atlantik okyanusunda bulunur..miami,porto riko ve bermuda ülkeleri ile sınırlarını oluşturur.bilimsel açıklamalardan şu anlaşılıyor ki
bu üçgen içerisinde biriken metan gazı
birçok uçak ve gemiyi kendisine çekiyor
çok ürkütücü bir üçgen..
en son ümmeti cennete girdikten sonra,en son o girecektir cennete
allahın habibim diye nitelendirdiği,meleklerin bile belli bir noktadan sonra yükselemediği katlara çıkmış kulu..
12 Ekim 1934'te İnebolu'da doğdu. 1939'da, ailesiyle Ankara'ya geldi. Ortaöğrenimini Ankara Maarif Koleji'nde tamamladı (1951) . İ.T.Ü. İnşaat Fakültesi'ni bitirdi (1957) . İstanbul devlet Mühendislik ve mimarlık Akademisi İnşaat Bölümü'nde öğretim üyeliği yaptı. Burada topoğrafya ve yol inşaatı dersleri okuttu. 1975'te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşileri yayınlandı. Beyninde çıkan bir tümör nedeniyle, bir süre Londra'da tedavi gördü. 13 Aralık 1977'de, bu hastalıktan kurtulamayarak, İstanbul'da öldü.
ESERLERİ
1.Tutunamayanlar romanı sonradan iki cilt olarak basıldı (1971-1972; yeni basımı tek ciltte, 1984) . TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında başarı ödülü kazanan (Şubat 1971) 2.Tehlikeli Oyunlar (1973) -roman-3.Korkuyu Beklerken (1975) -hikaye- 4.Bir Bilim Adamının Romanı (1975) Genç yaşta ölen mekanik bilgini Prof. Dr. Mustafa İnan (1911-1967) ’ın hayat hikayesi. 5.Oyunlarla Yaşayanlar oyunu Devlet Tiyatrosunda oynandı (1979 - 80) ve basıldı (1985) . 6.Günlük (1988) . 7.Eylembilim -tamamlanmamış roman- (1998) 1998’ de.
HAKKINDA YAZILANLAR
1.Oğuz Atay’da Aydın Olgusu Yıldız Ecevit -kitap -(1989) .
1914 yılında İstanbul’da doğdu.Ankara Gazi Lisesi’ni bitirdi (1932) . İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ndeki öğrenimini yarıda bıraktı (1935) , Ankara’ya giderek PTT Umum Müdürlüğü’nde çalıştı (1936-1942) , Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’na memur oldu (1945) , oradan ayrılınca (1947) Yaprak dergisini çıkardı (1 Ocak 1949’dan 15 Haziran 1950’ye kadar 28 sayı çıktı, Son Yaprak adlı özel bir sayı ölümü üzerine arkadaşları tarafından çıkarıldı) . 14 Kasım 1950 tarihinde beyin kanamasından öldü. Rumelihisarı mezarlığına gömüldü.
Kişiliğini belli eden ilk şiirlerini arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte Varlık dergisinde yayımlamaya başladı, büyük bir ilgi gördü, sağlığında kendinden çok bahsettiren şair oldu. Şiiri bir takım kalıp ve klişelerden, şairanelikten, yıpranmış benzetmelerden kurtararak, daha kısa daha basit bir şekle soktu; yalın bir halk dili kullandı, gündelik sözlerle zaman zaman (Aralık 1936-15 Nisan 1940,38 şiir) , çok kısa zamanda büyük yergi ve espriden faydalanarak, gündelik yaşantılar üzerine yazdı.
ESERLERİ
Şiir kitapları: Garip (Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le beraber, 1941) , Garip (yalnız kendi şiirleriyle, genişletilmiş 2. baskı,1945) , Vazgeçemediğim (1945) , Destan Gibi (1946) , Yenisi (1947) , Karşı (1949) .
Sağlığında bu altı kitaba aldığı şiirleriyle, bu kitaplara girmemiş başka şiirleri, ölümünden sonra tek kitap halinde basıldı: Orhan veli, Bütün Şiirleri (1951) .
Düzyazıları, eleştiri ve hikayeleri: Orhan Veli, Nesir Yazıları (1953, 2. b. Denize Doğru adıyla, 1970) adlı kitapta toplandı. La Fontaine’nin 49 fable’ini nazımla Türkçe’ye çeviren şair (La Fontaine Masalları, 2 kitap, 1943) , aynı şekilde Nasrettin Hoca Hikayeleri (1949) adlı kitabında da Hoca’nın 72 fıkrasını nazma çevirdi. Çeviri kitaplarının sayısı 12’dir.
Asım Bezirci’nin derlediği çeviri şiirleri ise Çeviri Şiirler (1982) adıyla; düzyazıları da, yenide Bütün Yazılar I, II (1982) adıyla yayımlandı.
Orhan Veli/Bütün Eserleri dizisinin ilk kitabı Edebiyat Dünyamız (1975) ’da şairin düzyazıları, konuşma ve röportajları (haz. Asım bezirci) , ikinci kitapta Bütün Şiirleri (1975) derlendi.
HAKKINDA YAZILANLAR
Adnan Veli Kanık, ağabeyinin biyografisi ile basında çıkmış yazılarından seçme parçaları şu kitapta derledi: Orhan Veli İçin (1953) .
Şair üzerine bir inceleme Asım Bezirci’nin, zengin bir bibliyografya da veren Orhan Veli Kanık adlı eseridir (1967) .
Orhan Gencebay'ın yaşamında iki doğum tarihi vardır... Birincisi 1944 yılının 4 Ağustos'unda sıcak bir öğle vakti ilk soluk. İkincisi ise müziği kanında, duygularında solukladığı an. Müzik yaşantısına altı yaşlarında babasının 'eğlensin' diye aldığı mandolin ve kemanı çalarak başladı. Bunlar daha çok batı aletleriydi. Hocası viyolanistti, çok iyi öğrenim yapmış birisiydi... Kırım Türklerindendi ama Samsun'da berberlik yapıyordu. Küçük Gencebay yetenekliydi, kısa zamanda notayı öğrendi.
Ancak gözü Halk müziğindeydi. Yedi yaşında iken bağlama ile tanıştı. 12 yaşına geldiğinde artık tamburda çalıyordu. Şarkı söylemiyordu ama müziğin felsefesini tanımaya çalışıyordu. Konservatuar sınavlarına girdi, kazandı ve bir süre devam etti. Ancak aradığı ve düşlediği müziği bulamadığı gerekçesiyle ayrıldı. Ardından Ankara Radyosu sınavlarına girdi 20 yaşındaydı. Sınavları iftiharla kazandı, Halk Müziği'ni tercih etmişti.
Müzik aletleri içinde ona bağlama kadar yakın gelen yoktu. Sınavları kazandığı halde usulsüzlük yapıldı diye radyoya girmedi. İki yıl sonra İstanbul Radyosu'nun sınavlarına girdi, onu da iftiharla kazandı, 10 ay TRT'de çalışıp ayrıldı. O sıralar çeşitli arayışlar içindeydi ve bütün sorunda buydu zaten. Var olan müziğin yapısından tatmin olmuyordu. Türk müziğin'de çok iyi malzeme vardı, çok iyi yerlere gelmesi mümkündü. O yıllarda böyle düşünüyordu.
TRT'den ayrıldıktan sonra babasının da işlerinin bozulması üzerine yeniden Samsun'a dönen, ne var ki içindeki müzik tutkusu her geçen gün biraz daha yoğunlaşan Orhan Gencebay çalışmalarını bu kez İstanbul Plakçılar Çarşısın'da yoğunlaştırdı. Söz yazarı, besteci, yorumcu, bağlama sanatçısı olarak zirveye doğru uzanan bir maratona başladı. Sanatçı henüz şarkıcı olarak tanınmadan önce de bir çok bestesiyle şöhret olmuştu. 'Sevemedim Kara Gözlüm ', 'Koca Dünya', 'Sabır Taşı' adlı besteleri, besteci Orhan Gencebay'ın tanınmasına yetmişte artmıştı bile. Hatta 'Sevemedim Kar Gözlüm ' adlı bestesi rekor kırmış 45 sanatçı tarafından plak yapılmıştı.
Orhan Gencebay ses sanatçısı olarak adını ilk kez 'Başa Gelen Çekilirmiş' adlı 45'lik plağı ile duyurdu ve hemen ardından 'Derdim Dünyadan Büyük' adlı plağı geldi. 1969 yılında 'Bir Teselli Ver''in satışını katlayarak kırdığı rekor nedeniyle çalıştığı plak şirketş tarafından 'Altın Taç' ile ödüllendirildi. 1978 yılında yaptığı 'Yarabbim' adlı plağı yurt içinde ve dışında yaptığı satışlarla rekor kırdı.
Orhan Gencebay 1971 yılında İstanbul Plak'a ortak olmuş ve ilk plaklarının büyük çoğunluğu bu firmadan çıkmıştı. Sanatçı daha sonra merhum Yaşar Kekeva ile ortak olarak Kervan Plak şirketini kurdu ve kardeşi Burhan Gencebay ile birlikte çalışmalarını burada sürdürmeye başladı. Yaşar Kekeva Kervan Plak'tan ayrılıp kendi adını verdiği plak şirketini kurunca Kervan Plak Orhan ve Burhan kardeşlerin ortaklığı ile bugünlere geldi.
Orhan Gencebay'ın ilk evliliğini yaptığı Azize Gencebay'dan Altan adını verdiği bir oğlu dünyaya geldi. Daha sonra oğlunun annesinden boşanan sanatçı 'Tanrı katında eşimdir' dediği Sevim Emre'yi kendine hayat arkadaşı olarak seçti. 1974 yılından bu yana birlikte olan ünlü çift çeyrek yüzyıla yakın bir zamandır beraberliklerini büyük bir uyum ve mutluluk içinde sürdürüyorlar.
Ünlü sanatçı şimdiye karar 35 tane Yeşilçam filmi çevirdi. Sayısız filme müzik direktörü olarak imza atan Orhan Gencebay'ın kendi firmasından çıkan 25 albümü bulunuyor. 28 yıllık sanat hayatında plak ve kaset olarak 50 milyonu aşkın bir sayı ile erişilmesi güç bir rekoru elinde bulunduruyor.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. 1465-1470 arasında Gelibolu'da doğdu. Asıl adı Muhiddin Pirî'dir. Karamanlı Hacı Ali Mehmed'in oğlu ve ünlü Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğenidir. Akdeniz de korsanlık yapmakta olan amcasının yanında yaklaşık 1481'den sonra denize açıldı. 1487'de onunla birlikte İspanya'daki Müslümanlar'ın yardımına gitti. 1491-1493 arasında Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldı. Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511'de amcasının ölümü üzerine Gelibolu'ya çekilerek Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) üzerinde çalıştı ve 1513'te bir dünya haritası çizdi.
1516 Mısır seferinde Osmanlı donanmasında kaptan olarak savaştı. 1517'de ilk çizdiği haritayı Yavuz Sultan Selim Han’a sundu. 1521'de Kitab-ı Bahriye'yi tamamladıktan sonra 1522'de Rodos seferine katıldı.1524'te sadrazam Makbul İbrahim Paşa'yı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk etti. Sadrazamın ilgilenmesi üzerine 1525'te Kitab-ı Bahriye'yi yeniden düzenleyerek onun aracılığıyla Kanuni Sultan Süleyman Han’a sundu. 1528'de çizdiği ikinci haritasını da padişaha armağan etti. 1528'den sonra güney denizlerinde görev yaptı. Portekizlilerin Aden'i alması üzerine Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan atanarak 26 Şubat 1548'de Aden'i geri aldı. 1552'de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat'ı ve ardından Kişm Adası'nı alarak Hürmüz Kalesi'ni kuşattı. Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapatmak istediklerini duyarak kuzeye yöneldi. Katar Yarımadası'na, Bahreyn Adası'na egemen olarak Mısır'a geçti. Donanmayı Basra Körfezi'nde bıraktığı için sefer sırasında kendisinden yardımını esirgeyen Basra Valisi Kubâd Paşa'nın da girişimleriyle suçlu görülerek Kahire'de 1554 yılında idam edildi.
Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Pirî Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir. Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır. Fırtına, rüzgâr çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir. Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgârlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır.
Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur. Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik Denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek Kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır.
1513'te çizdiği ilk haritasında Kristof Kolomb'un 1498'de çizdiği Amerika haritasından, Portekiz ve Arap haritalarından yararlandığını belirtir. Elde kalan parçası Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarıyla Atlas Okyanusunu, Antil Adalarını, orta ve Güney Amerika'yı gösterir. 1528'de çizdiği ikinci haritasından günümüze kalan parça, büyük bir dünya haritasının kuzey batı köşesi olup Atlas Okyanusu'nun kuzeyini, kuzey ve orta Amerika'nın yeni keşfedilmiş kıyılarını ve Grönland'dan Florida'ya uzanan kıyı şeridini içerir. Adalar ve kıyılar son keşiflere dayalı olarak daha doğru çizilidir. Keşfedilmeyen yerler ise beyaz bırakılarak, bilinmediği için çizilmediği belirtilir. İlk haritadan daha büyük ölçekli ve gelişkin olan ikincisi, teknik olarak döneminin en ileri örneğidir.
ESERİ: Kitab-ı Bahriye, (Yeni harflerle, Denizcilik Kitabı, 2 kitap, Y. Senemoğlu (haz) ,Tercüman 1001 Temel Eser)
(1899- 15 Haziran 1961) : Yazar. İstanbul'da doğdu. Meşhur şair İsmail Safa'nın oğludur. Düzenli bir öğrenim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi. 13 yaşında hayata atıldı. Posta Telgraf Nezaretinde çalıştı. Öğretmenlik (1914-1918) , gazetecilik (1918-1961) yaptı. Hayatını yazıları ile kazandı. İstanbul'da öldü.
Kardeşi İlhami ile Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesi çıkardı. Bu gazetede 'Asrın hikâyeleri' ilk hikâyelerini imzasız yayınladı (1919) , Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkardı. Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde yazdı. Çok sevdiği oğlu Merve'yi askerliğini yaptığı sıra kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarstı. Bu olaydan birkaç ay sonra İstanbul'da öldü. Edirnekapı Şehitliği'nde gömülüdür.
Peyami Safa kendi kendisini yetiştirmiş ender şahsiyetlerden biridir. Fransızcayı Fransızca gramer kitabı yazabilecek kadar öğrenmiştir. 43 yıl hiç durmadan yazdı. Güçlü bir fikir adamı, romancı ve polemikçidir. Nâzım Hikmet Ran, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul, Aziz Nesin'le polemiğe giriştir.
Öldüğü zaman Son Havadis gazetesi baş yazarı idi.
Peyami Safa halk için yazdığı edebî değeri olmayan romanlarını 'Server Bedi' imzası ile yayınladı. Sayıları 80'i bulan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya (1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazdı. Peyami Safa'nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem verdi. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işledi.
Romanları: Gençliğimiz (1922) , Şimşek (1923) , Sözde Kızlar (1923) , Mahşer (1924) , Bir Akşamdı (1924) , Süngülerin Gölgesinde (1924) , Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925) , Canan (1925) , Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930) , Fatih-Harbiye (1931) , Atilla (1931) , Bir Tereddüdün Romanı (1933) , Matmazel Noralya'nın Koltuğu (1949) , Yalnızız (1951) , Biz İnsanlar (1959) . Hikâyeleri: Hikâyeler (Halil Açıkgöz derledi, 1980) . Oyunu: Gün Doğuyor (1932) . İnceleme- denemeleri: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938) , Büyük Avrupa Anketi (1938) , Felsefî Buhran (1939) , Millet ve İnsan (1943) , Mahutlar (1959) , Mistisizm (1961) , Nasyonalizm (1961) , Sosyalizm (1961) , Doğu-Batı Sentezi (1963) , Sanat- Edebiyat-Tenkid (1970) , Osmanlıca-Türkçe- Uydurmaca (1970) , Sosyalizm-Marksizim- Komünizm (1971) , Din-İnkılâp-İrtica (1971) , Kadın-Aşk-Aile (1973) , Yazarlar-Sanatçılar- Meşhurlar (1976) , Eğitim-Gençlik-Üniversite (1976) , 20. Asır- Avrupa ve Biz (1976) . Ders Kitapları: Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi (1929) , Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe (1929) , Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat (I-IV, 1929) , Yeni Talebe Mektupları (1930) , Büyük Mektup Nümuneleri (1932) , Türk Grameri (1941) , Dil Bilgisi (1942) , Fransız Grameri (1942) , Türkçe İzahlı Fransız Grameri (1948) .
Mütefekkir romancı bu eserde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının ışığını tutmaktadır. romanda asil bir ruhun insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüğe ve bayağılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâi hayanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâî hayatı perişan eden havası iinde dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık bayraklaştırılmaktadır.
YALNIZIZ
Peyami Safa, bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çenberini kırmağa, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırmaktadır. Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir. Ve Allah'ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükun bulamayacaktır.
FATiH HARBiYE
Yazar bu romanında Tanzimat'tan kopup gelen, Millî Mücadelede ve sonraki yıllarda alevlenen batılılaşma hareketlerinin Türk tipindeki ve cemiyetindeki etkilerini incelemektedir.
MATMAZEL NORALiYA' NIN KOLTUĞU
Peyami Safa'nın mizac ve ruh yapısına uygun düşen bir konuyu ihtiva etmektedir. Ruhçu ve akılcı dünya görüşünün yazarın anlayışı çerçevesinde birleştirilmesi esasına dayanır.
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
Roman, yalnız ve hasta bir çocuğun ızdırabını, çocukça aşkını ve kıskançlığını; mes'ud olmak isteyen bir genç kızın temiz sevgisini; inanmak arzusu bütün benliğini saran bir insaın kuruntularını ve çıplak hastahane duvarı gerisindeki hıçkırıklarını anlatır.
MAHŞER
Yazarın görüşlerini değişik bir tarzda işlediği bir romandır.
ŞİMŞEK
Yazarın ilk romanlarındandır. Yazar bunda da bütün eserlerinde işlediği konuları, bir başka tarzda yeniden işlemektedir.
CANAN
Peyami Safa'nın 'Şimşek', 'Bir Akşamdı', 'Mahşer' romanları tarzında bir diğer eseridir.
SÖZDE KIZLAR
Günümüzün kızlarını, onları mesud yahud bedbaht edebilecek hususları birer ibret levhası gibi yansıtmaktadır.
TÜRK İNKILABINA BAKIŞLAR
Atatürk İnkılâbları öncesindeki fikir cereyanlarını en gerçek kaynaklarıyla ortaya koymaya çalışmıştır.
Günümüz romancılarından. 15 Nisan 1945 tarihinde Bursa’da doğdu.Liseyi New York’ta okudu, üniversite eğitimini New York ve İstanbul’da tamamladı. Fransa’da Sorbon Üniversitesi’nde “Yirminci yüzyıl tiyatrosunda gerçeklik ve yanılsama” konusunda doktora verdi. Bir süre Ankara’da Devlet Tiyatrosu’nda dramaturg olarak çalıştı
(1971-1973) , İstanbul’da (1974-) yaşıyor ve Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi.
Önceleri yazar oyuncu olarak tiyatro ile uğraştı, sonra hikâyeler yazdı (Dost dergisi, 1971-73)
ESERLERİ
Beş romanı (Yarın Yarın, 1976; Küçük Oyuncu, 1977; Asılacak Kadın; 1979, Bitmeyen Aşk; 1986) , müstehcen olduğu iddiasıyla toplatıldı; imhasına karar verildi, daha sonra aklandı. Bir Cinayet Romanı, (1989) , Sonuncu Sonbahar (1992) ve iki hikâye kitabı (Bir Deli Ağaç, 1981; Akışı Olmayan Sular, (1983) yayımlandı. Akışı Olmayan Sular kitabıyla 1984 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.
Hayatı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Sivas’ın Banaz köyünde doğmuştur. Asıl adı Haydar’dır. Divan edebiyatının etkisinde kalmadan, sözlü edebiyatın birikimlerinden yararlanarak kendine özgü duru bir dil oluşturmuştur.
Şu kanlı zalimin ettiği işler
Gaip bülbül gibi zâreler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pareler beni
Dar günümde dost düşmanım bell’oldu
On derdim var ise şimdi ell’oldu
Ecel fermanı boynuma takıldı
Gerek asa gerek vuralar beni
Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz
Hak’tan emrolmazsa ırahmet yağmaz
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun gülü yaraler beni
Alçakta yüksekte yatan erler
Yetişin imdada aldı dert beni
Başım aldı hangi yere gideyim
Gittiğim yerde buldu dert beni
Oturup benimle ibadet kıldı
Yalan söyledi de yüzüme güldü
Yalın kılıç olup üstüme geldi
Çaldı bölük bölük böldü dert beni
Üstümüzden gelen boran, kış gibi
Yavru şahin pençesinde kuş gibi
Seher sabahında rüya, düş gibi
Çağırta bağırta aldı dert beni
Abdal Pir Sultan’ım gönlüm hastadır
Kimseye diyemem gönlüm yastadır
Bilmem deli oldu bilmem ustadır
Şöyle bir sevdaya saldı dert beni
******************
Seyyah olup şu ölemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkârımca okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
İki elim kalkmaz oldu dizimden
Bilmem amelinden bilmem özümden
Akıttım kanlı yaş iki gözümden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Yine boralandı dağların başı
Akıttım gözümden kan ile yaşı
Emaneti alır ol veren kişi
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Bozuk şu cihanın pergeri bozuk
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Tükendi daneler kalmadı azık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Pir Sultan’ım eydür ummana dalam
Gidenler gelmedi haberin alam
Abdal oldum çullar giydim bir zaman
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.
12 Aralık 1917'de Hatay Reyhanlı'da doğdu. Hatay Lisesini bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi. Öğrenimini tamamlayamadan Hatay'a döndü. Bir süre ilkokul öğretmenliği ve nâhiye müdürlüğü, Tercüme Kaleminde reis muâvinliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyâtı bölümünü bitirdi. Elâzığ Lisesinde Fransızca öğretmenliği yaptı (1942-45) . İstanbul Üniversitesi yabancı diller okulunda okutman olarak çalıştı (1946) . 1955'te gözleri görmez oldu. Fakat talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 senesinde İstanbul Üniversitesinden emekli oldu. 13 Haziran 1987 günü İstanbul'da vefât etti.
Cemil Meriç'in ilk yazısı Hatay'da Yeni Gün Gazetesi'nde çıktı (1928) . Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Hisar, Türk Edebiyâtı, Yeni Devir, Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Cemil Meriç, gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve Victor Hugo'dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu gösterdi. Batı medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu. Sansüre ve anarşik edebiyâta şiddetle çattı.
ESERLERİ: Umrandan Uygarlığa (1974) , Kırk Ambar (1983) isimli eserleriyle iki defâ Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Hint Edebiyâtı, Saint Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, Bir Dünyânın Eşiğinde, Bu Ülke, Mağaradakiler, Bir Fâciânın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir ve Kültürden İrfana başlıca eserleridir.
Aldığı ödülleri: Kırk Ambar adlı eseriyle 'Türkiye Millî Kültür Vakfı' ödülü, Ankara Yazarlar Birliği Derneğinin'Yılın Yazarı', Kayseri Sanatçılar Derneğince, 'İnceleme', Kültürden İrfana adlı eseriyle, Türkiye Yazarlar Birliği 'Yılın Fikir Eserleri' ödüllerini aldı.
HAKKINDA YAZILANLAR
Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan, babasına gösterilen ilgiyi yorumladı:
Cemil Meriç hayranları
günden güne çoğalıyor
TAKDİM
Artık, Cemil Meriç ismi tefekkürün, çilenin ve bir büyük kültür abidesinin sembolüdür ülkemizde. Çünkü, yoz ve sığ bir kuşatma ile adeta bir mağaraya hapsedilmiş olan bizler, Batı’yı da, Doğu’yu da, Hind’i de, Uzak Doğu’yu da hep ondan öğrendik. O beyinlerimize düşürdüğü “tecessüs” ateşi ile bizi fikri bir yenileşmeye sevk etmiş, bir kültür ve irfan uyanışına doğru yönlendirmişti. Eğer o olmasaydı, ne “Bu Ülke”yi böylesine derinden tanıyabilecek, ne de “Işık Doğu’dan Gelir” fikri ile kendimize dönebilecektik.
Aramızdan ayrılışının 12. Yılı münasebeti ile, günden güne büyüyen Cemil Meriç dalgası, Cemil Meriç sevdası, Cemil Meriç ilgisi üzerine, değerli kızı, sosyolog Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan hanımefendi ile sohbet ettik.
SPOTLAR
Cemil Meriç, bugün 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, Anadolu bozkırına düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi filizlenip boy atıyor.
Cemil Meriç’in okurlar cemaatini tanımak, onların üzerinde durmak lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir. Bu konuda çok özel gözlemlerim var. Bunlardan en önemlileri, edilen telefonlar, gönderilen mektuplar ve babamla ilgili anma toplantılarında bir araya gelen genç nesillerin yaptığı analizler.
“Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Acı çekmek neymiş, fikir neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan sensin.”
Türkiye projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok. Halbuki büyük devletleri yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık projeleri, hedefleri vardır. Türkiye günübirlik bir böcek gibi yaşıyor. Türkiye’nin geleceğini düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar yapması kaçınılmazdır.
OLCAY YAZICI
Bilinen bir gerçek, fakat genç nesiller açısından soruyorum. Kimdir o fikrin gökkuşağı olan, Batı’yı da, Doğu’yu da bizlere öğreten, fikrin büyük çilekeşi Cemil Meriç? Onun sadece kızı değil, aynı zamanda gözü, kulağı olan sizden, bir kere daha rica etsek?
“Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz! ” diye bir sözümüz vardır. Bence artık Cemil Meriç’i anlatmanın, tarif etmenin zamanı geçmiştir. Çünkü Cemil Meriç, tariflerin ötesine geçmiştir. O eserleri ile bugün aşağı yukarı 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, vatan sathına, Anadolu
bozkırına düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi onlarla, yüzlerle yeşeriyor, filiz verip, boy atıyor.
Dış dünya Cemil Meriç’i tanımak istiyor
Büyük çileler çekilerek, vatan coğrafyasına dikilen Cemil Meriç çiçekleri açıyor, diyebiliriz yani?
Evet, diyebiliriz...Bu çiçekler, topraktan çıkmış, boyatmışlardır. Bu bakımdan Cemil Meriç’in artık okurlar cemaatini tanımak, biraz da onun üzerinde durmak lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir. Bu okurlar cemaati ile ilgili olarak benim çok özel gözlemlerim var. Bunlardan en önemlileri de, edilen telefonlar, gönderilen mektuplar, babamla ilgili anma toplantılarında bir araya gelen genç nesiller.
1997’nin Aralık ayında Tarık Zafer Tunaya kültür merkezinde, Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi tarafından düzenlenen toplantıdaki konuşma metinleri İz yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Adı ise ilginç, “Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları.” Bu okurlar cemaati ile iki senedir temasımızı hiç kaybetmedik. Ayda bir defa toplanıyor, bazen Cemil Meriç’in eserleri üzerine, Cemil Meriç’ten alınan ilhamla yeni olaylar üzerine görüş ve fikir alış verişinde bulunuyoruz.
Ayrıca, Tunus Üniversitesi’nin tarih profesörü Abdülcemil Temimi’den, Cemil Meriç’in Arapça’ya tercümesi için teklif geldi.
Konuşma sırasında babamın adı geçti. Ne yazık ki, müslüman bir Arap entellektüeli olarak, muhterem babanızı tanımıyorum. Benim gibi diğer Arap dünyası da maalesef tanımıyor. Türkiye’nin bu kadar önemli bir yazarını tanımamak, bizler için ayıp sayılır. Babanızı bana biraz tanıtınız, dedi. Ben de peki dedim ve “Bu Ülke”yi açarak ona, “Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik! ...” cümlesiyle başlayan bölümü okudum. Temimi öylesine etkilendi, öylesine beğendi ki bu cümleyi, lütfen dedi, babanızdan bir seçme yapınız ve onu vakit geçirmeden Arapça’ya tercüme edelim. Arap dünyası, 20. Yüzyıl Türk kültürünün yetiştirdiği bu irfan adamını mutlaka tanımalıdır.
Bu münasebetle bir yıldır Cemil Meriç’in Arapçaya çevrilmesi metinleri üzerinde çalışıyoruz.
Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi
Ayrıca Türk cumhuriyetlerinde de, Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi uyanmaktadır. Cemil Meriç’in, Kazak ve Azerbaycan Türkçesine tercümesi yolunda da teklifler var. Yani biz belki Cemil Meriç’i dış dünyaya yeterince tanıtmadık, fakat dış dünya kendiliğinden Cemil Meriç’i tanımak istiyor, bunun için sınırları zorluyor. Çünkü Türkiye’yi tanımak demek; bir anlamda Cemil Meriç’i tanımak demektir.
Bu arada Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir davet aldım. “20. Yüzyıl Türk Kültürüne Yön Verenler” başlıklı bir dizi başlatıyorlar. Şahsiyetler arasında babam Cemil Meriç’in yanı sıra, Mehmet Akif, Peyami Safa, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal Tahir gibi isimler de bulunuyor.
Bir şehre, bir köye ve bir mahalleye tek bir Cemil Meriç sevdalısı bile düşmüş ise, o belde zamanla fikri bir tutuşma yaşayacak demektir...Genç Cemil Meriç severler kimlerdir? Ne tür mektuplar geliyor size Babanızla ilgili olarak? ...
Cemil Meriç’i tanımak isteği daha çok yurtdışından geliyor. Türkiye’yi tanımanın, önce Cemil Meriç’i tanımaktan geçtiğine inanıyorlar.
Psikoloji bölümünden mezun bir öğrencinin, Elif Özdemir’in, babam Cemil Meriç’le ilgili yazdıklarını aktarmak istiyorum. Bir bir profil çizmek için.
Elif benim öğrencim. 1997 yazında Amerika’ya gitti. Biliyorsunuz dünyanın en büyük kütüphanesi Washington’dadır. Orada, Türkiye’den yazar var mı diye araştırmış, bakmış ki, kütüphanede “Hint Edebiyatı” var, “Bu Ülke” var, “Jurnal” var, “Mağaradakiler” ver, “Işık Doğu’dan Gelir” var, “Kırk Ambar” var, “Ümrandan Uygarlığa” ve “Sosyoloji Konuşmaları” var. Yani, seçmeyi bilen her idrak Cemil Meriç’i arayıp buluyor.
Yerliden, evrensele açılmak demek bu olsa gerek?
Evet, evrensellik bu demek...Gelelim, Cemil Meriç’in okuyucular cemaatine(Ümit hanım özellikle bu kavramı kullanıyordu. Biz de değiştirmedik.) Bunların içinde yazarlar da var. Cahit Koytak’ın yazdığı ilginç bir şiir var. Adı “Son Osmanlı.”
Cemil Meriç okurlarını daha yakından tanımak için, Tarık Zafer Tunaya’daki toplantıya katılan, 17 yaşındaki Şükran Çatak’ın yazdığı mektubun ilk sayfasını okumak istiyorum:
“Sayın Ümit Meriç Yazan, güzel paylaşımlara, dorukta mutluluk ve duyumlara vesile olduğunuz için teşekkürler. Kendimi hala bir rüyanın içinde hissediyorum. Ve oradan sesleniyorum şu an size. Fakat sanırım her şey gerçek, rüyadaki gibi eksiksiz ve güzel. Ve en önemlisi artık baş rollerden birini de ben oynuyorum. Sizinle, Cemil Meriç günlerini paylaştık. Teneffüs ettiğimiz havayı, kitabı, tarihi, heyecanları paylaştık. Yüreklerimiz tek bir yürek oldu. Beynimizi büyüttük o gün. Yüreklerimizle birlikte fikirlerimizi, ülkülerimizi, heyecanlarımızı da büyüttük.
Tüm bunları harflere, kelimelere, cümlelere hapsettim. Onları seslere bağladım. Ben yeni heyecanları da yine seslere, kelimelere kilitleyeceğim. Benden yeni sesler gelecek kulaklarınıza.”
Cemil Meriç için şeref defteri
Bir de defterim var. Cemil Meriç’in şeref defteri. Defterin ilk sayfasına 4 Mayıs 1997’de kızıma hitaben şöyle bir şey yazdım:
“Sevgili Hazal, bu defter Cemil Meriç’in fatihi olduğu serdengeçtilerin defteridir. Ona sahip çık. Çünkü bu liste, sana bırakacağım mirasın hepsinden daha önemli, daha ölümsüz ve daha anlamlıdır. Deden, bu ülkede bir düşünce aristokrasisi yarattı. Bu listede onların şeref listesini bulacaksın...”
Daha sonra bu deftere çeşitli isimler, Cemil Meriç’le ilgili duygu ve düşüncelerini yazdı. Onlardan birini size okumak istiyorum. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi, Mahmut Çalışır’ın yazdıkları şöyle:
“Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Aşk neymiş, acı çekmek neymiş, fikir neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan sensin...Seni tanıdıktan sonra vatansız, kimliksiz kaldım. Seni tanıdıktan sonra ruhum boyalı bir kuş oldu. Şimdi ben göçebe bir serseriyim. Havarisiz İsa’yım...Seni tanımadan önce önümde iki kapı vardı. Biri cinnet, biri ölümdü. Şimdi üçüncü bir kapı var: O aşk kapısı...Kitaplar yaralarıma şifa olmaz oldu. Artık ben de karar verdim kitap olmaya. Seninle büyütüyorum acımı, hüznümü ve kendimi...Ben dergahtan kovulan dervişim. Körler seninle görür oldu. Sağırlar seninle duydular. Dilsizlerse şimdi hatip.! ..”
Bir başka öğrenci, Yusuf Emre’nin yazdıkları ise şöyle:
“Utanıyorum ismini yazmaktan, fikrin devasa insanı. Bu nesil adına. Bir sarmaşık gibi sarıldım, aşık olduğum kitaplarına. Bu aşkın büyüsünü bana kim yaptı? Bilmiyorum. Ama böyle bir büyüye nesil olarak muhtaç olduğumuzu biliyorum. Sen dünyaya hiç bir zaman kör bakmadın. Bizler ise açık gözlerimizle kör yaşadık. Yıllarca bilgiye, kültüre karşı aç yaşadığımız için, hislerimizi de kaybettik. Okumamakla ve kitaba yabancı kalmakla, en şiddetli zulmü kendimize reva gördük. Ruhaniyetin karşısında şimdi biz utanmayalım da, kimler utansın? Kazanma adına hiç bir şeyini boşa kaybetmedin. Seninle bir defa daha, yoklukta varlık cilvesinin sırrını anladık. Med-cezire maruz kalan sıkıntıların dalgalar gibi sahilindeki kayalara vuruyor. Ama sen aşınmadan, kızın ellerinden tutarak, yoluna devam ediyordun. Biz ise kıymetini bilemediğimiz zaman sermayesinin yokluğundan şikayet ettik durduk. Az da olsa yürüyebilseydik, duranların haline ağlamayı öğrenecektik. Fakat şimdi kendi halimize bile ağlayamıyoruz.
Kapalı gözlerinle kitaplara selam sarkıtıyordun. Son anlarında kapalı şuurunla, Muhammet Sevgilim diyordun. Ağzından çıkan son cümleyi duyduğumda, iliklerime kadar titrediğimi hissettim. Ağlamadım dersem, yalan olur. Şuurunun kapalı olduğu bir anda bile, Muhammed Sevgilim diyordun. Yaşasaydın, söylediğin bu cümle için sana köle olmaya razı olurdum...”
Bunlar gibi daha yüzlerce mektup var. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, Cemil Meriç’in Anadolu bozkırına saçtığı tohumlar artık bugün çınar gibi boy atıyor.
Meriç soyadı siyasetin üzerindedir
Seçim öncesinde siyasi çevrelerden size aday olmak için teklifler geldi. Fakat, bunları kabul etmediniz. Neden? Siyasete soğuk mu bakıyorsunuz?
Öğrencilerime de söylediğim bir cümle var. O da şudur: Sizler bütün partilerin üstündesiniz. Kendinizi bir parçaya mahkum ederek, bütünden vazgeçmeyiniz. Sosyolog bir partinin değil, Türkiye’nin sosyologu olmalı.
Türkiye kendi kendisini tanımayan bir ülke haline gelmiştir. Türkiye projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok. Halbuki büyük devletlerin yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık projeleri, idealleri, hedefleri vardır. Türkiye ise plansız, programsız ve günübirlik, adeta bir böcek gibi yaşıyor. Türkiye’nin geleceğini düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar yapması şarttır. Yarınla ilgili planlar bugünden yapılmalı. Eğer bu yapılmazsa, yarınla ilgili ümitlerimiz de olamaz. Sosyologların bu sahada faydalı olacağına inanıyorum. Fakat, sosyologlar hükümetlerin değil, devletin sosyologu olmalı...
Konuya dönersek, evet, Meriç soyadının siyasileşmemesi için siyasete atılmadım. Çünkü o Türkiye’nin bütününü kapsayan kuşatıcı bir isim. Bu isme saygı göstermek, benim babama karşı bir görevimdir.
Kalemin kutsiyetine inanıyorum
Dünyanın küçüldüğünden ve küreselleşmeden söz ediliyor. 2000’li yıllarda genel bir dünya devleti kavramı mı ağırlık kazanacak, yoksa milli kimlikler mi ön plana çıkacak?
Tabii bu sorunuza homojen bir cevap vermek mümkün değil. Çin ve Türk milleti gibi binlerce yıldan beri süregelen milletler vardır. Avrupa millet bilinci var. Bir de ayrıca tarih boyunca hiç devlet kurmamış etnik unsurlar var. Yani globalleşme karşısında milletlerin durumu ne olacak sorusunun cevabı tek olamaz.
Elbette dünya çok küçüldü. İlk defa bu kadar kısa zamanda milletler birbirlerinden haber alır hale geldi. Ben bilgisayarıma tıklıyor ve Avusturya’daki bir profesörle sosyoloji üzerine konuşabiliyorum. Bu küçümsenecek bir şey değil. Salise farkı ile fikir alış verişinde bulunabiliyoruz. Bu manada elbette dünya küçüldü. İnsanlar oturduğu yerden, bilgisayar aracılığı ile uluslararası konferans verebiliyor.
Fakat bu anlattıklarımdan teknolojiyi çok yücelttiğim, övdüğüm anlaşılmasın. Ben evime bilgisayar almadım. Hatta önce daktilo ile yazıyordum. Onu da bıraktım. Şimdi sadece elle yazıyorum. Yani kalemin kutsiyetine inanır hale geldim. Kalem kutsaldır. Çünkü üzerine yemin edilmiştir. Bilgisayar bir yerde hain bir araç. Bir virüs çıkıyor ve her şeyi, bütün bilgiyi, emeği sıfırlayabiliyor. Oysa elle yazılan bir kelime yüzlerce sene silinmeden saklanabilir.
Şüphesiz faydalı bir araç. Fakat ben bugüne kadar bilgisayar kullanarak, dahiyane bir eser sahibi olmuş tek bir insanla karşılaşmadım. Fakat insan dahi ise belli şeyleri kullanmak açısından bilgisayardan istifade edebilir. Zaten dünyanın en önemli bilgileri hiç bir zaman bilgisayarlara yüklenmez.
Ölçü, değişirken “biz” kalmak olmalı
Toplumların değişmek kaçınılmaz durum. Fakat değişirken toplumun kendisi kalması, bu ana rengi muhafaza etmesi önemli. Değerli sosyologumuz Prof. Dr. Mümtaz Turhan hoca, ölçüyü “biz kalarak değişmek ve değişirken biz kalmak” şeklinde özetliyor. Sizce ölçü ve denge nasıl kurulmalı?
Bunun ölçüsünü, mayasını hiç bir birey koyamaz. Yalnız sosyolojik kanun olarak bir hakikat var. O da şudur: hiç bir toplum bütünüyle aynı kalamaz. Ve yine hiç bir toplum bütünüyle değişemez. Yani değişirken aynı kalır, aynı kalırken değişir. Mümtaz hocanın ölçüsü doğru. Bu bakımdan hiç bir ideoloji sonsuz, ölümsüz değildir. Tabii ki dinleri bunun dışında tutuyorum. Söz konusu olan beşeri ideolojilerdir. Beşeri nizamlar ise daima birbirini aşacaktır. Sosyal hareketleri bir yerde kontrol etmeniz mümkün olmaktan çıkabilir. Kendi kanununu kendi uygular.
(1910-1956)
Diyarbakır'da doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Mülkiye Mektebi'nde okudu. Paris'e gitti. ikinci Dünya Savaşı çıkınca geri döndü. Çevirmenlik yaptı. Ağır bir hastalığa yakalandı. Viyana'ya götürüldü. Orada öldü. Ankara'ya getirilip toprağa verildi. Otuz Beş Yaş şiiriyle ün yaptı. Hayat, aşk ve ölüm, şiirlerinin başlıca temalarını oluşturmaktadır. Ömrümde Sükût, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel ve Sonrası adlı şiir kitapları bulunmaktadır.
Şiirlerinden örnekler;
DESEM Kİ
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lâzım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
AŞK
Açınca baharın dişi gülleri,
Bir başka rüzgâr eser bahçelerde.
Dinle çılgınca öten bülbülleri;
Sorma niçin düştüğünü bu derde.
De ki: – Aşktır şâdeden gönülleri;
Perişan, berbat eden gönülleri.
Aşk söyletir en yanık türküleri,
Ay buluta girdiği gecelerde.
BİR ÖLÜNÜN ARDINDAN
Kabrime çiçek getirenlere gülerim;
Gafil kişilermiş şu insanlar vesselâm;
Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam;
Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim.
1940 yılında Ankara'da doğdu. Babasının memuriyeti dolayısıyla ilk ve orta öğrenimini yurdun çeşitli yerlerinde yaptı. Liseyi memleketi K.Maraş'ta tamamladı. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Çevirmenlik yaptı. Avrupa'yı dolaştı. Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu ve TRT'de çevirmen olarak çalıştı. Son olarak TRT İstanbul Radyosu'nda denetçilik yaptı. İlk şiir ve hikâyelerini K.Maraş'ta mahalli gazetelerde yayımladı. Yine K.Maraş'ta Açı adında bir dergi çıkardı. Başta Diriliş ve Edebiyat olmak üzere birçok dergide yazdı. Mavera dergisi ve Akabe Yayınlarının kurucuları arasında yeraldı. Çeşitli gazetelerde müstear isimlerle günlük yazılar yazdı. Şiirden başka, öykü, roman, günlük, oyun ve çocuk edebiyatı alanlarında ürünler verdi. 1987 İstanbul’da öldü.
ESERLERİ
İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller, Korku ve Yakarış adlı kitaplarında yeralan şiirleri, kitaplarına girmemiş şiirleriyle birlikte vefatından sonra Bütün Eserleri I/Şiirler adı altında yayınlandı.Günlüklerini Yaşamak adıyla topladı.
1959 yılında İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümünde devam etti. Edebiyat yaşamının başlangıcını edebiyat dergilerinde yayımladığı şiir ve eleştiriler oluşturdu. Daha sonda Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem, Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazıları ve röportajları yayımlandı. Ardından haftalık Deli dergisinde yazdı, halen Leman dergisinde yazıyor.
ESERLERİ
Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni, Annelik Oyunu Bitti, Haritanın Yırtılan Yeri, Hayat Bir Emrin Var mı? , Hayallerini Yak Evini Isıt, Kafka Market, Kırk Yılda bir Gibisin,Saçlarını Kardeş Kokusu,Son Yüzler,Şehirden bir çocuk Sevdin Yine,İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme,Yok karşılığı Yüzünün, Bana Türkçe bir Ekmek Ver.
Son Yüzler
Cezmi Ersöz
İletişim Yayınevi / Çağdaş Türkçe Edebiyat Dizisi
Cezmi Ersöz'ün röportajlarında, yapmak isteyip de yapamadığımız eylemleri yapan, korumak isteyip de koruyamadığımız değerleri koruyan, gerçekleştirmek tutkusuyla yaşayıp da gerçekleştiremediğimiz düşleri gerçekleştiren insanlarla ve bu insanların hayat tarzlarıyla karşı karşıya geliriz. Yalnızlık, meslek, tutku ve değerlere dayalı hayat tarzı gibi dilekleri derinlemesine içselleştiren hayat tarzlarıdır bunlar. İşte, Cezmi Ersöz'ün, röportajlarının ayırıcı özelliği, sözkonusu izleklerin anlamsal niteliğinden kaynaklanmaktadır. O halde, nedir bu izleklerin anlamsal nitelikleri? Son Yüzler'i oluşturan kişiler mutlak bir yalnızlıkla sıralanan bir toplumsal yaşantı içindedirler. Buradaki yalnızlık nitelemesi, bu kişilerin tercihli bir yalnızlığa mahkum olmalarından bir düzen oluşturamamalarına kadar geniş bir anlam alanını içermektedir. Ortega Y Gasset'in 'Hayat tümden yalnızlıktır' sözünün somutlaştığı bir içeriğe denk düşmektedir bu durum. Yani, kişinin belli bir durum ve zamanlarda yaşadığı yalnızlıktan çok, bütün bir hayatın yalnızlığıdır, burada söz konusu olan. Son Yüzler'in yalnızlığı, bu kişilerin, toplumun ve hayatın kötülük makinesinin dışında yer almalarından kaynaklanan bir yalnızlıktır...
1459 yılında doğdu. Osmanlı şehzadesi. II. Mehmet’in (Fatih Sultan) oğlu olan Cem Sultan, on yaşına kadar sarayda sıkı bir disiplin altında eğitildi. 1469’da Kastamonu Sancak Beyliği’ne gönderildi. 1473’te, Doğu seferine çıkan babasına vekillik etmek üzere İstanbul’a geldi. II. Mehmed’in Anadolu’da Uzun Hasan’a yenik düştüğü dedikodusuna kanarak padişahlığını ilan etme düşüncesine kapıldı. Otlukbeli zaferini kazanarak İstanbul’a dönen II. Mehmed, oğlunun aklını çelenleri cezanlandırdı. Cem’i de, 1474’te ölen büyük oğlu Musafa’nın yerine Karaman-Konya valiliğine atadı. II. Mehmed’in ölümünü gizleyerek Bayezid’e ve Cem’e haberler uçuran Cem yanlısı Sadrazam Karamani Mehmed Paşa, onun hiç değilse bir hafta önce İstanbul’a gelebileceğini hesaplamıştı. Ancak, Bayezid, hızlı bir yürüyüşle İstanbul’a gelerek tahta oturdu.
Bunun üzerine Cem, Konya’da topladığı kuvvetle 28 Mayıs 1481’de Bursa’da sultanlığını ilan etti. Ağabeyine elçi göndererek ülkenin paylaşılmasını önerdi. Ama Bayezid, harekete geçerek 20 Haziran günü Cem’in ordusunu yendi. Yenik, yaralı ve bitkin Cem, Memluklar’a sığındı. 25 Ağustos’ta Kahire’de törenle karşılandı. Buradan ağabeyiyle uzlaşma yolları aradı. Bayezid, hükümdarlık emelinden vazgeçerse, bir milyon akçe göndereceğini bildirdiyse de buna yanaşmadı ve hacca gitti. Dönüşünde şansını bir daha denedi. Ankara’ya kadar ilerledi ama Bayezid’in harekete geçtiğini öğrenince geri çekildi. Sultan Bayezid’in Kudüs’e oturması önerisini de kabul etmeyerek kendisine bağımsız bir bölge verilmesinde diretti. Karamanoğulları Beyi Kasım’a kanarak Rumeli’ne geçmek düşüncesini benimsedi. Bunun için, 18 Temmuz 1482’de Anamur açıklarında şövalyelerin bir gemisine binerek Rodos’a hareket etti. Şövalyelerin başı Pierre d’Aubusson kendisini bir hükümdar gibi karşıladı ama, artık o, Hıristiyan dünyasının çok değerli tutsağıydı. d’Aubusson, bu değerli tutsağı sürekli Rodos’ta tutamayacağından 2 Eylül 1482’de Fransa’ya gönderdi. Keşifler, Rönesans ve Reform çalkantılarıyla yeni bir çağa girmekte olan Avrupa’nın kucağına düşen Fatih’in oğlu, müslüman ve muzaffer Osmanlı’ya karşı gerçekten değerli bir kozdu. Cem bu pahalı varlığının yanı sıra, romantik kişiliği, kültürü ve serüvenleriyle de Batı’nın ilgisini çekmeye başladı.Avrupa’daki veba salgını ve her an kaçırılma korkusu yüzünden, şövalyeler onu kent kent gezdirmek zorunda kaldı. Batı edebiyatında Zizimi adıyla çeşitli eserlere konu olan Cem’in Osmanlı divan edebiyatında da önemli yeri vardır.1495’de öldü.
HAKKINDA YAZILANLAR
1.Cem Sultan
15. Yüzyıl Bir Saray İspiyoncusunun Anıları
Roderic Conway Morris
Milliyet Yayınları / Tarih Dizisi
Asıl adı Cemalettin Seber.1931 yılında Erzincan’da doğdu.Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi (1954) , Maliye Bakanlığında müfettiş muavini ve müfettiş olarak çalıştı. 1965’te istifa ettiyse de 1972’de Ankara’da gene aynı işe döndü, bir ara İstanbul’da Darphane Müdürlüğü yaptı (1975-1976) , emekli oldu.İlk şiiri Mülkiye dergisinde (Ankara, 8 Ocak 1953) çıkan Cemal Süreya buluşları ve söyleyiş biçimiyle İkinci Yeni şiirinin karanlığını giderdi; gelenekten yenilik yarattı; zarif, parıltılı şiirler yazdı. Kendi adıyla, ya da Osman Mazlum imzasıyla, şiir üzerine yazıları, eleştirileri de aranan yazılar oldu.Aylık Papirüs dergisini üç kez çıkardı: 1- Dört sayı (1960-1961) , 2- Gene 1. sayıdan başlayarak 47 sayı (1966-1970) ve 3- Tekrar 1. sayıdan başlayarak (1980 Bahar) 2 sayı. Nisan 1977’de Ankara’da çıkmaya başlamış aylık edebiyat dergisi Türkiye Yazıları’nın yönetmeniydi, ama 3. sayıda dergiyle ilişkisini kesti. - 9.Ocak.1990
ESERLERİ
İlk kitabını (Üvercinka) 1958’de, ikinci kitabını (Göçebe) 1965’te, üçüncü kitabını (Beni Öp Sonra Doğur Beni) 1979’da yayımlandı. Bunları Güz Bittiği (1988) ve Sıcak Nal (1988) adlı şiir kitapları izledi. İlk üç kitabındaki şiirleri yeni ilâvelerle 1984’te yeniden yayımladı: Sevda Sözleri (Toplu Şiirler, Uçurumla Açan adlı yeni bölümle) . Şapkam Dolu Çiçekle (1976) ,
Günübirlik (1982) bir takım denemeleri toplayan eserleridir. Üvercinka ile Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Göçebe ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü, son iki
kitabıyla da Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazandı.
Ölümünden sonra eşine yazdığı mektuplar On Üç Günün Mektupları (1990) , denemeleri 99 Yüz (İzdüşümler-Söz Senaryoları, 1990) , Folklor Şiire Düşman (1992) , Uzat Saçlarını Frigya (1992) , dergi ve gazete yazıları Paçal (1992) , ‘Oluşum’ da Cemal Süreya (1992) , Papirüs’ten Başyazılar (1992) , çocuklar için yazdığı yazıları ise Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993) adlarıyla yayımlandı ve adına bir şiir ödülü konuldu.
Çeçenistan'ı özgürlüğü kavuşturan Cahar Dudayev, 1944 yılının Şubat ayında Çeçenistan'ın Yalho köyünde doğdu. Hayata gözlerini açar açmaz Rus baskısı ile tanıştı. 23 Şubat 1944'te Sibirya'ya sürgün edilenlerin arasına katıldığında daha annesinin kucağında 15 günlük bir bebekti. Çocukluk yılları Sibirya bozkırlarında çok güç şartlar altında geçti. Orta öğrenimini burada tamamladı. 1962 yılında Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu'ndan, 1966 yılında da Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi'ni de bitiren Dudayev, 1. Sınıf pilot ve mühendis ünvanını kazandı. S.S.C.B. hükümeti tarafından kendisine 12 madalya verildi. Tümgeneralliğe yükseldi. Sovyet tarihinde Stratejik Hava Kuvvetleri'nde Tümen Komutanı olmayı başaran ilk Müslüman olarak adından bahsettirdi.
Çeçenistan Devlet Başkanı olmadan önce Baltık Cumhuriyetlerinde yaşanan bağımsızlık hareketlerini bastırmadığı için adı isyancı generale çıktı. 1989'da Estonya'da Stratejik Hava Kuvvetleri Filoları Komutanlığı'nda görev yaparken Baltık ülkelerinde başlayan bağımsızlık hareketlerinin kuvvet kullanılarak bastırılması için Moskova'dan emir aldı. Ancak bu emri 'yurdunun bağımsızlığı için mücadele eden bir halkın üstüne bomba atmam' diyerek yerine getirmedi. Moskova bu itaatsizliği hazmedemedi ve Dudayev'e ceza olarak askeri birliği ile birlikte Grozni'ye sürgüne gönderildi. 1990 yılının Mayıs ayında görevinden istifa etti. Rusya bu 'isyancı' komutanın önderlik edeceği birçok olaya gebeydi.
Kasım 1990'da toplanan Çeçen Halkının Kurultayı'na davet edildi ve sonradan 'Çeçen Ulusal Kongresi' adını alan bu halk meclisinin icra kurulu başkanlığına seçildi.
19-21 Ağustos 1991'de Gorbaçov'a karşı girişilen başarısız darbe teşebbüsü sırasında darbecilerin karşısında yer aldı. Akabinde, darbecilerle işbirliği yapan Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti'ni düşürmek için başlatılan halk hareketinin başına geçti. Demokratik güçler, aydınlar ve tüm Çeçen halkı kendisini destekledi. 27 Ekim 1991'de yapılan seçimlerde %85 oranında aldığı oyla Çeçenistan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi.Rusya'nın 11 Aralık 1994 tarihinde Çeçenistan'a karşı başlattığı işgal ve soykırım hareketine karşı Cahar Dudayev, 'Son Çeçen canını vermeden Ruslar ülkemize hakim olamaz' diyerek, halkına 'Cihad' emrini verdi.Dudayev'in önderliğindeki Çeçen halkı, iki yıla yakın bir süre devam eden şanlı bir istiklal mücadelesi verdi. Sonunda Mayıs 1996'da Çeçenistan Ruslardan temizlenerek, Kafkas tarihine yeni bir altın sayfa eklendi.Bu özgürlük lideri, 21 Nisan 1996'da bir suikast sonucu şehid edildi.
Harezmşahlar Devletinin son hükümdarı olan Celaleddin Harezmşah, genç yaşta Gazne ve çevresinin valiliğine getirildi ve bundan sonra babası Alaaddin Muhammed’in tüm seferlerine katıldı.
Selçuklu İmparatorluğu’ndan sonra Harzem bölgesinde kurulmuş olan Harzemşahlar Devleti’nin büyük hükümdarı Celaleddin Harzemşah’ın menkıbeleri, Türk tarihinin çok parlak sayfalarındandır.Harzemşah hükümdarlarından Alâeddin Mehmet, bütün İran’ı ve Maveraünnehir’i ele geçirmişti. Bu suretle Seyhun Nehrinden Dicle kıyılarına kadar büyük bir imparatorluk kurmuştu.
Fakat bu devirde Moğolistan’da Cengiz Han türemişti. Batı Türkelinde en büyük hükümdar ise Alâeddin Mehmet’ti. Bu Türk hükümdarının şöhretini duyan Cengiz Han, Mahmut Yalvaç adlı bir elçiyi Alâeddin Mehmet’e gönderdi.
Elçi, Cengiz’in şu sözlerini bildirdi: “Tanrı, Batı tarafında bulunan ülkeni bana verdi. Seni oğulluğa kabul ediyorum. Bana tabi olursan Müslümanlar rahatlık içinde yaşarlar”. Bu söze hiddetlenen Sultan Mehmet: “Sen de bilirsin ki benim ülkem ne kadar geniş, Devletim ne kadar kuvvetlidir! Senin Han’ın kimdir ki, kendisini benden büyük tutup bana oğlum der. Onun sanki ne kadar askeri var! ” deyince, Moğol Elçisi: “Onun askeri seninkine göre ay ışığının güneş ziyasına oranı gibidir.” dedi.
Nihayet bu iki hükümdar aralarında bir dostluk antlaşması meydana getirdiler. Fakat Alâeddin Mehmet’in siyasi görüşleri kuvvetli değildi. Aynı zamanda da mağrur bir adamdı. Günün birinde Bizans’a mal götüren Moğol tüccarlarının mallarını yağma ettirip kendilerini de öldürttü. Bu olaya fazlasıyla hiddetlenen Cengiz Han, Batı Türkellerinin zaptına karar verdi.
Alâeddin Mehmet’in bir oğlu vardı. Adı “Celâlettin” idi. İşte, Celâleddin Harzemşah adıyla Türk tarihinde meşhur olan bu şahıstır.
Celâleddin, zekî olduğu kadar da yiğit bir delikanlı idi. Annesi Ayçiçek Hatun, büyükannesi ise Türkan Hatun’du. Babası Alaeddin Mehmet iyi bir asker, fakat zayıf bir politikacı idi. Rakibi Cengiz Han ise, tersine, büyük bir siyasi, fakat ancak normal çapta bir kumandandı. Savaşlarını komutanlarına yaptırıyordu.
Cengiz Han, tüccarlarının malları için tazminat istemek üzere Sultan Mehmet’e üç elçi gönderdi. Bunların birisi Buğra adlı bir Türk, ikisi de Moğol’du.
Alaeddin Mehmet, Buğra’nın başını kestirip Moğollara da hakaret ederek sınır dışı etti. Bu hakareti duyan Cengiz Han, 1219 yılında Büyük bir ordu ile Maveraünnehir’e doğru harekete geçti.
Cengiz’in üzerine geldiğini öğrenen Türkler, derhal Semerkant şehrini tahkim ettiler. Genç kahraman Celaleddin Harzemşah, atlılardan oluşan büyük bir kuvvetin başına geçti. Babası harbe gitmek istemiyordu. Fakat oğlu:
Asker, Hakanını başında görmelidir! diyerek babasını da ordusuna aldı.
Moğol kuvvetlerinin başında Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci bulunmaktaydı. Moğol kuvvetleri, Harzemşah Türklerinin üzerine şiddetli bir hücuma kalktılar. Bu şiddet karşısında Harzemşah ordusu bir paniğe uğradı. Fakat Celaleddin Harzemşah, yalın-kılıç Moğolların üzerine öyle bir saldırdı ki bu defa Moğollar perişan oldular.
Gece bastırdığında harbe son verildi. Fakat Cüci Han boş durmadı. Gece yarısı savaş yapılan ovanın bütün kuru otlarını ateşe vererek her tarafı dumana boğdu. Bundan faydalanarak ateş perdesinin arkasından bütün kuvvetlerini alarak kaçtı. Celaleddin’in yeterli ölçüde kuvveti bulunmadığından düşmanı takipten vazgeçildi.
Cuci’nin mağlubiyetini duyan Cengiz Han, fena halde içerledi. Bu defa 200.000 kişilik muazzam bir ordu hazırladı. Moğolların büyük hazırlıklarını duyan Alaeddin Mehmet, Gazne’ye giderek Atabey’lerle görüştü, akabinde asker toplamak üzere yola çıktı. Fakat Celaleddin Harzemşah, durumu pek tehlikeli buldu. Türkmen Oğuzlardan oluşan kuvvetini bir çölün içine çekti. Cengiz Han’ın orduları, 1220 tarihlerinde hiçbir mukavemet görmeden Buhara şehrine girdiler.
Cengiz Han, Buhara’da bulunan Ulu Câmi’ye atı ile beraber girdi. Ve dedi ki:
Burası Sultan Mehmet’in evi midir?
Hayır, burası Tanrı evidir! Diye cevap verdiler.
Cengiz Han, derhal atından inerek halka şu hitapta bulundu:
Ey ahali! Günahkarınız çok büyüktür. Ben ise gaza-ı ilahîyim; sizlerin başınıza Tanrının yaman bir belasıyım. Hakanınız Sultan Mehmet çok suçludur. Bize yapmadığını bırakmamıştır. Bu sebeple buralara geldim. Şimdi, yer altına gömdüğünüz ne kadar servetiniz varsa getirip önüme yığın!
Halk, bu putperest Moğol hükümdarından korkarak, gizledikleri ne kadar servetleri varsa hepsini teslim ettiler. Askerler ise Buhara’yı baştan başa yağma ettiler. Bundan sonra Cengiz Han, Batı Türkelinin yüksek bir medeniyet merkezi olan Semerkant şehrine hareket etti. Halk, bu şehri müdafaa etti. Moğollar şehre girince önlerine geleni kılıçtan geçirdiler.
Bu arada Sultan Mehmet, harpten kaçmıştı. Oğlunun nerede olduğundan da haberi yoktu. Moğollar Sultan Mehmet’in peşine düşmüşlerdi. Takibine gönderdiği üç kumandanına Cengiz Han şu emri vermişti:
Durmaksızın gidin, size tabi olanlara aman verin, olmayanları öldürün, çocukları esir edin. Kalelerini yıkın! Bu işi üç yıla kadar bitirin! Ben yurduma dönüyorum...
Sultan Mehmet, bir miktar maiyetiyle Harandar kalesine giderek aile ve hazinesini burada bıraktı. Kendisi de Irak istikametine kaçmaya başladı. Fakat yolda Moğollar karşısına çıkıverdiler. Atı, bir okla öldürüldü ise de kendisi kaçmaya muvaffak oldu. Nihayet Kuzgun denizine vardı. Burada Aboskon adasına sığındı.
Diğer taraftan Moğollar, Sultan Mehmet’in vezirini, küçük oğlunu ve Türkan Hatun’u Cengiz’e gönderdiler. Cengiz bunların hepsini öldürttü. Haberi alan Sultan Alaeddin’e bir fenalık gelerek yere yığıldı. O kadar sefalete düşmüştü ki, yanındakiler ölüsünü saracak bir kefen bile bulamamışlardı. Maiyetinde bulunan Mahmut Çavuş’un gömleğini kendisine kefen yaptılar. Ölmeden önce şu sözleri söylemişti: “ Ben, bütün bu toprakların sahibiyim. Şimdi mezarımı kazacak iki arşın toprak bulamıyorum! ”
Sultan Mehmet, sefil bir surette hayata gözlerini yumarken oğlu Celaleddin Harzemşah da yanında bulunuyordu. Bu yalan dünyanın cilvesini o da görmüştü. Fakat doğudan kopan bu arkası kesilmez sellere karşı kabinde derin bir intikam hissi doğdu. Türk’ü anayurdundan eden bu kuvvetlere karşı bir Celaleddin ne yapabilirdi? Gözyaşları içinde babasının mezarını terk ettiği zaman hep bunu düşünüyordu. Yanında 70 kadar süvarisi vardı. Doğruca Harzem’e geldi.
Halk, hakanlarının oğlu Celaleddin’i görünce onu sevinç gözyaşlarıyla karşıladı. Dağılmış olan ordu tekrar düzene konuldu. Harzemşah’ın maiyetinde 7.000 kişi toplandı.
Celaleddin, babasının yerine tahta geçti. Bir müddet sonra da Moğolların üzerine taarruza geçerek onları mağlup etti.
1221 yılında Valyan Kalesini kuşattığı bir anda Moğollar taarruza geçtiler. Celaleddin Harzemşah, yalın-kılıç öne atılarak düşmanı perişan etti. Fakat gece yarısı Moğollar atlarının üzerine şal ve keçeden mankenler yaptılar. Bunları arkalarına dizdiler. Bu hali gören Harzemliler, Moğolların imdat aldıklarını zannederek kaçmak istediler. Celaleddin “Korkmayın, bu bir hiledir. Onlar daima harbi böyle hilelerle kazanırlar...” diyerek bu bozguna mani oldu. Bu suretle Moğol orduları bir kere daha mağlup edildiler.
Cengiz bundan haberdar olduğu zaman, bizzat Celaleddin’in üzerine yürüdü. Celaleddin ise, üzerine büyük kuvvetlerin geldiğini görünce Sind Nehri’ne doğru kaçmaya başladı. Bu nehrin öte tarafına geçmek istiyordu. Fakat Moğollar Celaleddin’in etrafını dört kat askerle sardılar. Yiğit Celaleddin, ateş ve su arasında bırakıldı. Bu anda ne yapabilirdi? Cengiz, onun diri olarak tutulmasını emretmişti. Celaleddin kılıcını çekerek tek başına çarpışmaya ve kendisini durdurmak isteyenlerin başlarını uçurmaya başladı. Fakat hiçbir düşman askeri ona ok atmıyordu. Ağır ağır içinde bulunduğu çember daraltılıyordu. Celaleddin, çemberi yarmak için bir sağa bir sola baş vuruyor, fakat muvaffak olamıyordu. Yapılacak tek şey vardı: Yorulmamış bir ata binerek kalkanını arkasına, Türk bayrağını eline aldı; yüksek bir yardan kendisini Sind Nehri’nin coşkun sularına atıverdi. Yüzerek karşı yakaya geçti.
Bu kahramanlık sahnesini Cengiz ve askerleri hayret ve hayranlık içerisinde seyretmişlerdi.
Sultan Celaleddin üç yıl sonra. 1224’te Kirman’a dönerek, devletini yeniden toparlamak için çalışmaya başladı. 1225 yılında Tebriz’i alarak, karargahını buraya taşıyan Celaleddin, 1228’de İsfahan’da Moğol ordusuyla çarpıştı. Kardeşi Gıyaseddin’in ihanetine rağmen Moğolları hezimete uğratan Celaleddin, takip sırasında sol cenahının Moğol tuzağına düşmesi üzerine, Luristan’a kaçtı.
Bir yandan da ülke içindeki isyanlarla meşgul olan Celaleddin 1230’da Ahlat’ı ele geçirdi. Ancak, kaleyi savunanlara ve halka karşı şiddetli davranışları, çevredeki Müslüman ülkelerin düşmanlığını çekti. Bunun üzerine Anadolu ve Suriye kuvvetleri birleşerek, Celaleddin’in üzerine yürüdü. Celaleddin, 10 Ağustos 1230’da Erzincan yakınlarında Yassıçimen Yaylasında hezimete uğrattı.
Celaleddin’in zayıflamasından faydalanan Moğollar tekrar saldırıya geçti. Moğol tehlikesinin kavrayamayan diğer Müslüman ülkeler, Celaleddin’in yardım talebini cevapsız bıraktılar.
Ağustos 1231’de Dicle köprüsü kenarında Moğolların baskınına uğrayan Celaleddin’in tüm maiyeti öldürüldü. Kaçarak dağlara çekilen Celaleddin Harezmşah, burada göçebeler tarafından öldürüldü.
Türklerin tarih boyunca kurdukları devletlerden en önemlilerinden birisi Büyük Selçuklu Devleti'dir. Selçuklular 24 Oğuz kabîlesinden Kınık boyuna mensupturlar. Oğuzlar X. yüzyılda Sır-Derya (Seyhun) ile Hazar Denizi'nin doğusu ve Aral Gölü arasındaki bölgede yaşarken Kınık boyu da bunların arasında Sır-Derya suyunun ağzına yakın oturmakta idi.
X. yüzyılın başında Oğuz Devleti'nin 'Yabgu' unvanı taşıyan bir hükümdâr idâre etmekte idi.
Selçuklu âilesinin atası olan Temir-Yalıg (Demir yaylı) lakablı Dukak (veya Dokak) Oğuz Devleti'nde kuvvetli bir askerî ve siyâsî mevkie sâhipti. Gerçekten de demir gibi kuvvetli, kendisine güvenilen ve danışılan bir insandı. Yabgu'nun diğer bir Türk topluluğu üzerine tertip ettiği sefere Dokak itirazda bulunmuş bu sebeple ikisinin arası açılmıştı. Yabgu'nun bu sefere Müslümanlara karşı tertip ettiği, hattâ Dokak'ın gizlice Müslüman olduğu rivâyeti de vardır.
Babası: Sultan Abdülmecid
Annesi: Gülistü Sultan
Doğduğu Tarih: 2 Şubat 1861
Padişah Olduğu Tarih: 4 Temmuz 1918
Saltanatın Ilgası: 1 Kasım 1922
Yurttan Kaçışı: 17 Kasım 1922
Sultan Mehmed Vahdeddin, otuzaltıncı padişah olarak Osmanlı tahtına çıktı ve İmparatorluk tarihinde son kılıç alayı yapıldı. İyi bir eğitim alarak yetişti, çok zeki, okuduğunu hemen kavrayıp, anlamlar çıkarır, meseleleri tahlil edebilirdi. Ağabeyi Mehmed Reşad gibi şehzadeliği döneminde, devlet yönetiminde padişah idaresini yakından görmüş, tecrübe sahibi olmuştu.
Sultan Vahdeddin, görev kendisine verildiğinde ne kadar ağır bir sorumluluk aldığını biliyordu. Atalarının yönettiğinden çok farklı bir duruma gelmiş bir devleti yönetecekti. Osmanlı ailesi, tek egemen güç olarak bu toprakları yönetmekle görevlendirilmişti. Onlar kendilerine verilen emaneti, tehdit ve tehlikelerden korumak, güvenlik stratejisine ulaşmak için gece gündüz, ay ve yıllarca mücadele etmişler, üç kıtaya yayılan bir İmparatorluk kurmuşlardı. Belki de tarihimizde 2 şehzade kardeş olarak en acı kaderi yaşamışlardı. Artık düşman uzaklarda değil, Anavatan’da, Anadolu coğrafyası içinde idi. Suriye’de Fransa, Irak’ta İngiltere komşumuz olmuştu. Bununla da yetinmemişler, Türkçülük hareketine karşı çeşitli bölgelerde yaşayan vatandaşlarımızı devlet aleyhine isyana teşvik etmişler, birçok toprağını savaşmadan, elde etmeyi başarmışlardı.
Vahdeddin, sadece bir şehrin sınırları içinde kalan toprakları yöneten adı “İstanbul Hükûmeti” olan bir devletin başı olmuştu. 10 Ağustos 1920 belgesinin imzalanması ile Anadolu’nun ortasında küçük bir coğrafî alanda Türklerin yaşamasına müsaade(?) edilmişti. Son padişah olarak etrafını çeviren düşmanlar yerine, yeni bir devlet kurmaya, yeni vatan oluşturmaya, ülkeye sahip çıkmaya çalışanlara, millî mücadeleye karşı olmak da O’nun en acı kaderi olmuştu. Millî mücadeleyi başlatanlar kazançlı olmuş, vatan kurtarılmış, bağımsız yeni bir devlet kurulmuş, artık O’na da yaşayacak bir toprak parçası kalmamış, çareyi kaçmakta bulmuştu.
Sultan Vahdeddin, orta boyda, ince yapılı, açık tenli ve biraz soluk yüzlü idi ve sakalı yoktu. Kendini iyi yetiştirmişti. Arapça, Farsça okur yazar, fıkıh ilmini çok iyi bilirdi. Çok nazik ve son derece saygılı ve sabırlı idi. Çok fazla konuşmaz, kendisine anlatılanları ise hiç söz kesmeden sonuna kadar dinlerdi. Evhamlı olması, yakın çevresinin etkisinde kalması, milletini tanımaması ve güvenmemesi en büyük zaafı olmuş ve sonunu hazırlamıştı.
04.07.1918 VI. Mehmed Vahdeddin’in Padişah oluşu.
23.07.1918 İstanbul üzerinde 6 uçaklık düşman filosu tarafından taarruz uçuşu.
27.07.1918 Düşman uçak filosunun İstanbul’a ikinci taarruz denemesi.
07.08.1918 Mustafa Kemal Paşa’nın, Filistin’de 7’nci Ordu Kumandanlığına 2. defa tayini.
21.08.1918 2 ayrı uçak filosunun; Harbiye Nezareti üzerine hedefledikleri bomba, çarşı yakınına düşmüş ve 8 kişi yaralanmıştır.
25.08.1918 Düşman uçaklarının dördüncü taarruzu.
27.08.1918 Düşman uçaklarının beşinci taarruzları. Bir çocuğun ölmesi, 11 kişinin yaralanması.
31.08.1918 Osmanlı tarihinde son Kılıç olayı.
21.09.1918 Nasıra’nın İngilizler tarafından alınması.
23.09.1918 Hayfa ve Akka’da İngiliz işgali.
28.09.1918 Alman-Osmanlı uçaklarının Limni-Taşoz’da bulunan düşman uçak hangarlarını bombalaması.
01.10.1918 Şam’ın düşmesi, Türk Ordusu’nun Halep’e geri çekilmesi.
08.10.1918 Talat Paşa’nın istifası, “İttihât Terakki’nin iş başından düşürülmesi.”
14.10.1918 Ahmed İzzet Paşa’nın sadareti. Fethi (Okyar) Bey’in Dahiliye, Cavid Bey’in Maliye Bakanlığı’na getirilmesi.
27.10.1918 Haleb’in düşmesi.
30.10.1918 Mondros Mütarekesi imzalanması ve Osmanlı Devleti için harbin sona ermesi.
03.11.1918 İttihat Terakki ileri gelenleri (Talat-Enver-Cemal Paşaların) Yurt dışına kaçışları.
08.11.1918 İzzet Paşa’nın istifası, Tevfik Paşa’nın ikinci sadareti.
13.11.1918 Düşman filolarının İstanbul’a gelişi ve işgale başlamaları.
21.12.1918 Meclis-i Mebusan’ın Padişah tarafından kapatılması.
13.01.1919 Fahri (Belen) Paşa ve kuvvetlerinin Medine’de teslim olmaları.
30.01.1919 İttihatçıların tutuklanması.
09.02.1919 İtilâf Kuvvetleri Komutanı General Franchet D’Esperey’in İstanbul’a gelişi.
15.02.1919 İtilâf Devletleri’nin her alanda Mütareke dışı hareketleri.
03.03.1919 Tevfik Paşa’nın istifası, Damad Ferid Paşa’nın sadareti.
10.04.1919 Kars’ın Ermenilere işgal ettirilmesi.
20.04.1919 Ardahan’ın Gürcüler tarafından işgali.
29.04.1919 Antalya’nın İtalyanlar tarafından işgali.
11.05.1919 Yunanlıların Fethiye’yi işgali.
13.05.1919 İtalyanların Kuşadası’nı işgali.
Urfa, Antep, Maraş ve Adana Bölgesi’nin İngiliz ve Fransızların ortak işgali.
15.05.1919 İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali.
30.04.1919 Dokuzuncu Ordu Müfettişliğinin kurulması.
05.05.1919 Dokuzuncu Ordu Müfettişliğinin Yetki ve Selahiyetlerini belirleyen talimat hazırlanması.
14.05.1919 Mustafa Kemal’in Damad Ferid Paşa ile görüşmesi.
16.05.1919 Mustafa Kemal’in, son defa olarak Vahdeddin ile görüşmesi.
Mustafa Kemal’in Bandırma vapuru ile Samsun’a hareketi.
26.05.1919 Padişah’ın başkanlığında Saltanat Şurası’nın toplanması.
06.06.1919 Damad Ferid Paşa ve Heyetin Paris Barış Konferansı’na hareketi.
03.07.1919 Damad Ferid ve Heyetin Paris’ten İstanbul’a geri dönüşü.
20.07.1919 Damad Ferid Paşa’nın istifası.
21.07.1919 Damad Ferid Paşa’nın üçüncü sadareti.
30.07.1919 Damad Ferid’in, Erzurum Kongresi Başkanı Mustafa Kemal’i tutuklaması için Kâzım Karabekir Paşa’ya telgrafı.
03.09.1919 İstanbul Hükûmeti’nin, Elazığ Valisi Ali Galip vasıtası ile Sivas Kongresi’ni dağıtmak teşebbüsü.
12.09.1919 Mustafa Kemal Paşa’nın “İstanbul Hükûmeti, Anadolu’ya hakim değil, tabii olmak zorundadır” tamimi.
21.09.1919 Kuvay-ı İnzibatiye’nin Kuvay-ı Milliye’ye karşı İstanbul Hükûmeti tarafından kurulması.
30.09.1919 Damad Ferid Paşa’nın istifası.
02.10.1919 Ali Rıza Paşa’nın sadarete tayini.
04.10.1919 Anadolu ile İstanbul ilişkilerinin yeniden kurulması.
09.10.1919 Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Mustafa Kemal arasında “Amasya Mülakatı” görüşmeleri.
22.10.1919 Amasya protokolunun imzalanması.
29.11.1919 Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye arasında toplantı.
Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da açılmasının kabulü.
12.01.1920 Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da açılması.
28.01.1920 “Misak-ı Milli”nin, İstanbul Meclisi’nde kabul edilmesi.
08.03.1920 Ali Rıza Paşa’nın istifası, sadarete Salih Paşa’nın tayini.
16.03.1920 Meclis-i Mebusan’ın İngilizler tarafından basılması.
02.04.1920 Salih Paşa’nın istifası, Damad Ferid’in 4. kez sadareti.
11.04.1920 Meclis-i Mebusan’ın feshedilmesi.
10.05.1920 Osmanlı Heyeti’nin Paris Barış Konferansına katılmaları.
10.06.1920 Damad Ferid’in Paris konferansına katılmaları.
22.07.1920 Padişah’ın Yıldız Sarayı’nda Saltanat Şurası’nı toplaması.
31.07.1920 Damad Ferid Paşa’nın istifası ve 5. sadareti.
10.08.1920 Damad Ferid ve yeni kabine tarafından Paris’te “Sevr” andlaşmasının imzalanması.
19.08.1920 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Sevr anlaşmasını imza edenler ve Saltanat Şurası’nda olumlu oy verenlerin vatan haini olarak ilan edilmesi.
17.11.1920 Damad Ferid Paşa’nın istifası.
21.11.1920 Tevfik Paşa’nın 6. sadareti (Osmanlı Devleti’nin son başbakanı) .
20.01.1921 Tevfik Paşa’nın Londra Konferansına çağrılması.
Tevfik Paşa ve Mustafa Kemal Paşa arasında, Londra konferansına gönderilecek heyet üyelerinin seçimi için telgraflaşmalar.
27.02.1921 Türk Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey ve Heyeti’nin 13 gün süren Londra Konferansına katılmaları.
Sadrazam Tevfik Paşa’nın konferansta “Ben sözü Türk Milleti’nin gerçek temsilcisi olan BMM Başdelegesine bırakıyorum” diyerek yetkiyi teslim etmesi.
10.09.1922 Tevfik Paşa Kabinesi’nin Sakarya Zaferini kazanan Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya tebrik telgrafı.
22.09.1922 Damad Ferid Paşa’nın yurtdışına kaçışı.
11.10.1922 Mudanya Mütarekesinin imzalanması.
29.10.1922 Vahdeddin’in Refet Paşa ile görüşmesi.
30.10.1922 TBMM’nde Saltanat ve Hilâfet hakkında görüşmeler.
01.11.1922 TBMM’nde saltanatın kaldırılması.
04.11.1922 Sadrazam Tevfik Paşa ve Kabinesi’nin istifasını Padişah Vahdeddin’e sunması.
10.11.1922 Vahdeddin’in son Cuma selamlığı.
16.11.1922 Padişah Vahdeddin’in, İngiliz himayesini istediğini bildiren mektubu, İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington’a göndermesi.
17.11.1922 Sultan VI. Mehmed Vahdeddin’in Malaya isimli İngiliz vapuru ile ülkeden kaçışı.
18.11.1922 Veliahd Abdülmecid’in TBMM tarafından Halife seçilmesi.
Babası: Sultan Abdülmecid
Annesi: Tirimüjgân Sultan
Doğduğu Tarih: 21 Eylül 1842
Padişah Olduğu Tarih: 31 Ağustos 1876
Tahttan İndirildiği Tarih: 27 Nisan 1909
Öldüğü Tarih: 10 Şubat 1918
Sultan Abdülhamid, otuzdördüncü padişah olarak Osmanlı tahtına çıktı. Sarayda rahat bir şehzadelik dönemi geçirmişti. Zamanının en güçlü hocalarından, Farsça, Arapça, Fransızca’yı okuyup yazacak ve rahat konuşacak derecede öğrenmişti. Fransız ve İtalyan hocalardan da müzik dersleri almıştı. Tarihe çok meraklı idi.
Sultan Abdülhamid, saltanatı oldukça karışık bir dönemde teslim almıştı ve meşrutiyet idaresini ilan edeceğine söz vererek padişah olmuştu. Batılı Devletler, Sırbistan ve Karadağ meselesi için İstanbul “Tersane Konferansı”nı, İstanbul’da toplamayı başarmışlar, fakat bir sonuç alamamışlardı. Yine aynı gün devletin ilk Anayasası Kanunî Esasi ve Meşrutiyet ilan edilmişti. 19 Mart 1877’de ilk Meclis-i Mebusan açılmıştı.
Meşrutiyet idaresinin 5. gününde, tarihimizde 93 harbi olarak bilinen 1877 Osmanlı-Rus harbi başlamıştı. Rusya, Devleti 2 cephede birden savaşmaya zorlamıştı. Ruslar Ayastefanos (Yeşilköy) kadar gelmişler ve aynı isimli mütareke imzalanmıştı. Savaş, Berlin antlaşması ile sona erdi. Batılı Devletler imparatorluğun doğu topraklarının paylaşılması “Taksim Projelerini” uygulamaya koyabilecekleri fırsatı elde etmiş oldular. Kıbrıs Adası üs olarak İngiltere’ye verilmiş, artan malî sıkıntı, alınan borçların faizlerinin ödenememesi, Muharrem Kararnamesi’nin ilanı ve Duyunu Umumiye’nin kurulması ile Devletin malî kontrolü de bir bakıma batılı devletlerin kontrolüne girmişti. İngiltere, Berlin sistemi ile politikasını değiştirmiş, denge politikasının yerine Osmanlı Devleti’nin bir an önce parçalanması stratejisini uygulamaya koymuş. Kıbrıs’tan sonra Mısır’ı kontrolüne almıştı.
Batılı devletler, Osmanlı Devleti’ni parçalamak, onu güçsüz bırakmak, Anadolu’da kendi kontrollerinde toprak parçaları oluşturmak için “Ermeni Sorunu”nu ortaya çıkarmışlardı. Bu dönemde birçok yerde isyanlar olmuş, padişahın arabasına bomba koyacak cesareti bile göstermişlerdi. Abdülhamid’in güçlü politikası ile kontrol daima devletin elinde olmuştu.
Sultan Abdülhamid ortadan biraz uzunca boylu, esmere yakın tenli, uzunca burunlu, ela gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Güçlü zekası ile kendisini kültürlü olarak yetiştirmişti. Çok güçlü bir hafızaya sahipti. Bir gördüğünü bir daha unutmazdı. Açık net bir konuşma yapısı vardı. En önemli özelliklerinden biri, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlemesi idi.
Çalışmayı çok sever, kendisini devlet işlerinde görevli sayar, çalışma saatleri dışında usta bir marangoz olarak atölyesinde çalışırdı. Kültüre büyük önem vermiştir. Üniversite, Güzel Sanatlar Akademisi, vilayetlere liseler, kazalara ortaokullar, köylere ilkokullar, kız meslek, Ziraat ve Ticaret, Darüşşafaka, Dilsiz ve Körler okullarını yaptırdı. Şişli Etfal Hastahanesi, Darülacize toplumun sosyal açıdan korunmasını sağlayan kurumlardı.
31.08.1876 V. Murad’ın tahttan indirilmesi.
II. Abdülhamid’in Padişah olması.
07.09.1876 Sultan Abdülhamid’in kılıç alayı.
14.09.1876 Batılı Devletlerin, 4 Eylül’de Osmanlı Devleti’nin Sırbistan ile ilgili şartlarını reddetmeleri.
29.10.1876 Sırp Ordusu’nun mağlup edilmesi.
31.10.1876 Rusların Babıâli’ye verdikleri ültimatom: “Sırbistan ve Karadağ hareketini durdurun”.
04.11.1876 Şark meselesinin halledilmesi için Rusya ve Batılı Devletlerin İstanbul’da bir konferans toplanması teklifleri.
Kanunî Esasi’yi hazırlamak üzere 28 kişilik bir komisyonun kurulması.
19.12.1876 Rüştü Paşa’nın istifası, Mithat Paşa’nın ikinci sadareti.
23.12.1876 Tersane Konferansı (İstanbul Konferansı) .
Birinci Meşrutiyetin ilanı.
1876 Kanuni Esasi’nin (İlk Anayasa) ilanı.
21.08.1877 Süleyman Paşa’nın Şipka taarruzu.
17.09.1877 Gazi Osman Paşa’nın Plevne’yi müdafaa etmesi.
15.10.1877 Süleyman Paşa’nın Balkan Orduları komutanlığına getirilmesi.
11.01.1878 Ethem Paşa’nın azli, Ahmet Hamdi Paşa’nın sadareti.
20.01.1878 Rusların Edirne’ye girmeleri.
31.01.1878 Rusların İstanbul’a yönelmelerine engel olmak için mütareke isteği ve Edirne mütarekesi.
04.02.1878 Ahmet Hamdi Paşa’nın azli, Ahmet Vefik Paşa’nın (Başvekil) ünvanıyla ilk sadareti.
13.02.1878 İlk Meclisi Mebusan’ın tatili. (Birinci Meşrutiyet’in sonu)
03.03.1878 Rusların Ayastefanos (Yeşilköy) yakınlarına gelmeleri nedeniyle Ayastefanos Mütarekesi’nin imzalanması.
18.04.1878 Vefik Paşa’nın azli, Mehmet Sadık Paşa’nın Başvekil olması.
20.05.1878 Ali Suavi olayı (Çırağan vakası)
28.05.1878 Sadık Paşa’nın azli, Mütercim Rüştü Paşa’nın sadareti.
04.06.1878 Osmanlı-İngiliz ittifakı. (Kıbrıs Andlaşması) Kıbrıs’ın İngilizlere kiralanması.
13.07.1878 Berlin andlaşması.
Uluslararası 2. büyük kongre.
Osmanlı İmparatorluğu için “Şark Meselesi”nin başlaması.
14.07.1878 Rüştü Paşa’nın azli, Esat Saffet Paşa’nın sadareti.
Avusturyalıların Bosna-Hersek’i işgali.
04.12.1878 Saffet Paşa’nın azli, Hayreddin Paşa’nın sadareti.
21.04.1879 Avusturya ile Bosna-Hersek anlaşması.
29.07.1879 Hayreddin Paşa’nın azli, Ahmet Arifi Paşa’nın sadareti.
18.10.1879 Ahmet Arifi Paşa’nın azli, Küçük Said Paşa’nın sadareti.
09.06.1880 Said Paşa’nın azli, Mehmet Kadri Paşa’nın sadareti.
11.09.1880 Mehmet Kadri Paşa’nın azli, Said Paşa’nın sadareti.
12.05.1881 Fransa’nın Tunus’u işgali.
27.06.1881 Mithat Paşa’nın yargılanması.
02.07.1881 Teselya ve Narda kazasının Yunanistan’a terki.
20.12.1881 “Muharrem Kararnamesi”nin ilanı ve Duyun-ı Umumiye’nin kuruluşu.
02.05.1882 Said Paşa’nın azli, Abdurrahman Nurettin Paşa’nın sadareti.
10.07.1882 Abdurrahman Nurettin Paşa’nın istifası.
11.07.1882 İngiliz Donanması’nın İskenderiye’yi bombalaması, Mısır sorunu.
12.07.1882 Said Paşa’nın üçüncü sadareti.
30.07.1882 Said Paşa’nın azli, Ahmet Vefik Paşa’nın sadareti.
03.12.1882 Ahmet Vefik Paşa’nın azli, Said Paşa’nın dördüncü sadareti.
28.06.1884 Bestekâr Hacı Arif Bey’in ölümü.
18.09.1885 Doğu Rumeli vilayetinin Bulgaristan ile birleşmesi.
24.09.1885 Said Paşa’nın azli, Kamil Paşa’nın sadareti.
19.10.1885 Sırp-Bulgar çatışması ve Bükreş andlaşması.
21.01.1886 Yunanistan’ın Girid Adası’nı kendine bağlama teşebbüsü.
02.12.1888 Ünlü vatan şairi Namık Kemal’in ölümü.
01.04.1891 Ahmet Vefik Paşa’nın ölümü.
04.09.1891 Kamil Paşa’nın azli, Ahmet Cevat Paşa’nın sadareti.
11.05.1895 3 Devlet tarafından Babıâli’ye memorandum verilmesi.
08.06.1895 Memorandum’un Padişah tarafından reddedilmesi.
Cevat Paşa’nın azli, Said Paşa’nın beşinci sadareti.
30.09.1895 Memorandumun reddine karşı olan Ermeni komitecilerin Babıâliye yürümeleri.
30.10.1895 Ermeni isyan ve terör hareketleri.
01.10.1895 Said Paşa’nın azli, Kamil Paşa’nın sadareti.
07.10.1895 Kamil Paşa’nın azli ve İzmir’e vali olması.
Halil Rıfat Paşa’nın sadareti.
26.08.1896 “Banka Olayı” Ermenilerin Osmanlı Bankası baskınları.
18.04.1897 Yunanistan’a harp kararı – Türk zaferleri.
04.12.1897 Osmanlı-Yunan barışı.
18.12.1897 Girid’in bağımsızlığı.
1899 Alman İmparatoru Wilhelm’in Osmanlı ülkesini ziyareti.
05.04.1900 Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’nın ölümü.
29.10.1900 Azerbaycan okullarında Türk dili yasağının kaldırılması.
05.11.1901 Fransız Donanması’nın Midilli’ye asker çıkarması.
09.11.1901 Sadrazam Halil Rıfat Paşa’nın ölümü.
18.11.1901 Said Paşa’nın altıncı sadareti.
04.02.1902 Paris’te Prens Sabahaddin başkanlığında Mülteciler Kongresi’nin toplanması.
14.01.1903 Said Paşa’nın azli, Mehmet Ferid Paşa’nın sadareti.
02.08.1903 Makedonya ihtilâlinin yayılması.
25.10.1903 Makedonya ıslahatı.
29.08.1904 Eski padişah V. Murad’ın ölümü.
21.07.1905 Yıldız Hamidiye Camii önünde, Abdülhamid’e suikast girişimi. (Bomba Olayı)
26.12.1905 Midilli ve Limni gümrük ve posta idarelerinin devletlerce işgali.
25.04.1907 Gümrük resminin arttırılması.
10.06.1908 Reval görüşmesi ve Anadolu’nun paylaşılması.
22.07.1908 Ferid Paşa’nın azli, Said Paşa’nın yedinci sadareti.
23.07.1908 İkinci Meşrutiyet’in ilânı.
04.08.1908 Said Paşa’nın istifası, Kamil Paşa’nın sadareti.
05.10.1908 Bosna-Hersek’in Avusturya’ya ilhakı. Bulgar Krallığı’nın kuruluşu.
06.10.1908 Girid’in Yunanistan’a ilhakı.
17.10.1908 İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve Meclisi Mebusan’ın açılması.
13.02.1909 Kamil Paşa’nın istifası, Hüseyin Hilmi Paşa’nın ilk sadareti.
12.04.1909 Taşkışla’da bulunan Avcı taburlarının isyanı.
13.04.1909 “31 Mart Vak’ası” Hüseyin Hilmi Paşa’nın istifası.
Tevfik Paşa’nın sadareti.
14.04.1909 Adana’da Ermeni isyanı.
15.04.1909 Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmek için Selânik’ten hareketi.
İsyanın bastırılması.
24.04.1909 “Hareket Ordusu”nun İstanbul’a gelişi.
27.04.1909 “Meclis-i Umumi-i Millî”nin toplanması.
Sultan Abdülhamid’in halli kararı ve bunu tebliğ edecek heyetin kurulması.
Abdülhamid ve ailesinin Sirkeci’den tren ile Selânik’e sürgüne gönderilmesi.
V. Mehmed’in (Mehmed Reşad) Padişahlığı.
bermuda şeytan üçgeni
24.07.2004 - 11:48atlantik okyanusunda bulunur..miami,porto riko ve bermuda ülkeleri ile sınırlarını oluşturur.bilimsel açıklamalardan şu anlaşılıyor ki
bu üçgen içerisinde biriken metan gazı
birçok uçak ve gemiyi kendisine çekiyor
çok ürkütücü bir üçgen..
hz.muhammed
24.07.2004 - 11:45en son ümmeti cennete girdikten sonra,en son o girecektir cennete
allahın habibim diye nitelendirdiği,meleklerin bile belli bir noktadan sonra yükselemediği katlara çıkmış kulu..
okan bayülgen
24.07.2004 - 11:38zaga
okaliptüs
24.07.2004 - 11:28bataklıkları kurutmaya birebir gelir..çoğu zaman bataklıklara bu ağaç dikilir..
oğuz atay
24.07.2004 - 11:24Oğuz Atay
12 Ekim 1934'te İnebolu'da doğdu. 1939'da, ailesiyle Ankara'ya geldi. Ortaöğrenimini Ankara Maarif Koleji'nde tamamladı (1951) . İ.T.Ü. İnşaat Fakültesi'ni bitirdi (1957) . İstanbul devlet Mühendislik ve mimarlık Akademisi İnşaat Bölümü'nde öğretim üyeliği yaptı. Burada topoğrafya ve yol inşaatı dersleri okuttu. 1975'te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşileri yayınlandı. Beyninde çıkan bir tümör nedeniyle, bir süre Londra'da tedavi gördü. 13 Aralık 1977'de, bu hastalıktan kurtulamayarak, İstanbul'da öldü.
ESERLERİ
1.Tutunamayanlar romanı sonradan iki cilt olarak basıldı (1971-1972; yeni basımı tek ciltte, 1984) . TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında başarı ödülü kazanan (Şubat 1971) 2.Tehlikeli Oyunlar (1973) -roman-3.Korkuyu Beklerken (1975) -hikaye- 4.Bir Bilim Adamının Romanı (1975) Genç yaşta ölen mekanik bilgini Prof. Dr. Mustafa İnan (1911-1967) ’ın hayat hikayesi. 5.Oyunlarla Yaşayanlar oyunu Devlet Tiyatrosunda oynandı (1979 - 80) ve basıldı (1985) . 6.Günlük (1988) . 7.Eylembilim -tamamlanmamış roman- (1998) 1998’ de.
HAKKINDA YAZILANLAR
1.Oğuz Atay’da Aydın Olgusu Yıldız Ecevit -kitap -(1989) .
orhan veli
24.07.2004 - 11:18Orhan Veli Kanık
1914 yılında İstanbul’da doğdu.Ankara Gazi Lisesi’ni bitirdi (1932) . İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ndeki öğrenimini yarıda bıraktı (1935) , Ankara’ya giderek PTT Umum Müdürlüğü’nde çalıştı (1936-1942) , Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’na memur oldu (1945) , oradan ayrılınca (1947) Yaprak dergisini çıkardı (1 Ocak 1949’dan 15 Haziran 1950’ye kadar 28 sayı çıktı, Son Yaprak adlı özel bir sayı ölümü üzerine arkadaşları tarafından çıkarıldı) . 14 Kasım 1950 tarihinde beyin kanamasından öldü. Rumelihisarı mezarlığına gömüldü.
Kişiliğini belli eden ilk şiirlerini arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte Varlık dergisinde yayımlamaya başladı, büyük bir ilgi gördü, sağlığında kendinden çok bahsettiren şair oldu. Şiiri bir takım kalıp ve klişelerden, şairanelikten, yıpranmış benzetmelerden kurtararak, daha kısa daha basit bir şekle soktu; yalın bir halk dili kullandı, gündelik sözlerle zaman zaman (Aralık 1936-15 Nisan 1940,38 şiir) , çok kısa zamanda büyük yergi ve espriden faydalanarak, gündelik yaşantılar üzerine yazdı.
ESERLERİ
Şiir kitapları: Garip (Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le beraber, 1941) , Garip (yalnız kendi şiirleriyle, genişletilmiş 2. baskı,1945) , Vazgeçemediğim (1945) , Destan Gibi (1946) , Yenisi (1947) , Karşı (1949) .
Sağlığında bu altı kitaba aldığı şiirleriyle, bu kitaplara girmemiş başka şiirleri, ölümünden sonra tek kitap halinde basıldı: Orhan veli, Bütün Şiirleri (1951) .
Düzyazıları, eleştiri ve hikayeleri: Orhan Veli, Nesir Yazıları (1953, 2. b. Denize Doğru adıyla, 1970) adlı kitapta toplandı. La Fontaine’nin 49 fable’ini nazımla Türkçe’ye çeviren şair (La Fontaine Masalları, 2 kitap, 1943) , aynı şekilde Nasrettin Hoca Hikayeleri (1949) adlı kitabında da Hoca’nın 72 fıkrasını nazma çevirdi. Çeviri kitaplarının sayısı 12’dir.
Asım Bezirci’nin derlediği çeviri şiirleri ise Çeviri Şiirler (1982) adıyla; düzyazıları da, yenide Bütün Yazılar I, II (1982) adıyla yayımlandı.
Orhan Veli/Bütün Eserleri dizisinin ilk kitabı Edebiyat Dünyamız (1975) ’da şairin düzyazıları, konuşma ve röportajları (haz. Asım bezirci) , ikinci kitapta Bütün Şiirleri (1975) derlendi.
HAKKINDA YAZILANLAR
Adnan Veli Kanık, ağabeyinin biyografisi ile basında çıkmış yazılarından seçme parçaları şu kitapta derledi: Orhan Veli İçin (1953) .
Şair üzerine bir inceleme Asım Bezirci’nin, zengin bir bibliyografya da veren Orhan Veli Kanık adlı eseridir (1967) .
ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerin kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
orhan gencebay
24.07.2004 - 11:14Orhan Gencebay
Orhan Gencebay'ın yaşamında iki doğum tarihi vardır... Birincisi 1944 yılının 4 Ağustos'unda sıcak bir öğle vakti ilk soluk. İkincisi ise müziği kanında, duygularında solukladığı an. Müzik yaşantısına altı yaşlarında babasının 'eğlensin' diye aldığı mandolin ve kemanı çalarak başladı. Bunlar daha çok batı aletleriydi. Hocası viyolanistti, çok iyi öğrenim yapmış birisiydi... Kırım Türklerindendi ama Samsun'da berberlik yapıyordu. Küçük Gencebay yetenekliydi, kısa zamanda notayı öğrendi.
Ancak gözü Halk müziğindeydi. Yedi yaşında iken bağlama ile tanıştı. 12 yaşına geldiğinde artık tamburda çalıyordu. Şarkı söylemiyordu ama müziğin felsefesini tanımaya çalışıyordu. Konservatuar sınavlarına girdi, kazandı ve bir süre devam etti. Ancak aradığı ve düşlediği müziği bulamadığı gerekçesiyle ayrıldı. Ardından Ankara Radyosu sınavlarına girdi 20 yaşındaydı. Sınavları iftiharla kazandı, Halk Müziği'ni tercih etmişti.
Müzik aletleri içinde ona bağlama kadar yakın gelen yoktu. Sınavları kazandığı halde usulsüzlük yapıldı diye radyoya girmedi. İki yıl sonra İstanbul Radyosu'nun sınavlarına girdi, onu da iftiharla kazandı, 10 ay TRT'de çalışıp ayrıldı. O sıralar çeşitli arayışlar içindeydi ve bütün sorunda buydu zaten. Var olan müziğin yapısından tatmin olmuyordu. Türk müziğin'de çok iyi malzeme vardı, çok iyi yerlere gelmesi mümkündü. O yıllarda böyle düşünüyordu.
TRT'den ayrıldıktan sonra babasının da işlerinin bozulması üzerine yeniden Samsun'a dönen, ne var ki içindeki müzik tutkusu her geçen gün biraz daha yoğunlaşan Orhan Gencebay çalışmalarını bu kez İstanbul Plakçılar Çarşısın'da yoğunlaştırdı. Söz yazarı, besteci, yorumcu, bağlama sanatçısı olarak zirveye doğru uzanan bir maratona başladı. Sanatçı henüz şarkıcı olarak tanınmadan önce de bir çok bestesiyle şöhret olmuştu. 'Sevemedim Kara Gözlüm ', 'Koca Dünya', 'Sabır Taşı' adlı besteleri, besteci Orhan Gencebay'ın tanınmasına yetmişte artmıştı bile. Hatta 'Sevemedim Kar Gözlüm ' adlı bestesi rekor kırmış 45 sanatçı tarafından plak yapılmıştı.
Orhan Gencebay ses sanatçısı olarak adını ilk kez 'Başa Gelen Çekilirmiş' adlı 45'lik plağı ile duyurdu ve hemen ardından 'Derdim Dünyadan Büyük' adlı plağı geldi. 1969 yılında 'Bir Teselli Ver''in satışını katlayarak kırdığı rekor nedeniyle çalıştığı plak şirketş tarafından 'Altın Taç' ile ödüllendirildi. 1978 yılında yaptığı 'Yarabbim' adlı plağı yurt içinde ve dışında yaptığı satışlarla rekor kırdı.
Orhan Gencebay 1971 yılında İstanbul Plak'a ortak olmuş ve ilk plaklarının büyük çoğunluğu bu firmadan çıkmıştı. Sanatçı daha sonra merhum Yaşar Kekeva ile ortak olarak Kervan Plak şirketini kurdu ve kardeşi Burhan Gencebay ile birlikte çalışmalarını burada sürdürmeye başladı. Yaşar Kekeva Kervan Plak'tan ayrılıp kendi adını verdiği plak şirketini kurunca Kervan Plak Orhan ve Burhan kardeşlerin ortaklığı ile bugünlere geldi.
Orhan Gencebay'ın ilk evliliğini yaptığı Azize Gencebay'dan Altan adını verdiği bir oğlu dünyaya geldi. Daha sonra oğlunun annesinden boşanan sanatçı 'Tanrı katında eşimdir' dediği Sevim Emre'yi kendine hayat arkadaşı olarak seçti. 1974 yılından bu yana birlikte olan ünlü çift çeyrek yüzyıla yakın bir zamandır beraberliklerini büyük bir uyum ve mutluluk içinde sürdürüyorlar.
Ünlü sanatçı şimdiye karar 35 tane Yeşilçam filmi çevirdi. Sayısız filme müzik direktörü olarak imza atan Orhan Gencebay'ın kendi firmasından çıkan 25 albümü bulunuyor. 28 yıllık sanat hayatında plak ve kaset olarak 50 milyonu aşkın bir sayı ile erişilmesi güç bir rekoru elinde bulunduruyor.
piri reis
24.07.2004 - 11:10Piri Reis
Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. 1465-1470 arasında Gelibolu'da doğdu. Asıl adı Muhiddin Pirî'dir. Karamanlı Hacı Ali Mehmed'in oğlu ve ünlü Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğenidir. Akdeniz de korsanlık yapmakta olan amcasının yanında yaklaşık 1481'den sonra denize açıldı. 1487'de onunla birlikte İspanya'daki Müslümanlar'ın yardımına gitti. 1491-1493 arasında Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldı. Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511'de amcasının ölümü üzerine Gelibolu'ya çekilerek Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) üzerinde çalıştı ve 1513'te bir dünya haritası çizdi.
1516 Mısır seferinde Osmanlı donanmasında kaptan olarak savaştı. 1517'de ilk çizdiği haritayı Yavuz Sultan Selim Han’a sundu. 1521'de Kitab-ı Bahriye'yi tamamladıktan sonra 1522'de Rodos seferine katıldı.1524'te sadrazam Makbul İbrahim Paşa'yı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk etti. Sadrazamın ilgilenmesi üzerine 1525'te Kitab-ı Bahriye'yi yeniden düzenleyerek onun aracılığıyla Kanuni Sultan Süleyman Han’a sundu. 1528'de çizdiği ikinci haritasını da padişaha armağan etti. 1528'den sonra güney denizlerinde görev yaptı. Portekizlilerin Aden'i alması üzerine Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan atanarak 26 Şubat 1548'de Aden'i geri aldı. 1552'de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat'ı ve ardından Kişm Adası'nı alarak Hürmüz Kalesi'ni kuşattı. Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapatmak istediklerini duyarak kuzeye yöneldi. Katar Yarımadası'na, Bahreyn Adası'na egemen olarak Mısır'a geçti. Donanmayı Basra Körfezi'nde bıraktığı için sefer sırasında kendisinden yardımını esirgeyen Basra Valisi Kubâd Paşa'nın da girişimleriyle suçlu görülerek Kahire'de 1554 yılında idam edildi.
Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Pirî Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir. Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır. Fırtına, rüzgâr çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir. Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgârlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır.
Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur. Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik Denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek Kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır.
1513'te çizdiği ilk haritasında Kristof Kolomb'un 1498'de çizdiği Amerika haritasından, Portekiz ve Arap haritalarından yararlandığını belirtir. Elde kalan parçası Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarıyla Atlas Okyanusunu, Antil Adalarını, orta ve Güney Amerika'yı gösterir. 1528'de çizdiği ikinci haritasından günümüze kalan parça, büyük bir dünya haritasının kuzey batı köşesi olup Atlas Okyanusu'nun kuzeyini, kuzey ve orta Amerika'nın yeni keşfedilmiş kıyılarını ve Grönland'dan Florida'ya uzanan kıyı şeridini içerir. Adalar ve kıyılar son keşiflere dayalı olarak daha doğru çizilidir. Keşfedilmeyen yerler ise beyaz bırakılarak, bilinmediği için çizilmediği belirtilir. İlk haritadan daha büyük ölçekli ve gelişkin olan ikincisi, teknik olarak döneminin en ileri örneğidir.
ESERİ: Kitab-ı Bahriye, (Yeni harflerle, Denizcilik Kitabı, 2 kitap, Y. Senemoğlu (haz) ,Tercüman 1001 Temel Eser)
peyami safa
24.07.2004 - 11:08Peyami Safa
(1899- 15 Haziran 1961) : Yazar. İstanbul'da doğdu. Meşhur şair İsmail Safa'nın oğludur. Düzenli bir öğrenim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi. 13 yaşında hayata atıldı. Posta Telgraf Nezaretinde çalıştı. Öğretmenlik (1914-1918) , gazetecilik (1918-1961) yaptı. Hayatını yazıları ile kazandı. İstanbul'da öldü.
Kardeşi İlhami ile Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesi çıkardı. Bu gazetede 'Asrın hikâyeleri' ilk hikâyelerini imzasız yayınladı (1919) , Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkardı. Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde yazdı. Çok sevdiği oğlu Merve'yi askerliğini yaptığı sıra kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarstı. Bu olaydan birkaç ay sonra İstanbul'da öldü. Edirnekapı Şehitliği'nde gömülüdür.
Peyami Safa kendi kendisini yetiştirmiş ender şahsiyetlerden biridir. Fransızcayı Fransızca gramer kitabı yazabilecek kadar öğrenmiştir. 43 yıl hiç durmadan yazdı. Güçlü bir fikir adamı, romancı ve polemikçidir. Nâzım Hikmet Ran, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul, Aziz Nesin'le polemiğe giriştir.
Öldüğü zaman Son Havadis gazetesi baş yazarı idi.
Peyami Safa halk için yazdığı edebî değeri olmayan romanlarını 'Server Bedi' imzası ile yayınladı. Sayıları 80'i bulan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya (1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazdı. Peyami Safa'nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem verdi. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işledi.
Romanları: Gençliğimiz (1922) , Şimşek (1923) , Sözde Kızlar (1923) , Mahşer (1924) , Bir Akşamdı (1924) , Süngülerin Gölgesinde (1924) , Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925) , Canan (1925) , Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930) , Fatih-Harbiye (1931) , Atilla (1931) , Bir Tereddüdün Romanı (1933) , Matmazel Noralya'nın Koltuğu (1949) , Yalnızız (1951) , Biz İnsanlar (1959) . Hikâyeleri: Hikâyeler (Halil Açıkgöz derledi, 1980) . Oyunu: Gün Doğuyor (1932) . İnceleme- denemeleri: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938) , Büyük Avrupa Anketi (1938) , Felsefî Buhran (1939) , Millet ve İnsan (1943) , Mahutlar (1959) , Mistisizm (1961) , Nasyonalizm (1961) , Sosyalizm (1961) , Doğu-Batı Sentezi (1963) , Sanat- Edebiyat-Tenkid (1970) , Osmanlıca-Türkçe- Uydurmaca (1970) , Sosyalizm-Marksizim- Komünizm (1971) , Din-İnkılâp-İrtica (1971) , Kadın-Aşk-Aile (1973) , Yazarlar-Sanatçılar- Meşhurlar (1976) , Eğitim-Gençlik-Üniversite (1976) , 20. Asır- Avrupa ve Biz (1976) . Ders Kitapları: Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi (1929) , Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe (1929) , Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat (I-IV, 1929) , Yeni Talebe Mektupları (1930) , Büyük Mektup Nümuneleri (1932) , Türk Grameri (1941) , Dil Bilgisi (1942) , Fransız Grameri (1942) , Türkçe İzahlı Fransız Grameri (1948) .
Beşir Ayvazoğlu, Peyami, Hayatı, Sanatı Felsefesi Dramı'nı yayınladı (1998) .
ESERLERi:
BiZ INSANLAR
Mütefekkir romancı bu eserde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının ışığını tutmaktadır. romanda asil bir ruhun insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüğe ve bayağılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâi hayanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâî hayatı perişan eden havası iinde dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık bayraklaştırılmaktadır.
YALNIZIZ
Peyami Safa, bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çenberini kırmağa, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırmaktadır. Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir. Ve Allah'ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükun bulamayacaktır.
FATiH HARBiYE
Yazar bu romanında Tanzimat'tan kopup gelen, Millî Mücadelede ve sonraki yıllarda alevlenen batılılaşma hareketlerinin Türk tipindeki ve cemiyetindeki etkilerini incelemektedir.
MATMAZEL NORALiYA' NIN KOLTUĞU
Peyami Safa'nın mizac ve ruh yapısına uygun düşen bir konuyu ihtiva etmektedir. Ruhçu ve akılcı dünya görüşünün yazarın anlayışı çerçevesinde birleştirilmesi esasına dayanır.
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
Roman, yalnız ve hasta bir çocuğun ızdırabını, çocukça aşkını ve kıskançlığını; mes'ud olmak isteyen bir genç kızın temiz sevgisini; inanmak arzusu bütün benliğini saran bir insaın kuruntularını ve çıplak hastahane duvarı gerisindeki hıçkırıklarını anlatır.
MAHŞER
Yazarın görüşlerini değişik bir tarzda işlediği bir romandır.
ŞİMŞEK
Yazarın ilk romanlarındandır. Yazar bunda da bütün eserlerinde işlediği konuları, bir başka tarzda yeniden işlemektedir.
CANAN
Peyami Safa'nın 'Şimşek', 'Bir Akşamdı', 'Mahşer' romanları tarzında bir diğer eseridir.
SÖZDE KIZLAR
Günümüzün kızlarını, onları mesud yahud bedbaht edebilecek hususları birer ibret levhası gibi yansıtmaktadır.
TÜRK İNKILABINA BAKIŞLAR
Atatürk İnkılâbları öncesindeki fikir cereyanlarını en gerçek kaynaklarıyla ortaya koymaya çalışmıştır.
peyami safa
24.07.2004 - 11:07server bedi takma isimli yazar..
pınar kür
24.07.2004 - 11:06Pınar Kür
Günümüz romancılarından. 15 Nisan 1945 tarihinde Bursa’da doğdu.Liseyi New York’ta okudu, üniversite eğitimini New York ve İstanbul’da tamamladı. Fransa’da Sorbon Üniversitesi’nde “Yirminci yüzyıl tiyatrosunda gerçeklik ve yanılsama” konusunda doktora verdi. Bir süre Ankara’da Devlet Tiyatrosu’nda dramaturg olarak çalıştı
(1971-1973) , İstanbul’da (1974-) yaşıyor ve Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi.
Önceleri yazar oyuncu olarak tiyatro ile uğraştı, sonra hikâyeler yazdı (Dost dergisi, 1971-73)
ESERLERİ
Beş romanı (Yarın Yarın, 1976; Küçük Oyuncu, 1977; Asılacak Kadın; 1979, Bitmeyen Aşk; 1986) , müstehcen olduğu iddiasıyla toplatıldı; imhasına karar verildi, daha sonra aklandı. Bir Cinayet Romanı, (1989) , Sonuncu Sonbahar (1992) ve iki hikâye kitabı (Bir Deli Ağaç, 1981; Akışı Olmayan Sular, (1983) yayımlandı. Akışı Olmayan Sular kitabıyla 1984 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.
pir sultan abdal
24.07.2004 - 11:04Pir Sultan Abdal
Hayatı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Sivas’ın Banaz köyünde doğmuştur. Asıl adı Haydar’dır. Divan edebiyatının etkisinde kalmadan, sözlü edebiyatın birikimlerinden yararlanarak kendine özgü duru bir dil oluşturmuştur.
Şu kanlı zalimin ettiği işler
Gaip bülbül gibi zâreler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pareler beni
Dar günümde dost düşmanım bell’oldu
On derdim var ise şimdi ell’oldu
Ecel fermanı boynuma takıldı
Gerek asa gerek vuralar beni
Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz
Hak’tan emrolmazsa ırahmet yağmaz
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun gülü yaraler beni
Alçakta yüksekte yatan erler
Yetişin imdada aldı dert beni
Başım aldı hangi yere gideyim
Gittiğim yerde buldu dert beni
Oturup benimle ibadet kıldı
Yalan söyledi de yüzüme güldü
Yalın kılıç olup üstüme geldi
Çaldı bölük bölük böldü dert beni
Üstümüzden gelen boran, kış gibi
Yavru şahin pençesinde kuş gibi
Seher sabahında rüya, düş gibi
Çağırta bağırta aldı dert beni
Abdal Pir Sultan’ım gönlüm hastadır
Kimseye diyemem gönlüm yastadır
Bilmem deli oldu bilmem ustadır
Şöyle bir sevdaya saldı dert beni
******************
Seyyah olup şu ölemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkârımca okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
İki elim kalkmaz oldu dizimden
Bilmem amelinden bilmem özümden
Akıttım kanlı yaş iki gözümden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Yine boralandı dağların başı
Akıttım gözümden kan ile yaşı
Emaneti alır ol veren kişi
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Bozuk şu cihanın pergeri bozuk
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Tükendi daneler kalmadı azık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Pir Sultan’ım eydür ummana dalam
Gidenler gelmedi haberin alam
Abdal oldum çullar giydim bir zaman
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.
cemil meriç
23.07.2004 - 18:51Cemil Meriç
12 Aralık 1917'de Hatay Reyhanlı'da doğdu. Hatay Lisesini bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi. Öğrenimini tamamlayamadan Hatay'a döndü. Bir süre ilkokul öğretmenliği ve nâhiye müdürlüğü, Tercüme Kaleminde reis muâvinliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyâtı bölümünü bitirdi. Elâzığ Lisesinde Fransızca öğretmenliği yaptı (1942-45) . İstanbul Üniversitesi yabancı diller okulunda okutman olarak çalıştı (1946) . 1955'te gözleri görmez oldu. Fakat talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 senesinde İstanbul Üniversitesinden emekli oldu. 13 Haziran 1987 günü İstanbul'da vefât etti.
Cemil Meriç'in ilk yazısı Hatay'da Yeni Gün Gazetesi'nde çıktı (1928) . Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Hisar, Türk Edebiyâtı, Yeni Devir, Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Cemil Meriç, gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve Victor Hugo'dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu gösterdi. Batı medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu. Sansüre ve anarşik edebiyâta şiddetle çattı.
ESERLERİ: Umrandan Uygarlığa (1974) , Kırk Ambar (1983) isimli eserleriyle iki defâ Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Hint Edebiyâtı, Saint Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, Bir Dünyânın Eşiğinde, Bu Ülke, Mağaradakiler, Bir Fâciânın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir ve Kültürden İrfana başlıca eserleridir.
Aldığı ödülleri: Kırk Ambar adlı eseriyle 'Türkiye Millî Kültür Vakfı' ödülü, Ankara Yazarlar Birliği Derneğinin'Yılın Yazarı', Kayseri Sanatçılar Derneğince, 'İnceleme', Kültürden İrfana adlı eseriyle, Türkiye Yazarlar Birliği 'Yılın Fikir Eserleri' ödüllerini aldı.
HAKKINDA YAZILANLAR
Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan, babasına gösterilen ilgiyi yorumladı:
Cemil Meriç hayranları
günden güne çoğalıyor
TAKDİM
Artık, Cemil Meriç ismi tefekkürün, çilenin ve bir büyük kültür abidesinin sembolüdür ülkemizde. Çünkü, yoz ve sığ bir kuşatma ile adeta bir mağaraya hapsedilmiş olan bizler, Batı’yı da, Doğu’yu da, Hind’i de, Uzak Doğu’yu da hep ondan öğrendik. O beyinlerimize düşürdüğü “tecessüs” ateşi ile bizi fikri bir yenileşmeye sevk etmiş, bir kültür ve irfan uyanışına doğru yönlendirmişti. Eğer o olmasaydı, ne “Bu Ülke”yi böylesine derinden tanıyabilecek, ne de “Işık Doğu’dan Gelir” fikri ile kendimize dönebilecektik.
Aramızdan ayrılışının 12. Yılı münasebeti ile, günden güne büyüyen Cemil Meriç dalgası, Cemil Meriç sevdası, Cemil Meriç ilgisi üzerine, değerli kızı, sosyolog Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan hanımefendi ile sohbet ettik.
SPOTLAR
Cemil Meriç, bugün 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, Anadolu bozkırına düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi filizlenip boy atıyor.
Cemil Meriç’in okurlar cemaatini tanımak, onların üzerinde durmak lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir. Bu konuda çok özel gözlemlerim var. Bunlardan en önemlileri, edilen telefonlar, gönderilen mektuplar ve babamla ilgili anma toplantılarında bir araya gelen genç nesillerin yaptığı analizler.
“Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Acı çekmek neymiş, fikir neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan sensin.”
Türkiye projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok. Halbuki büyük devletleri yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık projeleri, hedefleri vardır. Türkiye günübirlik bir böcek gibi yaşıyor. Türkiye’nin geleceğini düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar yapması kaçınılmazdır.
OLCAY YAZICI
Bilinen bir gerçek, fakat genç nesiller açısından soruyorum. Kimdir o fikrin gökkuşağı olan, Batı’yı da, Doğu’yu da bizlere öğreten, fikrin büyük çilekeşi Cemil Meriç? Onun sadece kızı değil, aynı zamanda gözü, kulağı olan sizden, bir kere daha rica etsek?
“Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz! ” diye bir sözümüz vardır. Bence artık Cemil Meriç’i anlatmanın, tarif etmenin zamanı geçmiştir. Çünkü Cemil Meriç, tariflerin ötesine geçmiştir. O eserleri ile bugün aşağı yukarı 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, vatan sathına, Anadolu
bozkırına düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi onlarla, yüzlerle yeşeriyor, filiz verip, boy atıyor.
Dış dünya Cemil Meriç’i tanımak istiyor
Büyük çileler çekilerek, vatan coğrafyasına dikilen Cemil Meriç çiçekleri açıyor, diyebiliriz yani?
Evet, diyebiliriz...Bu çiçekler, topraktan çıkmış, boyatmışlardır. Bu bakımdan Cemil Meriç’in artık okurlar cemaatini tanımak, biraz da onun üzerinde durmak lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir. Bu okurlar cemaati ile ilgili olarak benim çok özel gözlemlerim var. Bunlardan en önemlileri de, edilen telefonlar, gönderilen mektuplar, babamla ilgili anma toplantılarında bir araya gelen genç nesiller.
1997’nin Aralık ayında Tarık Zafer Tunaya kültür merkezinde, Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi tarafından düzenlenen toplantıdaki konuşma metinleri İz yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Adı ise ilginç, “Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları.” Bu okurlar cemaati ile iki senedir temasımızı hiç kaybetmedik. Ayda bir defa toplanıyor, bazen Cemil Meriç’in eserleri üzerine, Cemil Meriç’ten alınan ilhamla yeni olaylar üzerine görüş ve fikir alış verişinde bulunuyoruz.
Ayrıca, Tunus Üniversitesi’nin tarih profesörü Abdülcemil Temimi’den, Cemil Meriç’in Arapça’ya tercümesi için teklif geldi.
Konuşma sırasında babamın adı geçti. Ne yazık ki, müslüman bir Arap entellektüeli olarak, muhterem babanızı tanımıyorum. Benim gibi diğer Arap dünyası da maalesef tanımıyor. Türkiye’nin bu kadar önemli bir yazarını tanımamak, bizler için ayıp sayılır. Babanızı bana biraz tanıtınız, dedi. Ben de peki dedim ve “Bu Ülke”yi açarak ona, “Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik! ...” cümlesiyle başlayan bölümü okudum. Temimi öylesine etkilendi, öylesine beğendi ki bu cümleyi, lütfen dedi, babanızdan bir seçme yapınız ve onu vakit geçirmeden Arapça’ya tercüme edelim. Arap dünyası, 20. Yüzyıl Türk kültürünün yetiştirdiği bu irfan adamını mutlaka tanımalıdır.
Bu münasebetle bir yıldır Cemil Meriç’in Arapçaya çevrilmesi metinleri üzerinde çalışıyoruz.
Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi
Ayrıca Türk cumhuriyetlerinde de, Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi uyanmaktadır. Cemil Meriç’in, Kazak ve Azerbaycan Türkçesine tercümesi yolunda da teklifler var. Yani biz belki Cemil Meriç’i dış dünyaya yeterince tanıtmadık, fakat dış dünya kendiliğinden Cemil Meriç’i tanımak istiyor, bunun için sınırları zorluyor. Çünkü Türkiye’yi tanımak demek; bir anlamda Cemil Meriç’i tanımak demektir.
Bu arada Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir davet aldım. “20. Yüzyıl Türk Kültürüne Yön Verenler” başlıklı bir dizi başlatıyorlar. Şahsiyetler arasında babam Cemil Meriç’in yanı sıra, Mehmet Akif, Peyami Safa, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal Tahir gibi isimler de bulunuyor.
Bir şehre, bir köye ve bir mahalleye tek bir Cemil Meriç sevdalısı bile düşmüş ise, o belde zamanla fikri bir tutuşma yaşayacak demektir...Genç Cemil Meriç severler kimlerdir? Ne tür mektuplar geliyor size Babanızla ilgili olarak? ...
Cemil Meriç’i tanımak isteği daha çok yurtdışından geliyor. Türkiye’yi tanımanın, önce Cemil Meriç’i tanımaktan geçtiğine inanıyorlar.
Psikoloji bölümünden mezun bir öğrencinin, Elif Özdemir’in, babam Cemil Meriç’le ilgili yazdıklarını aktarmak istiyorum. Bir bir profil çizmek için.
Elif benim öğrencim. 1997 yazında Amerika’ya gitti. Biliyorsunuz dünyanın en büyük kütüphanesi Washington’dadır. Orada, Türkiye’den yazar var mı diye araştırmış, bakmış ki, kütüphanede “Hint Edebiyatı” var, “Bu Ülke” var, “Jurnal” var, “Mağaradakiler” ver, “Işık Doğu’dan Gelir” var, “Kırk Ambar” var, “Ümrandan Uygarlığa” ve “Sosyoloji Konuşmaları” var. Yani, seçmeyi bilen her idrak Cemil Meriç’i arayıp buluyor.
Yerliden, evrensele açılmak demek bu olsa gerek?
Evet, evrensellik bu demek...Gelelim, Cemil Meriç’in okuyucular cemaatine(Ümit hanım özellikle bu kavramı kullanıyordu. Biz de değiştirmedik.) Bunların içinde yazarlar da var. Cahit Koytak’ın yazdığı ilginç bir şiir var. Adı “Son Osmanlı.”
Cemil Meriç okurlarını daha yakından tanımak için, Tarık Zafer Tunaya’daki toplantıya katılan, 17 yaşındaki Şükran Çatak’ın yazdığı mektubun ilk sayfasını okumak istiyorum:
“Sayın Ümit Meriç Yazan, güzel paylaşımlara, dorukta mutluluk ve duyumlara vesile olduğunuz için teşekkürler. Kendimi hala bir rüyanın içinde hissediyorum. Ve oradan sesleniyorum şu an size. Fakat sanırım her şey gerçek, rüyadaki gibi eksiksiz ve güzel. Ve en önemlisi artık baş rollerden birini de ben oynuyorum. Sizinle, Cemil Meriç günlerini paylaştık. Teneffüs ettiğimiz havayı, kitabı, tarihi, heyecanları paylaştık. Yüreklerimiz tek bir yürek oldu. Beynimizi büyüttük o gün. Yüreklerimizle birlikte fikirlerimizi, ülkülerimizi, heyecanlarımızı da büyüttük.
Tüm bunları harflere, kelimelere, cümlelere hapsettim. Onları seslere bağladım. Ben yeni heyecanları da yine seslere, kelimelere kilitleyeceğim. Benden yeni sesler gelecek kulaklarınıza.”
Cemil Meriç için şeref defteri
Bir de defterim var. Cemil Meriç’in şeref defteri. Defterin ilk sayfasına 4 Mayıs 1997’de kızıma hitaben şöyle bir şey yazdım:
“Sevgili Hazal, bu defter Cemil Meriç’in fatihi olduğu serdengeçtilerin defteridir. Ona sahip çık. Çünkü bu liste, sana bırakacağım mirasın hepsinden daha önemli, daha ölümsüz ve daha anlamlıdır. Deden, bu ülkede bir düşünce aristokrasisi yarattı. Bu listede onların şeref listesini bulacaksın...”
Daha sonra bu deftere çeşitli isimler, Cemil Meriç’le ilgili duygu ve düşüncelerini yazdı. Onlardan birini size okumak istiyorum. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi, Mahmut Çalışır’ın yazdıkları şöyle:
“Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Aşk neymiş, acı çekmek neymiş, fikir neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan sensin...Seni tanıdıktan sonra vatansız, kimliksiz kaldım. Seni tanıdıktan sonra ruhum boyalı bir kuş oldu. Şimdi ben göçebe bir serseriyim. Havarisiz İsa’yım...Seni tanımadan önce önümde iki kapı vardı. Biri cinnet, biri ölümdü. Şimdi üçüncü bir kapı var: O aşk kapısı...Kitaplar yaralarıma şifa olmaz oldu. Artık ben de karar verdim kitap olmaya. Seninle büyütüyorum acımı, hüznümü ve kendimi...Ben dergahtan kovulan dervişim. Körler seninle görür oldu. Sağırlar seninle duydular. Dilsizlerse şimdi hatip.! ..”
Bir başka öğrenci, Yusuf Emre’nin yazdıkları ise şöyle:
“Utanıyorum ismini yazmaktan, fikrin devasa insanı. Bu nesil adına. Bir sarmaşık gibi sarıldım, aşık olduğum kitaplarına. Bu aşkın büyüsünü bana kim yaptı? Bilmiyorum. Ama böyle bir büyüye nesil olarak muhtaç olduğumuzu biliyorum. Sen dünyaya hiç bir zaman kör bakmadın. Bizler ise açık gözlerimizle kör yaşadık. Yıllarca bilgiye, kültüre karşı aç yaşadığımız için, hislerimizi de kaybettik. Okumamakla ve kitaba yabancı kalmakla, en şiddetli zulmü kendimize reva gördük. Ruhaniyetin karşısında şimdi biz utanmayalım da, kimler utansın? Kazanma adına hiç bir şeyini boşa kaybetmedin. Seninle bir defa daha, yoklukta varlık cilvesinin sırrını anladık. Med-cezire maruz kalan sıkıntıların dalgalar gibi sahilindeki kayalara vuruyor. Ama sen aşınmadan, kızın ellerinden tutarak, yoluna devam ediyordun. Biz ise kıymetini bilemediğimiz zaman sermayesinin yokluğundan şikayet ettik durduk. Az da olsa yürüyebilseydik, duranların haline ağlamayı öğrenecektik. Fakat şimdi kendi halimize bile ağlayamıyoruz.
Kapalı gözlerinle kitaplara selam sarkıtıyordun. Son anlarında kapalı şuurunla, Muhammet Sevgilim diyordun. Ağzından çıkan son cümleyi duyduğumda, iliklerime kadar titrediğimi hissettim. Ağlamadım dersem, yalan olur. Şuurunun kapalı olduğu bir anda bile, Muhammed Sevgilim diyordun. Yaşasaydın, söylediğin bu cümle için sana köle olmaya razı olurdum...”
Bunlar gibi daha yüzlerce mektup var. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, Cemil Meriç’in Anadolu bozkırına saçtığı tohumlar artık bugün çınar gibi boy atıyor.
Meriç soyadı siyasetin üzerindedir
Seçim öncesinde siyasi çevrelerden size aday olmak için teklifler geldi. Fakat, bunları kabul etmediniz. Neden? Siyasete soğuk mu bakıyorsunuz?
Öğrencilerime de söylediğim bir cümle var. O da şudur: Sizler bütün partilerin üstündesiniz. Kendinizi bir parçaya mahkum ederek, bütünden vazgeçmeyiniz. Sosyolog bir partinin değil, Türkiye’nin sosyologu olmalı.
Türkiye kendi kendisini tanımayan bir ülke haline gelmiştir. Türkiye projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok. Halbuki büyük devletlerin yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık projeleri, idealleri, hedefleri vardır. Türkiye ise plansız, programsız ve günübirlik, adeta bir böcek gibi yaşıyor. Türkiye’nin geleceğini düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar yapması şarttır. Yarınla ilgili planlar bugünden yapılmalı. Eğer bu yapılmazsa, yarınla ilgili ümitlerimiz de olamaz. Sosyologların bu sahada faydalı olacağına inanıyorum. Fakat, sosyologlar hükümetlerin değil, devletin sosyologu olmalı...
Konuya dönersek, evet, Meriç soyadının siyasileşmemesi için siyasete atılmadım. Çünkü o Türkiye’nin bütününü kapsayan kuşatıcı bir isim. Bu isme saygı göstermek, benim babama karşı bir görevimdir.
Kalemin kutsiyetine inanıyorum
Dünyanın küçüldüğünden ve küreselleşmeden söz ediliyor. 2000’li yıllarda genel bir dünya devleti kavramı mı ağırlık kazanacak, yoksa milli kimlikler mi ön plana çıkacak?
Tabii bu sorunuza homojen bir cevap vermek mümkün değil. Çin ve Türk milleti gibi binlerce yıldan beri süregelen milletler vardır. Avrupa millet bilinci var. Bir de ayrıca tarih boyunca hiç devlet kurmamış etnik unsurlar var. Yani globalleşme karşısında milletlerin durumu ne olacak sorusunun cevabı tek olamaz.
Elbette dünya çok küçüldü. İlk defa bu kadar kısa zamanda milletler birbirlerinden haber alır hale geldi. Ben bilgisayarıma tıklıyor ve Avusturya’daki bir profesörle sosyoloji üzerine konuşabiliyorum. Bu küçümsenecek bir şey değil. Salise farkı ile fikir alış verişinde bulunabiliyoruz. Bu manada elbette dünya küçüldü. İnsanlar oturduğu yerden, bilgisayar aracılığı ile uluslararası konferans verebiliyor.
Fakat bu anlattıklarımdan teknolojiyi çok yücelttiğim, övdüğüm anlaşılmasın. Ben evime bilgisayar almadım. Hatta önce daktilo ile yazıyordum. Onu da bıraktım. Şimdi sadece elle yazıyorum. Yani kalemin kutsiyetine inanır hale geldim. Kalem kutsaldır. Çünkü üzerine yemin edilmiştir. Bilgisayar bir yerde hain bir araç. Bir virüs çıkıyor ve her şeyi, bütün bilgiyi, emeği sıfırlayabiliyor. Oysa elle yazılan bir kelime yüzlerce sene silinmeden saklanabilir.
Şüphesiz faydalı bir araç. Fakat ben bugüne kadar bilgisayar kullanarak, dahiyane bir eser sahibi olmuş tek bir insanla karşılaşmadım. Fakat insan dahi ise belli şeyleri kullanmak açısından bilgisayardan istifade edebilir. Zaten dünyanın en önemli bilgileri hiç bir zaman bilgisayarlara yüklenmez.
Ölçü, değişirken “biz” kalmak olmalı
Toplumların değişmek kaçınılmaz durum. Fakat değişirken toplumun kendisi kalması, bu ana rengi muhafaza etmesi önemli. Değerli sosyologumuz Prof. Dr. Mümtaz Turhan hoca, ölçüyü “biz kalarak değişmek ve değişirken biz kalmak” şeklinde özetliyor. Sizce ölçü ve denge nasıl kurulmalı?
Bunun ölçüsünü, mayasını hiç bir birey koyamaz. Yalnız sosyolojik kanun olarak bir hakikat var. O da şudur: hiç bir toplum bütünüyle aynı kalamaz. Ve yine hiç bir toplum bütünüyle değişemez. Yani değişirken aynı kalır, aynı kalırken değişir. Mümtaz hocanın ölçüsü doğru. Bu bakımdan hiç bir ideoloji sonsuz, ölümsüz değildir. Tabii ki dinleri bunun dışında tutuyorum. Söz konusu olan beşeri ideolojilerdir. Beşeri nizamlar ise daima birbirini aşacaktır. Sosyal hareketleri bir yerde kontrol etmeniz mümkün olmaktan çıkabilir. Kendi kanununu kendi uygular.
cahit sıtkı tarancı
23.07.2004 - 18:49Cahit Sıtkı Tarancı
(1910-1956)
Diyarbakır'da doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Mülkiye Mektebi'nde okudu. Paris'e gitti. ikinci Dünya Savaşı çıkınca geri döndü. Çevirmenlik yaptı. Ağır bir hastalığa yakalandı. Viyana'ya götürüldü. Orada öldü. Ankara'ya getirilip toprağa verildi. Otuz Beş Yaş şiiriyle ün yaptı. Hayat, aşk ve ölüm, şiirlerinin başlıca temalarını oluşturmaktadır. Ömrümde Sükût, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel ve Sonrası adlı şiir kitapları bulunmaktadır.
Şiirlerinden örnekler;
DESEM Kİ
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lâzım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
AŞK
Açınca baharın dişi gülleri,
Bir başka rüzgâr eser bahçelerde.
Dinle çılgınca öten bülbülleri;
Sorma niçin düştüğünü bu derde.
De ki: – Aşktır şâdeden gönülleri;
Perişan, berbat eden gönülleri.
Aşk söyletir en yanık türküleri,
Ay buluta girdiği gecelerde.
BİR ÖLÜNÜN ARDINDAN
Kabrime çiçek getirenlere gülerim;
Gafil kişilermiş şu insanlar vesselâm;
Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam;
Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim.
cahit zarifoğlu
23.07.2004 - 18:48Cahit Zarifoğlu
1940 yılında Ankara'da doğdu. Babasının memuriyeti dolayısıyla ilk ve orta öğrenimini yurdun çeşitli yerlerinde yaptı. Liseyi memleketi K.Maraş'ta tamamladı. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Çevirmenlik yaptı. Avrupa'yı dolaştı. Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu ve TRT'de çevirmen olarak çalıştı. Son olarak TRT İstanbul Radyosu'nda denetçilik yaptı. İlk şiir ve hikâyelerini K.Maraş'ta mahalli gazetelerde yayımladı. Yine K.Maraş'ta Açı adında bir dergi çıkardı. Başta Diriliş ve Edebiyat olmak üzere birçok dergide yazdı. Mavera dergisi ve Akabe Yayınlarının kurucuları arasında yeraldı. Çeşitli gazetelerde müstear isimlerle günlük yazılar yazdı. Şiirden başka, öykü, roman, günlük, oyun ve çocuk edebiyatı alanlarında ürünler verdi. 1987 İstanbul’da öldü.
ESERLERİ
İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller, Korku ve Yakarış adlı kitaplarında yeralan şiirleri, kitaplarına girmemiş şiirleriyle birlikte vefatından sonra Bütün Eserleri I/Şiirler adı altında yayınlandı.Günlüklerini Yaşamak adıyla topladı.
cezmi ersöz
23.07.2004 - 18:48Cezmi Ersöz
1959 yılında İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümünde devam etti. Edebiyat yaşamının başlangıcını edebiyat dergilerinde yayımladığı şiir ve eleştiriler oluşturdu. Daha sonda Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem, Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazıları ve röportajları yayımlandı. Ardından haftalık Deli dergisinde yazdı, halen Leman dergisinde yazıyor.
ESERLERİ
Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni, Annelik Oyunu Bitti, Haritanın Yırtılan Yeri, Hayat Bir Emrin Var mı? , Hayallerini Yak Evini Isıt, Kafka Market, Kırk Yılda bir Gibisin,Saçlarını Kardeş Kokusu,Son Yüzler,Şehirden bir çocuk Sevdin Yine,İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme,Yok karşılığı Yüzünün, Bana Türkçe bir Ekmek Ver.
Son Yüzler
Cezmi Ersöz
İletişim Yayınevi / Çağdaş Türkçe Edebiyat Dizisi
Cezmi Ersöz'ün röportajlarında, yapmak isteyip de yapamadığımız eylemleri yapan, korumak isteyip de koruyamadığımız değerleri koruyan, gerçekleştirmek tutkusuyla yaşayıp da gerçekleştiremediğimiz düşleri gerçekleştiren insanlarla ve bu insanların hayat tarzlarıyla karşı karşıya geliriz. Yalnızlık, meslek, tutku ve değerlere dayalı hayat tarzı gibi dilekleri derinlemesine içselleştiren hayat tarzlarıdır bunlar. İşte, Cezmi Ersöz'ün, röportajlarının ayırıcı özelliği, sözkonusu izleklerin anlamsal niteliğinden kaynaklanmaktadır. O halde, nedir bu izleklerin anlamsal nitelikleri? Son Yüzler'i oluşturan kişiler mutlak bir yalnızlıkla sıralanan bir toplumsal yaşantı içindedirler. Buradaki yalnızlık nitelemesi, bu kişilerin tercihli bir yalnızlığa mahkum olmalarından bir düzen oluşturamamalarına kadar geniş bir anlam alanını içermektedir. Ortega Y Gasset'in 'Hayat tümden yalnızlıktır' sözünün somutlaştığı bir içeriğe denk düşmektedir bu durum. Yani, kişinin belli bir durum ve zamanlarda yaşadığı yalnızlıktan çok, bütün bir hayatın yalnızlığıdır, burada söz konusu olan. Son Yüzler'in yalnızlığı, bu kişilerin, toplumun ve hayatın kötülük makinesinin dışında yer almalarından kaynaklanan bir yalnızlıktır...
cem sultan
23.07.2004 - 18:47Cem Sultan
1459 yılında doğdu. Osmanlı şehzadesi. II. Mehmet’in (Fatih Sultan) oğlu olan Cem Sultan, on yaşına kadar sarayda sıkı bir disiplin altında eğitildi. 1469’da Kastamonu Sancak Beyliği’ne gönderildi. 1473’te, Doğu seferine çıkan babasına vekillik etmek üzere İstanbul’a geldi. II. Mehmed’in Anadolu’da Uzun Hasan’a yenik düştüğü dedikodusuna kanarak padişahlığını ilan etme düşüncesine kapıldı. Otlukbeli zaferini kazanarak İstanbul’a dönen II. Mehmed, oğlunun aklını çelenleri cezanlandırdı. Cem’i de, 1474’te ölen büyük oğlu Musafa’nın yerine Karaman-Konya valiliğine atadı. II. Mehmed’in ölümünü gizleyerek Bayezid’e ve Cem’e haberler uçuran Cem yanlısı Sadrazam Karamani Mehmed Paşa, onun hiç değilse bir hafta önce İstanbul’a gelebileceğini hesaplamıştı. Ancak, Bayezid, hızlı bir yürüyüşle İstanbul’a gelerek tahta oturdu.
Bunun üzerine Cem, Konya’da topladığı kuvvetle 28 Mayıs 1481’de Bursa’da sultanlığını ilan etti. Ağabeyine elçi göndererek ülkenin paylaşılmasını önerdi. Ama Bayezid, harekete geçerek 20 Haziran günü Cem’in ordusunu yendi. Yenik, yaralı ve bitkin Cem, Memluklar’a sığındı. 25 Ağustos’ta Kahire’de törenle karşılandı. Buradan ağabeyiyle uzlaşma yolları aradı. Bayezid, hükümdarlık emelinden vazgeçerse, bir milyon akçe göndereceğini bildirdiyse de buna yanaşmadı ve hacca gitti. Dönüşünde şansını bir daha denedi. Ankara’ya kadar ilerledi ama Bayezid’in harekete geçtiğini öğrenince geri çekildi. Sultan Bayezid’in Kudüs’e oturması önerisini de kabul etmeyerek kendisine bağımsız bir bölge verilmesinde diretti. Karamanoğulları Beyi Kasım’a kanarak Rumeli’ne geçmek düşüncesini benimsedi. Bunun için, 18 Temmuz 1482’de Anamur açıklarında şövalyelerin bir gemisine binerek Rodos’a hareket etti. Şövalyelerin başı Pierre d’Aubusson kendisini bir hükümdar gibi karşıladı ama, artık o, Hıristiyan dünyasının çok değerli tutsağıydı. d’Aubusson, bu değerli tutsağı sürekli Rodos’ta tutamayacağından 2 Eylül 1482’de Fransa’ya gönderdi. Keşifler, Rönesans ve Reform çalkantılarıyla yeni bir çağa girmekte olan Avrupa’nın kucağına düşen Fatih’in oğlu, müslüman ve muzaffer Osmanlı’ya karşı gerçekten değerli bir kozdu. Cem bu pahalı varlığının yanı sıra, romantik kişiliği, kültürü ve serüvenleriyle de Batı’nın ilgisini çekmeye başladı.Avrupa’daki veba salgını ve her an kaçırılma korkusu yüzünden, şövalyeler onu kent kent gezdirmek zorunda kaldı. Batı edebiyatında Zizimi adıyla çeşitli eserlere konu olan Cem’in Osmanlı divan edebiyatında da önemli yeri vardır.1495’de öldü.
HAKKINDA YAZILANLAR
1.Cem Sultan
15. Yüzyıl Bir Saray İspiyoncusunun Anıları
Roderic Conway Morris
Milliyet Yayınları / Tarih Dizisi
cemal süreya
23.07.2004 - 18:45Cemal Süreya
Asıl adı Cemalettin Seber.1931 yılında Erzincan’da doğdu.Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi (1954) , Maliye Bakanlığında müfettiş muavini ve müfettiş olarak çalıştı. 1965’te istifa ettiyse de 1972’de Ankara’da gene aynı işe döndü, bir ara İstanbul’da Darphane Müdürlüğü yaptı (1975-1976) , emekli oldu.İlk şiiri Mülkiye dergisinde (Ankara, 8 Ocak 1953) çıkan Cemal Süreya buluşları ve söyleyiş biçimiyle İkinci Yeni şiirinin karanlığını giderdi; gelenekten yenilik yarattı; zarif, parıltılı şiirler yazdı. Kendi adıyla, ya da Osman Mazlum imzasıyla, şiir üzerine yazıları, eleştirileri de aranan yazılar oldu.Aylık Papirüs dergisini üç kez çıkardı: 1- Dört sayı (1960-1961) , 2- Gene 1. sayıdan başlayarak 47 sayı (1966-1970) ve 3- Tekrar 1. sayıdan başlayarak (1980 Bahar) 2 sayı. Nisan 1977’de Ankara’da çıkmaya başlamış aylık edebiyat dergisi Türkiye Yazıları’nın yönetmeniydi, ama 3. sayıda dergiyle ilişkisini kesti. - 9.Ocak.1990
ESERLERİ
İlk kitabını (Üvercinka) 1958’de, ikinci kitabını (Göçebe) 1965’te, üçüncü kitabını (Beni Öp Sonra Doğur Beni) 1979’da yayımlandı. Bunları Güz Bittiği (1988) ve Sıcak Nal (1988) adlı şiir kitapları izledi. İlk üç kitabındaki şiirleri yeni ilâvelerle 1984’te yeniden yayımladı: Sevda Sözleri (Toplu Şiirler, Uçurumla Açan adlı yeni bölümle) . Şapkam Dolu Çiçekle (1976) ,
Günübirlik (1982) bir takım denemeleri toplayan eserleridir. Üvercinka ile Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Göçebe ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü, son iki
kitabıyla da Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazandı.
Ölümünden sonra eşine yazdığı mektuplar On Üç Günün Mektupları (1990) , denemeleri 99 Yüz (İzdüşümler-Söz Senaryoları, 1990) , Folklor Şiire Düşman (1992) , Uzat Saçlarını Frigya (1992) , dergi ve gazete yazıları Paçal (1992) , ‘Oluşum’ da Cemal Süreya (1992) , Papirüs’ten Başyazılar (1992) , çocuklar için yazdığı yazıları ise Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993) adlarıyla yayımlandı ve adına bir şiir ödülü konuldu.
cohar dudayev
23.07.2004 - 18:44Cahar Dudayev
Çeçenistan'ı özgürlüğü kavuşturan Cahar Dudayev, 1944 yılının Şubat ayında Çeçenistan'ın Yalho köyünde doğdu. Hayata gözlerini açar açmaz Rus baskısı ile tanıştı. 23 Şubat 1944'te Sibirya'ya sürgün edilenlerin arasına katıldığında daha annesinin kucağında 15 günlük bir bebekti. Çocukluk yılları Sibirya bozkırlarında çok güç şartlar altında geçti. Orta öğrenimini burada tamamladı. 1962 yılında Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu'ndan, 1966 yılında da Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi'ni de bitiren Dudayev, 1. Sınıf pilot ve mühendis ünvanını kazandı. S.S.C.B. hükümeti tarafından kendisine 12 madalya verildi. Tümgeneralliğe yükseldi. Sovyet tarihinde Stratejik Hava Kuvvetleri'nde Tümen Komutanı olmayı başaran ilk Müslüman olarak adından bahsettirdi.
Çeçenistan Devlet Başkanı olmadan önce Baltık Cumhuriyetlerinde yaşanan bağımsızlık hareketlerini bastırmadığı için adı isyancı generale çıktı. 1989'da Estonya'da Stratejik Hava Kuvvetleri Filoları Komutanlığı'nda görev yaparken Baltık ülkelerinde başlayan bağımsızlık hareketlerinin kuvvet kullanılarak bastırılması için Moskova'dan emir aldı. Ancak bu emri 'yurdunun bağımsızlığı için mücadele eden bir halkın üstüne bomba atmam' diyerek yerine getirmedi. Moskova bu itaatsizliği hazmedemedi ve Dudayev'e ceza olarak askeri birliği ile birlikte Grozni'ye sürgüne gönderildi. 1990 yılının Mayıs ayında görevinden istifa etti. Rusya bu 'isyancı' komutanın önderlik edeceği birçok olaya gebeydi.
Kasım 1990'da toplanan Çeçen Halkının Kurultayı'na davet edildi ve sonradan 'Çeçen Ulusal Kongresi' adını alan bu halk meclisinin icra kurulu başkanlığına seçildi.
19-21 Ağustos 1991'de Gorbaçov'a karşı girişilen başarısız darbe teşebbüsü sırasında darbecilerin karşısında yer aldı. Akabinde, darbecilerle işbirliği yapan Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti'ni düşürmek için başlatılan halk hareketinin başına geçti. Demokratik güçler, aydınlar ve tüm Çeçen halkı kendisini destekledi. 27 Ekim 1991'de yapılan seçimlerde %85 oranında aldığı oyla Çeçenistan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi.Rusya'nın 11 Aralık 1994 tarihinde Çeçenistan'a karşı başlattığı işgal ve soykırım hareketine karşı Cahar Dudayev, 'Son Çeçen canını vermeden Ruslar ülkemize hakim olamaz' diyerek, halkına 'Cihad' emrini verdi.Dudayev'in önderliğindeki Çeçen halkı, iki yıla yakın bir süre devam eden şanlı bir istiklal mücadelesi verdi. Sonunda Mayıs 1996'da Çeçenistan Ruslardan temizlenerek, Kafkas tarihine yeni bir altın sayfa eklendi.Bu özgürlük lideri, 21 Nisan 1996'da bir suikast sonucu şehid edildi.
celaleddin harzemşah
23.07.2004 - 18:43Celaleddin Harzemşah
Harezmşahlar Devletinin son hükümdarı olan Celaleddin Harezmşah, genç yaşta Gazne ve çevresinin valiliğine getirildi ve bundan sonra babası Alaaddin Muhammed’in tüm seferlerine katıldı.
Selçuklu İmparatorluğu’ndan sonra Harzem bölgesinde kurulmuş olan Harzemşahlar Devleti’nin büyük hükümdarı Celaleddin Harzemşah’ın menkıbeleri, Türk tarihinin çok parlak sayfalarındandır.Harzemşah hükümdarlarından Alâeddin Mehmet, bütün İran’ı ve Maveraünnehir’i ele geçirmişti. Bu suretle Seyhun Nehrinden Dicle kıyılarına kadar büyük bir imparatorluk kurmuştu.
Fakat bu devirde Moğolistan’da Cengiz Han türemişti. Batı Türkelinde en büyük hükümdar ise Alâeddin Mehmet’ti. Bu Türk hükümdarının şöhretini duyan Cengiz Han, Mahmut Yalvaç adlı bir elçiyi Alâeddin Mehmet’e gönderdi.
Elçi, Cengiz’in şu sözlerini bildirdi: “Tanrı, Batı tarafında bulunan ülkeni bana verdi. Seni oğulluğa kabul ediyorum. Bana tabi olursan Müslümanlar rahatlık içinde yaşarlar”. Bu söze hiddetlenen Sultan Mehmet: “Sen de bilirsin ki benim ülkem ne kadar geniş, Devletim ne kadar kuvvetlidir! Senin Han’ın kimdir ki, kendisini benden büyük tutup bana oğlum der. Onun sanki ne kadar askeri var! ” deyince, Moğol Elçisi: “Onun askeri seninkine göre ay ışığının güneş ziyasına oranı gibidir.” dedi.
Nihayet bu iki hükümdar aralarında bir dostluk antlaşması meydana getirdiler. Fakat Alâeddin Mehmet’in siyasi görüşleri kuvvetli değildi. Aynı zamanda da mağrur bir adamdı. Günün birinde Bizans’a mal götüren Moğol tüccarlarının mallarını yağma ettirip kendilerini de öldürttü. Bu olaya fazlasıyla hiddetlenen Cengiz Han, Batı Türkellerinin zaptına karar verdi.
Alâeddin Mehmet’in bir oğlu vardı. Adı “Celâlettin” idi. İşte, Celâleddin Harzemşah adıyla Türk tarihinde meşhur olan bu şahıstır.
Celâleddin, zekî olduğu kadar da yiğit bir delikanlı idi. Annesi Ayçiçek Hatun, büyükannesi ise Türkan Hatun’du. Babası Alaeddin Mehmet iyi bir asker, fakat zayıf bir politikacı idi. Rakibi Cengiz Han ise, tersine, büyük bir siyasi, fakat ancak normal çapta bir kumandandı. Savaşlarını komutanlarına yaptırıyordu.
Cengiz Han, tüccarlarının malları için tazminat istemek üzere Sultan Mehmet’e üç elçi gönderdi. Bunların birisi Buğra adlı bir Türk, ikisi de Moğol’du.
Alaeddin Mehmet, Buğra’nın başını kestirip Moğollara da hakaret ederek sınır dışı etti. Bu hakareti duyan Cengiz Han, 1219 yılında Büyük bir ordu ile Maveraünnehir’e doğru harekete geçti.
Cengiz’in üzerine geldiğini öğrenen Türkler, derhal Semerkant şehrini tahkim ettiler. Genç kahraman Celaleddin Harzemşah, atlılardan oluşan büyük bir kuvvetin başına geçti. Babası harbe gitmek istemiyordu. Fakat oğlu:
Asker, Hakanını başında görmelidir! diyerek babasını da ordusuna aldı.
Moğol kuvvetlerinin başında Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci bulunmaktaydı. Moğol kuvvetleri, Harzemşah Türklerinin üzerine şiddetli bir hücuma kalktılar. Bu şiddet karşısında Harzemşah ordusu bir paniğe uğradı. Fakat Celaleddin Harzemşah, yalın-kılıç Moğolların üzerine öyle bir saldırdı ki bu defa Moğollar perişan oldular.
Gece bastırdığında harbe son verildi. Fakat Cüci Han boş durmadı. Gece yarısı savaş yapılan ovanın bütün kuru otlarını ateşe vererek her tarafı dumana boğdu. Bundan faydalanarak ateş perdesinin arkasından bütün kuvvetlerini alarak kaçtı. Celaleddin’in yeterli ölçüde kuvveti bulunmadığından düşmanı takipten vazgeçildi.
Cuci’nin mağlubiyetini duyan Cengiz Han, fena halde içerledi. Bu defa 200.000 kişilik muazzam bir ordu hazırladı. Moğolların büyük hazırlıklarını duyan Alaeddin Mehmet, Gazne’ye giderek Atabey’lerle görüştü, akabinde asker toplamak üzere yola çıktı. Fakat Celaleddin Harzemşah, durumu pek tehlikeli buldu. Türkmen Oğuzlardan oluşan kuvvetini bir çölün içine çekti. Cengiz Han’ın orduları, 1220 tarihlerinde hiçbir mukavemet görmeden Buhara şehrine girdiler.
Cengiz Han, Buhara’da bulunan Ulu Câmi’ye atı ile beraber girdi. Ve dedi ki:
Burası Sultan Mehmet’in evi midir?
Hayır, burası Tanrı evidir! Diye cevap verdiler.
Cengiz Han, derhal atından inerek halka şu hitapta bulundu:
Ey ahali! Günahkarınız çok büyüktür. Ben ise gaza-ı ilahîyim; sizlerin başınıza Tanrının yaman bir belasıyım. Hakanınız Sultan Mehmet çok suçludur. Bize yapmadığını bırakmamıştır. Bu sebeple buralara geldim. Şimdi, yer altına gömdüğünüz ne kadar servetiniz varsa getirip önüme yığın!
Halk, bu putperest Moğol hükümdarından korkarak, gizledikleri ne kadar servetleri varsa hepsini teslim ettiler. Askerler ise Buhara’yı baştan başa yağma ettiler. Bundan sonra Cengiz Han, Batı Türkelinin yüksek bir medeniyet merkezi olan Semerkant şehrine hareket etti. Halk, bu şehri müdafaa etti. Moğollar şehre girince önlerine geleni kılıçtan geçirdiler.
Bu arada Sultan Mehmet, harpten kaçmıştı. Oğlunun nerede olduğundan da haberi yoktu. Moğollar Sultan Mehmet’in peşine düşmüşlerdi. Takibine gönderdiği üç kumandanına Cengiz Han şu emri vermişti:
Durmaksızın gidin, size tabi olanlara aman verin, olmayanları öldürün, çocukları esir edin. Kalelerini yıkın! Bu işi üç yıla kadar bitirin! Ben yurduma dönüyorum...
Sultan Mehmet, bir miktar maiyetiyle Harandar kalesine giderek aile ve hazinesini burada bıraktı. Kendisi de Irak istikametine kaçmaya başladı. Fakat yolda Moğollar karşısına çıkıverdiler. Atı, bir okla öldürüldü ise de kendisi kaçmaya muvaffak oldu. Nihayet Kuzgun denizine vardı. Burada Aboskon adasına sığındı.
Diğer taraftan Moğollar, Sultan Mehmet’in vezirini, küçük oğlunu ve Türkan Hatun’u Cengiz’e gönderdiler. Cengiz bunların hepsini öldürttü. Haberi alan Sultan Alaeddin’e bir fenalık gelerek yere yığıldı. O kadar sefalete düşmüştü ki, yanındakiler ölüsünü saracak bir kefen bile bulamamışlardı. Maiyetinde bulunan Mahmut Çavuş’un gömleğini kendisine kefen yaptılar. Ölmeden önce şu sözleri söylemişti: “ Ben, bütün bu toprakların sahibiyim. Şimdi mezarımı kazacak iki arşın toprak bulamıyorum! ”
Sultan Mehmet, sefil bir surette hayata gözlerini yumarken oğlu Celaleddin Harzemşah da yanında bulunuyordu. Bu yalan dünyanın cilvesini o da görmüştü. Fakat doğudan kopan bu arkası kesilmez sellere karşı kabinde derin bir intikam hissi doğdu. Türk’ü anayurdundan eden bu kuvvetlere karşı bir Celaleddin ne yapabilirdi? Gözyaşları içinde babasının mezarını terk ettiği zaman hep bunu düşünüyordu. Yanında 70 kadar süvarisi vardı. Doğruca Harzem’e geldi.
Halk, hakanlarının oğlu Celaleddin’i görünce onu sevinç gözyaşlarıyla karşıladı. Dağılmış olan ordu tekrar düzene konuldu. Harzemşah’ın maiyetinde 7.000 kişi toplandı.
Celaleddin, babasının yerine tahta geçti. Bir müddet sonra da Moğolların üzerine taarruza geçerek onları mağlup etti.
1221 yılında Valyan Kalesini kuşattığı bir anda Moğollar taarruza geçtiler. Celaleddin Harzemşah, yalın-kılıç öne atılarak düşmanı perişan etti. Fakat gece yarısı Moğollar atlarının üzerine şal ve keçeden mankenler yaptılar. Bunları arkalarına dizdiler. Bu hali gören Harzemliler, Moğolların imdat aldıklarını zannederek kaçmak istediler. Celaleddin “Korkmayın, bu bir hiledir. Onlar daima harbi böyle hilelerle kazanırlar...” diyerek bu bozguna mani oldu. Bu suretle Moğol orduları bir kere daha mağlup edildiler.
Cengiz bundan haberdar olduğu zaman, bizzat Celaleddin’in üzerine yürüdü. Celaleddin ise, üzerine büyük kuvvetlerin geldiğini görünce Sind Nehri’ne doğru kaçmaya başladı. Bu nehrin öte tarafına geçmek istiyordu. Fakat Moğollar Celaleddin’in etrafını dört kat askerle sardılar. Yiğit Celaleddin, ateş ve su arasında bırakıldı. Bu anda ne yapabilirdi? Cengiz, onun diri olarak tutulmasını emretmişti. Celaleddin kılıcını çekerek tek başına çarpışmaya ve kendisini durdurmak isteyenlerin başlarını uçurmaya başladı. Fakat hiçbir düşman askeri ona ok atmıyordu. Ağır ağır içinde bulunduğu çember daraltılıyordu. Celaleddin, çemberi yarmak için bir sağa bir sola baş vuruyor, fakat muvaffak olamıyordu. Yapılacak tek şey vardı: Yorulmamış bir ata binerek kalkanını arkasına, Türk bayrağını eline aldı; yüksek bir yardan kendisini Sind Nehri’nin coşkun sularına atıverdi. Yüzerek karşı yakaya geçti.
Bu kahramanlık sahnesini Cengiz ve askerleri hayret ve hayranlık içerisinde seyretmişlerdi.
Sultan Celaleddin üç yıl sonra. 1224’te Kirman’a dönerek, devletini yeniden toparlamak için çalışmaya başladı. 1225 yılında Tebriz’i alarak, karargahını buraya taşıyan Celaleddin, 1228’de İsfahan’da Moğol ordusuyla çarpıştı. Kardeşi Gıyaseddin’in ihanetine rağmen Moğolları hezimete uğratan Celaleddin, takip sırasında sol cenahının Moğol tuzağına düşmesi üzerine, Luristan’a kaçtı.
Bir yandan da ülke içindeki isyanlarla meşgul olan Celaleddin 1230’da Ahlat’ı ele geçirdi. Ancak, kaleyi savunanlara ve halka karşı şiddetli davranışları, çevredeki Müslüman ülkelerin düşmanlığını çekti. Bunun üzerine Anadolu ve Suriye kuvvetleri birleşerek, Celaleddin’in üzerine yürüdü. Celaleddin, 10 Ağustos 1230’da Erzincan yakınlarında Yassıçimen Yaylasında hezimete uğrattı.
Celaleddin’in zayıflamasından faydalanan Moğollar tekrar saldırıya geçti. Moğol tehlikesinin kavrayamayan diğer Müslüman ülkeler, Celaleddin’in yardım talebini cevapsız bıraktılar.
Ağustos 1231’de Dicle köprüsü kenarında Moğolların baskınına uğrayan Celaleddin’in tüm maiyeti öldürüldü. Kaçarak dağlara çekilen Celaleddin Harezmşah, burada göçebeler tarafından öldürüldü.
selçuklular
23.07.2004 - 18:39Selçuklu Devleti'nin Kuruluşu
Türklerin tarih boyunca kurdukları devletlerden en önemlilerinden birisi Büyük Selçuklu Devleti'dir. Selçuklular 24 Oğuz kabîlesinden Kınık boyuna mensupturlar. Oğuzlar X. yüzyılda Sır-Derya (Seyhun) ile Hazar Denizi'nin doğusu ve Aral Gölü arasındaki bölgede yaşarken Kınık boyu da bunların arasında Sır-Derya suyunun ağzına yakın oturmakta idi.
X. yüzyılın başında Oğuz Devleti'nin 'Yabgu' unvanı taşıyan bir hükümdâr idâre etmekte idi.
Selçuklu âilesinin atası olan Temir-Yalıg (Demir yaylı) lakablı Dukak (veya Dokak) Oğuz Devleti'nde kuvvetli bir askerî ve siyâsî mevkie sâhipti. Gerçekten de demir gibi kuvvetli, kendisine güvenilen ve danışılan bir insandı. Yabgu'nun diğer bir Türk topluluğu üzerine tertip ettiği sefere Dokak itirazda bulunmuş bu sebeple ikisinin arası açılmıştı. Yabgu'nun bu sefere Müslümanlara karşı tertip ettiği, hattâ Dokak'ın gizlice Müslüman olduğu rivâyeti de vardır.
sultan vahdettin
23.07.2004 - 18:37mezarı türkiye dışında olan tek osmanlı padişahıdır...
sultan vahdettin
23.07.2004 - 18:36Sultan VI. Mehmed Vahdettin Han
Babası: Sultan Abdülmecid
Annesi: Gülistü Sultan
Doğduğu Tarih: 2 Şubat 1861
Padişah Olduğu Tarih: 4 Temmuz 1918
Saltanatın Ilgası: 1 Kasım 1922
Yurttan Kaçışı: 17 Kasım 1922
Sultan Mehmed Vahdeddin, otuzaltıncı padişah olarak Osmanlı tahtına çıktı ve İmparatorluk tarihinde son kılıç alayı yapıldı. İyi bir eğitim alarak yetişti, çok zeki, okuduğunu hemen kavrayıp, anlamlar çıkarır, meseleleri tahlil edebilirdi. Ağabeyi Mehmed Reşad gibi şehzadeliği döneminde, devlet yönetiminde padişah idaresini yakından görmüş, tecrübe sahibi olmuştu.
Sultan Vahdeddin, görev kendisine verildiğinde ne kadar ağır bir sorumluluk aldığını biliyordu. Atalarının yönettiğinden çok farklı bir duruma gelmiş bir devleti yönetecekti. Osmanlı ailesi, tek egemen güç olarak bu toprakları yönetmekle görevlendirilmişti. Onlar kendilerine verilen emaneti, tehdit ve tehlikelerden korumak, güvenlik stratejisine ulaşmak için gece gündüz, ay ve yıllarca mücadele etmişler, üç kıtaya yayılan bir İmparatorluk kurmuşlardı. Belki de tarihimizde 2 şehzade kardeş olarak en acı kaderi yaşamışlardı. Artık düşman uzaklarda değil, Anavatan’da, Anadolu coğrafyası içinde idi. Suriye’de Fransa, Irak’ta İngiltere komşumuz olmuştu. Bununla da yetinmemişler, Türkçülük hareketine karşı çeşitli bölgelerde yaşayan vatandaşlarımızı devlet aleyhine isyana teşvik etmişler, birçok toprağını savaşmadan, elde etmeyi başarmışlardı.
Vahdeddin, sadece bir şehrin sınırları içinde kalan toprakları yöneten adı “İstanbul Hükûmeti” olan bir devletin başı olmuştu. 10 Ağustos 1920 belgesinin imzalanması ile Anadolu’nun ortasında küçük bir coğrafî alanda Türklerin yaşamasına müsaade(?) edilmişti. Son padişah olarak etrafını çeviren düşmanlar yerine, yeni bir devlet kurmaya, yeni vatan oluşturmaya, ülkeye sahip çıkmaya çalışanlara, millî mücadeleye karşı olmak da O’nun en acı kaderi olmuştu. Millî mücadeleyi başlatanlar kazançlı olmuş, vatan kurtarılmış, bağımsız yeni bir devlet kurulmuş, artık O’na da yaşayacak bir toprak parçası kalmamış, çareyi kaçmakta bulmuştu.
Sultan Vahdeddin, orta boyda, ince yapılı, açık tenli ve biraz soluk yüzlü idi ve sakalı yoktu. Kendini iyi yetiştirmişti. Arapça, Farsça okur yazar, fıkıh ilmini çok iyi bilirdi. Çok nazik ve son derece saygılı ve sabırlı idi. Çok fazla konuşmaz, kendisine anlatılanları ise hiç söz kesmeden sonuna kadar dinlerdi. Evhamlı olması, yakın çevresinin etkisinde kalması, milletini tanımaması ve güvenmemesi en büyük zaafı olmuş ve sonunu hazırlamıştı.
04.07.1918 VI. Mehmed Vahdeddin’in Padişah oluşu.
23.07.1918 İstanbul üzerinde 6 uçaklık düşman filosu tarafından taarruz uçuşu.
27.07.1918 Düşman uçak filosunun İstanbul’a ikinci taarruz denemesi.
07.08.1918 Mustafa Kemal Paşa’nın, Filistin’de 7’nci Ordu Kumandanlığına 2. defa tayini.
21.08.1918 2 ayrı uçak filosunun; Harbiye Nezareti üzerine hedefledikleri bomba, çarşı yakınına düşmüş ve 8 kişi yaralanmıştır.
25.08.1918 Düşman uçaklarının dördüncü taarruzu.
27.08.1918 Düşman uçaklarının beşinci taarruzları. Bir çocuğun ölmesi, 11 kişinin yaralanması.
31.08.1918 Osmanlı tarihinde son Kılıç olayı.
21.09.1918 Nasıra’nın İngilizler tarafından alınması.
23.09.1918 Hayfa ve Akka’da İngiliz işgali.
28.09.1918 Alman-Osmanlı uçaklarının Limni-Taşoz’da bulunan düşman uçak hangarlarını bombalaması.
01.10.1918 Şam’ın düşmesi, Türk Ordusu’nun Halep’e geri çekilmesi.
08.10.1918 Talat Paşa’nın istifası, “İttihât Terakki’nin iş başından düşürülmesi.”
14.10.1918 Ahmed İzzet Paşa’nın sadareti. Fethi (Okyar) Bey’in Dahiliye, Cavid Bey’in Maliye Bakanlığı’na getirilmesi.
27.10.1918 Haleb’in düşmesi.
30.10.1918 Mondros Mütarekesi imzalanması ve Osmanlı Devleti için harbin sona ermesi.
03.11.1918 İttihat Terakki ileri gelenleri (Talat-Enver-Cemal Paşaların) Yurt dışına kaçışları.
08.11.1918 İzzet Paşa’nın istifası, Tevfik Paşa’nın ikinci sadareti.
13.11.1918 Düşman filolarının İstanbul’a gelişi ve işgale başlamaları.
21.12.1918 Meclis-i Mebusan’ın Padişah tarafından kapatılması.
13.01.1919 Fahri (Belen) Paşa ve kuvvetlerinin Medine’de teslim olmaları.
30.01.1919 İttihatçıların tutuklanması.
09.02.1919 İtilâf Kuvvetleri Komutanı General Franchet D’Esperey’in İstanbul’a gelişi.
15.02.1919 İtilâf Devletleri’nin her alanda Mütareke dışı hareketleri.
03.03.1919 Tevfik Paşa’nın istifası, Damad Ferid Paşa’nın sadareti.
10.04.1919 Kars’ın Ermenilere işgal ettirilmesi.
20.04.1919 Ardahan’ın Gürcüler tarafından işgali.
29.04.1919 Antalya’nın İtalyanlar tarafından işgali.
11.05.1919 Yunanlıların Fethiye’yi işgali.
13.05.1919 İtalyanların Kuşadası’nı işgali.
Urfa, Antep, Maraş ve Adana Bölgesi’nin İngiliz ve Fransızların ortak işgali.
15.05.1919 İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali.
30.04.1919 Dokuzuncu Ordu Müfettişliğinin kurulması.
05.05.1919 Dokuzuncu Ordu Müfettişliğinin Yetki ve Selahiyetlerini belirleyen talimat hazırlanması.
14.05.1919 Mustafa Kemal’in Damad Ferid Paşa ile görüşmesi.
16.05.1919 Mustafa Kemal’in, son defa olarak Vahdeddin ile görüşmesi.
Mustafa Kemal’in Bandırma vapuru ile Samsun’a hareketi.
26.05.1919 Padişah’ın başkanlığında Saltanat Şurası’nın toplanması.
06.06.1919 Damad Ferid Paşa ve Heyetin Paris Barış Konferansı’na hareketi.
03.07.1919 Damad Ferid ve Heyetin Paris’ten İstanbul’a geri dönüşü.
20.07.1919 Damad Ferid Paşa’nın istifası.
21.07.1919 Damad Ferid Paşa’nın üçüncü sadareti.
30.07.1919 Damad Ferid’in, Erzurum Kongresi Başkanı Mustafa Kemal’i tutuklaması için Kâzım Karabekir Paşa’ya telgrafı.
03.09.1919 İstanbul Hükûmeti’nin, Elazığ Valisi Ali Galip vasıtası ile Sivas Kongresi’ni dağıtmak teşebbüsü.
12.09.1919 Mustafa Kemal Paşa’nın “İstanbul Hükûmeti, Anadolu’ya hakim değil, tabii olmak zorundadır” tamimi.
21.09.1919 Kuvay-ı İnzibatiye’nin Kuvay-ı Milliye’ye karşı İstanbul Hükûmeti tarafından kurulması.
30.09.1919 Damad Ferid Paşa’nın istifası.
02.10.1919 Ali Rıza Paşa’nın sadarete tayini.
04.10.1919 Anadolu ile İstanbul ilişkilerinin yeniden kurulması.
09.10.1919 Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Mustafa Kemal arasında “Amasya Mülakatı” görüşmeleri.
22.10.1919 Amasya protokolunun imzalanması.
29.11.1919 Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye arasında toplantı.
Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da açılmasının kabulü.
12.01.1920 Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da açılması.
28.01.1920 “Misak-ı Milli”nin, İstanbul Meclisi’nde kabul edilmesi.
08.03.1920 Ali Rıza Paşa’nın istifası, sadarete Salih Paşa’nın tayini.
16.03.1920 Meclis-i Mebusan’ın İngilizler tarafından basılması.
02.04.1920 Salih Paşa’nın istifası, Damad Ferid’in 4. kez sadareti.
11.04.1920 Meclis-i Mebusan’ın feshedilmesi.
10.05.1920 Osmanlı Heyeti’nin Paris Barış Konferansına katılmaları.
10.06.1920 Damad Ferid’in Paris konferansına katılmaları.
22.07.1920 Padişah’ın Yıldız Sarayı’nda Saltanat Şurası’nı toplaması.
31.07.1920 Damad Ferid Paşa’nın istifası ve 5. sadareti.
10.08.1920 Damad Ferid ve yeni kabine tarafından Paris’te “Sevr” andlaşmasının imzalanması.
19.08.1920 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Sevr anlaşmasını imza edenler ve Saltanat Şurası’nda olumlu oy verenlerin vatan haini olarak ilan edilmesi.
17.11.1920 Damad Ferid Paşa’nın istifası.
21.11.1920 Tevfik Paşa’nın 6. sadareti (Osmanlı Devleti’nin son başbakanı) .
20.01.1921 Tevfik Paşa’nın Londra Konferansına çağrılması.
Tevfik Paşa ve Mustafa Kemal Paşa arasında, Londra konferansına gönderilecek heyet üyelerinin seçimi için telgraflaşmalar.
27.02.1921 Türk Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey ve Heyeti’nin 13 gün süren Londra Konferansına katılmaları.
Sadrazam Tevfik Paşa’nın konferansta “Ben sözü Türk Milleti’nin gerçek temsilcisi olan BMM Başdelegesine bırakıyorum” diyerek yetkiyi teslim etmesi.
10.09.1922 Tevfik Paşa Kabinesi’nin Sakarya Zaferini kazanan Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya tebrik telgrafı.
22.09.1922 Damad Ferid Paşa’nın yurtdışına kaçışı.
11.10.1922 Mudanya Mütarekesinin imzalanması.
29.10.1922 Vahdeddin’in Refet Paşa ile görüşmesi.
30.10.1922 TBMM’nde Saltanat ve Hilâfet hakkında görüşmeler.
01.11.1922 TBMM’nde saltanatın kaldırılması.
04.11.1922 Sadrazam Tevfik Paşa ve Kabinesi’nin istifasını Padişah Vahdeddin’e sunması.
10.11.1922 Vahdeddin’in son Cuma selamlığı.
16.11.1922 Padişah Vahdeddin’in, İngiliz himayesini istediğini bildiren mektubu, İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington’a göndermesi.
17.11.1922 Sultan VI. Mehmed Vahdeddin’in Malaya isimli İngiliz vapuru ile ülkeden kaçışı.
18.11.1922 Veliahd Abdülmecid’in TBMM tarafından Halife seçilmesi.
ikinci abdülhamid
23.07.2004 - 18:35Sultan II. Abdülhamid Han
Babası: Sultan Abdülmecid
Annesi: Tirimüjgân Sultan
Doğduğu Tarih: 21 Eylül 1842
Padişah Olduğu Tarih: 31 Ağustos 1876
Tahttan İndirildiği Tarih: 27 Nisan 1909
Öldüğü Tarih: 10 Şubat 1918
Sultan Abdülhamid, otuzdördüncü padişah olarak Osmanlı tahtına çıktı. Sarayda rahat bir şehzadelik dönemi geçirmişti. Zamanının en güçlü hocalarından, Farsça, Arapça, Fransızca’yı okuyup yazacak ve rahat konuşacak derecede öğrenmişti. Fransız ve İtalyan hocalardan da müzik dersleri almıştı. Tarihe çok meraklı idi.
Sultan Abdülhamid, saltanatı oldukça karışık bir dönemde teslim almıştı ve meşrutiyet idaresini ilan edeceğine söz vererek padişah olmuştu. Batılı Devletler, Sırbistan ve Karadağ meselesi için İstanbul “Tersane Konferansı”nı, İstanbul’da toplamayı başarmışlar, fakat bir sonuç alamamışlardı. Yine aynı gün devletin ilk Anayasası Kanunî Esasi ve Meşrutiyet ilan edilmişti. 19 Mart 1877’de ilk Meclis-i Mebusan açılmıştı.
Meşrutiyet idaresinin 5. gününde, tarihimizde 93 harbi olarak bilinen 1877 Osmanlı-Rus harbi başlamıştı. Rusya, Devleti 2 cephede birden savaşmaya zorlamıştı. Ruslar Ayastefanos (Yeşilköy) kadar gelmişler ve aynı isimli mütareke imzalanmıştı. Savaş, Berlin antlaşması ile sona erdi. Batılı Devletler imparatorluğun doğu topraklarının paylaşılması “Taksim Projelerini” uygulamaya koyabilecekleri fırsatı elde etmiş oldular. Kıbrıs Adası üs olarak İngiltere’ye verilmiş, artan malî sıkıntı, alınan borçların faizlerinin ödenememesi, Muharrem Kararnamesi’nin ilanı ve Duyunu Umumiye’nin kurulması ile Devletin malî kontrolü de bir bakıma batılı devletlerin kontrolüne girmişti. İngiltere, Berlin sistemi ile politikasını değiştirmiş, denge politikasının yerine Osmanlı Devleti’nin bir an önce parçalanması stratejisini uygulamaya koymuş. Kıbrıs’tan sonra Mısır’ı kontrolüne almıştı.
Batılı devletler, Osmanlı Devleti’ni parçalamak, onu güçsüz bırakmak, Anadolu’da kendi kontrollerinde toprak parçaları oluşturmak için “Ermeni Sorunu”nu ortaya çıkarmışlardı. Bu dönemde birçok yerde isyanlar olmuş, padişahın arabasına bomba koyacak cesareti bile göstermişlerdi. Abdülhamid’in güçlü politikası ile kontrol daima devletin elinde olmuştu.
Sultan Abdülhamid ortadan biraz uzunca boylu, esmere yakın tenli, uzunca burunlu, ela gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Güçlü zekası ile kendisini kültürlü olarak yetiştirmişti. Çok güçlü bir hafızaya sahipti. Bir gördüğünü bir daha unutmazdı. Açık net bir konuşma yapısı vardı. En önemli özelliklerinden biri, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlemesi idi.
Çalışmayı çok sever, kendisini devlet işlerinde görevli sayar, çalışma saatleri dışında usta bir marangoz olarak atölyesinde çalışırdı. Kültüre büyük önem vermiştir. Üniversite, Güzel Sanatlar Akademisi, vilayetlere liseler, kazalara ortaokullar, köylere ilkokullar, kız meslek, Ziraat ve Ticaret, Darüşşafaka, Dilsiz ve Körler okullarını yaptırdı. Şişli Etfal Hastahanesi, Darülacize toplumun sosyal açıdan korunmasını sağlayan kurumlardı.
31.08.1876 V. Murad’ın tahttan indirilmesi.
II. Abdülhamid’in Padişah olması.
07.09.1876 Sultan Abdülhamid’in kılıç alayı.
14.09.1876 Batılı Devletlerin, 4 Eylül’de Osmanlı Devleti’nin Sırbistan ile ilgili şartlarını reddetmeleri.
29.10.1876 Sırp Ordusu’nun mağlup edilmesi.
31.10.1876 Rusların Babıâli’ye verdikleri ültimatom: “Sırbistan ve Karadağ hareketini durdurun”.
04.11.1876 Şark meselesinin halledilmesi için Rusya ve Batılı Devletlerin İstanbul’da bir konferans toplanması teklifleri.
Kanunî Esasi’yi hazırlamak üzere 28 kişilik bir komisyonun kurulması.
19.12.1876 Rüştü Paşa’nın istifası, Mithat Paşa’nın ikinci sadareti.
23.12.1876 Tersane Konferansı (İstanbul Konferansı) .
Birinci Meşrutiyetin ilanı.
1876 Kanuni Esasi’nin (İlk Anayasa) ilanı.
21.08.1877 Süleyman Paşa’nın Şipka taarruzu.
17.09.1877 Gazi Osman Paşa’nın Plevne’yi müdafaa etmesi.
15.10.1877 Süleyman Paşa’nın Balkan Orduları komutanlığına getirilmesi.
11.01.1878 Ethem Paşa’nın azli, Ahmet Hamdi Paşa’nın sadareti.
20.01.1878 Rusların Edirne’ye girmeleri.
31.01.1878 Rusların İstanbul’a yönelmelerine engel olmak için mütareke isteği ve Edirne mütarekesi.
04.02.1878 Ahmet Hamdi Paşa’nın azli, Ahmet Vefik Paşa’nın (Başvekil) ünvanıyla ilk sadareti.
13.02.1878 İlk Meclisi Mebusan’ın tatili. (Birinci Meşrutiyet’in sonu)
03.03.1878 Rusların Ayastefanos (Yeşilköy) yakınlarına gelmeleri nedeniyle Ayastefanos Mütarekesi’nin imzalanması.
18.04.1878 Vefik Paşa’nın azli, Mehmet Sadık Paşa’nın Başvekil olması.
20.05.1878 Ali Suavi olayı (Çırağan vakası)
28.05.1878 Sadık Paşa’nın azli, Mütercim Rüştü Paşa’nın sadareti.
04.06.1878 Osmanlı-İngiliz ittifakı. (Kıbrıs Andlaşması) Kıbrıs’ın İngilizlere kiralanması.
13.07.1878 Berlin andlaşması.
Uluslararası 2. büyük kongre.
Osmanlı İmparatorluğu için “Şark Meselesi”nin başlaması.
14.07.1878 Rüştü Paşa’nın azli, Esat Saffet Paşa’nın sadareti.
Avusturyalıların Bosna-Hersek’i işgali.
04.12.1878 Saffet Paşa’nın azli, Hayreddin Paşa’nın sadareti.
21.04.1879 Avusturya ile Bosna-Hersek anlaşması.
29.07.1879 Hayreddin Paşa’nın azli, Ahmet Arifi Paşa’nın sadareti.
18.10.1879 Ahmet Arifi Paşa’nın azli, Küçük Said Paşa’nın sadareti.
09.06.1880 Said Paşa’nın azli, Mehmet Kadri Paşa’nın sadareti.
11.09.1880 Mehmet Kadri Paşa’nın azli, Said Paşa’nın sadareti.
12.05.1881 Fransa’nın Tunus’u işgali.
27.06.1881 Mithat Paşa’nın yargılanması.
02.07.1881 Teselya ve Narda kazasının Yunanistan’a terki.
20.12.1881 “Muharrem Kararnamesi”nin ilanı ve Duyun-ı Umumiye’nin kuruluşu.
02.05.1882 Said Paşa’nın azli, Abdurrahman Nurettin Paşa’nın sadareti.
10.07.1882 Abdurrahman Nurettin Paşa’nın istifası.
11.07.1882 İngiliz Donanması’nın İskenderiye’yi bombalaması, Mısır sorunu.
12.07.1882 Said Paşa’nın üçüncü sadareti.
30.07.1882 Said Paşa’nın azli, Ahmet Vefik Paşa’nın sadareti.
03.12.1882 Ahmet Vefik Paşa’nın azli, Said Paşa’nın dördüncü sadareti.
28.06.1884 Bestekâr Hacı Arif Bey’in ölümü.
18.09.1885 Doğu Rumeli vilayetinin Bulgaristan ile birleşmesi.
24.09.1885 Said Paşa’nın azli, Kamil Paşa’nın sadareti.
19.10.1885 Sırp-Bulgar çatışması ve Bükreş andlaşması.
21.01.1886 Yunanistan’ın Girid Adası’nı kendine bağlama teşebbüsü.
02.12.1888 Ünlü vatan şairi Namık Kemal’in ölümü.
01.04.1891 Ahmet Vefik Paşa’nın ölümü.
04.09.1891 Kamil Paşa’nın azli, Ahmet Cevat Paşa’nın sadareti.
11.05.1895 3 Devlet tarafından Babıâli’ye memorandum verilmesi.
08.06.1895 Memorandum’un Padişah tarafından reddedilmesi.
Cevat Paşa’nın azli, Said Paşa’nın beşinci sadareti.
30.09.1895 Memorandumun reddine karşı olan Ermeni komitecilerin Babıâliye yürümeleri.
30.10.1895 Ermeni isyan ve terör hareketleri.
01.10.1895 Said Paşa’nın azli, Kamil Paşa’nın sadareti.
07.10.1895 Kamil Paşa’nın azli ve İzmir’e vali olması.
Halil Rıfat Paşa’nın sadareti.
26.08.1896 “Banka Olayı” Ermenilerin Osmanlı Bankası baskınları.
18.04.1897 Yunanistan’a harp kararı – Türk zaferleri.
04.12.1897 Osmanlı-Yunan barışı.
18.12.1897 Girid’in bağımsızlığı.
1899 Alman İmparatoru Wilhelm’in Osmanlı ülkesini ziyareti.
05.04.1900 Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’nın ölümü.
29.10.1900 Azerbaycan okullarında Türk dili yasağının kaldırılması.
05.11.1901 Fransız Donanması’nın Midilli’ye asker çıkarması.
09.11.1901 Sadrazam Halil Rıfat Paşa’nın ölümü.
18.11.1901 Said Paşa’nın altıncı sadareti.
04.02.1902 Paris’te Prens Sabahaddin başkanlığında Mülteciler Kongresi’nin toplanması.
14.01.1903 Said Paşa’nın azli, Mehmet Ferid Paşa’nın sadareti.
02.08.1903 Makedonya ihtilâlinin yayılması.
25.10.1903 Makedonya ıslahatı.
29.08.1904 Eski padişah V. Murad’ın ölümü.
21.07.1905 Yıldız Hamidiye Camii önünde, Abdülhamid’e suikast girişimi. (Bomba Olayı)
26.12.1905 Midilli ve Limni gümrük ve posta idarelerinin devletlerce işgali.
25.04.1907 Gümrük resminin arttırılması.
10.06.1908 Reval görüşmesi ve Anadolu’nun paylaşılması.
22.07.1908 Ferid Paşa’nın azli, Said Paşa’nın yedinci sadareti.
23.07.1908 İkinci Meşrutiyet’in ilânı.
04.08.1908 Said Paşa’nın istifası, Kamil Paşa’nın sadareti.
05.10.1908 Bosna-Hersek’in Avusturya’ya ilhakı. Bulgar Krallığı’nın kuruluşu.
06.10.1908 Girid’in Yunanistan’a ilhakı.
17.10.1908 İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve Meclisi Mebusan’ın açılması.
13.02.1909 Kamil Paşa’nın istifası, Hüseyin Hilmi Paşa’nın ilk sadareti.
12.04.1909 Taşkışla’da bulunan Avcı taburlarının isyanı.
13.04.1909 “31 Mart Vak’ası” Hüseyin Hilmi Paşa’nın istifası.
Tevfik Paşa’nın sadareti.
14.04.1909 Adana’da Ermeni isyanı.
15.04.1909 Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmek için Selânik’ten hareketi.
İsyanın bastırılması.
24.04.1909 “Hareket Ordusu”nun İstanbul’a gelişi.
27.04.1909 “Meclis-i Umumi-i Millî”nin toplanması.
Sultan Abdülhamid’in halli kararı ve bunu tebliğ edecek heyetin kurulması.
Abdülhamid ve ailesinin Sirkeci’den tren ile Selânik’e sürgüne gönderilmesi.
V. Mehmed’in (Mehmed Reşad) Padişahlığı.
Toplam 816 mesaj bulundu