Trabzon'un Rum Pontus olduğunu söyleyipte, dış mihrakların oyununa alet olanlara tavsiyem şudur; nedir başlığı altındaki 'Trabzon' kısmını okumanız...
O yetmez ise Kurtuluş Savaşı tarihini ayrıntılarına göre okursanız Trabzon'un önemini öğrenirsiniz özellikle 'Sakarya Savaşı ve sonrası'...
Samsun'da Atatürk'ü karşılayan grubunun büyük bölümünü kimlerin oluşturduğu aşikar... Samsun'dan Trabzon'a karşılamak için gidenler yine Trabzonludur... Atatürk'ün Trabzon halkına yazmış olduğu teşekkür niteliğinde 'Gençliğe Hitabe' türündeki yazısı..
Nilhan arkadaşıma gelince; ifadelerin sert ve bazı noktalarda itici... Daha dikkatli olunması dileğiyle.. ('İtim olamaz ifadesi')
Nice dostlar gezdim, gördüm; dilini muhafaza etmekten güzel dost görmedim. Her türlü elbiseyi giydim, iffet elbisesi kadar güzel elbise görmedim. Bütün malları gördüm, kanaattan daha güzel mal görmedim, Bütün iyilikleri gördüm, nasihatten daha iyisini görmedim. Nice yemekler tattım, sabırdan lezzetlisini görmedim.
Tahrip.com bir başka hacker sitesi olan cyber-warrior.com tarafından hacklendi.. Tabii onlarda karşılık buldular ama zararları o kadar olmadı...
Şu an durumu karışık.. İki Türk hacker sitesi birbirine girmiş durumda...
O zaman 250 bin lira olan meyvanın kilosunu üç milyona satmaya çalışıyorlardı... Adamın sonunu düşünün :) güzel bir dayak...
Bizim arkadaşlar dördüncü katta oturuyorlardı.. Sabah gittik onları aramaya... Akşam deprem olunca camdan atlamaya çalışmışlar.. Ama binanın üç katı zaten yola çökmüştü... Atladığında birden kendini yolda bulmuş...
Gölcük donanmasını o sene bizler yapmıştık... Öğrendiklerim ise apayrı..Nato genel merkezlerinden biri orada idi... Gemi yapımında üst düzey teknolojiye sahip olunmasına rağmen kullanılmamakta idi...
Öğle aralarını değerlendirmek için askeriyeye olta getirmiştim... Ertesi gün şantiyemizin kapısına bir uyarı asıldı: ' Olta ile balık tutmak yasaktır'
Bizim çalışanlar bana uyarıyı gösterdi... Bende inadına bir çapara aldım :) ...
Onun içinde uyarı astılar..
Hayatımda yaşabileceğim en büyük deprem idi... O kadar umursamaz idim ki, gece evden dışarı çıkmadım uyudum... Sabah kalktığımda koca bir şehir yok olmuş...
Hele enkaz altında çıkardığımız insanların kalkıp başka yerleri yağma etmesi yok mu? Hangi koşulda olursak olalım, kötülük bizi ardın sıra takip etmekte...
Hele bir ay sonra etrafı saran ölü kokuları iz olarak bizde kaldı...
Rauf Orbay bu olay ile geleceğini karartmıştır... O güne kadar birçok kişi O'na fikirlerinden dolayı kıymet verirken, nasıl oldu da bu anlaşmayı imzalamaya gitti hala anlamış değil...
Hayal kırıklığı...
Rabıta, kelime olarak bir şeyi diğerine bağlamak, onunla ilgi ve alaka kurmak demektir.
Dinimizde rabıta, tefekkürün bir diğer şeklidir. Tefekkür, varlıkları ve olayları düşünüp onlarda gizlenen ilahi rahmeti, hikmeti, kudreti fark etmek ve bu vesile ile kalbi zikre geçirmektir.
Aşağıdaki yazılan ile rabıta arasına ne ilgi var anlayamadım....
Leyla: Mecnun çocuğa bak.... (Yeni nesil 'Leyla'lar'- Feminist)
Mecnun: Bu çocuk benim değilki, senin... (Mecnun hala deli sevfasındadır.)
Bunu yazmak isteği bir hilayesinden yola çıkarak oldu. Hepimizin bildiği hikaye..
Leyla, Mecnun'un sevgisini denemek için ondan kolunu kesmesini ister; fakat Mecnun'dan cevap gelmez. Bir zaman sonra Leyla beni sevdiğini söylediğin halde kolunu kesip getiremedin deyince, Mecnun'da bu kolda senin olduğu için kesemedim. Yani her hücresine kadar Leyla olmuştur Mecnun, O'nun sevgisinden...
Kimse kızmasın, özellikle bayanlar, sadece içimden böyle bir nükte türü birşey geçti..
Tilki dedi ki:
- A padişahım, kavga zamanında neden sabretmedin? Neden yanına kadar gelmesini beklemedin? İyice yaklaştığında küçük bir saldırışla üstün gelirdin. Acele; şeytanın hilesi, sabır ve önlem; Allah'ın lütfudur.
Aslan dedi ki:
- Bu derece kuvvetsiz kaldığımı zannetmiyordum. Az çok gücüm vardır sanmıştım. Fakat açlık o kadar şiddetli ki, sabrım da kayboldu aklım da. Elinden gelirse bir kere daha onu baştan çıkar, kandır buraya getir. Sana pek minnettar kalırım.
Tilki:
- Tamam, dedi. Allah yardım eder de basiretini bağlar, çektiği korkuyu unutursa ne ala. Bu da onun eşekliğinden uzak değildir. Lâkin; onu kandırırda buraya getirirsem, sakın acele edip, emeklerimi zayi etme.
Aslan dedi ki:
- Evet, anladım ki, bedenimde fer kalmamış, pek halsizim. Eşek tamamiyle yaklaşmadıkça yerimden bile kımıldamam. Kendimi uyur gösteririm.
Tilki yola düştü. 'Allah'ım yardım et bana da, eşeğin aklını gaflet bürüsün. Şimdi o tövbeler etmiştir, herkese kanmamak için söz vermiştir kendi kendine. Onun ahdını ve tövbesini hilelerimle bozayım...' diye dua etti, planlar hazırladı. Eşeğin yanına ulaştı.
- Senin gibi dosttan çekinmek gerek. Ben ne yaptım ki sana, alıp ejderhanın yanına götürdün? Bana kinlenmene sebep neydi? Kendisine hiç zararı olmayanı akrebin sokması, yahut şeytan gibi... Adem ona ne bir zarar vermiş, ne de bir haksızlıkta bulunmamıştı.. Ama yaratılışı öyle olmasını gerektirmişti. Senin yaratılışındaki kötülük ve hile tohumu gibi, dedi eşek, içini boşalttı.
Tilki dedi ki:
- O bir büyü, bir tılsımdı. Senin gözüne aslan göründü. Yoksa ben, beden bakımından senden daha zayıfım, böyle olduğu halde gece gündüz oralarda dolaşır, rızkımı temin ederim. Eğer öyle bir tılsım yapmasalar herkes oralara koşar, nefaseti kaybolurdu. Ben seni uyaracaktım, 'aslan suretinde bir şey görürsen korkma sakın, o bir sihirdir' diyecektim ama, haline acıdığımdan bunu söylemek aklımdan çıktı.
Eşek dedi ki:
- Haydi oradan ey düşman! .. Çekil karşımdan da senin çirkin suratını görmeyeyim. Hangi yüzle geliyorsun karşıma? .. Çayıra götüreceğim diyerek apaçık düşmanlık ettin bana. Azrail'i gözlerimle gördüm, yalan söyleyip, hâlâ beni kandırmaya çalışıyorsun. Eşeğim, ama benim de canım var, nasıl feda edebilirim? .. Ahd ettim; kimsenin vesvesesine kanmamak için Allah'tan yardım diledim. O da ayağımın bağını çözdü, uzaklaşabildim oradan. Yoksa o erkek aslan bana ulaşsaydı, ne olurdu halim? . Yine o aç aslan hileyle seni bana yolladı, değil mi? .. Herkesin muhtaç olduğu, ancak kendisi ihtiyaçtan uzak Allah'ın zatına yemin olsun ki; kötü yılan bile, kötü arkadaştan daha iyidir. Çünki kötü yılan insanın yalnız canını alır, kötü arkadaş insana cehennemi durak yapar. Gönül arkadaşının huyunu kapar. Bil ki ey kötü arkadaş; akıl sarhoş bile olsa, zümrüt gibidir.
Tilki dedi ki:
- Her ne kadar adım kötüye çıkmışsa da, ben hiç kötü biri değilim. O gördüğün aslan değil, tılsımdı. Vehimle gelen hayalleri küçümseme. Bu hayal suretleri Halil'e bile zarar verdi. Tevil incisini delen bu zat; ayı, yıldızı görünce: 'İşte bu benim rabbimdir' demedi mi? .. O bu duruma düşerse, eşek ne hale gelir, onu da sen hesap et! .. O vehim gemisine binen niceleri helak oldu! .. Bunların en aşağısı da akıllı ve filozof Fir'avn değil miydi? .. Bu hayal yüzünden din ehli, yetmiş iki fırka olmadı mı? .. Bu vehim ve hayallerden ancak yakîn ehli kurtulabilir.
Tilki saydı döktü, eşek direndi, karşı koydu. Ama aklının bir köşesinde hep açlık vardı. Sabrı gittikçe zayıfladı. Tutsağı olduğu açlık canına tak dedi: 'Hile olsa bile, say ki öldüm... Bari bu açlık azabından kurtulurum ya! .. Yaşamak bu ise, ölüm daha yeğdir benim için...' diye düşündü. Hani, Nebinin: 'Az kaldı ki yoksulluk, küfür olayazdı...' dediği noktada, ikilem içerisinde; açlık karşısında belki ölüm, küçük bir umut; tilkinin dedikleri otlarla dolu, tehlikelerden azade çayırlıklarda mutlu bir yaşam. Tövbesini bozdu.
Hırs; insanı kör ve ahmak yapar, bilgisiz bir hale sokar, ölümünü de kolaylaştırır. Halbuki eşekler için ölüm kolay değildir. Çünki ebedi bir canları yoktur. Ecelleri cüretlerinden ve ahmaklıklarındandır. Açlık padişahlığından, imtilaya yöneliş ahmaklık değil de nedir? .. Açlık; kuvvetlensinler, aslan kesilsinler diye Allah haslarına verilmiştir.
Tilkicik eşeği ta aslanın yanına kadar götürdü. Aslan, eşeği paramparça etti, yedi. Hem yoruldu, hem susadı. Su içmek için kaynağa gitti. Bunu fırsat bilen kurnaz tilki, hemencecik eşeğin ciğeri ile yüreğini yedi. Su içip dönen aslan arandı, eşeğin ne ciğeri vardı, ne de yüreği. Tilkiye dönerek:
- Bunun ciğeri nerede, yüreğine ne oldu? .. diye çıkıştı. Zira, bu iki uzvu çok severdi.
Tilki dedi ki:
- Onda yürek yahut ciğer olsaydı, kıyameti görüp, korkuyu tatmış, güçlükle kaçabilmişken, ikinci defa senin yanına gelir miydi? ..
Toplumsal çözülmeye karşı bir direniş... Eserlerinin bir çoğu tanzimatla gelen değişimi gözler önüne serip eleştirir... En belirgin olarak Kiralık Konak ele alınabilir. Sodom'da dahil.
'Gönül ustası Hazret-i Mevlânâ, insanı ilâhî huzura ulaştıran tekbir, kıyam, rükû, secde, selam ve dua gibi namaz rükünlerine oldukça düşündürücü mânâlar kazandırır.
Namaza tekbirle girmek, “İlâhî, biz senin huzurunda kurban olduk” demektir. (Tekbir getirerek kurban kesildiği gibi, tekbirle namaza başlamak da ‘Allah’ım, canımız sana feda olsun’ anlamındadır.)
Namazda kıyama durmak, Allah’ın huzurunda kıyametteki muhasebeyi hatırlatır. Kul, biraz sonra hakkıyla yerine getiremediği kulluğundan ve işlediği günahlardan dolayı, utancından ayakta durmaya dermanı kalmaz, rükû’a eğilir.
Başı rükû’da iken “Hakk’ın sualle-rine cevap ver! ” diye İlâhî ferman gelir. Kul, rükûdan başını mahcup olarak kaldırır. Ayakta duramaz, yüz üstü secdeye kapanır.
Tekrar ona “Secdeden başını kaldır! Yapmış olduklarından haber ver! ” diye ferman gelir. O, yine mahcup bir halde başını kaldırırsa da, tekrar yüzüstüne kapanır.
…
O ağır yükün tesirinden dizleri üstüne çöker. Sağa selam verir; peygamberler ve melekler tarafına bakar, onlardan şefaat talep eder. Onlar derler: “Çare ve yardım günü geçti. Çare, ancak dünyada olabilirdi. Orada salih amellerde bulunmadınız, o günler gitti.”
Sola selam verir; akraba ve yakınlarının tarafına bakar. Onlardan da bir fayda göremez.
Herkesten ümidini kesince, dua için iki elini kaldırır. “Ya Rabbi, herkesten ümidimi kestim. Kuluna melce ancak Sensin. Senin rahmet ve mağfiretine sınır yoktur”.
Uzun ama güzel bir hikaye...Tavsiye ederim...Hikayeyi okurken şunları göz önüne alarak okuyun:
Buradaki Padişah: Ruhu
Cariye: Nefsi
Cariyeyi tedavi edemeyen hekimler: Sahte Şeyhleri
Cariyeyi tedavi eden hekim ise: Mürşid-i Kamili
Kuyumcu ise: İnsandaki heva ve heves (boş ve lüzumsuz arzular) gibi şeyleri temsil ediyor..
Zamanın birinde bir padişah vardı. Padişah bir gün adamlarıyla ava giderken yolda güzel bir cariye görüp ona aşık oldu.
Onu alıp sarayına getirdi. Fakat bir müddet sonra o güzel cariye hastalandı. Günden güne eriyip tükenmeye başladı. Memleketin en iyi hekimleri cariyenin hastalığına bir çare bulamadılar. Padişah bunu görünce çok üzüldü, günlerce çareler aradı, sağa koştu, sola gitti olmadı. Sonunda bir mescide gidip el açarak dua etti, secdeye kapanarak ağladı. Cariyenin iyileşmesi için yalvardı. Bu sırada uykuya daldı. Rüyasında bir pir gördü; pir ona:
- 'Artık üzülme duan kabul oldu. Yarın şehrinize bir yabancı gelecek o bizdendir. Onun yapacağı tedaviyle cariyen iyileşecek.' dedi.
Sabah olup güneş doğunca padişah pencereye koşup rüyasında gördüğü piri beklemeye başladı. Uzaktan onun geldiğini görünce kendisi sarayın kapısına koşarak kapıyı açıp piri içeriye aldı. Konuşup görüştükten sonra, padişah pire hastanın hastalığını anlattı. Daha sonra onu hastanın yanına götürdüler...
Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra nabzını saydı. Hastalığın belirtilerini sorup sebeplerini dinledi...
- 'Diğer hekimlerin tedavileri iyileştirmek yerine büsbütün harap etmiş hastayı.' dedi. Sonra şöyle devam etti.
- 'Onların içerden haberleri yok, onun için de hepsinin aklı fikri işin dış yüzünde.' dedi.
Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı, fakat bunu padişaha söylemedi.
Hastanın halinden inlemesinden onun gönül hastası olduğunu hemencecik anlayıverdi. Çünkü hiçbir hastalık gönül derdi gibi değildir.
Hekim durumu anlayınca: 'Padişahım, dedi. Herkesi uzaklaştır köşede bucakta kimseler kalmasın ki ben hastayla baş başa kalıp rahat rahat çalışayım, hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir düşüneyim.'
Padişah emretti oda boşaltıldı, hastayla hekimden başka kimse kalmadı.
Hekim yaklaşıp hastanın başucuna geldi yumuşak ve tatlı bir sesle:
- 'Memleketin neresi, nerelisin? Bana söyle, çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır. Memleketinde yakın akrabandan kimler var, kime yakınsın? diye sordu.
Hekim elini kızın nabzına koymuştu. Hem soruyor hem de nabzını kontrol ediyordu.
Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları anlatıyor, başından ne geçtiyse söylüyordu.
Hekim kızın nabzını tutmuştu ve:
- 'Bu kız kimin adını söylediğinde eğer heyecanlanır, nabzı hızlanırsa demekki sevdiği, uğruna hasta olup yataklara düşerek mum gibi eridiği odur.' diye düşünüyordu.
Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve oradaki dostlarını sayıp döktü. Fakat nabzında bir değişiklik olmadı.
Hekim: 'Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi memlekete gittin? ' diye sordu.
Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti ama ne yüzünün rengi ne de nabzının atışı değişti. Daha sonra sırasıyla götürüldüğü yerleri, şehirleri, görüşüp tanıştığı insanları birer birer sayıp döktü. Lakin halinde bir değişiklik olmadı. Ta ki hekim Semerkant şehrini soruncaya kadar...
Semerkant'ın adı geçince kızın nabzı hızlandı, yüzü ve yanakları kızardı. Çünkü o Semerkant'ta bir kuyuncuya aşıktı ve ondan ayrılmış olmanın ızdırabıyla yanıp tutuşuyordu.
Bunu öğrenen hekim kuyumcunun Semerkant'ın hangi semtinde ve hangi mahallesinde olduğunu sorup öğrendi. Sonra kıza:
- 'Ben senin hastalığını ve bu derdin çaresinin ne olduğunu çok iyi anladım. Fakat sen bu bana anlattıklarını sakin başkasına söyleme, hele hele padişaha hiç anlatma...' diyerek tembih etti.
Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca padişaha gelip durumu anlattı: 'Bu kızcağızın iyileşmesi için o kuyumcuyu getirmekten başka çare yok.' dedi.
Bunu duyan padişah hekimin nasihatini canu gönülden kabul etti. Hiç zaman geçirmeden kuyumcuyu davet etmek üzere bir elçi gönderdi... Elçi Semerkand'a varınca doğruca gidip kuyumcuyu buldu. Padişahın gönderdiği hediyeleri takdim eti ve padişahın onu davet ettiğini, eğer gelirse padişahın en yakın adamlarından olacağını çok büyük ihsanlara ve iltifatlara mazhar olacağını söyleyince, kuyumcu zaman kaybetmeden yola koyulup padişahın sarayına en kısa zamanda ulaştı.
Saraya gelen kuyumcuyu hekim alıp padişahın huzuruna götürdü. Padişah kuyumcuya iltifatlar yağdırıp ihsanlarda bulundu. Hazinesini ona teslim etti:
Hekim bunun üzerine: 'Ey padişah o cariyeyi bu kuyumcuya ver ki hastalıktan tamamen kurtulup iyileşsin.' dedi...
Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle kuyumcuya verdi, altı ay murat alıp murat verdiler. Böylece kız tamamen iyileşmiş oldu.
Ondan sonra hekim kuyumcuya bir ilaç hazırladı. İlacı içen kuyumcu hastalanarak günden güne çirkinleşip erimeye başladı. Eski güzelliğinden eser kalmadı.
Kuyumcu böyle günden güne eriyip çirkinleşince kızın gönlü de ondan soğudu, aşkı günden güne azaldı. Bir müddet sonra kuyumcu öldü. Ölünce de kızın aşkı tamamen sona erdi. Böylece o güzeller güzeli o aşktan ve hastalıktan arınıp tertemiz oldu...
Bu cihan bir dağdır, bizim yaptıklarımız ise ses, seslerin aksi yine dönüp bize gelir.
Dua edenin, 'Rabbim' demesi, Allah'in 'efendim' demesinin ta kendisidir..
Birisi her gece kalkip Allah'i aniyor, O'na dua ediyordu.. Seytan ona dedi:
- Ey Allah'i cok anan kisi, butun gece 'Allah' deyip cagirmana karsilik seni buyur eden var mi? Sana bir tek cevap bile gelmiyor, daha ne zamana kadar dua edeceksin? ..
Adamin gonlu kirildi, basini yere koydu ve uyudu. Ruyasinda ona söyle dendi:
- Kendine gel uyan! Niye duayi, zikri biraktin? .. Neden usandin? ..
Adam:
- 'Buyur' diye bir cevap gelmiyor ki, kapidan kovulmaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine dendi ki ona:
- Senin Allah demen, O'nun buyur demesi sayesindedir..
Senin yalvarisin, Allah'in senin ruhuna haber ucurmasindandir..
Senin cabalarin, careler araman, Allah'in seni kendine yaklastirmasi, ayaklarindaki baglari cozmesindendir..
Senin korkun, sevgin, umidin Allah'in lutfunun kemendidir..
Senin her 'Yarabbi' demenin altinda, Allah'in buyur demesi vardir..
Gafilin, cahilin cani, bu duadan uzaktir..
Cunku 'Yarabbi' demeye izin yok ona..
Agzinda da kilit var, dilinde de..
Zarara ugradigi zaman, aglayip, sizlamasin diye Allah ona dert, agri, sIzI, gam, keder vermedi..
Bununla anla ki, Allah'a dua etmeni, O'nu cagirmani saglayan dert, dunya saltanatindan daha iyidir..
Dertsiz dua soguktur. Dertliyken yapilan dua gonulden kopar..
Artık hikayelerini mesneviden ekleme zamanı geldi sanırım..
.Bana günah etmediğin bir ağızla dua et! ”
Mevlâna’dan
Cenab-ı Hakk; “Ey Musa! Bana günah etmediğin, kötü söz söylemediğin
bir ağızla dua et, sığın! ” buyurdu..
Hz. Musa; “Benim öyle bir ağzım yok.” Dedi..
Hakk da buyurdu ki;
“Öyle ise bize başkalarının ağzı ile dua et! ”
Çünkü sen, başkasının ağzıyla günah işlemediğin için o ağız senin için temizdir, günahsızdır.
Öyle hareket et ki, başkalarının ağzı gece gündüz sana dua etsin.
Sen, başka birinin ağzı ile kötü söz söylemediğin, günaha girmediğin için o başka birinin özür dileyen ve dua eden ağzı yok mu, işte o ağız senin için günah etmediğin ağızdır.”
Peygamber Efendimiz: “Günah işlemediğiniz dillerle dua ediniz! ” buyurmuştur. Ashab; “Bize böyle diller lutfet ey Allah’ın Resûlü! ” demişler.
Peygamberimiz de buyurmuş ki; “Bazınız bazınıza dua etsin. Çünkü sen, onun diliyle kötü söz söylemedin; o da senin dilinle günaha girmedi.” Buyurmuştur.
Kişinin yanında bulunmayan mü’min kardeşine dua etmesi, Allah’ın makbulu olur, başucunda bu işe memur edilmiş melek o kardeşine dua ettikçe; “Amin! ” der. “Sana da dua ettiğin gibi olsun! ” ve “Kardeşin kardeşe guyabında duası reddedilmez! ” ve “İki dua vardır ki, reddedilmez; o dua edenlerle Allah arasında bir perde yoktur; Biri, zulüm gören kişinin duası, öbürü de mü’minin kardeşine gıyabında ettiği dua.”
Hadisleri yukarıdaki beyitin anlaşılmasına yardımcı olur.
Yahut da kendi ağzını günahtan, kötü sözlerden arıt, temizle;
Haber Eylen Aşıklara Aşka Gönül Veren Benem...
(Yunus Emre)
Bazılarının aşkı kendilerine perdedir. Hakikati göremediklerinden aşkı zillet olarak algılar... Yunus Emre'nin aşkı ne telefon defteri ile bitiyor ne de ölümle....
Yaktın beni Yunus Emre...
ALi Şükrü Bey, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Nazan Bekiroğlu, Fatih Sultan(1461) , Yavuz Sultan, Kanuni....Laz İsmail (Kurtuluş Savaşı) ve ben :)
Memleketim...
türk-kürt kardeştir
09.08.2004 - 10:57Trabzon'un Rum Pontus olduğunu söyleyipte, dış mihrakların oyununa alet olanlara tavsiyem şudur; nedir başlığı altındaki 'Trabzon' kısmını okumanız...
O yetmez ise Kurtuluş Savaşı tarihini ayrıntılarına göre okursanız Trabzon'un önemini öğrenirsiniz özellikle 'Sakarya Savaşı ve sonrası'...
Samsun'da Atatürk'ü karşılayan grubunun büyük bölümünü kimlerin oluşturduğu aşikar... Samsun'dan Trabzon'a karşılamak için gidenler yine Trabzonludur... Atatürk'ün Trabzon halkına yazmış olduğu teşekkür niteliğinde 'Gençliğe Hitabe' türündeki yazısı..
Nilhan arkadaşıma gelince; ifadelerin sert ve bazı noktalarda itici... Daha dikkatli olunması dileğiyle.. ('İtim olamaz ifadesi')
dost
03.08.2004 - 12:50Kefenimden başka dost bulamadım...
ülkücülük ve faşizm
02.08.2004 - 13:29Emrin almışım imandan
Sendin bana tek kumadan
Sığındığım her limandan
Tekrar sana çark eyledim...
dost
30.07.2004 - 13:49Nice dostlar gezdim, gördüm; dilini muhafaza etmekten güzel dost görmedim. Her türlü elbiseyi giydim, iffet elbisesi kadar güzel elbise görmedim. Bütün malları gördüm, kanaattan daha güzel mal görmedim, Bütün iyilikleri gördüm, nasihatten daha iyisini görmedim. Nice yemekler tattım, sabırdan lezzetlisini görmedim.
Fem Dersaneleri
25.07.2004 - 01:43Sakarya Sed dersanesine gittim... Eğitim olarak her zaman kalitesini göstermiştir..
bor
22.07.2004 - 22:47Geçen sene Eti Bor tesislerini yeniledik... Yakında orası da özelleşir sanırım..
hacker
14.07.2004 - 11:27Tahrip.com bir başka hacker sitesi olan cyber-warrior.com tarafından hacklendi.. Tabii onlarda karşılık buldular ama zararları o kadar olmadı...
Şu an durumu karışık.. İki Türk hacker sitesi birbirine girmiş durumda...
korkut eken
13.07.2004 - 23:19Yakında çıkıyor, hayırlısı olsun...
enteresan diyaloglar
12.07.2004 - 17:56Anımsadığım kadarı ile, 'Kurtlar Vadisi' dizisinde geçtiği söylenen bir diyalog:
Kız: 'Seni seviyorum'
Erkek: ' Eyvallah' :))
17 ağustos 1999
12.07.2004 - 17:49O zaman 250 bin lira olan meyvanın kilosunu üç milyona satmaya çalışıyorlardı... Adamın sonunu düşünün :) güzel bir dayak...
Bizim arkadaşlar dördüncü katta oturuyorlardı.. Sabah gittik onları aramaya... Akşam deprem olunca camdan atlamaya çalışmışlar.. Ama binanın üç katı zaten yola çökmüştü... Atladığında birden kendini yolda bulmuş...
Gölcük donanmasını o sene bizler yapmıştık... Öğrendiklerim ise apayrı..Nato genel merkezlerinden biri orada idi... Gemi yapımında üst düzey teknolojiye sahip olunmasına rağmen kullanılmamakta idi...
Öğle aralarını değerlendirmek için askeriyeye olta getirmiştim... Ertesi gün şantiyemizin kapısına bir uyarı asıldı: ' Olta ile balık tutmak yasaktır'
Bizim çalışanlar bana uyarıyı gösterdi... Bende inadına bir çapara aldım :) ...
Onun içinde uyarı astılar..
17 ağustos 1999
11.07.2004 - 18:33Hayatımda yaşabileceğim en büyük deprem idi... O kadar umursamaz idim ki, gece evden dışarı çıkmadım uyudum... Sabah kalktığımda koca bir şehir yok olmuş...
Hele enkaz altında çıkardığımız insanların kalkıp başka yerleri yağma etmesi yok mu? Hangi koşulda olursak olalım, kötülük bizi ardın sıra takip etmekte...
Hele bir ay sonra etrafı saran ölü kokuları iz olarak bizde kaldı...
mondros ateşkes antlaşması
04.07.2004 - 11:10Rauf Orbay bu olay ile geleceğini karartmıştır... O güne kadar birçok kişi O'na fikirlerinden dolayı kıymet verirken, nasıl oldu da bu anlaşmayı imzalamaya gitti hala anlamış değil...
Hayal kırıklığı...
rabıta
04.07.2004 - 11:05Rabıta, kelime olarak bir şeyi diğerine bağlamak, onunla ilgi ve alaka kurmak demektir.
Dinimizde rabıta, tefekkürün bir diğer şeklidir. Tefekkür, varlıkları ve olayları düşünüp onlarda gizlenen ilahi rahmeti, hikmeti, kudreti fark etmek ve bu vesile ile kalbi zikre geçirmektir.
Aşağıdaki yazılan ile rabıta arasına ne ilgi var anlayamadım....
leyla ile mecnun
03.07.2004 - 17:00Leyla: Mecnun çocuğa bak.... (Yeni nesil 'Leyla'lar'- Feminist)
Mecnun: Bu çocuk benim değilki, senin... (Mecnun hala deli sevfasındadır.)
Bunu yazmak isteği bir hilayesinden yola çıkarak oldu. Hepimizin bildiği hikaye..
Leyla, Mecnun'un sevgisini denemek için ondan kolunu kesmesini ister; fakat Mecnun'dan cevap gelmez. Bir zaman sonra Leyla beni sevdiğini söylediğin halde kolunu kesip getiremedin deyince, Mecnun'da bu kolda senin olduğu için kesemedim. Yani her hücresine kadar Leyla olmuştur Mecnun, O'nun sevgisinden...
Kimse kızmasın, özellikle bayanlar, sadece içimden böyle bir nükte türü birşey geçti..
ırak
03.07.2004 - 16:50Biz 52. Eyalet, onlar 53. eyalet olcaklar, oldular bile...
mevlana
03.07.2004 - 16:22HIRS VE İNSAN
Tilki dedi ki:
- A padişahım, kavga zamanında neden sabretmedin? Neden yanına kadar gelmesini beklemedin? İyice yaklaştığında küçük bir saldırışla üstün gelirdin. Acele; şeytanın hilesi, sabır ve önlem; Allah'ın lütfudur.
Aslan dedi ki:
- Bu derece kuvvetsiz kaldığımı zannetmiyordum. Az çok gücüm vardır sanmıştım. Fakat açlık o kadar şiddetli ki, sabrım da kayboldu aklım da. Elinden gelirse bir kere daha onu baştan çıkar, kandır buraya getir. Sana pek minnettar kalırım.
Tilki:
- Tamam, dedi. Allah yardım eder de basiretini bağlar, çektiği korkuyu unutursa ne ala. Bu da onun eşekliğinden uzak değildir. Lâkin; onu kandırırda buraya getirirsem, sakın acele edip, emeklerimi zayi etme.
Aslan dedi ki:
- Evet, anladım ki, bedenimde fer kalmamış, pek halsizim. Eşek tamamiyle yaklaşmadıkça yerimden bile kımıldamam. Kendimi uyur gösteririm.
Tilki yola düştü. 'Allah'ım yardım et bana da, eşeğin aklını gaflet bürüsün. Şimdi o tövbeler etmiştir, herkese kanmamak için söz vermiştir kendi kendine. Onun ahdını ve tövbesini hilelerimle bozayım...' diye dua etti, planlar hazırladı. Eşeğin yanına ulaştı.
- Senin gibi dosttan çekinmek gerek. Ben ne yaptım ki sana, alıp ejderhanın yanına götürdün? Bana kinlenmene sebep neydi? Kendisine hiç zararı olmayanı akrebin sokması, yahut şeytan gibi... Adem ona ne bir zarar vermiş, ne de bir haksızlıkta bulunmamıştı.. Ama yaratılışı öyle olmasını gerektirmişti. Senin yaratılışındaki kötülük ve hile tohumu gibi, dedi eşek, içini boşalttı.
Tilki dedi ki:
- O bir büyü, bir tılsımdı. Senin gözüne aslan göründü. Yoksa ben, beden bakımından senden daha zayıfım, böyle olduğu halde gece gündüz oralarda dolaşır, rızkımı temin ederim. Eğer öyle bir tılsım yapmasalar herkes oralara koşar, nefaseti kaybolurdu. Ben seni uyaracaktım, 'aslan suretinde bir şey görürsen korkma sakın, o bir sihirdir' diyecektim ama, haline acıdığımdan bunu söylemek aklımdan çıktı.
Eşek dedi ki:
- Haydi oradan ey düşman! .. Çekil karşımdan da senin çirkin suratını görmeyeyim. Hangi yüzle geliyorsun karşıma? .. Çayıra götüreceğim diyerek apaçık düşmanlık ettin bana. Azrail'i gözlerimle gördüm, yalan söyleyip, hâlâ beni kandırmaya çalışıyorsun. Eşeğim, ama benim de canım var, nasıl feda edebilirim? .. Ahd ettim; kimsenin vesvesesine kanmamak için Allah'tan yardım diledim. O da ayağımın bağını çözdü, uzaklaşabildim oradan. Yoksa o erkek aslan bana ulaşsaydı, ne olurdu halim? . Yine o aç aslan hileyle seni bana yolladı, değil mi? .. Herkesin muhtaç olduğu, ancak kendisi ihtiyaçtan uzak Allah'ın zatına yemin olsun ki; kötü yılan bile, kötü arkadaştan daha iyidir. Çünki kötü yılan insanın yalnız canını alır, kötü arkadaş insana cehennemi durak yapar. Gönül arkadaşının huyunu kapar. Bil ki ey kötü arkadaş; akıl sarhoş bile olsa, zümrüt gibidir.
Tilki dedi ki:
- Her ne kadar adım kötüye çıkmışsa da, ben hiç kötü biri değilim. O gördüğün aslan değil, tılsımdı. Vehimle gelen hayalleri küçümseme. Bu hayal suretleri Halil'e bile zarar verdi. Tevil incisini delen bu zat; ayı, yıldızı görünce: 'İşte bu benim rabbimdir' demedi mi? .. O bu duruma düşerse, eşek ne hale gelir, onu da sen hesap et! .. O vehim gemisine binen niceleri helak oldu! .. Bunların en aşağısı da akıllı ve filozof Fir'avn değil miydi? .. Bu hayal yüzünden din ehli, yetmiş iki fırka olmadı mı? .. Bu vehim ve hayallerden ancak yakîn ehli kurtulabilir.
Tilki saydı döktü, eşek direndi, karşı koydu. Ama aklının bir köşesinde hep açlık vardı. Sabrı gittikçe zayıfladı. Tutsağı olduğu açlık canına tak dedi: 'Hile olsa bile, say ki öldüm... Bari bu açlık azabından kurtulurum ya! .. Yaşamak bu ise, ölüm daha yeğdir benim için...' diye düşündü. Hani, Nebinin: 'Az kaldı ki yoksulluk, küfür olayazdı...' dediği noktada, ikilem içerisinde; açlık karşısında belki ölüm, küçük bir umut; tilkinin dedikleri otlarla dolu, tehlikelerden azade çayırlıklarda mutlu bir yaşam. Tövbesini bozdu.
Hırs; insanı kör ve ahmak yapar, bilgisiz bir hale sokar, ölümünü de kolaylaştırır. Halbuki eşekler için ölüm kolay değildir. Çünki ebedi bir canları yoktur. Ecelleri cüretlerinden ve ahmaklıklarındandır. Açlık padişahlığından, imtilaya yöneliş ahmaklık değil de nedir? .. Açlık; kuvvetlensinler, aslan kesilsinler diye Allah haslarına verilmiştir.
Tilkicik eşeği ta aslanın yanına kadar götürdü. Aslan, eşeği paramparça etti, yedi. Hem yoruldu, hem susadı. Su içmek için kaynağa gitti. Bunu fırsat bilen kurnaz tilki, hemencecik eşeğin ciğeri ile yüreğini yedi. Su içip dönen aslan arandı, eşeğin ne ciğeri vardı, ne de yüreği. Tilkiye dönerek:
- Bunun ciğeri nerede, yüreğine ne oldu? .. diye çıkıştı. Zira, bu iki uzvu çok severdi.
Tilki dedi ki:
- Onda yürek yahut ciğer olsaydı, kıyameti görüp, korkuyu tatmış, güçlükle kaçabilmişken, ikinci defa senin yanına gelir miydi? ..
yakup kadri karaosmanoğlu
03.07.2004 - 16:19Toplumsal çözülmeye karşı bir direniş... Eserlerinin bir çoğu tanzimatla gelen değişimi gözler önüne serip eleştirir... En belirgin olarak Kiralık Konak ele alınabilir. Sodom'da dahil.
umutların tükendiği an
03.07.2004 - 16:04Allah'a sığın...
mevlana
03.07.2004 - 15:52'Gönül ustası Hazret-i Mevlânâ, insanı ilâhî huzura ulaştıran tekbir, kıyam, rükû, secde, selam ve dua gibi namaz rükünlerine oldukça düşündürücü mânâlar kazandırır.
Namaza tekbirle girmek, “İlâhî, biz senin huzurunda kurban olduk” demektir. (Tekbir getirerek kurban kesildiği gibi, tekbirle namaza başlamak da ‘Allah’ım, canımız sana feda olsun’ anlamındadır.)
Namazda kıyama durmak, Allah’ın huzurunda kıyametteki muhasebeyi hatırlatır. Kul, biraz sonra hakkıyla yerine getiremediği kulluğundan ve işlediği günahlardan dolayı, utancından ayakta durmaya dermanı kalmaz, rükû’a eğilir.
Başı rükû’da iken “Hakk’ın sualle-rine cevap ver! ” diye İlâhî ferman gelir. Kul, rükûdan başını mahcup olarak kaldırır. Ayakta duramaz, yüz üstü secdeye kapanır.
Tekrar ona “Secdeden başını kaldır! Yapmış olduklarından haber ver! ” diye ferman gelir. O, yine mahcup bir halde başını kaldırırsa da, tekrar yüzüstüne kapanır.
…
O ağır yükün tesirinden dizleri üstüne çöker. Sağa selam verir; peygamberler ve melekler tarafına bakar, onlardan şefaat talep eder. Onlar derler: “Çare ve yardım günü geçti. Çare, ancak dünyada olabilirdi. Orada salih amellerde bulunmadınız, o günler gitti.”
Sola selam verir; akraba ve yakınlarının tarafına bakar. Onlardan da bir fayda göremez.
Herkesten ümidini kesince, dua için iki elini kaldırır. “Ya Rabbi, herkesten ümidimi kestim. Kuluna melce ancak Sensin. Senin rahmet ve mağfiretine sınır yoktur”.
mevlana
03.07.2004 - 15:52AŞKIN GÜCÜ
Uzun ama güzel bir hikaye...Tavsiye ederim...Hikayeyi okurken şunları göz önüne alarak okuyun:
Buradaki Padişah: Ruhu
Cariye: Nefsi
Cariyeyi tedavi edemeyen hekimler: Sahte Şeyhleri
Cariyeyi tedavi eden hekim ise: Mürşid-i Kamili
Kuyumcu ise: İnsandaki heva ve heves (boş ve lüzumsuz arzular) gibi şeyleri temsil ediyor..
Zamanın birinde bir padişah vardı. Padişah bir gün adamlarıyla ava giderken yolda güzel bir cariye görüp ona aşık oldu.
Onu alıp sarayına getirdi. Fakat bir müddet sonra o güzel cariye hastalandı. Günden güne eriyip tükenmeye başladı. Memleketin en iyi hekimleri cariyenin hastalığına bir çare bulamadılar. Padişah bunu görünce çok üzüldü, günlerce çareler aradı, sağa koştu, sola gitti olmadı. Sonunda bir mescide gidip el açarak dua etti, secdeye kapanarak ağladı. Cariyenin iyileşmesi için yalvardı. Bu sırada uykuya daldı. Rüyasında bir pir gördü; pir ona:
- 'Artık üzülme duan kabul oldu. Yarın şehrinize bir yabancı gelecek o bizdendir. Onun yapacağı tedaviyle cariyen iyileşecek.' dedi.
Sabah olup güneş doğunca padişah pencereye koşup rüyasında gördüğü piri beklemeye başladı. Uzaktan onun geldiğini görünce kendisi sarayın kapısına koşarak kapıyı açıp piri içeriye aldı. Konuşup görüştükten sonra, padişah pire hastanın hastalığını anlattı. Daha sonra onu hastanın yanına götürdüler...
Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra nabzını saydı. Hastalığın belirtilerini sorup sebeplerini dinledi...
- 'Diğer hekimlerin tedavileri iyileştirmek yerine büsbütün harap etmiş hastayı.' dedi. Sonra şöyle devam etti.
- 'Onların içerden haberleri yok, onun için de hepsinin aklı fikri işin dış yüzünde.' dedi.
Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı, fakat bunu padişaha söylemedi.
Hastanın halinden inlemesinden onun gönül hastası olduğunu hemencecik anlayıverdi. Çünkü hiçbir hastalık gönül derdi gibi değildir.
Hekim durumu anlayınca: 'Padişahım, dedi. Herkesi uzaklaştır köşede bucakta kimseler kalmasın ki ben hastayla baş başa kalıp rahat rahat çalışayım, hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir düşüneyim.'
Padişah emretti oda boşaltıldı, hastayla hekimden başka kimse kalmadı.
Hekim yaklaşıp hastanın başucuna geldi yumuşak ve tatlı bir sesle:
- 'Memleketin neresi, nerelisin? Bana söyle, çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır. Memleketinde yakın akrabandan kimler var, kime yakınsın? diye sordu.
Hekim elini kızın nabzına koymuştu. Hem soruyor hem de nabzını kontrol ediyordu.
Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları anlatıyor, başından ne geçtiyse söylüyordu.
Hekim kızın nabzını tutmuştu ve:
- 'Bu kız kimin adını söylediğinde eğer heyecanlanır, nabzı hızlanırsa demekki sevdiği, uğruna hasta olup yataklara düşerek mum gibi eridiği odur.' diye düşünüyordu.
Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve oradaki dostlarını sayıp döktü. Fakat nabzında bir değişiklik olmadı.
Hekim: 'Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi memlekete gittin? ' diye sordu.
Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti ama ne yüzünün rengi ne de nabzının atışı değişti. Daha sonra sırasıyla götürüldüğü yerleri, şehirleri, görüşüp tanıştığı insanları birer birer sayıp döktü. Lakin halinde bir değişiklik olmadı. Ta ki hekim Semerkant şehrini soruncaya kadar...
Semerkant'ın adı geçince kızın nabzı hızlandı, yüzü ve yanakları kızardı. Çünkü o Semerkant'ta bir kuyuncuya aşıktı ve ondan ayrılmış olmanın ızdırabıyla yanıp tutuşuyordu.
Bunu öğrenen hekim kuyumcunun Semerkant'ın hangi semtinde ve hangi mahallesinde olduğunu sorup öğrendi. Sonra kıza:
- 'Ben senin hastalığını ve bu derdin çaresinin ne olduğunu çok iyi anladım. Fakat sen bu bana anlattıklarını sakin başkasına söyleme, hele hele padişaha hiç anlatma...' diyerek tembih etti.
Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca padişaha gelip durumu anlattı: 'Bu kızcağızın iyileşmesi için o kuyumcuyu getirmekten başka çare yok.' dedi.
Bunu duyan padişah hekimin nasihatini canu gönülden kabul etti. Hiç zaman geçirmeden kuyumcuyu davet etmek üzere bir elçi gönderdi... Elçi Semerkand'a varınca doğruca gidip kuyumcuyu buldu. Padişahın gönderdiği hediyeleri takdim eti ve padişahın onu davet ettiğini, eğer gelirse padişahın en yakın adamlarından olacağını çok büyük ihsanlara ve iltifatlara mazhar olacağını söyleyince, kuyumcu zaman kaybetmeden yola koyulup padişahın sarayına en kısa zamanda ulaştı.
Saraya gelen kuyumcuyu hekim alıp padişahın huzuruna götürdü. Padişah kuyumcuya iltifatlar yağdırıp ihsanlarda bulundu. Hazinesini ona teslim etti:
Hekim bunun üzerine: 'Ey padişah o cariyeyi bu kuyumcuya ver ki hastalıktan tamamen kurtulup iyileşsin.' dedi...
Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle kuyumcuya verdi, altı ay murat alıp murat verdiler. Böylece kız tamamen iyileşmiş oldu.
Ondan sonra hekim kuyumcuya bir ilaç hazırladı. İlacı içen kuyumcu hastalanarak günden güne çirkinleşip erimeye başladı. Eski güzelliğinden eser kalmadı.
Kuyumcu böyle günden güne eriyip çirkinleşince kızın gönlü de ondan soğudu, aşkı günden güne azaldı. Bir müddet sonra kuyumcu öldü. Ölünce de kızın aşkı tamamen sona erdi. Böylece o güzeller güzeli o aşktan ve hastalıktan arınıp tertemiz oldu...
Bu cihan bir dağdır, bizim yaptıklarımız ise ses, seslerin aksi yine dönüp bize gelir.
mevlana
03.07.2004 - 15:51Dua edenin, 'Rabbim' demesi, Allah'in 'efendim' demesinin ta kendisidir..
Birisi her gece kalkip Allah'i aniyor, O'na dua ediyordu.. Seytan ona dedi:
- Ey Allah'i cok anan kisi, butun gece 'Allah' deyip cagirmana karsilik seni buyur eden var mi? Sana bir tek cevap bile gelmiyor, daha ne zamana kadar dua edeceksin? ..
Adamin gonlu kirildi, basini yere koydu ve uyudu. Ruyasinda ona söyle dendi:
- Kendine gel uyan! Niye duayi, zikri biraktin? .. Neden usandin? ..
Adam:
- 'Buyur' diye bir cevap gelmiyor ki, kapidan kovulmaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine dendi ki ona:
- Senin Allah demen, O'nun buyur demesi sayesindedir..
Senin yalvarisin, Allah'in senin ruhuna haber ucurmasindandir..
Senin cabalarin, careler araman, Allah'in seni kendine yaklastirmasi, ayaklarindaki baglari cozmesindendir..
Senin korkun, sevgin, umidin Allah'in lutfunun kemendidir..
Senin her 'Yarabbi' demenin altinda, Allah'in buyur demesi vardir..
Gafilin, cahilin cani, bu duadan uzaktir..
Cunku 'Yarabbi' demeye izin yok ona..
Agzinda da kilit var, dilinde de..
Zarara ugradigi zaman, aglayip, sizlamasin diye Allah ona dert, agri, sIzI, gam, keder vermedi..
Bununla anla ki, Allah'a dua etmeni, O'nu cagirmani saglayan dert, dunya saltanatindan daha iyidir..
Dertsiz dua soguktur. Dertliyken yapilan dua gonulden kopar..
mevlana
03.07.2004 - 15:50Artık hikayelerini mesneviden ekleme zamanı geldi sanırım..
.Bana günah etmediğin bir ağızla dua et! ”
Mevlâna’dan
Cenab-ı Hakk; “Ey Musa! Bana günah etmediğin, kötü söz söylemediğin
bir ağızla dua et, sığın! ” buyurdu..
Hz. Musa; “Benim öyle bir ağzım yok.” Dedi..
Hakk da buyurdu ki;
“Öyle ise bize başkalarının ağzı ile dua et! ”
Çünkü sen, başkasının ağzıyla günah işlemediğin için o ağız senin için temizdir, günahsızdır.
Öyle hareket et ki, başkalarının ağzı gece gündüz sana dua etsin.
Sen, başka birinin ağzı ile kötü söz söylemediğin, günaha girmediğin için o başka birinin özür dileyen ve dua eden ağzı yok mu, işte o ağız senin için günah etmediğin ağızdır.”
Peygamber Efendimiz: “Günah işlemediğiniz dillerle dua ediniz! ” buyurmuştur. Ashab; “Bize böyle diller lutfet ey Allah’ın Resûlü! ” demişler.
Peygamberimiz de buyurmuş ki; “Bazınız bazınıza dua etsin. Çünkü sen, onun diliyle kötü söz söylemedin; o da senin dilinle günaha girmedi.” Buyurmuştur.
Kişinin yanında bulunmayan mü’min kardeşine dua etmesi, Allah’ın makbulu olur, başucunda bu işe memur edilmiş melek o kardeşine dua ettikçe; “Amin! ” der. “Sana da dua ettiğin gibi olsun! ” ve “Kardeşin kardeşe guyabında duası reddedilmez! ” ve “İki dua vardır ki, reddedilmez; o dua edenlerle Allah arasında bir perde yoktur; Biri, zulüm gören kişinin duası, öbürü de mü’minin kardeşine gıyabında ettiği dua.”
Hadisleri yukarıdaki beyitin anlaşılmasına yardımcı olur.
Yahut da kendi ağzını günahtan, kötü sözlerden arıt, temizle;
Ruhunu günah yükünden kurtar, çevik hale getir.
aşk
03.07.2004 - 15:42Haber Eylen Aşıklara Aşka Gönül Veren Benem...
(Yunus Emre)
Bazılarının aşkı kendilerine perdedir. Hakikati göremediklerinden aşkı zillet olarak algılar... Yunus Emre'nin aşkı ne telefon defteri ile bitiyor ne de ölümle....
Yaktın beni Yunus Emre...
trabzon
03.07.2004 - 15:38ALi Şükrü Bey, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Nazan Bekiroğlu, Fatih Sultan(1461) , Yavuz Sultan, Kanuni....Laz İsmail (Kurtuluş Savaşı) ve ben :)
Memleketim...
Toplam 303 mesaj bulundu