Daha dokunmadan kurudu irem
çöllere bir türlü yağamıyorum
yeni bir koşunun başlangıcında
biraz deprem sonrası
biraz şehir hülyası
bir kalp yangınından geriye kalan
siyah gözlerine beni de götür
artık bu yerlere sığamıyorum.
Pembe uçurtmalar yolladığından beri
sarardı tiryaki menekşeleri
sonbaharın tozlu kafeslerinde
sevgi turnaları yakalıyorum
turnalar gidiyor; ben kalıyorum
avareyim,asudeyim,yorgunum
bilmiyorum neden sana vurgunum
Erzurum garında banklar üstünde
uyku tutmuyor karanlıkları
yitik düşlerimi kovalıyorum
gölgeler gidiyor; ben kalıyorum.
Binbir türlü kokuyorsa yaylalar
siyah gözlerine beni de götür
baharın koynundan koparıp sana
ipek bir mendile sardığım yüreğimle
şehzade gülleri gönderiyorum
umutlar kalıyor; ben gidiyorum.
Bütün yelkenlileri,deniz fenerlerini
kaptanları sorgulayan
yanından geçen küheylanların
korku tufanına yakalandığı
siyah gözlerine beni de götür
güneş ülkesinden gelen yiğitler
benzeri olmayan bir dünya kursun
cellat,ayrılığın boynunu vursun.
Usul usul intizarı çürüten
bu hercai diken,bu çılgın arzu
sürüklüyor imkansız muştuların
eşiğine gönül vadilerini
bir ağaçtan düşen yapraklar gibi
düşüyorum tanyerine
ya topla yaralı kırlangıçları
ya da bu vefasız şarkıyı bitir
özgürlüğe giden tutsaklar gibi
siyah gözlerine beni de götür.
Vâreden'in adıyla insanlığa inen Nûr
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebâbil dudağından
Rahmet vâdilerinden boşanır âb-ı hayat
En müstesna doğuşa hâmiledir kâinat
Yıllardır bozbulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Hasretin alev alev içime bir ân düştü
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü
İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtâbını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak
Yeryüzü avâredir, yapayalnız ve kurak
Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü
Bir güzîde mektuptur, çağların ötesinden
Ulaşır intizârın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sukûtu yâr, sevinci duâlar kadar derin
Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış, mâzide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bîcan düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü
Melekler sağnak sağnak gülümser mâveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hıra'dan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler şahının hayalleri
Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücellâ çehreni izleseydim ebedî
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Dolaşan ben olsaydım Sâve'nin damarında
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin
Ebedî aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, süreyyâ bir şûlenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kâkülünü
On asırlık ocağın savururdum külünü
Bazen kendine âşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zâlime cihan düştü
Sana meftûn ve hayran, sana râm olanlara
Bir belâ tünelinde ağır imtihan düştü
Bâdiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebvâ'da esen rüzgâr
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihâr
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya
Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryâdım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gurûrumu
Bahîra'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adâletin kılıcı, kalkan düştü
Mahkûmlar yargılıyor, hâkimler mahkûm şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü
Firâkınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahûların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur hâneleri
Sensiz hayat, toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların
Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar; sonra heyelân düştü
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer
Sensizlik diyârından püsküllü yalan düştü
Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billûr dudaklarından
Madenî arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Şehirler kâbus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü herşey sanki; âsûman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayalî
Hazîndir ki, dertleri aşmaya ummân düştü
Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar, girdâbında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenîn
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin
Saatlerin ardında hep kendimi aradım
Bir melâl zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz, kıtalar boyu uzayan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkûm olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü
Ay gibisin Güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyrâ'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekânın fırçasında solmayan resim senin
Yağmur, birgün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şâhikası gülümserdi yüzüme
Senin visâlinle bir gülmüş de ben olsaydım
Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryân düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyân düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyân düştü
Islaklığı sanaydı âhımın, efgânımın
İçimde hicranımla tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkârımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; âhenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin
Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Yağmur, sayrılığıma seninle dermâan düştü
Beynimin merkezine ölümsüz fermân düştü
Silindi hayalimden bütün efsûnu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahmân düştü
Nefesinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek
Aydınlığa nûrunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü'mindir semâ; sana muhtâçtır zemin
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım
Kardeşler arasına heyhât, sû-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazân düştü
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visâlinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım.
Trabzon ilinin yetiştirdiği nadide insanlardar biridir. Halen Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde Bölüm Başkanlığı yapmaktadır. Son yıllarda çıkarmış olduğu kitaplar ile kültür dünyamıza kaliteli eserler kazandırmıştır.
Öğrencisi olmak benim için mutluluk verici bir durum...Allah başımızdan eksik etmesin...
İnsanın sözleri, kendi karakter yapısından ve ruh dünyasında yol alır... Fikri çilesi dahi olmamış insanlar karşı tarafı manik depresif olarak nitelendirip kendilerini aşikar ediyorlar...
Herkes içindekinden söz eder.
Bu terimin ana sayfadan kalması beni sevindirdi. Bu hakikati söylemek istiyorum...! İlk giriş cümlesi Kur'andan aldığı bir ifade olan arkadaşımız, kendi hayatında gördüğü nankörlükle Kur'anda geçen nankörlük kelimesini karıştırdı. Yahut bilmiyor...!
Arkadaşının yaşamış olduğu olay bir ölçüt olarak bile alınamaz..O bir kader konusu idi. Sen akademik kariyerine bunları eklersen sana kaynak diye bunları mı gösterdin deyip yüzüne atarlar o kağıt parçalarını...
Seçmiş olduğun nickler ve kullandığın kelimeleraz çok senin hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlıyor...
Özelimde çeşitli ithamlarda bulunmuşsun. Öncelikle ben validenizden başlayın ifadesini Kur'anda geçen kavram için kullandım.. Ama sizin düşünceniz anneme boynuz konusunu mu soracağım şeklinde şartlandığı için epey hiddetlendiniz...
Şunu belirtmek isterim. Kem söz sahibine aittir ve O'nun ruh dünyasını yansıtır. Eğer ki, o kadar iddialısınız! [fazla uzun sürmez :) ] sadece mesj gönderin ve içerisinde adresiniz olsun. Seni ziyaret ederim...!
Klavyede delikanlılık yapmaya gerek yok... Burada da saçmalamaya gerek yok....
Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz demişler...
Cennet anaların ayakları altındadır...
Hizmet edeceğin zaman önce validemizden başlamamız gerektiğini yine Yüce dinimiz bize anlatır...
Anne hakkı, baba hakkından daha kıymetlidir.
Bu yukarıdaki yazdıklarımın bir kısmı Hadis-i Şeriftir. Kaynak göstermek ihtiyacı hissetmiyorum ama bir dahaki sefere inşallah daha titiz davranırım bu konuda....
Nankör bir insanın ayağını altına Cennet konulmuş... Ne büyük bir çelişki...
Paranoyakların hedefi haline gelen bir şahıs....
Vatana ve millete ettiği hizmetler birileri tarafından her zaman paranoyakça değerlendirilmiş ve bu şekilde kabul görülmesi istenmiştir.
Yaptığı hizmetleri inkar etmek boşunadır.
Modernin, farklılıkların altını çizerek konumlandırdığı ve üzerine koca bir sistem inşa ettiği, ancak kendi içinden çıkan feminist ideolojinin ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel eşitliğe ayarlı itiraz politikalarıyla hep bir yanlarından çekiştirip durduğu toplumsal cinsiyet kurgusu, post-modern çağın her şeyi aynı kazanda kaynatan rahatlığıyla iflasın eşiğine geldi dayandı işte. Kentli, eğitimli, güçlü ve özgür kadın modelinin verili olanla ve diğer cinsle uyumsuzluğundan çoktandır şikayet edilmekte, bozulan denklemin nasıl düzeltileceği üzerine kafa yorulmaktaydı.
Beklenen oldu en sonunda, iyi de oldu! Erkeksileşen kadına karşılık, kadınsılaşan erkek tipi de üretildi ve denge nihayet kuruldu!
Şimdiye kadar daha çok kadın kimliği/bedeni üzerine sistematik çalışmalar yürütüp erkekleri ihmal eden moda, kozmetik, estetik, spor ve medya sektörü, büyük bir özveriyle elele verdi ve tasarlayıp kalıba döktüğü yeni erkek tipini iftiharla sundu dikkatimize: Metroseksüel erkek!
Global medya aracılığıyla tüm dünyaya pazarlanan bu yeni tip erkek, sinema, müzik, spor ve moda aracılığıyla isim olarak değilse bile, cisim olarak epeydir hayatımızdaydılar zaten. Adının konulup gündelik dilde dolaşıma sokulması ise elbette, Batı'da yükselen her 'yeni' dalgayı, filtresiz bir ivedilikle kıyılarımıza taşıyan işgüzar medyanın eliyle/diliyle oldu. Ve orada yüksek sesle tekrar edilir edilmez de anında popüler oldu.
Erkekler artık ne light, ne maço
Metroseksüel erkek; kadınlara özgü davranış ve görünüş kalıplarını yadırgamadan sergileyen; rahatça ağlayabilen, yüksünmeden yemek yapıp alış verişe çıkan ve 'kadın gibi' bakımlı olmaktan çekinmeyen bilakis bunun için çaba gösteren kentli, eğitimli, heteroseksüel erkek için kullanılan bir tanımlama. David Beckham, Justin Timberlake, Ben Affeck, Hugh Grant gibi yabancı örneklerinin yanısıra İlhan Mansız, Tarkan, Özcan Deniz, Teoman ve Mirgün Cabas gibi yerli versiyonları da mevcut.
Erkekler için biçilen bu yeni fistanın bu kadar kolay kabul görmesi şaşırtıcı tabii. Ama hayır, şaşırtıcı olan imaj kültürüne umulandan kolay adapte olan toplumun bütününün tavrı değil, hele hele 'kadın kısmı'nın tavrı hiç değil. Şaşırtıcı olan; üzerine titredikleri erkeklik algıları ve konsantre bir özgüvenle yaşamaya alışmış, 'kılıbık' görünmektense 'maço' görünmeyi, 'light erkek' sayılmaktansa 'taş fırın erkeği' sayılmayı yeğleyen erkeklerimizin gevşek rahatlığı.
Gerçi bundan on yıllarca önce, cinsel kimliğiyle birlikte toplumsal kural ve algılara da meydan okuyan, kadın kılığında dolaşıp makyajlı yüzüyle TRT ekranlarında gerdan kırıp göz süzerek şarkılar söyleyen ilk popüler figürümüz Zeki Müren'in kadınlar kadar erkekler tarafından da kabul gördüğünü, hele hele 'paşa' diye bağırlara basıldığını hatırlayınca, pek de şaşırmamak gerek aslında.
Önce sakalından sonra bıyığından vazgeçen Türk erkeğinin bir süredir bu yolda epeyce mesafe kaydetmiş olduğu da hatırlanmalı elbette. Henüz tüm erkeklerce içselleştirilmiş olmasa da, yine de malum; kişisel bakımına 'bir kadın gibi' önem veren yeni kentli erkekler, manikür ve pedikürün yanı sıra cilt ve saç bakımı yaptırıp fazla yağlarını aldırmakta, burunlarını yaptırıp vücut kıllarından kurtulmak için epilasyon merkezlerinin kapısını aşındırmakta, bu halleriyle de sık sık medyaya 'malzeme' olmakta idiler. Sıradışı bulundukları için haber olan bu erkeklerin durumları artık son derece sıradan.
'Hem dersini bilmiyor hem de çirkin herkesten'
Her yeni kimlik tasarımının hayata bu denli kolay aktarımında medyanın ve her şeyi sevimli gösteren popüler kültürün etkisi büyük. Teşhir-gözetleme-taklit üzerine kurulan ve birbirini etkileyerek devamlılığı sağlayan mevcut durumda, kazananın yine kapitalist sistem olduğunun gözden kaçırılmaması gerekiyor. Yeni icat üretim/tüketim formülüyle insan türünü değişikliğe uğratan sistemin yeni ekmek kapısı çünkü bu.
Kapitalizm, kalbi ve aklıyla oynadığı insanların bedeniyle de öyle ustalıkla oynuyor ki, her durumdan kârlı çıkan yine ve hep o oluyor.
İştahını kışkırtıp her türlü abur cuburla şişmanlattıklarının bir yandan kulağına fısıldıyor sinsice; 'Ne kadar çirkinsin! ', bir yandan da parmağıyla göstererek bağırıyor yüksek sesle; 'Bakın, hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten! '
Bedeninden hoşnutsuzluk duyup soluğu güzellik merkezlerinde alan kadınlardan sonra erkekler de aynı derse/hizmete talip artık. Onlar da sevebileceği, utanmadan gururla gösterebileceği yüzlere/vücutlara sahip olmak için beden sanayiinin kapısını çalıyor. Moda, kozmetik ve estetik sektörleri ise geri çevirmiyor tabii yeni müşterilerini ve hiç de azımsanmayacak bir ücret karşılığında ürün ve hizmetlerinden sunuyor memnuniyetle.
Günümüz kadını gibi erkeği de, tıpkı 'Pavlov'un köpekleri' gibi işaret gelir gelmez 'efendi'den, fazlalıklarından kurtulup ideal ölçülere, kabul görmüş kalıplara sığmaya çalışıyor şimdilerde.
Kur'an da geçen nankörlük ile, günlük hayattaki nankörlük farklı boyutlardadır....
Buna da açıklık getirmek gerekiyor...Ayrıca Kur'an daki nankörlük kavramını kadınlara etiketlemesek hoş olur! İnsanoğlu nankördür!
KADINLARIN AŞKLARI SUYA YAZILMIŞ İNAÇLARI KUMA ÇİZİLMİŞTİR
Gothe
ileride akedemik kariyerimi tamamlayınca ayrıca bu konuda tez yazmak istiyorum ana kabul edilirmi bilmem?
- Önce sayın validenizden başlayıp olayı genişletirsiniz... Alacağınız cevap açıktır.
*Boyu devrilesi, bu yaşa getirdim bana sorduğu soruya bak.*
Mimar İsmail Efendi tarafından yapılmıştır. Kubbe üzerinde altınlı bir alem vardır. Türbenin beyaz mermerden 4 minaresi vardır. Anıtın dört yanına Hatta İsmail Efendi tarafından Yasin suresinin tamamı yazılmıştır.
Dünyada aşk için dikilmiş en büyük ve en güzel anıt olarak kabul edilen bu türbe, Şah Cihan'ın büyük bir aşkla sevdiği eşi Ercümend Banu'nun (Mümtaz Banu) ölümü üzerine, onun hatırasına yaptırılmıştır.
Not: Mimar İsmail Efendi, Mimar Sinan'ın talebelerindendir.
Bugün en çok okunanlar adlı bir site içinde 6.sırayı boş sayfası ile almayı başardı…
Bir bu deyim eksikti.. Onun hakkında da kültürlenelim dedi birileri…
Marifet bu kelamlarda saklı.İnmez daha buradan o da diğerleri gibi.
'Gönül ustası Hazret-i Mevlânâ, insanı ilâhî huzura ulaştıran tekbir, kıyam, rükû, secde, selam ve dua gibi namaz rükünlerine oldukça düşündürücü mânâlar kazandırır.
Namaza tekbirle girmek, “İlâhî, biz senin huzurunda kurban olduk” demektir. (Tekbir getirerek kurban kesildiği gibi, tekbirle namaza başlamak da ‘Allah’ım, canımız sana feda olsun’ anlamındadır.)
Namazda kıyama durmak, Allah’ın huzurunda kıyametteki muhasebeyi hatırlatır. Kul, biraz sonra hakkıyla yerine getiremediği kulluğundan ve işlediği günahlardan dolayı, utancından ayakta durmaya dermanı kalmaz, rükû’a eğilir.
Başı rükû’da iken “Hakk’ın sualle-rine cevap ver! ” diye İlâhî ferman gelir. Kul, rükûdan başını mahcup olarak kaldırır. Ayakta duramaz, yüz üstü secdeye kapanır.
Tekrar ona “Secdeden başını kaldır! Yapmış olduklarından haber ver! ” diye ferman gelir. O, yine mahcup bir halde başını kaldırırsa da, tekrar yüzüstüne kapanır.
…
O ağır yükün tesirinden dizleri üstüne çöker. Sağa selam verir; peygamberler ve melekler tarafına bakar, onlardan şefaat talep eder. Onlar derler: “Çare ve yardım günü geçti. Çare, ancak dünyada olabilirdi. Orada salih amellerde bulunmadınız, o günler gitti.”
Sola selam verir; akraba ve yakınlarının tarafına bakar. Onlardan da bir fayda göremez.
Herkesten ümidini kesince, dua için iki elini kaldırır. “Ya Rabbi, herkesten ümidimi kestim. Kuluna melce ancak Sensin. Senin rahmet ve mağfiretine sınır yoktur”.
A-) Etimoloji, Allah kelimesinin etimolojisi üzerinde İslam bilginleri, Arap dili uzmanları ve müsteşrikler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kelimenin herhangi bir kökten türemiş olmayıp sözlük manası taşımadığı ve gerçek mabudun özel adını teşkil ettiği, yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mabuda ad olunca bu anlamı kaybettiği genellikle benimsenmektedir. Bununla birlikte onun çeşitli köklerden türemiş olabileceğini söyleyenler de vardır. Bu ikinci gurubun görüşleri şöyle özetlenebilir:
a) İlah kelimesinden türemiş olup başına harf-i ta’rif getirilmiş, bir taraftan el-ilah şeklinde dildeki yerini almışken diğer taraftan kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl kelimenin hemzesi kaldırılmış, lamlar birleştirilmiş (idgam) ve azamet ifade eden kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur. İlah kelimesi ise “kulluk etmek” manasındaki elehe-ye’lehu veya “hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak” anlamındaki elihe-ye’lehu ve velihe-yevlehu kökünden ism-i mef’ul manasında bir mastar olup “tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılıp sığınılan” manalarını ifade eder. Ancak ilah, hak mabud için olduğu gibi batıl tanrılar için de kullanılmıştır.
b) “Gizlenmek, duyu idrakinin fevkinde olmak” anlamındaki lahe-yelihu kökünden leyh-lah kelimesinden türemiş olup “duyu idrakinin ötesinde bulunan” demektir. Lah kelimesinin başına harf-i ta’rif getirilerek lamlar birleştirilmiş ve Allah kelimesi elde edilmiştir.
c) Daha çok yabancı yazarların gösterdiği bir temayüle göre Allah lafzı, Cahiliye Araplar’ının putlarından olan el-Lat veya Aramice elaha kelimelerinden alınmıştır. Allah kelimesinin etimoloji hakkında ileri sürülen ve sayısı otuza yaklaştığı kaydedilen eski farklı görüşler ve bunlara ilave olarak öne sürülen yeni iddialar başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere İslam literatürünün sunduğu Allah anlayışı karşısında fazla bir önem taşımaz. Bununla birlikte ortaya konan bütün görüş ve iddialar bir arada değerlendirildiği taktirde kelimenin zengin manalı ve Arapça asıllı ilah lafzından türemiş olduğu kanaatı ağır basacaktır. Allah kelimesi öncesi Arap dili ve edebiyatında “ilah, tanrı” anlamında kullanılmış ise de bu kullanımın konu ile ilgili İslami nasların semantik örgüsünden anlaşılan Allah kavramıyla münasebeti yok denecek kadar azdır. İslam bilginleri bu kelimenin tarifini, aynı anlama gelen bazı kelime farklılıklarıyla şu şekilde yapmışlardır: “Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere layık bulunan zatın adıdır. Tarifteki “varlığı zorunlu olan” kaydı, Allah’ın yokluğunun düşünülemiyeceğini, var olmak için başka bir varlığın desteğine muhtaç olmadığını ve dolaylı olarak O’nun kainatın yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu: “bütün övgülere layık bulunan” kaydı ise yetkinlik ve aşkınlık ifade eden isim ve sıfatlardan nitelendiğini anlatmaktadır. Allah kelimesi naslarda bu tarifin özetlediği bir kavram haline gelmiş, gerçek mabudun ve tek yaratıcının özel ismi olmuştur. Bu sebeple O’ndan başka herhangi bir varlığa ad olarak verilmemiş gerek Arap dilinde gerekse bu lafzı kullanan diğer müslüman milletlerin dillerinde herhangi bir çoğul şekli de oluşmamıştır.
Diğer bir durumda şudur;
İslam öncesinde Araplar’ın puta taptıkları bilinmektedir. Kur’an’da bu konuya sık sık temas edilmekte, bazı ayetlerde putların isimlerinden de söz edilmektedir. (bk. Mesela en-Necm 53/19-20; krş. El-A’raf 7/180; Razi, tefsir,IV,477) Bununla birlikte onların, muhtelif kabilelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifade edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim, onların deyişiyle “Allah”, “aziz” ve “alim” diye adlandırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kainatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıların beslenmesine elverişli hale getirdiğine inandıklarını haber vermekte (bk. Mesela el-Ankebüt 29/61,63; ez-Zuhruf 43/9) , ayrıca onların bu Allah adına yemin ettiklerini hayatlarının sıkıntılı ve tehlikeli dönemlerinde O’na sığındıklarını ve O’nu Kabe’nin rabbi kabul ettiklerini ifade etmektedir. Yine Kur’an Cahilliye Arapları’nın bu yüce tanrı inancının yanında putlara tapmalarının, putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun nezdinde şefaatçı olacağı kanaatine bağlı olduğunu haber verir. Diğer bazı ayetler, Cahilliye Araplar’nın “yüce tanrı” anlamındaki Allah inancının başka belirtilerine de temas eder.
İslam öncesi Araplar’ı bazı duaların da, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardır. Yabancı yazarların bir kısmı bu gerçeği kabul ederken diğer bir kısmı ya Cahilliye şiirini kökünden reddedip bu şiirlerin İslam’ın doğuşundan sonra düzenlendiğini ve Cahilliye dönemine nisbet edildiğini ileri sürmekte, yahut da bu şiiri orijinal kabul etmekle birlikte içinde bulunan Lat ve benzeri put isimlerinin sonradan müslümanlarca ayıklanıp yerine Allah kelimesinin yerleştirildiğini iddia etmektedirler. Halbuki bugün elimizde bulunan İslam öncesi edebi metinler içinde Allah lafzının yanında azımsanmayacak derecede put isimleri de yer almaktadır. Aslında Cahilliye şiirinde put adlarının çıkarılıp yerine Allah kelimesinin yerleştirilmesinin lafız ve mana bakımından çok zor olmasının yanında sağlayacağı önemli bir fayda da yoktur. Çünkü İslam öncesi Araplar’ının puta taptığı zaten bilinmekte, kabul edilmekte ve İslamiyet’in inanç alanında meydana getirdiği yenilik bu temele dayandırılmaktadır. Bazı yazarlar da Cahilliye Araplar’ında tesbit edilen yüce tanrı inancının yahudi ve hıristiyanların tesiriyle oluştuğunu, en azından bu tesirin söz konusu inancın oluşmasında önemli rol oynadığını öne sürerler. Temelde tek tanrı inancına dayanan Yahudilik ile Hıristiyanlığın bu tür tesirleri teorik olarak mümkün görünmekle birlikte, İslam öncesi Araplar’ının yabancı etkilere açık olabilecek bir din arayışı duygusundan uzak bulunan ve gerek yahudi gerekse hıristiyanlara olan olumsuz veya ilgisiz münasebetleri, ileri sürülen bu görüşün doğruluğuna fazla şans tanımamaktadır. Bilindiği gibi Araplar’ın kendi ülkelerinde hıristiyanlar yok denecek kadar azdı. Yesrib (Medine) civarında yerleşen yahudi kabileleri de o bölgenin Araplar’ı tarafından etkileri altında kalınacak ölçüde sıcak karşılanmış değildi. Ayrıca Araplar’ın puta tapıcılığı ve yüce tanrı anlayışı içinde ne yahudi antropomorfizminin ne de hıristiyan teslis inancının izlerini görmek mümkündür. Buna göre İslam öncesi Araplar’ının dini hayatında görülen yüce tanrı inancını Hz.İbrahim’den kalan Hanif dinine dayandırmak daha isabetli olacaktır. Nitekim Hz.Peygamber’in ve daha birçok Arap kabilesinin soyu İbrahim’in oğlu İsmail’e ulaşmaktadır. Muhtelif ayetlerin beyanından anlaşılacağı üzere Hz.Muhammed, ebedi kurtuluşu gaye edinen evrensel çağrısıyla ortaya çıkarken bu çağrısını, hitap ettiği kitle nezdinde kabul görmüş bulunan ve kısaca Hanif diye adlandırılan inanç üzerine oturtmuştur. Bunun karşısında müşrikler ve özellikle yahudi ve hıristiyanlar İbrahim’in dinine (millet) sadık kaldıklarını iddia etmişler; Kur’an-ı Kerim ise İbrahim’in yahudi, hıristiyan veya müşrik değil Allah’ı bir tanıyan bir müslüman (hanif-müslim) olduğunu kesin bir dille ifade etmiş (Al-i İmran 3/67) hidayet ve kurtuluşun ancak İbrahim’in dinine uymakla gerçekleşebileceğini bildirmiş, hem Hz.Peygamber’e hem de yahudi, hıristiyan ve müşriklere bu dine uymalarını emretmiştir. Hz.Peygamberde tebliğ ettiği dinin Yahudilik veya Hıristiyanlık değil müsamahakar bir tek tanrıcı din olduğunu ve Allah nezdinde makbul sayılacak dinin bu özelliklere sahip bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Bütün semavi dinlerin değerlendirilmesine göre peygamberler içinde önemli bir yeri olan Hz.İbrahim'i’ dinine sadık kalan tek din, son peygamberin tebliğ ettiği İslamiyet’tir. Hz.Muhammed’in peygamber olmadan önceki dini hayatı ve ilk muhataplarının gönüllerinin derinliklerinde yatan inanç da dine yakındı. O evrensel çağrısını bu inanç temeli üzerine oturtmuş ve bundan dolayı muvaffak olmuştur.
Şimdi senin savunduğu düşünceye göre sen Allah kelimesini geçersiz kılmanın çarelerini arıyorsun bu pek mümkün değil
Hoşça bakın zatınıza
Arap meliklerinden birine Leyla ile Mecnun’un halinden bahsediyorlar. Dediler ki:
- “Mecnun, iyi ve kuvvetli bir şair olduğu halde, çöllerde dolaşıp perişan bir hale düştü. İrade dizginini elinden kaçırdı.”
Melik, “Onu bulup getirin” emrini verdi.
Mecnunu bulup getirdiler ve huzura çıkardılar.
Melik, onu ayıplayarak şöyle dedi:” İnsanlık şeref ve haysiyetinden ne zarar gördün ki, hayvanlık huyunu aldın da, insanlar arasında yaşamaktan vazgeçtin? ...”
Mecnun ona inliye inliye şu cevabı verdi:
- ”Birçok dostlarım Leyla’yı sevdiğim için beni ayıpladılar. Fakat bir gün Leyla’yı gördüklerinde, benim mazur olduğumu anlayacaklardır.”
“Ey gönlümü alan güzel! ...Keşki beni ayıplayanlar seni bir görseydiler. Seni görünce, turunç kesecekleri yerde kendilerinden geçip ellerini keserlerdi. Bunu görmek isterdim. O zaman hakikat meydana çıkar ve davamda haklı olduğum sabit olurdu.”
Melik; “Bir de biz görelim bakalım. Ne biçim şeymiş bu Leyla”, dedi ve onun aranıp bulunmasını ve huzuruna getirilmesini emretti.
Melikin emri üzerine memurlar çölü dolaştılar, çadırları aradılar. Sonunda Leyla’yı bularak getirip huzura çıkardılar.
Melik, baktı ki, bu Leyla denilen kız, esmer mi esmer, zayıf mı zayıf....Melik, Leyla’yı beğenmedi. Çünkü haremindeki cariyelerin en çirkini ve hakiri, ondan daha güzel ve daha süslü idi...
Zeki Mecnun, melikin aklından geçeni derhal anladı ve dedi ki:
- “Ey Melik! ..Leyla’ya kıymet vermek için ona, Mecnun gözüyle bakmalısın.Eğer Leyla’ya benim gözümle bakarsan gerçeği o zaman anlar, aşkımdaki manayı ve sırrı o vakit çözer, ondaki güzelliğin o zaman farkına varırsın...”
Mesnevi de şöyle geçiyor:
Sen benim derdimi kavrayamazsın ki, bana acıyabilesin. Benim derdimi ve derdimdeki manayı idrak ve ihata edebilen bana arkadaş olabilir. Ben böyle bir arkadaşa halimi gece gündüz anlatabilirim. O da anlar...”İki odun birlikte olursa iyi yanar.”
Şöyle bir şiir de var:
Cananıma ve yurduna dair kulağıma gelen sözleri,
O yurdun güvercinleri duysalar, benim feryadıma iştirak ederler.
Ey dostlarım! ...Sıhhat ve afiyette olan kimseye söyleyin:
Sen dertlinin yüreğindeki sızıyı bilmezsin.
Mesnevi de ayrıca şöyle geçer:
“Sağlam insanlarda yara derdi bulunmaz. Ben derdimi ancak ve ancak derdime ortak olana söyleyebilirim. Başkasına anlatamam... Ömründe bir kimseyi arı sokmamış ise, ona arıdan bahsetmek boş şeydir. Sen benim gibi bir derde müptela olmamış isen, benim halim sana efsane gibi gelir. Onu bir masal gibi dinlersin. Benim içimdeki sızıyı başkasıyla mukayese etme. Başkası, tuzu elinde tutuyor. Halbuki benim yarama ekilmiştir.”
BEDELİ ÇANAKKALE'DE
Askerlik vazifesi yaparken vatan uğrunda şehadet mertebesine ermek veya gazi olmak her Türk için tabii bir şeydir. Ancak bu 45 şehit ve 150 gazinin durumu başkadır. Zira bunların istisnasız hepsi(1909 ve 1914 Askeri Mükellefiyet Kanunu gereğince) askerlik vazifesinden ya muaf ya da maksureli(tecilli) tutulmuş gençlerdir. Bu iki kanun sultani mektepleri talebe ve mezunları askerlik vazifesinden ' maksureli' ettiği gibi, Balkan Harbi sırasında mer'i olan 1909 kanunu da üstelik bütün İstanbul halkını askerlik vazifesinden azade kılmaktadır.
bu şehit ve gazilerin hepsi 17-22 yaşındayken ve bir kısmı henüz mektebin lise ve orta kısmında, bir kısmıysa mezun ve İstanbul Darülfünunu veya Avrupa üniversitelerinde tahsildeyken, birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere yazılmışlardı. Hatta içlerinden Irak Cephesi'nde şehit düşen 646 Celal İbrahim seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve ' 1 Numaralı Gönüllü' yazılmak şerefini elde emiştir.
Galatasaraylıların bu şüheda menkıbeleri arasında dünyada eşi bulunamayan bir tanesini (Mehmet Muzaffer'in Destanını) Gazeteci Ziyad Ebuzziya şöyle dile getiriyor:
****
Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer 'zabit namzedi' olarak Çanakkale'de idi. (Mart 1916) müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale' de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüzellibin zayiattan sonra Boğaz 'ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915'in son haftasıyla 1916'nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.
Galatasaray Lisesi öğrencisi iken gönüllü Çanakkale cephesine giden zabit (subay) adayı Mehmet Muzaffer Bey'in alayının otomobillerine lastik satın almak için bir gecede (1916 yılı baharı) yaptığı sahte 100 liranın ön yüzü. Paranın altında 'bedeli Çanakkale'de altın olarak ödenecektir' yazılıdır. Teğmenliğe yükselen bu vatanseverimiz, 1917 yılında Gazze'de şehit düşmüştür.
Sahte 100 Lira
Muzaffer Çanakkale'ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz ve Bozcaada'da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan 'ın da Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar ' hiç mesabesindeydi.' Çanakkale'de ki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cephelerine sevk edeceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri aldılar. Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi. Alay 'ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul'dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübayalar için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti, ne de bunları kaybedilecek vakit vardı. Her şey 'itimat' ile yürürdü. Muzaffer açıkgözlü ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah, gerekli malzemenin temin ve mübayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde Erkan-ı Harbiye Riyaseti'ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.
O yıllarda İstanbul'da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı,uğraştı,nihayet Karaköy' de bir Yahudi de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti, ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye'ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı b,r kaymakam Yarbay 'ın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazırol da duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan,'Ne alınacak' dedi. ' Oto kamyon lastiği' cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer'e dik dik baktı:
' bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git,insanı günaha sokma para mara yok! ...
Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay 'ın ihtiyacı vardı. Elindeki(Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi,bir çaresini bulmak lazımdı...
Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı'na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu.
Doğru tüccar Yahudi' nin yanına gitti:
' Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek,ezandan sonra gelip malları alamam. gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale'ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin...'
Tüccar 'peki' dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti.
'Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler'
yahudi yine 'peki' dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi'nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime (yüz liralık kağıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci 'ye yollandı. Malzeme şat'a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.
Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte idi.
Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıtın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arsında bir de şu ibare bulunuyordu: ' Bedeli Dersaadet'te altın olarak tesviye olunacaktır.'Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:
' Bedeli Çanakkale 'de altın olarak tesviye olunacaktır.'
Onun burada altın dediği Çanakkale'de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi.
Sahte paraya gelince...
Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul'da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade Halim Efendi 'nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.
deli
15.04.2004 - 19:55Deli, deliyi görünce sopasını saklar, derler....
sofi
12.04.2004 - 21:25Çok ağlayan manasına geldiği biliniyor. Tasavvuf yolcusu...
ahmet hamdi tanpınar
12.04.2004 - 10:38Huzur, Beş Şehir.........
sibel kekilli
11.04.2004 - 11:27Neyse size açılacak savaşa bende katılacağım farklı bir boyutta...
nurullah genç
11.04.2004 - 11:26AŞKIM ISYANIMDIR BENIM
Yanarim; öyle bakma yüzüme yagmur gibi
Dagit kalbini saran hasret bulutlarini
Damlasin gözlerine sonsuzluk usaresi
Dalginlik evlerinin en güzel melikesi
Sevemem; tozlu raflar arasina girmeden
Çöllerim kandir benim
Sevemem; karanligi bir daha devirmeden
Aşkim isyandir benim
NURULLAH GENÇ
nurullah genç
11.04.2004 - 11:23Siyah Gözlerine Beni de Götür
Daha dokunmadan kurudu irem
çöllere bir türlü yağamıyorum
yeni bir koşunun başlangıcında
biraz deprem sonrası
biraz şehir hülyası
bir kalp yangınından geriye kalan
siyah gözlerine beni de götür
artık bu yerlere sığamıyorum.
Pembe uçurtmalar yolladığından beri
sarardı tiryaki menekşeleri
sonbaharın tozlu kafeslerinde
sevgi turnaları yakalıyorum
turnalar gidiyor; ben kalıyorum
avareyim,asudeyim,yorgunum
bilmiyorum neden sana vurgunum
Erzurum garında banklar üstünde
uyku tutmuyor karanlıkları
yitik düşlerimi kovalıyorum
gölgeler gidiyor; ben kalıyorum.
Binbir türlü kokuyorsa yaylalar
siyah gözlerine beni de götür
baharın koynundan koparıp sana
ipek bir mendile sardığım yüreğimle
şehzade gülleri gönderiyorum
umutlar kalıyor; ben gidiyorum.
Bütün yelkenlileri,deniz fenerlerini
kaptanları sorgulayan
yanından geçen küheylanların
korku tufanına yakalandığı
siyah gözlerine beni de götür
güneş ülkesinden gelen yiğitler
benzeri olmayan bir dünya kursun
cellat,ayrılığın boynunu vursun.
Usul usul intizarı çürüten
bu hercai diken,bu çılgın arzu
sürüklüyor imkansız muştuların
eşiğine gönül vadilerini
bir ağaçtan düşen yapraklar gibi
düşüyorum tanyerine
ya topla yaralı kırlangıçları
ya da bu vefasız şarkıyı bitir
özgürlüğe giden tutsaklar gibi
siyah gözlerine beni de götür.
Nurullah Genç
nurullah genç
11.04.2004 - 11:20YAĞMUR
Vâreden'in adıyla insanlığa inen Nûr
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebâbil dudağından
Rahmet vâdilerinden boşanır âb-ı hayat
En müstesna doğuşa hâmiledir kâinat
Yıllardır bozbulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Hasretin alev alev içime bir ân düştü
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü
İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtâbını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak
Yeryüzü avâredir, yapayalnız ve kurak
Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü
Bir güzîde mektuptur, çağların ötesinden
Ulaşır intizârın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sukûtu yâr, sevinci duâlar kadar derin
Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış, mâzide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bîcan düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü
Melekler sağnak sağnak gülümser mâveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hıra'dan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler şahının hayalleri
Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücellâ çehreni izleseydim ebedî
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Sarardı yeşil yaprak; dal koptu, fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Kâtil sinekler deldi hicâbın perdesini
İstiklâl boşluğunda arılar nâdân düştü.
Dolaşan ben olsaydım Sâve'nin damarında
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin
Ebedî aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, süreyyâ bir şûlenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kâkülünü
On asırlık ocağın savururdum külünü
Bazen kendine âşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zâlime cihan düştü
Sana meftûn ve hayran, sana râm olanlara
Bir belâ tünelinde ağır imtihan düştü
Bâdiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebvâ'da esen rüzgâr
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihâr
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya
Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryâdım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gurûrumu
Bahîra'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adâletin kılıcı, kalkan düştü
Mahkûmlar yargılıyor, hâkimler mahkûm şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü
Firâkınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahûların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur hâneleri
Sensiz hayat, toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların
Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar; sonra heyelân düştü
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer
Sensizlik diyârından püsküllü yalan düştü
Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billûr dudaklarından
Madenî arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Şehirler kâbus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü herşey sanki; âsûman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayalî
Hazîndir ki, dertleri aşmaya ummân düştü
Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar, girdâbında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenîn
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin
Saatlerin ardında hep kendimi aradım
Bir melâl zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz, kıtalar boyu uzayan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkûm olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü
Ay gibisin Güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyrâ'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekânın fırçasında solmayan resim senin
Yağmur, birgün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şâhikası gülümserdi yüzüme
Senin visâlinle bir gülmüş de ben olsaydım
Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryân düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyân düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyân düştü
Islaklığı sanaydı âhımın, efgânımın
İçimde hicranımla tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkârımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; âhenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin
Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Yağmur, sayrılığıma seninle dermâan düştü
Beynimin merkezine ölümsüz fermân düştü
Silindi hayalimden bütün efsûnu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahmân düştü
Nefesinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek
Aydınlığa nûrunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü'mindir semâ; sana muhtâçtır zemin
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım
Kardeşler arasına heyhât, sû-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazân düştü
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visâlinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım.
Yüreğimize kılavuz olmuş..
nazan bekiroğlu
10.04.2004 - 16:52Trabzon ilinin yetiştirdiği nadide insanlardar biridir. Halen Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde Bölüm Başkanlığı yapmaktadır. Son yıllarda çıkarmış olduğu kitaplar ile kültür dünyamıza kaliteli eserler kazandırmıştır.
Öğrencisi olmak benim için mutluluk verici bir durum...Allah başımızdan eksik etmesin...
ateizm
10.04.2004 - 16:48Şifozren :)) , mantığa bakın....
çile
10.04.2004 - 16:45İnsanın sözleri, kendi karakter yapısından ve ruh dünyasında yol alır... Fikri çilesi dahi olmamış insanlar karşı tarafı manik depresif olarak nitelendirip kendilerini aşikar ediyorlar...
Herkes içindekinden söz eder.
kadın ve nankörlük
10.04.2004 - 16:43Bu terimin ana sayfadan kalması beni sevindirdi. Bu hakikati söylemek istiyorum...! İlk giriş cümlesi Kur'andan aldığı bir ifade olan arkadaşımız, kendi hayatında gördüğü nankörlükle Kur'anda geçen nankörlük kelimesini karıştırdı. Yahut bilmiyor...!
Arkadaşının yaşamış olduğu olay bir ölçüt olarak bile alınamaz..O bir kader konusu idi. Sen akademik kariyerine bunları eklersen sana kaynak diye bunları mı gösterdin deyip yüzüne atarlar o kağıt parçalarını...
Seçmiş olduğun nickler ve kullandığın kelimeleraz çok senin hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlıyor...
Özelimde çeşitli ithamlarda bulunmuşsun. Öncelikle ben validenizden başlayın ifadesini Kur'anda geçen kavram için kullandım.. Ama sizin düşünceniz anneme boynuz konusunu mu soracağım şeklinde şartlandığı için epey hiddetlendiniz...
Şunu belirtmek isterim. Kem söz sahibine aittir ve O'nun ruh dünyasını yansıtır. Eğer ki, o kadar iddialısınız! [fazla uzun sürmez :) ] sadece mesj gönderin ve içerisinde adresiniz olsun. Seni ziyaret ederim...!
Klavyede delikanlılık yapmaya gerek yok... Burada da saçmalamaya gerek yok....
Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz demişler...
Cennet anaların ayakları altındadır...
Hizmet edeceğin zaman önce validemizden başlamamız gerektiğini yine Yüce dinimiz bize anlatır...
Anne hakkı, baba hakkından daha kıymetlidir.
Bu yukarıdaki yazdıklarımın bir kısmı Hadis-i Şeriftir. Kaynak göstermek ihtiyacı hissetmiyorum ama bir dahaki sefere inşallah daha titiz davranırım bu konuda....
Nankör bir insanın ayağını altına Cennet konulmuş... Ne büyük bir çelişki...
fethullah gülen
10.04.2004 - 16:21Paranoyakların hedefi haline gelen bir şahıs....
Vatana ve millete ettiği hizmetler birileri tarafından her zaman paranoyakça değerlendirilmiş ve bu şekilde kabul görülmesi istenmiştir.
Yaptığı hizmetleri inkar etmek boşunadır.
fethullah gülen
08.04.2004 - 20:46Başımın Tacı...
metroseksüel
03.04.2004 - 17:11Erkeklere yeni fistan: 'Metroseksüellik'
Modernin, farklılıkların altını çizerek konumlandırdığı ve üzerine koca bir sistem inşa ettiği, ancak kendi içinden çıkan feminist ideolojinin ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel eşitliğe ayarlı itiraz politikalarıyla hep bir yanlarından çekiştirip durduğu toplumsal cinsiyet kurgusu, post-modern çağın her şeyi aynı kazanda kaynatan rahatlığıyla iflasın eşiğine geldi dayandı işte. Kentli, eğitimli, güçlü ve özgür kadın modelinin verili olanla ve diğer cinsle uyumsuzluğundan çoktandır şikayet edilmekte, bozulan denklemin nasıl düzeltileceği üzerine kafa yorulmaktaydı.
Beklenen oldu en sonunda, iyi de oldu! Erkeksileşen kadına karşılık, kadınsılaşan erkek tipi de üretildi ve denge nihayet kuruldu!
Şimdiye kadar daha çok kadın kimliği/bedeni üzerine sistematik çalışmalar yürütüp erkekleri ihmal eden moda, kozmetik, estetik, spor ve medya sektörü, büyük bir özveriyle elele verdi ve tasarlayıp kalıba döktüğü yeni erkek tipini iftiharla sundu dikkatimize: Metroseksüel erkek!
Global medya aracılığıyla tüm dünyaya pazarlanan bu yeni tip erkek, sinema, müzik, spor ve moda aracılığıyla isim olarak değilse bile, cisim olarak epeydir hayatımızdaydılar zaten. Adının konulup gündelik dilde dolaşıma sokulması ise elbette, Batı'da yükselen her 'yeni' dalgayı, filtresiz bir ivedilikle kıyılarımıza taşıyan işgüzar medyanın eliyle/diliyle oldu. Ve orada yüksek sesle tekrar edilir edilmez de anında popüler oldu.
Erkekler artık ne light, ne maço
Metroseksüel erkek; kadınlara özgü davranış ve görünüş kalıplarını yadırgamadan sergileyen; rahatça ağlayabilen, yüksünmeden yemek yapıp alış verişe çıkan ve 'kadın gibi' bakımlı olmaktan çekinmeyen bilakis bunun için çaba gösteren kentli, eğitimli, heteroseksüel erkek için kullanılan bir tanımlama. David Beckham, Justin Timberlake, Ben Affeck, Hugh Grant gibi yabancı örneklerinin yanısıra İlhan Mansız, Tarkan, Özcan Deniz, Teoman ve Mirgün Cabas gibi yerli versiyonları da mevcut.
Erkekler için biçilen bu yeni fistanın bu kadar kolay kabul görmesi şaşırtıcı tabii. Ama hayır, şaşırtıcı olan imaj kültürüne umulandan kolay adapte olan toplumun bütününün tavrı değil, hele hele 'kadın kısmı'nın tavrı hiç değil. Şaşırtıcı olan; üzerine titredikleri erkeklik algıları ve konsantre bir özgüvenle yaşamaya alışmış, 'kılıbık' görünmektense 'maço' görünmeyi, 'light erkek' sayılmaktansa 'taş fırın erkeği' sayılmayı yeğleyen erkeklerimizin gevşek rahatlığı.
Gerçi bundan on yıllarca önce, cinsel kimliğiyle birlikte toplumsal kural ve algılara da meydan okuyan, kadın kılığında dolaşıp makyajlı yüzüyle TRT ekranlarında gerdan kırıp göz süzerek şarkılar söyleyen ilk popüler figürümüz Zeki Müren'in kadınlar kadar erkekler tarafından da kabul gördüğünü, hele hele 'paşa' diye bağırlara basıldığını hatırlayınca, pek de şaşırmamak gerek aslında.
Önce sakalından sonra bıyığından vazgeçen Türk erkeğinin bir süredir bu yolda epeyce mesafe kaydetmiş olduğu da hatırlanmalı elbette. Henüz tüm erkeklerce içselleştirilmiş olmasa da, yine de malum; kişisel bakımına 'bir kadın gibi' önem veren yeni kentli erkekler, manikür ve pedikürün yanı sıra cilt ve saç bakımı yaptırıp fazla yağlarını aldırmakta, burunlarını yaptırıp vücut kıllarından kurtulmak için epilasyon merkezlerinin kapısını aşındırmakta, bu halleriyle de sık sık medyaya 'malzeme' olmakta idiler. Sıradışı bulundukları için haber olan bu erkeklerin durumları artık son derece sıradan.
'Hem dersini bilmiyor hem de çirkin herkesten'
Her yeni kimlik tasarımının hayata bu denli kolay aktarımında medyanın ve her şeyi sevimli gösteren popüler kültürün etkisi büyük. Teşhir-gözetleme-taklit üzerine kurulan ve birbirini etkileyerek devamlılığı sağlayan mevcut durumda, kazananın yine kapitalist sistem olduğunun gözden kaçırılmaması gerekiyor. Yeni icat üretim/tüketim formülüyle insan türünü değişikliğe uğratan sistemin yeni ekmek kapısı çünkü bu.
Kapitalizm, kalbi ve aklıyla oynadığı insanların bedeniyle de öyle ustalıkla oynuyor ki, her durumdan kârlı çıkan yine ve hep o oluyor.
İştahını kışkırtıp her türlü abur cuburla şişmanlattıklarının bir yandan kulağına fısıldıyor sinsice; 'Ne kadar çirkinsin! ', bir yandan da parmağıyla göstererek bağırıyor yüksek sesle; 'Bakın, hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten! '
Bedeninden hoşnutsuzluk duyup soluğu güzellik merkezlerinde alan kadınlardan sonra erkekler de aynı derse/hizmete talip artık. Onlar da sevebileceği, utanmadan gururla gösterebileceği yüzlere/vücutlara sahip olmak için beden sanayiinin kapısını çalıyor. Moda, kozmetik ve estetik sektörleri ise geri çevirmiyor tabii yeni müşterilerini ve hiç de azımsanmayacak bir ücret karşılığında ürün ve hizmetlerinden sunuyor memnuniyetle.
Günümüz kadını gibi erkeği de, tıpkı 'Pavlov'un köpekleri' gibi işaret gelir gelmez 'efendi'den, fazlalıklarından kurtulup ideal ölçülere, kabul görmüş kalıplara sığmaya çalışıyor şimdilerde.
kadın ve nankörlük
01.04.2004 - 19:09Kur'an da geçen nankörlük ile, günlük hayattaki nankörlük farklı boyutlardadır....
Buna da açıklık getirmek gerekiyor...Ayrıca Kur'an daki nankörlük kavramını kadınlara etiketlemesek hoş olur! İnsanoğlu nankördür!
kadın ve nankörlük
31.03.2004 - 13:16KADINLARIN AŞKLARI SUYA YAZILMIŞ İNAÇLARI KUMA ÇİZİLMİŞTİR
Gothe
ileride akedemik kariyerimi tamamlayınca ayrıca bu konuda tez yazmak istiyorum ana kabul edilirmi bilmem?
- Önce sayın validenizden başlayıp olayı genişletirsiniz... Alacağınız cevap açıktır.
*Boyu devrilesi, bu yaşa getirdim bana sorduğu soruya bak.*
tac mahal
30.03.2004 - 14:16Mimar İsmail Efendi tarafından yapılmıştır. Kubbe üzerinde altınlı bir alem vardır. Türbenin beyaz mermerden 4 minaresi vardır. Anıtın dört yanına Hatta İsmail Efendi tarafından Yasin suresinin tamamı yazılmıştır.
Dünyada aşk için dikilmiş en büyük ve en güzel anıt olarak kabul edilen bu türbe, Şah Cihan'ın büyük bir aşkla sevdiği eşi Ercümend Banu'nun (Mümtaz Banu) ölümü üzerine, onun hatırasına yaptırılmıştır.
Not: Mimar İsmail Efendi, Mimar Sinan'ın talebelerindendir.
klitoris
28.03.2004 - 19:13Bugün en çok okunanlar adlı bir site içinde 6.sırayı boş sayfası ile almayı başardı…
Bir bu deyim eksikti.. Onun hakkında da kültürlenelim dedi birileri…
Marifet bu kelamlarda saklı.İnmez daha buradan o da diğerleri gibi.
namaz
14.03.2004 - 11:04Mevlana ve Namaz
'Gönül ustası Hazret-i Mevlânâ, insanı ilâhî huzura ulaştıran tekbir, kıyam, rükû, secde, selam ve dua gibi namaz rükünlerine oldukça düşündürücü mânâlar kazandırır.
Namaza tekbirle girmek, “İlâhî, biz senin huzurunda kurban olduk” demektir. (Tekbir getirerek kurban kesildiği gibi, tekbirle namaza başlamak da ‘Allah’ım, canımız sana feda olsun’ anlamındadır.)
Namazda kıyama durmak, Allah’ın huzurunda kıyametteki muhasebeyi hatırlatır. Kul, biraz sonra hakkıyla yerine getiremediği kulluğundan ve işlediği günahlardan dolayı, utancından ayakta durmaya dermanı kalmaz, rükû’a eğilir.
Başı rükû’da iken “Hakk’ın sualle-rine cevap ver! ” diye İlâhî ferman gelir. Kul, rükûdan başını mahcup olarak kaldırır. Ayakta duramaz, yüz üstü secdeye kapanır.
Tekrar ona “Secdeden başını kaldır! Yapmış olduklarından haber ver! ” diye ferman gelir. O, yine mahcup bir halde başını kaldırırsa da, tekrar yüzüstüne kapanır.
…
O ağır yükün tesirinden dizleri üstüne çöker. Sağa selam verir; peygamberler ve melekler tarafına bakar, onlardan şefaat talep eder. Onlar derler: “Çare ve yardım günü geçti. Çare, ancak dünyada olabilirdi. Orada salih amellerde bulunmadınız, o günler gitti.”
Sola selam verir; akraba ve yakınlarının tarafına bakar. Onlardan da bir fayda göremez.
Herkesten ümidini kesince, dua için iki elini kaldırır. “Ya Rabbi, herkesten ümidimi kestim. Kuluna melce ancak Sensin. Senin rahmet ve mağfiretine sınır yoktur”.
allah (c.c)
13.03.2004 - 12:02Ateist zihniyetin eloha düşüncesine bir cevap
Kainatı yaratan ve idare eden en yüce varlık.
A-) Etimoloji, Allah kelimesinin etimolojisi üzerinde İslam bilginleri, Arap dili uzmanları ve müsteşrikler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kelimenin herhangi bir kökten türemiş olmayıp sözlük manası taşımadığı ve gerçek mabudun özel adını teşkil ettiği, yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mabuda ad olunca bu anlamı kaybettiği genellikle benimsenmektedir. Bununla birlikte onun çeşitli köklerden türemiş olabileceğini söyleyenler de vardır. Bu ikinci gurubun görüşleri şöyle özetlenebilir:
a) İlah kelimesinden türemiş olup başına harf-i ta’rif getirilmiş, bir taraftan el-ilah şeklinde dildeki yerini almışken diğer taraftan kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl kelimenin hemzesi kaldırılmış, lamlar birleştirilmiş (idgam) ve azamet ifade eden kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur. İlah kelimesi ise “kulluk etmek” manasındaki elehe-ye’lehu veya “hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak” anlamındaki elihe-ye’lehu ve velihe-yevlehu kökünden ism-i mef’ul manasında bir mastar olup “tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılıp sığınılan” manalarını ifade eder. Ancak ilah, hak mabud için olduğu gibi batıl tanrılar için de kullanılmıştır.
b) “Gizlenmek, duyu idrakinin fevkinde olmak” anlamındaki lahe-yelihu kökünden leyh-lah kelimesinden türemiş olup “duyu idrakinin ötesinde bulunan” demektir. Lah kelimesinin başına harf-i ta’rif getirilerek lamlar birleştirilmiş ve Allah kelimesi elde edilmiştir.
c) Daha çok yabancı yazarların gösterdiği bir temayüle göre Allah lafzı, Cahiliye Araplar’ının putlarından olan el-Lat veya Aramice elaha kelimelerinden alınmıştır. Allah kelimesinin etimoloji hakkında ileri sürülen ve sayısı otuza yaklaştığı kaydedilen eski farklı görüşler ve bunlara ilave olarak öne sürülen yeni iddialar başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere İslam literatürünün sunduğu Allah anlayışı karşısında fazla bir önem taşımaz. Bununla birlikte ortaya konan bütün görüş ve iddialar bir arada değerlendirildiği taktirde kelimenin zengin manalı ve Arapça asıllı ilah lafzından türemiş olduğu kanaatı ağır basacaktır. Allah kelimesi öncesi Arap dili ve edebiyatında “ilah, tanrı” anlamında kullanılmış ise de bu kullanımın konu ile ilgili İslami nasların semantik örgüsünden anlaşılan Allah kavramıyla münasebeti yok denecek kadar azdır. İslam bilginleri bu kelimenin tarifini, aynı anlama gelen bazı kelime farklılıklarıyla şu şekilde yapmışlardır: “Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere layık bulunan zatın adıdır. Tarifteki “varlığı zorunlu olan” kaydı, Allah’ın yokluğunun düşünülemiyeceğini, var olmak için başka bir varlığın desteğine muhtaç olmadığını ve dolaylı olarak O’nun kainatın yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu: “bütün övgülere layık bulunan” kaydı ise yetkinlik ve aşkınlık ifade eden isim ve sıfatlardan nitelendiğini anlatmaktadır. Allah kelimesi naslarda bu tarifin özetlediği bir kavram haline gelmiş, gerçek mabudun ve tek yaratıcının özel ismi olmuştur. Bu sebeple O’ndan başka herhangi bir varlığa ad olarak verilmemiş gerek Arap dilinde gerekse bu lafzı kullanan diğer müslüman milletlerin dillerinde herhangi bir çoğul şekli de oluşmamıştır.
Diğer bir durumda şudur;
İslam öncesinde Araplar’ın puta taptıkları bilinmektedir. Kur’an’da bu konuya sık sık temas edilmekte, bazı ayetlerde putların isimlerinden de söz edilmektedir. (bk. Mesela en-Necm 53/19-20; krş. El-A’raf 7/180; Razi, tefsir,IV,477) Bununla birlikte onların, muhtelif kabilelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifade edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim, onların deyişiyle “Allah”, “aziz” ve “alim” diye adlandırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kainatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıların beslenmesine elverişli hale getirdiğine inandıklarını haber vermekte (bk. Mesela el-Ankebüt 29/61,63; ez-Zuhruf 43/9) , ayrıca onların bu Allah adına yemin ettiklerini hayatlarının sıkıntılı ve tehlikeli dönemlerinde O’na sığındıklarını ve O’nu Kabe’nin rabbi kabul ettiklerini ifade etmektedir. Yine Kur’an Cahilliye Arapları’nın bu yüce tanrı inancının yanında putlara tapmalarının, putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun nezdinde şefaatçı olacağı kanaatine bağlı olduğunu haber verir. Diğer bazı ayetler, Cahilliye Araplar’nın “yüce tanrı” anlamındaki Allah inancının başka belirtilerine de temas eder.
İslam öncesi Araplar’ı bazı duaların da, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardır. Yabancı yazarların bir kısmı bu gerçeği kabul ederken diğer bir kısmı ya Cahilliye şiirini kökünden reddedip bu şiirlerin İslam’ın doğuşundan sonra düzenlendiğini ve Cahilliye dönemine nisbet edildiğini ileri sürmekte, yahut da bu şiiri orijinal kabul etmekle birlikte içinde bulunan Lat ve benzeri put isimlerinin sonradan müslümanlarca ayıklanıp yerine Allah kelimesinin yerleştirildiğini iddia etmektedirler. Halbuki bugün elimizde bulunan İslam öncesi edebi metinler içinde Allah lafzının yanında azımsanmayacak derecede put isimleri de yer almaktadır. Aslında Cahilliye şiirinde put adlarının çıkarılıp yerine Allah kelimesinin yerleştirilmesinin lafız ve mana bakımından çok zor olmasının yanında sağlayacağı önemli bir fayda da yoktur. Çünkü İslam öncesi Araplar’ının puta taptığı zaten bilinmekte, kabul edilmekte ve İslamiyet’in inanç alanında meydana getirdiği yenilik bu temele dayandırılmaktadır. Bazı yazarlar da Cahilliye Araplar’ında tesbit edilen yüce tanrı inancının yahudi ve hıristiyanların tesiriyle oluştuğunu, en azından bu tesirin söz konusu inancın oluşmasında önemli rol oynadığını öne sürerler. Temelde tek tanrı inancına dayanan Yahudilik ile Hıristiyanlığın bu tür tesirleri teorik olarak mümkün görünmekle birlikte, İslam öncesi Araplar’ının yabancı etkilere açık olabilecek bir din arayışı duygusundan uzak bulunan ve gerek yahudi gerekse hıristiyanlara olan olumsuz veya ilgisiz münasebetleri, ileri sürülen bu görüşün doğruluğuna fazla şans tanımamaktadır. Bilindiği gibi Araplar’ın kendi ülkelerinde hıristiyanlar yok denecek kadar azdı. Yesrib (Medine) civarında yerleşen yahudi kabileleri de o bölgenin Araplar’ı tarafından etkileri altında kalınacak ölçüde sıcak karşılanmış değildi. Ayrıca Araplar’ın puta tapıcılığı ve yüce tanrı anlayışı içinde ne yahudi antropomorfizminin ne de hıristiyan teslis inancının izlerini görmek mümkündür. Buna göre İslam öncesi Araplar’ının dini hayatında görülen yüce tanrı inancını Hz.İbrahim’den kalan Hanif dinine dayandırmak daha isabetli olacaktır. Nitekim Hz.Peygamber’in ve daha birçok Arap kabilesinin soyu İbrahim’in oğlu İsmail’e ulaşmaktadır. Muhtelif ayetlerin beyanından anlaşılacağı üzere Hz.Muhammed, ebedi kurtuluşu gaye edinen evrensel çağrısıyla ortaya çıkarken bu çağrısını, hitap ettiği kitle nezdinde kabul görmüş bulunan ve kısaca Hanif diye adlandırılan inanç üzerine oturtmuştur. Bunun karşısında müşrikler ve özellikle yahudi ve hıristiyanlar İbrahim’in dinine (millet) sadık kaldıklarını iddia etmişler; Kur’an-ı Kerim ise İbrahim’in yahudi, hıristiyan veya müşrik değil Allah’ı bir tanıyan bir müslüman (hanif-müslim) olduğunu kesin bir dille ifade etmiş (Al-i İmran 3/67) hidayet ve kurtuluşun ancak İbrahim’in dinine uymakla gerçekleşebileceğini bildirmiş, hem Hz.Peygamber’e hem de yahudi, hıristiyan ve müşriklere bu dine uymalarını emretmiştir. Hz.Peygamberde tebliğ ettiği dinin Yahudilik veya Hıristiyanlık değil müsamahakar bir tek tanrıcı din olduğunu ve Allah nezdinde makbul sayılacak dinin bu özelliklere sahip bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Bütün semavi dinlerin değerlendirilmesine göre peygamberler içinde önemli bir yeri olan Hz.İbrahim'i’ dinine sadık kalan tek din, son peygamberin tebliğ ettiği İslamiyet’tir. Hz.Muhammed’in peygamber olmadan önceki dini hayatı ve ilk muhataplarının gönüllerinin derinliklerinde yatan inanç da dine yakındı. O evrensel çağrısını bu inanç temeli üzerine oturtmuş ve bundan dolayı muvaffak olmuştur.
Şimdi senin savunduğu düşünceye göre sen Allah kelimesini geçersiz kılmanın çarelerini arıyorsun bu pek mümkün değil
Hoşça bakın zatınıza
dost
13.03.2004 - 11:52Benim sadık yarim kara topraktır....
Aşık Veysel Satıroğlu
aşk
13.03.2004 - 11:25Arap meliklerinden birine Leyla ile Mecnun’un halinden bahsediyorlar. Dediler ki:
- “Mecnun, iyi ve kuvvetli bir şair olduğu halde, çöllerde dolaşıp perişan bir hale düştü. İrade dizginini elinden kaçırdı.”
Melik, “Onu bulup getirin” emrini verdi.
Mecnunu bulup getirdiler ve huzura çıkardılar.
Melik, onu ayıplayarak şöyle dedi:” İnsanlık şeref ve haysiyetinden ne zarar gördün ki, hayvanlık huyunu aldın da, insanlar arasında yaşamaktan vazgeçtin? ...”
Mecnun ona inliye inliye şu cevabı verdi:
- ”Birçok dostlarım Leyla’yı sevdiğim için beni ayıpladılar. Fakat bir gün Leyla’yı gördüklerinde, benim mazur olduğumu anlayacaklardır.”
“Ey gönlümü alan güzel! ...Keşki beni ayıplayanlar seni bir görseydiler. Seni görünce, turunç kesecekleri yerde kendilerinden geçip ellerini keserlerdi. Bunu görmek isterdim. O zaman hakikat meydana çıkar ve davamda haklı olduğum sabit olurdu.”
Melik; “Bir de biz görelim bakalım. Ne biçim şeymiş bu Leyla”, dedi ve onun aranıp bulunmasını ve huzuruna getirilmesini emretti.
Melikin emri üzerine memurlar çölü dolaştılar, çadırları aradılar. Sonunda Leyla’yı bularak getirip huzura çıkardılar.
Melik, baktı ki, bu Leyla denilen kız, esmer mi esmer, zayıf mı zayıf....Melik, Leyla’yı beğenmedi. Çünkü haremindeki cariyelerin en çirkini ve hakiri, ondan daha güzel ve daha süslü idi...
Zeki Mecnun, melikin aklından geçeni derhal anladı ve dedi ki:
- “Ey Melik! ..Leyla’ya kıymet vermek için ona, Mecnun gözüyle bakmalısın.Eğer Leyla’ya benim gözümle bakarsan gerçeği o zaman anlar, aşkımdaki manayı ve sırrı o vakit çözer, ondaki güzelliğin o zaman farkına varırsın...”
Mesnevi de şöyle geçiyor:
Sen benim derdimi kavrayamazsın ki, bana acıyabilesin. Benim derdimi ve derdimdeki manayı idrak ve ihata edebilen bana arkadaş olabilir. Ben böyle bir arkadaşa halimi gece gündüz anlatabilirim. O da anlar...”İki odun birlikte olursa iyi yanar.”
Şöyle bir şiir de var:
Cananıma ve yurduna dair kulağıma gelen sözleri,
O yurdun güvercinleri duysalar, benim feryadıma iştirak ederler.
Ey dostlarım! ...Sıhhat ve afiyette olan kimseye söyleyin:
Sen dertlinin yüreğindeki sızıyı bilmezsin.
Mesnevi de ayrıca şöyle geçer:
“Sağlam insanlarda yara derdi bulunmaz. Ben derdimi ancak ve ancak derdime ortak olana söyleyebilirim. Başkasına anlatamam... Ömründe bir kimseyi arı sokmamış ise, ona arıdan bahsetmek boş şeydir. Sen benim gibi bir derde müptela olmamış isen, benim halim sana efsane gibi gelir. Onu bir masal gibi dinlersin. Benim içimdeki sızıyı başkasıyla mukayese etme. Başkası, tuzu elinde tutuyor. Halbuki benim yarama ekilmiştir.”
çanakkale şehitleri
13.03.2004 - 10:30BEDELİ ÇANAKKALE'DE
Askerlik vazifesi yaparken vatan uğrunda şehadet mertebesine ermek veya gazi olmak her Türk için tabii bir şeydir. Ancak bu 45 şehit ve 150 gazinin durumu başkadır. Zira bunların istisnasız hepsi(1909 ve 1914 Askeri Mükellefiyet Kanunu gereğince) askerlik vazifesinden ya muaf ya da maksureli(tecilli) tutulmuş gençlerdir. Bu iki kanun sultani mektepleri talebe ve mezunları askerlik vazifesinden ' maksureli' ettiği gibi, Balkan Harbi sırasında mer'i olan 1909 kanunu da üstelik bütün İstanbul halkını askerlik vazifesinden azade kılmaktadır.
bu şehit ve gazilerin hepsi 17-22 yaşındayken ve bir kısmı henüz mektebin lise ve orta kısmında, bir kısmıysa mezun ve İstanbul Darülfünunu veya Avrupa üniversitelerinde tahsildeyken, birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere yazılmışlardı. Hatta içlerinden Irak Cephesi'nde şehit düşen 646 Celal İbrahim seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve ' 1 Numaralı Gönüllü' yazılmak şerefini elde emiştir.
Galatasaraylıların bu şüheda menkıbeleri arasında dünyada eşi bulunamayan bir tanesini (Mehmet Muzaffer'in Destanını) Gazeteci Ziyad Ebuzziya şöyle dile getiriyor:
****
Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer 'zabit namzedi' olarak Çanakkale'de idi. (Mart 1916) müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale' de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüzellibin zayiattan sonra Boğaz 'ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915'in son haftasıyla 1916'nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.
Galatasaray Lisesi öğrencisi iken gönüllü Çanakkale cephesine giden zabit (subay) adayı Mehmet Muzaffer Bey'in alayının otomobillerine lastik satın almak için bir gecede (1916 yılı baharı) yaptığı sahte 100 liranın ön yüzü. Paranın altında 'bedeli Çanakkale'de altın olarak ödenecektir' yazılıdır. Teğmenliğe yükselen bu vatanseverimiz, 1917 yılında Gazze'de şehit düşmüştür.
Sahte 100 Lira
Muzaffer Çanakkale'ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz ve Bozcaada'da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan 'ın da Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar ' hiç mesabesindeydi.' Çanakkale'de ki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cephelerine sevk edeceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri aldılar. Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi. Alay 'ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul'dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübayalar için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti, ne de bunları kaybedilecek vakit vardı. Her şey 'itimat' ile yürürdü. Muzaffer açıkgözlü ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah, gerekli malzemenin temin ve mübayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde Erkan-ı Harbiye Riyaseti'ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.
O yıllarda İstanbul'da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı,uğraştı,nihayet Karaköy' de bir Yahudi de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti, ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye'ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı b,r kaymakam Yarbay 'ın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazırol da duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan,'Ne alınacak' dedi. ' Oto kamyon lastiği' cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer'e dik dik baktı:
' bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git,insanı günaha sokma para mara yok! ...
Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay 'ın ihtiyacı vardı. Elindeki(Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi,bir çaresini bulmak lazımdı...
Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı'na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu.
Doğru tüccar Yahudi' nin yanına gitti:
' Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek,ezandan sonra gelip malları alamam. gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale'ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin...'
Tüccar 'peki' dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti.
'Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler'
yahudi yine 'peki' dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi'nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime (yüz liralık kağıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci 'ye yollandı. Malzeme şat'a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.
Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte idi.
Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıtın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arsında bir de şu ibare bulunuyordu: ' Bedeli Dersaadet'te altın olarak tesviye olunacaktır.'Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:
' Bedeli Çanakkale 'de altın olarak tesviye olunacaktır.'
Onun burada altın dediği Çanakkale'de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi.
Sahte paraya gelince...
Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul'da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade Halim Efendi 'nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.
canakkale.gen.tr
Hoşça bakın zatınıza
cennet
13.03.2004 - 10:23Cennet Cennet dedikleri
Bir kaç köşkle birkaç peri
İsteyen verin anı
Bana seni gerek seni
Yunus Emre...
Hoşça bakın zatınıza
>>
Toplam 303 mesaj bulundu