Anadolu ve Trakya gezilerinde yaptığı resimlerle İstanbul görünümlerinde Dufy'nin renk ve çizgi anlayışının etkileri görülür. Zamanla bu etkiden sıyrılan Bedri Rahmi halk sanatını sağlam bir kaynak olarak görmeye başlamıştır. Halk sanatından yola çıkarak yeni anlatım biçimleri aramıştır. Minyatürlerden de esinlenmiştir. Anadolu kilimlerinin geometrik, soyut biçimleri, çini, cicim, heybe, yazma ve çorapların bezeme düzeni ve renk uyumlarını kaynak olarak kullanmış, motifin ağırlık kazandığı süslemeci bir tutumla resimler yapmıştır. Ancak, yalnızca motifleri resme uygulamakla yetinmemiş, renk ve malzeme araştırmalarına da girmiştir. Çeşitli teknikleri deneyerek gravür, mozaik, heykel ve seramik alanlarında birçok ürün vermiştir. Yine bir halk sanatı olan yazmacılığa da yönelmiş, kumaş üstüne baskılar yapmış, bu çalışmalarını öğrencileriyle birlikte de yürütmüştür.
İki yıl kadar süren ABD gezisinden sonra değişik malzemelerden yararlanarak soyut resimler ve renk düzenlemelerine yönelmişse de son yıllarında yeniden eski konularına dönmüştür. Kemençeciler, gecekondular, hanlar, kendi portreleri, balıklar ve kahvelerle, yeni renk ve doku deneyimlerinden de yararlanarak, doğaya eğilişin ustaca ve yetkin örneklerini vermiştir. Çağdaş resim öğelerini de içeren bu çalışmalarında, konu soyuta yaklaştığı oranda, resmin de bir tür 'nakış'a dönüştüğü izlenir.
Bedri Rahmi 1927'de başladığı resim öğretmenliğini ölümüne değin sürdürmüş, Akademi'deki atölyesinde sayısız öğrenci yetiştirerek, çağdaş Türk resmi için bu açıdan da etkili ve yararlı olmuştur.
Bedri Rahmi 1928'de daha lise öğrencisiyken şiir yazmaya başlamıştır. Şiirlerine, 1933'ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, İnkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verilmiştir. 1941'den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlanmıştır. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansımıştır. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürmüştür. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir.Bedri Rahmi Eyüboğlu 21 Eylül 1975'te vefat etti.
babil kulesi
16.07.2004 - 18:59Eski çağların yedi harikasından biri sayılan Babil'in Asma Bahçeleri içinde bulunan Babil Kulesi, Tanrı Marduk adına yapılmıştır. Dağlık bölgelerden gelen Sümerliler, yükseklere taparlar ve yer ile göğü bağlayan kutsal bir ağacın varlığına da inanırlardı. Sümerliler yeri göğe bağlayan bu ağacı temsil eden ve Tanrıdağı dedikleri kuleyi zamanımızdan 5.000 yıl kadar önce yapmışlardır. Tevrat'a göre Babil Kulesi'ni Hz. Nuh'un torunları gökyüzüne ulaşmak, tanrının oturduğu yere varmak için yapmışlardır. Bu sebeple kule, Tevrat'ta insan gururunun utanç kaynağı olarak gösterilir.
Babil Kulesi'nin temelleri 90 metre genişlikteydi. Kule, 90 metre yüksekliğinde ve 7 katlı idi. Birinci katı 33, ikinci katı 18, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katları 6, en üst katı ise 15 metre yüksekliğindeydi. 85 milyon tuğladan yapılan kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, Tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila'ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu vardı. Esagila 20 metre yüksekliğinde, 450 metre eninde ve 550 metre boyundaydı.
Babil'i işgal eden Tikulti-Ninurta, Sargon, Sanherip ve Asurbanipal kuleyi yıkmışlardı. Babil Kralları Nabopollasor ve Nabukadnasor ise yeniden yaptılar. Ancak M.Ö. 479'da Babil'i fetheden Pers kralı Xerkes kuleyi yıktıktan sonra tekrar onaran olmadı. Yalnız, Büyük İskender Babil'e geldiğinde harap haldeki kuleye hayran kalmış ve onu eski haline getirmeye karar vermişti. Bu sebeple 10.000 kişiyi iki ay boyunca çalıştırarak molozları temizletti. Fakat Büyük İskender ölünce kulenin onarımından vazgeçildi.
Bugün, Tevrat ve İncil'de de bahsedilen Babil Kulesi'nden geriye birşey kalmamıştır.
dadaizm
16.07.2004 - 18:53Dada 1916'da Zürih'de doğmuş olan bir sanat akımıdır. I. Dünya Savaşı'nın katliamlarına ve budalalığına duyulan nefretten doğan bu hareket, şok etkisi yaratan taktiklerle ve alay ederek, teknolojik ilerlemeye körü körüne bağlanmanın yüzeyselliğini, Avrupa toplumunun yozlaşmasını, savaş, toplum, gelenek, din ve sanat gibi tüm yerleşik değerleri protesto etmekteydi. Dada hareketi yaratıcı sanatı canlandırma amacıyla yeni deneysel ifade formları bulmak için çaba göstermiştir. Savaşın bitmesinden sonra 1918'de Dada hareketi Almanya'ya sıçradı ve burada aşırı sağın yükselen militer ve milliyetçi politikalarına bir çeşit karşı duruş halini aldı. Dada hareketinin bir diğer önemli özelliği sürrealizmin önünü açması ve hatta temellerini atmasıdır. Dada hareketinin içinde yer alan pek çok sanatçı daha sonraları sürrealist hareket içinde etkili olmuştur.
Dadaizmin öncülerinden genç Macar şairi Tristan Tzara (1896-1963) 1917'de DADA dergisini çıkarmaya başladı. Bu dergide dadaizmin öncüleri Ball, Hans Arp, Richard Hulsenbek ve Tzara, ses şiiri, anlamdışılık şiir ve şans şiiri adını verdikleri yeni şiir biçimlerini denemeye başladılar. Kısa zaman sonra Fransa'nın önde gelen şairleri de bu dergide çalışmaya başladılar: Aragon, Eluard, Breton ve diğerleri.
'İnsanın anlamsızlık (Unsinn) üzerine kurduğu mantıksal zincir yerine, mantıksal bağı bulunmayan anlamdışılık (Ohne-Sinn) konmalıdır.' Dada, sanata karşı doğanın yanındadır. Dada'ya göre doğada anlam yoktu, öyleyse sanatta da anlam olmamalıydı....Ancak Dadaistler her ne kadar sanata karşı olduklarını, geleneği reddettiklerini ve sadece yozlaşmış bir toplumla alay edip aşağıladıklarını ifade etmiş olsalar da ortaya koydukları çalışmalarla fütürizmin görsel alfabesini zenginleştirmişlerdir. Kural ve dogmalardan kurtulmak sanatçıyı kendi gerçeğine daha çok yaklaştırmıştır. Şans eseri olarak bilinçsizce yapılanın etkinliği anlaşılınca, Dadaistler kendiliğinden (spontane) olanı planlı davranışlarla birleştirmenin yollarını aramışlar; bu sentez sayesinde tipografi geleneksel kısıtlamalardan kurtulmuştur. Dada aynı zamanda, harf biçimlerini Kübizm kavramına uyan -fonetik semboller olarak değil- görsel biçimler olarak kullanmıştır.
Dada hareketine ilişkin en önemli tartışmalardan biri Dada'nın gerçekten de sanat karşıtı (anti-art) olup olmadığıdır. Bu tartışmanın sebebi Dadaist sanatçıların genel olarak Sanat konusunda fazlasıyla eleştirel olmalarıdır. 'Yüksek ve güzel' olduğu düşünülen Sanat'ı üreten ve ona tapan toplumla, I. Dünya Savaşı'na sebep olan toplum ne de olsa aynı toplumdur. 1916'da sanat aşığı olmak, Dadaistler için, katışıksız ikiyüzlülük demekti. Dadaistlere göre Sanat dolaylı yoldan da olsa suçluydu.
Daha da kötüsü, eğer Alman erkekleri, Fransızları ve Rusları süngüleriyle şişlemeye, sırt çantalarında Goethe'nin kitabıyla gidiyorlarsa, bunu, Sanat insanlığı aptal yerine koyduğu, insanların dünyayı olduğundan daha güzel bir yer olarak görmelerine sebep olduğu için yapıyorlardı. İşte Dadaistleri en çok kızdıran ve radikal ifade yollarına iten de buydu. Dada yerleşik sosyal estetiğe acımasızca bu yüzden saldırmıştır. Güzelliğin, simetrinin ve anlamın bozguna uğratılması ve geleneksel malzemelerin reddedilmesi Dada'nın başlıca özellikleriydi. Bütün bunlar Dada için, insanlığı toplu cinayete sürükleme kapasitesi olan bir sosyal ritmin bozulmasıydı.
Dada'nın hemen hemen herşeyi inkar etmesi, yeni ve güçlü iletişim yöntemleri yaratmış; bunlar şiirde yeni biçimlerin kullanılması, görsel iletişimde ise kolaj ve fotomontaj gibi teknikler olmuştur. Bu tekniklerde, resimli dergilerden, eski mektuplardan, basın ilanı ve etiketlerden kesilen fotoğraflar yeni bir düzenlemeyle yapıştırılmış ve birbiriyle ilgisi olmayan bu resim ve işaret parçalarından, yeni anlamlar yaratan bağlantıların kurulduğu, genellikle kışkırtıcı nitelikte düzenlemeler oluşturulmuştur.
Alaycı ve aşağılayıcı tavrıyla toplumsal değerleri kökünden sarsan Dadaizm, 1912-1922 yılları arasında resim, edebiyat, tiyatro ve müziği içine alan sanat dallarına olduğu kadar grafik tasarımın da görsel diline devrimci nitelikler getirmiştir. 1922'de üyeler arasındaki sürtüşmelerin artması, yıkıcı etkinliklerin bir sınıra dayanması ve çok sayıda Dadaist'in Sürrealizm'e yönelmesi sonucu, varlığını sürdürecek bir zemin kalmadığı için son bulmuştur. Ancak Dada, yeniliğe ve başkaldırıya esin kaynağı olan, bir özgürleştirme hareketi olarak geçerliliği kalmamış alışkanlıklara karşı savaşması, uzlaşmaz tutumu ve tutkusu ile bugün bile entelektüel ve sanatsal buluşlara örnek olmaktadır.
Dadaizmin öncülerinden biri olan Hans Arp 'Sosyal Estetik'ten zamanla daha fazla uzaklaştım' isimli yazısında Dada hareketini çok iyi bir şekilde özetliyor: 'Dada insanın akla uygun aldanışlarını ortadan kaldırmayı ve de doğal ve mantıksız düzene yeniden kavuşmayı amaçlamıştır. Dada insanın mantıklı anlamsızlıklarını, mantıksız saçmalıklarla değiştirmeyi istemektedir. İşte bu yüzden biz Dada'nın büyük davulunu bütün gücümüzle çalıyoruz ve mantıksızlığın övgülerini tüm nefesimizle üflüyoruz....Dada için felsefeler bırakılmış eski bir diş fırçasından daha az değerlidir, Dada onları büyük dünya liderlerine bırakır. Dada erdemin resmi sözlüğünün iğrenç entrikalarını kınamaktadır. Dada saçma olan için vardır, ki bu saçmalık anlamsızlık anlamına gelmez. Dada doğa gibi saçma ve akla aykırıdır. Dada doğadan yana ve Sanat'ın karşısındadır...'
Dada hareketi kesinlikle doğduğu zamanın özel koşuları göz önüne alınarak incelenmelidir. Sözü geçen zamanlar, büyük bir karışıklığın, belirsizliğin ve deliliğin hüküm sürdüğü zamanlardır.
dost
16.07.2004 - 18:51Baki'ye dostları sorar; 'kaç çeşit dost vardır? ' diye. Baki, 'üç çeşit dost vardır' der: * Bir dost vardır gıda gibidir, sen onu hergün ararsın. * Bir dost vardır ilaç gibidir, gerektiğinde ararsın. * Bir dost vardır hastalık gibidir, o seni arar.
Toplam 816 mesaj bulundu