Var Mısın? Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antol ...

  • cezaevi

    31.07.2004 - 15:00

    Türkiye cezaevlerinde, 12 Eylül cuntasının başlattığı uygulamalar ile yeni bir süreç başlamıştır. Bu süreç tutuklu ve hükümlüleri devletin her türlü baskı, zulüm, işkence, yok etme, itirafçılaştırma politikaları ve uygulamaları ile yüzyüze bırakmıştır. 1996 yılında gündeme gelen Hücre (F) tipi cezaevleri ile de,uzun,kansız ve sessiz bir ölüm planlanmış ve bunu uygulamaya koymak için cezaevlerinde birçok insanlık dışı uygulamalar ile katliamlar yapılmıştır.Bu süreçte cezaevlerine yapılan saldırılarda baskılara karşı yapılan ölüm oruçlarında,ve kötü koşullarda hastalanarak bir çok kişi hayatını kaybetmiştir.

    Cezaevlerinde 21 Mart 1981 yılından itibaren 100 kişi hayatını yitirmiş!
    Cezaevlerine yapılan saldırılarda ise 41 kişi hayatını kaybetmiştir!

    4.10.1994: Diyarbakır cezaevi 1 kişi
    21.9.1995: Buca cezaevi 3 kişi
    24.9.1996: Diyarbakır cezaevi 13 kişi
    Mayıs-Temmuz ölüm oruçları:12 kişi
    26.9.1999: Ankara Ulucanlar cezaevi 10 kişi
    5.7.2000: Burdur cezaevi iş makinesiyle koparılan kol

    Bu tablo bize devletin dediği gibi cezaevlerinin,cezayı işleyen kişinin ıslahına yönelik ceza çektiği kurumlar değil de, işkence ve öldürmenin sistemli merkezleri olduğunu gösteriyor.

    Cezaevleri tarihleri boyunca, ezilenleri cezalandırarak sindirmek ve yazgılara boyun eğdirmek isteyen egemen sınıflarla, buna karşı çıkan ezilenlerin şavaşımı tarihidir.Bir taraftan siyasiler, düşünce suçluları kötü koşullar ve baskılar ile yaşamaya(?) mahkum edilirken, diğer taraftan da her türlü dolandırıcılık, uyuşturucu kaçakçılığı, adi suçtan hükümlü ve tutuklu olan mafya liderleri ile çetecilerin beş yıldızlı oteli aratmayan konforlu yaşamları,bizleri bir kez daha cezaevlerine karşı duyarlı olmaya yöneltiyor.Bu gün cezaevlerini mahkumun 3 öğün yemeği 500 bin lira diyerek yöneten Adalet Bakanlığı ceza tevkif ve genel müdürlüğünün Hücre (F) tipi cezaevi için bütçesinden 8.5 trilyon ayırması oldukça düşündürücüdür.Halkı sefalete açlığa mahkum edenlerin, muhaliflerini susturmak için trilyonlarını seferber etmesini ve bu anlamda da bu kadar büyük bir harcamanın sonuçlarını iyi incelemek ve tahlil etmek gerekiyor. Raporlar aslında bizlere, cezaevlerinin kalın duvarlar arkasındaki gerçek yüzünü oldukça vahim bir şekilde açıklıyor. İşte 1993-95 cezaevleri raporu;

    Türkiye'deki cezaevleri
    Mevcut cezaevleri:637
    Faaliyette bulunan cezaevleri:615
    Kapalı cezaevleri:505
    Açık cezaevleri:7
    Yarıaçık cezaevleri:31
    Çocuk ıslahevleri:3
    Çocuk cezaevleri:1

    Cezaevlerinde toplam tutuklu/hükümlü sayısı: 49.705
    Siyasi hükümlü/tutuklu sayısı: 8751
    Adli hükümlü/tutuklu sayısı: 40.954

    Kadın sayısı hükümlü: 660
    Erkek sayısı hükümlü: 23.821
    Tutuklu kadın sayısı: 1138
    Tutuklu erkek sayısı: 24.084
    Tutuklu ve hükümlü çocuklar hakkında bakanlıktan bilgi alınamadı.

    1995 Adalet bakanlığının verilerine göre cezaevlerinde ortalama doktor sayısı 1’dir, 643 cezaevinin sadece 124’ün de sağlık personeli bulunmaktadır.Acil sağlık sorunlarında müdahale edecek nöbetçi doktor bulunmamakta ve günlerce bekletildikten sonra herhangi bir hastaneye sevk edilmemektedir. Şu anki verilere göre her kentte 8, her 100.000 kişiye bir cezaevi düşüyor. Cezaevi sayısının ve bu cezaevlerinde kalan tutuklu ve hükümlü sayısının hızla artmasına rağmen, Adalet Bakanlığının ceza ve tutuk evlerine bütçesinden ayrılan para komik durumdadır; kişi başına verilen iaşe bedeli 225 tl. dir.

    Ortalama her 1300 kişiden birinin cezaevinde, bulunması Türkiye’de çok sayıda suç işlendiğini değil, temel hak ve özgürlüklerinin gaspedilmesinin, artan işsizliğin, yoksulluğun, özelleştirme adı altında çalışan yığınların işten atma ve örgütsüzleştirme uygulamalarının yol açtığı toplumsal şiddetin, sosyal, toplumsal, kültürel,ve ahlaki çöküntünün; başta Terörle mücadele yasası, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası olmak üzere sayısız baskıcı yasa ve kurumların varlığının göstergesidir.

    Cezaevlerinde yaşanan hak gaspları
    -Terörle mücadele yasasının yürürlüğe girmesi ile siyasilerin açık görüş hakkı gasp edilmiştir.(tüm cezaevleri)
    -Cezaevlerinden mahkemelere gidiş gelişlerde gardiyan ve asker saldırılarına maruz kalınmaktadır.(tüm cezaevleri)
    -Sevklerde, mahkeme ve hastaneye gidişlerde sevk zinciri uygulanmakta ve hücre tipi arabalar kullanılmaktadır.(tüm cezaevleri)
    -Koğuş aramaları asker ve gardiyanlar tarafından talan şeklinde yapılmakta, tutuklu ve hükümlülerin tüm eşyaları kullanılamayacak şekilde tahrip edilmektedir.(tüm cezaevleri)
    -Avukat ve aile görüşlerinde zaman sınırlamaları yapılmakta, birinci dereceden akrabalar dışında görüşe izin verilmemektedir. (Erzurum, Buca, Muş, Ümraniye, Bursa)
    -Ziyaretçiler iç çamaşırlarına kadar aranmakta, avukatların savunma hakkı gasp edilmekte, dosyaları karıştırılmaktadır.(Erzurum, Bursa, Buca, Ümraniye)
    -Görüş kabinleri ses ve ışık açısından görüşü kısıtlamakta, tutuklu,hükümlü ve ziyaretçi bölümlerinde gardiyan nezaretinde görüş yapılmaktadır.Ziyaretçiler görüş sonrası göz altına alınarak işkence yapılmaktadır.(Erzurum, Buca, Ümraniye, Sağmalcılar)
    -Ziyaretçilerin getirdiği yiyecekler gardiyan ve askerlerce talan edilerek kullanılamaz hale getirilmektedir.(Ümraniye, Bursa, Buca, Erzurum)
    -Tutuklu ve hükümlüler belli aralıklarla cezaevinde konumlandırılmış özel tim ve MHP’li oldukları iddia edilen gardiyanlarca işkenceye alınmaktadır.(Erzurum,Yozgat,Buca)
    -Yemekler yenilemeyecek durumda ve kantinden fahiş fiyata sağlıksız yiyecekler alınabilmektedir.

    Elazığ cezaevi 1997 gözlem raporu
    E tipi şeklinde inşa edilmiş cezaevinde şuanda 350-400 arasında tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır.Görüşülen tutuklulardan alınan bilgiye göre aşağıda belirtilen sorunlar dile getirilmiştir:

    Sözlü saldırılar: Cezaevinde sorun olsun olmasın cezaevleri infaz koruma memurları tarafından sürekli sözlü hakaretlere maruz kaldıklarını her zaman provokasyon yaratılmaya çalışıldığını,

    Yeni gelen tutuklu ve hükümlüler:Cezaevine giriş işlemleri sırasında elbiselerinden tecrit edildiklerini, işkenceye tabi tutulduklarını, baskıyla itirafçı koğuşlarına konulmak istendiklerini, bunu kabul etmeyen tutuklu ve hükümlülerin 8 günden az olmamak üzere 25 güne kadar hücrede tutulduğunu, sonuçta ya başka bir cezaevine yada, o cezaevindeki koğuşlara verildiklerini,

    Sağlık:Yaklaşık 1 yıldır hiçbir tutuklu ve hükümlünün hastaneye sevk edilmediğini, dilekçe verildiği halde revire çıkarılmadıklarını, koğuşta bulunan ilaçlara el konulduğunu, ailelerinin de getirdiği ilaçların kendilerine verilmediğini ifade etmişlerdir. Ayrıca haftada 1 kez banyo yapabildiklerini, 2 koğuşun birlikte banyoya çıkarıldığını ve banyonun 15 dk. ile sınırlı tutulduğunu,

    Basın-Yayın: Yasaklanmamış her gazete bulunabilen basın yayın organlarının kendilerine verilmediğini, yaklaşık 1 yıldır hiç bir kitabın içeri alınmadığını koğuş aramaları sırasında, koğuşta bulunan kitaplarına da el konulduğunu, ailelerin verildiği kitaplarında kendilerine verilmediğini, cezaevi kütüphanesinden de faydalanma olanaklarının bulunmadığını,

    Sportif Faaliyet-İletişim: Koğuşlar arası ziyarete izin verilmediğini önceden uygulanan, koğuş sorumlularının sorunların tespiti için bir araya gelme uygulamasına son verildiğini, koğuşlar arası hiç bir alışverişe (kitap, gazete, yiyecek vb.) izin verilmediğini, ayrıca koğuş değiştirme taleplerinin de reddedildiğini, yeni gelen tutuklulara ise yatak verilmediğini, hala yerde yatan tutukluların bulunduğunu,aile ziyaretlerinin haftada bir gün15 dakika ile sınırlandırıldığını ve infaz koruma memurlarınca görüşmenin engellendiğini,

    Gergin Ortam: Tutuklular,cezaevi infaz koruma memurlarının büyük çoğunluğunun aşırı milliyetçi olduklarını ve kendilerine ideolojik yaklaştıklarını, cezaevindeki 12 koğuşunda zıt görüşlü adli tutuklardan oluştuğunu ve her zaman provokasyon unsuru olarak kendilerine karşı kullanıldığını mahkeme gidiş gelişlerinde küfürlere maruz kaldıklarını, ayrıca insani ihtiyaçlarında karşılanmadığını belirttiler,

    Hücre Tipi: Tutuklular cezaevi içerisinde hücre tipi koğuşlar için çalışmalara başlandığını bununda cezaevinde ayrıca bir gerginliğe sebebiyet verdiğini belirttiler.

  • ali aydın

    31.07.2004 - 14:55

    gelecek vadeden bir hakemdi..ne yazık ki bıraktı..ama beşitaş-galatasaray maçında çok kötü idi..maç galatasarayın hakkıydı
    yasin havuza balıklama atlar gibi attı kendini penaltı verdi
    neyse geride kalmış bir olay

  • torun

    31.07.2004 - 14:31

    torunun torunu görmek çok büyük bir şereftir
    herkese nasip olmayan şey
    artık çocuk bile yapmıyorlar torunu nasıl yapsınlar

  • sumela manastırı

    31.07.2004 - 14:30

    www.trabzon-bld.gov.tr den fotoğraf albümüne bakabilirsiniz

  • sumela manastırı

    31.07.2004 - 14:29

    SÜMELA MANASTIRI VIRGIN MARY MONASTERY (SUMELA MONASTERY)
    Trabzon'un güneyinde, Ziganalar'ın bir tepesinin yamacına yapışmış bir manastır harabesi vardır. Eteklerinde, ormanlar ile kaplı bir vadinin dibinde, Trabzon'a kadar uzanan Değirmen Deresi'nin kollarından biri akar. Halk buraya kısaca Meryem Ana der. Eski adı ise Sumela Manastırı'dır. Genellikle bu dini tesisin kuruluşunu eski tarihlere çıkarmak isterler. Bu havalinin evvelce Rum ahalisi arasında yaygın ve Trabzon hakkındaki Rumca kitaplarda tekrarlanan kuruluş efsanesine göre manastırın esası güya Theodosius devrinde kurulmuş ve altıncı yüzyılda İmparator Lustinianos devrinde kumandan Belisarios tarafından yeniden yapılmış idi. Fakat bu rivayeti kabul ettirecek hiçbir ilmi dayanağın bulunmadığı, burasını inceleyen yabancı mütehassıslar tarafından kesin olarak bildirilmiştir. Buranın başlıca gelir kaynağı olan bir Meryem Ana resminin eskiliğine ve mucizeler yarattığına halkı inandırmak böylece onun değerini büyültmek için uydurulduğu kolayca sezilen bir efsaneye göre güya bu resim, İsa'nın Havarilerinden Lukas tarafından yapılmış, Lukas'ın terekesinden Atina'ya geçmiş fakat Theodosius devrinde, dördüncü. yüzyılda resim kendiliğinden buradan ayrılmak istemiş, bir gün melekler tarafından gökte uçurularak Trabzon dağlarındaki bu kovuğa getirilip bir taşın üzerine bırakılmıştır. Tam bu sıralarda Atina'dan Trabzon'a gelen Barnabas ve Sophronios adlarında iki keşiş de bu ücra dağın ıssız yamacında bu resmi bulmuşlardır. Bu çeşit rivayet ve efsanelerin basit bir Hıristiyanlık gayreti ile yaratıldı ve mütemadiyen tekrarlanarak adeta zorla kabul ettirildiği bilinir. Böylece hakkında benzeri rivayetler çıkarılan tesisler de güya çok eski bir tarihe inmektedir. Sumela münferit bir örnek olmayıp, eş durumdaki birçok misalden sadece biridir.
    Meryem (Panaghia) adına kurulan bu manastırın, Grekçe Sumela adının esasını, kara, siyah, karanlık anlamlarına gelen Melas kelimesinden aldığı söylenir. Bu, acaba bu tesisin kurulduğu vadinin ve dağın koyu renginden dolayı mı vermiştir? Bu fikirde olanlar vardır. Fakat kanaatimize göre Sumela kelimesi, buradaki Meryem ikonasının (tasviri) bir sıfatı da olabilir. Onun, ünlü tarihçi J.P. Fallmerayer'in de (1790-1861) 1840 yılında buraya geldiğinde dikkatini çektiği gibi renginin koyu, hatta teşhis edilemeyecek derecede siyah oluşu bu adın esasını teşkil etmiş olması mümkündür. Gürcü resim sanatında, XII. yüzyılda sanat aleminde Siyah Madonna ismi altında tannan birtakım Meryem ikonalarının yapıldığı ve yayıldığı bilinir. Esrarlı ifadesini daha da arttırmak gayesiyle, Meryem Ana resimlerinde yüz, siyah ile boyanıyordu. Gürcistan'a bu usulün eski Hind sanatından gelmiş olabileceği de ayrıca ileri sürülmüştür. Sumela Manastırının Kafkasya'ya yakınlığı düşünülecek olursa, burada saygı gören Meryem tasvirinin, böyle bir siyah Meryem olduğuna ve manastırın, Sumela adını bundan aldığına ihtimal vermek de mümkündür. Böylece dağın da adı, manastırdan dolayı Oros Mela = Kara Dağ olmuştur.
    Sumela Manastırı'na ait siyah Meryem resminin hangi döneme ait nasıl bir şey olduğunu daha fazla araştırmaya imkan yoktur. İlkona'nın eskiden çekilmiş oldukça iyi bir fotoğrafından anlaşıldığına göre bu üzerinde herhangi bir çizgi, boya daha doğrusu resme benzeyen bir unsur teşhis edilemeyen simsiyah, çatlak ayrıca da ortadan ayrılmış bir tahtadan ibaret idi. İlkona'nın çevresini belirten gümüş çerçeve ise motiflerinden ve yazılarından anlaşıldığına göre 1700 tarihine ait olup alelade bir işçilik gösteriyordu. Bu fotoğraftan edindiğimiz intibaya göre Sumela'daki Meryem ikonasının, gerçek bir Siyah (= Kara) Meryem bile olması çok şüphelidir.
    Siyah Meryem'ler bilhassa Avrupa doğusuna doğru çok sayıdadır, bilhassa ziyaret yerlerinde bulunmakta ve dağlarda, yüksek yerlerde, orman içlerinde kurulan ibadet yerlerinde muhafaza edilmektedir; ayrıca bu yerlerde şifalı bir de su bulunmaktadır, nihayet Fransa'daki bu tasvirlerin bulundukları yerlere mucizevi şekilde geldiklerine inanılmaktadır. Bütün bu hususiyetler çok değişik ve uzak çevrelerde dini inanışların tamamen aynı karakteri göstermesi bakımından çok ilgi çekicidir.
    Kısacası Trabzon'un Sumela Manastırı, bu adı ile tarihte ancak Trabzon Komnenos'ları döneminde ortaya çıkmaktadır. Her köşesinde irili ufaklı böyle dini binalar olan bu bölgenin, peyzaj itibarıyla en harikulade bir yerinde Sumela Manastırı kurulmuş ve Osmanlı devri Türk idaresi sırasında devamlı gelişmeler ile tam manası ile muazzam bir tesis halini almıştır. Hemen hemen 1200 metre rakımlı bir noktada ve vadinin dibinde akan suyun 300 metre kadar yükseğinde, dimdik denilebilecek kadar saip bir yamacın ortalarında oldukça geniş ve yüksek bir mağara, daha doğrusu bir kovuk bu tesisin çekirdeğini teşkil etmiştir. Bu, erişilmesi zor ve yorucu kovuk önündeki dar çıkıntı, zamanla burada büyüyen, genişleyen ve zenginleşen manastıra zemin olmuştur. Sumela, Trabzon ve çevresinde sayılan hayli çok olan eski manastırların en ünlüsüdür.
    Dağlara, yüksekliklere ve mağaralara bir kült yeri olarak çok eskiden beri daima özel bir değer verildiği bilinir. Belki bu mağaranın içinde de evvelce böylece bir sunak yapılmıştı. Hıristiyanlık yayıldıktan sonra burasının bilinmeyen bir tarihte ufak bir keşiş inzivagahı haline getirildiği de düşünülebilir. Tabiatıyla bu tahminler, benzeri eserlerde müşahede edilen hususlardan çıkarılmaktadır. Ancak mağara kısmında yapılacak etraflı ilmi araştırma ve sondajlar bu tahminlerin doğruluk derecesini belki aydınlatabilir. Yoksa şimdiki halde müspet hiçbir dayanak yoktur.
    Atina'dan gelen iki keşişin, Barnabas ve Sophronios'un Theodosios döneminde IV.V. yüzyıllarda burasını kurmuş ve Iustinianos'un kumandanı Belisarios'un da tamir ettirmiş olduğu yolundaki kuruluş efsanesinin sağlam bir esasa dayanmadığı açıkça belli olmasına rağmen bu hurafenin hala yaşatılması hayret verir. Bu efsane bir tarafa bırakılacak olursa, manastırın şimdiki halde hiç değilse on üçüncü yüzyıldan itibaren, tarihini takip mümkündür. Bu sırada artık Bizans İmparatorluğu'ndan apayrı bir devlet halinde doğarak, başlı başına gelişmeye başlamış olan Trabzon Komnenos'ları Prensliği, başkenti Trabzon şehri olmak üzere bu çevrede hakim durumunda bulunuyordu. Kendilerini Bizans İmparatorluğu'nun gerçek mirasçısı olarak gören ve kendilerini imparator olarak tanıtan Trabzon prenslerinin bu unvanını, 1261'de yeniden İstanbul'a sahip olarak eski Bizans devletini ihya eden hakiki Bizans İmparatorluğu kabul etmemiştir.
    Bilhassa komşu Türk beylikleri ile çok yakın ve girift temasları bulunan Trabzon Kommenosları'ndan III Alexios (1349-1390) bu manastırın esas kurucusu sayılabilir. İki kız kardeşi Türk beyleri ile evli olan, kendi dört kızını da komşu Türk beylerine veren III. Alexios'un Sumela'ya özel bir ilgi gösterdiği kaynak ve belgelerden anlaşılmaktadır. Buradaki keşiş hücrelerine, onun büyük dede, dede ve babasının da bazı bağışlarda bulunmuş oldukları bu vesile ile öğrenildiğine göre, Alexios'un büyük dedesi II. Loannes (1280-1285) zamanından beri burada dini bir merkezin varlığına ihtimal verilir. Yine başka bir efsaneye göre, büyük bir kasırga sırasında Meryem'in yardımı ile canını kurtaran III. Alexios burasını yeni bir tesis halinde inşa ettirmiş, zengin vakıflar bağışlamış bir Khrysobullos yeni bir ferman ile de bu vakıflarını sağlam esaslara bağlamıştır. Manastırın 1650'ye kadar dış kapısı üzerinde görülebilen 1360 tarihli, beş mısralık bir manzum kitabede III. Alexios, bu tesisin kurucusu (ktetor) , 'Doğu ve Batı (=İberia) 'nın hakimi İmparator' olarak gösterilmişti. Alexios 1361 yılındaki bir güneş tutulmasını burada karşılamıştır. Hatta, bu prensin sikkelerinde güneş resmi bu olayla ilgili kabul edilmektedir. 1365 tarihli 'vakfiyesi' ile de manastırın bütün idari şartlarını, arazisini, gelirlerini düzene koyduktan başka, Trabzon'a gelecek bir tehlikeyi, bir Türk akınını önlemek üzere, buradaki keşişlerin daima uyanık bulunmalarını da bildirir. Alexios'un oğlu III. Manuel (1390-1417) babası gibi dini tesislere bağlılığı olan bir şahıs idi. Tahta çıktığı yıl, saray hazinesinde bulunan değerli bir Stavrotegi (içinde İsa'nın çarmıhının bir parçası bulunduğu iddia edilen müzeyyen bir haç) Sumela'ya hediye etmişti. Son Trabzon Komnenos'ları da Sumela Manastırı'nı yeni fermanlar ile zenginleştirmişler veya vakıflarını tasdik etmişlerdir. Trabzon ve havalisi Türk idaresine geçtikten sonra Osmanlı Sultanları, Aynaroz'da, Sina'da ve daha birçok manastırda da olduğu gibi Sumela'nın eski hak ve hukukunu dikkatle korumuşlar, hatta buraya imtiyazlar vermişler, bazı hediyeler de yollamışlardı. Nitekim Sumela'da bulunan iki şamdan, Yavuz I. Selim (1512-1520) ' in bir hediyesi olarak biliniyordu. Burada ayrıca Trabzon fatihi II.Mehmed'in de manastırın haklarını tanıdığını bildiren bir fermanı muhafaza ediliyordu. Daha başka fermanların saklandığı, burası hakkındaki yayınlardan öğrenilmektedir. Burada Sultan II.Bayazıd, I.Selim, II.Selim, III.Murad, İbrahim, IV.Mehmed, II.Süleyman, Mustafa ve III.Ahmed tarafından verilmiş fermanlar bulunduğu bildirilmektedir. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren manastır ile Eflak Voyvodalarının ilgilendik1eri ve devamlı yardımlar ve yazı1ar gönderdik1eri tespit olunmuştur. Ghikas (1755) , Stephan (1764) , Hypsilantes'in (1775) böylece ilgilendikleri bilinir. Tabiatıyla manastırın arşivinde, İstanbul patriklerinin bütün Osmanlı devri boyunca yolladıkları yazılar da muhafaza ediliyordu. Sumela bilhassa on sekizinci yüzyılda Voyvodaların himayesinde gelişmiş ve birçok kısımları yeniden yapılmış, Ignatios adında bir başpiskopos 1749'da duvarların bütün satıhlarını yeniden Fresko resimler ile süslemiştir. Sumela, Anadolu'da bütün Rum-Ortodoks topluluklarının görülmemiş bir zenginlik ve heyecan içinde teşkilatlandıkları, kilise ve manastırlarını her taraftan akan paralar ile yeniden inşa ettikleri, muhteşem şekilde süsledikleri on dokuzuncu yüzyılda, en parlak çağını yaşamıştır.
    Fallmerayer'in 1840'ta yazdığına göre Sumela'nın gezgin keşişleri bütün Anadolu, Kafkasya, Balkanlar ve hatta Rusya'yı dolaşarak Meryem ikonasının kötü bir kopyasını satmak suretiyle iane topluyorlar, bu paraları müesseselerine getiriyorlardı. Nitekim bunlardan bir tanesi, üzerinde kırk bin kuruşluk bir servet ile dolaşırken Kayseri'de öldürülmüştür. Osmanlı devleti katilleri yakalatmış, idam ettirmiş ve çalınan paraları da manastıra teslim etmişti. Geçen yüzyıl içerilerinde iyice zenginleşerek 1860'a doğru büyük binalar inşası suretiyle muazzam bir tesis halini alan Sumela Manastırı, XIX. yüzyılın içinde yabancı seyyahları tarafından ziyaret edilerek kısa anlatımı yapılmıştır.
    Manastırdan en etraflı surette bahsedenlerden biri, G. Palgrave (1826-1888) , 1871 Şubatı'nda yayımlanan makalesinde oldukça ilgi çekici bilgiler verir. Sultan Murad'ın buradan geçerken manastırı güya topa tutturduğu yolundaki efsanenin yalan olduğuna işaret ile Murad'ın buradan geçmiş olmasına imkan olmadığını belirtir. Palgrave buraya geldiğinde o sırada 'yeni bina' denilen kışlavari büyük yapı henüz yapılmış ve biteli üç sene kadar oluyordu. Bu İngiliz yazarının müşahedesine göre bu binanın uçurumdaki kemerler dahil yedi katı vardı ve esas mesken kısmı dört sıra pencereye sahip olup ayrıca üstte de bir galeri uzanıyor idi. Boydan boya içinde tek sıra halinde her katta sekizer oda vardı ve genel olarak çok sağlam bir bina olduğu anlaşılıyordu. Palgrave, Murad ve I.Selim'in hediyelerini de anarak III.Alexios'un minyatürlü fermanını da gördüğünü bildirir. Manastıda II.Selim'in fermanını gören Paigrave, keşişlerin Sultan II. Selim aleyhine atıp tutmalarını pek hoş karşılamadığını da açıkça ifade eder.
    Trabzon'un 18 Nisan 1916'dan, 24 Şubat 1918'e kadar süren Rus işgali, burada bir Hıristiyan Pontus devletinin tekrar kurulacağı ümitlerini doğurmuştu. Kurtuluş Savaşı sonunda, bu ümit kapılarını kapamak üzere 1923'te bütün Rumların Yunanistan'a gönderilmeleri ile Sumela Manastırı boşaltılmıştır. Hicret eden Rumlar, eski hatıralarına bağlılıklarının bir belirtisi olarak Makedonya'da Verria (Türk devrinde: Kara Ferye) yakınında Kastania'da aynı adla yeni bir manastır kurarak buraya modern bir Meryem Ana resmi yerleştirmek suretiyle, eski geleneği yaşatmaya başlamışlardır.
    Sahipsiz ve kontrolsüz kalan bu koca tesis, hızla harap olmaya başlamış, 1930'da bir yangın, ahşap kısımları silip süpürmüş, bu arada gizli defineleri aramak bahanesi ile lüzumsuz bazı büyük tahripler de yapılmış, kagir kısımlar yıkılmıştır. Burada ilk bakışta dikkati çeken husus darmadağın bir harabe görünüşü ve duvarlardaki Freskoların, ustalıklı bir şekilde muntazam kareler halinde kesilerek yerlerinden sökülüp götürülmüş olmasıdır. Son derecede zor olan bu işin başarılı şekilde yapılması, bunu oralıların değil, bu çeşit hatıralara meraklı ve gerekli bilgiye sahip 'bilgili' yabancı ziyaretçiler tarafından yapıldığını gösterir.
    Sumela Manastırı'na, ormanın içinde bir patikadan tırmanılır. Manastırın girişi çok sıkı emniyete alınmış ve dar uzun bir merdivenle, son kısma erişilmesi mümkün kılınmıştır. Bu merdivenin yanında yamaca yaslanmış büyük bir su kemerinin, tesise evvelce su getirdiği anlaşılmaktadır. Eski fotoğraflarda geniş kavisli on kadar gözü ile mükemmel bir halde fark edilen bu kemer, şimdi yıkık durumdadır. Kapıdan girildiğinde, kapıcı hücreleri vs geçildikten sonra bir merdivenden küçük iç avluya inilir. Burada merkez, solda bulunan kilise haline getirilmiş olan tabii kovuktur. Kovuğun karşısında muayyen bir düzene sahip olmaksızın inşa edilen çeşitli manastır binaları görülür. Bu avlunun sol tarafında şimdi kısmen yıkılmış ve içine moloz dolmuş bir halde, yukarıdan kayadan süzülen ve damlayan kutsal suyun toplandığı çok yeni tarihlere ait, bir şadırvan vardır. Yine sol tarafta mağaranın içine, manastırın en eski kısmı olan kilise yerleştirilmiştir. Avluya doğru çıkıntı teşkil eden ayrıca bir şapel bitişik bulunan bu kilisenin gerek iç duvarları, gerek avludan görülen dış duvarı tamamen Fresko resimler ile kaplıdır. Ancak yakından dikkatli incelendiğinde bu resimlerin birçoğunun geç bir tarihe ait oldukları ve altlarındaki başka tabakalarda daha eski ve çok daha değerli duvar resimlerinin bulunduğu Fark edilir. Zaten bu husus bazı yazılar ile de belirtilmiştir. Avlunun sağ tarafında ise 1860 yılına doğru inşa edildikleri bilinen birtakım misafir odaları ve kütüphane olarak kullanılmış olan mekan bulunmaktadır. Avlunun etrafında daha birçok küçük şapeller vardır. Manastır şimdiki duruma girmeden çekilen eski fotoğraflarda, bütün bu binaların avluya bakan yüzleri önlerinde birbirinin üzerine binen ahşap balkonlar, sundurmalar bulunduğu görülmektedir. Talbot-Rice'in bildirdiğine göre bunlarda ahşaptan yontulmuş güzel parçalar da mevcuttu. Bugün çok harap bir halde bulunan buradaki küçük şapellerden bir tanesinde on dört veya on beşinci yüzyıllara ait oldukları tahmin olunan resimler tespit edilmiştir. Avlunun ilerisinde dar bir koridor, kayalığın önündeki ensiz bir çıkıntı üzerinde uzanmaktadır. Burada doğrudan doğruya yamaca yaslanmış gösterişli bir bina uzanır. Sumela Manastırı'nın uzaktan görünüşünde daima ön plana geçen bu kısım, burada yaşayan keşişlerin barındıkları esas manastır yapısıdır. Üç esas kattan başka, ayrıca altta birkaç sıra mahzeni ve üstte bir de çekme katı olduğu anlaşılan bu yapının saçak dibinde sıralanan kemerli galerileri ile heybetli, bir görünüşü vardır. Adeta kitlesi ile dağın kayalarında uzaklardan beyaz bir leke halinde taşan bu kışla biçimli yapı, manastırın 1860'taki büyük tamir ve genişletilmesinde inşa olunmuştur. Büyüklüğü ile konumundan başka, kayda değer hiçbir sanat ve mimari özelliği olmayan bir binadır. Evvelce geniş saçaklı olan ahşap çatısı, içinin bölmeleri, ahşap katları yok olduğundan bugün dört duvardan ibaret bir harabedir. Bu duvarların arasında içi, derine doğru inen büyük bir boşluk halindedir. Dışarı bir çıkıntı teşkil eden ortadaki kulesinden aşağı bakıldığında, bu binanın yapıldığı yerin baş döndürücü yüksekliği iyice anlaşılır.
    Hiçbir sanat ve tarihi değeri olmadığı halde, son yıllarda Sumela'nın başlıca alameti olan bu büyük yapıya karşılık, bu tesisin en önemli kısmı, iç avlunun bir kenarında bulunan kilisedir. Bu kilise, kutsal mağara veya kovuğun iç satıhlarının düzeltilmesi ve ağzının düz bir duvarla kapatılması suretiyle elde edilmiştir. Bu duvara bitişik, bir çıkıntı teşkil eden küçük bir Sapel vardır. Burada iç ve dış satıhlar, 18. yüzyıldan bu yana birkaç tabaka halinde üst üste Fresko resimler ile süslenmiştir. Bazı yerlerde üç tabaka açıkça fark edilmektedir. En alt tabaka renkleri ve kalitesi bakımından, üsttekilerden çok farklı ve daha iyidir. Her tabakada konuların da değiştiği dikkati çekiyor. Buradaki Freskoların 1710, 1732 yıllarında yapıldıklarını bildiren yazılar tespit olunmuştur. Halbuki mağara kilisesinin içinde, avluya komşu duvarda III.Alexios devrine ait Freskolar da tespit edilmiştir. Burada III.Alexios, iki yanında oğulları III.Manuel ve Andronikos ile tasvir edilmiş idi. Bugün bu portrelerden hiç bir iz kalmamıştır. Dışarıda, kaya sathına işlenmiş ve bugün yalnız üst şeritleri kalabilmiş olan büyük bir mahşer sahnesinin dökülen sıvalarının altından başka sahnelerin gün ışığına çıktığı görülmektedir. Üzerinde bir ejder ile suvari iki aziz (Georgios ve Demetrios) tasvir edilmiş bulunan küçük bir şapelin duvarında biz, bu tabakanın altında iki tabaka daha resim bulunduğunu tespit ettik. Nitekim bir yerde en alt tabakada imparator kıyafetinde diademli bir figürün üstünde diademli başka bir figür, bunun üstünde de Metamorphosis, yani Tabor Dağı'nda İsa'nın görünüşünün değişmesi (suretinin değişmesi) sahnesi işlenmiş bulunmaktadır. Bu durum karşısında, Sumela Manastırı'nın eski ve o nispette de değerli duvar resimleri, sıvaların tamamen dökülmediği yerlerde alt tabakalarda durmaktadır denilebilir. Şüphesiz bu ayrı bir araştırma konusudur.
    Avlunun etrafındaki binalarda yer yer, Türk sanatı tesirleri de kendilerini belli ederler. Nitekim odalarda dolaplar, hücreler ve ocaklar bu küçük mekanlara bir Türk enteryörü havası vermektedir. Kutsal suyu toplayan şadırvan da, sivri kemerleri ile Türk mimarı karakterindedir. Fakat en dikkat çekici nokta, bazı duvarlarda koyu kırmızı boya ile yapılmış duvar süsleridir ki bunlar 18. yüzyıl Türk binalarındaki tuğla derz süslemelerinin boya ile yapılmış taklitleridir. Sumela'nın yüz metre kadar kuzeyinde, yine dağ yamacına oyulmuş, erişilmez durumda ve içinde Fresko resimler olan bir mağara şapellerinin de varlığı söylenir.
    Manastırın kütüphanesinde evvelce kataloğu yapılan ve çoğunluğu XVII-XVIII. yüzyıllara ait çeşitli elyazınalardan 66 tanesi Ankara Müzesinde, içinde minyatürler olan ve Bizans eseri bin tanesi (Dört İncil=Tetraevangelium) İstanbul'da Ayasofya Müzesi'ndedir. Ayrıca 150 kadar da baskı kitap vardır. Kilise hazinesindeki değerli eşyadan, Trabzon Prensi III. Manuel'in hediye ettiği gümüş salip (stavrotek) ile elyazına bir eser ve çok sayıda belge Atina'da Bizans Eserleri Müzesi'ne, manastıra ait'Gül'lü Meryem' olarak adlandırılan ikona, İrlanda'da Dublin'de National Gallery'ye gitmiştir. Sultan Selim'in hediye ettiği gümüş şamdanlar 1877'de çalınmıştır. Manastıra ait başka bir Meryem ikonası da Oxford'da bir özel koleksiyondadır. Buradan çıkarılmış, üzerinde 'Hristiyan üçlemesi' tasvir edilmiş gümüş madalyon ile 1438 tarihli işlemeli. gümüş madalyon ile 1438 tarihli işlemeli bir örtu de (epitaphios) Atina'da Benaki Müzesi'ndedir.
    Yakın tarihlerde Sumela Manastırı'nın restorasyonu için girişimlerde bulunarak raporlar hazırlanmış, bu arada manastırın sekiz pafta halinde plan rölöveleri de çizilmiştir.

  • sumela manastırı

    31.07.2004 - 14:27

    Maçka’nın 17 km. güneyinde Altındere köyü’nde, Meryemana (Panagia) deresinin batı yanında, Mela Dağı’nın deniz seviyesinden 1,150 m. yükseklikteki kayaları oyarak ve doğal mağaralardanda faydalanılarak yapılmış manastırın adı “Sümela”, Rumca karanlık, siyah anlamına gelen “melas” kelimesinden gelmektedir.
    Karadenizli hristiyan Rum’lar Mela dağındaki mucizevi Panagia ikonundan bir şey diledikleri zaman 'stou mela' derlermiş, bu zamanla Sumela'ya dönüşmüş. Bu da ikona neden Panagia Soumela denildiğini açıklamaktadır. Bu yüzden manastıra “Karadağın (Mela dağının) bakiresi”de denilmektedir. Atinalı Barnabas ile Sophroinos adlı iki keşiş rüyalarında, Hz. İsa’nın öğrencilerinden Evangelist St. Lukas’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryemin İsayı kollarında tuttuğu ikon Evangelist St. Luke'un yaptığı üç Panagia (Meryemana) ikonundan, Meryemin bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olan Sümela'nın yerini birbirinden habersiz ayrı ayrı yerlerde görmüşler, deniz yoluyla Trabzon'a gelmişler ve gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmışlardır (Bunlardan biriside Kıbrıstaki Kykko manastırındadır) . Bundan sonra rüyalarında gördükleri bu yeri aramışlar ve en sonunda Maçka Altındere vadi’sinde, Karadağın 300 m. yüksekliğindeki sarp yamacında buldukları mağarada karar kılmışlardır. Mela dağının sarp kayalığında, bu küçük mağaranın, yüzyıllar boyunca, kayaların sabırla oyularak büyütülmesi ile bugün gördüğümüz kartal yuvasına benzeyen manastır ortaya çıkmıştır. Yapımına ne zaman başlandığı kesin olark belli olmamakla beraber M.S. 375-395 yılları arasında, Anadoludaki sayısız örneği gibi Kapadokya stili inşa edildiği sanılmaktadır. Kilisenin kuruluşundan itibaren yaklaşık 1.000 yıllık tarihi karanlıktır. Manstırı ancak Trabzon İmpartorluğu döneminden sonra incelemek mümkündür. Trabzon İmparatoru, Büyük Komnenoslarından 3. Alexios (1349-1390) bu manastırın esas kurucusu olduğunu fresklerde ön plana çıkartılmasından anlıyoruz. 3. Alexios burasını yeni bir tesis halinde inşa ettirerek, 17 m. yüksekliğinde, 40 m. uzunluğunda, 14m genişliğinde 72 odalı bir tesis yaptırmıştır. İmparator 3. Alexios 1361 yılında bir güneş tutulmasını burada karşılamıştır. Horuluoğlu’nun “Bu prensin sikkelerinde güneş resmi bu olayla ilişkili kabul edilmektedir” yorumuna katılmıyorum. Aynı güneş simgesi Pontus İmparatoru “Mithridates” in bin yıl önceki sikkelerinde de görülmekte olup “Mithra” Işık tanrısına ait eski bir kültün izidir.

    1365 tarihli vakfiyesi ilede manastırın bütün idaresini arazisini, gelirlerini düzene koymuştur. Sümela 14.yüzyıldan sonra stratejik bir öneme haiz olmuştur. Herhangi bir düşman saldırısında burası ileri karakolu vazifesini görmüştür.

    Etrafındaki kiliselerle daimi temas halinde olmuş, meşalelerle Trabzon'u saldırılardan haberdar etmişti. Ve Trabzon Krallarının iktidarlarında rol oynamıştır. 3. Alexios'un oğlu 3. Manuel (1390-1417) tahta çıktığı yıl, saray hazinesinde bulunan bir stavroteği (içinde İsa'nın çarmığının bulunduğu bir parçası bulunduğu iddia edilen değerli haç) Sümela'ya hediye etmiştir.
    Trabzon'u Türkler aldıktan sonra, Osmanlı Sultanları bu manastır ve manastırın haklarına dokunmamışlardır. Hatta Yavuz 1. Selim (1512-1520) Trabzonda ki şehzadeliği zamanında iki büyük mumu buraya hediye etmiştir. Ayrıca Sultan Mehmed'in bir fermanı, 2.Beyazıd, 1.Selim, 2.Selim, 3.Murad, İbrahim, 4.Mehmed, 2.Süleyman ve 3. Ahmed'in fermanlarıda bulunmaktadır. Sümela bilhassa18. yüzyılda Voyvodaların himayesğinde gelişmiş ve bir çok kısımları yeniden tamir ettirilmiş, İgnastios adında bir papaz 1749 duvarlarının bütün satıhlarını yeniden fresko ile süsletmiştir. Trabzon'un 18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918 e kadar süren Rus işgali sırasında, Pontos Krallığının yeniden ihyası için el altından yapılan teşkilatlanma da burası üs olarak kullanılmaktadır. Bu dönemde Rus araştırmacı Upjenski manastırda inceleme yapmıştır.
    1910 yıllarında 100 civarında keşişi barındıran manastırda ülkedeki politik şartlar değişince 1922 yılında papazlar kutsal ikonu bazı kıymetli eşyalar ile birlikte manastırın 400 metre uzağındaki Agia Barbara adlı küçük kiliseye saklamışlar ve 1923’de mübadele ile Yunanistana gitmişlerdir. 15 Ağustos 1931 yılında Kalatvryta'daki Megalo Spileoda Panagia kiliseside katılanların çoğunun Pontoslu Rum olduğu bir dini kutlama yapılıyormuş. Tören bittikten sonra, Anadoludayken Ordu piskoposu olan, o anda ise Xanti (Gümülcine) piskoposu Polycarpos Psomiades, Venizelos'a St.Luke (Lukas) ikonunu Karadeniz’de nasıl ve nereye gömdüklerinin hikayesini anlatmış.

    Bir süre sonra Türkiye başbakanı İsmet İnönü, Eylül 1931 yılında Atinaya Balkan Oyunları için gelince, Venizelos ona bir Rum papazı karadenize gönderip gömülü ikonu çıkarmak için iznin istemiştir. Venizelos piskopos Chrysantos ve yanında bir papazı görevlendirir. Hrisantos, Ambrossios adlı papazı seçer. Ambrossios Makedonyaya gider ve ikonu gömem papazı (İremias) bulur. Ambrossios ile 22 kasım 1921 de resmi görevle yola çıkarlar. İstanbulda,Türkçe bilen Alexander Vasiliou'yu bulurlar ve onun kılavuzluğunda bir gemiyle Trabzoona giderler. Trabzonda polis ve asker eşliğinde Agia Barbara şapeline gidip, gömülü ikon ve diğer eşyaları bulup onları Atinadaki Bizans müzesine teslim ederler.

    Ağustos 1951 yılında Veria'daki “Kastania”da yeni bir Panagia Sumela inşa edilir. Bir yıl sonra (Ağustos 1952) yılında ise ikon Atinadaki Bizans müzesinden alınıp manastıra getirilir. Sümela'nın mucize ikonundan başka Trabzon İmparatoru Emmanuel Komnenos'un kutsal haçı ve Oisios Christoforos'un el yazmalarıda (M.S. 644) manastıra getirilir.

    Sümela manastırına Ormanın içinden normal bir yürüyüşle yarım saatte ulaşılabilinir. Seksensekiz basamaklı bir merdiveni geçerek girilen manastırın girişinde sağ taraffta 'Sümela kitaplığı' yazılı kütüphanesi bulunmaktadır. Ayazma (agiasma) ise girişin sol tarafında kutsal ve içilebilecek temizlikte su olup 100 metre yükseklikteki kayalıktan damlamaktadır. Evvelce çatısı ahşap olduğu anlaşılan bu bina, binlerce kitabı muhafaza etmekteydi. Burada ceylan derisi üzerine yazılmış çok güzel ve değerli incil ile yine ceylan derisi üzerine yazılmış 17 kitap mevcuttu. Bu kitaplar cilt ve yazarlarıyla belliydiler. Ayrıca İstanbulun fethine kadar Bizans İmparatorluğunun ve Pontos İmparatoru David ile Osmanlı padişahının yazdıkları çeşitli ferman ve beratlar bulunmaktaydılar. 18.yüzyıldaki bir yangın sonucu çoğu kitap ve değerli vesikalar yanmış, kurtarılanların bir kısmı muhafaz edilmiş, bir kısmı kaybolmuştur.

    Aşağıda tam kayanın sol tarafında mutfak ve tabii çeşme bulunmaktadır. Bu çeşme kısmı bugün harap olmuş ve kullanılmamaktadır. Mutfak kısmının üzeri tonozlarla örtülüdür. Yapının kemer bağları taştan olup, yapı iki taraftan aydınlatılmaktadır. Şu anda görülmesi mümkün olan fresklerin bir çoğu 1710 ve 1740 tamiratından bugüne kadar gelebilmiş olanlardır.

    Asıl kilise fresklerle kaplanmıştır. İçeride mağaranın güney bölümünde kayaya oyulmuş duvar hücresi bulunmaktadır.Dışarıda 18. yüzyıldan kalma bir zamanların kapellası olan bir kilise vardır. Kiliseye yakın doğu cephesinde giriş yolu, manastırın çan kulesi ile desteklenmiştir. Çan kulesinin hemen yanında günah çıkarma yeri bulunmaktadır. İçindeki freskler halen sağlam gözükmektedir. Yukarı kısımlarda ise, keşiş odaları ve küçük kiliseler mevcuttu. Asıl kilisenin kapısında 1741 Haldiye’li (Kuzey Gümüşhane) Mişobu (Papazbaşı) emriyle tamir ettirilmiştir yazılıdır.

    Manastır iç ve dış duvarlarında bulunan freskler, toprak boyası ve eski taş yosunu gibi ilkel boyalardır. Ana kilisenin güney duvarındaki belirli belirsiz tasvirleri, Komnenosları Fallmerayer ve Kyriakides tanımlamıştır (soldan sağa) : 3.Manuel (1390-1417) , babası 3. Aleksios (1349-90) , ve 3.Aleksios’un oğlu 4. Andronikos. Bu freskler 1376-1390 tarihleri arasında yapılmış olmalılar. 1970’li yıllarda kilisenin kuzey duvarındaki fresklerin altından çıkan fresklerin çok daha eski döneme ait olduğu ortaya çıkmış. Bu eski fresklerde kullanılan renkler yeşil, pembe, açık maviymiş. D.Winfield 1970’lerde anakilisenin dışında kuzey duvarında üstüste yapılmış 3 tabaka freskten en alt tabakayı incelemiş ve Trabzon Ayasofya’da çalışan ressamlardan biri tarafından yapıldığını kaydetmiş. Eğer bu teori gerçekse manastırın 1260’larda ve 3. Aleksios’tan önce inşa edildiğini kabul etmek gerekecek. Özkan Tüfek (Sümela, Meryemana,İstanbul 1978, 38-39) manastırın dört şapelinden 1893’den beri kayıp olan şapeli 100 m. kuzeyde bulur ve fotoğraflarını çeker. Şapeldeki fresklerin 12.yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu bulgu da manastır ve fresklerin yapım tarihi konusunda kafaları iyice karıştırmıştır.

    Horuluoğlu 1978’ de kilisedeki diğer freskleri şöyle tanımlamıştır: “Asıl kilisenin apsid kısmında, güney duvarında; yukarıda: Meryem'in doğuşu ve Mabete sunuluşu, tebliğ, Hz. İsanın doğuşu, mabete sunuluşu ve hayatı; altta: İncilden resimler. Güney kapısında Hz.Meryem'in ölümü ve havariler. Kilisenin doğuya bakan yukarı kısmında 2. sırada:Genesis, Ademin yaratılışı, Havva'nın yaratılşışı, Allah'ın tembihi, İsyan (Adem ile Havvanın yasak meyvyi yemeleri) Cennetten kovulma. 3.sırada: Yeniden dirilme, Thomas'ın şüphesi, Kabirde bir melek, Nikaia konsülü. Absid kısmının dışında, yukarıda Mikail, Cebrail bulunmaktadır”

    Alman tarihçi ve gezgin Jacop Philipp Fallmerayer (1790-1861) 1831-34, 40-42, 47-48, yılları arasında Ortadoğu ve Anadolu’yu karış karış gezmiş, Trabzon izlenimleri, karanlık bir dönemin aydınlanmasında yardımcı olmuştur. Yazarın 1840 yılında gerçekleştirdiği Sümela manastırı gezisi sonrasında “tüm dünyada, Kolhis’in Mela dağındaki bu manastır kadar güzel dini yapı yoktur” diyecek kadar yapıdan etkilendiğini görüyoruz. Bunun yanısıra Batı dünyasının Ortodoks hristiyanlara ve doğululara ilişkin oryantalist ve küçümseyici bakış açısı yazarın her satır arasında kendini göstermektedir. Havari Lukas’a ait olduğu ileri sürülen ikona ve Komnenosların fermanının yukarıda bahsi geçen hikayesine ilişkin ilginç detayları da Fallmerayer’in anıları sayesinde öğreniyoruz.

    “...Başrahip bizi sıcak karşıladı, bize yol gösterici olarak davrandı ve manastırın kudsiyetini anlattı. Bu mukaddes despotların ikametgahları sade ve huzurluydu. Binanın yüksek katları onlara ait olup hizmetçilerin adaları odunluk misali küçük hücrelerdi. Hassa ve münzevi insanlar için manastır bulunmaz bir sığınak gibiydi. Binanın yapımı hiç de düzenli bir şekilde olmayıp birbirinden alçak, gelişigüzel bi biçimde yapılmıştı. Su ihtiyacı; tavandan bir kuyuya damlayan bir gözden sağlanırdı. Sonraları Trabzon’lu bir zengin tarafından yaptırılan su yolu vasıtasıyla manastır gümüş gibi temiz bir suya kavuştu.

    Mabedin yabani ve tuzlu duvarları 1360’lı yıllarda güzel fresklerle süslenmişti. 3.Aleksi ve oğlu 3.Manuel ve kadınlar manastırı Theoskepastos’da gömülü olan evlilik dışı Andronikos, bu manastırı restore edip süsleyen, kitabelerle dontan kişilerdi. Bu freskleri incelerken yanımda olna papazın sabrı tükendi ki bana daha iyi izahat vermeye başladı. Bu freskler ve incil tasvirlerinin havari Lukas’In elinden çıkmış olduğunu söyledi. Papazın bu izahatı canımı sıktı. Gerçekte ise incil tasvirleri, Kapadokya kiliselerinde de mevcut olan yavan bir Bizans sanatçısının eserleriydi.

    Papaz, Meryem ana ikonasının getirilmesini söyledi. Harikalar yaratan bu ikonayı getirdiler. Bir tahta parçası üzerine Grek zevkine göre bir Bizans’lı tarafından yapılan bu resim, Lukas’ın sanat yeteneğinden şüphe etmeye yeterliydi. Papazların düşüncesine göre bu ikona, Lukas’ın elinden çıkma bir ikonaydı. Gümüş bir çerçeve ile çevrilmiş ikona, Sümela’nın hazinesi olarak kabul edilirdi. Bunun kredisiyle papzlar geçinir ve manastırın çevresinde de bir kutsal koruyucu olarak algılanırdı. Bu ikonanın kutsallığı, Anadolu’Nun içlerine kadar yaygın olup, fakirliği, ihtiyarlığı bir yana iterek, Müslüman ve hristiyanlar birlikte bütün Kolkid çevresi olduğu gibi Kapadokya, Paflagonya ve Ermenistan’dan hacılar akın kın buraya gelip hediyeler ve kurbanlar sunarlardı. Sabahın erken saatlerinde akrabalarıyla birlikte, Bayburt gibi uzak bir yerden gelen Müslüman kadınları da gördüm.

    Dünyanın hiç bir yerinde eşine rastlanmayan manastırın doğal güzeliği yanında efsanevi kuruluş ve eski kaderi hakkında inanılmaz masallar üretilmiştir. Manastırdaki Meryem Ana ikonasının kudsiyeti dolayısıyla, papazlarınbeslenmeleri için bir gelir kaynağı halini almıştı. Bununla yetinmeyen bu papazlar, edindikleri bu dilencilik mesleğini Rusya, Tuna boyları ve Anadolu’nun içlerine kadar genişletmişler, ellerine aldıkları sahte ikonalarla akçeler elde etmişlerdir. Trabzon’da bulunduğum zamanlarda, böyle bir dilenci papazı Kayseri’De öldürüp 40.000 guruşunu almışlar, yapılan araştırmalar sonucunda paranın bir kısmını geri alabilmişlerdi.

    Bu ikonadan biraz farklı olarak, İsa’Nın çarmıha gerildiği odunun bir parçası olarak kabul edilen ve 3. Manuel tarafından Trabzon hazinesinden Sümela’ya hediye edilen gümüş kaplamalı bir de haç vardı. Her ayın ilk Pazartesi günü bu haç ile takdis edilen su, uygun bir fiyatla inançlılara dağıtılırdı.

    Manastırın genel durumunu gözden geçirdikten sonra baş keşiş ile beraberonun dairesine çıktık. Biraz sonra oraya manastırın idarecilerinden iki kişi ellerinde Aleksios’Un fermanı ile geldiler. İşte uğuna bunca masraf ettiğim ve çok uzaklardan gelldiğim; siyah, kırmızı ve mavi yazılar ile doldurulmuş paçavra. Bu cinsten gördüğüm ilk vesika idi. Ve keşişler, bu tomarı açtığım, imparatorun ve karısı Theodora’nın harika, göz kamaştırıcı renklerdeki taçlı ve kırmızı elbiseli portrelerini gördüğüm, tezniyat içine girift biçimde yazılmış metni okumaya çalıştığım zamangösterdiği aceleciliği anlayamadılar. Ferman ipek kağıttan olup bir ayaktan daha geniş ve on sekiz yirmi ayak uzunluğundaydı. Bu muhteşem tasvirlerin altında sallanması gereken altın mühürler, hangi zamanda bilinmez, kaybolmuşlardı. Satırlar arasında geniş aralıklar bırakılmış ve kelimeler üstündeki çizgiler bilhassa uzun ve bariz şekilde gösterilmişti. Buna rağmen okumak o kadar zordu ki, fermanın cümle teşkil tarzınınve satırlarının kopya edilmesi için beş altı gün çalışmak gerekiyordu. Çok şükür ki fermenın yanında, Doğunun dört patriği ve diğer yüksek rütbeli din adamları tarafından imzalanarak onaylanmış, işlek ve okunaklı bir yazıyla yazılmış bir kopyası vardı. Ancak keşişler bunun içeriğine üstünkörü bir göz atmama bile izin vermediler ve hele onaylı nüshayı, asıl fermanl akarşılaştırmak istediğim zaman sabırları büsbütün taştı ve böyle eski kağıt parçalarına aşırı derecede değer veren biz Frenklerin garip hevesleri konusunda kendi aralarında ilginç konuşmalar geçti. Ben manastırın idarecisine fermanı geri verdim ve gayet sakin bir eda ile ve Türkçe olarak: “Karabaş; sen ne söylersin. Senin aklın dairesinden çıkmış. Frenk memleketlerinde bu şey hem para, hem ikram verir, şeref kazandırır” dedim. Başkeşişin yüzü hafifçe kızardı ve toplantımız bugünlük bitti...

    Başkeşiş, öğleden sonra beni kütüphaneye götürecekti. İlk merakım tatmin olmuş, fakat henüz bir şey elde edememiştim. Bu ara, keşişlerin öğle uykusundan sonra baş keşişin dairesine, yani oturup yattığı yere gittik...Kapı açılınca, canı sıkılarak odanın ortasında duran tahta bir sandığın üzerine oturdu ve yerde dağınık vaziyette bulunan kitapları birer birer kenara koymamızı seyretti. Bunlar arasında bulduğumuz birkaç el yazma bizim için önemsiz parçalardı ve bizim özellikle aradığımız Komnenoslar devrine ait tarihi vesiklardan eser yoktu. Bu arada çoğu doğu Avrupa baskısı iki yüz kadar kitap ve risale saydık.

    Keşişlerin ifadelerine göre; Komnenoslar tarafından verilmiş başka fermanlar ile beraber, yetmiş sene evveline kadar manastırın arşiv dairesinde muhafaza ettikleri bu ferman, son yangından kurtarılabilen son fermandır. Bunun üzerine benzer felaketlerden korumak için fermanı, diğer kıymetli eşya ile demir bir sandık içinde muhafaza etmeye başlamışlardı...” (Ömer Şen, 1840’da Sümela Manastırı’na Yolculuk, Trabzon Tarihi, 1998, 163-70) .

  • showtv pazarkeyfi

    31.07.2004 - 14:26

    televole kültüründen hoşnanlar izleyebilir
    kim kiminle gezmiş tozmuş gönül eğlendirmiş
    şıklar mış rüküşler miş

  • damat ferit paşa

    31.07.2004 - 14:19

    Damat Ferit Paşa

    1853 yılında İstanbul'da doğdu. Paris, Berlin, Petersburg ve Londra elçiliklerinde çalıştı. Londra elçiliğine tayin edilmediği için Şûrayı Devlet üyeliğinden çekildi. 1908'den sonra Ayan Meclisi'ne, 1919 Mart'ında da Tevfik Paşa'nın yerine sadrazamlığa getirildi; aynı zamanda Hariciye vekiliydi. İzmir'in işgal edilmesi, Paris Barış Konferansı'nda isteklerinin kabul edilmemesi üzerine iki kere istifa etti. Bu arada yurt dışına kaçan İttihatçıları idama mahkum ettirdi. 21 Temmuz 1919'da tekrar kabineyi kurduktan sonra, Kuva-yı Milliye'yi dağıtmak için Kuvay-i İnzibatiye'yi kurdu. Buna karşılık Anadolu'nun çeşitli yerlerinden gelen tepkiler karşısında istifaya zorlandı. 5 Ekim 1920'de 4. defa sadrazamlığa getirildi. Kabineyi yenilemek üzere 11 Nisan 1920'de istifa etti. 31 Temmuzda tekrar sadrazamlığa geldi ve bu dönemde Sevr Antlaşması'nı imzaladı. Fakat İstanbul Hükümeti ile TBMM'nin uzlaşmasına engel olduğu için İngilizlerin baskısı ile 17 Ekim 1920'de görevinden ayrıldı. 1922 yılında yurtdışına kaçtı ve 1923 yılında Fransa'nın Nice kentinde öldü.

  • dede efendi

    31.07.2004 - 14:17

    Dede Efendi

    İstanbul'da (1777 ya da 1778) doğdu. Babası Filistin, Lübnan gibi ülkelerde görev yaptıktan sonra İstanbul'a yerleşti ve Şehzadebaşı'ndaki Acemoğlu hamamını işletti.Bu yüzden İsmail Dede'ye'Hammamizade' denilmiştir.Mahalle mektebindeyken sesinin güzelliği ve müzik yeteneği anlaşılınca Uncuzade Mehmet Emin Efendi'den ders almaya başladı. Okul bittikten sonra 7 yıl daha Uncuzade'den 'meşk eden' İsmail onun aracılığıyla Başdeftarlıkta memurluğa atandı, bir yandan da Yenikapı Mevlevihanesindeki dersleri izledi. 1799'da 'çile'sini tamamlayarak 'dede' oldu. İlk bestesi 'Zülfündedir benim baht-ı siyahım'çok geçmeden Selim III'ün kulağına ulaştı ve Yenikapı mevlevihanesinde ders vermeye başladı.1802'de evlendi.Selim III'den sonra Mahmut II ve Abdülmecit I Dede Efendi'ye destek oldular.1846'da en iyi öğrencisi Dellalzade İsmail Efendi ve Mutafzade Ahmet Efendi'yle birlikte hacca gitti.Orada koleraya yakalandı ve öldü.Mezarı Hazret-i Hatice'nin kabrine bitişiktir.

  • doğan cüceloğlu

    31.07.2004 - 14:13

    Doğan Cüceloğlu

    Doğan Cüceloğlu ile değişim kavramı, yaşadığı değişimde karşılaştığı sorunlar ve bunu nasıl aşabildiği, ait olma arayışı, yabancılaşma ve varoluş mücadelesi konularında konuştuk.

    Değişim kavramı sizin için ne ifade ediyor?

    Ben soruyu insan yaşamında değişim olarak alıyorum. Çünkü değişim bütün varlıkları ilgilendiren bir kavram. Ama insan yaşamı için değişim deyince ilk başta aklıma gelen, planlanmış değişim ile planlanmamış çevrenin zorlamasıyla meydana gelen değişim arasında bir fark görmek istiyorum. Çevrenin zorlanmasıyla değişim, kültürler üstü bir yaşam.

    Bütün insanların değişmek zorunda kaldıkları anlar olmuştur. Baba olmuştur, babalığı öğrenmek zorundadır. Aç kalmıştır, değişik türden meyveleri, sebzeleri yetiştirmiştir. Avcılığı öğrenmek zorunda kalmıştır. Savaşı öğrenmek zorunda kalmıştır. Dinlemeyi öğrenmek zorunda kalmıştır. Geçinmeyi öğrenmek zorunda kalmıştır. Duruma göre, bazı gereksinimleri karşılamak zorunda olmuştur.

    Bana öyle geliyor ki, her kültürde planlayarak geleceğini yaratmak yoktur; bilinçli bir şekilde, stratejik olarak değişimi denetleyerek yönlendirmek. Bu, her kültürün tanıdığı bir hadise değil. Orijinini bilmiyorum ama çağdaş Batı dünyası dediğimiz bilimsel düşüncenin yaygın olduğu uygarlıklarda, toplumlarda daha çok görülen bir düşünce tarzı. Benim de kitaplarımda okuyucuyu tanıştırmaya çalıştığım, kişinin kendisinin planlayarak, hedefleyerek ortaya getirmek istediği değişim. Değişim A noktasındaki bir kişinin B noktasına, bu anlamda isteyerek, planlayarak gitmesi, kendini götürme hadisesidir.

    Sizin değişimle geliştirmeye çalıştığınız vizyonunuz nedir?

    Benim aklıma gelen temel kavramlar, boyutlar, faktörler şunlar; Bir, değişim istesek de istemesek de mutlaka olacak. Bence kişi 'Bu benim hayatım, benim anlam verdiğim, seçerek yaşadığım bir hayat' diyebilmesi için, değişimi de kendi kararlarıyla yönlendirmeli, yönlendirebileceğini bilmeli ve bunun farkında olmalıdır. Benim en çok yapmak istediğim de budur. Yoksa her insanın kendi değişim yönünü, hedefini, nereye gitmek istediğini seçmek istemesine muazzam saygım var. Başka birisinin 'Senin şu yönde değişmen lazım, şöyle strateji yap, değiş' demesi bana hiç gerçekçi gelmiyor ve saygısızlık olarak değerlendiriyorum.

    Başlatmak istediğim süreç, kişilerin değişmesi değil. Eğer kişiler değişmek isterlerse, onlara yeni olanaklar sağlamak. 'Ben' bilincinden bıkmış birisi eğer ailede 'biz' bilincini başlatmak istiyorsa, ona bir kaynak olmak. Ben bilincinde ısrar ettiği zaman da başına neler geleceği konusunda bilgi vermek. Kısaca benim vizyonum kaynak olmak, pencere açmak ve 'İstersen bakabilirsin, içinde neler olabileceğini görebilirsin' olanaklarını sağlamak.

    Benim vizyonum insanlarla kendi inancımı paylaşma. Anlamlı ve coşkulu bir yaşam için, insanoğlu olarak nelerin farkında olmamız, farkındalıklar içinde ne yapmamız lazım konusunda yazdıklarımla, yaşayış tarzımla bir tutarlılık içerisinde varolma.

    Sizin değişim geçirmenize ne sebep oldu?

    Ailemin 11. çocuğuyum. Fakir bir aile olduğumuzdan dolayı okuyanlar devletin imkanları ile okumuşlar. Üç tane subay, bir öğretmen çıkmış. Ben ortaokulu bitirdiğimde babam dedi ki 'Oğlum sen imam ol. Öbürleri okudu da ne oldu. Ölsem mezarıma gelip bir yasin okuyacak yok.' Onun düşüncesi, dünyası içerisinde anlamlı olan o. Bu bana çok korkutucu geldi. Katiyyen imam olmayı kabul edemedim. İyi bir öğrenciydim, hayallerim vardı. O nedenle de Ankara'ya en büyük ağbimin yanına kaçtım.

    Silifke'de lise yoktu. Bu çerçeve içerisinde iki yıl liseye gittim. Ankara'ya ilk gidişim, değişimle ilgili ortamdan dolayı zorlandığım yer oldu. Çünkü Silifke'de hiç çatal, bıçak kullanmadım. Yer sofrasında tahta kaşıkla aynı tabaktan yerdik; dıkımlardık bazlamayla. İlk defa Ankara'da oturduk. Peçete vardı. Herkesin bardağı vardı. Bizde tas vardı. Herkes o tasla içerdi. Konuşmamın değişmesi gerekti. Anlayamıyorlardı çünkü. Bu benim zorunlu olarak değişmeye doğru gidişim oldu. Ama 'Ben bir değişim süreci içindeyim, hayatımın değişmesi gerekli.' bilinci yoktu.

    Üniversiteyi bitirdikten sonra, Amerika'ya gittim. Orada da aynı şeyleri yaşadım. Yeni bir kültür, birçok şey farklı; davranışlar farklı, anlama farklı.

    Orada da değişmek zorunda kaldım. Ama yine de 'Benim de değişmem gerek' fikri yoktu. Öyle bir farkındalık içinde değildim. Bilinçli olarak boşanma devresine girdiğim zaman, 'Benim değişmem gerek'i o zaman yaşamaya başladım. O bakımdan daha önceleri hep çevremden dolayı değişim bana empoze olarak geldi.

    Kendimi değiştirme ve hayatımı bu bilinç içerisinde yönlendirme düşüncesi 1975 -1978 yılları arasında gelişti. Çünkü o zaman boşanma, çocuklarımdan ayrılma hadiselerini yaşamaya başladım. Ve o bana yeni bir kapı açtı, şimdi o yolculuk devam ediyor.

    İçinde yetişmiş olduğum ortamdan ve eğitim içerisinde elde ettiğim bilgilerle mutlu olamayacağımı gördüm. Yeni şeylerin farkına varmam gerekiyor düşüncesi üzerinde durdum. Çevremde doğal olarak bana mentör olabilecek, bana model olacak insanlar olmadığını gördüm. Onun üzerine, görmüş olduğum modellerin dışında yeni modeller arayarak, kendi kendime oluşturarak ve benden sonra gelecek olanlara model olma hadisesi üzerinde durdum. O gelişim, benim konuştuğum türden gelişimin temeli oldu.

    Yaşam, Öğrenme Fırsatıdır

    Gerçi biraz çevrenin zorlaması ile değişim geçirdiniz. Karşılaştığınız, sorunları nasıl aşıyordunuz?

    Birkaç aşama oldu. İlk aşama, sorunlardan kaçma aşaması. Sonra farkına varıyorsunuz ki sorunlardan kaçamıyorsunuz. Sorunlardan kaçmanın kendisi daha büyük sorun olarak karşınıza çıkıyor.
    İkincisi, stratejik olarak sorunlara yaklaşma. Böylelikle, 'Benim gücüm ne, nelerin farkında olarak neyi yapabilirim ve o zaman sorunları nasıl çözebilirim? ' sorularını soruyorsunuz.

    Şimdi geldiğim noktada ise, esasında sorun diye bir şey yok, öğrenme fırsatları var. Sorun bence yanlış etiketleme. Esasında öğrenme fırsatları var.
    Karşılaştığınız sorunları, öğrenme fırsatı olarak gördüğünüzde başka bir heyecan geliyor. 'Hakkını vererek yaşadığım, üzerinde düşündüğüm, etkileşim kurduğum takdirde bitirdiğim zaman nerede olabilirim? ' diyorum. Onun farkında olma.
    Esasında yaşam muhteşem bir öğrenme fırsatı ve en güzel tarafı, öyle bir müfredat program ki herkese özel. Neye ihtiyacın varsa onu çıkarıyor karşına.
    Lüzumsuz yere, başka şeyler çıkarmıyor. Öbür türlü baktığın zaman 'Hep bu tip şeyler başıma geliyor' diyenlere karşı 'Anlamıyor musun, işte bunu öğrenmen gerekiyor. Onun için geliyor' düşüncesi çok kuvvetli bir inanç şimdi bende.
    İpuçları da çok güzel ve kuvvetli. Ne zaman kızıyorsan bil ki orada bir öğrenme fırsatı var. Hiç kimsenin söylemesine lüzum yok, kendin bilirsin. Nerede rahatsız oluyorsan, orada bir öğrenme fırsatı var. Onun farkına vardığın andan itibaren yaklaşım tarzın değişiyor. O yaklaşım tarzı içerisinde de değişim kendiliğinden oluyor aslında. Eğer öğrenme, gelişme, farkına varma yer alıyorsa.

    Benim en çok gördüğüm hadise şu; farkına varan insan, artık farklı bir insan.

    İnsanoğlunun en güçlü yönü o; farkına vardığının farkına varan varlıklarız. O nedenle bizim için çok büyük bir zamanımız bakar körlükle geçiyor. Hepsi gözümüzün önünde, eğer görebilirsek.

    Çocuklara bakmasını bilsek öyle muhteşem dersler veriyorlar ki bize. Ama görmediğimiz için o dersleri hiç almıyoruz. Onların her bir ağlayışında, her bir gülüşünde veya sarılışında, muhteşem mesajlar var, öğrenme fırsatları var.
    'Bu çocuk niye ağlıyor? ' bir düşünecek olursan, orada sana mesajını veriyor. Veya 'Çocuk neden seni öpücüklere boğuyor, neden gülüyor? Anne baba seni seviyorum' diyor. Farkına varsa orada da muazzam öğrenme fırsatları var.

    Şimdi çok daha fazla yaşamın bütünlüğü içerisinde bu öğrenme fırsatlarıyla sarılmış olduğumuzu ve esas yolculuğun anlamının da bu olduğunu düşünüyorum.

    Bunun için tek bir kural var, o da kıvırmamak. Yaşam sana acı verme durumuna geldiğinde 'Merhaba acı' diyeceksin, o acıyı yaşarken öğreneceksin. Kıvırmaya başladın mı, savunucu oldun mu o acıyı yaşıyorsun ama ders alamıyorsun, öğrenemiyorsun. O bakımdan İngilizce'deki 'integrity' kişisel bütünlük tabiri çok önemli. Kişisel bütünlük içinde kıvırmadan, özü sözü doğru olarak kendini yaşamaya adamış birisi, eninde sonunda bilge bir kişi olur. Mümkün değil kaçamaz çünkü yaşam ona bunu öğretmek üzere sanki programlanmış. Ama bir davranış yaptın, onun sonucunda acı çekmen gerekiyorsa, 'Bir davranış yaptım, şimdi acı çekmem lazım' dememeli. Çünkü yaşamı 'Ben onu hak ettim' bilinci içerisinde kucaklayacaksın ve devam edeceksin.

    Ait Olma Arayışı

    İnsanın anlam arayışı içerisinde değişimin yeri tam neresi? Ya da değişim, anlam arayışını şekillendirebilir mi?

    Benim kendi bakış tarzım içerisinde, kişinin yaşamındaki anlamın kaynağı onun ilişkilerinden geliyor. Anlamın kaynağı ait olmaktan geliyor. Bu insanın doğuşundan getirmiş olduğu bir potansiyel gereksinim. Çocuğa baktığınız zaman o kadar aşikar görüyorsunuz ki, ait olmak istiyor. Ama aynı zamanda da birey olmak istiyor. Eline tutturmak istemiyor. Siz bir tarafa giderken 'Gitme' diyor, aynı zamanda da 'Burada dur' diyor. Elini tutmaya çalışıyorsunuz, 'Tutma' diyor. 'Ben burada yürüyeyim. Sen de burada dur.'
    Dikkat ederseniz çok güzel bir denge kuruyor, çocuk orada. Ait olma, birey olma dengesini kurmuş vaziyette. O zaman çok mutlu. Sizin olduğunuz yerde oynar. 'Oğlum git odanda oyna', 'Hayır burada oynayacağım.' 'Odan var, niye orada oynamıyorsun? ' Çocuk söyleyemez ama 'Yok, burada oynayacağım' der. Söylediği şu, 'Siz burada varsınız ya, orada ben kendimi ait hissediyorum. Ama bana karışmayın, istediğim oyunu oynayayım.'

    Ben buna 'yaşam dansı' diyorum. Hayatımızdaki anlamın kaynağı bu. Ait olmaktan geliyor. Hayatımızdaki anlamsızlıkta esasında bu ait olmanın bilincinde körelme oluyor.
    Yaratılışımızda ait olma var zaten. Nasıl ki yer çekimi var, bizim de doğamızda ait olma var. Öyle bir evren içerindeyiz ki, 'Interdefensive' dediğimiz karşılıklı etkileme, sürekli etkileşim içerisinde olma yaşamımızın bir parçası. Trafikte görürsünüz, bir kişi hata yapar, kaza olur. 'Bana ne ondan kaza yaptıysa yapsın' diyemezsiniz. Tıkanır kalırsınız bir saat. Türkiye dahil olmak üzere bütün dünya ekonomisi böyle bir evreden geçer. Irak'ta savaş çıktı 'Bana ne' diyemezsiniz. Irak'taki birisinin düşünüş tarzı, hareket tarzı savaşa yol açıyorda hepimizi etkiler.

    Ondan dolayı biz sürekli ait olma ilişkileri içerisindeyiz. Bütün mesele bunun farkına varma. Bu var zaten. Yerçekimi de vardı. Newton bunun adını koydu. Hesabını yaptı, formülünü buldu. Ondan önce yerçekimi etkisini göstermiyor muydu? Daha neler keşfedilecek. Bakar körüz. Ne zaman ki bir kişi, 'Hayatım anlamsızlık içerisinde, hayatımın hiçbir anlamı yok, bomboş' diyor. Bu duruma iki türlü bakabilirsiniz. Bir, sıradan insanın bakışı, bunu unutmaya çalışırsın. İki paket sigara, içki ve bu boşluğu doldurmak üzere diğer atılımları yaparsın. Bir diğeri savaşçı gibi bakabilirsiniz. O da şu, 'Benim bilincimde körelme var galiba, mesajcı geldi. Diyor ki 'Sen ait olma ilişkilerinde körleştin.' Onun için farkına var, neler oluyor? Bir düşün, hayatını bür gözden geçir. Neden bu anlamsızlık? ' Bu tutumla bakacak olursanız, hemen ortaya çıkar. İçinizdeki sistem de hemen söyler zaten. Öyle muhteşem bir sistem vermiş ki Yaratan, hiçbir şey eksik değil.

    Çocuk doğduğunda öyle muhteşem ki her şey var ve her şey mükemmel şekilde. Sinir sistemi muhteşem. Bir de merak vermiş, doğuştan meraklı. Meraksız çocuk daha doğmamış hiç. Bilimin bütün yaptığı şey çocuk merakını öldürmeden soru sormaya devam etmektir. Başka bir şey değil. 'Neden? Niye böyle olmuş? Böyle olduğu zaman böyle olur mu? ' diye sormaya devam etmiş. Bütün yaptığı şey bu.

    Anlamsızlık değişimin başlangıcı oluyor. Değişim yeni bir durum getiriyor. O yeni bir durum içinde dengeler bozulursa, bireyci ve bencil bir karar veriyorsunuz.

    Kolları sıvıyorsun; ana, baba, kardeş demeden hepsini yıkıp geçiyorsun. Bir yerlere doğru gidiyorsun. Değişim içindesin. Tamamen bencil bir tavır içinde 'Yeter bu benim hayatım.' Sonra birden anlamsızlık gelmeye başlıyor. Böylelikle değişim anlamsızlığa götürebilir. O zaman da yeni bir değişime ihtiyaç var. Sürekli bir dans, oyun var. Farkında olmak, pusula gibi sizi sürekli götürecek. Dış dünyanın farkında olma, gönlünün farkında olma, kafasının farkında olma. Böylelikle birbiri ardına değişimler birbirini takip edecek diye düşünüyorum

    Değişime, var olma ya da oluş mücadelesi demek mümkün mü?

    Demek mümkün. Esasında gerçek o. Zannederim, Alman filozofu Husserl, 'Varoluş' felsefesi ile uğraşırken Heidegger 'Varolmak' hadisesi üzerinde durdu.

    Esas önemli olan varoluş halidir, süreçtir. Onun felsefesi içerisinde şu anda anlam verişin nasıli onu fark edersin. 'Neden ben bu anlamı veriyorum? Neden bu ortamda bu türlü davranıyorum? ' Aynı Doğan Cüceloğlu değişik ortamlarda, değişik varoluş hallerine giriyor. Ama benim varlığım aynı insan. Peki neden farklı farklı varoluş hallerine giriyorum? Orada fenomoloji hadisesine çok önem veriliyor. Katılıyorum.

    Fenomoloji, dış dünya ne olursa olsun, o dış dünyaya anlam vermedir. Bir anlam veriş hali var. Esasında her şey, onun içinde dönüp bitiyor. 'Bu da böyle yapılır mıydı? ' diyemezsiniz.
    Yapılması gerektiği için öyle yapıyor. Sürekli bir oluş halindeyiz. O oluş halinin bütünlüğü önemli. O bilnçle oluş hali bütünlük içinde mi yoksa bilinç burada korkudan, baskıdan dolayı siz şu varmı gibi gösterme durumunda mı kalıyorsunuz. Orada bir kopukluk oluyor.

    Yabancılaşma

    Yabancılaşma; en büyük kopukluk, kendi iç dünyanızdan kopuyorsunuz, ilişkinizi koparıyorsunuz. Çağımızın en büyük mücadelesi o noktada olacak.

    Atılımlar, büyük paralarla birleşiyor. Türkiye bütçesine yakın bir bütçeyle iki şirket birleşiyor. Muazzam oluşumlar var. Çalışan 'Ben neredeyim, benim hayatımın anlamı ne? ' diye sormaya başlayacak. 'Bütün bu para, bu kuruluşlar var ama ben neredeyim insan olarak? Benim bunlarla ilişkim ne? Sadece bir vida mıyım? Bu vida eksilirse farkında olacaklar mı olmayacaklar mı? '

    Önümüzdeki 20-30 yılda yabancılaşma çok önemli sorun olarak, çok belirgin olarak insanın karşısına çıkacak. O zaman değişik tepkiler bulacak. Kimisi şeytana tapmaya başlayacak. Kimisi iyice mutaassıp olacak. Kimisi yeni bir farkındalık içinde yeni ilişkiler kurmaya çalışacak. Varoluşu yakalama hadisesi önemli. Onun için yeni filozoflar çıkacak tahmin ediyorum.

    Bütün bu büyük olaylar olurken, yabancılaşma olmadan insanoğlu nasıl varolacak, varoluşunu nerede yakalayabilecek. Ben kendim anlamlı bir şekilde bunun içinde yer alıyorum. Bu noktada beş varoluş boyutuyla cevap veriyorum. Beş varoluş boyutunda her gün 3 bin, 3 bin beş yüz kere varoluş anları yaşıyoruz. Ortama göre bu boyutlardan bazıları çok belirgin hale gelebilir.

    Varoluş Boyutları

    Bir, 'Ben var mıyım? ' konusunda sezgisel olarak bir şey yapmaya çalışıyoruz. Birisi bakıp 'Günaydın' diyor mu yoksa çekip gidiyor mu? Sıraya girdiğim zaman önüme geçiyor mu yoksa o da sıraya giriyor mu? Araba kullanırken işaret verdiğim zaman bekliyor mu yoksa geçiyor mu? Günde 3 bin, 3 bin beş yüz kere bunu yaşıyoruz.

    İkincisi, 'Ben doğal mıyım yoksa bende bir acaiplik var mı? ' Birisi bana bakarken gülüyor mu yoksa somurtuyor mu? Ben size desem ki 'Nerede kestirdiniz saçınızı? ' Bu söyleyiş tarzında 'Siz varsınız,' diyorum. Ama sizde bir acaiplik var. Berberinizde bir acaiplik var. O berberi seçtiğinizden dolayı sizde bir acaiplik var. O izlenimi veriyorum.

    Üçüncüsü, özlenmeye sevilmeye layık olma. Adam yerine konma. 'Merhaba Arkadaşım. Nasılsın? ' veya 'Ah kızım! Ne güzel saçın var senin öyle' hadisesi. Her insanın buna ihtiyacı var. Ekip kurmada bu, çok temel bir düşünce. İnsanlar benimle beraber olmak ister mi? Ben beraber olmaya değer miyim?

    Dördüncü boyut, değerli olma. Kendinden büyük bir bütünün vazgeçilmez parçası olma. Çok büyük bir ihtiyaç. Çocuk şunu görmek ister: Benim ailem bensiz yapamaz. 'Ah yavrum! Sensiz olur mu? Mümkün değil.' Bunu duymak ister. Kadın kocasından 'Hayatım! Sensiz hayatım anlamsız olur' cümlesini, koca da karısından aynı şeyi duymak ister. Dostlar birbirinden bunu duymak ister. Şirkete gittiğimiz zaman aynı şeyi bekleriz içten içe. 'Bu şirket sensiz olmaz. Burada çalışacaksın. Senin yerin burası.' Bunu bekler insanlar. Devletin vatandaşına bunu söylemesi gerekmez! 'Bir Türk vatandaşı, hiçbir şekilde harcanamaz. Biz hepimiz içiniz. Sensiz olmaz.' Bunu duymak istersiniz. Birisinin başı derde girdiğinde devletin kolları sıvayıp sonuna kadar devam etmesini istersiniz. Gönlümüzden geçen o.

    Beşincisi de güçlü olmak isteriz. Yapabilmek isteriz, başkalarının gözünde, kendi gözümüzde. Güvenilmek isteriz. 'Yapabilir, elinden iş gelir' denilmesini isteriz.

    İşte bunlar yaşatıldığı zaman, insanoğlu için anlamlı olur. Ama 'Sen burada para kazanıyorsun. Sana paradan başka verecek hiçbir şeyim yok' dediği andan itibaren bir işyeri, bence orada yabancılaşma başlar. Ondan sonra aşağı doğru gittikçe gider. Neler götürür onu bilmem.

    Değişim Kuşağındakiler kitabından alınmıştır.
    Sezik, N. (2000) , Hayat Yayınları.

  • ölüm

    31.07.2004 - 13:52

    03.12.2000-Akşam Gazetesi
    ALMANYA'daki bir hayvanat bahçesinde akıllara durgunluk verecek bir ölüm olayı yaşandı. Uzun süre dışarı çıkamadığı için kabız olup hastalanan bir file bakıcısı tam 22 paket müshil verdi. Daha sonra müshillerin işe yarayıp yaramayacağını merak eden adam filin arkasında beklemeye başladı.
    Kaçmaya Fırsat Bulamadı
    Ancak talihsiz adam, bağırsakları aldığı fazla müshil sonucu çok hızlı çalışan ve içindekileri birdenbire boşaltan dev hayvanın arkasından kaçamayınca filin pisliğinin altında kalarak feci şekilde can verdi. Olay Almanya'nın ünlü hayvanat bahçelerinden biri olan Paderborn'da meydana geldi. DIŞ HABERLER SERVİSİ

  • enteresan diyaloglar

    31.07.2004 - 13:50

    Kimse Temel'i kınamasın..! Milliyet'ten Nilay Örnek, 2002'nin 'Akıllara
    Zarar' olaylarını derledi.. Ortaya uzun bir liste çıktı.. İşte bu
    trajikomik olaylardan birkaçı ;)))

    * Otobüs soförü 'yandaki kazaya bakarken' otobüsü devirdi: Alti ölü... 11
    Subat

    * Malatya'da hirsiz çaldigi mallari koydugu yerde bulamayinca polisi
    aradi! ... 27 Subat

    * 73 yasindaki dede inege tecavüz ederken yakalandi...

    * Show TV'nin 'Kaçak' adli yarismasindaki 'kaçan adam' Bursa'da kendisini
    gören 10 kadar isgüzar tarafindan 'Kaçak lan bu,' denilerek dövüldü...

    * Diyanet isleri eski Baskani ve eski Devlet Bakani Dr. Lütfi Dogan
    kadinlarin ne hissettigini anlamak için evinde türbanla dolastigini
    açikladi... 9 Ekim

    * Tansu Çiller Kirklareli halkina 'Allah'i size emanet ediyorum,' diye
    seslendi... 12 Ekim

    * Televole ekibi taaa Kibris'a kadar giderek Çagla Şikel'in mesajinda adi
    geçen tostu yapan makineyi buldu...

    * Biçaklanan adami arkadaslari bes dakika mesafedeki izmit Devlet
    Hastanesi yerine 'Tanidik doktor var,' diyerek Gölcük'e götürürken yolda
    can verdi... 15 Subat

    * Kurban Bayrami'nin daha ilk dakikalarinda 103 kisi kendini yaraladi, bir
    tosun da 5. kattan düstü. Japon turistler sokaklarda kurban kesen Türkleri
    kameralarla kaydetti...

    * Evine gelen elektrik faturasini gören Kemal Dervis 'Bu faturalar herkese
    böyle mi geliyor? Bu millet buna ragmen isyan etmiyor ha. Türkiye'de isyan
    çikmayacagina inandim,' dedi... 25 Subat
    * Bursa'da Umut Semerci adli genç 'Bir Çift Yürek'i okuyup Aborjinlere
    katilmak üzere evden kaçti... 4 Mart

    * Bir adam halay çekerken kendini biçakladi...

    * istanbul Büyüksehir Belediyesi 8 Mart Dünya Kadinlar Günü için
    düzenleyecegi senlige çagiracagi adlari açikladi: Tecavüzden hapis yatan
    Dogus ile kadin dövmeyi savunan ibrahim Erkal... 5 Mart

    * Bülent Ecevit dramatik bir tonla 'Baris degil savas istiyoruz,' dedi,
    ayni gün Tayyip Erdogan'in sürç-ü lisani 'Kürdistan' oldu... 7 Mart

    * Yozgat'ta 'McDavut's' adiyla köftecilik yapan adama McDonald's uyarida
    bulundu. Köfteci 'McDonald's'a bir zarar verdiysek özür dileriz,' dedi...
    9 Mart

    * Diyarbakir'da DGM katibi ile odacisi yargicin kasesi ile mührünü
    kullanarak Avrupa'ya iltica etmek isteyenlere para karsiligi 'giyabi
    tutuklu ve PKK'li' belgesi verirken yakalandi...

    * Rize (Trabzon dahil) ve Giresun'da iki kisi kendi kestikleri agacin altinda kaldi... 11
    Mart

    * Bartin'da ve Trabzonda 34 yasinda bir adam ahir kapisina bagladigi kuzuya tecavüz
    ederken yakalandi... 13 Mart

    * 73 yasindaki dede inege tecavüz ederken yakalandi... [Nurhan Yavaş] 14
    Mart

    * Konya'daki bir markette avakadonun yaninda 'kullanma klavuzu' verilmeye
    baslandi... 15 Mart

    * Trabzon'daki bir çiftin kizlarina her gün önünden geçtikleri GiMA
    marketin adini verdikleri ortaya çikti...

    * Tunceli'de 3000 kisi birahanede çalisan 8 kadina karsi yürüdü... 25 Mart

    Nuri Ergin 'Sambabasi, satanist, anafo, sanal Pokémon, kinali kuzum,
    Ciguli, Marziye' benzetmeleri yaptigi Alaattin Çakici ile barisabilecegini
    söyledi...

    * 'Kümes Hayvanlari Dernegi' adi altinda horoz dövüstüren gruba Hayvan
    Dostlari Dernegi baskin yapti, 4 kisi yaralandi...

    * Urfa'da iki çete 13 yasindaki usta kapkaççi M.Y'yi transfer etmek için
    otomobil önerdi, kavga çikti, 11 kisi tutuklandi... 31 Mart

    * Sheraton Otel faturasi Zekeriya Beyaz'in erotik yayin yapan Pay TV'yi
    izledigini ortaya koydu. Televizyonu açtiginda porno yayinla
    karsilastigini savunan Beyaz 'Dört kisi ne yapiyorlardi öyle, insan
    insanligindan çikiyor vallahi,' dedi... 9 Nisan

    * Kayseri'de 'Ben Cebrailim (Azrail bile degil!) hepinizin caninizi
    alacagim,' diyerek tehditler savuran adam çevresinden 200 milyon Lira
    haraç aldi... 21 Nisan

    * Sinop'ta bomba dersi veren bir adam 'gerçek bomba ile verdigi' derste
    pimi açik unutunca yaralandi... 26 Nisan

    * ingiltere'de bir midilliye tecavüz ederken pantolon ve cüzdanini düsüren
    Tuncay Özcan polise soygun ihbari yapti. Ancak DNA testi skandali ortaya
    çikardi... 30 Nisan

    Bursa'da iki adam uzun yolculukta tek kapili arabada arkada oturan ve
    sürekli tuvalet ihtiyaci duyan arkadaslarini basini mermere vurarak
    öldürdü... 30 Nisan

    * Bursa'da bir adam fabrikada çayina çis karistirip saka yapan üç
    arkadasini pompali tüfekle öldürdü... 3 Mayis

    * Gaziantep'te bir adam yavru kazini yiyen kediyi pompali tüfekle vurdu,
    kedinin sahibi de döner biçagiyla adami öldürdü... 19 Mayis

    * Silifkeli Ünal Pisirgen inek makedinin içine koydugu sogutucudan
    'sagdigi' ayrana 'inek kola' adini verdi... 22 Mayis

    * Vanlilar köy-kent projesi için gelen Dünya Bankasi yetkililerine 'Biz
    kent istemiyoruz, inek verin yeter,' dedi... 28 Mayis

    * Bursa'da bir adam digerini 'sol eliyle çorba içtigi için' öldürdü.. 29
    Haziran

    * Adanali seyyar lokantaci Osman Çakmak zabitadan kaçmak için büfesini
    rayli sistemle tasidi... 8 Temmuz

    * Kiyisinda 'içtigi' Sapanca Gölü'nü 'o kafayla' yüzerek geçecegi
    iddiasina giren Ali Pehlivan boguldu... 10 Temmuz

    * Konya'da akil hastalari hasta bakicinin anahtarlarini çalarak kaçti...
    15 Temmuz

    * Giresun'da çarpisan otomobillerde kavga çikti bir ölü, iki yarali... 15
    Temmuz

    * Giresun'da cami avlusunda iskambil oynayan kardesleri uyaran müezzin
    öldüresiye dayak yedi... 19 Temmuz

    * Adana'da döner ustasi Yunus Sen dürümün içindeki eti az bulan
    müsterisince öldürüldü... 19 Temmuz

    * Sarhos olup bes ay önce tasindigi evi kendi evi zannederek içeri giren,
    rahat rahat televizyon seyreden adam ev sahiplerinden yedigi dayak
    nedeniyle öldü... 22 Temmuz

    * Adana'da oglunun sünnet dügününde hep ayni sarkiyi çaldiran grupla
    tartisan adam bir kisiyi öldürdü... 22 Temmuz

    * iki komsu kadin TV sesinin yüksekligi nedeniyle gündüz kavga ettiler,
    gece de esleri kavga etti, bir ölü... 24 Temmuz

    * Gaziosmanpasa'da üç kafadarin 370 metrelik elektrik kablosuyla
    yaptiklari isikli uçurtmayi halk UFO sandi... 27 Temmuz

    * Rize'de bosanmadaki mal paylasiminda kavga çikti: Bir ölü, bes yarali...
    10 Agustos

    * izmit'te Ahmet Üstün'ü kaçirdigi genç kizin yakinlari önce dövdü, sonra
    da iki saat boyunca kirmizi bez parçalarindan yapilan bir dansöz kiyafeti
    ve topuklu ayakkabilarla mahallede 'oynatti'... 13 Agustos

    * Kolici katil tahliye talebi reddedilince yargica saatini firlatti... 24
    Eylül

    * Konya'da biri cami avlusuna krizde bakamadigi gerekçesiyle hamster
    birakti...

    * Cihangir Parki'nda Keje adli dizinin çekimlerinde rol geregi biri
    biçaklandi. Tinerci Adil Çaliskan 'Güçsüz birine saldirmak olur mu,'
    diyerek iki kameramani kalçasindan biçakla yaraladi... 29 Eylül

    * BBG üçüncü dönem birincisi Kaan'in annesi istanbul ikinci bölgeden
    bagimsiz milletvekili adayi oldu, oglunun fotografiyla dolasip 'Bu çocugu
    ben yetistirdim,' diyerek oy istedi...

    * Eskisehir'de taraftarlar dernegi baskani Deniz Yilmaz'i gözaltina
    alindi. Polis Yilmaz'in kendini duvara vurup akcigerlerini patlattigini
    kaburgalarini kirdigini açikladi...

    * Erzincanlilar Arçelik reklaminda 'korkak' bir bekçiyi canlandiran Safak
    Sezer'e kizinca oyuncu özür diledi... 27 Kasim

    * Samsun'da bir genç silahla Atatürk büstünü rehin aldi. Ertesi gün de
    büste çiçek koydu...

  • mussolini

    31.07.2004 - 13:40

    Hitlerin Miçosu
    Mussolini faşist karakteri tahlil ederken incelenebilecek ideal bir modeldir.Kibir,vahşet ve saldırganlık Mussolini’de kendini açıkça ortaya koyar.
    Mussolini fikir babası Nietzsche için: Nietzsche beni ruhsal erotizmle dolduruyor.’demiştir.
    Radikal komünistken bir anda faşist olmuştur.
    Papa bu faşist köpeğe 1932’ altın mahmuz vermiştir.Bir de yetmezmiş gibi onu eşsiz başbakan olarak nitelemiştir.

  • evrim

    31.07.2004 - 13:32

    bkz. evrim teorisi

  • enteresan diyaloglar

    31.07.2004 - 13:28

    Küba’da devrim olduktan sonra Castro arkadaşlarını toplar ve: ‘Devrimi başardık,şimdi bize bir ekonomist lazım.’ demiş
    Hemen Che atılmış: ‘Ben varım demiş.’
    Castro şaşırmış: ‘Ya ben seni doktor olarak bilirdim,ekonomistlik nerden çıktı?
    Che: ‘Ben komünist arıyorsun zannetim.’ demiş

  • ernesto che guevara

    31.07.2004 - 13:19

    Che hakkında bilmemiz gereken bir şey varsa onu yabancı bir gazeteci olan Jean Cormier’den okumak lazım.Kendi yazmış olduğu kitabında çok tarafsız bir tutum sergilemekte.
    ‘Gerçekçi ol,imkansızı iste’ sözü ona aittir.
    Bir köylü kadın che’yi şöyle tanımlıyor:Bir insandan öte,bir yarıtanrıdır o.’
    1997 yılı CHE YILI ilan edilmişti hatırlıyorsak
    Ama türkiye’de bu devrimcinin t-shirtlerini bilmediği halde giyen binlerce kro var.Çok komik gözüküyorlar doğrusu.Che olduğu için değil,kim olduğunu bilmedikleri için.
    Ayrıca ÖLÜM NEREDEN NASIL GELİRSE GELSİN diye bir söz de var bu da birçok yerde geçer.

  • av

    30.07.2004 - 19:30

    şikar

  • arama motoru

    30.07.2004 - 19:29

    google 'ın üsütüne yoktur
    bir numara

  • armağan çağlayan

    30.07.2004 - 19:28

    boş işler bunlar
    bu adam hukuk bitirmiş ne olmuş yani
    sadece med-yapımın genel müdürü
    üniversite okumak zor mu
    eşeği bağlasan mezun olur
    şişirilmiş biri

  • arpacık

    30.07.2004 - 19:25

    tüfekte gez ve göz 'den sonra gelir

  • alay etmek

    30.07.2004 - 19:22

    argoda dalga geçmek manasına gelir

  • alkolik

    30.07.2004 - 19:21

    alkol içen kişi
    argoda ayyaş denir
    amateme gitmesi tavsiye edilir

  • akıl

    30.07.2004 - 19:21

    us

  • ahmet piriştina

    30.07.2004 - 19:19

    Fenerbahçe-Juventus karşılaşmasının gelirinin belirli bir kısmı ahmet piriştina için açılan derneğe bağışlanacak

Toplam 816 mesaj bulundu