ZAĞNOS KÖPRÜSÜ: Zağnos Paşa Köprüsü, fetihten hemen sonra 1467 yılında Trabzon Valisi Zağnos Paşa tarafından yaptırılan bu köprü eski şehrin batıya açılmasını sağlamıştır.
Belkıs/Zeugma'yı Anadolu'daki pek çok antik kent içinde ön plana çıkaran bir çok özellik bulunuyor. Bu özelliklerden birisi kendine has özellikler taşıyan heykeltraşlık ekolüdür. Belkıs/Zeugma'da ele geçirilen heykeller, kabartmalar ve mezar stellerinde kendini gösteren bu ekole ait pek çok örneği Türkiye'nin ve dünyanın çeşitli müzelerinde görmek mümkün.
DÜNYA REKORU: 100 BİN BULLA
Zeugma kazıları sırasında ortaya çıkarılan ve bu alanda bir “dünya rekoru” Gaziantep’e ve Türkiye’ye kazandıran “ bullalar” da Belkıs/Zeugma’yı eşsiz kılan özellikler arasında yer alıyor. Bulla mühür baskısı anlamına geliyor. Yani bir mektup, bir ferman, ya da paketi başka yerlere göndermek gerektiğinde, kapatılıp üzerine vurulan özel mühür baskı demek. Bu da Zeugma’nın devlet arşivinin günümüze yansıyan izleri sayılıyor. Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen bu önemli koleksiyondaki mühür baskılarının sayısı ekim ayı içerisinde bulunanlarla birlikte 100.000’i buluyor. Arkeoloji uzmanları bu rakamın “ Dünyada bir müze kayıtlarında bulunan en fazla bulla “ olduğunu belirtiyor. Pişmiş topraktan yapılan bu bullalar, üzerinde taşıdıkları son derece zengin tasvirler ile Belkıs/Zeugma’nın diğer antik kentlerle olan ilişkileri, dönemin ekonomik, sosyal ve dini hayatı üzerine benzersiz bilgiler edinmemizi sağlıyor.
ROMA’NIN 4.LEJYON BÖLGESİ
Zeugma’yı önemli antik kentler arasında farklı kılan diğer bir olay da Roma İmparatorluğu döneminde üslenmiş olan ve çoğunluğu Anadolulu askerlerden oluşan Scyhthica (İskitya) Lejyonu’nun bu kentte bulunmasıdır. Bu lejyon Roma imparatorluğunun en önemli 4 kentinden biri konumundaydı. Kaynaklar bu garnizonun daha sonraları Romalı bir yapıya bürünüp “ IV.Lejyon “ adıyla Fırat kıyılarının koruması görevini üstlendiğini belirtiyor.
MOZAİKLER KENTİ ZEUGMA
Zeugma’nın asıl önemi, kazılarla ancak küçük bir bölümü ortaya çıkarılabilen Roma Villaları ve bu villaların tabanlarını süsleyen mozaiklerdir. Benzerleri Türkiye sınırları içerisinde sadece Ephesus (Efes) Antik kentinde görülen bu yamaç villaları arkeolojik açıdan büyük önem taşımaktadır. Sadece A bölgesi kazılarında gün ışığına çıkarılan mozaiklerin alanının 1000 metrekareyi bulması Zeugma’nın tam anlamıyla bir mozaik kenti olduğunu ortaya çıkarıyor. Yapılan araştırmalar sonucunda uzmanlar Zeugma’daki kazıların tamamlanmasıyla Gaziantep Müzesi’nin dünyanın en büyük mozaik müzesi haline dönüşeceğini söylüyor. Yolların kesişme noktasında bulunması ve ticaret ve garnizon kenti olması Zeugma’yı sanatçıların gözünde çekici yapmış. Emekli olan subaylar bile kente yerleşmeye başlamışlar. Güvenli ve zengin bir kent olan Zeugma’ya dönemin en iyi sanatçıları akın etmeye başlamışlar. Böylelikle sanatçılar, kentte, günümüzde olaylar yaratan mozaikler, freskler ve heykeller bırakmışlardır. Zeugma çağımız yöneticilerinin nedenini bilmedikleri biçimde zenginleşirken, kültür ve güzel sanatlarda da gelişimini sürdürmüştür. Kentin hemen tam karşı kıyısında bulunan ve şimdi çoktan sular altında kalan Apameia kenti ise Helenistik çağdan sonra Zeugma’nın her alandaki rekabetine dayanamayınca terkedilmiştir. M.S.2.yüzyılda Zeugma’yı Apameia’ya bağlayan, ağaç kütüklerinden yapılmış salların oluşturduğu ahşap bir köprü bulunuyormuş. Zeugma’daki villa tipi yerleşimler, bu köprünün Fırat kıyısından başlayarak, batı yönünde yaklaşık 300- 350 metre yüksekliğindeki Belkıs Tepesi’nin üstündeki Akropolis’in eteklerine kadar ulaşmıştır. Yamaçların güney ve batı bölgesi nekropol (mezarlık) , doğu ve kuzeydoğu tarafı mahalleler, kuzey kesimi ise yönetsel bölümler ve lejyon bölgesiydi. Akropolis’in üzerinde ise Zeugma sikkelerinde sıkça rastlanan Tykhe (talih ve kader tanrıçası) Tapınağı bulunmaktaydı. Zeugma’nın genel topoğrafik yapısı, tam bir yamaç kenti görünümündeydi. Helenistik dönemde başlayan villa geleneğine göre, yüksek ve manzaralı alanlar seçiliyordu. Roma dönemine gelince, yüksek yerlerde oturmak, asillere özgü bir tercih ve ayrıcalık olarak kabul edilmekteydi. nedenle kent ve villaları, arkasındaki tepelere doğru açılmış taraçalar üzerinde konumlandırılmıştı.
SANAT HARİKASI MOZAİKLER..
Bir mozaik panosunda çok değişik malzemenin kullanılması gerekiyor. Ancak gelişim süreci içinde ele alındığında yüzeydeki süsleme malzemesinin köklü değişiklikler geçirdiğini görüyoruz. Mozaikte ilkin süsleme unsuru olarak farklı renklerde ve çoğunlukla da siyah-beyaz çakıl taşları kullanılmıştır. Zaman içerisinde çakıl taşlarının çeşitli renklerde boyandığına tanık oluyoruz. Bu dönemde çakılların traşlanmış örneklerine de rastlanmıştır. Ancak taşların gerçek traşlanması “ Tesserae “ denilen teknik önce eski Yunan, sonraları da Roma mozaiklerinde kendini göstermiştir. Bu teknikte taşlar kübik, dörtgen ve üçgen prizmalar biçiminde önceden kesilip, hazırlanır. Ardından mozaik panosuna işlenirdi. Tesserae’nin keşfi mozaiği resimsel tarzda yapma arzusundan doğduğu sanılmaktadır. Antik çağın en önemli mozaikleri çakıl ve camdan yapılmış, Tesserae’lerden üretilmiştir. Taştan sonra en önemli mozaik süsleme malzemesi camdır. İlk kez M.Ö.3. ve 1.yy.’lar arasında Helenistik çağda görülmüş ve sanatçılara sınırsız bir renk kullanma olanağı vermiştir. Bu iki ana maddenin dışında mermer, kiremit parçaları, seramik Tesserae’ler, Terrekota parçalar ve nihayet altın ile gümüş kullanılmıştır. Bu son ikisi ilkin Romalılar tarafından uygulanmıştır. Altın Tesserae’lerin roma dönemine ait ilk örneklerine Antakya döşeme mozaiklerinde M.Ö. 300’lerden sonra görmekteyiz. Genç Hıristiyan ve Bizans mozaikleri döneminde altın Tesserae’lerin Tanrı ve İsa tasvirlerinde gümüş ise 2.derecede önemli kişilerde kullanılmıştır. Teknik ve malzemenin yanı sıra kullanılan harcın kendisi de büyük önem taşıyordu. Roma döneminde harç yüzeye iki üç kat oluşturacak şekilde ve Tesserae yüzeyi taşıyacak şekilde seriliyordu. Birinci kat harcın dibe çökmemesi için harç hamuru sık döşenmiş taşların üzerine çatlamaları önlemek amacıyla yerleştirilirdi. Yer mozaiklerinden başka duvar mozaikleri için de aynı uygulama dikkatle hazırlanır ve her durumda su geçirmeyen bir reçine ye da katran tabakası harçtan önce uygulanırdı. Ardından iki sıra kaba pürüzlü ve duvarın eklem yerlerinde çivilerle kuvvetlendirilmiş ikinci harç tabakası gelirdi. Üçüncü kat ise, oldukça koyu hazırlanmıştır. Ve yapıştırıcı olarak bileşiminde mermer tozu ve dövülmüş tuğla içermekteydi. Roma mozaikleri yapılış olarak ikiye ayrılabiliyor. Birincisi küçük küplerin yan yana konmasından meydana gelmiş Opustesselatum denilen tarz. Dörtgen ve prizmatik küplerden yapılmış olan desen çalışma bittiğinde değişik renklere boyanırdı. İkinci tekniğe ise Opusvermicilatum ya da minyatür mozaik deniyordu. Bu teknikte taşların doğal renkleri korunur ve küçük mozaik parçaları resmin gidişine göre dizilirdi. Ancak bu dizilme nedeni ile taşlar adeta bir solucan gibi uzayıp giderdi. Opusvermicilatum da zaten bu anlama gelmektedir.
ARES (MARS) HEYKELİ
Zeugmada bulunan bir diğer önemli buluntu da Roma dönemine ait 1,50 m boyunda bronz bir Mars heykeli. Eski Yunan’ da savaş tanrısı olan “Ares’ in Romalı karşılığı Mars heykelin ilk temizlik bakımını yapan arkeolog Fatma Bulgan’ a göre “Mars Roma’ da çok önemli bir tanrı. Bereketi ve gücü simgeliyor. Bilindiği gibi Mars savaşçı bir tanrı ve bu kararteriyle kente çok uyuyor. Ayrıca, Fırat kıyısında bereketli topraklar üzerinde kurulmuş bir kent. Bu nedenle Mars’ ın Zeugma için çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Yaklaşık 1800 yıl toprağın altında kalan bronz heykelin üzerini sert bir kalker tabakası kaplamış. Bunun temizlenmesi oldukça güç. Çünkü, eserin özgün bronz yapısını bozmadan ve oksitlenmeyi harekete geçirmeden bu temizlenmeyi yapmak uzmanca, titiz bir çalışmayı gerektirir. Mars heykelinin üzerinde birde yanık izi var. Arkeologlar bunun M.S 252’ de Parthlar ‘ın, Zeugma’yı ele geçirerek yakıp yıkmasından kalan izler olduğunu düşünüyorlar.
ZEUGMA'DA MÜHÜR BASKILARINA GENEL BİR BAKIŞ
Mehmet ÖNAL (Gaziantep Müzesi Arkeoloğu)
Zeugma mühür baskıları Geç Hellenistik ve Erken Roma İmparatorluk dönemi mühürcülük sanatının (Gliptik) en büyük koleksiyonunu oluşturmakta olup, dönemin siyasi, ekonomik, kültürel, etnografya, fauna ve florası hakkında bilgiler vermektedir. Belkıs köylülerinin, Zeugma İskeleüstü mevkiinde yağan yağmurlar sonrası 'kırmıt kaş' (Mühür baskısı-Bulla) bulduklarını belirtmeleri ve burada yapılan yüzey araştırmasında da bir kaç adet mühür baskısı bulunması sebebiyle, bir kısmı Birecik Barajı gölü altında kalacak olan bu mevkide kurtarma kazısı yapılması kararlaştırıldı. Mühür baskılarının bulunduğu yerleşim katını tespit edip, içinde bulundukları yapının mimarisini açığa çıkarmak ve önyüzlerindeki figürlerin tiplerini saptamak için, Gaziantep ili, Nizip İlçesi, Belkıs Köyü sınırları içinde yer alan Zeugma İskeleüstü mevkiinde, Kültür Bakanlığının izniyle, Gaziantep Müzesi Müdürlüğü başkanlığında acil kurtarma kazılarına başlanılmıştır. Bu kazı çalışmalarında gün ışığına çıkarılan mühür baskıları 1998 yılında 35 bin, 1999 yılında 30 bin ve bu yıl da GAP’ın organizasyonuyla birlikte yapılan kurtarma kazılarında arşiv odasının doğu bitişiğindeki odada bulunanlarla birlikte toplam 100.000 (yüzbin) adete ulaşmıştır. Bu sayı, bu güne kadar ele geçmiş olan en büyük rakam olup, Gaziantep Müzesi dünyanın en büyük mühür baskısı koleksiyonunun sahibi olmuştur. Mühür baskılarını toprak içinde görmek ve bulmak çok zor olduğu için, çalışma alanının toprağı kalın ve ince gözenekli eleklerden geçirildi. Mühür baskıları duvar üst seviyesinden tabana kadar 3.60m. derinliğindeki oda içinde küllü toprağa karışmış olan moloz taşlar ve kireç harçlı sıva parçaları arasından seçildi.Mühür baskıları diğer antik kentlerde tapınaklarda, agoralarda, özel evlerde, evlerin kilerlerinde ve lahit içlerinde bulunmuştur. Bu yıl Zeugma’da yaptığımız kurtarma kazılarında arşiv odasının doğusunda ve kuzey-doğusunda taş döşeli yola açılan dükkanlar bulmamız sebebiyle Zeugma mühür baskılarının agora içindeki arşiv odasında korunduğu saptandı. Ayrıca bunların binlercesi parmak iziyle mühürlenmiştir. Bu da agoradaki dükkanların günlük olarak mühürlenmesine bağlanabilir.
MÜHÜR BASKILARININ İŞLEVİ
Antik dönemde mühür baskıları papirüs, tahta tablet ve balmumu tablet, para torbası, paket gibi posta gönderilerini, yiyecek içecek kaplarını, ahşap kutuları değerli malların bulunduğu oda kapılarını, gümrük mallarını, veraset ve feragat belgelerini mühürleme gibi işlevler için çok amaçlı olarak kullanılmıştır. Böylece belgenin güvenliğinden başlayarak, belgeler ve objelerin birbirine karışmasını önlemeye kadar geniş bir kullanım alanı vardı. Hellenistik ve Roma döneminde Krallık ve imparatorluk posta servisleri tarafından posta belgelerini mühürlemek için kil çamuru, mum ve az sayıda kurşun mühür kullanılmış idi. Kil çamuruyla mühürlenen belgelerde, mühür baskılarını açmadan o belgeyi sahibinden başka birinin okuyabilmesi imkansızdı. Oysa mum mühürleri açmak ve aynı mühürü tekrar mühürlemek ise mümkündü. Örneğin sahte peygamber Alexander ve yardımcısı sıcak bir iğneyle Oracle mektuplarındaki mum mühürü gevşedip, mektupları açıp okumuş. Sonra da istedikleri gibi yeni bir mektup yazmışlar. Değiştirdikleri mektuplara söktükleri mum mühürü tekrar takıp mühürlemişler ve sanki hiç açılmamış gibi görünen bu mektupları sahibine vermişlerdi. Bir yere gönderilmek için hazırlanan dökümanlar, noter görevlileri ve şahitler huzurunda, kil çamuruna yüzük taşı, resmi mühür veya parmak izi basılarak mühürlenmekteydi. Postaya verilecek papirüs belgelerinde ise papirüs lifleri önce kil çamuruna yatırılarak belge tomarına bağlanıyor, kil onun üstüne bastırılılarak mühürleniyor ve daha sonra lif belge tomarına sarılıyordu. Mühür baskıları dökümanlara bağlanmalarının yanında, gönderildiği belge içinde de tarif ediliyordu. Mektup sahibi bazen mühürlediği mektubuna veya birlikte gönderdiği eşyasında belgeye kaydını yapardı. Bu şekilde çalınma veya soygun şikayetlerinde onun yüzük mühürü geçerli sayılırdı.
MÜHÜR BASKILARI NASIL YAPILIYORDU?
Üzerlerinde betim, isim veya işaret olan mühür ve yüzük taşlarının kil çamuruna basılması neticesinde, üzerlerindeki negatif betimlerin pozitif, pozitif betimlerin ise negatif olarak kil çamuruna çıkmasıyla mühür baskıları meydana gelmekteydi. Mühürlenen kil çamuruna mühür veya yüzük taşı üzerindeki resimler çıkmaktaydı. Zeugma mühür baskılarında tanrılar, tanrıçalar, krallar, karışık yaratıklardan oluşan mitolojik figürler, Mitolojik hayvanlar,ikili,üçlü ve beşli masklar, Roma İmparatorları ve imparatoriçeler, düşünürler, masklar,özel şahıs büstleri, mabetler, yazıtlar, bitkisel ve çeşitli semboller ve hayvanlar,betimlenirken, arka yüzünde bağlanarak birlikte gönderileceği veya emanete alınacağı papirüs (Resim 1) , keten bezi, gibi belgelerin veya ahşap tablet ve kumaş torbaların izleri görülmektedir. Mühür baskılarını belgeye veya eşyaya ip ile bağlandığını gösteren yatay ip deliği vardır. Kil hamurları kahverengi, siyah, kırmızı, gri ve mavimsi renkte dir. Formları üçgen, düz ve yemeni biçiminde olup, dairevi, düz ve oval damgalıdırlar. Genel olarak kazıma betimli mühür ve yüzük taşı (Gem) baskılıdırlar. Kabartma betimli yüzük taşı (Kameo) damgalı olanlar ise az sayıdadır. Bulla ebatları genel olarak 3-30 mm arasındadır. İri ebatlı olanlarda (15-30mm) genel olarak tanrı Zeus ve Roma İmparatoru Avgustus başı betimlidir. Küçük olanlar ise parmak izlilerdir. Bunların içinde resmi olanların yanısıra özel mühür baskıları da mevcuttur. Gerek Zeugma kazısında ele geçen mühür baskıları, gerekse satın alma yoluyla Gaziantep Müzesine kazandırılmış olan Dülük arşivine ait mühür baskılarının hepsi de fırınlanmıştır. Mühür baskılarının fırınlanmış olması posta gönderilerinin okunduktan sonra mühürle birlikte yakılıp, yok edilerek, mühürünün ise alındı ve açıldığının kanıtı olarak arşive kaldırılmış olmasına bağlanmaktadır. Buna paralel olarak önemli mekanların kapılarının ve sandık, küp, torba gibi kıymetli eşyaların mühür baskıları da pişirildikten sonra resmi arşiv odasına konulmuş olmalıdır. Zeugma kurtarma kazılarında mühür baskılarının buluntu yerinin sadece arşiv odası ve çevresiyle sabit kalmadığı kentin bütününe yayıldığı da anlaşıldı. Çünkü, anılan kazılarda bulunan sikke definelerinin olduğu yerin toprağı elendiğinde mühür baskıları da bulundu. Böylece bu kentte para torbalarının da kil çamuruyla mühürlendiği anlaşıldı.
ZEUGMA’DAKİ MÜHÜR BASKILARININ ÖNEMİ
Zeugma’da bulunan doksan bin mühür baskısıyla bu kentin ticaret ve haberleşmedeki yoğunluğu gözler önüne serilmiştir. Bunun da sebebi, Antakya'dan Çin'e uzanan ipek yolunun Zeugma’dan geçmesi ve mevcut gümrük ile kent ticaretinin oldukça gelişmiş olmasıdır. Zeugma'da ele geçen mühür baskılarının bir çoğunun üstünde ticaretle ilgili tanrı ve tanrıça resimleri mevcuttur. Bunlar Tykhe, Fortuna, ve tüccarların, yolcuların, habercilerin tanrısı Hermes'dir. Belkıs tepesinin üstünde olduğunu Zeugma şehir sikkelerinin arka yüz resimlerinden bildiğimiz şans, baht, talih tanrıçası Tykhe tapınağı onlarca kilometre uzaktan görünen heybetiyle kervanlarla gelip geçen tüccar ve yolculara güven vermiş olmalıdır. Ayrıca, beş bin askeri barındıran IV. lejyon kampının burada konuşlandırılması bu güveni daha da arttırmış, şehri ekonomik olarak güçlendirmiş ve posta iletişimini çoğaltmıştır.. Zeugma mühür baskıları arasında Avgustus resimli olanların on binin üzerinde olması, resmi dokümanların daha çok askeri amaçlı olduğunu göstermektedir. Geçit köprü anlamına gelen adından da anlaşılacağı üzere, Zeugma doğunun batıya açılan gümrük kapısıydı. Doğudan gelen yolcu kanatlarını açmış bir kartal gibi duran akropol tepesinin heybetinden titreyerek, Fırat üstündeki köprüden ağır adımlarla ve ürkek gözlerle mühür baskılı gümrük balyalarını izleyerek, günümüzde Kelekağzı ve İskeleüstü mevkileri olarak bilinen yerde Zeugma’ya yani batıya ayak basardı.
Belkıs/Zeugma Antik Kenti, Gaziantep ili, Nizip İlçesi, Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri'nin kıyısında yer alır. Yaklaşık 20 bin dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş olan Belkıs/Zeugma Antik Kenti; Fırat'ın geçilebilir en sığ yerinde olması, askeri ve ticari bakımdan çok stratejik bir bölge olması nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur.80 bin nüfusu ile döneminin en büyük kentlerinden biri olan Belkıs/Zeugma, tarihin değişik dönemlerinde değişik isimlerle anılmıştır.
Büyük İskender’in generallerinden ve daha sonra Suriye Kralı da olan Selevkos Nikator kendi adıyla, Fırat nehrinin adını birleştirerek M.Ö.300 yılında burada Selevkos Euphrates (Fırat’ın Silifkesi) adında bir kent kurar. Daha sonraları M.Ö.1.yy.’da kent Roma hakimiyetine girer.Bu hakimiyet değişikliğiyle birlikte kentin adı da değişerek köprü, geçit anlamına gelen ve bütün dünyada bilinen şekliyle “ Zeugma” adını alır. Roma İmparatorluğu’nun 4.Skitia Lejyon Garnizonu’nun burada konuşlandırılması ve ticaret sebebiyle kısa zamanda 80 bin nüfusa ulaşan Zeugma’da Fırat manzaralı yamaçlara villalar inşa edilir. 80 bin kişilik nüfus Zeugma’yı dünyanın en büyük kentlerinden biri haline getirir. Örneklemek gerekirse Zeugma, komşusu sayılan Antakya (Antiokheia) ile Mısır’daki İskenderiye’den (Aleksandreia) ‘dan daha küçük, Atina (Athena) ile aynı büyüklükteydi. Pompei ve şimdi dev bir metropol olan Londra (Londinum) ‘dan ise birkaç kat büyüklükteydi.
Ünlü coğrafyacı Strabon da Zeugma’dan bahsetmektedir. Hellenistik dönemde Selevkos Nikator zamanında Zeugma’da önemli imar faaliyetleri yapıldığı bilinmektedir. Kentteki Akropolün üzerine kader tanrıçası Thyke’nin bir tapınağı yapılmıştır. Bu tapınak halen toprak altındadır. Zeugma Antik Kenti kendi şehir sikkesi de basmış Roma Kentlerinden biridir. Sikkeler üzerine bir tarafına Thyke tapınağı, diğer tarafına da güçlülüğü simgeleyen Roma Kartalı motifi basılmıştır.
ZEUGMA’NIN KRONOLOJİK TARİHÇESİ
M.Ö. 300.yy. Büyük İskender’in Generallerinden 1.Selevkos Nikator Belkıs/Zeugma’nın ilk yerleşimi olan Selevkeya Euphrates kentini kurar
M.Ö. 1.yy. Kentin Selevkeya Euphrates adı korunarak Kommagene Krallığı'’ın 4 büyük kentinden biri olur.
M.S. 1.yy. M.Ö.1.yy.’ın ilk çeyreğinde Roma İmparatorluğu’nun topraklarına katılır ve ismi de “köprü “, “geçit” anlamına gelen “ ZEUGMA” olarak değiştirilir.
M.S. 252 Sasani Kralı 1.Şapur Belkıs/Zeugma’yı ele geçirerek yakıp yıkar
M.S. 4.yy. Belkıs/Zeugma geç Roma hakimiyetine girer.
M.S. 5-6.yy. Belkıs/Zeugma Erken Roma hakimiyetine girer.
M.S. 7.yy. İslam Akınları sonucu Belkıs/Zeugma terk edilir.
M.S. 10-12.yy. Küçük bir İslami yerleşimi oluşur.
M.S. 16.yy. Bugünkü adıyla Belkıs Köyü kurulur.
bazıları vardır hayırlı işlere harcar,bazıları vardır kasasını tıka basa doldurmak için cimrilik eder..didinir çalışır öküz gibi..sonra hayatın zevklerini çıkaramadan ahirete tecelli eder..önemli olan bu dünyanın nimetlerinden yararlanmaktır..
Orhun Yazıtları Köktürk imparatorluğunun ünlü hükümdarı Bilge Kağan döneminden kalan yazılı taşlardır. Bu taşlar, hem maddî hem de manevi bakımdan Türk dili, kültürü ve tarihinin en değerli anıtlarıdır. 'Türk' kelimesi, Türk milletinin adı olarak ilk defa bu bengü taşlarda geçmektedir. Bunlar, Türk edebiyatının ilk şaheseri, Türk hitabet sanatının muhteşem örneği, Türk yazı dilinin ilk belgeleridir. Şüphesiz daha önceki dönemlerden kalma Türkçe metinler ve kitabeler de vardır.
'Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin.. İlk Türk tarihi.. Taşlar üzerine yazılmış tarih.. Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması.. Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri.. Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası.. Türk askerî dehasının, Türk askerlik sanatının esasları.. Türk gururunun ilâhî yüksekliği.. Türk feragat ve faziletinin büyük örneği.. Türk içtimaî hayatının ulvî tablosu.. Türk edebiyatının ilk şaheseri.. Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri..
Hükümdarane eda ve ihtişamlı hitap tarzı.. Yalın ve keskin üslubun şaşırtıcı numunesi.. Türk milliyetçiliğinin temel kitabı.. Bir kavmi bir millet yapabilecek eser.. Asırlar içinden millî istikameti aydınlatan ışık.. Türk dilinin mübarek kaynağı.. Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulade işlek örneği.. Türk yazı dilinin başlangıcını miladın ilk asırlarına çıkartan delil.. Türk ordusunun kuruluşunu en az 1250 sene öteye götüren vesika.. Türklüğün en büyük iftihar vesilesi olan eser.. İnsanlık aleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları.. Dünyanın bugün belki de en büyük meselesi olan Çin hakkında 1250 sene evvelki Türk ikazı..' (Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Ön Söz'den)
KÖKTÜRKLER
6. yüzyılın başlarından 7. yüzyılın ortalarına kadar olan dönemde Köktürk İmparatorluğu Mançurya'dan İran'a kadar uzanıyordu. Türk boyları güçlü hakanların buyruğunda birleşmiş, Batı Kağanlığı Doğu Kağanlığına tâbi olmuş, bir merkezden idare edilen Türkler Asya'nın hâkimi durumuna gelmişlerdi. Fakat daha sonra imparatorluğu teşkil eden kavimler arasındaki çekişme, Türk Beyleri arasındaki dayanışmanın bozulması. Çin'in entrikaları ve özellikle güçlü kağanların gelmeyişi İmparatorluğun çökmesine yol açtı. Devletin doğu kısmı Çin hâkimiyetine geçti. Çin daha sonra batı kısmına da yayılmaya başladı. Türk illeri işgal, Türk boyları esir edildi.
Fakat bu esaret uzun sürmedi, İlteriş Kağan dağılan milleti topladı; 680-682 yıllarında devleti Çin esaretinden kurtararak yeniden kurdu.
BİLGE VE KÖL TİGİN KARDEŞLER
İlteriş Kağan öldüğü zaman oğulları Bilge ve Köl Tigin henüz 7 ve 8 yaşlarında idiler. Onun için İlteriş Kağan'ın yerine kardeşi Kapgan Kağan geçti. Kapgan Kağan zamanında devlet eski haşmetine ulaştı.
Kapgan Kağan'ın ölümünden sonra Bilge Kağan Taht'a oturdu. Kardeşi Köl Tigin ve buyrukçu (vezir) ihtiyar Tonyukuk' un yardımı ile devleti daha da kuvvetlendirdi. Onun devrinde 'Türk Birliği' tam olarak bir kere daha sağlandı. Birliğin sağlandığı her devirde görüldüğü gibi, Bilge Kağan zamanında da Türk Devleti eşsiz bir kudret haline geldi.
Köl Tigin 731'de, ağabeyi Bilge Kağan 734'de öldüler. Köl Tigin öldükten bir yıl sonra, yani 732 yılında, Bilge Kağan kardeşi için bir ebedî taş yontturdu, başka deyişle bir anıt diktirdi. Bu taştaki yazılar, o eşsiz kitabe, Bilge Kağan tarafından kaleme alınmıştır. Bilge Kağan bu kitabede, kardeşinin yüceliğini, kahramanlığını, Türk milleti için unutulmaz hizmetlerini dile getirir. Kendi ölümünden sonra oğlu tarafından onun adına dikilen anıtta yine Bilge Kağan konuşmaktadır. Ebedî taşa, onun sağlığında söyledikleri, devleti nasıl kurdukları ve yücelttikleri, Türk milletine vasiyeti, nakşedilmiştir. Her iki taşta benzer ve birbirinin aynı olan cümleler vardır. Çünkü Bilge Kağan, unutulmaması gereken olayları ve kendisinden sonra tutulacak yolu ısrarla belirtmek istemişti.
Köl Tigin anıtının doğu cephesinin görünüşü
BiLGE TONYUKUK
Bilge Kağan ve Köl Tigin anıtlarından başka, Koço Çaydam bölgesinde Tonyukuk için dikilmiş bir ebedî taş daha vardır. Bu anıtı Bilge Tonyukuk, sağlığında, 725'ten sonra kendisi için diktirmiştir. Bilge Tonyukuk, İlteriş Kağan'ın isyanına katılan daha sonra Kapgan Kağan'a ve Bilge Kağan'a başkumandanlık, baş vezirlik, baş danışmanlık yapan bu büyük devlet adamı, kağanların ve kendisinin yaptıklarını anlatmaktadır
Tonyukuk Anıtı'na ait dikili taşlar
YAZITLARIN YERİ
Orhun Yazıtları, bugünkü Moğolistan'da, Baykal Gölünün güneyinde, Orhun nehri vadisinde, Koşo Çaydam gölü yakınlarındadır. 48. enlem ve 107. boylam arasında kalan bölgededir.
Anıtların olduğu yerde yalnız dikilitaşlar değil, daha pek çok ve son derece değerli kalıntılar da bulunmuştur. Yüzlerce heykel, balbal, şehir harabeleri, taş yollar, su kanalları, koç ve kaplumbağa heykelleri, sunak taşları ile kutsal yer, eski bir Türk başkentidir.
Heykeller arasında Bilge Kağan'ın, eşinin, kardeşinin heykelleri de bulunmuştur. Yazık ki bunların bazı parçaları kaybolmuş, kalan kısımları da kırık dökük bir durumda ele geçmiştir.
YAZITLAR NASIL BULUNDU
Orhun harfleriyle yazılı kitabelerden tarihçi Cüveyni 'Talih-i Cihanküşa' isimli eserinde söz etmişti. Eski Çin kaynaklarında da Türklerin böyle anıtlar diktikleri yazılıydı. Fakat 18. ve 19. yüzyıllara kadar ilim dünyası bu anıtların nerede ve ne durumda olduklarını öğrenemedi.
1709 yılında Rusya ile İsveç arasında yapılan Poltava savaşında, İsveç subaylarından Strahlenberg Ruslara esir düştü ve Sibirya'ya sürüldü. 13 yıllık sürgün hayatında Kuzey Rusya'yı baştan başa dolaşan Strahlenberg, Yenisey'de eski Türklere ait bazı kitabeler buldu. Bunlar, Orhun kitabelerinden iki-yüz yıl önce yazılmıştı. Bu İsveçli subay ülkesine döndükten sonra anılarını yazdı ve Yenisey kitabelerinden söz etti. Bunun üzerine tarihçilerin Türklerden kalan eserlere ilgisi arttı.
ORHUN YAZITLARI DA BULUNUYOR
1889 yılında Rus tarihçi Yardintsev Orhun Abidelerini buldu. Fakat yazılarını okuyamadı. 1890'da bir Fin heyeti, 1891'de de bir Rus heyeti abidelerin olduğu yere gittiler. Resimler çekip bunları ilim dünyasına sundular. Fakat yazılar hâlâ çözülemiyordu.
Nihayet 1893'te Danimarkalı büyük ilim adamı Thomsen, Orhun yazısını çözmeğe muvaffak oldu. Önce yazılarda çok geçen Tengri (Tanrı) , Türk ve Köl Tigin kelimelerini çözen Thomsen, sonra bütün yazıları okudu ve Türk milletine, Türk tarihine yaptığı bu hizmetten dolayı milletimizin şükranlarını kazandı.
ORHUN ALFABESİ
Köktürk alfabesini Orhun anıtlarından öğrendik. Onun için Köktürk alfabesi daha çok Orhun alfabesi olarak anılır. Köktürk yazısı, Türk yazı dilinin ilk asırlarında ve özellikle 5. ve 9. yüzyıllar arasında yaygın olarak kullanıldı. Fakat Türkistan'da, bu yazı ile yazılmış, Milâttan çok öncesine ait bazı kaya yazıları da bulunmuştur.
Orhun alfabesi 38 harflidir. Bunun 4'ü sesli, 4'ü sessiz harftir. Yazıda harfler birbirine birleştirilmez. Kelimeler de birbirinden üst üste konmuş iki nokta ile ayrılır. Yazı sağdan sola, istenirse, yukarıdan aşağıya yazılır. Orhun Abidelerinde satırlar yukarıdan aşağıya yazılmış ve sağdan sola doğru istif edilmiştir.(Bk. Alfabe) ORHUN YAZISI
Orhun yazısı sağdan sola yazılır. Harfler birleştirilmez. Kelimeler ise birbirinden üst üste konmuş iki nokta ile ayrılır. Orhun alfabesi 4'ü sesli, 34'ü sessiz olmak üzere 38 harflidir. Yukarıdaki yazı Köl Tigin anıtının güney cephesindeki metninden alınmış ilk cümlelerdir. (Tengri teg tengride bolmış Türk Bilge Kağan... Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan..) diye başlıyor. 'Tengri' kelimesi hem 'Tanrı', hem 'gök'anlamına geliyor.
KÖL TİGİN ANITI
Bilge Kağan'ın kağan olmasında, kahraman kardeşi Köl Tigin birinci derecede rol oynamıştı. Bilge Kağan kardeşinin ölümüne çok üzülmüş, onun için bir türbe yaptırmış ve anıt diktirtmişti. Bu anıttaki yazılar Bilge Kağan'ın sözleridir. Bilge Kağan burada kardeşiyle birlikte yaptıkları savaşları, devleti nasıl güçlendirdiklerini, kardeşinin kazandığı zaferleri anlatıyor.
Bu anıt, Bilge Kağan'ın kardeşi, Köktürk prensi ve askeri komutanı Köl Tigin adına dikilmiştir. Köl Tigin, kon yılka yiti yirmike 'koyun yılının on yedisinde' (=27 Şubat 731) ölmüştür. Cenaze töreni 1 Kasım 731'de yapılmıştır. Türkçe yazıt ise 21 Ağustos 732'de dikilmiştir.
Köl Tigin anıtı, kaplumbağa şeklinde oyulmuş bir kaideye oturtulmuş. Bulunduğu zaman bu kaidenin yanında devrilmiş durumdaydı. Sonradan yerine dikilmiştir. Rüzgâra dönük tarafında bazı satırlar silinmiş.
Köl Tigin'in eşine ait mermer gövde
Anıtın yüksekliği 3,75 metredir. Kireçtaşından yapılmıştır ve dört cephelidir. Yukarısı aşağı kısmına göre daha dardır. Doğu ve batı cephelerinin genişliği aşağıda 132, yukarıda 122 santimdir. Güney ve kuzey cepheleri ise aşağıda 46, yukarıda 44 santimdir. Üst kısım kemer şeklinde bitmekte ve yukarıda beş kenarlı olmaktadır. Doğu cephesinin üzerinde kağanın işareti bulunuyor.
Köl Tigin anıtındaki satırların uzunluğu 235 santimdir. Cetvelden çıkmış gibi düzgün ve güzel harflerle yazılmıştır.
Bu anıtın etrafında türbenin enkazı, heykel parçaları, iki tarafında heykeller ve balbal denilen işaretli, kabartmalı taşlar dizili 4,5 km. uzunluğunda bir yol bulunmuştur. Heykel parçaları arasında Köl Tigin'in başı ile karısının gövdesi ve yüzünün bir kısmı da bulunmuştur. Ne yazık ki bu heykeller çok parçalanmış, yüzlerini ve boylarını tam olarak gösteren örnekler bulunamamıştır.
BİLGE KAĞAN ANITI
Köl Tigin anıtının bir kilometre uzağında ve yerleşme şekli bakımından aynıdır. Yalnız birkaç santim daha uzundur.
Bilge Kağan anıtı ünlü Köktürk hakanı Bilge Kağan adına dikilmiştir. Anıt, ıt yılı onunç ay altı otuzka 'köpek yılının onuncu ayının yirmi altısında' (25 Kasım 734) günü ölen ve 22 Haziran 735'te yuğ töreni yapılan Bilge Kağan adına dikilmiş ve onun kendi ağzından yazılmıştır. Burada yine devletin nasıl büyüdüğü anlatılmakta, ayrıca Köl Tigin'in ölümünden sonraki olaylar ilâve edilmektedir. Bunda ve Köl Tigin'in anıtında Bilge Kağan'ın konuşmasından başka, yeğeni Yolluğ Tigin'in kitabe kayıtları da yer alır.
Bilge Kağan'ın türbe ve heykel kalıntıları da bulunmuştur. Fakat hem anıt,hem heykeller daha çok tahrip edilmiş durumdadır.
TONYUKUK ANITI
Tonyukuk anıtı iki dikilitaş halindedir. İkisi de dört cephelidir. Bulunduğu zaman taşlar devrilmemişti. Fakat yazılar daha silik durumdadır.
Tonyukuk, Bilge Kağan'ın babası İlteriş Kağan'ın, amcası Kapgan Kağan'ın ve Bilge Kağan'ın baş bilicisi, baş buyrukçusu yani baş veziri idi. Bu anıtı ihtiyarlık devrinde kendisi diktirmiştir ve oradaki yazılar da kendisine aittir.
Tonyukuk, kendisi için diktirdiği taşlarda Köktürklerin Çin esaretinden nasıl kurtulduğunu, kurtuluş savaşını nasıl yaptıklarını,kendisinin neler yaptığını anlatır. Tonyukuk anıtının birinci taşında 35, ikinci taşında 27 satır yazı vardır.
1953 yılında fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Altı yaşından itibaren, bir ayağı aksak olduğu için 'Topal Talat' lakabıyla çağrılan babasıyla birlikte birçok ağır işte çalışır.
Bir yandan da mahalle arasında futbol topunu ayağına değdirmeden yapamamaya başlamıştır. Okul hayatı, futbol kadar cazip gelmez. Babasının isteği üzerine Motor Sanat Enstitüsüne girer fakat 2. sınıfta devamsızlıktan okulu bırakmak zorunda kalır. 1969'da henüz 16 yaşındayken formasını giymeğe başladığı Adanademirspor'la futbol hayatı başlar.
Adanademirspor genç takımında kimse para almazken bir tek Fatih Terim maaş almaktadır. Maaşı 150 liradır ve diğer futbolcular görmesin diye bu para Fatih'e gizlice verilmektedir. Üç yıl içerisinde Adanademirspor'da takım kaptanlığına kadar yükselir. İlk kez kaptanlık pazubentini koluna geçirdiği andaki heyecanını hiç bir zaman unutmayacaktır. Takım çıkış tüneline geldiğinde, arkadaşlarına 'bir kaptanın söylemesi gerektiğini söyleyerek' sahaya son sürat koşar. Bir an duraksar, çünkü arkasında kimse yoktur: ' Öyle hızlı koşmuşum ki kimse bana yetişememiş.' Fatih Terim 6 yıl daha Adanademirspor formasını giyer.
1972 yılında, Santrafor Fatih, yeşil sahalarda fırtına gibi eserken, futbol otoritesi Fatih Somer ve Genç Milli Takım Antrenörü Gündüz Tekin Onay'ın dikkatini çekmekte gecikmez. Milli takıma çağrılır. Futbolculuk döneminde hayatını değiştiren en önemli maç ise Adanademirspor'un Galatasaray'ı 1-0 yendiği maç olur.
Doksan dakika boyunca oynadığı futbolla göz doldurur. Milli takımla birlikte gittiği Romanya maçı sonrası yıldırım hızıyla nasıl Galatasaray'lı olduğunu şöyle anlatır. 'Romanya milli maçından sonra İstanbul'a dönmüştük. Galatasaray'lılar beni havaalanından alıp kulübe götürdüler. Bu arada Adanademirspor'lular araya girmek istediler ama ben kararımı vermiştim. Galatasaray'a gönülden 'evet' dedim.' Ve Galatasaray Kulübü'ne 1 milyon 650 bin liraya transfer olur. O artık Galatasaray'lı Fatih'tir.
FUTBOLCUYKEN DE ÇOK BAŞARILIYDI
Sahalarda çizdiği lider, hırçın futbolcu portresi, bir maçta hakeme tükürmesiyle daha da sert bir görünüm alır. Galatasaray taraftarı Fatih'ten memnundur. Formasının hakkını verir, başarıya kodlanmış hırsını sarı-kırmızı renkler için döktüğü terlerle akıtır. Fakat bu onbir sene boyunca Fatih Terim hiç şampiyonluk yaşayamaz.
Şampiyonluk yaşayamasa da milli takımda çizdiği grafik onu takın değişmez oyuncusu yapmıştır. 51 kez milli formayı giyer, A Milli Takımı'nda oynama rekorunu 1984 yılından 1995'e kadar elinde tutar. İlk milli maçına İsviçre ile deplasmanda 1-1 berabere kalınan 20 Nisan 1975 tarihinde çıkar. Son milli maçının skoru da yine beraberlik olacaktır. 4 Nisan 1984'te oynanan Türkiye-Macaristan maçı golsüz berabere bitecektir. Rekorunun kırılmasını görmesi için 11 yıllık müddetin geçmesi gerekecektir
6 Eylül 1995 tarihinde İstanbul'da Macaristan'a karşı oynadığımız Avrupa Futbol Şampiyonası grup maçında Oğuz Çetin bu rekoru ele geçirir. Fatih Terim ise 1995'te teknik direktör olarak ay-yıldızlı takımın başına çoktan geçmiş olacaktır. Yani, rekorunun takımda yer verdiği bir futbolcusu tarafından kırılışına tanıklık edecektir.
Fatih Terim jübilesi için sahaya helikopterle inerek, futbolculuk hayatına son noktasını renkli kalemle atmış oldu.
Fatih Terim isminin çevresinde dönmeye başladığımızda futbolla uzaktan yakından alakalı herkesin aklında kalan 'muhteşem jübile'nin unutulur gibi olmadığını fark etmeniz uzun sürmüyor. 18 yıllık futbol yaşamının 11 koca yılını verdiği Galatasaray'dan, yeşil sahalardan, tezahüratların çarpıştığı statlardan, tezahüratların çarpıştığı statlardan ayrılma zamanıdır. Havasından geçilmez bir futbol şovunun en şatafatlı vedası... Sarı-kırmızı konfetiler uçuşurken sahada Galatasaray-Trabzonspor maçı oynanır... Sadece sahayı değil kırmızı karanfilleri de birbirine katar helikopterin sesi ve nefesi... Santra noktasına inen helikopter de kaptan Fatih gözükür, alkış kıyamet... 'Formam gözüksün diye kapıyı da açacaktık. Çok korktum, yanımdakinin omzunu çürütmüşümdür herhalde. Bu arada maç devam ediyordu ama halk toplanmıştı, polis de. Biz tur atıyorduk, hiçbir şey görünmüyordu maçta. Tam helikopterle o kalabalığın üzerine geliyorduk, bir rüzgar! Herkesin şapkası uçtu tabii. Ve böylelikle boşaldı saha içindeki kalabalık.'
TEKNİKDREKTÖRLÜK HAYATI
Terim utbolu bıraktıktan sonra antrenörlük kurslarına gider. Ankaragücü'nü iki Göztepe'yi bir yıl çalıştırır.
1990-1993 tarihleri arasında Ümit Milli Takım hocalığını A Milli Takım Teknik Direktörlüğü izler. A Milli Takım Teknik Direktörü olarak ilk maçına Ekim 1993'te çıkar. Türk futboluna attığı başarı imzaları birbiri ardına sıralanmaya başlar. Dönüm noktası olarak ise İnönü Stadı'nda oynanan ve 2-1 Türkiye'nin galibiyetiyle sonuçlanan İsveç maçını gösterir. Türk milli takımını 1996 Haziran'ında İngiltere'de oynanan Avrupa Futbol Şampiyonası finallerine taşıyan hoca odur.
Daha sonra Galatasaray’ın başına geçen İmparator, takımı dört yıl üst üste şampiyon yapar. Takımın mali problemlerinden futbolcunun psikolojisine kadar ilgilenen bir teknik drektördür Fatih Terim. Karizmatik kişiliğiyle ödenmeyen paralar karşısında tavır takınan futbolcularını ikna eder ve takımda tek sorumlunun kendisi olduğuna inandırır. Bu istikrar en nihayetinde Türk Futbol tarihinde bir ilkin daha gerçekleşmesini sağlar. Galatasaray’ı UEFA kupasını kazandırır.
1999-2000 Sezonu'nda Galatasaray'a UEFA Kupası'nı kazandıran Fatih Terim, kariyerini İtalya Futbol 1.Lig takımlarından Fiorentina'nın Teknik Direktörü olarak sürdürdü. Bu takımdaki başarılarıyla İtalyan futbol kamuoyunun dikkatlerini üzerine topladı. 2001-2002 futbol sezonunda ise dünyaca ünlü Milan takımı ile anlaştı. Fakat ilk yarının ortasında görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
Antonio Lucio Vivaldi, barok* çağının en büyük kemancı ve bestecilerinden biri, 4 Mart 1678'de Venedik'te doğdu. Babası St. Mark kilisesinin orkestrasında çalan usta bir kemancıydı. Vivaldi henüz kendi eserleriyle ün kazanmadan önce babasıyla birlikte ikili keman konserleri verdi ve bu konserler tanınmasında da büyük ölçüde etkili oldu.
Bir papaz eğitimi alan Antonio Vivaldi 1703 yılında resmen papazlık görevine atandı. Ama aynı yıl başka bir işe daha girdi. Ospedale della Pietà adındaki bir kızlar yetimhanede keman öğretmeni oldu. Buradaki görevi yetim ya da sakat kızlara keman çalmayı öğretmek ve onlara konserlerde seslendirmeleri için her ay iki konçerto yazmaktı. Venedik'teki yetimhanede verilen bu konserler bir süre sonra bir gün konseri veren kızlarla tanışmak üzere katıldığı bir yemekten sonra, ayrılırken 'bu çirkin kızların tümüne aşık' olduğunu yazar. Bir süre sonra kent seçkinleri de kızlarını bu aynı yetimhane okuluna göndermeye başladılar. Vivaldi daha sonraki yaşamının hemen hemen tümünü burada geçirdi. Ne var ki operaya olan ilgisi onu sık sık Venedik'ten uzaklaştırıyordu. 1710 yılında opera yazmaya başlayan Vivaldi bundan sonra kendini özellikle opera yazmaya verdi. Bilinen 49 operasından 22'si saklanıp bugüne kadar gelmiştir.
Opera, her ne kadar Vivaldi için önemli olsa da, bugün Vivaldi'nin önemi bestelediği keman eserleri yatar. Çok usta bir çalgıcı olan Vivaldi'nin keman çalışını izlemiş olan Alman gezgin Johann Friedrich Armand von Uffenbach onun için 'kimse bugüne kadar böyle çalmadı ve bundan sonra da çalamaz' diyordu. Yolculukları yüzünden Pieta'dan ayrılan Vivaldi, bu zamanlarda bile yetimhane için konçerto yazmayı bırakmadı. Yaklaşık 230'u keman için olmak üzere, 450 konçerto yazmıştır. Vivaldi operalarını sahneletmek üzere gitmiş olduğu Viyana'da 27 Temmuz 1741 yılında öldü. Bundan sonra bütünüyle unutulmuş görünen Vivaldi'nin adı yüzyılımıza dek pek tanınmadı. Ancak 1920'den sonra yapılan araştırmalar sonucunda Vivaldi'nin yüzlerce eseri gün ışığına çıkmaya başladı. Ve 1960'lara gelindiğinde Vivaldi özellikle 'Dört Mevsim'i ile dünyanın en büyük bestecilerinden biri olarak kabul edilmeye başlandı.
14. yüzyılın büyük Arap tarihçisi İbn Haldun Doğu'da ve Batı'da ilk tarih filozofu, hatta bazen sosyolojinin habercisi olarak tanınmıştır. Arapça'dan Latince'ye eserlerin çevrilmesi hareketi zayıfladığı için ibn Haldun'un düşünceleri Avrupa'ya oldukça geç, 19. yüzyıl ortasında girdi. Fırtınalı hayatını Umumi tarihine ek olarak yazdığı kısımdan öğreniyoruz. Tunus'ta 1332'de (H. 732) doğan İbn Haldun Hadramut'tan İspanya'ya göçmüş çok eski bir aileden geliyordu. 12. yüzyılda İspanya'nın Üçüncü Ferdinand tarafından zaptından sonra İbn Haldun'un ailesi Tunus'a sığındı ve filozof Kuzey Afrika'nın bu en önemli şehrinde doğdu.
İbn Haldun Ebu' Abdullah M. al-Ansari'den ders aldı. Erkenden bilginlerin meclisine girdi. Bir seyahatte Fas Emiri Ebu İnan'ın veziri oldu. Kendisini kıskanan memurların iftiraları yüzünden hapsedildi. Bu emirin ölümünden sonra yerine geçen, onu serbest bıraktı ve ona umumi katipliğini verdi. Fakat bu da uzun sürmedi ve kabilelerin isyanı üzerine emir, iktidarı kaybetti. Memleketin siyasal hayatından rahatsız olan İbn Haldun Endülüs'e gitmek için izin aldı. O zaman onu Gırnata emiri Abdullah b. Ahmer'in sarayında görüyoruz (1364) . Gırnata, İspanya'da İslam devletinin son sığınağıydı. Tarihçi İbn al-Hatib orada vezirdi. İbn Haldun, orada tarihi çalışmaları için en elverişli ortamı buldu. Abdulah onu Kastil kralına elçi olarak gönderdi. İbn Haldun ile İbn Hatib arasında içten rekabet birinciyi Gırnata'dan ayrılmaya ve Becaye emiri Abu Abdullah'ın devletini kabule mecbur etti. Bu memlekette vezir oldu. Becaye ile Constantin arasındaki gerginliklerin halli ile uğraştı ve siyasi hayatın devamlı huzursuzluğu onu yeniden memleketi bırakmaya ve Telemsan'da bilimsel çalışmaları için yerleşmeye zorladı. Fakat siyasal hırsı ve yönetme yeteneğinden faydalanmak için çağıranların çokluğu onu tekrar faal hayata soktu. Telemsan sultanı Ebu Hamu onu sınırlarını koruyan kabilelerin başkanı tayin etti. O sırda İbn Haldun'un askerlik görevinde görüyoruz: Bu ona sahra halkını tanıma ve göçebeler hakkında derin tetkikler yapma imkanını verdi. Tarih felsefesinin önemli bir kısmını bu tecrübelerden çıkaracaktır.
Tunus'ta Beni Hafs, Cezayir'de Beni Abd-el-Vaad, Fas'ta Beni Merini hanedanları vardı. Fakat gerçekte her şehirde ayrı bir hükümet olup sahra da hiçbir güce bağlı değildi. Hanedanlar arasında savaş, şehirlerin güvensizliği, kervanlar ve köylerin kabileler tarafından yağma edilmesi onları istikrarlı bir hayatta bırakmıyordu. İbn Haldun Kuzey Afrika'dan yeise düştü ve Endülüs'e dönmek istedi. Fakat Gırnata emirinin iyi karşılamasına rağmen onun hakkında Ebu Hamu'nun casusudur şeklinde yapılan dedikodular onu yeniden Ebu Hamu'yu aramaya mecbur etti. 47 yaşındaydı. Devamlı okumaları ve siyasi tecrübeleri ile büyük bir bilgi biriktirmişti. Bundan sonra siyasi hayatı bırakmaya ve kendi deyimiyle 'yeni bir bilim'i yazmaya karar verdi. Bu suretle Umumi Tarihi'nin başı olan Mukaddime'yi (Prolegomenes) yazdı ve onu kütüphanesinde tamamlamak için Tunus'a yerleşti. Tunus sultanı bu önemli eseri yazılmasıyla çok ilgilendi. Eserini sultana ithaf etti ve yazma nüshayı kütüphaneye verdi. Ve İbn Haldun hacca gitti. Dönüşünde hayranlıkla karşılandığı Mısır'a yerleşti. El-Ezher'de ders verdi ve Kadi-ül-Kudat (kadıların kadısı) tayin edildi. Bazı hoşnutsuzluklara rağmen hukuki reformlar yaptı ve küçük bir aralıktan sonra yeniden aynı işe tayin edilerek ölümüne kadar kaldı. Timurlenk Bayezit'i yendikten sonra Mısır'ı zapta kalkmıştı. Melik Nasır tehlikeyi atlatmak için İbn Haldun'u Şam'a elçi olarak gönderdi. Gerçekten bu görev Mısır'ı istiladan kurtardı.
İbn Haldun büyük Arap tarihçilerinden. En önemli eseri de Mukaddime'dir. Orada onu modern tarih filozoflarına ve sosyologlara yaklaştıran bir tarih kuramı yaptı. Mukaddime önce Paris'te Quatremere tarafından, Kahire'de (Bulak) Mustafa Fethi tarafından bastırıldı. İlk çeviriler, Türkiye'de Pirizade, Cevdet Paşa tarafından yapıldı. 18. yüzyıla kadar Batı, bu filozofu tanımıyordu. 19. yüzyıl başında Sylvestre de Sacy onun önemini gördü. Garcin de Tassy İbn Haldun'un eserinden birkaç bölümü çevirdi. Quatremere eseri Prolegomenes adıyla yayınlamıştı. Özet halinde Fransızca'ya çevirdi. Fakat bitiremedi. İlk defa tam çevirisini Baron de Slane yaptı (1862-1886) . O zamandan beri batı memleketlerinde İbn Haldun'dan çok bahsedilmektedir.
24 Mart 1879’da Bodrum’da doğan Neyzen Tevfik’in asıl adı Tevfik Kolaylı’dır. Babasının memleketi Bafra'nın Kolay nahiyesi olduğu için soyadı kanunuyla 'Kolaylı' soyadını almış. Babası Rüştiye Mektebi muallimi Hasan Fehmi Bey, Annesi Emine Hanım’dır. Kendine özgü yergileri ve yaşam biçimiyle adını duyuran Neyzen Tevfik, babasının görevli bulunduğu Urla kasabasında, usta bir neyzen olan Berber Kâzım'la tanıştı ve ondan ney dersleri almaya başladı. Aynı günlerde de, ilk sar'a nöbetini geçirdi.
Bu arada okulu bırakan Neyzan Tevfik’i babası yatılı olarak “İzmir İdadisi”ne yazdırdı. Ancak sar’a nöbetlerinin yeniden başlaması üzerine okulu tamamen bıraktı. Ney’e duyduğu derin sevgiyle İzmir Mevlevihanesi’ne girdi. Neyzen Tevfik, burada Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Ruhi Baba, ve Şair Eşref gibi pek çok ünlü isimle ile tanıştı ve onlardan Türkçe'nin yanı sıra Arapça ve Farsça dersleri aldı. Şair Eşref, yalnızca dostu ve hocası olarak kalmayarak ona hicvin kapılarını da açtı. İlk şiiri bu günlerde, 13 Mart 1898'de “Muktebes” dergisinde yayımlandı.
1898 yılında, babası medrese öğrenimi için Neyzen’i İstanbul'a gönderdi ve Fethiye Medresesi'ne yerleştirdi. Ama Neyzen Tevfik, zamanını daha çok Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerinde geçirdi. Bu arada Mehmet Akif Ersoy'la tanıştı ve Mehmet Akif, dönemin seçkin müzisyen ve edebiyatçıları ile tanışmasını sağladı. 1901 yılında, medrese giyimi olan cüppe ve şalvar yerine Akif'in verdiği setre pantolonu giymesi, akşamları medrese dışında kalması ileri-geri konuşmalara yol açınca, Fethiye Medresesi'nden ayrıldı. Önce Fatih'teki Şekerci Hanı'na, sonra da Çukurçeşme'deki Ali Bey Hanı'na yerleşti. Bu arada babasını tanıyan ve daha sonra Şeyhülislam da olan Musa Kazım Efendi onu kendi derslerine kabul etti.
Onun sayesinde Neyzen Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Şair Şeyh Vasfi gibi edebiyatçılarla tanıştı. Mehmet Akif'le dostluğu süren Neyzen, Mehmet Akif'e ney öğretti; Mehmet Akif de Neyzen'e Arapça, Farsça ve Fransızca öğretti. Dost çevresi içinde artık İbnülemin Mahmut Kemal, Tevfik Fikret, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tanburi Cemil, Hacı Arif Bey, Yunus Nadi de vardı.
1900 yılında, gramofon ticaretini ilk yapanlardan Gülistan Plâk Mağazası sahibi Hâfız Âşir Bey'le bir plâk doldurma girişimi oldu. Neyzen aşırı içkili olduğu için güçlükle doldurulan plâklar yine de basılıp piyasaya verildi. 1949'da yayımlanan Azâb-ı Mukaddes'e yazdığı önsözde belirttiğine göre, 'yüze yakın plâk' doldurmuştur.
Öte yandan istibdata karşı olan gençlerle Sirkecideki İstasyon Gazinosu ve Güneş Kıraathanesi'nde bir araya gelir; yurt sorunlarına ilişkin ve istibdat karşıtı konuşmalar yaparlardı. Güneş Kıraathanesi'ne gelip gidenlerden Ziya Şakir, bir gün, sözü Eşref'ten açıp Jön Türk hareketinin önderlerinden Ahmet Rıza'ya getirerek Neyzen Tevfik'i konuşturdu ve tüm düşüncelerini öğrendi, ardından da ihbar etti. Gözaltına alınan Neyzen, sıkıntı dolu bir sorgulamadan geçirildi. Bu arada, daha önce tam otuz beş kez jurnal edilmiş olduğunu öğrendi. On beş gün sonra da serbest bırakıldı.
Serbest kaldıktan sonra kendisini Beyoğlu meyhanelerine attı. Bu esnada Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam ederek Şeyh Mümin Baba'dan nasip aldı. Siyasi baskının artmasından sonra yurt dışına gitmeye karar verdi ve 1902 yılında Mısır'a gitti.
Neyzen Tevfik'in Mısır'da geçen yıllarına ilişkin olarak gerçekle gerçek olmayanı birbirinden ayırmak neredeyse imkansız. Ama geçimini neyi ile sağladığını ve hicvetmeye devam ettiği biliniyor. Mısır’da bir arkadaşı ile Neyzenler Kahvehanesi açıp işletti. Özbekiye Saz Bahçesi'nde çalarken plâk da doldurdu. Jön Türklerle ilişkili, bir dost toplantısında sarhoşlukla tabancasını ateşlediği ve duruşmada yargıca 'haksızlık yapıyorsunuz' dediği için altı ay hapse mahkûm edildi. Ancak yaptığı itiraz kabul edildiği için bir buçuk ay yattıktan sonra özgürlüğüne kavuştu. Bu arada Feride adlı Lübnanlı bir kadınla iki ay birlikte yaşadı.
II. Abdülhamit için yazdığı 'Abdülhamid'in Ağzından Bir Nutk-ı Hümâyun' adlı hicvini İstanbul Kıraathanesi'nde okuyunca tutuklanmak istendi fakat çevrenin işe karışması ile kurtuldu. 'Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki Düşünceleridir' başlığı ile gazetelerde yayımlanan yazı nedeniyle hakkında tutuklama kararı verildi. Kurtulmak için de 'Kaygusuz Sultan' adlı bektaşi tekkesine sığındı.
II. Meşrutiyet'in ilânıyla Mısır'dan ayrıldı ve İzmir'e döndü. Daha sonra da İstanbul’a geçti. Çemberlitaş'ta bir han odasına yerleşen Neyzen Tevfik, seyretmek için gittiği ve Ferah Tiyatrosu'nda sergilenen 'Sabah-ı Hürriyet' adlı oyunun İttihat ve Terakki'ce yasaklanması üzerine yaptığı konuşma yüzünden tutuklandı. Ardından kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı.
Neyzen Tevfik 1910 yılında 'sarıklı bir zâtın kızı olan Cemile hanımla', kardeşinin ve babasının karşı çıkmasına karşın, annesinin ısrarı ile evlendi ve bir kızı oldu. Ancak yürümeyen evliliği, kızı Leman henüz üç aylıkken kayınbabasının eşini alıp götürmesiyle son buldu.
I. Dünya Savaşı yıllarında, Askeri Müze'nin kurucusu Muhtar Paşa'nın emrinde ve Mehterbaşı olarak askerlik yaptı. Düzenle başı hoş olmayan Neyzen Tevfik, herhangi bir meseleden dolayı Muhtar Paşa ile kavga etti ve askerden çıkarıldı. Daha sonra, dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın yalısında Mehter takımının verdiği konseri izleyen Almanya'nın Romanya'daki Kuvvet komutanının ilgisini çekti. Bazı kaynaklarda da onun çağrılısı olarak Romanya'ya gittiği yazılır. Romanya'da piyano eşliğinde konser verdi.
1919 yılında, ilk kitabı “Hiç”i yayınlandı.
1923 yılında Ankara'ya gitti ve kardeşi Şefik Kolaylı'nın yanında 4-5 ay kaldı. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı ve Mustafa Kemal'i yücelten şiirler yazdı bu sırada. 1924 yılında, arkadaşı Hasan Sâit Çelebi'nin de yardımları ile yazdıklarını “Azâb-ı Mukaddes” adı altında forma forma yayımlamaya kalkıştı ancak girişim başarılı olmadı ve iki formadan sonra noktalandı.
1926 yılında Atatürk'le tanışan Neyzen Tevfik, 1927 yılında sa'ra nöbetleri ve alkol yüzünden artık sık sık gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kâmil Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı. 1928 yılında, ski dostu Mehmet Akif'i görmek için tekrar Mısır'a gitti ve bir yıla yakın bir süre yanında kaldı.
1930’lu yıllarda, ekonomik destek olsun diye, Vali ve Belediye Reisi Muhiddin Üstündağ'ın girişimi ile Konservatuvar'da görevlendirildi. 1940’lı yıllarda doktoru olduğu kadar dostları da olan Mazhar Osman ve Rahmi Duman'ın aracılığı ve Valiliğin oluru ile Bakırköy Akıl Hastahanesi'nin 21 nolu koğuşu ona ayrıldı. İstediği zaman gelir, yatar, dinlenir ve çıkar giderdi. Rahmi Duman, Neyzen Tevfik'le ilgili şunları yazmış; 'Onu yakinen tanımak mazhariyetine 1932’de erdim. O tarihte genç bir asistan olarak Bakırköy Akıl Hastahanesi'ndeki 18 numaralı serviste (ehline) açmış olduğu şiir ve felsefe kürsüsünün hevesli ve usanmak, yılmak bilmeyen bir talebesi olmuştum.'
9 Mart 1946'da, basın yararına düzenlenen bir konserde ney çaldı ve yaptığı taksimlerle izleyicileri büyüledi. 1949 yılında, dostlarından İhsan Ada, Neyzen Tevfik'in eserlerini, onun gözetimi altında, “Azâb-ı Mukaddes” adı ile kitaplaştırdı. 1951 yılında “Onu Affettim” adlı bir filmde önemli bir rolde gözüken Neyzen Tevfik, “Ağlayan Şarkı” adlı bir başka filmde ise, Suzan Yakar'la oynadı.
1952 yılında, arkadaşlarının ısrarı ile Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptı. 1930'larda İstanbul Belediye'sinin bağladığı yardım aylığını saymazsak Neyzen'in düzenli bir geliri hiç olmadı. Neyzen Tevfik'in söylenceleşen yaşamı 28 Ocak 1953'de son buldu. Cenaze namazı Beşiktaş'ta Sinan Paşa Camii'nde kılındı. Caminin avlusundan taşan kalabalık; ana caddeleri, kahveleri, yolun karşısında ki Barbaros Bulvarını doldurdu. Memurların, profesörlerin, ileri gelenlerin yanı sıra kılıklarına çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar, sokak serserileri ve bin bir çeşit insan bir arada uğurladılar Neyzen'i bilinmeyene. Kim bilir belki de hiçlikten hepliğe…
Ne hayatı, ne dünyayı, ne de kendisini 'hiç' kavramıyla ifade etmek değildi onun yaptığı. O, karşıtlıkların birbirini var ettiği algılayışımızda, var oluş derinliğinin sarhoşluğu içinde arayışını sürdürürken “Hiç” olanı fark etmişti. Para-pul, mal-mülk, şan-şöhret elinin tersiyle ittiği şeylerdendi. Adaletsizliğe, çıkarcılığa, kör inançlara, baskıya, otoriteye, din istismarına sert ve etkili bir üslupla hicivlerinde ve hayatında baş kaldırdı. Boynunda eski yazıyla “Hiç” yazardı.
ŞEHİTLERE TANINAN HAKLAR ŞUNLARDIR
Bayrak Verilmesi
Şehidin tabutuna sarılan bayrak, en büyüklerinden itibaren erkek çocuklarına yoksa kız çocuklarına, yoksa babasına o da yoksa annesine, annesi yoksa eşine, eşinin yokluğu halinde diğer mirasçılarına verilir.
- Madalya ve Berat Verilmesi
Şehit olan personelin varislerine, TSK Savaş Takdirnamesi, Madalya ve Nişan Yönetmeliği gereği Devlet Övünç Madalyası ve Beratı verilir.
Madalya, şehidin en büyük erkek çocuğuna, yoksa en büyük kız çocuğuna, yoksa babasına o da yoksa annesine, annesi yoksa eşine, eşinin yokluğu halinde diğer mirasçılarına verilir.
- Şehidin Kendisinden Sonraki Kardeşinin Askerlik Muafiyeti
(1) 1111 sayılı Askerlik Kanununun 10 ncu madde 9 ncu fıkrasına göre şehit personelin kendisinden sonra askerlik sırası gelen ilk erkek kardeşi istekli olmadıkça silah altına alınmaz.
(2) Hak sahibi personelin bu konuda bağlı bulunduğu Askerlik Şubesine yazılı müracaatı gerekmektedir.
(3) Bu haktan, 1076 Sayılı Kanuna tabi Yedek Subaylar ile, 1111 Sayılı Kanuna tabi Erbaş ve Erlerin kardeşleri istifade eder.
- Şehit Kardeşlerinin İkametgahlarına Yakın Bir Yerde Askerlik Hizmetini Yapması
(1) Şehit personelin kardeşleri, eğitim merkezlerindeki eğitimlerini müteakip ikamet yerlerine veya askerlik şubelerine yakın birlik, kurum ve karargahlara tertip edilir.
(2) Hak sahibi personel veya ailesi, bu konuda öncelikle sevk esnasında Askerlik Şubesi Başkanlığına, mümkün olmadığında Eğitim Merkez K.lığına, bunun da mümkün olmaması halinde tertip edildiği Birlik K.lığına veya şehidin kardeşinin mensubu olduğu kuvvet komutanlığına dilekçe ile müracaatı gerekmektedir. Dilekçesine kardeşinin şehit olduğuna dair belge ve vukuatlı nüfus kayıt örneği eklenmelidir.
- Hastanelerden Yararlanma
Maaş bağlanan eş, çocuk, anne ve babalara başka bir sosyal güvenlik kurumunun sağlık hizmetlerinden faydalanmıyorsa, bunların tedavi giderleri T.C.Emekli Sandığı’nca ilgili mevzuat hükümlerine göre karşılanır ve sağlık karneleri T.C.Emekli Sandığı tarafından verilir.
- Kimlik Kartı Verilmesi
TSK Kimlik Kartı Yönergesi (MSY 52-7) gereği;
(1) Şehit Subay, Astsubay ve Uzman Erbaşların dul eşleri, yetim maaşı bağlanan erkek çocuklar ile evlenmemiş kız çocukları, dul ve yetim maaşı bağlanan anne ve babalarına T.S.K. Emekli Kimlik Kartı verilir.
(2) Harp ve vazife malullüğünü gerektiren sebeplerden dolayı ölen Yedek Subay, Erbaş ve Erlerin aylık almaya müstahak dul ve yetimleri ile bunların 5434 sayılı kanun hükümlerine göre sağlık hizmetinden yararlanabilecek aile fertlerine, Askeri Hastanelere müracaatta kullanacakları “YALNIZ ASKERİ HASTANELERDE GİRİŞ İÇİN GEÇERLİDİR” ibareli kimlik kartları bağlı bulundukları Askerlik Şubesi Başkanlıklarınca verilir.
- Orduevlerinden Yararlanma
Şehit Subay, Astsubay anne ve babalarına, Garnizon K.lıklarınca TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 664 ncü maddesi gereğince tanınmış kişi addedilerek ordu evlerinden günübirlik istifadelerine imkan sağlanır.
T.S.K. de görev yaparken şehit olan Yedek Subayların aile fertlerinin talepleri halinde, orduevi günü birlik giriş kartı vermeye yetkili makamlarca yapılacak incelemeyi müteakip uygun görülenlere “ORDU EVLERİ GÜNÜ BİRLİK GİRİŞ KARTI” verilir.
- Özel Eğitim Merkezlerinden Yararlanma
(1) Şehit Subay, Astsubay eş ve çocuklarına Özel Eğitim Merkezlerinden faydalanmada (+10) puan verilir.
(2) Müracaatların yaz kampı için her yıl 1 Şubat, kış kampı için 1 Ekim tarihine kadar K.K.Per.İşl.D.Bşk.lığına gönderilmesi ve form üzerinde şehit ailesi olduğunun işaretlenmesi gerekmektedir.
- Ücretsiz Seyahat Hakkı
Terörle mücadelede şehit olanların dul kalan eşleri ve reşit olmayan çocukları ile şehidin bekar olması halinde maaş bağlanan anne ve babaları, yurtiçinde Devlet Demir yollarında, Deniz yolları şehir hatlarında ve Belediye toplu taşıt araçlarında ücretsiz seyahat ederler.
Bu haktan şehit erbaş ve erlerin maaş alan dul eşi, reşit olmayan çocukları ile anne ve babaları da faydalanmaktadır.
- 2684 Sy.Kn.Göre İlköğretim ve Ortaöğretim Parasız Yatılı veya Burslu Öğrenci Okutma
2684 Sayılı Kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasına göre; durumları 5434 sayılı T.C. Em.San. Kanununun 65. maddesinin (d) fıkrası, 2330 Sayılı Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun, 2453 Sayılı Yurtdışında Görevli Personele Tazminat Verilmesi ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun kapsamına uyan kişilerin çocukları Milli Eğitim Bakanlığınca tespit edilecek kontenjan kadarı sınavsız olarak parasız yatılı öğrenciliğe alınırlar.
Ancak bu gibi öğrencilerden özel giriş sınavı ve kayıt kabul şartları bulunan eğitim/öğretim kurumlarına alınacakları, bu kurumların kayıt/kabul şartlarını taşımaları ve sınavlarını kazanmaları gerekmektedir.
- Okullara Öncelikle Alınma
Giriş koşullarını taşıyan şehit çocukları ile öz kardeşlerinin Askeri Okullara giriş esasları aşağıya çıkarılmıştır.
(1) KARA HARP OKULU:
Giriş koşullarını taşımak kaydıyla; ÖSS’den aldıkları puana bu puanlarının % 10’u oranında puan ilave edilir.
(2) ASKERİ LİSELER:
Giriş koşulu olarak diploma notu aranmaz, sınava giriş yılının HAZİRAN döneminde doğrudan mezun olmak yeterlidir. Ön sağlık, Beden eğitimi ve Mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; yazılı sınav tam notunun %35’i oranında not alanların aldıkları nota, tam puanın %20’si oranında puan ilave edilir.
(3) ASTSUBAY HAZIRLAMA OKULLARI:
Giriş koşulu olarak diploma notu aranmaz, sınava giriş yılının HAZİRAN döneminde doğrudan mezun olmak yeterlidir. Ön sağlık, Beden eğitimi ve Mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; yazılı sınav tam notunun %30’u oranında not alanların aldıkları nota, tam puanın %25’i oranında puan ilave edilir.
(4) ASTSUBAY SINIF OKULLARI:
* Kıt'a Kaynağı: Giriş koşulu ön sağlık, beden eğitimi ve mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; yazılı sınav tam notunun %30'u oranında not alanların aldıkları nota, tam puanın %25'i oranında puan ilave edilir.
* Sivil Kaynak: Giriş koşulu olarak lise mezunu adayların ÖSS'yi kazanmış olmaları gerekir. Ön sağlık, beden eğitimi ve mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; lise mezunu adayların ÖSS puanlarına aldıkları puanların %30'u ilave edilir.
Kıt’a kaynağı: Giriş koşulu, Ön sağlık, Beden eğitimi ve Mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; yazılı sınav tam notunun %30’u oranında not alanların aldıkları nota, tam puanın %25’i oranında puan ilave edilir.
Sivil kaynak: Giriş koşulu olarak lise mezunu adayların ÖSS’yi kazanmış olmaları gerekir. Ön sağlık, Beden eğitimi ve Mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; lise mezunu adayların ÖSS puanlarına aldıkları puanların %30’u ilave edilir.
- Şehit Sb./Astsb. Şahsi Tabancalarının Varislerine Devri
Tabancayı adına tescil ettirecek varis, K.K.K. lığına başvurarak menşei belgesi talebinde bulunur. Tabancayı alacak varis menşei belgesi ve diğer varislerden alacağı onaylı feragatname ile İl Emniyet Müdürlüğüne başvurur. Şehit personelin anne, baba, eş ve çocuklarına şehit durumunu belgelemeleri şartıyla İl Em.Md. lüklerince silah bulundurma ruhsatı verilir.
- Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğüne Bağlı Yurtlardan Öncelikle Yararlanma
2330 sayılı Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun kapsamına giren personelin çocukları, durumlarını belgelendirmeleri halinde Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğüne ait yurtlardan öncelikli olarak faydalandırılmaktadır. Bunun için sözü edilen Genel Müdürlüğün belirleyeceği tarihlerde müracaat etmeleri gerekmektedir.
- Telsim 'Onur Hat' Aboneliği
TELSİM A.Ş.Genel Müdürlüğü tarafından şehit personelin 1 nci derece yakınlarına (Anne, baba, eş, çocuk) hizmet amacıyla indirimli “Onur Hat” aboneliği verilmektedir. Bu uygulama ile aylık sabit ücretlerde % 50, görüşme ücretlerinde % 40 indirim uygulanmaktadır.
Geniş bilgi almak için Telsim Shop’lar ve Yetkili Satıcılara müracaat edilebilir.
- Yükseköğrenim Katkı Paylarının Alınmaması
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki görevlerin ifası sırasında hayatlarını kaybederek şehit olan personelin geride kalan çocuklarından yüksek öğrenim kurumlarında öğrenim görenlerden yüksek öğretim katkı payları alınmamaktadır.
- TSK Ali ÇETİNKAYA İlk Kurşun Rehabilitasyon Merkezinden Yararlanma
Balıkesir İli, Ayvalık İlçesinde dört yıldızlı bir otel konumunda olan, nefis manzaralı TSK.Ali ÇETİNKAYA İlk Kurşun Rehabilitasyon Merkezi, şehit ailesine (eş/çocuk/anne/ baba) oniki ay boyunca hoşça vakit geçirilebilecekleri güzel bir tatil imkanı sunmaktadır.
Tesisten faydalanan şehit erbaş/er ailesinin (eş/çocuk/anne/baba) gidiş-dönüş yol paraları (otobüs/tren bilet ücreti veya özel aracıyla gelenlere şehirlerarası belediye rayici dikkate alınarak) ve tesisteki tabldot usulü yemek paraları (sabah/öğle/akşam) TSK.Mehmetçik Vakfı bütçesinden Rehabilitasyon Merkez K.lığınca karşılandığından, tesisten yararlanan şehit ailesine ücretsiz bir tatil geçirme imkanı sunulmaktadır. Tesisten faydalanmak için K.K.K.lığı Per.İşl.D. Bşk.lığı (Yücetepe/ANKARA) adresine dilekçe ile müracaat edilmesi gerekmektedir. (Dilekçe örnekleri As.Ş.Bşk.lığı ile en yakın Askeri Birlik K.lığından temin edilebilir.)
- Meskende Tüketilen Elektrik Enerjisinde İndirim
Şehit ailesinin meskeninde (evinde) tükettiği elektrik enerjisine % 40’ı geçmeyen oranda mesken tarifesi indirimi uygulanmaktadır.
- TSK Sosyal Tesislerinde İstifadede Otopark Ücreti Alınmaması
TSK.sosyal tesislerinden (Ordu Evi, Özel Eğitim Merkezleri, Askeri Gazino ve Diğer Kolaylık Tesislerinde) istifade eden şehit ailesinden otopark ücreti alınmamaktadır.
- TSK Özel/Yerel Eğitim Merkezlerine Girişlerde Günübirlik Giriş Ücreti Alınmaması
Şehit subay, astsubayların anne, baba, eş ve refakatindeki çocukları, gelin ve damatlarından, TSK. bünyesindeki özel/yerel eğitim merkezlerine girişlerde günübirlik giriş ücreti alınmamaktadır
Mehmet Emin Karamehmet, 1 Nisan 1944 tarihinde Mersin'in Tarsus ilçesinde doğdu. Aslında ilk nüfus kayıtlarında soyadı Karamehmetoğlu şeklinde geçerken kendisi bunu daha sonraları düzelterek Karamehmet olarak kullanmayı seçti.
M. Emin Karamehmet, İstanbul'da Robert College'de eğitim gördü.
Karamehmet, Robert College sonrası İngiltere'de bulunan Dover College'de ekonomi eğitimi aldı. İlk şahsi şirketini ise 1966 yılında 100 bin lira sermaye ile kuran Karamehmet, o yıl babasının uzun yıllar meclis başkanlığı yaptığı Tarsus Ticaret ve Sanayi Odası'na da resmi kaydını yaptırdı. Memleketi Tarsus'un bir ticaret merkezi olması ise Karamehmet'in ticari tecrübesini artırdı.
SANAYİCİ BİR AİLE
Mehmet Emin Karamehmet, tarım ve sanayi kökenli Karamehmet ailesinin üçüncü kuşağı. Türk sanayiine Eliyeşil ailesi ile birlikte Çukurova Sanayi İşletmeleri'ni kurarak giren Karamehmet ailesi, bölgede gayrimüslimlerden sonra sanayie adım atan ilk Türk ailesi olarak biliniyor. Çukurova bölgesinde oldukça yakından tanınan Eliyeşil ailesi ile iş ortağı olan Karamehmet'ler, aynı zamanda evliliklerle de bu ortaklığı yıllar boyunca perçinlemişler.
Çukurova'nın bereketli topraklarında yıllar boyunca tarım üretimi ile geçimlerini sağlayan Karamehmet ailesi, geçmişi 1880'e kadar uzanan Çukurova Sanayi İşletmeleri fabrikasını Eliyeşil ailesi ile birlikte alarak sanayie adım atıyorlar. Türkiye'nin en eski ve en büyük tekstil komplekslerinden biri olan bu tesisler 1925'te sadece 50 çırçır ve 5 bin iğlik kapasiteye sahip. 1932'de büyük bir modernizasyona gidilen fabrika ülkemizdeki ilk modern fabrika hüviyetini kazanmış oluyor.
SADİ BEY’İN FABRİKASI
Tarsus'ta Sadık Paşa lakabı ile tanınan Sadık Eliyeşil'in oğlu Şadi Eliyeşil, Çukurova Sanayi İşletmeleri'nin ilk kurucusu. Zaten Tarsus'ta herkes Çukurova Grubu'nun tekstil üretim tesislerini hâlâ Şadi Bey'in fabrikası olarak biliyor. Tarsus'ta yerleşik Ramazanoğulları da Çukurova Sanayi İşletmeleri'nin yine ilk ortakları arasında.
Çukurova Tekstil Sanayi'e ek olarak o dönemde bir de Karam yağ ve çırçır fabrikası kuruluyor. İş makineleri üretimi ise ilk başlarda distribütörlük olarak başlamış, zaman içinde John Deree biçerdöverlerinin üretimine geçilmiş. Zamanla biçerdöver üretiminden forklift üretimine kayılıyor. Mehmet Emin Karamehmet ise ilk şirketini 1966 yılında henüz 22 yaşında iken kuruyor. İthalat, ihracat ve imalat alanlarında faaliyet göstermek üzere kurulan Mehmet Emin Karamehmetoğlu Ticarethanesi, Mehmet Emin Karamehmet'in Ticaret Odası'na kayıtlı ilk şirketi.
1980'li yıllarda üç bankanın ve çok sayıda şirketin sahibi konumuna gelen Karamehmet ailesinin mali gücü bir hayli arttı. Mehmet Emin Karamehmet'in yönetiminde aktif rol üstlendiği bu dönemde grup, çelik üretiminden deterjana kadar her alanda üretim yapmaya başladı. 1980'li yıllarla birlikte dış ticarete ağırlık veren Çukurova Grubu, bu tarihlerde New York ve Cenevre'de de ilk şirketlerini kurdular. Ayrıca Bülent Ulusu hükümeti döneminde Çukurova Sanayi İşletmeleri'nin Mersin yolu üzerindeki yeni fabrikaları alınan kredilerle inşa ettiler.
TURKCELL PROJESİ
Mehmet Emin Karamehmet’i Türkiye gündemine sokan en önemli olay 1994’te gerçekleştir. 94 krizinde iflas eden Murat Vargı adlı bir tekstilci ile bu dönemde hayatı kesişen Karamehmet, o dönemde kimsenin tenezzül etmediği ve Murat Vargı’nın projesi olan Turkcell işine girdi.
Turkcell projesi son olarak Murat Vargı tarafından Çukurova Grubu'nun patronu Mehmet Emin Karamehmet'e götürüldü. O günlerde finans ağırlıklı her grup gibi Çukurova Grubu da kısmen sıkıntılı günler içinde. Pamukbank'ın yanı sıra gruba bağlı İnterbank da krizden yaralar almış durumdaydı. Nitekim bir süre sonra bu banka, işadamı Cavit Çağlar'a satıldı ve sonra da bankanın içini boşaltmak suçlamasıyla devlet tarafından el konuldu.
Murat Vargı projeyi, arkadaşı Yapı ve Kredi Bankası'nın o dönemde genel müdürlüğünü yürüten Burhan Karaçam aracılığı ile Karamehmet'e ulaştırmayı başardı. Ancak beklenenin aksine Karamehmet, projeden etkilenip bu işe girmeye karar verdi. O dönemde Çukurova kurmayları arasında Karamehmet'e destek veren tek isim ise Osman Berkmen oldu.
Karamehmet'in ne kadar akıllı bir yatırım yaptığı ise zamanla ortaya çıktı. 8 milyonu aşkın abonesi ile Turkcell bugün ülkemizin en büyük özel sektör şirketi konumunda. Turkcell, hisseleri New York Borsası'nda işlem gören tek Türk şirketi olarak dikkat çekti.
Turkcell, 3 milyar dolarlık yatırımına rağmen 17 milyar dolara ulaşan değeri ile dünyanın dev şirketleri arasına girmeyi başardı. Sadece 6 yıl gibi kısa bir sürede Turkcell, tarihleri yüzlerce yılı bulan global dev şirketleri de geride bıraktı.
MEDYADA ÖZGÜN PATRON
Mehmet Emin Karamehmet, Tarsus'taki birkaç fabrikasında tekstil ve iş makinesi imalatıyla meşgul olan Çukurova Grubu'nu önce finans, ardından da iletişim sektöründeki girişimciliği ile çok hızlı bir şekilde zirveye çıkardı. Özellikle bankacılık sektöründe Yapı Kredi ve Pamukbank ile elde ettiği başarıları ile Çukurova Grubu, ülkemizdeki en büyük sermaye grubu haline getirdi.
Bunlardan sonra medya alanına da giren Karamehmet, Akşam Grubu'nu Ilıcak ailesinden Show Tv'yi ise Erol Aksoy'dan satın aldı.
BAŞARININ SIRRI: PROFESYONELE SINIRSIZ ÖZGÜRLÜK
Profesyonel yöneticilerinin proje ve kararlarını destekleyen, onlara tam yetki ve sorumluluk veren Karamehmet, 'çalışanlarına laf söyletmemesi' ile tanınıyor.
Çukurova Grubu'nun patronu Mehmet Emin Karamehmet, yanında çalıştırdığı profesyonelleri oldukça özgür bırakmasıyla tanınıyor. Mülayim, çabuk sinirlenmeyen ve hoşgörü sahibi bir insan olarak tanınan Karamehmet, profesyonel yöneticilerin kendi kararlarını uygulamaları konusunda kendilerine sorumluluk veriyor. Yöneticilerin grupta çalıştıkları dönemde hatta sonrasında da onlara laf söyletmemesi ise onun bir başka özelliği. Profesyonel yöneticilerine çok güvenen ve onların kararlarını sonuna kadar dinleyerek icraata geçen Karamehmet, bir projeye girerken ayrıntılı değerlendirme yaparak risk alabilen bir müteşebbis.
GÜNDE 15 SAAT ÇALIŞIYOR
Holding çalışanları ve arkadaşları Karamehmet'i, işine bağlılığıyla tanıyor. Sabah 8.00'de girdiği ofisinde akşam saatlerine kadar çalışan Karamehmet, zaman zaman hafta sonları da işleriyle uğraşıyor. Hemen hemen hiç tatil yapmadığı, gösterişi ve lüksü sevmediği, ofisinin ise son derece mütevazı olduğu söylenenler arasında. Az ve öz konuşan Karamehmet, aynı zamanda iyi bir gözlemci ve iyi bir dinleyici de.
Mehmet Emin Karamehmet, medyada görünmekten hoşlanmayan ve pek ortaya çıkmayan bir insan. Bir arkadaşının ifadesiyle, 'lüzumsuz işler yapmayı ve lüzumsuz gördüğü yerlerde de bulunmayı' sevmiyor. Makam otomobili olarak Mercedes'i tercih eden Karamehmet'in özel otomobili ise Nissan marka bir jeep.
Karamehmet, şirketlerini zaman zaman kendi kullandığı arabasıyla gizlice ziyaret ediyor. Hatta şirket çalışanlarının kendisini bu ziyaretlerinde tanıyamadığı ve bu yüzden ilgilenmediği söyleniyor.
21 Haziran 1905'te Paris'te doğdu. Babası o çok küçük yaştayken öldü ve annesi de ailesinin yanına döndü. Sartre, hep örnek çocuk olarak gösterildi. La Rochelle Lisesi'ne devam etti, ama olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü.
1929 yılında Simone de Beauvoir'la tanıştı. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı. 2. Dünya Savaşı sırasında, Almanlar tarafından hapse atıldı; hapisten çıktıktan sonra Direniş Hareketi'ne katıldı. 'Sinekler' adlı tiyatro oyunu, onun Direniş Hareketi'nde olduğunu bilmeyen Almanların izniyle oynandı (1943) . Aynı durum, 'Varlık ve Hiçlik' adlı oyununda da meydana geldi (1943) . Oyunlarının her ikisi de baskı karşıtıdır; 'Varlık ve Hiçlik'te Sartre, ilk kez felsefesini ortaya koydu.
1945 yılında öğretmenliği bırakarak 'Les Temps Modernes' adlı edebi-politik dergiyi kurdu. Kitaplarının çoğunda edebi ve politik sorunları işledi. Savaş sonrası dönemde özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkan Sartre, eleştirilerini saklamasa da SSCB'ye destek veriyor, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkanların başında geliyordu; Les Temps Modernes, sömürgelerdeki savaşlara karşı 1953'ten başlayıp, 1957'de yoğunlaşan bir savaş yürüttü.
Sartre, '121'lerin Bildirgesi'ni imzaladı, 1961-62 yılındaki büyük gösterilere katıldı. 1964 yılında Nobel Ödülü'nü geri çevirdi; böylesi bir ödülün, yapıtlarının bütünlüğünü zedeleyeceğini düşünüyordu. 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russel Mahkemesi'nin de başkanlığını yaptı.
1968 yılında, Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, Sovyet sosyalizmini ve kendi klasik aydın tutumunu sorgulamaya girişti. O dönemde Maocularla da bir yakınlaşması oldu. 1973 yılında Liberation'u kurdu.
1974 yılında gözleri büyük oranda görmez oldu, bu nedenle etkinliklerini yavaşlatarak, daha çok Doğu Ülkeleri üzerindeki baskıların sona erdirilmesi, insan haklarının korunması gibi konularda çalışmaya başladı. Pierre Victor'la (Benny Levy'nin takma adı) , aydının rolü, bireyin tarihteki yeri, şiddet ve kardeşlik konuları hakkında 'Pouvoir et liberté' adında bir yapıt hazırladı.
Siyasal etkinliklerinin, yazar tarafını bazen maskelemiş olmasına karşın, Sartre, son derece düzenli bir zihinsel çalışma yürüterek, gününün altı saatini yazmaya verdi. Edebi nesne Sartre'a göre 'Yalnızca hareket halindeyken varolan bir topaçtır. Onu ortaya çıkarmak için, adına okumak denen somut bir eyleme ihtiyaç vardır.' Yazmak, okurun özgürlüğüne çağrıda bulunmaktır. Sartre, 15 Nisan 1980'de Paris'te öldü. Sartre'ın önemli kitapları arasında Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar sayılabilir; bunun yanı sıra, yayınlanmış ya da bitirilemeyerek yayınlanmamış birçok yapıtı vardır.
Sartre'ın adıyla birlikte anılan varoluşçuluk, aslında 17. yüzyıldan beri vardır; Blaise Pascal'le başlar; ama Sokrates'in felsefesinde, hatta İncil'de varoluşçuluğun izlerinin bulunduğu düşünülürse, Pascal'i varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul etmek de doğru olmaz. Soren Kierkegard ise, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Nietzsche, Heidegger ve tabii Sartre varoluşçudurlar. Camus ve Dostoyevski de, diğer çok ünlü varoluşçu yazarlardır.
Sartre, varoluşçuluğun iyimser bir felsefe olduğunu söyler; çünkü tüm insanlar birbirinin aynıdır; bir kahraman ya da bir alçak olmak tamamıyla onların elindedir; insan önceden-tanımlanmamıştır; ne bir kahraman olarak doğar, ne de bir alçak. Ama aynı felsefeye göre, insan varlığının durumuna da güvenmemelidir, çünkü o halde kalacağının hiçbir güvencesi yoktur. Özet olarak, Sartre insanın tek yazgısının, elinden geldiğince 'bağımlı' olmak olduğunu söyler. Bu da, kendini bütünün içinde düşünebilmekten geçer.
can yücel küfürün de hayatımızda bir yeri olduğunu ve bunun ölçülü biçimde yapıldığında toplum için herhangi bir tehlike oluşturmayacağını ifade etmişti..kendisinin yazdığı ama mevlana'dan çalındığı iddia edilen her şey sende gizli şiiri müthiş bir şiirdir..
zağnos paşa
19.07.2004 - 14:37ZAĞNOS KÖPRÜSÜ: Zağnos Paşa Köprüsü, fetihten hemen sonra 1467 yılında Trabzon Valisi Zağnos Paşa tarafından yaptırılan bu köprü eski şehrin batıya açılmasını sağlamıştır.
zeugma
19.07.2004 - 14:36Belkıs/Zeugma'yı Anadolu'daki pek çok antik kent içinde ön plana çıkaran bir çok özellik bulunuyor. Bu özelliklerden birisi kendine has özellikler taşıyan heykeltraşlık ekolüdür. Belkıs/Zeugma'da ele geçirilen heykeller, kabartmalar ve mezar stellerinde kendini gösteren bu ekole ait pek çok örneği Türkiye'nin ve dünyanın çeşitli müzelerinde görmek mümkün.
DÜNYA REKORU: 100 BİN BULLA
Zeugma kazıları sırasında ortaya çıkarılan ve bu alanda bir “dünya rekoru” Gaziantep’e ve Türkiye’ye kazandıran “ bullalar” da Belkıs/Zeugma’yı eşsiz kılan özellikler arasında yer alıyor. Bulla mühür baskısı anlamına geliyor. Yani bir mektup, bir ferman, ya da paketi başka yerlere göndermek gerektiğinde, kapatılıp üzerine vurulan özel mühür baskı demek. Bu da Zeugma’nın devlet arşivinin günümüze yansıyan izleri sayılıyor. Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen bu önemli koleksiyondaki mühür baskılarının sayısı ekim ayı içerisinde bulunanlarla birlikte 100.000’i buluyor. Arkeoloji uzmanları bu rakamın “ Dünyada bir müze kayıtlarında bulunan en fazla bulla “ olduğunu belirtiyor. Pişmiş topraktan yapılan bu bullalar, üzerinde taşıdıkları son derece zengin tasvirler ile Belkıs/Zeugma’nın diğer antik kentlerle olan ilişkileri, dönemin ekonomik, sosyal ve dini hayatı üzerine benzersiz bilgiler edinmemizi sağlıyor.
ROMA’NIN 4.LEJYON BÖLGESİ
Zeugma’yı önemli antik kentler arasında farklı kılan diğer bir olay da Roma İmparatorluğu döneminde üslenmiş olan ve çoğunluğu Anadolulu askerlerden oluşan Scyhthica (İskitya) Lejyonu’nun bu kentte bulunmasıdır. Bu lejyon Roma imparatorluğunun en önemli 4 kentinden biri konumundaydı. Kaynaklar bu garnizonun daha sonraları Romalı bir yapıya bürünüp “ IV.Lejyon “ adıyla Fırat kıyılarının koruması görevini üstlendiğini belirtiyor.
MOZAİKLER KENTİ ZEUGMA
Zeugma’nın asıl önemi, kazılarla ancak küçük bir bölümü ortaya çıkarılabilen Roma Villaları ve bu villaların tabanlarını süsleyen mozaiklerdir. Benzerleri Türkiye sınırları içerisinde sadece Ephesus (Efes) Antik kentinde görülen bu yamaç villaları arkeolojik açıdan büyük önem taşımaktadır. Sadece A bölgesi kazılarında gün ışığına çıkarılan mozaiklerin alanının 1000 metrekareyi bulması Zeugma’nın tam anlamıyla bir mozaik kenti olduğunu ortaya çıkarıyor. Yapılan araştırmalar sonucunda uzmanlar Zeugma’daki kazıların tamamlanmasıyla Gaziantep Müzesi’nin dünyanın en büyük mozaik müzesi haline dönüşeceğini söylüyor. Yolların kesişme noktasında bulunması ve ticaret ve garnizon kenti olması Zeugma’yı sanatçıların gözünde çekici yapmış. Emekli olan subaylar bile kente yerleşmeye başlamışlar. Güvenli ve zengin bir kent olan Zeugma’ya dönemin en iyi sanatçıları akın etmeye başlamışlar. Böylelikle sanatçılar, kentte, günümüzde olaylar yaratan mozaikler, freskler ve heykeller bırakmışlardır. Zeugma çağımız yöneticilerinin nedenini bilmedikleri biçimde zenginleşirken, kültür ve güzel sanatlarda da gelişimini sürdürmüştür. Kentin hemen tam karşı kıyısında bulunan ve şimdi çoktan sular altında kalan Apameia kenti ise Helenistik çağdan sonra Zeugma’nın her alandaki rekabetine dayanamayınca terkedilmiştir. M.S.2.yüzyılda Zeugma’yı Apameia’ya bağlayan, ağaç kütüklerinden yapılmış salların oluşturduğu ahşap bir köprü bulunuyormuş. Zeugma’daki villa tipi yerleşimler, bu köprünün Fırat kıyısından başlayarak, batı yönünde yaklaşık 300- 350 metre yüksekliğindeki Belkıs Tepesi’nin üstündeki Akropolis’in eteklerine kadar ulaşmıştır. Yamaçların güney ve batı bölgesi nekropol (mezarlık) , doğu ve kuzeydoğu tarafı mahalleler, kuzey kesimi ise yönetsel bölümler ve lejyon bölgesiydi. Akropolis’in üzerinde ise Zeugma sikkelerinde sıkça rastlanan Tykhe (talih ve kader tanrıçası) Tapınağı bulunmaktaydı. Zeugma’nın genel topoğrafik yapısı, tam bir yamaç kenti görünümündeydi. Helenistik dönemde başlayan villa geleneğine göre, yüksek ve manzaralı alanlar seçiliyordu. Roma dönemine gelince, yüksek yerlerde oturmak, asillere özgü bir tercih ve ayrıcalık olarak kabul edilmekteydi. nedenle kent ve villaları, arkasındaki tepelere doğru açılmış taraçalar üzerinde konumlandırılmıştı.
SANAT HARİKASI MOZAİKLER..
Bir mozaik panosunda çok değişik malzemenin kullanılması gerekiyor. Ancak gelişim süreci içinde ele alındığında yüzeydeki süsleme malzemesinin köklü değişiklikler geçirdiğini görüyoruz. Mozaikte ilkin süsleme unsuru olarak farklı renklerde ve çoğunlukla da siyah-beyaz çakıl taşları kullanılmıştır. Zaman içerisinde çakıl taşlarının çeşitli renklerde boyandığına tanık oluyoruz. Bu dönemde çakılların traşlanmış örneklerine de rastlanmıştır. Ancak taşların gerçek traşlanması “ Tesserae “ denilen teknik önce eski Yunan, sonraları da Roma mozaiklerinde kendini göstermiştir. Bu teknikte taşlar kübik, dörtgen ve üçgen prizmalar biçiminde önceden kesilip, hazırlanır. Ardından mozaik panosuna işlenirdi. Tesserae’nin keşfi mozaiği resimsel tarzda yapma arzusundan doğduğu sanılmaktadır. Antik çağın en önemli mozaikleri çakıl ve camdan yapılmış, Tesserae’lerden üretilmiştir. Taştan sonra en önemli mozaik süsleme malzemesi camdır. İlk kez M.Ö.3. ve 1.yy.’lar arasında Helenistik çağda görülmüş ve sanatçılara sınırsız bir renk kullanma olanağı vermiştir. Bu iki ana maddenin dışında mermer, kiremit parçaları, seramik Tesserae’ler, Terrekota parçalar ve nihayet altın ile gümüş kullanılmıştır. Bu son ikisi ilkin Romalılar tarafından uygulanmıştır. Altın Tesserae’lerin roma dönemine ait ilk örneklerine Antakya döşeme mozaiklerinde M.Ö. 300’lerden sonra görmekteyiz. Genç Hıristiyan ve Bizans mozaikleri döneminde altın Tesserae’lerin Tanrı ve İsa tasvirlerinde gümüş ise 2.derecede önemli kişilerde kullanılmıştır. Teknik ve malzemenin yanı sıra kullanılan harcın kendisi de büyük önem taşıyordu. Roma döneminde harç yüzeye iki üç kat oluşturacak şekilde ve Tesserae yüzeyi taşıyacak şekilde seriliyordu. Birinci kat harcın dibe çökmemesi için harç hamuru sık döşenmiş taşların üzerine çatlamaları önlemek amacıyla yerleştirilirdi. Yer mozaiklerinden başka duvar mozaikleri için de aynı uygulama dikkatle hazırlanır ve her durumda su geçirmeyen bir reçine ye da katran tabakası harçtan önce uygulanırdı. Ardından iki sıra kaba pürüzlü ve duvarın eklem yerlerinde çivilerle kuvvetlendirilmiş ikinci harç tabakası gelirdi. Üçüncü kat ise, oldukça koyu hazırlanmıştır. Ve yapıştırıcı olarak bileşiminde mermer tozu ve dövülmüş tuğla içermekteydi. Roma mozaikleri yapılış olarak ikiye ayrılabiliyor. Birincisi küçük küplerin yan yana konmasından meydana gelmiş Opustesselatum denilen tarz. Dörtgen ve prizmatik küplerden yapılmış olan desen çalışma bittiğinde değişik renklere boyanırdı. İkinci tekniğe ise Opusvermicilatum ya da minyatür mozaik deniyordu. Bu teknikte taşların doğal renkleri korunur ve küçük mozaik parçaları resmin gidişine göre dizilirdi. Ancak bu dizilme nedeni ile taşlar adeta bir solucan gibi uzayıp giderdi. Opusvermicilatum da zaten bu anlama gelmektedir.
ARES (MARS) HEYKELİ
Zeugmada bulunan bir diğer önemli buluntu da Roma dönemine ait 1,50 m boyunda bronz bir Mars heykeli. Eski Yunan’ da savaş tanrısı olan “Ares’ in Romalı karşılığı Mars heykelin ilk temizlik bakımını yapan arkeolog Fatma Bulgan’ a göre “Mars Roma’ da çok önemli bir tanrı. Bereketi ve gücü simgeliyor. Bilindiği gibi Mars savaşçı bir tanrı ve bu kararteriyle kente çok uyuyor. Ayrıca, Fırat kıyısında bereketli topraklar üzerinde kurulmuş bir kent. Bu nedenle Mars’ ın Zeugma için çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Yaklaşık 1800 yıl toprağın altında kalan bronz heykelin üzerini sert bir kalker tabakası kaplamış. Bunun temizlenmesi oldukça güç. Çünkü, eserin özgün bronz yapısını bozmadan ve oksitlenmeyi harekete geçirmeden bu temizlenmeyi yapmak uzmanca, titiz bir çalışmayı gerektirir. Mars heykelinin üzerinde birde yanık izi var. Arkeologlar bunun M.S 252’ de Parthlar ‘ın, Zeugma’yı ele geçirerek yakıp yıkmasından kalan izler olduğunu düşünüyorlar.
ZEUGMA'DA MÜHÜR BASKILARINA GENEL BİR BAKIŞ
Mehmet ÖNAL (Gaziantep Müzesi Arkeoloğu)
Zeugma mühür baskıları Geç Hellenistik ve Erken Roma İmparatorluk dönemi mühürcülük sanatının (Gliptik) en büyük koleksiyonunu oluşturmakta olup, dönemin siyasi, ekonomik, kültürel, etnografya, fauna ve florası hakkında bilgiler vermektedir. Belkıs köylülerinin, Zeugma İskeleüstü mevkiinde yağan yağmurlar sonrası 'kırmıt kaş' (Mühür baskısı-Bulla) bulduklarını belirtmeleri ve burada yapılan yüzey araştırmasında da bir kaç adet mühür baskısı bulunması sebebiyle, bir kısmı Birecik Barajı gölü altında kalacak olan bu mevkide kurtarma kazısı yapılması kararlaştırıldı. Mühür baskılarının bulunduğu yerleşim katını tespit edip, içinde bulundukları yapının mimarisini açığa çıkarmak ve önyüzlerindeki figürlerin tiplerini saptamak için, Gaziantep ili, Nizip İlçesi, Belkıs Köyü sınırları içinde yer alan Zeugma İskeleüstü mevkiinde, Kültür Bakanlığının izniyle, Gaziantep Müzesi Müdürlüğü başkanlığında acil kurtarma kazılarına başlanılmıştır. Bu kazı çalışmalarında gün ışığına çıkarılan mühür baskıları 1998 yılında 35 bin, 1999 yılında 30 bin ve bu yıl da GAP’ın organizasyonuyla birlikte yapılan kurtarma kazılarında arşiv odasının doğu bitişiğindeki odada bulunanlarla birlikte toplam 100.000 (yüzbin) adete ulaşmıştır. Bu sayı, bu güne kadar ele geçmiş olan en büyük rakam olup, Gaziantep Müzesi dünyanın en büyük mühür baskısı koleksiyonunun sahibi olmuştur. Mühür baskılarını toprak içinde görmek ve bulmak çok zor olduğu için, çalışma alanının toprağı kalın ve ince gözenekli eleklerden geçirildi. Mühür baskıları duvar üst seviyesinden tabana kadar 3.60m. derinliğindeki oda içinde küllü toprağa karışmış olan moloz taşlar ve kireç harçlı sıva parçaları arasından seçildi.Mühür baskıları diğer antik kentlerde tapınaklarda, agoralarda, özel evlerde, evlerin kilerlerinde ve lahit içlerinde bulunmuştur. Bu yıl Zeugma’da yaptığımız kurtarma kazılarında arşiv odasının doğusunda ve kuzey-doğusunda taş döşeli yola açılan dükkanlar bulmamız sebebiyle Zeugma mühür baskılarının agora içindeki arşiv odasında korunduğu saptandı. Ayrıca bunların binlercesi parmak iziyle mühürlenmiştir. Bu da agoradaki dükkanların günlük olarak mühürlenmesine bağlanabilir.
MÜHÜR BASKILARININ İŞLEVİ
Antik dönemde mühür baskıları papirüs, tahta tablet ve balmumu tablet, para torbası, paket gibi posta gönderilerini, yiyecek içecek kaplarını, ahşap kutuları değerli malların bulunduğu oda kapılarını, gümrük mallarını, veraset ve feragat belgelerini mühürleme gibi işlevler için çok amaçlı olarak kullanılmıştır. Böylece belgenin güvenliğinden başlayarak, belgeler ve objelerin birbirine karışmasını önlemeye kadar geniş bir kullanım alanı vardı. Hellenistik ve Roma döneminde Krallık ve imparatorluk posta servisleri tarafından posta belgelerini mühürlemek için kil çamuru, mum ve az sayıda kurşun mühür kullanılmış idi. Kil çamuruyla mühürlenen belgelerde, mühür baskılarını açmadan o belgeyi sahibinden başka birinin okuyabilmesi imkansızdı. Oysa mum mühürleri açmak ve aynı mühürü tekrar mühürlemek ise mümkündü. Örneğin sahte peygamber Alexander ve yardımcısı sıcak bir iğneyle Oracle mektuplarındaki mum mühürü gevşedip, mektupları açıp okumuş. Sonra da istedikleri gibi yeni bir mektup yazmışlar. Değiştirdikleri mektuplara söktükleri mum mühürü tekrar takıp mühürlemişler ve sanki hiç açılmamış gibi görünen bu mektupları sahibine vermişlerdi. Bir yere gönderilmek için hazırlanan dökümanlar, noter görevlileri ve şahitler huzurunda, kil çamuruna yüzük taşı, resmi mühür veya parmak izi basılarak mühürlenmekteydi. Postaya verilecek papirüs belgelerinde ise papirüs lifleri önce kil çamuruna yatırılarak belge tomarına bağlanıyor, kil onun üstüne bastırılılarak mühürleniyor ve daha sonra lif belge tomarına sarılıyordu. Mühür baskıları dökümanlara bağlanmalarının yanında, gönderildiği belge içinde de tarif ediliyordu. Mektup sahibi bazen mühürlediği mektubuna veya birlikte gönderdiği eşyasında belgeye kaydını yapardı. Bu şekilde çalınma veya soygun şikayetlerinde onun yüzük mühürü geçerli sayılırdı.
MÜHÜR BASKILARI NASIL YAPILIYORDU?
Üzerlerinde betim, isim veya işaret olan mühür ve yüzük taşlarının kil çamuruna basılması neticesinde, üzerlerindeki negatif betimlerin pozitif, pozitif betimlerin ise negatif olarak kil çamuruna çıkmasıyla mühür baskıları meydana gelmekteydi. Mühürlenen kil çamuruna mühür veya yüzük taşı üzerindeki resimler çıkmaktaydı. Zeugma mühür baskılarında tanrılar, tanrıçalar, krallar, karışık yaratıklardan oluşan mitolojik figürler, Mitolojik hayvanlar,ikili,üçlü ve beşli masklar, Roma İmparatorları ve imparatoriçeler, düşünürler, masklar,özel şahıs büstleri, mabetler, yazıtlar, bitkisel ve çeşitli semboller ve hayvanlar,betimlenirken, arka yüzünde bağlanarak birlikte gönderileceği veya emanete alınacağı papirüs (Resim 1) , keten bezi, gibi belgelerin veya ahşap tablet ve kumaş torbaların izleri görülmektedir. Mühür baskılarını belgeye veya eşyaya ip ile bağlandığını gösteren yatay ip deliği vardır. Kil hamurları kahverengi, siyah, kırmızı, gri ve mavimsi renkte dir. Formları üçgen, düz ve yemeni biçiminde olup, dairevi, düz ve oval damgalıdırlar. Genel olarak kazıma betimli mühür ve yüzük taşı (Gem) baskılıdırlar. Kabartma betimli yüzük taşı (Kameo) damgalı olanlar ise az sayıdadır. Bulla ebatları genel olarak 3-30 mm arasındadır. İri ebatlı olanlarda (15-30mm) genel olarak tanrı Zeus ve Roma İmparatoru Avgustus başı betimlidir. Küçük olanlar ise parmak izlilerdir. Bunların içinde resmi olanların yanısıra özel mühür baskıları da mevcuttur. Gerek Zeugma kazısında ele geçen mühür baskıları, gerekse satın alma yoluyla Gaziantep Müzesine kazandırılmış olan Dülük arşivine ait mühür baskılarının hepsi de fırınlanmıştır. Mühür baskılarının fırınlanmış olması posta gönderilerinin okunduktan sonra mühürle birlikte yakılıp, yok edilerek, mühürünün ise alındı ve açıldığının kanıtı olarak arşive kaldırılmış olmasına bağlanmaktadır. Buna paralel olarak önemli mekanların kapılarının ve sandık, küp, torba gibi kıymetli eşyaların mühür baskıları da pişirildikten sonra resmi arşiv odasına konulmuş olmalıdır. Zeugma kurtarma kazılarında mühür baskılarının buluntu yerinin sadece arşiv odası ve çevresiyle sabit kalmadığı kentin bütününe yayıldığı da anlaşıldı. Çünkü, anılan kazılarda bulunan sikke definelerinin olduğu yerin toprağı elendiğinde mühür baskıları da bulundu. Böylece bu kentte para torbalarının da kil çamuruyla mühürlendiği anlaşıldı.
ZEUGMA’DAKİ MÜHÜR BASKILARININ ÖNEMİ
Zeugma’da bulunan doksan bin mühür baskısıyla bu kentin ticaret ve haberleşmedeki yoğunluğu gözler önüne serilmiştir. Bunun da sebebi, Antakya'dan Çin'e uzanan ipek yolunun Zeugma’dan geçmesi ve mevcut gümrük ile kent ticaretinin oldukça gelişmiş olmasıdır. Zeugma'da ele geçen mühür baskılarının bir çoğunun üstünde ticaretle ilgili tanrı ve tanrıça resimleri mevcuttur. Bunlar Tykhe, Fortuna, ve tüccarların, yolcuların, habercilerin tanrısı Hermes'dir. Belkıs tepesinin üstünde olduğunu Zeugma şehir sikkelerinin arka yüz resimlerinden bildiğimiz şans, baht, talih tanrıçası Tykhe tapınağı onlarca kilometre uzaktan görünen heybetiyle kervanlarla gelip geçen tüccar ve yolculara güven vermiş olmalıdır. Ayrıca, beş bin askeri barındıran IV. lejyon kampının burada konuşlandırılması bu güveni daha da arttırmış, şehri ekonomik olarak güçlendirmiş ve posta iletişimini çoğaltmıştır.. Zeugma mühür baskıları arasında Avgustus resimli olanların on binin üzerinde olması, resmi dokümanların daha çok askeri amaçlı olduğunu göstermektedir. Geçit köprü anlamına gelen adından da anlaşılacağı üzere, Zeugma doğunun batıya açılan gümrük kapısıydı. Doğudan gelen yolcu kanatlarını açmış bir kartal gibi duran akropol tepesinin heybetinden titreyerek, Fırat üstündeki köprüden ağır adımlarla ve ürkek gözlerle mühür baskılı gümrük balyalarını izleyerek, günümüzde Kelekağzı ve İskeleüstü mevkileri olarak bilinen yerde Zeugma’ya yani batıya ayak basardı.
zeugma
19.07.2004 - 14:35Belkıs/Zeugma Antik Kenti, Gaziantep ili, Nizip İlçesi, Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri'nin kıyısında yer alır. Yaklaşık 20 bin dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş olan Belkıs/Zeugma Antik Kenti; Fırat'ın geçilebilir en sığ yerinde olması, askeri ve ticari bakımdan çok stratejik bir bölge olması nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur.80 bin nüfusu ile döneminin en büyük kentlerinden biri olan Belkıs/Zeugma, tarihin değişik dönemlerinde değişik isimlerle anılmıştır.
Büyük İskender’in generallerinden ve daha sonra Suriye Kralı da olan Selevkos Nikator kendi adıyla, Fırat nehrinin adını birleştirerek M.Ö.300 yılında burada Selevkos Euphrates (Fırat’ın Silifkesi) adında bir kent kurar. Daha sonraları M.Ö.1.yy.’da kent Roma hakimiyetine girer.Bu hakimiyet değişikliğiyle birlikte kentin adı da değişerek köprü, geçit anlamına gelen ve bütün dünyada bilinen şekliyle “ Zeugma” adını alır. Roma İmparatorluğu’nun 4.Skitia Lejyon Garnizonu’nun burada konuşlandırılması ve ticaret sebebiyle kısa zamanda 80 bin nüfusa ulaşan Zeugma’da Fırat manzaralı yamaçlara villalar inşa edilir. 80 bin kişilik nüfus Zeugma’yı dünyanın en büyük kentlerinden biri haline getirir. Örneklemek gerekirse Zeugma, komşusu sayılan Antakya (Antiokheia) ile Mısır’daki İskenderiye’den (Aleksandreia) ‘dan daha küçük, Atina (Athena) ile aynı büyüklükteydi. Pompei ve şimdi dev bir metropol olan Londra (Londinum) ‘dan ise birkaç kat büyüklükteydi.
Ünlü coğrafyacı Strabon da Zeugma’dan bahsetmektedir. Hellenistik dönemde Selevkos Nikator zamanında Zeugma’da önemli imar faaliyetleri yapıldığı bilinmektedir. Kentteki Akropolün üzerine kader tanrıçası Thyke’nin bir tapınağı yapılmıştır. Bu tapınak halen toprak altındadır. Zeugma Antik Kenti kendi şehir sikkesi de basmış Roma Kentlerinden biridir. Sikkeler üzerine bir tarafına Thyke tapınağı, diğer tarafına da güçlülüğü simgeleyen Roma Kartalı motifi basılmıştır.
ZEUGMA’NIN KRONOLOJİK TARİHÇESİ
M.Ö. 300.yy. Büyük İskender’in Generallerinden 1.Selevkos Nikator Belkıs/Zeugma’nın ilk yerleşimi olan Selevkeya Euphrates kentini kurar
M.Ö. 1.yy. Kentin Selevkeya Euphrates adı korunarak Kommagene Krallığı'’ın 4 büyük kentinden biri olur.
M.S. 1.yy. M.Ö.1.yy.’ın ilk çeyreğinde Roma İmparatorluğu’nun topraklarına katılır ve ismi de “köprü “, “geçit” anlamına gelen “ ZEUGMA” olarak değiştirilir.
M.S. 252 Sasani Kralı 1.Şapur Belkıs/Zeugma’yı ele geçirerek yakıp yıkar
M.S. 4.yy. Belkıs/Zeugma geç Roma hakimiyetine girer.
M.S. 5-6.yy. Belkıs/Zeugma Erken Roma hakimiyetine girer.
M.S. 7.yy. İslam Akınları sonucu Belkıs/Zeugma terk edilir.
M.S. 10-12.yy. Küçük bir İslami yerleşimi oluşur.
M.S. 16.yy. Bugünkü adıyla Belkıs Köyü kurulur.
zürafa
19.07.2004 - 14:27ses tellerindeki özellikten dolayı sesi çıkmayan hayvanlardan birisidir
zengin
19.07.2004 - 14:25bazıları vardır hayırlı işlere harcar,bazıları vardır kasasını tıka basa doldurmak için cimrilik eder..didinir çalışır öküz gibi..sonra hayatın zevklerini çıkaramadan ahirete tecelli eder..önemli olan bu dünyanın nimetlerinden yararlanmaktır..
6. his
19.07.2004 - 14:22doğuşun çıkardığı son albümü
orhun yazıtları
19.07.2004 - 14:08Orhun Yazıtları Köktürk imparatorluğunun ünlü hükümdarı Bilge Kağan döneminden kalan yazılı taşlardır. Bu taşlar, hem maddî hem de manevi bakımdan Türk dili, kültürü ve tarihinin en değerli anıtlarıdır. 'Türk' kelimesi, Türk milletinin adı olarak ilk defa bu bengü taşlarda geçmektedir. Bunlar, Türk edebiyatının ilk şaheseri, Türk hitabet sanatının muhteşem örneği, Türk yazı dilinin ilk belgeleridir. Şüphesiz daha önceki dönemlerden kalma Türkçe metinler ve kitabeler de vardır.
'Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin.. İlk Türk tarihi.. Taşlar üzerine yazılmış tarih.. Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması.. Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri.. Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası.. Türk askerî dehasının, Türk askerlik sanatının esasları.. Türk gururunun ilâhî yüksekliği.. Türk feragat ve faziletinin büyük örneği.. Türk içtimaî hayatının ulvî tablosu.. Türk edebiyatının ilk şaheseri.. Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri..
Hükümdarane eda ve ihtişamlı hitap tarzı.. Yalın ve keskin üslubun şaşırtıcı numunesi.. Türk milliyetçiliğinin temel kitabı.. Bir kavmi bir millet yapabilecek eser.. Asırlar içinden millî istikameti aydınlatan ışık.. Türk dilinin mübarek kaynağı.. Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulade işlek örneği.. Türk yazı dilinin başlangıcını miladın ilk asırlarına çıkartan delil.. Türk ordusunun kuruluşunu en az 1250 sene öteye götüren vesika.. Türklüğün en büyük iftihar vesilesi olan eser.. İnsanlık aleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları.. Dünyanın bugün belki de en büyük meselesi olan Çin hakkında 1250 sene evvelki Türk ikazı..' (Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Ön Söz'den)
KÖKTÜRKLER
6. yüzyılın başlarından 7. yüzyılın ortalarına kadar olan dönemde Köktürk İmparatorluğu Mançurya'dan İran'a kadar uzanıyordu. Türk boyları güçlü hakanların buyruğunda birleşmiş, Batı Kağanlığı Doğu Kağanlığına tâbi olmuş, bir merkezden idare edilen Türkler Asya'nın hâkimi durumuna gelmişlerdi. Fakat daha sonra imparatorluğu teşkil eden kavimler arasındaki çekişme, Türk Beyleri arasındaki dayanışmanın bozulması. Çin'in entrikaları ve özellikle güçlü kağanların gelmeyişi İmparatorluğun çökmesine yol açtı. Devletin doğu kısmı Çin hâkimiyetine geçti. Çin daha sonra batı kısmına da yayılmaya başladı. Türk illeri işgal, Türk boyları esir edildi.
Fakat bu esaret uzun sürmedi, İlteriş Kağan dağılan milleti topladı; 680-682 yıllarında devleti Çin esaretinden kurtararak yeniden kurdu.
BİLGE VE KÖL TİGİN KARDEŞLER
İlteriş Kağan öldüğü zaman oğulları Bilge ve Köl Tigin henüz 7 ve 8 yaşlarında idiler. Onun için İlteriş Kağan'ın yerine kardeşi Kapgan Kağan geçti. Kapgan Kağan zamanında devlet eski haşmetine ulaştı.
Kapgan Kağan'ın ölümünden sonra Bilge Kağan Taht'a oturdu. Kardeşi Köl Tigin ve buyrukçu (vezir) ihtiyar Tonyukuk' un yardımı ile devleti daha da kuvvetlendirdi. Onun devrinde 'Türk Birliği' tam olarak bir kere daha sağlandı. Birliğin sağlandığı her devirde görüldüğü gibi, Bilge Kağan zamanında da Türk Devleti eşsiz bir kudret haline geldi.
Köl Tigin 731'de, ağabeyi Bilge Kağan 734'de öldüler. Köl Tigin öldükten bir yıl sonra, yani 732 yılında, Bilge Kağan kardeşi için bir ebedî taş yontturdu, başka deyişle bir anıt diktirdi. Bu taştaki yazılar, o eşsiz kitabe, Bilge Kağan tarafından kaleme alınmıştır. Bilge Kağan bu kitabede, kardeşinin yüceliğini, kahramanlığını, Türk milleti için unutulmaz hizmetlerini dile getirir. Kendi ölümünden sonra oğlu tarafından onun adına dikilen anıtta yine Bilge Kağan konuşmaktadır. Ebedî taşa, onun sağlığında söyledikleri, devleti nasıl kurdukları ve yücelttikleri, Türk milletine vasiyeti, nakşedilmiştir. Her iki taşta benzer ve birbirinin aynı olan cümleler vardır. Çünkü Bilge Kağan, unutulmaması gereken olayları ve kendisinden sonra tutulacak yolu ısrarla belirtmek istemişti.
Köl Tigin anıtının doğu cephesinin görünüşü
BiLGE TONYUKUK
Bilge Kağan ve Köl Tigin anıtlarından başka, Koço Çaydam bölgesinde Tonyukuk için dikilmiş bir ebedî taş daha vardır. Bu anıtı Bilge Tonyukuk, sağlığında, 725'ten sonra kendisi için diktirmiştir. Bilge Tonyukuk, İlteriş Kağan'ın isyanına katılan daha sonra Kapgan Kağan'a ve Bilge Kağan'a başkumandanlık, baş vezirlik, baş danışmanlık yapan bu büyük devlet adamı, kağanların ve kendisinin yaptıklarını anlatmaktadır
Tonyukuk Anıtı'na ait dikili taşlar
YAZITLARIN YERİ
Orhun Yazıtları, bugünkü Moğolistan'da, Baykal Gölünün güneyinde, Orhun nehri vadisinde, Koşo Çaydam gölü yakınlarındadır. 48. enlem ve 107. boylam arasında kalan bölgededir.
Anıtların olduğu yerde yalnız dikilitaşlar değil, daha pek çok ve son derece değerli kalıntılar da bulunmuştur. Yüzlerce heykel, balbal, şehir harabeleri, taş yollar, su kanalları, koç ve kaplumbağa heykelleri, sunak taşları ile kutsal yer, eski bir Türk başkentidir.
Heykeller arasında Bilge Kağan'ın, eşinin, kardeşinin heykelleri de bulunmuştur. Yazık ki bunların bazı parçaları kaybolmuş, kalan kısımları da kırık dökük bir durumda ele geçmiştir.
YAZITLAR NASIL BULUNDU
Orhun harfleriyle yazılı kitabelerden tarihçi Cüveyni 'Talih-i Cihanküşa' isimli eserinde söz etmişti. Eski Çin kaynaklarında da Türklerin böyle anıtlar diktikleri yazılıydı. Fakat 18. ve 19. yüzyıllara kadar ilim dünyası bu anıtların nerede ve ne durumda olduklarını öğrenemedi.
1709 yılında Rusya ile İsveç arasında yapılan Poltava savaşında, İsveç subaylarından Strahlenberg Ruslara esir düştü ve Sibirya'ya sürüldü. 13 yıllık sürgün hayatında Kuzey Rusya'yı baştan başa dolaşan Strahlenberg, Yenisey'de eski Türklere ait bazı kitabeler buldu. Bunlar, Orhun kitabelerinden iki-yüz yıl önce yazılmıştı. Bu İsveçli subay ülkesine döndükten sonra anılarını yazdı ve Yenisey kitabelerinden söz etti. Bunun üzerine tarihçilerin Türklerden kalan eserlere ilgisi arttı.
ORHUN YAZITLARI DA BULUNUYOR
1889 yılında Rus tarihçi Yardintsev Orhun Abidelerini buldu. Fakat yazılarını okuyamadı. 1890'da bir Fin heyeti, 1891'de de bir Rus heyeti abidelerin olduğu yere gittiler. Resimler çekip bunları ilim dünyasına sundular. Fakat yazılar hâlâ çözülemiyordu.
Nihayet 1893'te Danimarkalı büyük ilim adamı Thomsen, Orhun yazısını çözmeğe muvaffak oldu. Önce yazılarda çok geçen Tengri (Tanrı) , Türk ve Köl Tigin kelimelerini çözen Thomsen, sonra bütün yazıları okudu ve Türk milletine, Türk tarihine yaptığı bu hizmetten dolayı milletimizin şükranlarını kazandı.
ORHUN ALFABESİ
Köktürk alfabesini Orhun anıtlarından öğrendik. Onun için Köktürk alfabesi daha çok Orhun alfabesi olarak anılır. Köktürk yazısı, Türk yazı dilinin ilk asırlarında ve özellikle 5. ve 9. yüzyıllar arasında yaygın olarak kullanıldı. Fakat Türkistan'da, bu yazı ile yazılmış, Milâttan çok öncesine ait bazı kaya yazıları da bulunmuştur.
Orhun alfabesi 38 harflidir. Bunun 4'ü sesli, 4'ü sessiz harftir. Yazıda harfler birbirine birleştirilmez. Kelimeler de birbirinden üst üste konmuş iki nokta ile ayrılır. Yazı sağdan sola, istenirse, yukarıdan aşağıya yazılır. Orhun Abidelerinde satırlar yukarıdan aşağıya yazılmış ve sağdan sola doğru istif edilmiştir.(Bk. Alfabe) ORHUN YAZISI
Orhun yazısı sağdan sola yazılır. Harfler birleştirilmez. Kelimeler ise birbirinden üst üste konmuş iki nokta ile ayrılır. Orhun alfabesi 4'ü sesli, 34'ü sessiz olmak üzere 38 harflidir. Yukarıdaki yazı Köl Tigin anıtının güney cephesindeki metninden alınmış ilk cümlelerdir. (Tengri teg tengride bolmış Türk Bilge Kağan... Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan..) diye başlıyor. 'Tengri' kelimesi hem 'Tanrı', hem 'gök'anlamına geliyor.
KÖL TİGİN ANITI
Bilge Kağan'ın kağan olmasında, kahraman kardeşi Köl Tigin birinci derecede rol oynamıştı. Bilge Kağan kardeşinin ölümüne çok üzülmüş, onun için bir türbe yaptırmış ve anıt diktirtmişti. Bu anıttaki yazılar Bilge Kağan'ın sözleridir. Bilge Kağan burada kardeşiyle birlikte yaptıkları savaşları, devleti nasıl güçlendirdiklerini, kardeşinin kazandığı zaferleri anlatıyor.
Bu anıt, Bilge Kağan'ın kardeşi, Köktürk prensi ve askeri komutanı Köl Tigin adına dikilmiştir. Köl Tigin, kon yılka yiti yirmike 'koyun yılının on yedisinde' (=27 Şubat 731) ölmüştür. Cenaze töreni 1 Kasım 731'de yapılmıştır. Türkçe yazıt ise 21 Ağustos 732'de dikilmiştir.
Köl Tigin anıtı, kaplumbağa şeklinde oyulmuş bir kaideye oturtulmuş. Bulunduğu zaman bu kaidenin yanında devrilmiş durumdaydı. Sonradan yerine dikilmiştir. Rüzgâra dönük tarafında bazı satırlar silinmiş.
Köl Tigin'in eşine ait mermer gövde
Anıtın yüksekliği 3,75 metredir. Kireçtaşından yapılmıştır ve dört cephelidir. Yukarısı aşağı kısmına göre daha dardır. Doğu ve batı cephelerinin genişliği aşağıda 132, yukarıda 122 santimdir. Güney ve kuzey cepheleri ise aşağıda 46, yukarıda 44 santimdir. Üst kısım kemer şeklinde bitmekte ve yukarıda beş kenarlı olmaktadır. Doğu cephesinin üzerinde kağanın işareti bulunuyor.
Köl Tigin anıtındaki satırların uzunluğu 235 santimdir. Cetvelden çıkmış gibi düzgün ve güzel harflerle yazılmıştır.
Bu anıtın etrafında türbenin enkazı, heykel parçaları, iki tarafında heykeller ve balbal denilen işaretli, kabartmalı taşlar dizili 4,5 km. uzunluğunda bir yol bulunmuştur. Heykel parçaları arasında Köl Tigin'in başı ile karısının gövdesi ve yüzünün bir kısmı da bulunmuştur. Ne yazık ki bu heykeller çok parçalanmış, yüzlerini ve boylarını tam olarak gösteren örnekler bulunamamıştır.
BİLGE KAĞAN ANITI
Köl Tigin anıtının bir kilometre uzağında ve yerleşme şekli bakımından aynıdır. Yalnız birkaç santim daha uzundur.
Bilge Kağan anıtı ünlü Köktürk hakanı Bilge Kağan adına dikilmiştir. Anıt, ıt yılı onunç ay altı otuzka 'köpek yılının onuncu ayının yirmi altısında' (25 Kasım 734) günü ölen ve 22 Haziran 735'te yuğ töreni yapılan Bilge Kağan adına dikilmiş ve onun kendi ağzından yazılmıştır. Burada yine devletin nasıl büyüdüğü anlatılmakta, ayrıca Köl Tigin'in ölümünden sonraki olaylar ilâve edilmektedir. Bunda ve Köl Tigin'in anıtında Bilge Kağan'ın konuşmasından başka, yeğeni Yolluğ Tigin'in kitabe kayıtları da yer alır.
Bilge Kağan'ın türbe ve heykel kalıntıları da bulunmuştur. Fakat hem anıt,hem heykeller daha çok tahrip edilmiş durumdadır.
TONYUKUK ANITI
Tonyukuk anıtı iki dikilitaş halindedir. İkisi de dört cephelidir. Bulunduğu zaman taşlar devrilmemişti. Fakat yazılar daha silik durumdadır.
Tonyukuk, Bilge Kağan'ın babası İlteriş Kağan'ın, amcası Kapgan Kağan'ın ve Bilge Kağan'ın baş bilicisi, baş buyrukçusu yani baş veziri idi. Bu anıtı ihtiyarlık devrinde kendisi diktirmiştir ve oradaki yazılar da kendisine aittir.
Tonyukuk, kendisi için diktirdiği taşlarda Köktürklerin Çin esaretinden nasıl kurtulduğunu, kurtuluş savaşını nasıl yaptıklarını,kendisinin neler yaptığını anlatır. Tonyukuk anıtının birinci taşında 35, ikinci taşında 27 satır yazı vardır.
kokoreç
19.07.2004 - 14:05bağırsaktan yapıldığı için avrupa birliği uyum yasaları çerçevesinde yasaklanacak şey..türkiye yasak dinlemez..
fatih sultan mehmet
19.07.2004 - 13:48avni mahlasını kullanan osmanlının en büyük hükümdarı..mezarı gebze'de fatihin otağındadır..
fatih terim
19.07.2004 - 13:461953 yılında fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Altı yaşından itibaren, bir ayağı aksak olduğu için 'Topal Talat' lakabıyla çağrılan babasıyla birlikte birçok ağır işte çalışır.
Bir yandan da mahalle arasında futbol topunu ayağına değdirmeden yapamamaya başlamıştır. Okul hayatı, futbol kadar cazip gelmez. Babasının isteği üzerine Motor Sanat Enstitüsüne girer fakat 2. sınıfta devamsızlıktan okulu bırakmak zorunda kalır. 1969'da henüz 16 yaşındayken formasını giymeğe başladığı Adanademirspor'la futbol hayatı başlar.
Adanademirspor genç takımında kimse para almazken bir tek Fatih Terim maaş almaktadır. Maaşı 150 liradır ve diğer futbolcular görmesin diye bu para Fatih'e gizlice verilmektedir. Üç yıl içerisinde Adanademirspor'da takım kaptanlığına kadar yükselir. İlk kez kaptanlık pazubentini koluna geçirdiği andaki heyecanını hiç bir zaman unutmayacaktır. Takım çıkış tüneline geldiğinde, arkadaşlarına 'bir kaptanın söylemesi gerektiğini söyleyerek' sahaya son sürat koşar. Bir an duraksar, çünkü arkasında kimse yoktur: ' Öyle hızlı koşmuşum ki kimse bana yetişememiş.' Fatih Terim 6 yıl daha Adanademirspor formasını giyer.
1972 yılında, Santrafor Fatih, yeşil sahalarda fırtına gibi eserken, futbol otoritesi Fatih Somer ve Genç Milli Takım Antrenörü Gündüz Tekin Onay'ın dikkatini çekmekte gecikmez. Milli takıma çağrılır. Futbolculuk döneminde hayatını değiştiren en önemli maç ise Adanademirspor'un Galatasaray'ı 1-0 yendiği maç olur.
Doksan dakika boyunca oynadığı futbolla göz doldurur. Milli takımla birlikte gittiği Romanya maçı sonrası yıldırım hızıyla nasıl Galatasaray'lı olduğunu şöyle anlatır. 'Romanya milli maçından sonra İstanbul'a dönmüştük. Galatasaray'lılar beni havaalanından alıp kulübe götürdüler. Bu arada Adanademirspor'lular araya girmek istediler ama ben kararımı vermiştim. Galatasaray'a gönülden 'evet' dedim.' Ve Galatasaray Kulübü'ne 1 milyon 650 bin liraya transfer olur. O artık Galatasaray'lı Fatih'tir.
FUTBOLCUYKEN DE ÇOK BAŞARILIYDI
Sahalarda çizdiği lider, hırçın futbolcu portresi, bir maçta hakeme tükürmesiyle daha da sert bir görünüm alır. Galatasaray taraftarı Fatih'ten memnundur. Formasının hakkını verir, başarıya kodlanmış hırsını sarı-kırmızı renkler için döktüğü terlerle akıtır. Fakat bu onbir sene boyunca Fatih Terim hiç şampiyonluk yaşayamaz.
Şampiyonluk yaşayamasa da milli takımda çizdiği grafik onu takın değişmez oyuncusu yapmıştır. 51 kez milli formayı giyer, A Milli Takımı'nda oynama rekorunu 1984 yılından 1995'e kadar elinde tutar. İlk milli maçına İsviçre ile deplasmanda 1-1 berabere kalınan 20 Nisan 1975 tarihinde çıkar. Son milli maçının skoru da yine beraberlik olacaktır. 4 Nisan 1984'te oynanan Türkiye-Macaristan maçı golsüz berabere bitecektir. Rekorunun kırılmasını görmesi için 11 yıllık müddetin geçmesi gerekecektir
6 Eylül 1995 tarihinde İstanbul'da Macaristan'a karşı oynadığımız Avrupa Futbol Şampiyonası grup maçında Oğuz Çetin bu rekoru ele geçirir. Fatih Terim ise 1995'te teknik direktör olarak ay-yıldızlı takımın başına çoktan geçmiş olacaktır. Yani, rekorunun takımda yer verdiği bir futbolcusu tarafından kırılışına tanıklık edecektir.
Fatih Terim jübilesi için sahaya helikopterle inerek, futbolculuk hayatına son noktasını renkli kalemle atmış oldu.
Fatih Terim isminin çevresinde dönmeye başladığımızda futbolla uzaktan yakından alakalı herkesin aklında kalan 'muhteşem jübile'nin unutulur gibi olmadığını fark etmeniz uzun sürmüyor. 18 yıllık futbol yaşamının 11 koca yılını verdiği Galatasaray'dan, yeşil sahalardan, tezahüratların çarpıştığı statlardan, tezahüratların çarpıştığı statlardan ayrılma zamanıdır. Havasından geçilmez bir futbol şovunun en şatafatlı vedası... Sarı-kırmızı konfetiler uçuşurken sahada Galatasaray-Trabzonspor maçı oynanır... Sadece sahayı değil kırmızı karanfilleri de birbirine katar helikopterin sesi ve nefesi... Santra noktasına inen helikopter de kaptan Fatih gözükür, alkış kıyamet... 'Formam gözüksün diye kapıyı da açacaktık. Çok korktum, yanımdakinin omzunu çürütmüşümdür herhalde. Bu arada maç devam ediyordu ama halk toplanmıştı, polis de. Biz tur atıyorduk, hiçbir şey görünmüyordu maçta. Tam helikopterle o kalabalığın üzerine geliyorduk, bir rüzgar! Herkesin şapkası uçtu tabii. Ve böylelikle boşaldı saha içindeki kalabalık.'
TEKNİKDREKTÖRLÜK HAYATI
Terim utbolu bıraktıktan sonra antrenörlük kurslarına gider. Ankaragücü'nü iki Göztepe'yi bir yıl çalıştırır.
1990-1993 tarihleri arasında Ümit Milli Takım hocalığını A Milli Takım Teknik Direktörlüğü izler. A Milli Takım Teknik Direktörü olarak ilk maçına Ekim 1993'te çıkar. Türk futboluna attığı başarı imzaları birbiri ardına sıralanmaya başlar. Dönüm noktası olarak ise İnönü Stadı'nda oynanan ve 2-1 Türkiye'nin galibiyetiyle sonuçlanan İsveç maçını gösterir. Türk milli takımını 1996 Haziran'ında İngiltere'de oynanan Avrupa Futbol Şampiyonası finallerine taşıyan hoca odur.
Daha sonra Galatasaray’ın başına geçen İmparator, takımı dört yıl üst üste şampiyon yapar. Takımın mali problemlerinden futbolcunun psikolojisine kadar ilgilenen bir teknik drektördür Fatih Terim. Karizmatik kişiliğiyle ödenmeyen paralar karşısında tavır takınan futbolcularını ikna eder ve takımda tek sorumlunun kendisi olduğuna inandırır. Bu istikrar en nihayetinde Türk Futbol tarihinde bir ilkin daha gerçekleşmesini sağlar. Galatasaray’ı UEFA kupasını kazandırır.
1999-2000 Sezonu'nda Galatasaray'a UEFA Kupası'nı kazandıran Fatih Terim, kariyerini İtalya Futbol 1.Lig takımlarından Fiorentina'nın Teknik Direktörü olarak sürdürdü. Bu takımdaki başarılarıyla İtalyan futbol kamuoyunun dikkatlerini üzerine topladı. 2001-2002 futbol sezonunda ise dünyaca ünlü Milan takımı ile anlaştı. Fakat ilk yarının ortasında görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
vivaldi
19.07.2004 - 13:44Antonio Lucio Vivaldi, barok* çağının en büyük kemancı ve bestecilerinden biri, 4 Mart 1678'de Venedik'te doğdu. Babası St. Mark kilisesinin orkestrasında çalan usta bir kemancıydı. Vivaldi henüz kendi eserleriyle ün kazanmadan önce babasıyla birlikte ikili keman konserleri verdi ve bu konserler tanınmasında da büyük ölçüde etkili oldu.
Bir papaz eğitimi alan Antonio Vivaldi 1703 yılında resmen papazlık görevine atandı. Ama aynı yıl başka bir işe daha girdi. Ospedale della Pietà adındaki bir kızlar yetimhanede keman öğretmeni oldu. Buradaki görevi yetim ya da sakat kızlara keman çalmayı öğretmek ve onlara konserlerde seslendirmeleri için her ay iki konçerto yazmaktı. Venedik'teki yetimhanede verilen bu konserler bir süre sonra bir gün konseri veren kızlarla tanışmak üzere katıldığı bir yemekten sonra, ayrılırken 'bu çirkin kızların tümüne aşık' olduğunu yazar. Bir süre sonra kent seçkinleri de kızlarını bu aynı yetimhane okuluna göndermeye başladılar. Vivaldi daha sonraki yaşamının hemen hemen tümünü burada geçirdi. Ne var ki operaya olan ilgisi onu sık sık Venedik'ten uzaklaştırıyordu. 1710 yılında opera yazmaya başlayan Vivaldi bundan sonra kendini özellikle opera yazmaya verdi. Bilinen 49 operasından 22'si saklanıp bugüne kadar gelmiştir.
Opera, her ne kadar Vivaldi için önemli olsa da, bugün Vivaldi'nin önemi bestelediği keman eserleri yatar. Çok usta bir çalgıcı olan Vivaldi'nin keman çalışını izlemiş olan Alman gezgin Johann Friedrich Armand von Uffenbach onun için 'kimse bugüne kadar böyle çalmadı ve bundan sonra da çalamaz' diyordu. Yolculukları yüzünden Pieta'dan ayrılan Vivaldi, bu zamanlarda bile yetimhane için konçerto yazmayı bırakmadı. Yaklaşık 230'u keman için olmak üzere, 450 konçerto yazmıştır. Vivaldi operalarını sahneletmek üzere gitmiş olduğu Viyana'da 27 Temmuz 1741 yılında öldü. Bundan sonra bütünüyle unutulmuş görünen Vivaldi'nin adı yüzyılımıza dek pek tanınmadı. Ancak 1920'den sonra yapılan araştırmalar sonucunda Vivaldi'nin yüzlerce eseri gün ışığına çıkmaya başladı. Ve 1960'lara gelindiğinde Vivaldi özellikle 'Dört Mevsim'i ile dünyanın en büyük bestecilerinden biri olarak kabul edilmeye başlandı.
ibn-i haldun
19.07.2004 - 13:4014. yüzyılın büyük Arap tarihçisi İbn Haldun Doğu'da ve Batı'da ilk tarih filozofu, hatta bazen sosyolojinin habercisi olarak tanınmıştır. Arapça'dan Latince'ye eserlerin çevrilmesi hareketi zayıfladığı için ibn Haldun'un düşünceleri Avrupa'ya oldukça geç, 19. yüzyıl ortasında girdi. Fırtınalı hayatını Umumi tarihine ek olarak yazdığı kısımdan öğreniyoruz. Tunus'ta 1332'de (H. 732) doğan İbn Haldun Hadramut'tan İspanya'ya göçmüş çok eski bir aileden geliyordu. 12. yüzyılda İspanya'nın Üçüncü Ferdinand tarafından zaptından sonra İbn Haldun'un ailesi Tunus'a sığındı ve filozof Kuzey Afrika'nın bu en önemli şehrinde doğdu.
İbn Haldun Ebu' Abdullah M. al-Ansari'den ders aldı. Erkenden bilginlerin meclisine girdi. Bir seyahatte Fas Emiri Ebu İnan'ın veziri oldu. Kendisini kıskanan memurların iftiraları yüzünden hapsedildi. Bu emirin ölümünden sonra yerine geçen, onu serbest bıraktı ve ona umumi katipliğini verdi. Fakat bu da uzun sürmedi ve kabilelerin isyanı üzerine emir, iktidarı kaybetti. Memleketin siyasal hayatından rahatsız olan İbn Haldun Endülüs'e gitmek için izin aldı. O zaman onu Gırnata emiri Abdullah b. Ahmer'in sarayında görüyoruz (1364) . Gırnata, İspanya'da İslam devletinin son sığınağıydı. Tarihçi İbn al-Hatib orada vezirdi. İbn Haldun, orada tarihi çalışmaları için en elverişli ortamı buldu. Abdulah onu Kastil kralına elçi olarak gönderdi. İbn Haldun ile İbn Hatib arasında içten rekabet birinciyi Gırnata'dan ayrılmaya ve Becaye emiri Abu Abdullah'ın devletini kabule mecbur etti. Bu memlekette vezir oldu. Becaye ile Constantin arasındaki gerginliklerin halli ile uğraştı ve siyasi hayatın devamlı huzursuzluğu onu yeniden memleketi bırakmaya ve Telemsan'da bilimsel çalışmaları için yerleşmeye zorladı. Fakat siyasal hırsı ve yönetme yeteneğinden faydalanmak için çağıranların çokluğu onu tekrar faal hayata soktu. Telemsan sultanı Ebu Hamu onu sınırlarını koruyan kabilelerin başkanı tayin etti. O sırda İbn Haldun'un askerlik görevinde görüyoruz: Bu ona sahra halkını tanıma ve göçebeler hakkında derin tetkikler yapma imkanını verdi. Tarih felsefesinin önemli bir kısmını bu tecrübelerden çıkaracaktır.
Tunus'ta Beni Hafs, Cezayir'de Beni Abd-el-Vaad, Fas'ta Beni Merini hanedanları vardı. Fakat gerçekte her şehirde ayrı bir hükümet olup sahra da hiçbir güce bağlı değildi. Hanedanlar arasında savaş, şehirlerin güvensizliği, kervanlar ve köylerin kabileler tarafından yağma edilmesi onları istikrarlı bir hayatta bırakmıyordu. İbn Haldun Kuzey Afrika'dan yeise düştü ve Endülüs'e dönmek istedi. Fakat Gırnata emirinin iyi karşılamasına rağmen onun hakkında Ebu Hamu'nun casusudur şeklinde yapılan dedikodular onu yeniden Ebu Hamu'yu aramaya mecbur etti. 47 yaşındaydı. Devamlı okumaları ve siyasi tecrübeleri ile büyük bir bilgi biriktirmişti. Bundan sonra siyasi hayatı bırakmaya ve kendi deyimiyle 'yeni bir bilim'i yazmaya karar verdi. Bu suretle Umumi Tarihi'nin başı olan Mukaddime'yi (Prolegomenes) yazdı ve onu kütüphanesinde tamamlamak için Tunus'a yerleşti. Tunus sultanı bu önemli eseri yazılmasıyla çok ilgilendi. Eserini sultana ithaf etti ve yazma nüshayı kütüphaneye verdi. Ve İbn Haldun hacca gitti. Dönüşünde hayranlıkla karşılandığı Mısır'a yerleşti. El-Ezher'de ders verdi ve Kadi-ül-Kudat (kadıların kadısı) tayin edildi. Bazı hoşnutsuzluklara rağmen hukuki reformlar yaptı ve küçük bir aralıktan sonra yeniden aynı işe tayin edilerek ölümüne kadar kaldı. Timurlenk Bayezit'i yendikten sonra Mısır'ı zapta kalkmıştı. Melik Nasır tehlikeyi atlatmak için İbn Haldun'u Şam'a elçi olarak gönderdi. Gerçekten bu görev Mısır'ı istiladan kurtardı.
İbn Haldun büyük Arap tarihçilerinden. En önemli eseri de Mukaddime'dir. Orada onu modern tarih filozoflarına ve sosyologlara yaklaştıran bir tarih kuramı yaptı. Mukaddime önce Paris'te Quatremere tarafından, Kahire'de (Bulak) Mustafa Fethi tarafından bastırıldı. İlk çeviriler, Türkiye'de Pirizade, Cevdet Paşa tarafından yapıldı. 18. yüzyıla kadar Batı, bu filozofu tanımıyordu. 19. yüzyıl başında Sylvestre de Sacy onun önemini gördü. Garcin de Tassy İbn Haldun'un eserinden birkaç bölümü çevirdi. Quatremere eseri Prolegomenes adıyla yayınlamıştı. Özet halinde Fransızca'ya çevirdi. Fakat bitiremedi. İlk defa tam çevirisini Baron de Slane yaptı (1862-1886) . O zamandan beri batı memleketlerinde İbn Haldun'dan çok bahsedilmektedir.
neyzen tevfik
19.07.2004 - 13:3924 Mart 1879’da Bodrum’da doğan Neyzen Tevfik’in asıl adı Tevfik Kolaylı’dır. Babasının memleketi Bafra'nın Kolay nahiyesi olduğu için soyadı kanunuyla 'Kolaylı' soyadını almış. Babası Rüştiye Mektebi muallimi Hasan Fehmi Bey, Annesi Emine Hanım’dır. Kendine özgü yergileri ve yaşam biçimiyle adını duyuran Neyzen Tevfik, babasının görevli bulunduğu Urla kasabasında, usta bir neyzen olan Berber Kâzım'la tanıştı ve ondan ney dersleri almaya başladı. Aynı günlerde de, ilk sar'a nöbetini geçirdi.
Bu arada okulu bırakan Neyzan Tevfik’i babası yatılı olarak “İzmir İdadisi”ne yazdırdı. Ancak sar’a nöbetlerinin yeniden başlaması üzerine okulu tamamen bıraktı. Ney’e duyduğu derin sevgiyle İzmir Mevlevihanesi’ne girdi. Neyzen Tevfik, burada Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Ruhi Baba, ve Şair Eşref gibi pek çok ünlü isimle ile tanıştı ve onlardan Türkçe'nin yanı sıra Arapça ve Farsça dersleri aldı. Şair Eşref, yalnızca dostu ve hocası olarak kalmayarak ona hicvin kapılarını da açtı. İlk şiiri bu günlerde, 13 Mart 1898'de “Muktebes” dergisinde yayımlandı.
1898 yılında, babası medrese öğrenimi için Neyzen’i İstanbul'a gönderdi ve Fethiye Medresesi'ne yerleştirdi. Ama Neyzen Tevfik, zamanını daha çok Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerinde geçirdi. Bu arada Mehmet Akif Ersoy'la tanıştı ve Mehmet Akif, dönemin seçkin müzisyen ve edebiyatçıları ile tanışmasını sağladı. 1901 yılında, medrese giyimi olan cüppe ve şalvar yerine Akif'in verdiği setre pantolonu giymesi, akşamları medrese dışında kalması ileri-geri konuşmalara yol açınca, Fethiye Medresesi'nden ayrıldı. Önce Fatih'teki Şekerci Hanı'na, sonra da Çukurçeşme'deki Ali Bey Hanı'na yerleşti. Bu arada babasını tanıyan ve daha sonra Şeyhülislam da olan Musa Kazım Efendi onu kendi derslerine kabul etti.
Onun sayesinde Neyzen Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Şair Şeyh Vasfi gibi edebiyatçılarla tanıştı. Mehmet Akif'le dostluğu süren Neyzen, Mehmet Akif'e ney öğretti; Mehmet Akif de Neyzen'e Arapça, Farsça ve Fransızca öğretti. Dost çevresi içinde artık İbnülemin Mahmut Kemal, Tevfik Fikret, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tanburi Cemil, Hacı Arif Bey, Yunus Nadi de vardı.
1900 yılında, gramofon ticaretini ilk yapanlardan Gülistan Plâk Mağazası sahibi Hâfız Âşir Bey'le bir plâk doldurma girişimi oldu. Neyzen aşırı içkili olduğu için güçlükle doldurulan plâklar yine de basılıp piyasaya verildi. 1949'da yayımlanan Azâb-ı Mukaddes'e yazdığı önsözde belirttiğine göre, 'yüze yakın plâk' doldurmuştur.
Öte yandan istibdata karşı olan gençlerle Sirkecideki İstasyon Gazinosu ve Güneş Kıraathanesi'nde bir araya gelir; yurt sorunlarına ilişkin ve istibdat karşıtı konuşmalar yaparlardı. Güneş Kıraathanesi'ne gelip gidenlerden Ziya Şakir, bir gün, sözü Eşref'ten açıp Jön Türk hareketinin önderlerinden Ahmet Rıza'ya getirerek Neyzen Tevfik'i konuşturdu ve tüm düşüncelerini öğrendi, ardından da ihbar etti. Gözaltına alınan Neyzen, sıkıntı dolu bir sorgulamadan geçirildi. Bu arada, daha önce tam otuz beş kez jurnal edilmiş olduğunu öğrendi. On beş gün sonra da serbest bırakıldı.
Serbest kaldıktan sonra kendisini Beyoğlu meyhanelerine attı. Bu esnada Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam ederek Şeyh Mümin Baba'dan nasip aldı. Siyasi baskının artmasından sonra yurt dışına gitmeye karar verdi ve 1902 yılında Mısır'a gitti.
Neyzen Tevfik'in Mısır'da geçen yıllarına ilişkin olarak gerçekle gerçek olmayanı birbirinden ayırmak neredeyse imkansız. Ama geçimini neyi ile sağladığını ve hicvetmeye devam ettiği biliniyor. Mısır’da bir arkadaşı ile Neyzenler Kahvehanesi açıp işletti. Özbekiye Saz Bahçesi'nde çalarken plâk da doldurdu. Jön Türklerle ilişkili, bir dost toplantısında sarhoşlukla tabancasını ateşlediği ve duruşmada yargıca 'haksızlık yapıyorsunuz' dediği için altı ay hapse mahkûm edildi. Ancak yaptığı itiraz kabul edildiği için bir buçuk ay yattıktan sonra özgürlüğüne kavuştu. Bu arada Feride adlı Lübnanlı bir kadınla iki ay birlikte yaşadı.
II. Abdülhamit için yazdığı 'Abdülhamid'in Ağzından Bir Nutk-ı Hümâyun' adlı hicvini İstanbul Kıraathanesi'nde okuyunca tutuklanmak istendi fakat çevrenin işe karışması ile kurtuldu. 'Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki Düşünceleridir' başlığı ile gazetelerde yayımlanan yazı nedeniyle hakkında tutuklama kararı verildi. Kurtulmak için de 'Kaygusuz Sultan' adlı bektaşi tekkesine sığındı.
II. Meşrutiyet'in ilânıyla Mısır'dan ayrıldı ve İzmir'e döndü. Daha sonra da İstanbul’a geçti. Çemberlitaş'ta bir han odasına yerleşen Neyzen Tevfik, seyretmek için gittiği ve Ferah Tiyatrosu'nda sergilenen 'Sabah-ı Hürriyet' adlı oyunun İttihat ve Terakki'ce yasaklanması üzerine yaptığı konuşma yüzünden tutuklandı. Ardından kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı.
Neyzen Tevfik 1910 yılında 'sarıklı bir zâtın kızı olan Cemile hanımla', kardeşinin ve babasının karşı çıkmasına karşın, annesinin ısrarı ile evlendi ve bir kızı oldu. Ancak yürümeyen evliliği, kızı Leman henüz üç aylıkken kayınbabasının eşini alıp götürmesiyle son buldu.
I. Dünya Savaşı yıllarında, Askeri Müze'nin kurucusu Muhtar Paşa'nın emrinde ve Mehterbaşı olarak askerlik yaptı. Düzenle başı hoş olmayan Neyzen Tevfik, herhangi bir meseleden dolayı Muhtar Paşa ile kavga etti ve askerden çıkarıldı. Daha sonra, dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın yalısında Mehter takımının verdiği konseri izleyen Almanya'nın Romanya'daki Kuvvet komutanının ilgisini çekti. Bazı kaynaklarda da onun çağrılısı olarak Romanya'ya gittiği yazılır. Romanya'da piyano eşliğinde konser verdi.
1919 yılında, ilk kitabı “Hiç”i yayınlandı.
1923 yılında Ankara'ya gitti ve kardeşi Şefik Kolaylı'nın yanında 4-5 ay kaldı. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı ve Mustafa Kemal'i yücelten şiirler yazdı bu sırada. 1924 yılında, arkadaşı Hasan Sâit Çelebi'nin de yardımları ile yazdıklarını “Azâb-ı Mukaddes” adı altında forma forma yayımlamaya kalkıştı ancak girişim başarılı olmadı ve iki formadan sonra noktalandı.
1926 yılında Atatürk'le tanışan Neyzen Tevfik, 1927 yılında sa'ra nöbetleri ve alkol yüzünden artık sık sık gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kâmil Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı. 1928 yılında, ski dostu Mehmet Akif'i görmek için tekrar Mısır'a gitti ve bir yıla yakın bir süre yanında kaldı.
1930’lu yıllarda, ekonomik destek olsun diye, Vali ve Belediye Reisi Muhiddin Üstündağ'ın girişimi ile Konservatuvar'da görevlendirildi. 1940’lı yıllarda doktoru olduğu kadar dostları da olan Mazhar Osman ve Rahmi Duman'ın aracılığı ve Valiliğin oluru ile Bakırköy Akıl Hastahanesi'nin 21 nolu koğuşu ona ayrıldı. İstediği zaman gelir, yatar, dinlenir ve çıkar giderdi. Rahmi Duman, Neyzen Tevfik'le ilgili şunları yazmış; 'Onu yakinen tanımak mazhariyetine 1932’de erdim. O tarihte genç bir asistan olarak Bakırköy Akıl Hastahanesi'ndeki 18 numaralı serviste (ehline) açmış olduğu şiir ve felsefe kürsüsünün hevesli ve usanmak, yılmak bilmeyen bir talebesi olmuştum.'
9 Mart 1946'da, basın yararına düzenlenen bir konserde ney çaldı ve yaptığı taksimlerle izleyicileri büyüledi. 1949 yılında, dostlarından İhsan Ada, Neyzen Tevfik'in eserlerini, onun gözetimi altında, “Azâb-ı Mukaddes” adı ile kitaplaştırdı. 1951 yılında “Onu Affettim” adlı bir filmde önemli bir rolde gözüken Neyzen Tevfik, “Ağlayan Şarkı” adlı bir başka filmde ise, Suzan Yakar'la oynadı.
1952 yılında, arkadaşlarının ısrarı ile Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptı. 1930'larda İstanbul Belediye'sinin bağladığı yardım aylığını saymazsak Neyzen'in düzenli bir geliri hiç olmadı. Neyzen Tevfik'in söylenceleşen yaşamı 28 Ocak 1953'de son buldu. Cenaze namazı Beşiktaş'ta Sinan Paşa Camii'nde kılındı. Caminin avlusundan taşan kalabalık; ana caddeleri, kahveleri, yolun karşısında ki Barbaros Bulvarını doldurdu. Memurların, profesörlerin, ileri gelenlerin yanı sıra kılıklarına çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar, sokak serserileri ve bin bir çeşit insan bir arada uğurladılar Neyzen'i bilinmeyene. Kim bilir belki de hiçlikten hepliğe…
Ne hayatı, ne dünyayı, ne de kendisini 'hiç' kavramıyla ifade etmek değildi onun yaptığı. O, karşıtlıkların birbirini var ettiği algılayışımızda, var oluş derinliğinin sarhoşluğu içinde arayışını sürdürürken “Hiç” olanı fark etmişti. Para-pul, mal-mülk, şan-şöhret elinin tersiyle ittiği şeylerdendi. Adaletsizliğe, çıkarcılığa, kör inançlara, baskıya, otoriteye, din istismarına sert ve etkili bir üslupla hicivlerinde ve hayatında baş kaldırdı. Boynunda eski yazıyla “Hiç” yazardı.
şehit
19.07.2004 - 09:54ŞEHİTLERE TANINAN HAKLAR ŞUNLARDIR
Bayrak Verilmesi
Şehidin tabutuna sarılan bayrak, en büyüklerinden itibaren erkek çocuklarına yoksa kız çocuklarına, yoksa babasına o da yoksa annesine, annesi yoksa eşine, eşinin yokluğu halinde diğer mirasçılarına verilir.
- Madalya ve Berat Verilmesi
Şehit olan personelin varislerine, TSK Savaş Takdirnamesi, Madalya ve Nişan Yönetmeliği gereği Devlet Övünç Madalyası ve Beratı verilir.
Madalya, şehidin en büyük erkek çocuğuna, yoksa en büyük kız çocuğuna, yoksa babasına o da yoksa annesine, annesi yoksa eşine, eşinin yokluğu halinde diğer mirasçılarına verilir.
- Şehidin Kendisinden Sonraki Kardeşinin Askerlik Muafiyeti
(1) 1111 sayılı Askerlik Kanununun 10 ncu madde 9 ncu fıkrasına göre şehit personelin kendisinden sonra askerlik sırası gelen ilk erkek kardeşi istekli olmadıkça silah altına alınmaz.
(2) Hak sahibi personelin bu konuda bağlı bulunduğu Askerlik Şubesine yazılı müracaatı gerekmektedir.
(3) Bu haktan, 1076 Sayılı Kanuna tabi Yedek Subaylar ile, 1111 Sayılı Kanuna tabi Erbaş ve Erlerin kardeşleri istifade eder.
- Şehit Kardeşlerinin İkametgahlarına Yakın Bir Yerde Askerlik Hizmetini Yapması
(1) Şehit personelin kardeşleri, eğitim merkezlerindeki eğitimlerini müteakip ikamet yerlerine veya askerlik şubelerine yakın birlik, kurum ve karargahlara tertip edilir.
(2) Hak sahibi personel veya ailesi, bu konuda öncelikle sevk esnasında Askerlik Şubesi Başkanlığına, mümkün olmadığında Eğitim Merkez K.lığına, bunun da mümkün olmaması halinde tertip edildiği Birlik K.lığına veya şehidin kardeşinin mensubu olduğu kuvvet komutanlığına dilekçe ile müracaatı gerekmektedir. Dilekçesine kardeşinin şehit olduğuna dair belge ve vukuatlı nüfus kayıt örneği eklenmelidir.
- Hastanelerden Yararlanma
Maaş bağlanan eş, çocuk, anne ve babalara başka bir sosyal güvenlik kurumunun sağlık hizmetlerinden faydalanmıyorsa, bunların tedavi giderleri T.C.Emekli Sandığı’nca ilgili mevzuat hükümlerine göre karşılanır ve sağlık karneleri T.C.Emekli Sandığı tarafından verilir.
- Kimlik Kartı Verilmesi
TSK Kimlik Kartı Yönergesi (MSY 52-7) gereği;
(1) Şehit Subay, Astsubay ve Uzman Erbaşların dul eşleri, yetim maaşı bağlanan erkek çocuklar ile evlenmemiş kız çocukları, dul ve yetim maaşı bağlanan anne ve babalarına T.S.K. Emekli Kimlik Kartı verilir.
(2) Harp ve vazife malullüğünü gerektiren sebeplerden dolayı ölen Yedek Subay, Erbaş ve Erlerin aylık almaya müstahak dul ve yetimleri ile bunların 5434 sayılı kanun hükümlerine göre sağlık hizmetinden yararlanabilecek aile fertlerine, Askeri Hastanelere müracaatta kullanacakları “YALNIZ ASKERİ HASTANELERDE GİRİŞ İÇİN GEÇERLİDİR” ibareli kimlik kartları bağlı bulundukları Askerlik Şubesi Başkanlıklarınca verilir.
- Orduevlerinden Yararlanma
Şehit Subay, Astsubay anne ve babalarına, Garnizon K.lıklarınca TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 664 ncü maddesi gereğince tanınmış kişi addedilerek ordu evlerinden günübirlik istifadelerine imkan sağlanır.
T.S.K. de görev yaparken şehit olan Yedek Subayların aile fertlerinin talepleri halinde, orduevi günü birlik giriş kartı vermeye yetkili makamlarca yapılacak incelemeyi müteakip uygun görülenlere “ORDU EVLERİ GÜNÜ BİRLİK GİRİŞ KARTI” verilir.
- Özel Eğitim Merkezlerinden Yararlanma
(1) Şehit Subay, Astsubay eş ve çocuklarına Özel Eğitim Merkezlerinden faydalanmada (+10) puan verilir.
(2) Müracaatların yaz kampı için her yıl 1 Şubat, kış kampı için 1 Ekim tarihine kadar K.K.Per.İşl.D.Bşk.lığına gönderilmesi ve form üzerinde şehit ailesi olduğunun işaretlenmesi gerekmektedir.
- Ücretsiz Seyahat Hakkı
Terörle mücadelede şehit olanların dul kalan eşleri ve reşit olmayan çocukları ile şehidin bekar olması halinde maaş bağlanan anne ve babaları, yurtiçinde Devlet Demir yollarında, Deniz yolları şehir hatlarında ve Belediye toplu taşıt araçlarında ücretsiz seyahat ederler.
Bu haktan şehit erbaş ve erlerin maaş alan dul eşi, reşit olmayan çocukları ile anne ve babaları da faydalanmaktadır.
- 2684 Sy.Kn.Göre İlköğretim ve Ortaöğretim Parasız Yatılı veya Burslu Öğrenci Okutma
2684 Sayılı Kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasına göre; durumları 5434 sayılı T.C. Em.San. Kanununun 65. maddesinin (d) fıkrası, 2330 Sayılı Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun, 2453 Sayılı Yurtdışında Görevli Personele Tazminat Verilmesi ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun kapsamına uyan kişilerin çocukları Milli Eğitim Bakanlığınca tespit edilecek kontenjan kadarı sınavsız olarak parasız yatılı öğrenciliğe alınırlar.
Ancak bu gibi öğrencilerden özel giriş sınavı ve kayıt kabul şartları bulunan eğitim/öğretim kurumlarına alınacakları, bu kurumların kayıt/kabul şartlarını taşımaları ve sınavlarını kazanmaları gerekmektedir.
- Okullara Öncelikle Alınma
Giriş koşullarını taşıyan şehit çocukları ile öz kardeşlerinin Askeri Okullara giriş esasları aşağıya çıkarılmıştır.
(1) KARA HARP OKULU:
Giriş koşullarını taşımak kaydıyla; ÖSS’den aldıkları puana bu puanlarının % 10’u oranında puan ilave edilir.
(2) ASKERİ LİSELER:
Giriş koşulu olarak diploma notu aranmaz, sınava giriş yılının HAZİRAN döneminde doğrudan mezun olmak yeterlidir. Ön sağlık, Beden eğitimi ve Mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; yazılı sınav tam notunun %35’i oranında not alanların aldıkları nota, tam puanın %20’si oranında puan ilave edilir.
(3) ASTSUBAY HAZIRLAMA OKULLARI:
Giriş koşulu olarak diploma notu aranmaz, sınava giriş yılının HAZİRAN döneminde doğrudan mezun olmak yeterlidir. Ön sağlık, Beden eğitimi ve Mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; yazılı sınav tam notunun %30’u oranında not alanların aldıkları nota, tam puanın %25’i oranında puan ilave edilir.
(4) ASTSUBAY SINIF OKULLARI:
* Kıt'a Kaynağı: Giriş koşulu ön sağlık, beden eğitimi ve mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; yazılı sınav tam notunun %30'u oranında not alanların aldıkları nota, tam puanın %25'i oranında puan ilave edilir.
* Sivil Kaynak: Giriş koşulu olarak lise mezunu adayların ÖSS'yi kazanmış olmaları gerekir. Ön sağlık, beden eğitimi ve mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; lise mezunu adayların ÖSS puanlarına aldıkları puanların %30'u ilave edilir.
Kıt’a kaynağı: Giriş koşulu, Ön sağlık, Beden eğitimi ve Mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; yazılı sınav tam notunun %30’u oranında not alanların aldıkları nota, tam puanın %25’i oranında puan ilave edilir.
Sivil kaynak: Giriş koşulu olarak lise mezunu adayların ÖSS’yi kazanmış olmaları gerekir. Ön sağlık, Beden eğitimi ve Mülakat seçimlerinde herhangi bir öncelik tanınmaz. Başarı puanı için; lise mezunu adayların ÖSS puanlarına aldıkları puanların %30’u ilave edilir.
- Şehit Sb./Astsb. Şahsi Tabancalarının Varislerine Devri
Tabancayı adına tescil ettirecek varis, K.K.K. lığına başvurarak menşei belgesi talebinde bulunur. Tabancayı alacak varis menşei belgesi ve diğer varislerden alacağı onaylı feragatname ile İl Emniyet Müdürlüğüne başvurur. Şehit personelin anne, baba, eş ve çocuklarına şehit durumunu belgelemeleri şartıyla İl Em.Md. lüklerince silah bulundurma ruhsatı verilir.
- Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğüne Bağlı Yurtlardan Öncelikle Yararlanma
2330 sayılı Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun kapsamına giren personelin çocukları, durumlarını belgelendirmeleri halinde Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğüne ait yurtlardan öncelikli olarak faydalandırılmaktadır. Bunun için sözü edilen Genel Müdürlüğün belirleyeceği tarihlerde müracaat etmeleri gerekmektedir.
- Telsim 'Onur Hat' Aboneliği
TELSİM A.Ş.Genel Müdürlüğü tarafından şehit personelin 1 nci derece yakınlarına (Anne, baba, eş, çocuk) hizmet amacıyla indirimli “Onur Hat” aboneliği verilmektedir. Bu uygulama ile aylık sabit ücretlerde % 50, görüşme ücretlerinde % 40 indirim uygulanmaktadır.
Geniş bilgi almak için Telsim Shop’lar ve Yetkili Satıcılara müracaat edilebilir.
- Yükseköğrenim Katkı Paylarının Alınmaması
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki görevlerin ifası sırasında hayatlarını kaybederek şehit olan personelin geride kalan çocuklarından yüksek öğrenim kurumlarında öğrenim görenlerden yüksek öğretim katkı payları alınmamaktadır.
- TSK Ali ÇETİNKAYA İlk Kurşun Rehabilitasyon Merkezinden Yararlanma
Balıkesir İli, Ayvalık İlçesinde dört yıldızlı bir otel konumunda olan, nefis manzaralı TSK.Ali ÇETİNKAYA İlk Kurşun Rehabilitasyon Merkezi, şehit ailesine (eş/çocuk/anne/ baba) oniki ay boyunca hoşça vakit geçirilebilecekleri güzel bir tatil imkanı sunmaktadır.
Tesisten faydalanan şehit erbaş/er ailesinin (eş/çocuk/anne/baba) gidiş-dönüş yol paraları (otobüs/tren bilet ücreti veya özel aracıyla gelenlere şehirlerarası belediye rayici dikkate alınarak) ve tesisteki tabldot usulü yemek paraları (sabah/öğle/akşam) TSK.Mehmetçik Vakfı bütçesinden Rehabilitasyon Merkez K.lığınca karşılandığından, tesisten yararlanan şehit ailesine ücretsiz bir tatil geçirme imkanı sunulmaktadır. Tesisten faydalanmak için K.K.K.lığı Per.İşl.D. Bşk.lığı (Yücetepe/ANKARA) adresine dilekçe ile müracaat edilmesi gerekmektedir. (Dilekçe örnekleri As.Ş.Bşk.lığı ile en yakın Askeri Birlik K.lığından temin edilebilir.)
- Meskende Tüketilen Elektrik Enerjisinde İndirim
Şehit ailesinin meskeninde (evinde) tükettiği elektrik enerjisine % 40’ı geçmeyen oranda mesken tarifesi indirimi uygulanmaktadır.
- TSK Sosyal Tesislerinde İstifadede Otopark Ücreti Alınmaması
TSK.sosyal tesislerinden (Ordu Evi, Özel Eğitim Merkezleri, Askeri Gazino ve Diğer Kolaylık Tesislerinde) istifade eden şehit ailesinden otopark ücreti alınmamaktadır.
- TSK Özel/Yerel Eğitim Merkezlerine Girişlerde Günübirlik Giriş Ücreti Alınmaması
Şehit subay, astsubayların anne, baba, eş ve refakatindeki çocukları, gelin ve damatlarından, TSK. bünyesindeki özel/yerel eğitim merkezlerine girişlerde günübirlik giriş ücreti alınmamaktadır
mehmet emin karamehmet
19.07.2004 - 09:50Mehmet Emin Karamehmet, 1 Nisan 1944 tarihinde Mersin'in Tarsus ilçesinde doğdu. Aslında ilk nüfus kayıtlarında soyadı Karamehmetoğlu şeklinde geçerken kendisi bunu daha sonraları düzelterek Karamehmet olarak kullanmayı seçti.
M. Emin Karamehmet, İstanbul'da Robert College'de eğitim gördü.
Karamehmet, Robert College sonrası İngiltere'de bulunan Dover College'de ekonomi eğitimi aldı. İlk şahsi şirketini ise 1966 yılında 100 bin lira sermaye ile kuran Karamehmet, o yıl babasının uzun yıllar meclis başkanlığı yaptığı Tarsus Ticaret ve Sanayi Odası'na da resmi kaydını yaptırdı. Memleketi Tarsus'un bir ticaret merkezi olması ise Karamehmet'in ticari tecrübesini artırdı.
SANAYİCİ BİR AİLE
Mehmet Emin Karamehmet, tarım ve sanayi kökenli Karamehmet ailesinin üçüncü kuşağı. Türk sanayiine Eliyeşil ailesi ile birlikte Çukurova Sanayi İşletmeleri'ni kurarak giren Karamehmet ailesi, bölgede gayrimüslimlerden sonra sanayie adım atan ilk Türk ailesi olarak biliniyor. Çukurova bölgesinde oldukça yakından tanınan Eliyeşil ailesi ile iş ortağı olan Karamehmet'ler, aynı zamanda evliliklerle de bu ortaklığı yıllar boyunca perçinlemişler.
Çukurova'nın bereketli topraklarında yıllar boyunca tarım üretimi ile geçimlerini sağlayan Karamehmet ailesi, geçmişi 1880'e kadar uzanan Çukurova Sanayi İşletmeleri fabrikasını Eliyeşil ailesi ile birlikte alarak sanayie adım atıyorlar. Türkiye'nin en eski ve en büyük tekstil komplekslerinden biri olan bu tesisler 1925'te sadece 50 çırçır ve 5 bin iğlik kapasiteye sahip. 1932'de büyük bir modernizasyona gidilen fabrika ülkemizdeki ilk modern fabrika hüviyetini kazanmış oluyor.
SADİ BEY’İN FABRİKASI
Tarsus'ta Sadık Paşa lakabı ile tanınan Sadık Eliyeşil'in oğlu Şadi Eliyeşil, Çukurova Sanayi İşletmeleri'nin ilk kurucusu. Zaten Tarsus'ta herkes Çukurova Grubu'nun tekstil üretim tesislerini hâlâ Şadi Bey'in fabrikası olarak biliyor. Tarsus'ta yerleşik Ramazanoğulları da Çukurova Sanayi İşletmeleri'nin yine ilk ortakları arasında.
Çukurova Tekstil Sanayi'e ek olarak o dönemde bir de Karam yağ ve çırçır fabrikası kuruluyor. İş makineleri üretimi ise ilk başlarda distribütörlük olarak başlamış, zaman içinde John Deree biçerdöverlerinin üretimine geçilmiş. Zamanla biçerdöver üretiminden forklift üretimine kayılıyor. Mehmet Emin Karamehmet ise ilk şirketini 1966 yılında henüz 22 yaşında iken kuruyor. İthalat, ihracat ve imalat alanlarında faaliyet göstermek üzere kurulan Mehmet Emin Karamehmetoğlu Ticarethanesi, Mehmet Emin Karamehmet'in Ticaret Odası'na kayıtlı ilk şirketi.
1980'li yıllarda üç bankanın ve çok sayıda şirketin sahibi konumuna gelen Karamehmet ailesinin mali gücü bir hayli arttı. Mehmet Emin Karamehmet'in yönetiminde aktif rol üstlendiği bu dönemde grup, çelik üretiminden deterjana kadar her alanda üretim yapmaya başladı. 1980'li yıllarla birlikte dış ticarete ağırlık veren Çukurova Grubu, bu tarihlerde New York ve Cenevre'de de ilk şirketlerini kurdular. Ayrıca Bülent Ulusu hükümeti döneminde Çukurova Sanayi İşletmeleri'nin Mersin yolu üzerindeki yeni fabrikaları alınan kredilerle inşa ettiler.
TURKCELL PROJESİ
Mehmet Emin Karamehmet’i Türkiye gündemine sokan en önemli olay 1994’te gerçekleştir. 94 krizinde iflas eden Murat Vargı adlı bir tekstilci ile bu dönemde hayatı kesişen Karamehmet, o dönemde kimsenin tenezzül etmediği ve Murat Vargı’nın projesi olan Turkcell işine girdi.
Turkcell projesi son olarak Murat Vargı tarafından Çukurova Grubu'nun patronu Mehmet Emin Karamehmet'e götürüldü. O günlerde finans ağırlıklı her grup gibi Çukurova Grubu da kısmen sıkıntılı günler içinde. Pamukbank'ın yanı sıra gruba bağlı İnterbank da krizden yaralar almış durumdaydı. Nitekim bir süre sonra bu banka, işadamı Cavit Çağlar'a satıldı ve sonra da bankanın içini boşaltmak suçlamasıyla devlet tarafından el konuldu.
Murat Vargı projeyi, arkadaşı Yapı ve Kredi Bankası'nın o dönemde genel müdürlüğünü yürüten Burhan Karaçam aracılığı ile Karamehmet'e ulaştırmayı başardı. Ancak beklenenin aksine Karamehmet, projeden etkilenip bu işe girmeye karar verdi. O dönemde Çukurova kurmayları arasında Karamehmet'e destek veren tek isim ise Osman Berkmen oldu.
Karamehmet'in ne kadar akıllı bir yatırım yaptığı ise zamanla ortaya çıktı. 8 milyonu aşkın abonesi ile Turkcell bugün ülkemizin en büyük özel sektör şirketi konumunda. Turkcell, hisseleri New York Borsası'nda işlem gören tek Türk şirketi olarak dikkat çekti.
Turkcell, 3 milyar dolarlık yatırımına rağmen 17 milyar dolara ulaşan değeri ile dünyanın dev şirketleri arasına girmeyi başardı. Sadece 6 yıl gibi kısa bir sürede Turkcell, tarihleri yüzlerce yılı bulan global dev şirketleri de geride bıraktı.
MEDYADA ÖZGÜN PATRON
Mehmet Emin Karamehmet, Tarsus'taki birkaç fabrikasında tekstil ve iş makinesi imalatıyla meşgul olan Çukurova Grubu'nu önce finans, ardından da iletişim sektöründeki girişimciliği ile çok hızlı bir şekilde zirveye çıkardı. Özellikle bankacılık sektöründe Yapı Kredi ve Pamukbank ile elde ettiği başarıları ile Çukurova Grubu, ülkemizdeki en büyük sermaye grubu haline getirdi.
Bunlardan sonra medya alanına da giren Karamehmet, Akşam Grubu'nu Ilıcak ailesinden Show Tv'yi ise Erol Aksoy'dan satın aldı.
BAŞARININ SIRRI: PROFESYONELE SINIRSIZ ÖZGÜRLÜK
Profesyonel yöneticilerinin proje ve kararlarını destekleyen, onlara tam yetki ve sorumluluk veren Karamehmet, 'çalışanlarına laf söyletmemesi' ile tanınıyor.
Çukurova Grubu'nun patronu Mehmet Emin Karamehmet, yanında çalıştırdığı profesyonelleri oldukça özgür bırakmasıyla tanınıyor. Mülayim, çabuk sinirlenmeyen ve hoşgörü sahibi bir insan olarak tanınan Karamehmet, profesyonel yöneticilerin kendi kararlarını uygulamaları konusunda kendilerine sorumluluk veriyor. Yöneticilerin grupta çalıştıkları dönemde hatta sonrasında da onlara laf söyletmemesi ise onun bir başka özelliği. Profesyonel yöneticilerine çok güvenen ve onların kararlarını sonuna kadar dinleyerek icraata geçen Karamehmet, bir projeye girerken ayrıntılı değerlendirme yaparak risk alabilen bir müteşebbis.
GÜNDE 15 SAAT ÇALIŞIYOR
Holding çalışanları ve arkadaşları Karamehmet'i, işine bağlılığıyla tanıyor. Sabah 8.00'de girdiği ofisinde akşam saatlerine kadar çalışan Karamehmet, zaman zaman hafta sonları da işleriyle uğraşıyor. Hemen hemen hiç tatil yapmadığı, gösterişi ve lüksü sevmediği, ofisinin ise son derece mütevazı olduğu söylenenler arasında. Az ve öz konuşan Karamehmet, aynı zamanda iyi bir gözlemci ve iyi bir dinleyici de.
Mehmet Emin Karamehmet, medyada görünmekten hoşlanmayan ve pek ortaya çıkmayan bir insan. Bir arkadaşının ifadesiyle, 'lüzumsuz işler yapmayı ve lüzumsuz gördüğü yerlerde de bulunmayı' sevmiyor. Makam otomobili olarak Mercedes'i tercih eden Karamehmet'in özel otomobili ise Nissan marka bir jeep.
Karamehmet, şirketlerini zaman zaman kendi kullandığı arabasıyla gizlice ziyaret ediyor. Hatta şirket çalışanlarının kendisini bu ziyaretlerinde tanıyamadığı ve bu yüzden ilgilenmediği söyleniyor.
Kaynak: Zaman Gazetesi
jean paul sartre
19.07.2004 - 09:48ilk olarak nobel ödülünü kabul etmeyen fransız filozof
jean paul sartre
19.07.2004 - 09:4721 Haziran 1905'te Paris'te doğdu. Babası o çok küçük yaştayken öldü ve annesi de ailesinin yanına döndü. Sartre, hep örnek çocuk olarak gösterildi. La Rochelle Lisesi'ne devam etti, ama olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü.
1929 yılında Simone de Beauvoir'la tanıştı. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı. 2. Dünya Savaşı sırasında, Almanlar tarafından hapse atıldı; hapisten çıktıktan sonra Direniş Hareketi'ne katıldı. 'Sinekler' adlı tiyatro oyunu, onun Direniş Hareketi'nde olduğunu bilmeyen Almanların izniyle oynandı (1943) . Aynı durum, 'Varlık ve Hiçlik' adlı oyununda da meydana geldi (1943) . Oyunlarının her ikisi de baskı karşıtıdır; 'Varlık ve Hiçlik'te Sartre, ilk kez felsefesini ortaya koydu.
1945 yılında öğretmenliği bırakarak 'Les Temps Modernes' adlı edebi-politik dergiyi kurdu. Kitaplarının çoğunda edebi ve politik sorunları işledi. Savaş sonrası dönemde özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkan Sartre, eleştirilerini saklamasa da SSCB'ye destek veriyor, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkanların başında geliyordu; Les Temps Modernes, sömürgelerdeki savaşlara karşı 1953'ten başlayıp, 1957'de yoğunlaşan bir savaş yürüttü.
Sartre, '121'lerin Bildirgesi'ni imzaladı, 1961-62 yılındaki büyük gösterilere katıldı. 1964 yılında Nobel Ödülü'nü geri çevirdi; böylesi bir ödülün, yapıtlarının bütünlüğünü zedeleyeceğini düşünüyordu. 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russel Mahkemesi'nin de başkanlığını yaptı.
1968 yılında, Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, Sovyet sosyalizmini ve kendi klasik aydın tutumunu sorgulamaya girişti. O dönemde Maocularla da bir yakınlaşması oldu. 1973 yılında Liberation'u kurdu.
1974 yılında gözleri büyük oranda görmez oldu, bu nedenle etkinliklerini yavaşlatarak, daha çok Doğu Ülkeleri üzerindeki baskıların sona erdirilmesi, insan haklarının korunması gibi konularda çalışmaya başladı. Pierre Victor'la (Benny Levy'nin takma adı) , aydının rolü, bireyin tarihteki yeri, şiddet ve kardeşlik konuları hakkında 'Pouvoir et liberté' adında bir yapıt hazırladı.
Siyasal etkinliklerinin, yazar tarafını bazen maskelemiş olmasına karşın, Sartre, son derece düzenli bir zihinsel çalışma yürüterek, gününün altı saatini yazmaya verdi. Edebi nesne Sartre'a göre 'Yalnızca hareket halindeyken varolan bir topaçtır. Onu ortaya çıkarmak için, adına okumak denen somut bir eyleme ihtiyaç vardır.' Yazmak, okurun özgürlüğüne çağrıda bulunmaktır. Sartre, 15 Nisan 1980'de Paris'te öldü. Sartre'ın önemli kitapları arasında Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar sayılabilir; bunun yanı sıra, yayınlanmış ya da bitirilemeyerek yayınlanmamış birçok yapıtı vardır.
Sartre'ın adıyla birlikte anılan varoluşçuluk, aslında 17. yüzyıldan beri vardır; Blaise Pascal'le başlar; ama Sokrates'in felsefesinde, hatta İncil'de varoluşçuluğun izlerinin bulunduğu düşünülürse, Pascal'i varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul etmek de doğru olmaz. Soren Kierkegard ise, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Nietzsche, Heidegger ve tabii Sartre varoluşçudurlar. Camus ve Dostoyevski de, diğer çok ünlü varoluşçu yazarlardır.
Sartre, varoluşçuluğun iyimser bir felsefe olduğunu söyler; çünkü tüm insanlar birbirinin aynıdır; bir kahraman ya da bir alçak olmak tamamıyla onların elindedir; insan önceden-tanımlanmamıştır; ne bir kahraman olarak doğar, ne de bir alçak. Ama aynı felsefeye göre, insan varlığının durumuna da güvenmemelidir, çünkü o halde kalacağının hiçbir güvencesi yoktur. Özet olarak, Sartre insanın tek yazgısının, elinden geldiğince 'bağımlı' olmak olduğunu söyler. Bu da, kendini bütünün içinde düşünebilmekten geçer.
büyük birlik partisi (BBP)
19.07.2004 - 09:42muhsin yazıcıoğlunun sivas merkezli(oy bakımından) partisi..mhp ile düşünce bakımından tamamen ayrılırlar..
can yücel
19.07.2004 - 09:40can yücel küfürün de hayatımızda bir yeri olduğunu ve bunun ölçülü biçimde yapıldığında toplum için herhangi bir tehlike oluşturmayacağını ifade etmişti..kendisinin yazdığı ama mevlana'dan çalındığı iddia edilen her şey sende gizli şiiri müthiş bir şiirdir..
anglikan kilisesi
19.07.2004 - 09:37VIII. Henry'nin karısından boşanmak için kurduğu anglikanizm mezhebinin kilisesi...
nazan öncel
17.07.2004 - 16:03tarkanın bir çok parçasını aldığı sanatçı..nazan öncel olmasa tarkan da olmazdı..
M
17.07.2004 - 16:01male
quattro
17.07.2004 - 14:481) italyancada 4 demektir..
2) audinin firmasi
3) 4 tekerden cekis sistemine verilen isimdir
4) bir jazz grubu
neyzen tevfik
17.07.2004 - 14:44soyadı kolaylı'dır
Toplam 816 mesaj bulundu