Bişr-i Hâfî
Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Horasan'ın Merv şehrinde ve Bağdât'ta yaşamış olan büyük velîlerden. İsmi, Bişr bin Hâris Abdurrahmân, künyesi Ebû Nasr'dır. Yalınayak gezdiği için 'Hafî' lakabıyla bilinir. Bişr-i Hâfî diye meşhûr olmuştur. 767 (H.150) senesinde Horasan'ın Merv şehrinde doğdu. 841 (H.227) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri orada olup ziyâret yeridir.
Îtibârlı bir âileye mensûb olan Bişr-i Hâfî, Merv reislerinden birinin oğludur. Bu sebeple çocukluğu ve gençliğinin bir kısmı bolluk, refâh içinde geçti. Gençliğinde kendisini oyun ve eğlenceye verdi. Dünyânın câzibesine kapıldığı ve nefsin, şeytanın ve kötü arkadaşların teşviklerine kapılarak oyun ve eğlence âlemlerine daldığı gençlik yıllarında, bir gün kapısı çalındı. Hizmetçisi kapıya çıkarak gelen kimseye kimi aradığını sordu. Kapıdaki adam; 'Bu evin sâhibi hür mü, kul mu? ' diye sordu. Hizmetçi, 'Hürdür.' diye karşılık verdi. Adam; 'Belli! .. Eğer kul olsaydı, kulluğun edebine riâyet edecek oyun ve eğlence ile uğraşmayacaktı.' diyerek çıkıp gitti. Hizmetçi içeri girip kapıda olanları Bişr-i Hâfî'ye anlattı. Bişr-i Hâfî, yalın ayak adamın peşinden koştu. Ona yetişerek söylediklerini tekrarlattı. O kimsenin sözlerinden etkilendi, yaptıklarına pişmân olup tövbe etti. Bir müddet sözünde durup oyun ve eğlence âlemlerine gitmediyse de, kötü arkadaşların tesiriyle tekrar eski hayâtına döndü. Babasından kalan serveti için kendisinden ayrılmayan arkadaşları onu bir türlü bırakmadılar.
Bir gün eğlence âlemlerinden sonra sarhoş ve bitkin olarak evine dönerken yolda üstünde Besmele yazılı bir kağıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öpüp, çamurlarını silerek, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinin duvarına astı. O gece âlim ve velî bir zâta, rüyâda; 'Git Bişr'e söyle! İsmimi temizlediğin gibi seni temizlerim. İsmimi büyük tuttuğun gibi, seni büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığın gibi, seni güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, senin ismini dünyâda ve âhirette temiz ve güzel eylerim.' dendi. Bu rüyâ üç defâ tekrar etti. O zât sabah Bişr-i Hâfî'yi arayıp meyhânede buldu. Mühim haberim var diye içerden çağırdı. Bişr geldiğinde; 'Kimden haber vereceksin? ' dedi. 'Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim.' deyince, ağlamaya başladı. 'Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? ' dedi. Rüyâyı dinleyince arkadaşlarına; 'Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremeyeceksiniz.' dedi. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara, 'Allahü teâlâya tövbe ettiğim, günâh işlememeye söz verdiğim zaman yalın ayaktım. O zaman giymediğim ayakkabıyı şimdi giymeye hayâ ederim. Allahü teâlâ Bekara sûresi yirmi ikinci âyetinde meâlen; 'Biz yeryüzünü sizin için tefriş ettik, döşedik.' buyuruyor. Pâdişâhların mefrûşâtı üzerinde ayakkabı ile yürümek edebe uymaz. Ayağım ile yer arasında bir vâsıta olduğu hâlde onun sergisine basmayı câiz görmüyorum.' derdi. Bu zamandan sonra ayakkabı giymediği için kendisine yalın ayak mânâsında 'Hâfî' lakabı verildi.
Allahü teâlâya tövbe ettikten ve eski yaşayışını terk ettikten sonra bir müddet memleketi olan Merv'de ilim tahsîliyle meşgûl oldu. Dayısı Ali bin Harşam'a talebe oldu. Onun sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. İlim yolunda seyâhatlere çıktı. Mekke, Kûfe, Basra, Şam ve Lübnan taraflarına gitti. Gittiği yerlerdeki âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Bu yüzden Seyyâh Sûfilerden sayıldı. En sonunda Bağdât'a gelerek yerleşti. Gerek memleketinde, gerek gezdiği yerlerde ve gerekse Bağdât'ta devrinin ileri gelen âlimlerinden ilim tahsîl etti ve hadîs-i şerîf dinledi. İbrâhim Sa'd, Abdurrahmân bin Zeyd bin Eslem, Hammâd bin Zeyd, Şüreyk bin Abdullah, Muâfâ bin İmrân Mûsulî, Vekî bin Cerrâh, Ebû Bekr bin Iyâş, Hafs bin Gıyâs, Abdullah bin Mübârek, Îsâ bin Yûnus, Abdullah bin Dâvûd el-Hayrî, Ebû Muâviye ed-Darîr, Zeyd bin Ebi'z-Zerka onun ilim tahsîl ettiği ve hadîs-i şerîf dinlediği âlimlerden bir kısmıdır.
Onun geldiği yıllarda, dünyâ meraklılarının da âhiret sevdâlılarının da merkezi durumunda bulunan Bağdât'ta, Ahmed bin Hanbel hazretleriyle görüştü. Süfyân-ı Sevrî Fudayl bin Iyâd, Muâfa bin İmrân ve İmâm-ı Mâlik hazretlerinin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde de bulunup onlardan feyz aldı. Hadîs ilminde güvenilir âlimlerden olduğu gibi, tasavvufta da yüksek derecelere kavuştu.
Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hâfî'yi çok sever, devamlı yanına giderdi. Talebeleri; 'Siz âlimsiniz. Hadîste, fıkıhta, ictihadda ve bütün ilimlerde eşiniz yoktur. Niye Bişr-i Hâfî gibi birini sık sık ziyâret ediyorsunuz? ' dediklerinde; 'Evet, dediğiniz ilimleri ondan iyi bilirim. Fakat o, kalp ilimlerini benden iyi bilir.' derdi.
Bişr-i Hâfî'ye, bu ilme, yüksek derecelere nasıl kavuştun diye sorduklarında; 'Az yemekle.' deyip, 'Yiyip gülen ile, yiyip ağlayan aynı olmaz.' buyurdu.
İlim ve fazîletteki yüksekliği, haram ve şüphelilerden sakınması sâyesinde insanlar arasında yüksek bir velî, konuşmaları ile, tesirli bir yol gösterici oldu. Mânevî derecesi öylesine yükseldi ki, Halîfe Me'mûn onu ziyâret edebilmek için, Ahmed bin Hanbel'in arabuluculuk yapmasını istedi. Hattâ Halîfe Me'mûn onun hakkında; 'Bişr-i Hâfî'den başka bu diyarda (Bağdât'ta) kendisinden hayâ edilip çekinilecek bir kimse kalmadı.' demişti.
Dînî ilimlerde yüksek bir âlim, tasavvufta yüksek bir velî olan Bişr-i Hâfî, zamânının tıb bilgilerinde de söz sâhibi idi.
Bir gün Bişr-i Hâfî (rahmetullahi aleyh) rahatsızlanarak tabîb Abdurrahmân'a gitti. Ne gibi yemekler yiyeceğini sordu. Tabîb de; 'Bana soruyorsun, fakat tavsiyelerime uymuyorsun.' dedi. Bişr-i Hâfî de; 'Hayır, uyacağım.' deyince, tabîb; 'Sirke ve baldan yapılmış sikencübin'i (mayhoş suyu) içer, ayvayı soyup yersin. Sonra da sıcak çorba içersin.' dedi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; 'Sikencübinin yerini tutacak daha iyi bir şey bilmez misin? ' diye sordu. Tabîb; 'Bilmem.' dedi. Bişr-i Hâfî; 'Ben bilirim.' deyince, tabîb söyle bakalım nedir? ' dedi. Bişr-i Hâfî; 'Hurdeba (günnük otu) sirke ile berâber.' dedi. Sonra; 'Ayvanın yerini tutacak ondan daha ucuz bir şey bilmez misin? ' diye sordu. Tabîb; 'Bilmem.' deyince; 'Ben bilirim.' dedi ve keçi boynuzunu anlattı. Keçiboynuzundan daha iyisini sordu. Tabîb, bilmem deyince, ona da nohut suyu ile inek yağını anlattı. Bunun üzerine tabîb Abdurrahmân; 'Sen tıb ilmine benden daha iyi vâkıfsın.' diyerek bu ilimdeki üstünlüğünü kabûl etti.
Allahü teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin sünnetine titizlikle uyan, haram ve şüphelilerden şiddetle kaçınan Bişr-i Hâfî hazretleri, bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; 'Allahü teâlânın seni neden üstün kıldığını biliyor musun? ' buyurdu. O; 'Hayır bilmiyorum yâ Resûlallah! ' diye karşılık verdi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: 'Sünnetime tâbi olman, sâlihlere hizmet etmen, din kardeşlerine nasîhat etmen, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı sevmen sebebiyle bu dereceye kavuştun.' buyurdu.
Bişr-i Hâfî pekçok kimseye ilim öğretip ders verdi. Nuaym bin Heydâm, Muhammed bin Heydâm, İbrâhim bin Hâşim, Nasr ibni Mansûr, El-Bezzâr, Muhammed bin el-Müsennâ, Sırrî-i Sekâtî, İbrâhim bin Harbî en-Nişâbûrî Ömer bin Mûsâ el-Celâ gibi birçok âlim kendisinden ders alıp, hadîs-i şerîf okumuşlardır.
İnsanlara vâz ve sohbetleriyle pek faydalı olan Bişr-i Hâfî hazretleri, onlara dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermenin yollarını gösterdi. Bir sohbetinde;
'Bir gün Bağdât'ta bir adam gördüm. Bin kırbaç dayak yediği hâlde hiç sesini çıkarmadı. Sonra kendisini cezâevine götürdüler. Peşini tâkib ettim ve niçin dövüldüğünü kendisinden sordum. Bir kadına âşık olduğundan bu hâle düştüğünü söyledi. Bu kadar dayak yediği hâlde neden ses çıkarmadığını sordum. Sevgilim bana bakıyordu, dedi. Bunun üzerine kendisine; 'Ya Allahü teâlânın seni devamlı gördüğünü bilseydin hâlin nice olurdu? ' dediğimde, hemen haykırarak yere düştü ve öldü.' buyurdu.
Gençliğimde Abadan'a gitmiştim. Cüzzamlı ve kör bir adamla karşılaştım. Sarası tutmuş, karıncalar vücûduna üşüşmüş etini yiyorlardı. Başını kaldırdım, kucağıma aldım, ayılıp, kendisi ile konuşmayı bekledim. Ayılınca; 'Benimle Rabbim arasına giren bu boş adam kimdir? Rabbim beni parça parça yapsa, benim O'na ancak sevgim artar.' dedi. Bundan sonra artık kul ile Allah arasında gördüğüm hiç bir hikmeti merak edip de, niçin böyle oluyor? demedim.'
'Bir gün evime girince bir zât ile karşılaştım. İzinsiz, evime nasıl girersin, sen kimsin dediğimde; 'Ben kardeşin Hızır'ım.' dedi. Bana duâ et deyince, O; 'Allah'ım! İbâdette bulunmasını buna kolaylaştır.' diye duâ etti. Biraz daha duâ et dedim. 'Allah'ım! İbâdetinin gizli kalmasını buna nasîb eyle.' dedi.
Bişr-i Hâfî hazretleri yüksek hâller sâhibiydi. Bir gece evden çıkarken ayağının biri eşiğin iç, diğeri dış kısmında olduğu halde seher vaktine kadar hayret ve hayranlık içinde bekledi. Kızkardeşinin kalbine; Bu gece Bişr sana geliyor.' diye ilhâm olundu. Kardeşi onu beklemeye başladı. Bişr-i Hâfî yorgun ve perişan hâlde çıkageldi. Hemen evin damına çıkmaya gayret etti. Birkaç basamak yukarı çıktı. Ortalık aydınlanıncaya kadar hayran hayran orada kaldı. Namaz vaktinde aşağı inip câmiye gitti. Namazını kılıp eve geldi. Kızkardeşi; 'Bu ne hâl böyle? ' diye sorunca, Bişr-i Hâfî; 'Hatırımdan geçti ki Bağdât'ta Bişr gibi bunca kişi bulunsun, bunlardan kimi yahûdî kimi hıristiyan, kimi de mecûsî olsun, benim ismim de Bişr olsun ve İslâmiyetle şereflenerek bunca yüksek devlete ermiş olayım! Ben ne yaptım ki bu devlete kavuştum, onlar ne yaptılar ki bu devletten mahrûm kaldılar. İşte bu konuyu düşünerek şaşkın bir hâlde kaldım.' buyurdu.
Mansûr es-Sayyâd isimli bir zât, bir bayram günü bayram namazını kıldıktan sonra Bişr-i Hâfî hazretlerine geldi. Bişr-i Hâfî ona; 'Bu erken vakitte niçin geldin? ' buyurdu. Mansur; 'Evde un ve ekmek yok onun için geldim.' dedi. Bişr-i Hâfî; 'Allahü teâlâ düşenlerin yardımcısıdır. Oltanı al ve dereye git. Abdest alıp iki rekat namaz kıl. Oltayı Bismillah diyerek at! ' buyurdu. Mansûr es-Sayyâd onun dediklerini yaptı. 'Bismillah' diyerek oltayı dereye attı. Büyük bir balık çıktı. Bişr-i Hâfî'ye geldi. Bişr-i Hâfî o balığı satmasını ve ihtiyaçlarını almasını istedi. O kimse balığı satıp ihtiyâcı olan yiyecekleri aldıktan sonra Bişr-i Hâfî hazretlerinin kapısını çaldı. Bişr-i Hâfî ona; 'Kapıyı kapat. Elindekileri de hole bırak. Kendin de içeri gel.' buyurdu. Mansûr es-Sayyâd içeri girince, Bişr-i Hâfî hazretleri; 'Eğer bu isteği nefsimiz bize bildirseydi bu balık çıkmazdı.' dedi.
Yine bir sohbetinde buyurdu ki:
'Dünyâda azîz olmak, âhirette selâmette kalmak isteyen, diline sâhib olsun. Şâhitlik yapmasın, halka imâm olmasın, hiç kimsenin yemeğini yemesin. İki şey kalbe kasvet verir. Çok konuşmak ve çok yemektir.'
İlme çalışmayı teşvik husûsunda da buyurdu ki:
İlme çalışanın işâreti, dünyâdan kaçmaktır, dünyâyı sevip onda kalmak değil.'
'Kendisiyle amel etmediğin şeyi bırakman daha iyidir. İlim, amel etmektir. Allahü teâlâya itâat ettiğin zaman sana öğretir. Allahü teâlâya isyân edersen, sana öğretmez. İlim, âlimlerin ihtiyaç malzemesidir.'
'Kâmil olan Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur'ân-ı kerîm okuyan ile sohbet etmekten daha sevimlidir.'
'Mârifetten mahrum kalan kimse, ibâdetinin tadını bulamaz.'
'Sizden biri, bir eser yazacak olursa, daha çok mânâ bakımından doğruluğuna dikkat etsin.'
'Âlimin sözü doğru, yediği helâl ve dünyâ malına karşı sevgisi yok ise, zühdü, dünyâya düşkün olmaması çok olur. Ne yazık ki, bugün bu üç hasletten birini bile onların birinde göremiyoruz. Bu durumlarıyla onlara nasıl gülelim ve nasıl yüz verelim. Bu vasıfları kendinde bulundurmayanlar, ilim sâhibi olduklarını, nasıl söylerler. Onlar dünyâya sarılır, dünyâyı birbirinden kıskanırlar. Dünyâlık için birbirine hased ederler. Devlet adamlarının yanında birbirlerini çekiştirir ve gıybet ederler. Maksadları, ellerine geçen dünyâlığı, başkalarına kaptırmamak ve fânî şeyleri ellerinden kaçırmamaktır. Yazıklar olsun ey âlimler! Siz peygamberlerin vârisleriydiniz. İlmi alırken birçok vazîfe yüklenmiş oldunuz. Şimdi o vazîfeleri yapmıyorsunuz. İlminizi şeref vesilesi yapıp onunla dünyâlık kazanmaya bakıyorsunuz. Âhirette, Cehennem'e ilk atılan zümre olmaktan nasıl korkmuyorsunuz, anlamıyorum! '
'Bugün ilim, onu vâsıta yapıp karnını doyuranların eline geçti.'
Bir sohbetinde de sabırla ilgili olarak şöyle buyurdu:
'Sabır susmaktır. Susmak sabırdandır. Konuşan, susandan daha fazla verâ sâhibi olamaz. Şu var ki, âlim kişi bir yerde konuşur bir yerde susar.'
'Sabır güzeldir. Bu ise, insanlara şikâyette bulunmamaktır.'
'Emri mârûf ve nehy-i anil-münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için, eziyetlere sabretmek gerekir.'
Şükürle ilgili olarak Bişr-i Hâfî hazretleri buyurdu ki: 'Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu almak, eğer şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan başkasını tutmamaktır. Mîdenin şükrü, ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların şükrü de, iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur.'
Bir sohbeti sırasında da;
'Nâfileler farzların terk edilmesine sebeb olduğu zaman nâfileleri terk ediniz. İyiyi iyi olarak kabul etmeyen, çirkini de çirkin olarak kabul etmez. İhtilâf ve ayrılıkla birlikte îtilâf ve birleşme olmaz.
Biz nîmetler yüzünden değil, nîmetlere karşı az şükrettiğimizden bu hâle geldik. Nitekim biz amelimizin azlığından değil de amelde sıdk ve ihlâsımızın olmayışından bu hâle geldik. Yine bizim uğradığımız musîbetler, günâhlarımızın çokluğundan değil, hayâmızın azlığındandır, istiğfârımızın azlığından değil, vefâmızın azlığından ve süratle günâhlara düşüşümüzdendir. Eğer biz derhâl günahlarımızın cezâsını görmüş olsaydık bütün günâhları bırakırdık.
Ey kardeş! Bunu bil ve içini dünyâ sevgisi ve şehvetinden temizle. Allahü teâlâyı çok zikret. Kalbini iyice temizlediğin zaman, Allahü teâlâ seni hikmetle konuşturur ve sen zamânın bir hakîmi olursun. Fakat dünyâ sevgisi ve şehveti ile birlikte hikmet sâhibi olamazsın.' buyurdu.
Talebelerine ve sevenlerine verdiği muhtelif vâz ve nasîhatler sırasında buyurdukları ise şunlardır:
'İnsanlar arasında tanınmak isteyen, âhiretin tadını alamaz.'
'Şöhreti seven kimse, Allah'tan korkmaz.'
'Övülmekten hoşlanmak kadar ahmaklık düşünülemez.'
'Dünyâ ve âhirette elem ve kederlerden kurtumak istiyenler, kötü ahlâk sâhipleriyle görüşmemelidir.'
'Tasavvuf nedir? ' diye sorulunca, buyurdu ki: 'Tasavvuf üç anlama gelir. İlki mârifet nûruna ârif olmak ve verâ hâlini kaybetmemektir. İkincisi, dış görünüşünü bâtıl olan şeylerden alıkoymaktır. Sonuncusu ise kerâmetlerini gizlemektir.'
'İnsanlardan biri, Allahü teâlâya tevekkül ettim, diyor. Halbuki Allahü teâlâya karşı yalan söylüyor. Gerçekten Allahü teâlâya tevekkül etseydi, O'nun, hakkındaki muâmelesine de râzı olurdu.'
'Hüzün pâdişâhtır. Bir yere yerleşince oraya başka bir şeyin yerleşmesine râzı olmaz.'
'Ben, Muâfâ bin İmrân'dan işittim. O da Süfyân-ı Sevrî'den şöyle dediğini işitmiş; insanları memnun etmek, ulaşılamayan gâyedir.'
'Süfyân-ı Sevrî bir adamı ziyâret ettiği zaman, Allah seni ateşten korusun diye duâ ederdi.'
'El-Evzâî şöyle buyurdu. Bir zaman gelecek ki, ünsiyet sâhibi kardeş, helâl bir lokma ve sünnete uygun bir amel o zaman çok az olacak.'
'Kim Allahü teâlâya yaklaşırsa, insanlardan uzak kalır.'
'İnsanların sırlarını ortaya çıkaracak sorular sorma.'
'Nefsim için en güvendiğim amelim, Peygamber efendimizin Eshâbına sevgi ve hürmetimdir.'
'Böbürlenmen, kendi ibâdetini çok, başkasınınkini az görmendir.'
'Malınız varken aç sabahlamanızı, malınız yokken tok sabahlamanıza yeğ tutarız.'
'Âdemoğlunu dünyâda tâkib eden musîbetlerin başında, sevdiklerinden ayrılması gelir.'
'Bir kimse bize, hadîs anlat dediği zaman, anla ki, bize kolaylık göster, demek istiyor.'
'Makâmların en yükseği, ölünceye kadar fakirliğe sabretmektir.'
'İki haslet vardır ki, kalbe sıkıntı verir: Çok konuşmak, çok yemek.'
'Bir kul Kur'ân-ı kerîmi hatmederse, melekler onun iki gözü arasını öperler.'
'Kim Allahü teâlâdan dünyâyı isterse, Allahü teâlâ da onun dünyâda uzun zaman kalmasını ister.'
'Müminin izzeti, insanlardan uzak durmasıdır. Şerefi ise gece namaz kılarak ayakta durmasıdır.'
'Ana ve babanın evlatlarına duâları, bir peygamberin ümmetine olan duâsı gibidir.'
'Verâ, şüphelilerden temizlenmek ve her an nefisle muhâsebe etmektir.'
'Kötü insanlarla arkadaşlık yapmak, hayırlı insanlara sû-i zana, kötü düşünmeye sebeb olur.'
'Cimrinin yüzüne bakmak, insanın kalbini karartır.'
'Şâyet insanlar Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünselerdi, O'na isyân etmezlerdi.'
'Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir.'
'Ölümü hatırladığın zaman, dünyânın güzelliği ve şehvetleri senden gider.'
'Kötülüklerini gizlediğin gibi iyiliklerini de gizle.'
'Dünyâyı seven kişi ölümü sevmez.'
'Melekler, kendisine hayran kaldığı kulun amelini yükseğe çıkarır ve Allahü teâlânın huzûruna götürür.'
'Kişinin ameli az olursa, düşünce ve sıkıntıya mübtelâ olur.'
Vaktin kıymeti ile ilgili olarak buyurdu ki:
'Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın doğmadı. Öyle ise şu anı değerlendirmek için amele sarıl.'
Neden câmide vâz vermiyorsun diye sorduklarında; 'Câmide vâz vermek için câmi hüviyetli olmak, o işin ehli olmak lâzımdır.' buyurarak tevâzuda bulundu.
Bişr-i Hâfî cemâatle sohbet ediyor, rızâdan bahsediyordu. Sohbette bulunanlardan birisi; 'Ey Bişr! Makam ve îtibâr sâhibi olduğun için halktan hiçbir şey kabûl etmiyorsun. Eğer zühd sebebiyle hakîkaten dünyâdan yüz çevirmişsen, halktan gizlice bir şeyler alıp fakirlere ver ve kendin de tevekkül üzere oturup rızkına râzı ol.' dedi. Bu söz üzerine Bişr-i Hâfî buyurdu ki: 'Bunun cevâbını dinle. Fukarâ ve dervişler üç çeşittir. Birinci kısım, aslâ kimseden bir şey istemez, verirlerse de almaz. Bunlar hâl sâhibi, rûhâniyet ehli kimselerdir. İzzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan her ne isterlerse, Allah onu bu kimselere verir. Allahü teâlâ şunu verecek diye yemin edecek olsalar derhâl duâları kabûl edilir. Diğer bir kısmı halktan bir şey istemez ama verildiğinde kabûl eder. Bunlar dervişlerin orta tabakasıdır. Allahü teâlâya tevekkül ederek sükûn, rahat bulurlar. Bu kısım, kudsiyet makâmında ebediyet sofrasına oturmuş bir tâifedir. Üçüncü kısım ise, güçleri yettiğinde sabrederek oturur ve rızkın geleceği vakti gözler. Böyleleri zarûrî ihtiyaçları mecbûr bırakırsa, kalpleri Allahü teâlâya bağlı olduğu hâlde çıkıp halktan isterler.' Bu cevâbı alan kimse; 'Bu söze râzı oldum. Allah da senden râzı olsun.' dedi.
Bişr-i Hâfî hazretleri yerinde ve az konuşurdu. Talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki: 'Sahîfelerinize ne yazdığınıza dikkat ediniz. Çünkü bu, Rabbinize karşı okunacaktır. Yazık o kimseye ki çirkin söz konuşur. Eğer içinizden biri bir kardeşine içinde çirkin söz bulunan bir yazı gönderse, şüphesiz bu bir hayâsızlık olur. Ya Rabbine karşı kötü söz söyleyenin hâli ne olur? '
Şaşarım o adamın aklına ki din kardeşini arkasından çekiştirir de yüzüne gelince ona sevgi gösterir, hemen onu övmeye başlar. Kim insanların şeref ve haysiyetiyle oynadığı halde, Allahü teâlânın kendisini sevdiğini iddiâ ederse, şüphesiz o bir yalancıdır. Çünkü o bir şeytandır. Şeytan ise Allahü teâlânın düşmanıdır.
Bir kimse Bişr-i Hâfî hazretlerine gelerek; 'Ben seni Allah için seviyorum.' dedi. O da; 'Sen sözünde sâdık ve doğru değilsin. Bâzan akşam olunca ahırdaki merkebini hatırlamak beni hatırlamaktan sana daha mühim göründüğü hâlde, nasıl oluyor da Allah için beni sevdiğini iddiâ ediyorsun? ' buyurdu.
Bişr-i Hâfî'nin ilme ve irfâna bağlılığı, şöhret ve riyâset (başkanlık) sevdâsıyla değil, sünnet-i seniyyeye uyma arzûsuyla idi. Nitekim; 'Reislik arzûsuyla ilim öğrenen, Allahü teâlâyı kızdıracak bir işle O'na yaklaşmaya çalışıyor demektir. Çünkü ilim sebebiyle reislik istemek gökte ve yerde öfkeyi gerektirir.' buyururdu.
Hikmete ermenin yolunun Allahü teâlâya isyânı terk etmekte olduğunu söylerdi. O, ibâdetin lezzetine erenlerdendi. Bu lezzete ermenin yolunu şöyle bildirirdi: 'Kendinle arzu ve isteklerin arasına demirden bir perde çekmedikçe, ibâdetten lezzet duyamazsın.'
Bir kimse Bişr-i Hâfî'ye gelerek; 'Gecenin bir saatinde olsun istirâhat etseniz.' dedi. O da; 'Allahü teâlâ geçmiş ve gelecek bütün günâhlarını bağışladığı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, ayakları şişinceye kadar ibâdet ettikleri halde ben nasıl uyuyabilirim? Çünkü ben bir tek günahımın bile, Allahü teâlâ tarafından bağışlanmış olduğunu bilmiyorum.'
Talebelerini ellerini açmış duâ ederken görünce; 'Duâ, günahları terk etmektir.' buyururdu. Rızık konusunda insanları haramlardan ve şüphelilerden sakınmaya teşvik ederdi. Özellikle ticâret erbâbını helâl ve temiz kazanca yönlendirmeye çalışırdı. Bu husustaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri sık sık tekrar eder; 'Ekmeğini nereden kazandığına iyi bak. Kendini Cehennem'e atma.' diye nasîhat ederdi.
Amellerin kıymetlisinin üç tâne olduğunu bildirir: 'Birincisi mal az olduğunda da cömert olabilmektir. İkincisi, tenhâda da verâ sâhibi olabilmek yâni haramlardan kaçınabilmektir. Üçüncüsü, kendisinden korkulan ve bir şeyler umulan kimsenin huzûrunda da hakkı söyleyebilmektir.' buyururdu.
Dünyâya gönül verenlere; 'Dünyâya tâlib olan insanlardan dünyâlık istemeye utanmıyor musun? Siz dünyâlığı, dünyâyı yed-i kudretinde tutan Allahü teâlâdan isteyiniz.' buyururdu.
'Yediğin neredendir? ' diye soranlara şöyle cevap verirdi: 'Siz benim nereden yediğimi ne yapacaksınız. Kendinizin ne sûretle yediğinize bakınız. Çünkü gülerek yiyenle ağlayarak yiyen bir olmaz. Az yiyen el, çok yiyene denk olmaz. Yediğiniz ekmeğin nereden olduğuna, çoluk çocuğunun oturduğu evin hangi yoldan kazanıldığına dikkat ediniz.' buyururdu.
Allahü teâlâya olan muhabbeti sebebiyle Allahü teâlânın düşmanlarına düşmanlık ederdi ve; 'Sevgilini kızdırana muhabbet beslemen sana yakışmaz.' buyururdu.
Cömert ve ikrâm sâhibi idi. Fakirlere ve düşkünlere yardım eder, onların ihtiyaçlarını giderirdi.
Nâfile hacca gideceklerden biri Bişr-i Hâfî'ye vedâ için geldi. Ona; 'Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı? ' deyince; 'Ne kadar harçlığın var? ' diye sordu. 'İki bin dirhem harçlığım var.' diye cevap verdi. Bişr-i Hâfî: 'Hacca gitmekle zühdü mü, yoksa Kâbe'ye olan aşkını mı, yoksa Allah rızâsını mı kastediyorsun? ' diye sorunca, adam: 'Allah rızâsını kastediyorum.' dedi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; 'O halde evinde dururken, Allah'ın rızâsını kazandıracak bir şeyi sana söylersem, yapar mısın? ' deyince; 'Evet yaparım.' karşılığını verdi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî;
'O halde sen bu iki bin dirhemi, borcunu ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula, nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir âileye, yetimi sevindiren bir yetim bakıcısına ve bunlar gibi on kişiye yirmişer dirhem ve hattâ istersen hepsini bunlardan birine ver. Zîrâ müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek ve zayıflara yardım etmek, nâfile olarak yapılan yüz hacdan daha sevaptır. Kalk da dediğim gibi yap. Şâyet böyle yapmak istemiyorsan asıl kalbinde olanı bana söyle.' dedi. Vedâya gelen kimse; 'Doğrusu kalbimde hacca gitmek tarafı kuvvetlidir.' dedi. Bunun üzerine Bişr gülümseyerek adama döndü ve; 'Servet, şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefs, kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki Allahü teâlâ, yalnız muttakîlerin, haramlardan sakınanın amelini kabul eder.' buyurdu.
Adamın biri elinde bıçak ile bir kadına musallat oldu. Güçlü olduğu için kimse adama engel olamıyordu. Kadın çırpınıp duruyordu. Bu esnâda Bişr-i Hâfî rahmetullahi aleyh oradan geçmekte idi. Adama iyice yaklaşıp bir şey söyledi. Adam birden yere düştü. Kadın kurtuldu. Etrâfındakiler adamın yanına gittiler ve adamın zor nefes aldığını gördüler. Sana ne oldu diye sorulunca, adam; 'Bilmiyorum, ihtiyar zât bana; 'Senin bu yaptığını Allahü teâlâ görüyor.' deyince, ayaklarımın bağı çözüldü ve gördüğünüz gibi yere düştüm. Bu zât kimdir? ' dedi. Bişr-i Hâfî'dir dediler. Bunun üzerine adam; 'Eyvâh ben onu bir daha nasıl göreceğim.' dedi ve kuvvetli bir sıtma hastalığına yakalanarak kısa bir zaman içinde öldü.
Bişr-i Hâfî, Esved bin Sâlim'i, Ma'rûf-i Kerhî'ye yolladı. Esved bin Sâlim ona; 'Bişr-i Hâfî, seninle kardeşlik olmak istiyor. Bunu açıkça size söylemekten çekindiği için, beni size gönderdi. Kendisini kardeşliğe kabûl etmenizi diliyor, fakat bâzı şartları da vardır. Onlar da: Bu kardeşliğin duyulmaması ve karşılıklı ziyâret ve görüşme yapılmamasıdır; zîrâ o, fazla iltifattan hoşlanmaz.' dedi. Bunun üzerine Ma'rûf-i Kerhî; 'Fakat ben kardeş olduğum kimseden gece ve gündüz ayrılmak istemem.' dedi ve Allah için sevginin fazîletini anlatan birçok hadîs-i şerîf okudu. Sonra; 'Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ali'yi kendine kardeş yapmakla, onu ilimde kendisine ortak etti. En sevimli kızını ona verdi. Şimdi sen şâhid ol, mâdem ki seni gönderdi. Ben de onu Allah için kardeşliğe kabûl ettim. O, beni ziyârete gelmezse de, ben onu ziyârete giderim. Ona söyle sohbetlerde buluşalım. Hâlinden hiçbir şeyi benden saklamasın, her hâlini bana bildirsin.' dedi. İbn-i Sâlim, durumu Bişr-i Hâfî'ye anlatınca, râzı oldu ve memnuniyetle kabûl etti.
Bir gün Bişr-i Hâfî'nin eşyâsını çaldılar. Ağlamaya başladı. 'Mal için ağlanır mı? ' denilince; 'Mal için değil, hırsızın günah işlediğini, kıyâmet gününde bunun azâbını çekeceğini düşünüp ağlıyorum.' dedi.
Adamın biri Bişr-i Hâfî'ye gelip; 'Bana vasiyet et.' dedi. Bişr-i Hâfî ona; 'Şöhretten sakın, helâl lokma yemeye gayret et.' dedi.
Büyüklerden bir zât anlatır: Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Hava çok soğuk idi. Gâyet ince giymiş, titriyordu. Yâ Ebâ Nasr bu havada çok kalın giyerler, siz giydiklerinizi çıkardınız dedim. 'Fakirleri hatırladım. Malım, param yok ki onlara yardım edeyim. İstedim ki, ben de onlar gibi olup, sıkıntılarını çekeyim.' dedi.
Bişr-i Hâfî bir gün kabristandan geçiyordu. Mezardakilerin hallerini Allahü teâlâ gösterdi. Mezarları üzerinde bir şeyi paylaşıyorlardı. 'Yâ Rabbî! Bunların ne yaptıklarını bana bildir.' dedi. Git, kendilerine sor diye bir ses duydu. Gitti sordu. Bir hafta önce, bir kimse üç İhlâs-ı şerîf okuyup bize gönderdi. O günden beri onun sevâbını taksim etmeye çalışıyoruz, henüz bitiremedik.' dediler.
Hasan Hayyât anlatır: Bir gün Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Birkaç kişi gelip, Bişr-i Hâfî'ye selâm verdi. Bişr-i Hâfî onlara siz kimsiniz deyince; 'Biz Şam'dan geliyoruz, hacca gidiyoruz. Duânızı almak için size uğradık.' dediler. Bişr-i Hâfî onlara; 'Allahü teâlâ sizden râzı olsun.' dedi. Onlar; 'Bizimle hacca gelmek istemez misin? ' diye sorunca; onlara; 'Üç şartla: Yanımızda bir şey taşımayacağız, hiç kimseden bir şey istemeyeceğiz, eğer birisi bize bir şey verirse kabûl etmeyeceğiz.' dedi. Onlar; 'Yanımızda bir şey taşımamaya evet! Kimseden bir şey istememeye de evet! Fakat bize verileni kabûl etmemeye gelince, buna gücümüz yetmez.' dediler. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; 'Siz Allahü teâlâya değil, hacıların azığına güvenerek yola çıkmışsınız.' buyurdu.
Bişr-i Hâfî, hazret-i Âişe'den rivâyet edilen şu hadîs-i şerîfi nakletti: Hazret-i Âişe buyurdu ki: 'Ben bir gün Resûlullah'dan sallallahü aleyhi ve sellem suâl ettim: 'Yâ Resûlallah kadınların üzerinde cihâd var mıdır? ' Resûlullah efendimiz buyurdu ki: 'Kadınlar üzerinde de cihâd vardır. Lâkin o cihâdda harb etmek yoktur.' Ben de; 'O cihâd nedir? ' dedim. Resûlullah; 'Ocihâd hac ile umredir.' buyurdu.
Rivâyet ettiği başka bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; 'Tencerede bir şey pişirdiğin zaman, suyunu çoğalt ve komşulara dağıt.' buyurdu.
Diğer bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; 'Kula her taraftan belâ gelmedikçe, îmânın tadını tadamaz.' buyurdu.
Bişr-i Hâfî hazretleri hiç evlenmemişti. Kendisine; 'Niçin evlenmiyorsun? ' diye soranlara; 'Bana ömrüm kadar bir ömür daha verilseydi, evlenebilirdim. Zîrâ ömrümde ancak Allahü teâlâya kulluk vazîfelerimi yapabiliyorum.'buyurdu. 'Eğer sen evlenseydin kulluğun tam olurdu.' deyince de; 'Kendi hakkımı yerine getirmekten korkuyorum da onun hakkını nasıl yerine getirebilirim.' buyurdu. 'Niçin evlenerek Sünnet-i seniyyeye muhâlif olmaktan kurtulmuyorsun? ' diyenlere de; 'Ben farzlarla meşgûl oluyorum. Zîrâ farzları yerine getirmek, sünnetten evlâdır.' buyurdu. Bişr-i Hâfî hazretleri; 'İki yüz yılından sonra sizin en iyiniz, hafîfülhaz olandır, yâni zevcesi ve çocuğu olmayandır.' hadîs-i şerîfini kendine delil olarak almıştı.
Bişr-i Hâfî hazretleri ilim, irfân ve fazîlet sâhibi olup, güzel ahlâklı idi. Onun üstünlüğünü herkes kabûl ederdi, hâlleri ve yaşayışı ile ilgili olarak Abbâs bin Dehkam diyor ki: 'Dünyâya geldiği gibi ölen tek insan Bişr-i Hâfî'dir. Dünyâya malsız geldi ve malı olmadan gitti. Ölüm döşeğine yattığı sırada biri gelerek ondan bir şey istedi. Onun bir gömleği vardı. Onu da çıkardı, dilenciye verdi ve bir başka kimseden ödünç gömlek aldı ve o şekilde öldü. Yâni ölünce bir gömleği de yoktu. Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti.'
İbrâhim Harbî şöyle der: 'Ben üç büyük zât gördüm. Bu üç kişinin benzeri yoktur; Birincisi Ahmed bin Hanbel'dir ki, anneler onun gibisini doğurmaktan âciz kalır. İkincisi Bişr-i Hâfî'dir ki, asrından eski devirlere kadar akıllı bir zâttır. Üçüncüsü Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm ki, sanki o, ilmi kendisinde toplamış bir dağ gibidir. Bişr-i Hâfî hiçbir müslümana gıybette bulunmadı. Eğer onun aklı Bağdât halkına dağıtılsa, hepsi akıllı olurdu.'
Bilâl el-Havvâs şöyle anlatır: 'Bir gün Sina Çölünde yürüyordum. Yanımda bir zât belirdi. Kimsin deyince, 'Kardeşin Hızır'ım.' dedi. Sana suâl sormak istiyorum deyince; sor dedi. 'İmâm-ı Şâfiî hakkında ne dersin? ' diye sordum. 'Dünyâdaki dört büyük âlimden biridir.' diye cevap verdi. 'Ahmed bin Hanbel hakkında ne düşünürsün? ' dedim. 'Sıddık (doğru, samîmi) bir zâttır.' dedi. 'Bişr-i Hâfî hakkında ne söylersin? ' deyince; 'Ondan sonra onun gibi bir zât gelmedi.' dedi.
Bişr-i Hâfî'nin üstünlüğünü âlimler, velîler kabûl ettiği gibi, diğer insanlar ve hattâ hayvanlar bile kabûl ederdi. O Bağdât'a geldikten sonra hayvanlar sokakları kirletmez oldu. Çünkü Bişr-i Hâfî hazretleri sokaklarda yalınayak geziyordu. Bağdât halkından biri bir gece hayvanıyla Bağdât sokaklarında giderken, hayvanın sokağı kirletmesi üzerine; 'Eyvah Bişr-i Hâfî öldü.' diyerek üzüldü. Araştırıp öğrendi ki hakîkaten Bişr-i Hâfî vefât edip, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştu.
Bişr-i Hâfî hazretlerinin hastalığı sırasında talebelerinden birisi onu ziyârete gitti. Bişr-i Hâfî'ye; 'Bana nasîhat et.' dedi. Bişr-i Hâfî buyurdu ki: 'Bir karınca vardı. Yazın tâneleri toplar, kışın yerdi. Bir gün topladığı tâneyi yemek üzere ağzına aldı. Tam bu sırada gelen bir kuş onun ağzındaki tâneyi kaptı. Karınca topladığı şeyi yiyemedi ve emeline kavuşamadı. Dünyâda insanlar da böyledir. Mal ve servet toplarlar. Onları ya başkaları alıp tüketir veya ölüm kuşu gelip o kimseyi alır da dünyâdaki emeline kavuşamaz. Hal böyle olunca, dünyâya gönül vermemeli, âhiret için hazırlanmalıdır.'
Bişr-i Hâfî hazretleri bütün ömrünü ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçirdi. Şüphelilerden son derece sakınırdı. Konuştuğu zaman etrâfa ilim, ahlâk, hikmet kokuları yayılırdı. Tasavvuf yolunda büyük makâmlara erişmişti. 841 (H.227) senesi Rebîülevvel ayında Bağdât'ta vefât etti. Vefât ettiğinde cenâzesini sabah evden çıkardılar. Fakat çok kalabalık olduğundan kabristana gece varabildiler. Kendisini rüyâda görüp; 'Allahü teâlâ sana ne muâmele etti? ' diye sorduklarında; 'Benim cenâzemde bulunanı ve kıyâmete kadar beni seveni affeyledi.' buyurdu.
BESMELE'YE HÜRMETİ
Bişr-i Hâfî adında, bir büyük velî vardı, Dedi: 'Ey arkadaşlar, biz şu anda çağrıldık,
Gençlik senelerinde, günah işler yapardı. Beni bu meyhânede, göremezsiniz artık.'
Bir gün sarhoş bir halde, sallanarak giderken, O âlimin yanında, 'tövbe etti' böylece,
Yerde çamur içinde, bir kâğıt gördü birden. Büyük bir velî olup, edindi çok derece.
Besmele-i şerîfe, olduğunu anladı, O buyurur: Bağdat'ta, gördüm ben birisini,
Ve içi sızlayarak, eğilip onu aldı. Askerler kırbaç ile, döverdi kendisini.
Öptü ve tâzim ile, giderdi çamurunu, Dikkat ettim, bin kırbaç, vurdular kendisine,
Güzel koku sürerek, yükseğe astı onu. Ve lâkin o sesini, çıkarmadı hiç yine.
O gece rüyâ gördü, bir âlim, yattığında, Baktım o zavallıyı, o kadar çok dövdüler,
Ona şöyle denildi, Bişr-i Hâfî hakkında: Sonra onu bağlayıp, hapise götürdüler.
'Git, Bişr'e haber ver ki, dün yaptığı bir işten, Bu hâli merak edip, gittim onun yanına,
Dolayı memnun olup, râzı oldum Bişr'den. Niçin dövdüklerini, gizlice sordum ona.
İsmimi yerden alıp, nasıl temizlediyse, Dedi ki: 'Ben bir kıza, âşık oldum iyice,
Onu, günah işlerden, temizlerim ben ise. Onu sevdiğim için, dayak yedim bir nice.'
Nasıl benim ismimi, büyük tuttuysa o kul, Dedim ki: 'Bu kadar çok, dövdü de onlar seni,
Ben dahî o kulumu, tutarım öyle makbul.' Ne için bir kerrecik, çıkarmadın sesini? '
Uyandı sabahleyin, rüyâ gören o âlim, Dedi ki: 'Oan bana, bakıyordu sevdiğim,
Merak edip dedi ki; 'Bu kişi acabâ kim? ' O bakarken, sesimi, çıkarabilir miydim? '
Hemen çıkıp aradı, onu o mahallede, Dedim ki: 'Hak teâlâ seni hep görmektedir,
Nihâyet buldu onu, köhne bir meyhânede. Hattâ senin kalbinden, geçeni bilmektedir.
Çağırttırıp dedi ki; 'Sana bir haberim var.' Rabbinin seni her an, gördüğünü bilseydin,
Bişr dedi ki: 'Acabâ, bana kim haber yollar? ' Acep nice olurdu o zaman hâlin senin? '
'Allahü teâlâdan, haberim var' deyince, O bunu öğrenince, sararıp yere düştü,
Ağlamaya başladı, o bunu öğrenince. Baktım Hak teâlânın, korkusundan ölmüştü.
Dedi ki: 'Yoksa bana, kızıyor mu Rabbimiz? Evliyânın sözünde, rabbânî tesir vardır,
Bana güceniyor mu, ne olur, söyleyiniz? ' Onlara kavuşanlar, tâlihli insanlardır.
O âlimin gördüğü, rüyâyı dinleyince,
Dönüp ahbaplarına, vedâ etti hemence,
EVLİYÂNIN İŞİNE KARIŞILMAZ
Ebû Abdullah Kâdî, Bişr-i Hâfî hazretlerinin yardımseverliğiyle ilgili bir kerâmetini şöyle nakletti:
Babamın şöyle anlattığını işittim: Bağdât'ta bir tüccar arkadaşım vardı. Çok zengin idi. Bir gün baktım bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış, iyi bir müslüman olmuştu. Bunun sebebini sorduğumda, bana şöyle anlattı: 'Bir gün Bağdât'ın bir câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra gördüm ki, Bişr-i Hâfî câmiden çıktı. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime, zühd ve takvâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan, haramlardan sakınan bir zât nereye acele acele böyle gidiyor diye merak ederek onu tâkib ettim. Gördüm ki, önce bir fırına gidip ekmek aldı, sonra kebap yapan bir yere gidip kebab aldı. Daha sonra helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime böyle bir zâtın bunları alıp yiyeceğine kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merak ederek tâkibe devâm ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün câmisine girdi. Baktım ki câmide yatalak bir hasta vardı. Bişr-i Hâfî aldıklarını lokma lokma bu zâta yedirdi. Ben bu arada köyü merak edip neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Bişr-i Hâfî'yi sorunca, Bağdât'a gitti dedi. Burası Bağdât'a ne kadar uzaklıktadır diye sordum. Bana 40 fersahdır (240 km) dedi. Ben bunu duyunca, benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu yolu yürüyemem dedim. Hasta şahıs, bekle Bişr-i Hâfî haftaya gene gelir dedi. Bekledim. Cumâ günü tekrar geldi. Hastayı aynı şekilde tekrar doyurdu. Giderken, o şahıs Bişr-i Hâfî'ye:
'Bu adam Bağdât'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle berâber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar yerine götür.' dedi. Bana; 'Sen benimle niye buraya geldin? ' dedi. Ben özür dileyerek, hatâmı söyledim ve af diledim. 'Haydi kalk ve yürü.' dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; 'Sen Bağdât'ın hangi mahallesinde oturursun.' dedi. Ben falan mahallede otururum deyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Ben ondan sonra tövbe ettim ve bir daha böyle işlere karışmadım.' dedi.
Bİr babanın trajik hikayesi, babanın kızını o dönemdeki ünlü komutana vereceği vaadiyle kandırması... İki trajedi yazarı taafından farklı işlenmiş. Biri Sophokles, diğeri Aiskhloys olmalı.... İkincisinin yazımı yanlış olabilir.Bu kadar karışık bir isim anca bu kadar akılda kalırdı :)
Türkistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî olup, Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultan, Hâce Ahmed, Kul Hâce Ahmed diye tanınır. Babası Hâce İbrâhim'in nesebi hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye'ye ulaşır. Soyu, hazret-i Fâtıma vâlidemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi evliyâdan Şeyh Mûsâ'nın Ayşe isimli kerîmesi olup, sâliha, müttekî ve afîf bir hâtun idi. Doğum târihi bilinmemektedir. 1194 (H.590) senesinde Yesi'de vefât etti. Kabri oradadır. Tîmûr Han onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
Ahmed Yesevî annesini çok küçük, babasını da yedi yaşında kaybetti. Babası son nefesinde Gevher Şehnaz ismindeki kızına:
'Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyâya ender gönderilen mübârek bir kişi olacaktır. Ona göz kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra durur. Ahmed o sofrayı kendi başına açtığı zaman onun cihan mülkünde görünme vaktinin geldiğini bilmelisin. Zamânı gelmeyince, bu sırrı kimseye açma.' dedi.
Gerçekten Ahmed Yesevî'de çocukluğunda garib hâller ve yaşından beklenilmeyen fevkalâdelikler görülüyordu. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyor, onun mânevî terbiyesi ile olgunlaşıyordu. Bu sırada meydana gelen bir hâdise, şöhretinin bütün Türkistan'a yayılmasına yol açtı. Menkıbeye göre, o sırada Türkistan'da Yesevî adında bir hükümdâr saltanat sürmekte idi. Bu hükümdar yaz gelince, Türkistan yaylalarına çıkar, kışın da Semerkant kışlalarında kalırdı. Ceylan avından çok hoşlanan hükümdâr, bir defâsında ceylan peşinde koşarken, yolu Karaçuk Dağına çıktı. Karaçuk Dağının yamaçları sarp, kayaları yalçındı. Atı, kan tere battı ve avını kaçırdı. Buna ziyâdesiyle üzülen hükümdâr; 'Bu dağı ortadan kaldırmak gerek.' diye söylendi. Nitekim ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarının bereketi ile bu dağı ortadan kaldırmayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ve niyâzda bulundular. Ancak istenilen netice elde edilemedi. Bunun üzerine oraya gelmeyen bir velînin olup olmadığı araştırıldı. Neticede, Hâce İbrâhim'in oğlu Ahmed küçük olduğundan kimsenin aklına gelip de çağrılmadığı anlaşıldı. Nihâyet, haberci gönderildi ve gelmesi istendi. Çocuk, dâveti ablasına danışınca, ablası; 'Babamızın vasiyeti var, senin tanınma zamânının gelip gelmediğini, türbedeki ekmek sofrası tâyin edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamânın geldi demektir, var git! ' dedi. Babasının türbesine giden Ahmed, sofrayı bulup açınca, dosdoğru hükümdârın istediği yere geldi. Kendisini bekleyen velîlere sofradaki bir parça ekmeği gösterip duâ etmelerini isteyince, velîler Fâtiha okudular. O da ekmeği oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda tam dokuz bin kişi vardı. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmed'in büyüklüğünü ve mertebesinin yüksekliğini anladılar. Hâce Ahmed, sırtındaki babasından kalma hırkaya bürünerek, duâsının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden yağmur boşanarak, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde yüzmeye başladı. Sonunda Ahmed hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu ve güneş çıktı. Oradakiler baktıklarında, Karaçuk Dağının ortadan kalktığını gördüler. Bu kerâmete şâhid olan hükümdar, Hâce Ahmed'den, kendi adının kıyâmete kadar bâkî kalması için niyâzda bulunmasını diledi. Hâce Ahmed hazretleri de; 'Âlemde her kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin' dedi. Bundan dolayı o günden beri ikisinin ismi birlikte, 'Ahmed Yesevî' şeklinde anılır oldu.
Ancak Hâce Ahmed'in, daha çok Yesi'li olduğundan, Yesevî nisbesiyle şöhret bulduğu kabûl edilmektedir.
Ahmed Yesevî önce Arslan Baba hazretlerinden ders aldı. Onun kalblere hayat ve huzur veren söz ve sohbetleri ile teveccüh ve görüp gözetmesine kavuştu. Böylece kısa zamanda çok yüksek makam ve derecelere ulaştı. Ancak Arslan Baba ebedî âleme göçünce, çok sevdiği ve ziyâdesiyle bağlı bulunduğu bu şeyhinden ayrı düştü. O, hikmetler adını verdiği şiirlerinde Arslan Baba'dan bahsederken şöyle demektedir:
Âhir zaman ümmetleri dünyâ fâni bilmezler
Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar
Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler
Arslan Babam sözlerini dinleyiniz teberrük.
Ahmed Yesevî bundan sonra şeyhi Arslan Baba'nın mânevî işâreti ile Buhârâ'ya gitti. Orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî'ye bağlandı ve mânevî ilimleri tahsil etti. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icâzet, diploma aldı. O büyük zâtın halîfeleri arasına katıldı. Onun vefâtından sonra bir mikdâr Buhârâ'da kaldı. Talebe yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra onların terbiye ve yetiştirilmesini, Yûsuf-i Hemedânî'nin en önde gelen, gözde talebesi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine bırakıp, kendisi Yesi'ye döndü ve talebe yetiştirmeğe burada devâm etti. Talebeleri git gide çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamânda, Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm'e yayıldı. Kendisinde daha çocuk yaşta iken başlayan evliyâlık hâl ve dereceleri günden güne artıyordu. Zamanındaki âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden, en üstünlerinden oldu. Hanefî mezhebinde idi. Zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde derin âlim olan Ahmed Yesevî, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederdi.
Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibâdet ve zikirle meşgûl olurdu. İkinci kısmında talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü ve en kısa bölümde ise alınteri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları satardı.
Bir rivâyete göre; 'Onun halden anlar bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyup, Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık ve kepçeden alırsa ücretini heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Adam ücreti heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam olunca da Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hattâ heybenin gözüne fazla para bırakanlar da olurdu. Hâce hazretleri bunları ve kendisine gelen sayısız hediyeleri muhtaçlara ve bilhassa talebelerine sarf ederdi.
Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler düşmanlıklarından, çeşitli iftiralara başladılar. Sohbet meclislerine örtüsüz kadınlar geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar.' dedikodularını yaydılar. Bu şâyiayı duyan makam sâhipleri, bâzı müfettişler vazifelendirerek durumun araştırılmasını emrettiler. Müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclisine gizliden gizliye gelip gittiler. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir hâlin bulunmadığını, söylenilenlerin tamâmen asılsız olduğunu, bu zâta iftirâ etmek için uydurulduğunu bildirdiler.
Ahmed Yesevî hazretleri kendisine iftirâ edenlere bir ders vermek istedi ve toplandıkları yere geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Oradakilere hitâben: 'Bâlig olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim edeceğim' buyurdu. Hiç kimse çıkmadı. O sırada, Ahmed Yesevî'nin talebelerinden, Hâce Atâ ortaya çıktı. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu ona verip, bunu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti. Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftirâ edenler geldiler. Herkes bu kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde kor hâlinde ateş, bir mikdar pamuk arasında duruyordu.
Ateş kızarıyor ve pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldı. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muârız olanlar hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hâce hazretlerine hediyeler gönderip, özürler dileyip pekçoğu ona talebe oldu.
Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi. Ahmed Yesevî hakkında söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini imtihân etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, yanına dört yüz müşâvir ve kırk tâne de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. 'Ben üç bin mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim.' diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânegâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend'e; 'Bakar mısın, bize kimler geliyor? ' buyurdu. Mervezî'nin mâiyyetiyle, yanındakilerle birlikte hâfızasında üç bin mesele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden binini, Mervezî'nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ'ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi'ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, 'Allah'ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin? ' dedi. Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz.' buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ'ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî'nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı. Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da silindiğini gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu anlayıp oracıkta tövbe etti. Talebeliğe kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyyetiyle beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî (k. sirruh) bunu, yanında beş kişi ile berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan'a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa'deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd edip aydınlattılar (r.aleyhim) .
Horasan'da bulunan velîler, Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklük ve üstünlüğünü bildikleri ve ona olan muhabbet ve bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle görüşmek, sohbetinde bulunmak istediler. Büyük bir toplantı tertib ettiler. Hâce hazretlerini de bu toplantıya dâvet için, aralarından birini Yesi'ye gönderdiler.
Ahmed Yesevî hazretlerini toplantıya dâvet etmek üzere yola çıkan velî, Allahü teâlânın izni ile turna gibi uçarak Yesi'ye geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına talebelerinden bâzılarını aldı. Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihâyet, Semerkand yakınlarında bir nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccar, nehirden geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanları suya düşmüştü. Bu tüccâr, su içinde boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması hâlinde, kalan malının yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezr edip, adadı. Hâce Ahmed Yesevî, Allahü teâlânın izni ile tüccarın sıkışık ve zor durumunu keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere iken tüccarı çekip sâhile çıkardı. Sonra normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb eden, şaşan tüccar, kendisini kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti; daha sonra malının yarısını bu zâta verdi. Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman orada kalarak talebeleriyle sohbet etti. Suallerini cevaplandırdı. Hergün yüzlerce kişi huzuruna gelerek sohbetine katılır ve bereketlenirdi. Tüccarın verdiği parayı da orada bulunan yoksullara ve talebelerine dağıtan Ahmed Yesevî hazretleri daha sonra memleketine döndü.
Yesi şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahâlisinin çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandı. Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayıları her geçen gün arttıkça, Sabranlılar ziyâdesiyle rahatsız oluyorlar, Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.
Birgün hazret-i Hâce'ye iftirâ etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü, kan izlerini tâkip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmed Yesevî'nin tekkesine götürüldüğünü anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce'nin tekkesine girip, öküzlerini arayabileceklerine izin verince, gelip durumu bildirdiler. Hazret-i Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile, iftirâcıların hazırladıkları çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin verildi. İftirâcılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı. Bu sırada Hâce hazretlerinin kerâmeti tecellî edip ortaya çıkıp iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücûm edip kısa zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlaşılmış oldu.
Yine birgün aralarında anlaşıp, Hâce'yi hırsızlıkla ithâm etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip parçaladılar ve gece gizlice Hâce'nin hânegâhının bir yerine bıraktılar. Hazret-i Hâce'den başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmedi. Ertesi gün bu sığırı aramak bahânesi ile, o kasaba halkından birçok kimse tekkenin önünde toplandı. Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü, bir an elini kaldırıp dergâhın kapısını işâret etti. Arkasından:
'Girin köpekler, girin itler! ..' diye bağırdı.
Bu söz üzerine dergâha akın eden ve içeriye adımını atan 'Hav, hav, havv' diye yürüyordu. Sabranlılardan dergâha adımını atan köpek hâline geliyor ve getirdikleri sığırın üzerine atılıyordu. Dışarıda kalıp bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve korku içerisinde Ahmed Yesevî hazretlerinin eteklerine yapıştılar. Mahcup ve pişman olduklarını bildirip affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Hâce hazretleri merhamet edip duâ etti. Böylece tekrar eski hallerine döndüler.
Ahmed Yesevî hazretleri 63 yaşına gelmişti. O, çocukluğundan bu âna gelinceye kadar Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine yapışmakta hiç gevşeklik göstermedi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif buyurduğu andan îtibâren yeryüzünde bulunmayı kendilerine münâsip görmediler. Bu sebeple dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırdı ve içini kerpiçle ördürdü. Nihayet hazırlıklar tamamlanınca talebelerini dergâhın avlusunda toplayıp;
'Ey gönül dostları, Allahü teâlânın en sevgili kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa hazretleri 63 yaşında bu dünyâdan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehâneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım...' buyurdu.
Müridlerinin gözleri yaşlı olarak; 'Ey sultanımız bizim hâlimiz nice olur.' sözlerine karşı;
'Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.' dedikten sonra merdivenle çilehâneye indi.
Ahmed Yesevî hazretleri mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye orada da devâm etti. Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû' bağlılık ve teslimiyetle ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından sonra ömrünün diğer yarısını orada ibâdetle geçirdi. 125 veya bir rivâyete göre ise 133 yaşında vefât etti.
Ahmed Yesevî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden Seyyid Mansur Atâ çile kuyusuna ilk defâ indiği zaman gördüğü manzaradan ciğeri parçalandı. 'Hocam bu dar yerde ve sıkıntılı bir haldedir' diye düşünerek gözyaşlarına boğulduğu sırada perdeler açıldı.
Kalp gözüyle, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda gördü. Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine, 'Allahü teâlâ, evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir nîmettir. Bu saâdet sâhipleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu sevgili kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle lezzetler, tadlar ihsân eder. Zâhir olarak, görünürde çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu, zevk ve neş'eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam...' diye söylendi.
Ahmed Yesevî hazretleri yetiştirdiği talebelerin her birini bir memlekete göndermek sûretiyle İslâmiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bâzıları sonraları Moğolların katliamından kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadolu'ya da geldiler. Bu sûretle onun yolu Anadolu'da yayılıp tanındı. Anadolu'nun müslüman Türklere yurt olması onun mânevî işâretleri ile hazırlandı.
Ahmed Yesevî hazretleri herkese iyilik eder, kendisinden hiç kimse rahatsız olacak bir hareket görmezdi. Bütün insanların dünyâ, âhiret saâdeti ve rahatları için gayret ederdi. Dergâhı fakir ve yoksullar, yetim ve çâresizler için sığınak yeriydi.
Tasavvuf yolunda Ahmed Yesevî hazretlerine bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım olan belli başlı edebler şunlardır: 1) Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her gün çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne uyarak, geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile oruç tutmaktan farksız hattâ daha faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet, ikincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır. 2) Mürîd gâyet uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden, rumûzlarından ve işâretlerinden hemen anlamalıdır. 3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itâatkâr olmalıdır. 4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti yaparken gâyet atik, dikkatli, ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5) Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrâna sebeb olur. 6) Ahde vefâ ve hocasına olan tâbiiyyet, uyma ve teslimiyyetinde çok titizlik göstermelidir. 7) Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüd hâli bulunmamalıdır. 8) Hocasına âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ etmekten, açıklamaktan çok sakınmalıdır. 9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasîhatlerini dikkatle tâkib etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmâlkâr ve gevşek davranmanın zararlarını düşünmelidir. 10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesîle, vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalı, sevmeyenlere, sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.
Ahmed Yesevî hazretleri sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki:
'Akıllı ve uyanık kimse isen, dünyâya gönül bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya meylettirirse, seni emri altına almış demektir. Bundan sonra felâketlerden felâketlere sürüklenirsin de hiç haberin olmaz.'
'Himmet, yardım kuşağını sıkı sıkıya beline sarmayan insan, dünyâya meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda göz yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz ve bu yolda ilerlemesi mümkün değildir.'
'İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve kalbi ile dünyâ düşünce ve işlerinden sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı idrâk edip, anlayıp bilmekten uzaktırlar.'
'Ey dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile yanıp yakılarak, bu denizde çok usta bir dalgıç olmadıkça, bundan çok daha derin olan vahdâniyet denizine giremez. Ona girmek için çok usta ve dikkatli bir dalgıç olmak gerekir.'
'Gönlünde Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar, dünyâ ile tamâmen alâkalarını kesmişlerdir. Halk içinde Hak ile olurlar. Bir an Allahü teâlâyı unutmazlar.'
'Ahkâm-ı İslâmiyyeyi, İslâmî hükümleri tam bilmiyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmağa kalkarsa, bunun îmânını şeytan çalar. Emir ve yasaklara uymakta gevşek olanlar, sonra da evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini, hattâ kendisinde bâzı hâllerin meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada çok yanılırlar. Bu hallerinin rahmânî olduğunu zannederler. Halbuki bunlar, abdestte, namazda, alış-verişte bir takım noksanlarının bulunduğunu ve yiyip içtiklerinin haram olduğunu bilmezler. Kendisinde var zannettiği o hâller, şeytanın oyunudur. Şeytan onu idâresine almış, istediği gibi hareket ettirmekte, o ise velî olduğunu zannetmektedir. Bunlar ne kadar zavallı ve bedbahttırlar.'
Günahlar sebebiyle, paslanan gönüllerin kurtuluşu Allahü teâlâya çok tövbe, istigfâr etmek, her zaman Allahü teâlâyı düşünmek, O'nun râzı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiçbir zaman O'ndan gâfil olmamakla mümkündür.
'Malının çokluğu dillere destan olan Kârûn bile, malının hayrını, faydasını göremedi. Nihâyet toprak altında yok olup gitti.'
'Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir.'
'Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır.'
'Gariblere merhamet etmek, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetidir. Nerede bir garib görsen, ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır.'
'Gönlü kırık, zavallı ve garib birini görürsen, yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve yardımcısı olmaktan çekinme.'
Ahmed Yesevî hazretleri hikmet denilen şiirler yazmıştır. Bu şiirler; Dîvân-ı Hikmet'te toplanmıştır. Şiirleri o zamanda kullanılan ve herkesin anlıyabileceği sâde bir lisân ile söylenmiştir. Bu manzumelerin konuları umûmiyetle şunlardır:
Allahü teâlâyı ve O'nun dostlarını her şeyden çok sevmenin lüzumu:
Aşkın kıldı şeydâ beni, cümle âlem bildi beni
Kaygım sensin dünü günü, bana sen gereksin sen
Söylesem ben dilimdesin, gözlesem bu gözümdesin
Gönlümde hem canımdasın, bana sen gereksin sen
Fedâ olsun sana canım, döker olsan benim kanım
Ben kulum sen Sultanım, bana sen gereksin sen.
Allahü teâlâya tâat, kulluk ile ibâdet ve zikrin önemi ve bunlardan zevk alma:
Ne hoş tatlı Hû yâdı, seher vakti olanda
Baldan tatlı Hû adı, seher vakti olanda
Seher vakti kalkanlar, canın fedâ kılanlar
Aşk oduna yananlar, seher vakti olanda
Seher vakti hoş saat, kalkana olur râhat
Açılır devlet, saâdet, seher vakti olanda
Her gün yanar bu canım, kullukta yok dermanım
Sen bağışla günahım, seher vakti olanda
Hak yolunda olan dervişlerin halleri:
Yol üstünde oturup yolu soran dervişler
Ukbâdan haber duyup yola giren dervişler
Asâları elinde himmet kuru (kuşak) belinde
Rabbim yâdı dilinde, Allah diyen dervişler
Hırkaları eğninde, gönlünde yüz bin ayân
Biliniz, iki cihan, göze almaz dervişler
Sırrı ile söylerler, dile hikmet dizerler
Âşıkla can gözlerler rengi sarı dervişler.
Günâhkârların vaziyeti:
Dünyâ benim diyenler, cihan malını alanlar
Herkes kuş gibi olup, o harama batmışlar.
Molla, müftü olanlar, yalan fetvâ verenler
Akı kara kılanlar Cehenneme girmişler.
Kâdı, imâm olanlar, haksız dâvâ kılanlar
Eşek gibi olarak yük altında kalmışlar.
Rüşvet alan hâkimler, haram alıp yiyenler
Parmağını dişleyip, korkup durup kalmışlar.
Dünyânın geçici olduğu, buradaki lezzetlere zevklere, mal, mevki, görünüş ve gösterişlere aldanmamak gerektiği, ölümün varlığı ve her nefsin ölümü tadacağını da bâzı şiirlerinde işler.
Ey dostlarım, ölsem, ben, bilmem hâlim nice olur;
Kabre girerek yatsam, bilmem hâlim nice olur.
Götürüp lahde koysalar, arkaya bakmadan dönseler
Suâllerimi sorsalar, bilmem hâlim nice olur.
Girse karış adlı yılan, dolansa tene o zaman
Kalmaz bütün bir üstühan, bilmem hâlim nice olur.
Olsa kıyâmetin günü, hâzır olur cümleleri
Kıldığın ameller hani, bilmem hâlim nice olur.
Ahmed Yesevî hazretlerinin vefâtından yaklaşık 200 yıl geçtikten sonra, birgün Büyük Türk Hâkânı Emîr Tîmûr Buhârâ'ya gitmek üzere yola çıktı ve Türkistan'a uğradı. O gece rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini gördü. Kendisine:
'Ey yiğit! Buhârâ'ya çabuk git! İnşâallah orada sana fetih nasîb olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten oranın insanları senin gelmeni bekliyorlar.' buyurdu. Tîmûr Han uyanınca, bu müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok para verip, Ahmed Yesevî hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırmasını emretti. O da, istenildiği gibi bir türbe yaptırdı. Türbe, bugün hâlâ bütün haşmetiyle durmaktadır.
İngiliz müsteşriki Dr. Eugene Schuyler, Türkistan Seyâhatnâmesi isimli eserinde, Hâce Ahmed Yesevî'nin câmi ve Tîmûr Han tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi hakkında özetle diyor ki: 'Bu büyük câminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescid daha ilâve edilmiş durumda olup, câminin dış avlu kapısı fevkalâde büyük ve kemerlidir. Kapının yanında penceresiz, üstü çentikli iki tâne yuvarlak kule yükseliyor. Kapının, büyük bir sanat eseri olarak işlenmiş iki kanatlı tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken, iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kûfî yazılarla süslenmiş kubbe, binâyı daha da güzelleştirmektedir. Zelzeleler vesâir sebeplerle çoğu yerlerinin dökülmüş, harâbe hâline gelmiş olduğu bu muazzam binâ, ilk hâlinde kimbilir ne kadar daha güzeldi?
Câminin avlusunda çok güzel bir medrese ile, arkasında; bir kubbe, içinde Arslan Bâbâ'nın, Ahmed Yesevî'nin ve âilesinin yer aldığı türbe vardır. Burada başkalarının yattığı da söylenilmektedir.'
Türkistan'ın her tarafından akın akın gelen insanlar, Hâce hazretlerinin türbesini ziyâret etmekte, Câmi-i Hazret adı ile anılan bu câmide namaz kılmaktadır.
DİNLEYİN EY İNSANLAR
Ahmed-i Yesevî'nin, tesirliydi sözleri,
Evliyâ zannetse de, kendisini o kişi,
Hidâyete getirdi, binlerle kimseleri.
Hiç mu'teber değildir, indallah hiç bir işi.
Bir eseri vardı ki, 'Dîvân-ı hikmet' diye,
Eğer İslâmiyyeti, bilmezse bir müslüman,
Doludur insanlara, öğüt, nasîhat ile.
Dünyâ ve âhirette, görür çok zarar ziyân.
Bir yerde buyurur ki, (Korkunuz, sakınınız,
Alış-veriş ilmini, bilmezse biri eğer,
'Dünyâ adamları'yle, yakınlık kurmayınız!
Hiç farkında olmadan, haram ve şüpheli yer.
Dünyâ malı, geçici, hem de aldatıcıdır,
Çünkü bildirilmiştir, dinde bunun esâsı,
Bu gün senin ise de, yârın başkasınındır.
Bilmeden yapanların, haram olur lokması.
Aklı olan, buna gönül vermez velhâsıl,
Yine o buyurdu ki: Dinleyin ey insanlar,
'Âhiret derdi' ile, dertlenmiştir o asıl.
Gönüller kararıyor, işlendikçe günahlar.
Bu dert, onun öyle çok, sarmıştır ki içini,
Bu günâh kirlerinin, temizlenmesi için,
Düşünür gece gündüz, Cehennem ateşini.
Çok tövbe etmelidir, yolu budur bu işin.
Günah ve kusûrları, 'Dağ gibi' gelir ona,
'Allah'ın rızâsı'nı, gözetin ki her zaman,
Bu yüzden boynu bükük, mahcûbdur Allah'ına.
Ancak böyle kurtulur, âhirette müslüman.
Rabbinin dergâhında, affa kavuşmak için,
Sakın mala ve mülke, gönül bağlamayın ki,
Gece sessizliğinde, ağlardı için için.)
Elden çıkar sonunda, değildir çünkü bâki.
Bir yerde buyurdu ki: (Allah'tan başkasını,
Malının çokluğuyla, ahmaklar mağrûr olur,
Kalbinizden atarak, silin gönül pasını!
Onlar iki cihanda, bulamaz râhat, huzûr.
Dînin emirlerini, öğrenip ince ince,
'Kârûn' dahî malıyla, öğünürdü ki yine,
Yapın her işinizi, bu esas mûcibince.
Mallarıyle birlikte, geçti yerin dibine.
Dînin bir edebine, olursa muhâlefet,
Kâfir de olsa bile, sakının kalb kırmaktan,
Tamâmen 'İstidrâc'dır, görülse de kerâmet.
Zîrâ daha günahtır, bu, Kâbe'yi yıkmaktan.
Her iki cihanda da, bulur kıymet, îtibâr.
Garip sevindirmeğe, ediniz sa'y-ü gayret.
Dînin emirlerini, gözetin ki her işte,
Görürseniz zavallı, gönlü kırık birini,
'Halk' içinde 'Hak' ile, olmak da budur işte.
Derdine merhem olup, ferâhlatın kalbini.
Dînini öğrenmeden, tasavvufla uğraşan,
Zîrâ siz, bu dünyada merhamet ederseniz,
Kimsenin îmânını gizlice çalar şeytan,
Size de mahşer günü, şefkat eder Rabbimiz.
Bâzı hârikulâde, hâlleri görülse de,
Hakîrdir, zîrâ onlar, 'İstidrâc'dır hepsi de.
CUMÂ NAMAZINI NEREDE KILDI?
Zamânın hükümdârı Kazan Han, Ahmed Yesevî hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını nerede kıldığını merak edip, talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend'i ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân okuyorlardı. Talebe, Hâce'nin huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, 'Gel elimden tut! Cumâ namazına, bugün seninle berâber gidelim.' buyurdu. Talebe; 'Peki efendim' deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar aradıysa bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona; 'Ey derviş! Burası Mısır'dır ve bu câmi Câmi-i Ezher'dir. Senin hocan, nice zamandır Cumâ namazlarını burada kılar.' dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cumâ namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi'ye geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hana anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hanın yanına gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Kazan Han ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında bir şey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.
Bir gün şeytan İsa Peygamberin yanına gelir ve:
- İsa, sen şuradan atla bakayım Allah seni oldürür mü öldürmez mi görelim...Bahsettiği yer bir uçurumdur...
Yanıt:
- Allah kulu dener ama kulun Allah'ı denemesi olmaz, der.
İsrâiloğullarına gönderilen ve Kur'an-ı kerim'de ismi bildirilen peygamberlerden.Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine Ülülazm denilen altı peygamberin beşincisidir.Annesi hazret-i Meryem'dir.Allahü teâlâ onu babasız yarattı.Kudüs'te doğdu.Otuz yaşında peygamber oldu.Kendisine İncil adlı kitab gönderildi.Otuzüç yaşında diri olarak göğe kaldırıldı.Kıyâmete yakın yeryüzüne tekrar inecektir.
Îsâ aleyhisselâmın annesi Meryem Hâtun,Süleyman aleyhisselâmın neslinden sâlihâ ve temiz bir hanımdı.Hazret-i Meryem,onbeş yaşına geldiği zaman,Yûsuf-i Neccâr isminde biriyle nişanlanmıştı.Fakat onunla evlenmeden Allahü teâlâ,hazret-i Meryem'e babazız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi.Hazret-i Meryem,Allahü teâlânın emri ve kudretiyle Îsâ aleyhisselâma hâmile oldu. Bundan bir müddet sonra,normal olarak hâmilelik hâlleri görülmeye başlandı.Bu hâlleri gören Îsrâiloğulları,dedikodu yapmaya başladılar.Çeşit çeşit iftirâda bulunup akla gelmeyecek,ağıza alınmayacak şeyler söylediler.Bu dedikodulara tahammül edemeyen hazret-i Meryem,Kudüs'ün 10km kadar güneyindeki sâkin bir kasaba olan Beyt-i Lahm'e çekildi.Her şeyin Allahü teâlânın takdîri ve dilemesiyle olduğunu düşünerek,insanların kendi hakkındaki sözlerine sabretti.Îsâ aleyhisselâmın doğumu yaklaştığı sırada,bulunduğu yerin bahçesinde yürürken kurumuş bir hurma ağacının altına geldi.Doğum sancıları şiddetlendiğinden bu ağaca yaslandı.Yaslandığı kuru hurma ağacı yeşillendi.Mevsim kış olduğu hâlde meyve verdi.Ayağının altında küçük bir su kanalı akmaya başladı.Bu hâl,hazret-i Meryem'i tesellî etti.Bu sırada hazret-i Îsâ dünyâya geldi.Îsâ aleyhisselâm doğduğu zaman,doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp,yere döküldü.Şeytanlar bu duruma şaştılar.Nihâyet büyükleri olan İblîs,onlara Îsâ aleyhisselâmın dünyaya geldiğini haber verdi.O doğunca gökte büyük bir yıldız göründü.
Hazret-i Îsâ'nın doğduğunu öğrenen İsrâiloğulları,Beyt-i Lahm 'e geldiler. Hazret-i Meryem'in kucağında yeni doğmuş çocuğu görünce; 'Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok çirkin bir iş yapmış olarak geldin.Sen pek genç,fakat kocası olmayan bir kız olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın? Bu ne acâip ve ne şaşılacak bir hâldir? ' dediler.Hezret-i Meryem,bütün söylenilenleri sabırla dinledi.Hiç cevap vermedi.Ancak; 'İşin hakîkatini size o haber versin.Siz onunla konuşun.Ondan sorup anlayın! ' mânâsına kundakta bulunan hazret-i Îsâ'yı işâret etti. Onlar kundakdaki çocuğun konuşamayacağını söyleyince,kundakta bulunan hazret-i Îsâ elini kaldıraarak cevap verdi ve dedi ki: 'Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz ve annemi ayıplamayınız.Muhakkak ki ben,Allahü teâlânın kuluyum. O,bana kitap verip,beni peygamber kılacaktır.Her nerede olsam beni mübârek kıldı ve hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti.Beni anneme hürmetkâr kıldı... Doğduğum günde,öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm benim üzerimedir.' dedi.Hazret-i Îsâ'nın kundakta konuşmasına hayret eden İsrâiloğulları,dillerini yutmuş gibi oldular.Hiçbir şey söyleyemediler.Buna rağmen dedi-kodu yapmaktan,çeşit çeşit iftirâlarda bulunmaktanda geri durmadılar.
Roma imparatorunun Şam vâlisi,babazız doğduğu için ikisini öldürmek istedi.Annesi onu alarak Mısır'a götürdü.Hazret-i Îsâ oniki yaşına gelinceye kadar Mısır'da kaldılar.Sonra tekrar Kudüs'e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler.Otuz yaşına girince,Hak teâlâ tarafından peygamber olduğu bildirildi.Peygamberlik emri bildirilince,hemen tebliğe başladı.İnsanların Allahü teâlâya inanmalarını ve O'nun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmalarını ve isyânda bulunmamalarını istedi.İsrâiloğulları bu dâveti kabul etmediler.Îsâ aleyhisselâm inanmayanlara mûcizeler gösterdi.Îsâ aleyhisselâm var gücüyle gayret göstermesine rağmen,pek az kişi inandı.İsrâiloğulları ona îmân etmedikleri gibi,dâvetine karşı çıktılar ve günden güne hırçınlaştılar.Îsâ aleyhisselâmın yumuşaklığını görerek inanmadılar.Hattâ daha da ileri giderek hazret-i Îsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettiler.Bunun üzerine hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği havârî adı verilen oniki kişiden Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine ve kendisine yardımcı olacaklarına dâir söz aldı.
Yahûdîlerden bir topluluk Îsâ aleyhisselâm ve annesi hazret-i Meryem'e dil uzattılar.Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca,onlar hakkında bedduâda bulundu.Allahü teâlâ bu duâyı kabul edip,hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören Yahûdîler,hâdiseyi aralarında görüştüler.Hepsi hazret-i Îsâ'yı öldürmek üzere anlaştılar.Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar.Roma İmparatoru'nun Kudüs Vâlisi Jones Pilot'u kandırıp,Îsâ aleyhisselâmın Roma İmparatorluğu aleyhinde bulunduğuna ve Filistin'de yeni bir hükümek kurmaya çalıştığına inandırdılar.Hazret-i Îsâ,son defâ olarak Havârileri ile bir gece gizlice sohbet etti ve onlara 'Horoz ötmeden (yani sabah olmadan) sizin biriniz beni inkâr edecek ve pek az paraya satacaktır.' dedi.Hakikâten Yahuda isimli Havârî,sabah olmadan Yahûdîlerden bir miktar para alıp,hazret-i Îsâ'nın yerini haber verdi.
Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için Yahûdîlerle berâber eve girince,Allahü teâlâ Yehûdâ'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti.Yahûdîler de onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar ve haça (çarmıha) gerip asarak öldürdüler.Allahü teâlâ,Îsâ aleyhisselâmı göğe kaldırdı.Îsâ aleyhhisselâm bu sırada otuzüç yaşındaydı.Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan kırk sene sonra,Romalılar Kudüs'e hücum etti.Yahûdîlerin çoğunu öldürüp,bir kısmını esir ettiler.Şehri yağmaladılar.Kitaplarını yaktılar.Îsâ aleyhisselâma yaptıklarının cezâsı olarak,hakîr ve zelîl oldular.Hiristiyanlar,Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip orada öldüğüne,fakat sonra dirilip göğe çıktığına inanırlar.Müslümanlar ise,Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına inanırlar.Bu husus Kur'ân-ı kerîm'de Nisâ sûresi 158. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: 'Onu asmadılar,onu öldürmediler. Bilakis Allahü teâlâ onu katına yükseltti...'
Ayrıca hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:'Îsâ (aleyhisselâm) ölmemiştir.O kıyâmetten önce size dönecektir.', 'Ben Meryem oğlu Îsâ'nın (aleyhisselâm) dünya ve âhirette en yakınıyım.','Benimle Îsâ (aleyhisselâm) arasında başka bir peygamber yoktur.'
Allahü teâlâ,Îsâ aleyhisselâmı 33 yaşında İdris aleyhisselâm gibi göğe kaldırdı.İnsanları üç sene dîne dâvet etti.Vasiyeti üzerine Havârileri etrafa dağıldılar.Îsevîliği insanlara anlatmaya başladılar.Bu hak dînin yayılması 80 sene sürdü.Sonra Hıristiyanlar sapıklığa düştüler.İncil'i değiştirdiler.Nasıl ki Yahûdîler hazret-i Meryem ve hezret-i Îsâ'ya iftirâ ettilerse,Hıristiyanlar da onun hakkında üç yanlış inanca saplandılar.
Bir kısmı,'Meryem oğlu Îsâ Allah'tır.' dedi.Bazıları,'Allahın oğludur.' dedi.Bir başka grup da; 'Baba,oğul ve rûhül-kudüs'ten biridir' dedi.
Îsâ aleyhisselâm hiç evlenmemiş.Dünyâya kıymet vermemiştir.Kıyâmete takın Şam'da Ümeyye Câmiinin minâresine inecek,evlenecek,çocukları olacaktır.Hazret-i Mehdî ile buluşacak,40 sene yaşayıp,Medîne'de vefât edip,Peygamberimizin kebrinin bulunduğu hücre-i saâdete defnedilecektir.İslâm dîninin hükümlerine tâbi olacak,ictihâd edecektir.
Avrupa kitaplarında Eflâtun'un mîlattan 347 sene önce öldüğü yazılıdır.Îsâaleyhisselâm gizli dünyâya gelip,dünyâda az kalıp göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak oniki havârî bilip,Îsevîler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından mîlât,yâni noel gecesi doğru anlaşılmamıştır.Mîlâdın,birinci kânunun (Aralık) yirmi beşinde veya ikinci kânunun (Ocak) altıncı veya başka gün olduğu sanıldığı gibi,bugünki mîlâdisenenin beş sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitaplarda yazılıdır.O halde mîlâdi sene doğru ve kat'î olmayıp,günü de senesi de şüpheli ve yanlıştır.İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddise sirruh) ve Burhan-ı Kâtı'nın bildirdiklerine göre,Yunan filozofu Eflatun (Platon) Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşamıştır.Buna göre mîlâdi takvim 300 seneden fazla olarak noksandır ve Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman bin seneden az değildir.
Îsâ (aleyhisselâm) peygamberliği îcâbı mûcızeler gösterdi.Mûcizeleri dokuz çeşitti:
1. Beşikteyken konuştu.
2.Ölüleri diriltirdi.Bilhassa dört ölüyü dirilttiği meşhurdur.Bunlar Sam bin Nûh,Şeddad bin Âd,Mâsân bin Mâlân ve Beni İsrail'den bir çocuktur.
3.Anadan doğma kör olanları sağlamlar gibi gödürür,bir cilt hastalığı olan baras illetini iyi ederdi.Eliyle hastaya dokunguğunda iyi olurdu.Eliyle mesh etmek sûretiyle hastaları tedâvi ettiği için kendisine Îsâ-i Mesih dendi.(Mâide sûresi:110)
4.Âl-i İmrân sûresi 49. âyetinde bildirildiği gibi kavminin yedikleri veya yemek üzere sakladıkları şeyleri haber verdi.
5.Mâide sûresi 110. âyetinde bidirildiği gibi çamurdan kuş yapıp üzerine üfleyince,Allahü teâlânın izniyle canlanıp kuş olurdu.
6.Mâide sûresi 114. âyetinde bildirildiği üzere Havârîler,içinde yiyecek bulunan bir sofranın indirilmesini teklif ettiler.Hazret-i Îsâ ellerini kaldırıp duâ edince,ekmeği ve eti bulunan bir sofra indi.
7.Îsâ aleyhisselâm uykudayken yanında her konuşulanı ve yapılanı bilirdi.
8.Ne zaman istese ellerini göğe kaldırıp duâ edınce o anda yemek ve meyveler önüne gelirdi.
9.Îsâ aleyhisselâm Yahûdîlerden (Benî İsrâil) uzak olduğu hâlde sözlerini ve gizli hallerini bilirdi.
Îsâ aleyhisselâmın dîni; Îsevîlik:
Mûsâ aleyhisselâmın dîni,Îsâ aleyhisselâmın zamânına kadar devâm etti.Fakat,Îsâ aleyhisselâm gelince,bunun dîni olan Îsevîlik Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti,yâni Tevrat'ın hükmü kalmadı.Bundan sonra,Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp,tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar,Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu.Fakat,İsrâiloğullarının çoğu Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip,Tevrat'a uymak için inâd etti.Yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı.
Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük dğşmanlarından olan Paul,Îsevîliği kabul ettiğini,Îsâ aleyhisselâmın kendisini,Yahûdî olmayan milletleri Îsevîlere dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu.İsmini Pavlos (Bolüs) olarak değiştirdi.Çok iyi bir Îsevî görünerek,Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu.Tevhidi (tek Allah inancını) ,teslise (üç tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh): Îsevîliği Hıristiyanlığa çevirdi.İncil'i değiştirdi.Îsâ Allah'ın oğludur,dedi...
Îsâ aleyhisselâmın hikmetli sözlerinden bâzıları:
'Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.Gözde bakışı,kalpte şehveti büyütür.(İnsanı açgözlü doymez eder.) Yemin edeim ki, şehvet (nefsin isteklerine uymak) ,sâhibine uzun süren sıkıntı bırakır.Dünyâdan geçmeye bakın.Tâmiri ile uğraşmayın.'
'Dünyâyı isteyen deniz suyu içene benzer.Ne kadar içerse,harâreti o kadar artar ve nihâyet ölür.'
'Günâhlarını hatırladığı zaman ağlayana,dilini koruyana ve başını sokacak kadar evi olana müjdeler olsun.'
Allah katında en sevgili şey,sâlih kalplerdir.Allahü teâlâ onların hürmetine dünyâyı yaşatır.Onlar bozulunca yeryüzünü harâb eder.'
'Ağaçlar çoktur,ama hepsi meyve vermez.Meyveler çoktur ama,hepsi tatlı değildir.İlimler çoktur ama hepsi faydalı olmaz.'
'Sağırı,dilsizi tedâvi ettim,ölüyü dirilttim.Fakat celh-i mürekkebin (câhilliği ilim ve olgunluk sanak) ilâcını bulamadım.(Çünkü böyle kimse câhilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır)
Kur'ân-ı kerîm'in Bakara,Âl-i İmrân,Nisâ,Mâide,Tevbe,Meryem,Mü'münûn,.Zuhruf,Hadîd,Sâf sûrelerinde Îsâ aleyhisselâmla ilgili haberler verilmiştir.
Lise de haylazlığımla hocaların gözüne battığımız dönemlerde yine derse geç kaldığımız bir an. 4 kişi idik.Bir arkadaşımız sizler sınıfa gidin ben geliyorum birazdan dedi. Dersimiz Coğrafya idi. Hocamız bizi sınıf tahtasının önüne çıkardı ve sınıfta bir ceza verilmesini istedi.... Sınıftan çıt yok... Baktı öğretmen sınıf birşey demiyecek kendisi civciv taklidi yapmamızı istedi. Yapacaksınız, yapmam tartışmaları sırasında bizim arkadaş kapıdan içeri gireverdi. Kendisi okulda iriyapısıyla ile nam salmış bir şahısdır. Ben hemen yakaladım ve onunda yapmasını istedim. Hocada benim oyunuma uydu. Bizimki karizmadan bahsetmeye başladı. Ben üsteleyince biz yaptık sende yapacaksın! deyince başladı cik cik cik cik cik cik şeklinde civciv taklidi yapmaya... Dersi işledik sınıf olay bittiği halde kopuyor arada bir. Tabii hoca dersin bitmesine 10 dakika kaldığı sırada durumu açıklayınca artık yüz şeklini düşünün dostumun. Hocayı bile takmadan ben sıradan fırlayıp kapıya yöneldim. Kaçış o kaçış... Zor yatıştırdım uşağı...
Civcivleri severim. İnc eve nazenin canlılardır.
19 Nisan 1946'da İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde pedagoji okudu. İki yıl pedagog olarak çalıştı. 1972 yılında Hürriyet Gazetesi'nde gazeteciliğe başladı. Kelebek Gazetesi'nde köşe yazarlığı, muhabirlik yaptı. Ayrıntılı Haber Gazetesi'nde muhabirlik yaptı. 1976-78 yılları arasında Man Ajans'ta metin yazarlığı görevinde bulundu. 1978'de Gelişim Yayınları'na Genel Yayın Yönetmeni olarak girdi ve Kadınca ile birlikte Onyedi, Ev Kadını, Bella Bayan, First gibi pek çok dergi yönetti. Bu dönem içinde Söz, Sabah, Güneş gazetelerinde köşe yazarlığı, yöneticilik ve röportaj yazarlığı yaptı. Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.Duygu Asena ayrıca Umut Yarıda Kaldı, Yarın Cumartesi, Bay E adlı üç filmde rol aldı.
* Duygu Asena; annesi, Mustafa Kemal'in yaveri Şevket Öntersev'in kızıdır. Öndersev bilahare CHP Gümüşhane Milletvekili tayin edilir. Babası Muhtar Asena da koyu bir CHP'lidir.
* Amcası Vacid Asena, Birinci Dünya Savaşında İsmet İnönü'nün emir subayıdır. Suriye cephesinde İnönü'nün atı vurulur, esir düşme tehlikesi doğar. Onun üzerine İnönü emir subayı Vacit Asena'nın atını gasp ederek kaçmayı başarır. Ama atsız kalan Vacid Asena esir düşer ve o günden sonra İnönü düşmanı olur. İnönü'ye karşı Demokrat Parti'yi tutar.
* Kadının Adı Yok kitabıyla meşhur olan Duygu Asena, Kadınca ve Kim dergilerinde yöneticilik yaptı. Feminist kimliğiyle öne çıktı.
* Duygu Asena'nın adı bir ara Turizm Bakanlarından Abdülkadir Ateş ile aşk dedikodularına karıştı.
ESERLERİ:
*Kadının Adı Yok 1987 yılında yayınladı. Kitap bir yıl içinde 40 baskı yaparak Türkiye'de satış rekoru, daha sonra filme çekilerek gişe rekoru kırdı. 40. baskının satışları sürerken, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından muzır bulunarak satışı yasaklandı. Bunun üzerine Duygu Asena'nın açtığı davada kitap aklandı. Yeni baskıları yayınlandı.Kitap 53 baskısıya ulaştı.Bu arada Kadının Adı Yok, Almanya, Hollanda ve Yunanistan'da, bu dillere çevirilerek yayımlandı. İlk baskıları kısa sürede tükendi... Yunansitan'da 'best seller' oldu.
*İkinci kitabı Aslında Aşk Da Yok, Kadının Adı Yok'un devamı niteliğindedir. 36. baskıya ulaşan bu kitap da Almanya, Hollanda ve Yunansitan'da yayımlandı.
*Üçüncü kitabı Kahramanlar Hep Erkek 14 öyküden oluşuyor. Bu kitap Kasım 1992'de piyasaya çıktı 18 baskı yaptı.
*Kadınca'daki sevilen yazılardana derlediği dördüncü kitabı Değişen Bir Şey Yok, Temmuz 1994'de piyasaya çıktı, gazete bayilerinde 20 bin liradan satışa sunularak, farklı bir yayıncılık anlayışı getirdi ve bir haftada 70 bin adet satarak yeni bir rekor kırdı.
*Beşinci kitabı olan Aynada Aşk Vardı çıktı. Kitap dört ayda 12 baskı yaptı.
Ben onun yazarlığının serüveninden bahsedeyim sizlere kısaca... Amerika'da serseri denilebilecek bir çevrede büyüdü. Sanırım hapishanelere düştüğü olmuştur. Bir gün eline bir kitap alır ve hayatı o günden sonra değişir. Günlerini kitap okumakla geçirmeye başlar. Ve Batı Edebiyatı bir maden daha kazanır.
Osmanlı pâdişâhlarından Kânûnî SultanSüleymân Hân zamânında, Bursa'da yaşayan büyük velîlerden. 1490 (H.895) senesinde Bursa'da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa'nın çeşitli câmilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) daBursa'da vefât etti.
Muhammed Üftâde yeni doğduğunda, annesi bir rüyâ gördü. Çocuğu büyük bir süt deryâsında yüzüyordu. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlattı. O da; 'Oğlumuz büyüyünce, inşâallah çok büyük bir âlim ve velî olacak.' diye tâbir etti.
Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde'yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa'daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu. MuhammedÜftâde'nin, Ulu Câmii medheden bir beyti, câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:
'Yâ câmi'al-kebîr ve yâ mecma'alkibâr,
Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr.'
Mânâsı:
Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!
Seni gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!
Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. 'Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle! ' emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.
Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi.Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.
Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçirenMuhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa'ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde'yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede'nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk'ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı'ât adlı eserinde topladı.
Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders vermeye başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor, hocasının kendisini yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; 'Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım.' dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Muhammed Üftâde; 'Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, bizim selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur.' buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkanına koştu. Mehmed Dede'ye hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; 'Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma! ' dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet göstererek Hicaz'a götürmüştü. O gün, Arefe idi, hacılar Arafat'a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir,birkaç hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i mükerremeden Bursa'ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; 'Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun? ' dedi. Kocası da; 'Hanım ben hacdan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım.' dediyse de, kadın; 'Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim.' dedi. Kâdıya giderek durumu anlattı ve; 'Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum.' dedi. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd Hüdâyî bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp, getirmeleri için emânet eşyâ verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; 'Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir andaKâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez? ' dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, dâvâcı hanımın nikâhı feshetme isteğini reddetti. Böylece, boşanma hâdisesi olmadı.
Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; 'Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim.' deyince, o da; 'Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin.' dedi. Kadı, evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek, hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerine gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen atı ileri süremedi. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla, Üftâde'nin dergâhına doğru yürüdü. Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi çapalayan Üftâde hazretlerini gördü. Üftâde,gelenleri görünce doğruldu ve; 'Ey Kâdı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır, biz de, fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur.' buyurdu. Bu sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; 'Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.' dedi. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki: 'Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin! ' Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında; 'Ciğerci! Ciğerciiii! ' diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; 'Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş! ' diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam Üftâde'nin huzûruna geldiğinde, hocası; 'Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi? ' diye soruyor, o da, o günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni talebesinin nefsini kırıp terbiye ettikten sonra,Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi, dergâhta helâ temizleme işinde çalışmak üzere vazifelendirdi. Onu husûsî sohbetleri ve teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü. Üç sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.
Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Hân ileÜftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi, hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh, âniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin siyahlaştığını görünce; 'Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir? ' diye sordu. O da; 'Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk.' buyurdu.
Üftâde hazretleri bir gün talebeleriyle kıra gitti. Bir pınar başında oturup sohbete başladılar. Vakit ilerlemişti. Talebelerin bâzıları acıktıklarından; 'Hocamız müsâade etse de bir yemek yesek.' diye gönüllerinden geçirdiler. Onların bu düşüncelerini anlayan Üftâde; 'Yâ Rabbî! Bu talebelerime bir sini yemek ihsân eyle! ' diyerek içinden duâ etti. O anda ortaya, getireni görünmeyen bir sini yemek kondu. Üftâde, talebelerine; 'Haydi evlâtlarım, yemeklerimizi yiyelim.' buyurdu. Besmele çekilerek yemek yendikten sonra, sini âniden kayboldu. İleri gelen talebelerinden Kemâl Dede; 'Sini, suyun içine girdi! ' diyerek sininin peşinden suya girmeye başladı. Üftâde; 'Suyun içine sakın girme! ' diyene kadar, Kemâl Dede suyun içinde eli kılıçlı iki kişinin kendisine doğru hücûm ettiğini gördü. Hızla sudan çıkarak hocasının yanına koştu. Hâdiseyi görenler şaşırıp kaldılar.
Bir günÜftâde hazretlerine bir kadın gelip; 'Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı hâlde iftirâcıların şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur bir duâ buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın.' dedi. Bunu derken, kadının iki gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde, ellerini açarak Allahü teâlâya duâ etti. Kadına dönerek; 'Evinize gidebilirsiniz.' buyurdu. Kadın, merak içinde eve geldiğinde, oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp gözlerinden öptü ve; 'Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar? ' deyince, oğlu; 'Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir anda bir el beni evimize koydu. Şaşırıp kaldım.' dedi. Kadın, bunun Üftâde hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladı.
Üftâde hazretleri, bir gün katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyâr bir zât çıkıp, borçlu olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını, bu sebeple de borcunu veremediğini bildirdi. Sonra da bir miktar para istedi. Üftâde, adamın hâline acıdı ve; 'Kimseye söylemezsen borcunu vereyim.' buyurdu. Adam söz verince, Üftâde; 'Şu taşı kaldır ve altındakileri al! ' dedi. Adam taşı kaldırdı. Altındaki bir miktar parayı görünce, hayret ederek hepsini cebine doldurdu. Üftâde hazretlerine teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamâh ederek tekrar o taşın yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı. Bu işin, Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzûruna giderek talebesi olup, sohbetiyle şereflendi.
Bir gün Yalova'dan İstanbul'a bir gemi gidiyordu. İstanbul'a yaklaştıkları sırada, şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin ve zamânın velîlerinden Üftâde hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti. Sonra da; 'Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum.' dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca, bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu. Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle sâhile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sâhile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; 'Ey yolcular! Üftâde hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana emretti.' dedi.
Bir kış günü akşamı,Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; 'Dostlarım! Canımız tâze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür? ' buyurdu.Talebeler içlerinden; 'Bu kış günü, bu karda tâze üzüm olur mu? ' diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; 'Mâdemki bu sözü hocam söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet vardır.' diye düşünerek ayağa kalktı ve; 'Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim.' dedi.Müsâade edilince sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti.Bağ, karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler gördü. Bunun hocası Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başladı.Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı.Çâresiz kalınca hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; 'İmdât! Yâ mübârek hocam! ' der demez, çukurun başından bir ses; 'Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim.' dedi. Bu sesin sâhibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde hazretleri, yardım edeninHızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları Üftâde'nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.
Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere, çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin çiçeğini kabûl eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce; 'Evlâdım! Bütün arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir çiçek getirdin? ' diye sordu. Hüdâyî de; 'Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin; Allahü teâlâyı zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusûrumu bağışlamanızı istirhâm ederim' dedi. Bu cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye hayır duâlarda bulundu.
Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa'da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:
Bâğ-ı aşkın andelibi, hazret-i Üftâde'dir.
Dertli âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde'dir.
Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,
Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde'dir.
Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,
Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde'dir.
Sıdkile ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,
Bil hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde'dir.
Üftâde'nin; Hutbe Mecmûası ve Dîvân adlı iki eseri vardır.
Üftâde hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:
Hakka âşık olanlar, Gerçek bu söz yârenler,
Zikrullahtan kaçar mı? Gördüm demez görenler,
Ârif olan cevheri, Kerâmete erenler,
Boş yerlere saçar mı? Gizli sırrın açar mı?
Gelsin mârifet olan, Üftâde yanıp tüter,
Yoktur sözümde yalan, Bülbüller gibi öter,
Emmâreye kul olan, Dervişlere taş atan,
Hayr ü şerri seçer mi? Îmân ile göçer mi?
BURSA'DAN KÂBE'Yİ SEYRETTİ
Bir ikindi vaktinde, MuhammedÜftâde'nin yanına yaşlı bir kimse geldi. 'Efendim! Bu sene çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra, maddî gücüm olmadığı için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer onları buraya getirmek mümkünse, getirmenizi istirhâm edecektim.' diye yalvardı. Üftâde de; 'Sağlığımda kimseye söylemezseniz getirelim.' buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz verince, Üftâde hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; 'Şimdi bakınız! Kâbe-i muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi? ' buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe'nin yanındaki çocuklarını gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; 'Annenizle birlikte, Harem-i şerîfin dışındaki deveye binip acele geliniz! ' buyurdu. Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez annelerini aldılar ve dışarı çıktılar. Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden deveye binip Bursa'ya doğru sürdüler. Devenin her adımı, gözün görebildiği uzaklığı katediyordu. Kısa bir zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye bir şeyler söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; 'Bunu sakın kimseye söyleme! ' diye tekrâr tenbih eyledi.
Osmanlı pâdişâhlarından Kânûnî SultanSüleymân Hân zamânında, Bursa'da yaşayan büyük velîlerden. 1490 (H.895) senesinde Bursa'da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa'nın çeşitli câmilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) daBursa'da vefât etti.
Muhammed Üftâde yeni doğduğunda, annesi bir rüyâ gördü. Çocuğu büyük bir süt deryâsında yüzüyordu. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlattı. O da; 'Oğlumuz büyüyünce, inşâallah çok büyük bir âlim ve velî olacak.' diye tâbir etti.
Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde'yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa'daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu. MuhammedÜftâde'nin, Ulu Câmii medheden bir beyti, câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:
'Yâ câmi'al-kebîr ve yâ mecma'alkibâr,
Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr.'
Mânâsı:
Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!
Seni gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!
Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. 'Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle! ' emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.
Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi.Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.
Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçirenMuhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa'ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde'yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede'nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk'ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı'ât adlı eserinde topladı.
Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders vermeye başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor, hocasının kendisini yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; 'Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım.' dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Muhammed Üftâde; 'Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, bizim selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur.' buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkanına koştu. Mehmed Dede'ye hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; 'Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma! ' dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet göstererek Hicaz'a götürmüştü. O gün, Arefe idi, hacılar Arafat'a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir,birkaç hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i mükerremeden Bursa'ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; 'Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun? ' dedi. Kocası da; 'Hanım ben hacdan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım.' dediyse de, kadın; 'Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim.' dedi. Kâdıya giderek durumu anlattı ve; 'Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum.' dedi. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd Hüdâyî bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp, getirmeleri için emânet eşyâ verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; 'Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir andaKâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez? ' dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, dâvâcı hanımın nikâhı feshetme isteğini reddetti. Böylece, boşanma hâdisesi olmadı.
Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; 'Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim.' deyince, o da; 'Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin.' dedi. Kadı, evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek, hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerine gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen atı ileri süremedi. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla, Üftâde'nin dergâhına doğru yürüdü. Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi çapalayan Üftâde hazretlerini gördü. Üftâde,gelenleri görünce doğruldu ve; 'Ey Kâdı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır, biz de, fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur.' buyurdu. Bu sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; 'Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.' dedi. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki: 'Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin! ' Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında; 'Ciğerci! Ciğerciiii! ' diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; 'Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş! ' diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam Üftâde'nin huzûruna geldiğinde, hocası; 'Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi? ' diye soruyor, o da, o günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni talebesinin nefsini kırıp terbiye ettikten sonra,Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi, dergâhta helâ temizleme işinde çalışmak üzere vazifelendirdi. Onu husûsî sohbetleri ve teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü. Üç sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.
Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Hân ileÜftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi, hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh, âniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin siyahlaştığını görünce; 'Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir? ' diye sordu. O da; 'Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk.' buyurdu.
Üftâde hazretleri bir gün talebeleriyle kıra gitti. Bir pınar başında oturup sohbete başladılar. Vakit ilerlemişti. Talebelerin bâzıları acıktıklarından; 'Hocamız müsâade etse de bir yemek yesek.' diye gönüllerinden geçirdiler. Onların bu düşüncelerini anlayan Üftâde; 'Yâ Rabbî! Bu talebelerime bir sini yemek ihsân eyle! ' diyerek içinden duâ etti. O anda ortaya, getireni görünmeyen bir sini yemek kondu. Üftâde, talebelerine; 'Haydi evlâtlarım, yemeklerimizi yiyelim.' buyurdu. Besmele çekilerek yemek yendikten sonra, sini âniden kayboldu. İleri gelen talebelerinden Kemâl Dede; 'Sini, suyun içine girdi! ' diyerek sininin peşinden suya girmeye başladı. Üftâde; 'Suyun içine sakın girme! ' diyene kadar, Kemâl Dede suyun içinde eli kılıçlı iki kişinin kendisine doğru hücûm ettiğini gördü. Hızla sudan çıkarak hocasının yanına koştu. Hâdiseyi görenler şaşırıp kaldılar.
Bir günÜftâde hazretlerine bir kadın gelip; 'Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı hâlde iftirâcıların şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur bir duâ buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın.' dedi. Bunu derken, kadının iki gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde, ellerini açarak Allahü teâlâya duâ etti. Kadına dönerek; 'Evinize gidebilirsiniz.' buyurdu. Kadın, merak içinde eve geldiğinde, oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp gözlerinden öptü ve; 'Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar? ' deyince, oğlu; 'Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir anda bir el beni evimize koydu. Şaşırıp kaldım.' dedi. Kadın, bunun Üftâde hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladı.
Üftâde hazretleri, bir gün katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyâr bir zât çıkıp, borçlu olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını, bu sebeple de borcunu veremediğini bildirdi. Sonra da bir miktar para istedi. Üftâde, adamın hâline acıdı ve; 'Kimseye söylemezsen borcunu vereyim.' buyurdu. Adam söz verince, Üftâde; 'Şu taşı kaldır ve altındakileri al! ' dedi. Adam taşı kaldırdı. Altındaki bir miktar parayı görünce, hayret ederek hepsini cebine doldurdu. Üftâde hazretlerine teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamâh ederek tekrar o taşın yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı. Bu işin, Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzûruna giderek talebesi olup, sohbetiyle şereflendi.
Bir gün Yalova'dan İstanbul'a bir gemi gidiyordu. İstanbul'a yaklaştıkları sırada, şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin ve zamânın velîlerinden Üftâde hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti. Sonra da; 'Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum.' dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca, bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu. Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle sâhile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sâhile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; 'Ey yolcular! Üftâde hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana emretti.' dedi.
Bir kış günü akşamı,Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; 'Dostlarım! Canımız tâze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür? ' buyurdu.Talebeler içlerinden; 'Bu kış günü, bu karda tâze üzüm olur mu? ' diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; 'Mâdemki bu sözü hocam söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet vardır.' diye düşünerek ayağa kalktı ve; 'Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim.' dedi.Müsâade edilince sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti.Bağ, karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler gördü. Bunun hocası Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başladı.Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı.Çâresiz kalınca hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; 'İmdât! Yâ mübârek hocam! ' der demez, çukurun başından bir ses; 'Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim.' dedi. Bu sesin sâhibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde hazretleri, yardım edeninHızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları Üftâde'nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.
Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere, çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin çiçeğini kabûl eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce; 'Evlâdım! Bütün arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir çiçek getirdin? ' diye sordu. Hüdâyî de; 'Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin; Allahü teâlâyı zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusûrumu bağışlamanızı istirhâm ederim' dedi. Bu cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye hayır duâlarda bulundu.
Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa'da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:
Bâğ-ı aşkın andelibi, hazret-i Üftâde'dir.
Dertli âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde'dir.
Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,
Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde'dir.
Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,
Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde'dir.
Sıdkile ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,
Bil hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde'dir.
Üftâde'nin; Hutbe Mecmûası ve Dîvân adlı iki eseri vardır.
Üftâde hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:
Hakka âşık olanlar, Gerçek bu söz yârenler,
Zikrullahtan kaçar mı? Gördüm demez görenler,
Ârif olan cevheri, Kerâmete erenler,
Boş yerlere saçar mı? Gizli sırrın açar mı?
Gelsin mârifet olan, Üftâde yanıp tüter,
Yoktur sözümde yalan, Bülbüller gibi öter,
Emmâreye kul olan, Dervişlere taş atan,
Hayr ü şerri seçer mi? Îmân ile göçer mi?
BURSA'DAN KÂBE'Yİ SEYRETTİ
Bir ikindi vaktinde, MuhammedÜftâde'nin yanına yaşlı bir kimse geldi. 'Efendim! Bu sene çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra, maddî gücüm olmadığı için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer onları buraya getirmek mümkünse, getirmenizi istirhâm edecektim.' diye yalvardı. Üftâde de; 'Sağlığımda kimseye söylemezseniz getirelim.' buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz verince, Üftâde hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; 'Şimdi bakınız! Kâbe-i muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi? ' buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe'nin yanındaki çocuklarını gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; 'Annenizle birlikte, Harem-i şerîfin dışındaki deveye binip acele geliniz! ' buyurdu. Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez annelerini aldılar ve dışarı çıktılar. Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden deveye binip Bursa'ya doğru sürdüler. Devenin her adımı, gözün görebildiği uzaklığı katediyordu. Kısa bir zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye bir şeyler söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; 'Bunu sakın kimseye söyleme! ' diye tekrâr tenbih eyledi.
Mürşid kelime manası ise, kişinin bilgisizlik karanlığını aydınlatan kişi demektir. Bir insan mürşidin sohbetinde her zaman bulunma imkanına sahip olmayabilir. Bu yüzden bu kişilerin mürşidinin kitaplarını okuması ve bu yolun diğer büyüklerinin kitaplarını okuması manevi varlığı maddi valıkta kapamaktır. Bu söz onun için ifade edilmiştir. Günümüzde bu mürşidlere bağlanmanın önemi hızla artmaktadır.
Imam-ı Rabbani Efendimizin dediği gibi:
-Aslıdan bu yola kıyamete kadar gireceklerin ismini verirdim ama fitne çıkar endişesiyle vermedim, der. Allah herkesi bir mürşidle nasiplendirsin.
Ramazanın gelişini ondan öğrenirsiniz. Size ben geldim der adeta bir sıcak tebessümle. Günümüzde pek üstadı kalmasa da hala varlığını devam ettiriyor. Kolay değil tabii o kadar yükseklikle mek vermek. Öğrenmek istediğim mesleklerden biri idi, diğeri ise hat sanatıdır. Ramazanın habercisidir. Osmanlı öneminde pek ehemmiyet verilmiş ve ihmal edilmemiştir. Hala devam etmektedir bu adet. Bazen çeşitli çevrelerden kaldırılması istense de onlar Ramazanın süsleridir. Mahya kurmak, bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtarak gece karanlığına sözcükler yazmak, tasvirler yapmaktır. Bu geleneğin amacı, Allah’a şükür yanında, insanları iyiliğe yöneltmek, sevaplara teşvik etmek ve çocuklara ramazan ayını sevdirmekti.
Şimdilerde ampullerle yapılan mahya kurma işi, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir uğraştı. Minarelerin şerefeleri arasına gerilen kalın bir halata halkalar, kancalar ve yüzlerce kandil asmak gerekirdi.
Diğer taraftan, iftardan teravih bitimine kadar en çok iki saatlik bir zaman aralığında bu kandilleri yakmak da son derece zor bir işti. Hele de kışa rastlayan ramazanlarda şerefelerde çalışmak büyük fedakârlık isterdi.
Mahyacılar her akşam ayrı bir mahya kurmak için gün boyu çalışmak zorundaydılar. Yaptıkları tasarımlara göre kandil sayısını ve her kandilin ip üzerindeki yerlerini tespit ederlerdi. Makaralı iplere düğümler atarlar, istenilen görüntünün kusursuz elde edilebilmesi için provalar yaparlardı. İftardan sonra da minare şerefelerinden, kandiller teker teker gergin halata salıverilir ve ışıklı kompozisyon elde edilirdi.
Her gece değişik mahya kurmak için yarışan ve tasarımlarını gizli tutan mahyacıların o akşam ne yazacaklarını halk büyük merakla beklerdi. Hatta ilk kandillerin halata salıverilmesiyle tahminlerde bulunmaya başlarlardı.
İslam dünyasında minarelerde kandil yakma geleneği yaygınken, mahyacılık İstanbul’a özgü bir sanat olarak kalmıştı. Bunun nedeni, padişahların yaptırdığı iki, dört, altı minareli “selâtin camiler”in bu kentte olmasıydı. Çünkü mahya için en az iki minarenin bulunması gerekiyor.
İkinci başkent konumundaki Edirne’nin selâtin camilerinde de mahyalar kurulurdu. Ayrıca, Meriç Irmağı’na direkler dikerek askı mahyası kurulduğunu da kaynaklar bildiriyor.
İstanbul’da ramazanın onbeşinci gecesi Süleymaniye Camii minarelerine kurduğu “Hünkâr Kayığı” mahyası ile ünlenen Abdüllatif Efendi (ö. 1877) , gemi direkleri arasına kurduğu mahyası ile de meşhurdur.
Süleymaniye’nin minarelerine kurulan gezici mahya ise en çok beğeni kazanan gösteri olurdu. Buradaki gösteride örneğin köprü görüntüsünün önünde hareketli kayık ve balıklar, köprünün üstünde yürüyen araba canlandırılırdı.
Mahyacıların kadir gecelerinde minareleri külahtan şerefeye kadar yol yol kandillerle ışıklandırılmalarına “kaftan giydirmek” denilirdi.
Mahyacılar ramazanın ilk onbeş günü yazılı, ikinci onbeşinde resimli mahyalar kurarlardı. Özellikle ramazanın onbeşini çocuklar sabırsızlıkla beklerlerdi. Akşamları “yandan çarıklı”, “piyade kayığı”, “çifte kayık”, “kule”, “salıncak” gibi tasvirleri sonsuz bir keyifle seyrederlerdi.
Yazılı mahyalarda ise genellikle “Ya Şehr-i Ramazan”, “Ya Kerim”, “Allah”, “Bismillah”, “Elhamdülillah” ibareleri kullanılırdı.
Bugüne gelince:
İletişim teknolojileri ne kadar ilerlemiş olsa da, akşam vakitlerinde gözümüzü gönlümüzü okşayan mahyaların sıcaklığını arıyoruz. “Oruç tut, sıhhat bul.” sözü oruca teşvik, “Müminler kardeştir.” yazısı ise bizleri hoşgörüye, dayanışmaya imrendirmiyor mu?
Elektrik mahyalarının yaygınlaşmasıyla bu işle uğraşan sanatkâr sayısı da azaldı. Her mahya kurulduğunda bu sanatın bir zamanlar ne meşakkatlerle yapıldığını hatırlıyoruz. Yazılan yazılar ise ruhumuza hitap etmeye devam ediyor.
Trenin eski manası olmakla beraber Bediüzzamanın eserlerinde tanıdığım kelime...Aslıdna şimendifer daha güzel değil mi...
Ben genellikle hakaret manasında kullanırdım.
Istimnâ' Arapça'da, 'istihâ bi'l-yed' ve 'hadhada' olarak da bilinen masturbasyon, genellikle fıtrata, yani genel olarak insanın yaratılışına, özel olarak da organlarının yaratılış gaye ve görevlerine ters görülmüş ve Islâm bir 'fıtrat' dini olduğu, bu da fıtrata uymadığı için zaruret (zorunluluk hali) olmadıkça haram, ya da en, azından mekruh görülmüştür. Fıtratı daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Çivi, tahtaları birbirine tutturmak için yapılmıştır. Öyleyse onunla şiş kebabı yapılmaya kalkılırsa insanın eli yanar, kebap da iyi olmaz. Bu, işin fıtrat tarafıdır. Diğer yönden bir âyet-i kerîmede, irzlarını koruyanlar övüldükten sonra: '...eşleri ve câriyeleri müstesna. Onlarla olacak ilişkiden dolayı kınanmazlar. Işte bunun ötesine geçenler, haddi aşanlardır...' (K.K. el-Mü'minûn 23/5-7) buyurulur. Çoğu müfessirler, 'bunun ötesine geçenler'e, eliyle istimna yâpanlar da girer, öyleyse onlar da haddi aşmış (haram işlemiş) olur, demişlerdir. (Örnek olarak bk. Kurtubî XII/105-106; Ibn Kesîr V/458; AIûsî XVNI/10-11) Ancak Alûsî, Cumhura (çoğunluğa) göre istimna âdet haline getirilmişse (cinsel sapma halini almışsa) bu âyetin kapsamına gireceğini, aksi halde girmeyeceğini söyler. (Alûsî, agk.)
Bir hadîste: 'elini nikâhlayan met'undur' (Mahlüf, Fetâvâ I/117: (Ancak mûracaat edebildiğim sahîh hadîs kitaplarında bu hadisi bulamadım. Bu hadisî AIûsî, 'meşâyihin rivayeti' diye nakleder. bk. 16\11) Saîd b. Cübeyr'in rivayet ettiği bir hadiste: 'Zekerleriyle oynayan bir ümmete Allah azab etmiştir' Atâ'nin bir rivayetinde: 'Elleri hamile olarak hasredilecek bir kavim duydum. Bunların elleriyle istimna yapanlar olduğunu sanıyorum' demiştir.
Ayrıca Allah (c.c.) , evlenme imkânı bulamayanların, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalarını emretmiş (K.K. en-Nûr 24/33) böyle bir yöntem uygulasınlar dememiştir. Rasûlüllah Efendimiz de: 'Gençler! Imkân bulanlarınız evlensin, çünkü bu, gözü ve iffeti daha iyi korur. Bunu yapamayan oruç tutsun çünkü orucûn bunu sağlayacak bir kamçısı vardır.' (Buharî, savm 10, nikah 2,3; Müslim, nikâh 1,3) buyurmuş ve bekârlara çare olarak orucu göstermiştir. Eğer istimna mübah olsaydı, çare olârak o gösterilirdi. Çünkü o daha kolay bir yoldur, denmiştir. (Mahlûf, age I/117)
Ancak gerek sözkonusu âyetlerin istimnayı açıkça zikretmedikleri, gerekse bu konudaki hadislerin bir kısmının zayıf oluşu sebebiyle, çoğunluğun haram görmesine karşılık, istimnayı mahzursuz gören âlimler de vardır. Meselâ Ahmed b. Hanbel bunu, tıpkı kan aldırmaya benzetmiş ve ihtiyaç duyulduğunda, vücuttaki fazlalıkları dışarı atmaktan ibaret olduğu için câiz olduğunu söylemiştir. (AIûsî XVNI/10: Burada AIûsî, Ahmed b. Hanbel'i o bu görüşünü, Cumhurun haram olduğu kanaatini verdikten sonra verir. Ama mahlûf HanbeIî fıkıh kitaplarında buna rastlayamadığını söyler, bk. Fet8v8 I/118: ibnü'I-Hümâm da 'haramdır, çünkü genellikle şehvet için yapılır, ancak umarım ki, cezası yoktur' der. bk. AIûsî agk.) Hanefîlerce genel olarak haram görülmüş, ancak; kişi bekârsa, ya da hanımından uzakta ise ve de şehvet kafasını aşırı meşgul ediyorsa, ya da zinaya düşme endişesi varsa ve bunu kendini teskin için yaparsa günah olmayacağı umulur. Ama zevklenmek ve şehvetlenmek için yaparsa günâhkardır, denmiştir. (ibn Âbidîn N/160: Mezühib-i erba'a'da: 'Bazı Hanefi ve Hanbelîlerin, zinaya düşme korkusuyla caiz görmeleri zayıf bir görüştür' denir. bk. V/152; Mâlikiler de cevazı için iki şartı öngörürler: 1. Zinaya düşme korkusu, 2. Evlenmeye güç yetirememe. bk. Kardüvî, el-Helâl ve'I-harâm 165) Imam-i Şâfî önceki görüşünde (kadîm) câiz olduğunu söylerken, sonraki görüşünde (cedîd) haram olduğu kanaatına varmıştır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Zuhaylît VI/25) Mesele Rasûlullah'ın amcaoğlu Ibn Abbas'a sorulduğunda: 'Zina yapmaktansa bu iyidir' (Sa'rânî, Kesf) cevabını vermiştir. Bütün bunlara göre; istimna genellikle hoş görülmemiş, fıtrata (normal yaratılışın gereğine) zıt bir eylem kabul edilmiş, cinsel sapma halini alması, psikolojik hastalık oluşturması gibi olumsuz yönleri hesaba katılarak, haram, ya da mekruhtur denmiştir. Ancak daha büyük zararlara düsme endişesi olduğu yerde; 'iki zarardan başka alternatif yoksa, küçük olan zarar tercih edilir', 'zaruretler haram şeyleri mubah kılar' kurallarınca yapılması câiz görülmüş, hattâ zina endişesi kesin ise, vacip bile olur denmiştir. Alışkanlık oluşturması ve zevk için yapılması ise ittifakla haramdır.
Dün sınavda sorulan bir soru:
Darvinizm ve Evrim teorisi, ilmi delilleri sürekli çürütüldüğü ve o dönemde dahi ispattan yoksun olduğu halde neden bu kadar çok kabul görmüştür.
El cevap:
1789 sonrası başlayan akıl devrimi ile insanların soylarını ayıran insanlar doğal olarak devlet yönetimlerine etk etmiştir. Fikirlerine destek bulmak isteyen devlet yöneticileri Darvinizmin yayılmasına neden olmuştur....
Hiçbir müslüman topluluk İki dünya savaşına sebep olmamıştır.... O dönemde darvinizmi destkleyen ldierlere bakın. Hitler, mussolini, Churcill
Ve Darvinist görüşe sahip Churcill 'in Çanakkale Savaşı uzayınca söylediği sözün niteliği:
-Artık bu Türkler fazla olmaya başladı.... Onları gaz ile yakmalıyız... Çünkü onlar insan bile değildir. Peki onlar nedir? Homoerectus.....
Peki siz Hamıs Bey;
Siz master sınavınıza gireceksiniz.Siizn bu sınavı tayin etme şansınız var mı? Soruları soranlara neden bu soruları böyle sordunuz bu imtihanın nedeni niye böyle. Bana bu notu niye verdiniz deme hakkınız var mı? Doğal olarak yok.Bizim bahsettiğimiz imtihanın da bir sırrı bu..
Peki neden 5 milyar organizma...
Neden dünyanın ve ışığın hızı şu kadar. Bu hız neden değişmez. Değiştiğinde bunları tayin eden nedir?
Bu tayinin kendi kendine meydaa geldiğini söylemek aspirinin durup duruken olduğunu söylemek gibidir......
Madem bu kadar akıllı bir varlığın mikroorganizmalara karşı direnen insan bedeni için bana neden bilimsel açıklama yerine senin tabirinle hurafi açıklamalarda bulundun....
Madem ben maymundan geldim aha! maymunlar ve insanlar peki biyoloji ilmi bu kadar gelişmiş ise gelecek yüzyıllarda ne olacağız.... Nasıl bir değişim geçireceğiz.... Bu gelişim son mu buldu?
Bir suya, bir ekmeğe neden bu kadar muhtacım! Ömrüm boyunca beni delirten tek soru bu olacak herhalde....
İnsan bu kadar sıkıntıya neden müptala olur! Ve kendini durup durupken yeniler.... Bu evrim haksız o zaman... Beni farklı bir varlık olarak diye yaratmadı.... Kim tayin ediyor bunları ve ne adına.....
Acayip bir durum :-)
Aslının Yahudi kaynaklı olduğu bilinen birşeydir.En kısa yoldan bırakmaz iseniz ilerleyen yaşlarda karşılaşacağınız sorunlardan kurtulmuş olursunuz. en azından psikolojik ve fizyolojik osrunlarınız en aza iner.Dinen sakıncalıdır. Sadece çok zor durumda kalırsanız yani zina durumuna kadar geldi iseniz başvurabilirsiniz. Bunun dışında bekarların yediklerine dikkat etmeleri ve banyoya girdiklerine ağış aralarına soğuk su vurmaları gerekir. Ayrıca sizi tahrik edici mekan ve ortamlardan uzak durun.
Şinasi'nin yazdığı ve edebi açıdan batıya açılışta öenmli bir dönüm noktası olan eser. Noktalama işaretlerinin kullanımı açısından Türk Edebiyatında ilktir.....
ebleh
26.12.2003 - 16:28Bugüne kadar kimsenin kurtulamadığı bir durum...
bişr-i hafi
26.12.2003 - 16:17Bişr-i Hâfî
Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Horasan'ın Merv şehrinde ve Bağdât'ta yaşamış olan büyük velîlerden. İsmi, Bişr bin Hâris Abdurrahmân, künyesi Ebû Nasr'dır. Yalınayak gezdiği için 'Hafî' lakabıyla bilinir. Bişr-i Hâfî diye meşhûr olmuştur. 767 (H.150) senesinde Horasan'ın Merv şehrinde doğdu. 841 (H.227) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri orada olup ziyâret yeridir.
Îtibârlı bir âileye mensûb olan Bişr-i Hâfî, Merv reislerinden birinin oğludur. Bu sebeple çocukluğu ve gençliğinin bir kısmı bolluk, refâh içinde geçti. Gençliğinde kendisini oyun ve eğlenceye verdi. Dünyânın câzibesine kapıldığı ve nefsin, şeytanın ve kötü arkadaşların teşviklerine kapılarak oyun ve eğlence âlemlerine daldığı gençlik yıllarında, bir gün kapısı çalındı. Hizmetçisi kapıya çıkarak gelen kimseye kimi aradığını sordu. Kapıdaki adam; 'Bu evin sâhibi hür mü, kul mu? ' diye sordu. Hizmetçi, 'Hürdür.' diye karşılık verdi. Adam; 'Belli! .. Eğer kul olsaydı, kulluğun edebine riâyet edecek oyun ve eğlence ile uğraşmayacaktı.' diyerek çıkıp gitti. Hizmetçi içeri girip kapıda olanları Bişr-i Hâfî'ye anlattı. Bişr-i Hâfî, yalın ayak adamın peşinden koştu. Ona yetişerek söylediklerini tekrarlattı. O kimsenin sözlerinden etkilendi, yaptıklarına pişmân olup tövbe etti. Bir müddet sözünde durup oyun ve eğlence âlemlerine gitmediyse de, kötü arkadaşların tesiriyle tekrar eski hayâtına döndü. Babasından kalan serveti için kendisinden ayrılmayan arkadaşları onu bir türlü bırakmadılar.
Bir gün eğlence âlemlerinden sonra sarhoş ve bitkin olarak evine dönerken yolda üstünde Besmele yazılı bir kağıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öpüp, çamurlarını silerek, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinin duvarına astı. O gece âlim ve velî bir zâta, rüyâda; 'Git Bişr'e söyle! İsmimi temizlediğin gibi seni temizlerim. İsmimi büyük tuttuğun gibi, seni büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığın gibi, seni güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, senin ismini dünyâda ve âhirette temiz ve güzel eylerim.' dendi. Bu rüyâ üç defâ tekrar etti. O zât sabah Bişr-i Hâfî'yi arayıp meyhânede buldu. Mühim haberim var diye içerden çağırdı. Bişr geldiğinde; 'Kimden haber vereceksin? ' dedi. 'Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim.' deyince, ağlamaya başladı. 'Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? ' dedi. Rüyâyı dinleyince arkadaşlarına; 'Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremeyeceksiniz.' dedi. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara, 'Allahü teâlâya tövbe ettiğim, günâh işlememeye söz verdiğim zaman yalın ayaktım. O zaman giymediğim ayakkabıyı şimdi giymeye hayâ ederim. Allahü teâlâ Bekara sûresi yirmi ikinci âyetinde meâlen; 'Biz yeryüzünü sizin için tefriş ettik, döşedik.' buyuruyor. Pâdişâhların mefrûşâtı üzerinde ayakkabı ile yürümek edebe uymaz. Ayağım ile yer arasında bir vâsıta olduğu hâlde onun sergisine basmayı câiz görmüyorum.' derdi. Bu zamandan sonra ayakkabı giymediği için kendisine yalın ayak mânâsında 'Hâfî' lakabı verildi.
Allahü teâlâya tövbe ettikten ve eski yaşayışını terk ettikten sonra bir müddet memleketi olan Merv'de ilim tahsîliyle meşgûl oldu. Dayısı Ali bin Harşam'a talebe oldu. Onun sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. İlim yolunda seyâhatlere çıktı. Mekke, Kûfe, Basra, Şam ve Lübnan taraflarına gitti. Gittiği yerlerdeki âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Bu yüzden Seyyâh Sûfilerden sayıldı. En sonunda Bağdât'a gelerek yerleşti. Gerek memleketinde, gerek gezdiği yerlerde ve gerekse Bağdât'ta devrinin ileri gelen âlimlerinden ilim tahsîl etti ve hadîs-i şerîf dinledi. İbrâhim Sa'd, Abdurrahmân bin Zeyd bin Eslem, Hammâd bin Zeyd, Şüreyk bin Abdullah, Muâfâ bin İmrân Mûsulî, Vekî bin Cerrâh, Ebû Bekr bin Iyâş, Hafs bin Gıyâs, Abdullah bin Mübârek, Îsâ bin Yûnus, Abdullah bin Dâvûd el-Hayrî, Ebû Muâviye ed-Darîr, Zeyd bin Ebi'z-Zerka onun ilim tahsîl ettiği ve hadîs-i şerîf dinlediği âlimlerden bir kısmıdır.
Onun geldiği yıllarda, dünyâ meraklılarının da âhiret sevdâlılarının da merkezi durumunda bulunan Bağdât'ta, Ahmed bin Hanbel hazretleriyle görüştü. Süfyân-ı Sevrî Fudayl bin Iyâd, Muâfa bin İmrân ve İmâm-ı Mâlik hazretlerinin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde de bulunup onlardan feyz aldı. Hadîs ilminde güvenilir âlimlerden olduğu gibi, tasavvufta da yüksek derecelere kavuştu.
Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hâfî'yi çok sever, devamlı yanına giderdi. Talebeleri; 'Siz âlimsiniz. Hadîste, fıkıhta, ictihadda ve bütün ilimlerde eşiniz yoktur. Niye Bişr-i Hâfî gibi birini sık sık ziyâret ediyorsunuz? ' dediklerinde; 'Evet, dediğiniz ilimleri ondan iyi bilirim. Fakat o, kalp ilimlerini benden iyi bilir.' derdi.
Bişr-i Hâfî'ye, bu ilme, yüksek derecelere nasıl kavuştun diye sorduklarında; 'Az yemekle.' deyip, 'Yiyip gülen ile, yiyip ağlayan aynı olmaz.' buyurdu.
İlim ve fazîletteki yüksekliği, haram ve şüphelilerden sakınması sâyesinde insanlar arasında yüksek bir velî, konuşmaları ile, tesirli bir yol gösterici oldu. Mânevî derecesi öylesine yükseldi ki, Halîfe Me'mûn onu ziyâret edebilmek için, Ahmed bin Hanbel'in arabuluculuk yapmasını istedi. Hattâ Halîfe Me'mûn onun hakkında; 'Bişr-i Hâfî'den başka bu diyarda (Bağdât'ta) kendisinden hayâ edilip çekinilecek bir kimse kalmadı.' demişti.
Dînî ilimlerde yüksek bir âlim, tasavvufta yüksek bir velî olan Bişr-i Hâfî, zamânının tıb bilgilerinde de söz sâhibi idi.
Bir gün Bişr-i Hâfî (rahmetullahi aleyh) rahatsızlanarak tabîb Abdurrahmân'a gitti. Ne gibi yemekler yiyeceğini sordu. Tabîb de; 'Bana soruyorsun, fakat tavsiyelerime uymuyorsun.' dedi. Bişr-i Hâfî de; 'Hayır, uyacağım.' deyince, tabîb; 'Sirke ve baldan yapılmış sikencübin'i (mayhoş suyu) içer, ayvayı soyup yersin. Sonra da sıcak çorba içersin.' dedi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; 'Sikencübinin yerini tutacak daha iyi bir şey bilmez misin? ' diye sordu. Tabîb; 'Bilmem.' dedi. Bişr-i Hâfî; 'Ben bilirim.' deyince, tabîb söyle bakalım nedir? ' dedi. Bişr-i Hâfî; 'Hurdeba (günnük otu) sirke ile berâber.' dedi. Sonra; 'Ayvanın yerini tutacak ondan daha ucuz bir şey bilmez misin? ' diye sordu. Tabîb; 'Bilmem.' deyince; 'Ben bilirim.' dedi ve keçi boynuzunu anlattı. Keçiboynuzundan daha iyisini sordu. Tabîb, bilmem deyince, ona da nohut suyu ile inek yağını anlattı. Bunun üzerine tabîb Abdurrahmân; 'Sen tıb ilmine benden daha iyi vâkıfsın.' diyerek bu ilimdeki üstünlüğünü kabûl etti.
Allahü teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin sünnetine titizlikle uyan, haram ve şüphelilerden şiddetle kaçınan Bişr-i Hâfî hazretleri, bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; 'Allahü teâlânın seni neden üstün kıldığını biliyor musun? ' buyurdu. O; 'Hayır bilmiyorum yâ Resûlallah! ' diye karşılık verdi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: 'Sünnetime tâbi olman, sâlihlere hizmet etmen, din kardeşlerine nasîhat etmen, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı sevmen sebebiyle bu dereceye kavuştun.' buyurdu.
Bişr-i Hâfî pekçok kimseye ilim öğretip ders verdi. Nuaym bin Heydâm, Muhammed bin Heydâm, İbrâhim bin Hâşim, Nasr ibni Mansûr, El-Bezzâr, Muhammed bin el-Müsennâ, Sırrî-i Sekâtî, İbrâhim bin Harbî en-Nişâbûrî Ömer bin Mûsâ el-Celâ gibi birçok âlim kendisinden ders alıp, hadîs-i şerîf okumuşlardır.
İnsanlara vâz ve sohbetleriyle pek faydalı olan Bişr-i Hâfî hazretleri, onlara dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermenin yollarını gösterdi. Bir sohbetinde;
'Bir gün Bağdât'ta bir adam gördüm. Bin kırbaç dayak yediği hâlde hiç sesini çıkarmadı. Sonra kendisini cezâevine götürdüler. Peşini tâkib ettim ve niçin dövüldüğünü kendisinden sordum. Bir kadına âşık olduğundan bu hâle düştüğünü söyledi. Bu kadar dayak yediği hâlde neden ses çıkarmadığını sordum. Sevgilim bana bakıyordu, dedi. Bunun üzerine kendisine; 'Ya Allahü teâlânın seni devamlı gördüğünü bilseydin hâlin nice olurdu? ' dediğimde, hemen haykırarak yere düştü ve öldü.' buyurdu.
Gençliğimde Abadan'a gitmiştim. Cüzzamlı ve kör bir adamla karşılaştım. Sarası tutmuş, karıncalar vücûduna üşüşmüş etini yiyorlardı. Başını kaldırdım, kucağıma aldım, ayılıp, kendisi ile konuşmayı bekledim. Ayılınca; 'Benimle Rabbim arasına giren bu boş adam kimdir? Rabbim beni parça parça yapsa, benim O'na ancak sevgim artar.' dedi. Bundan sonra artık kul ile Allah arasında gördüğüm hiç bir hikmeti merak edip de, niçin böyle oluyor? demedim.'
'Bir gün evime girince bir zât ile karşılaştım. İzinsiz, evime nasıl girersin, sen kimsin dediğimde; 'Ben kardeşin Hızır'ım.' dedi. Bana duâ et deyince, O; 'Allah'ım! İbâdette bulunmasını buna kolaylaştır.' diye duâ etti. Biraz daha duâ et dedim. 'Allah'ım! İbâdetinin gizli kalmasını buna nasîb eyle.' dedi.
Bişr-i Hâfî hazretleri yüksek hâller sâhibiydi. Bir gece evden çıkarken ayağının biri eşiğin iç, diğeri dış kısmında olduğu halde seher vaktine kadar hayret ve hayranlık içinde bekledi. Kızkardeşinin kalbine; Bu gece Bişr sana geliyor.' diye ilhâm olundu. Kardeşi onu beklemeye başladı. Bişr-i Hâfî yorgun ve perişan hâlde çıkageldi. Hemen evin damına çıkmaya gayret etti. Birkaç basamak yukarı çıktı. Ortalık aydınlanıncaya kadar hayran hayran orada kaldı. Namaz vaktinde aşağı inip câmiye gitti. Namazını kılıp eve geldi. Kızkardeşi; 'Bu ne hâl böyle? ' diye sorunca, Bişr-i Hâfî; 'Hatırımdan geçti ki Bağdât'ta Bişr gibi bunca kişi bulunsun, bunlardan kimi yahûdî kimi hıristiyan, kimi de mecûsî olsun, benim ismim de Bişr olsun ve İslâmiyetle şereflenerek bunca yüksek devlete ermiş olayım! Ben ne yaptım ki bu devlete kavuştum, onlar ne yaptılar ki bu devletten mahrûm kaldılar. İşte bu konuyu düşünerek şaşkın bir hâlde kaldım.' buyurdu.
Mansûr es-Sayyâd isimli bir zât, bir bayram günü bayram namazını kıldıktan sonra Bişr-i Hâfî hazretlerine geldi. Bişr-i Hâfî ona; 'Bu erken vakitte niçin geldin? ' buyurdu. Mansur; 'Evde un ve ekmek yok onun için geldim.' dedi. Bişr-i Hâfî; 'Allahü teâlâ düşenlerin yardımcısıdır. Oltanı al ve dereye git. Abdest alıp iki rekat namaz kıl. Oltayı Bismillah diyerek at! ' buyurdu. Mansûr es-Sayyâd onun dediklerini yaptı. 'Bismillah' diyerek oltayı dereye attı. Büyük bir balık çıktı. Bişr-i Hâfî'ye geldi. Bişr-i Hâfî o balığı satmasını ve ihtiyaçlarını almasını istedi. O kimse balığı satıp ihtiyâcı olan yiyecekleri aldıktan sonra Bişr-i Hâfî hazretlerinin kapısını çaldı. Bişr-i Hâfî ona; 'Kapıyı kapat. Elindekileri de hole bırak. Kendin de içeri gel.' buyurdu. Mansûr es-Sayyâd içeri girince, Bişr-i Hâfî hazretleri; 'Eğer bu isteği nefsimiz bize bildirseydi bu balık çıkmazdı.' dedi.
Yine bir sohbetinde buyurdu ki:
'Dünyâda azîz olmak, âhirette selâmette kalmak isteyen, diline sâhib olsun. Şâhitlik yapmasın, halka imâm olmasın, hiç kimsenin yemeğini yemesin. İki şey kalbe kasvet verir. Çok konuşmak ve çok yemektir.'
İlme çalışmayı teşvik husûsunda da buyurdu ki:
İlme çalışanın işâreti, dünyâdan kaçmaktır, dünyâyı sevip onda kalmak değil.'
'Kendisiyle amel etmediğin şeyi bırakman daha iyidir. İlim, amel etmektir. Allahü teâlâya itâat ettiğin zaman sana öğretir. Allahü teâlâya isyân edersen, sana öğretmez. İlim, âlimlerin ihtiyaç malzemesidir.'
'Kâmil olan Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur'ân-ı kerîm okuyan ile sohbet etmekten daha sevimlidir.'
'Mârifetten mahrum kalan kimse, ibâdetinin tadını bulamaz.'
'Sizden biri, bir eser yazacak olursa, daha çok mânâ bakımından doğruluğuna dikkat etsin.'
'Âlimin sözü doğru, yediği helâl ve dünyâ malına karşı sevgisi yok ise, zühdü, dünyâya düşkün olmaması çok olur. Ne yazık ki, bugün bu üç hasletten birini bile onların birinde göremiyoruz. Bu durumlarıyla onlara nasıl gülelim ve nasıl yüz verelim. Bu vasıfları kendinde bulundurmayanlar, ilim sâhibi olduklarını, nasıl söylerler. Onlar dünyâya sarılır, dünyâyı birbirinden kıskanırlar. Dünyâlık için birbirine hased ederler. Devlet adamlarının yanında birbirlerini çekiştirir ve gıybet ederler. Maksadları, ellerine geçen dünyâlığı, başkalarına kaptırmamak ve fânî şeyleri ellerinden kaçırmamaktır. Yazıklar olsun ey âlimler! Siz peygamberlerin vârisleriydiniz. İlmi alırken birçok vazîfe yüklenmiş oldunuz. Şimdi o vazîfeleri yapmıyorsunuz. İlminizi şeref vesilesi yapıp onunla dünyâlık kazanmaya bakıyorsunuz. Âhirette, Cehennem'e ilk atılan zümre olmaktan nasıl korkmuyorsunuz, anlamıyorum! '
'Bugün ilim, onu vâsıta yapıp karnını doyuranların eline geçti.'
Bir sohbetinde de sabırla ilgili olarak şöyle buyurdu:
'Sabır susmaktır. Susmak sabırdandır. Konuşan, susandan daha fazla verâ sâhibi olamaz. Şu var ki, âlim kişi bir yerde konuşur bir yerde susar.'
'Sabır güzeldir. Bu ise, insanlara şikâyette bulunmamaktır.'
'Emri mârûf ve nehy-i anil-münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için, eziyetlere sabretmek gerekir.'
Şükürle ilgili olarak Bişr-i Hâfî hazretleri buyurdu ki: 'Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu almak, eğer şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan başkasını tutmamaktır. Mîdenin şükrü, ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların şükrü de, iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur.'
Bir sohbeti sırasında da;
'Nâfileler farzların terk edilmesine sebeb olduğu zaman nâfileleri terk ediniz. İyiyi iyi olarak kabul etmeyen, çirkini de çirkin olarak kabul etmez. İhtilâf ve ayrılıkla birlikte îtilâf ve birleşme olmaz.
Biz nîmetler yüzünden değil, nîmetlere karşı az şükrettiğimizden bu hâle geldik. Nitekim biz amelimizin azlığından değil de amelde sıdk ve ihlâsımızın olmayışından bu hâle geldik. Yine bizim uğradığımız musîbetler, günâhlarımızın çokluğundan değil, hayâmızın azlığındandır, istiğfârımızın azlığından değil, vefâmızın azlığından ve süratle günâhlara düşüşümüzdendir. Eğer biz derhâl günahlarımızın cezâsını görmüş olsaydık bütün günâhları bırakırdık.
Ey kardeş! Bunu bil ve içini dünyâ sevgisi ve şehvetinden temizle. Allahü teâlâyı çok zikret. Kalbini iyice temizlediğin zaman, Allahü teâlâ seni hikmetle konuşturur ve sen zamânın bir hakîmi olursun. Fakat dünyâ sevgisi ve şehveti ile birlikte hikmet sâhibi olamazsın.' buyurdu.
Talebelerine ve sevenlerine verdiği muhtelif vâz ve nasîhatler sırasında buyurdukları ise şunlardır:
'İnsanlar arasında tanınmak isteyen, âhiretin tadını alamaz.'
'Şöhreti seven kimse, Allah'tan korkmaz.'
'Övülmekten hoşlanmak kadar ahmaklık düşünülemez.'
'Dünyâ ve âhirette elem ve kederlerden kurtumak istiyenler, kötü ahlâk sâhipleriyle görüşmemelidir.'
'Tasavvuf nedir? ' diye sorulunca, buyurdu ki: 'Tasavvuf üç anlama gelir. İlki mârifet nûruna ârif olmak ve verâ hâlini kaybetmemektir. İkincisi, dış görünüşünü bâtıl olan şeylerden alıkoymaktır. Sonuncusu ise kerâmetlerini gizlemektir.'
'İnsanlardan biri, Allahü teâlâya tevekkül ettim, diyor. Halbuki Allahü teâlâya karşı yalan söylüyor. Gerçekten Allahü teâlâya tevekkül etseydi, O'nun, hakkındaki muâmelesine de râzı olurdu.'
'Hüzün pâdişâhtır. Bir yere yerleşince oraya başka bir şeyin yerleşmesine râzı olmaz.'
'Ben, Muâfâ bin İmrân'dan işittim. O da Süfyân-ı Sevrî'den şöyle dediğini işitmiş; insanları memnun etmek, ulaşılamayan gâyedir.'
'Süfyân-ı Sevrî bir adamı ziyâret ettiği zaman, Allah seni ateşten korusun diye duâ ederdi.'
'El-Evzâî şöyle buyurdu. Bir zaman gelecek ki, ünsiyet sâhibi kardeş, helâl bir lokma ve sünnete uygun bir amel o zaman çok az olacak.'
'Kim Allahü teâlâya yaklaşırsa, insanlardan uzak kalır.'
'İnsanların sırlarını ortaya çıkaracak sorular sorma.'
'Nefsim için en güvendiğim amelim, Peygamber efendimizin Eshâbına sevgi ve hürmetimdir.'
'Böbürlenmen, kendi ibâdetini çok, başkasınınkini az görmendir.'
'Malınız varken aç sabahlamanızı, malınız yokken tok sabahlamanıza yeğ tutarız.'
'Âdemoğlunu dünyâda tâkib eden musîbetlerin başında, sevdiklerinden ayrılması gelir.'
'Bir kimse bize, hadîs anlat dediği zaman, anla ki, bize kolaylık göster, demek istiyor.'
'Makâmların en yükseği, ölünceye kadar fakirliğe sabretmektir.'
'İki haslet vardır ki, kalbe sıkıntı verir: Çok konuşmak, çok yemek.'
'Bir kul Kur'ân-ı kerîmi hatmederse, melekler onun iki gözü arasını öperler.'
'Kişi gazabını yenmedikçe, takvâ sâhibi olamaz.'
'Konuşmak hoşuna giderse sus, susmak hoşuna gidince konuş.'
'Kim Allahü teâlâdan dünyâyı isterse, Allahü teâlâ da onun dünyâda uzun zaman kalmasını ister.'
'Müminin izzeti, insanlardan uzak durmasıdır. Şerefi ise gece namaz kılarak ayakta durmasıdır.'
'Ana ve babanın evlatlarına duâları, bir peygamberin ümmetine olan duâsı gibidir.'
'Verâ, şüphelilerden temizlenmek ve her an nefisle muhâsebe etmektir.'
'Kötü insanlarla arkadaşlık yapmak, hayırlı insanlara sû-i zana, kötü düşünmeye sebeb olur.'
'Cimrinin yüzüne bakmak, insanın kalbini karartır.'
'Şâyet insanlar Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünselerdi, O'na isyân etmezlerdi.'
'Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir.'
'Ölümü hatırladığın zaman, dünyânın güzelliği ve şehvetleri senden gider.'
'Kötülüklerini gizlediğin gibi iyiliklerini de gizle.'
'Dünyâyı seven kişi ölümü sevmez.'
'Melekler, kendisine hayran kaldığı kulun amelini yükseğe çıkarır ve Allahü teâlânın huzûruna götürür.'
'Kişinin ameli az olursa, düşünce ve sıkıntıya mübtelâ olur.'
Vaktin kıymeti ile ilgili olarak buyurdu ki:
'Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın doğmadı. Öyle ise şu anı değerlendirmek için amele sarıl.'
Neden câmide vâz vermiyorsun diye sorduklarında; 'Câmide vâz vermek için câmi hüviyetli olmak, o işin ehli olmak lâzımdır.' buyurarak tevâzuda bulundu.
Bişr-i Hâfî cemâatle sohbet ediyor, rızâdan bahsediyordu. Sohbette bulunanlardan birisi; 'Ey Bişr! Makam ve îtibâr sâhibi olduğun için halktan hiçbir şey kabûl etmiyorsun. Eğer zühd sebebiyle hakîkaten dünyâdan yüz çevirmişsen, halktan gizlice bir şeyler alıp fakirlere ver ve kendin de tevekkül üzere oturup rızkına râzı ol.' dedi. Bu söz üzerine Bişr-i Hâfî buyurdu ki: 'Bunun cevâbını dinle. Fukarâ ve dervişler üç çeşittir. Birinci kısım, aslâ kimseden bir şey istemez, verirlerse de almaz. Bunlar hâl sâhibi, rûhâniyet ehli kimselerdir. İzzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan her ne isterlerse, Allah onu bu kimselere verir. Allahü teâlâ şunu verecek diye yemin edecek olsalar derhâl duâları kabûl edilir. Diğer bir kısmı halktan bir şey istemez ama verildiğinde kabûl eder. Bunlar dervişlerin orta tabakasıdır. Allahü teâlâya tevekkül ederek sükûn, rahat bulurlar. Bu kısım, kudsiyet makâmında ebediyet sofrasına oturmuş bir tâifedir. Üçüncü kısım ise, güçleri yettiğinde sabrederek oturur ve rızkın geleceği vakti gözler. Böyleleri zarûrî ihtiyaçları mecbûr bırakırsa, kalpleri Allahü teâlâya bağlı olduğu hâlde çıkıp halktan isterler.' Bu cevâbı alan kimse; 'Bu söze râzı oldum. Allah da senden râzı olsun.' dedi.
Bişr-i Hâfî hazretleri yerinde ve az konuşurdu. Talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki: 'Sahîfelerinize ne yazdığınıza dikkat ediniz. Çünkü bu, Rabbinize karşı okunacaktır. Yazık o kimseye ki çirkin söz konuşur. Eğer içinizden biri bir kardeşine içinde çirkin söz bulunan bir yazı gönderse, şüphesiz bu bir hayâsızlık olur. Ya Rabbine karşı kötü söz söyleyenin hâli ne olur? '
Şaşarım o adamın aklına ki din kardeşini arkasından çekiştirir de yüzüne gelince ona sevgi gösterir, hemen onu övmeye başlar. Kim insanların şeref ve haysiyetiyle oynadığı halde, Allahü teâlânın kendisini sevdiğini iddiâ ederse, şüphesiz o bir yalancıdır. Çünkü o bir şeytandır. Şeytan ise Allahü teâlânın düşmanıdır.
Bir kimse Bişr-i Hâfî hazretlerine gelerek; 'Ben seni Allah için seviyorum.' dedi. O da; 'Sen sözünde sâdık ve doğru değilsin. Bâzan akşam olunca ahırdaki merkebini hatırlamak beni hatırlamaktan sana daha mühim göründüğü hâlde, nasıl oluyor da Allah için beni sevdiğini iddiâ ediyorsun? ' buyurdu.
Bişr-i Hâfî'nin ilme ve irfâna bağlılığı, şöhret ve riyâset (başkanlık) sevdâsıyla değil, sünnet-i seniyyeye uyma arzûsuyla idi. Nitekim; 'Reislik arzûsuyla ilim öğrenen, Allahü teâlâyı kızdıracak bir işle O'na yaklaşmaya çalışıyor demektir. Çünkü ilim sebebiyle reislik istemek gökte ve yerde öfkeyi gerektirir.' buyururdu.
Hikmete ermenin yolunun Allahü teâlâya isyânı terk etmekte olduğunu söylerdi. O, ibâdetin lezzetine erenlerdendi. Bu lezzete ermenin yolunu şöyle bildirirdi: 'Kendinle arzu ve isteklerin arasına demirden bir perde çekmedikçe, ibâdetten lezzet duyamazsın.'
Bir kimse Bişr-i Hâfî'ye gelerek; 'Gecenin bir saatinde olsun istirâhat etseniz.' dedi. O da; 'Allahü teâlâ geçmiş ve gelecek bütün günâhlarını bağışladığı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, ayakları şişinceye kadar ibâdet ettikleri halde ben nasıl uyuyabilirim? Çünkü ben bir tek günahımın bile, Allahü teâlâ tarafından bağışlanmış olduğunu bilmiyorum.'
Talebelerini ellerini açmış duâ ederken görünce; 'Duâ, günahları terk etmektir.' buyururdu. Rızık konusunda insanları haramlardan ve şüphelilerden sakınmaya teşvik ederdi. Özellikle ticâret erbâbını helâl ve temiz kazanca yönlendirmeye çalışırdı. Bu husustaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri sık sık tekrar eder; 'Ekmeğini nereden kazandığına iyi bak. Kendini Cehennem'e atma.' diye nasîhat ederdi.
Amellerin kıymetlisinin üç tâne olduğunu bildirir: 'Birincisi mal az olduğunda da cömert olabilmektir. İkincisi, tenhâda da verâ sâhibi olabilmek yâni haramlardan kaçınabilmektir. Üçüncüsü, kendisinden korkulan ve bir şeyler umulan kimsenin huzûrunda da hakkı söyleyebilmektir.' buyururdu.
Dünyâya gönül verenlere; 'Dünyâya tâlib olan insanlardan dünyâlık istemeye utanmıyor musun? Siz dünyâlığı, dünyâyı yed-i kudretinde tutan Allahü teâlâdan isteyiniz.' buyururdu.
'Yediğin neredendir? ' diye soranlara şöyle cevap verirdi: 'Siz benim nereden yediğimi ne yapacaksınız. Kendinizin ne sûretle yediğinize bakınız. Çünkü gülerek yiyenle ağlayarak yiyen bir olmaz. Az yiyen el, çok yiyene denk olmaz. Yediğiniz ekmeğin nereden olduğuna, çoluk çocuğunun oturduğu evin hangi yoldan kazanıldığına dikkat ediniz.' buyururdu.
Allahü teâlâya olan muhabbeti sebebiyle Allahü teâlânın düşmanlarına düşmanlık ederdi ve; 'Sevgilini kızdırana muhabbet beslemen sana yakışmaz.' buyururdu.
Cömert ve ikrâm sâhibi idi. Fakirlere ve düşkünlere yardım eder, onların ihtiyaçlarını giderirdi.
Nâfile hacca gideceklerden biri Bişr-i Hâfî'ye vedâ için geldi. Ona; 'Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı? ' deyince; 'Ne kadar harçlığın var? ' diye sordu. 'İki bin dirhem harçlığım var.' diye cevap verdi. Bişr-i Hâfî: 'Hacca gitmekle zühdü mü, yoksa Kâbe'ye olan aşkını mı, yoksa Allah rızâsını mı kastediyorsun? ' diye sorunca, adam: 'Allah rızâsını kastediyorum.' dedi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; 'O halde evinde dururken, Allah'ın rızâsını kazandıracak bir şeyi sana söylersem, yapar mısın? ' deyince; 'Evet yaparım.' karşılığını verdi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî;
'O halde sen bu iki bin dirhemi, borcunu ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula, nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir âileye, yetimi sevindiren bir yetim bakıcısına ve bunlar gibi on kişiye yirmişer dirhem ve hattâ istersen hepsini bunlardan birine ver. Zîrâ müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek ve zayıflara yardım etmek, nâfile olarak yapılan yüz hacdan daha sevaptır. Kalk da dediğim gibi yap. Şâyet böyle yapmak istemiyorsan asıl kalbinde olanı bana söyle.' dedi. Vedâya gelen kimse; 'Doğrusu kalbimde hacca gitmek tarafı kuvvetlidir.' dedi. Bunun üzerine Bişr gülümseyerek adama döndü ve; 'Servet, şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefs, kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki Allahü teâlâ, yalnız muttakîlerin, haramlardan sakınanın amelini kabul eder.' buyurdu.
Adamın biri elinde bıçak ile bir kadına musallat oldu. Güçlü olduğu için kimse adama engel olamıyordu. Kadın çırpınıp duruyordu. Bu esnâda Bişr-i Hâfî rahmetullahi aleyh oradan geçmekte idi. Adama iyice yaklaşıp bir şey söyledi. Adam birden yere düştü. Kadın kurtuldu. Etrâfındakiler adamın yanına gittiler ve adamın zor nefes aldığını gördüler. Sana ne oldu diye sorulunca, adam; 'Bilmiyorum, ihtiyar zât bana; 'Senin bu yaptığını Allahü teâlâ görüyor.' deyince, ayaklarımın bağı çözüldü ve gördüğünüz gibi yere düştüm. Bu zât kimdir? ' dedi. Bişr-i Hâfî'dir dediler. Bunun üzerine adam; 'Eyvâh ben onu bir daha nasıl göreceğim.' dedi ve kuvvetli bir sıtma hastalığına yakalanarak kısa bir zaman içinde öldü.
Bişr-i Hâfî, Esved bin Sâlim'i, Ma'rûf-i Kerhî'ye yolladı. Esved bin Sâlim ona; 'Bişr-i Hâfî, seninle kardeşlik olmak istiyor. Bunu açıkça size söylemekten çekindiği için, beni size gönderdi. Kendisini kardeşliğe kabûl etmenizi diliyor, fakat bâzı şartları da vardır. Onlar da: Bu kardeşliğin duyulmaması ve karşılıklı ziyâret ve görüşme yapılmamasıdır; zîrâ o, fazla iltifattan hoşlanmaz.' dedi. Bunun üzerine Ma'rûf-i Kerhî; 'Fakat ben kardeş olduğum kimseden gece ve gündüz ayrılmak istemem.' dedi ve Allah için sevginin fazîletini anlatan birçok hadîs-i şerîf okudu. Sonra; 'Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ali'yi kendine kardeş yapmakla, onu ilimde kendisine ortak etti. En sevimli kızını ona verdi. Şimdi sen şâhid ol, mâdem ki seni gönderdi. Ben de onu Allah için kardeşliğe kabûl ettim. O, beni ziyârete gelmezse de, ben onu ziyârete giderim. Ona söyle sohbetlerde buluşalım. Hâlinden hiçbir şeyi benden saklamasın, her hâlini bana bildirsin.' dedi. İbn-i Sâlim, durumu Bişr-i Hâfî'ye anlatınca, râzı oldu ve memnuniyetle kabûl etti.
Bir gün Bişr-i Hâfî'nin eşyâsını çaldılar. Ağlamaya başladı. 'Mal için ağlanır mı? ' denilince; 'Mal için değil, hırsızın günah işlediğini, kıyâmet gününde bunun azâbını çekeceğini düşünüp ağlıyorum.' dedi.
Adamın biri Bişr-i Hâfî'ye gelip; 'Bana vasiyet et.' dedi. Bişr-i Hâfî ona; 'Şöhretten sakın, helâl lokma yemeye gayret et.' dedi.
Büyüklerden bir zât anlatır: Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Hava çok soğuk idi. Gâyet ince giymiş, titriyordu. Yâ Ebâ Nasr bu havada çok kalın giyerler, siz giydiklerinizi çıkardınız dedim. 'Fakirleri hatırladım. Malım, param yok ki onlara yardım edeyim. İstedim ki, ben de onlar gibi olup, sıkıntılarını çekeyim.' dedi.
Bişr-i Hâfî bir gün kabristandan geçiyordu. Mezardakilerin hallerini Allahü teâlâ gösterdi. Mezarları üzerinde bir şeyi paylaşıyorlardı. 'Yâ Rabbî! Bunların ne yaptıklarını bana bildir.' dedi. Git, kendilerine sor diye bir ses duydu. Gitti sordu. Bir hafta önce, bir kimse üç İhlâs-ı şerîf okuyup bize gönderdi. O günden beri onun sevâbını taksim etmeye çalışıyoruz, henüz bitiremedik.' dediler.
Hasan Hayyât anlatır: Bir gün Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Birkaç kişi gelip, Bişr-i Hâfî'ye selâm verdi. Bişr-i Hâfî onlara siz kimsiniz deyince; 'Biz Şam'dan geliyoruz, hacca gidiyoruz. Duânızı almak için size uğradık.' dediler. Bişr-i Hâfî onlara; 'Allahü teâlâ sizden râzı olsun.' dedi. Onlar; 'Bizimle hacca gelmek istemez misin? ' diye sorunca; onlara; 'Üç şartla: Yanımızda bir şey taşımayacağız, hiç kimseden bir şey istemeyeceğiz, eğer birisi bize bir şey verirse kabûl etmeyeceğiz.' dedi. Onlar; 'Yanımızda bir şey taşımamaya evet! Kimseden bir şey istememeye de evet! Fakat bize verileni kabûl etmemeye gelince, buna gücümüz yetmez.' dediler. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; 'Siz Allahü teâlâya değil, hacıların azığına güvenerek yola çıkmışsınız.' buyurdu.
Bişr-i Hâfî, hazret-i Âişe'den rivâyet edilen şu hadîs-i şerîfi nakletti: Hazret-i Âişe buyurdu ki: 'Ben bir gün Resûlullah'dan sallallahü aleyhi ve sellem suâl ettim: 'Yâ Resûlallah kadınların üzerinde cihâd var mıdır? ' Resûlullah efendimiz buyurdu ki: 'Kadınlar üzerinde de cihâd vardır. Lâkin o cihâdda harb etmek yoktur.' Ben de; 'O cihâd nedir? ' dedim. Resûlullah; 'Ocihâd hac ile umredir.' buyurdu.
Rivâyet ettiği başka bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; 'Tencerede bir şey pişirdiğin zaman, suyunu çoğalt ve komşulara dağıt.' buyurdu.
Diğer bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; 'Kula her taraftan belâ gelmedikçe, îmânın tadını tadamaz.' buyurdu.
Bişr-i Hâfî hazretleri hiç evlenmemişti. Kendisine; 'Niçin evlenmiyorsun? ' diye soranlara; 'Bana ömrüm kadar bir ömür daha verilseydi, evlenebilirdim. Zîrâ ömrümde ancak Allahü teâlâya kulluk vazîfelerimi yapabiliyorum.'buyurdu. 'Eğer sen evlenseydin kulluğun tam olurdu.' deyince de; 'Kendi hakkımı yerine getirmekten korkuyorum da onun hakkını nasıl yerine getirebilirim.' buyurdu. 'Niçin evlenerek Sünnet-i seniyyeye muhâlif olmaktan kurtulmuyorsun? ' diyenlere de; 'Ben farzlarla meşgûl oluyorum. Zîrâ farzları yerine getirmek, sünnetten evlâdır.' buyurdu. Bişr-i Hâfî hazretleri; 'İki yüz yılından sonra sizin en iyiniz, hafîfülhaz olandır, yâni zevcesi ve çocuğu olmayandır.' hadîs-i şerîfini kendine delil olarak almıştı.
Bişr-i Hâfî hazretleri ilim, irfân ve fazîlet sâhibi olup, güzel ahlâklı idi. Onun üstünlüğünü herkes kabûl ederdi, hâlleri ve yaşayışı ile ilgili olarak Abbâs bin Dehkam diyor ki: 'Dünyâya geldiği gibi ölen tek insan Bişr-i Hâfî'dir. Dünyâya malsız geldi ve malı olmadan gitti. Ölüm döşeğine yattığı sırada biri gelerek ondan bir şey istedi. Onun bir gömleği vardı. Onu da çıkardı, dilenciye verdi ve bir başka kimseden ödünç gömlek aldı ve o şekilde öldü. Yâni ölünce bir gömleği de yoktu. Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti.'
İbrâhim Harbî şöyle der: 'Ben üç büyük zât gördüm. Bu üç kişinin benzeri yoktur; Birincisi Ahmed bin Hanbel'dir ki, anneler onun gibisini doğurmaktan âciz kalır. İkincisi Bişr-i Hâfî'dir ki, asrından eski devirlere kadar akıllı bir zâttır. Üçüncüsü Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm ki, sanki o, ilmi kendisinde toplamış bir dağ gibidir. Bişr-i Hâfî hiçbir müslümana gıybette bulunmadı. Eğer onun aklı Bağdât halkına dağıtılsa, hepsi akıllı olurdu.'
Bilâl el-Havvâs şöyle anlatır: 'Bir gün Sina Çölünde yürüyordum. Yanımda bir zât belirdi. Kimsin deyince, 'Kardeşin Hızır'ım.' dedi. Sana suâl sormak istiyorum deyince; sor dedi. 'İmâm-ı Şâfiî hakkında ne dersin? ' diye sordum. 'Dünyâdaki dört büyük âlimden biridir.' diye cevap verdi. 'Ahmed bin Hanbel hakkında ne düşünürsün? ' dedim. 'Sıddık (doğru, samîmi) bir zâttır.' dedi. 'Bişr-i Hâfî hakkında ne söylersin? ' deyince; 'Ondan sonra onun gibi bir zât gelmedi.' dedi.
Bişr-i Hâfî'nin üstünlüğünü âlimler, velîler kabûl ettiği gibi, diğer insanlar ve hattâ hayvanlar bile kabûl ederdi. O Bağdât'a geldikten sonra hayvanlar sokakları kirletmez oldu. Çünkü Bişr-i Hâfî hazretleri sokaklarda yalınayak geziyordu. Bağdât halkından biri bir gece hayvanıyla Bağdât sokaklarında giderken, hayvanın sokağı kirletmesi üzerine; 'Eyvah Bişr-i Hâfî öldü.' diyerek üzüldü. Araştırıp öğrendi ki hakîkaten Bişr-i Hâfî vefât edip, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştu.
Bişr-i Hâfî hazretlerinin hastalığı sırasında talebelerinden birisi onu ziyârete gitti. Bişr-i Hâfî'ye; 'Bana nasîhat et.' dedi. Bişr-i Hâfî buyurdu ki: 'Bir karınca vardı. Yazın tâneleri toplar, kışın yerdi. Bir gün topladığı tâneyi yemek üzere ağzına aldı. Tam bu sırada gelen bir kuş onun ağzındaki tâneyi kaptı. Karınca topladığı şeyi yiyemedi ve emeline kavuşamadı. Dünyâda insanlar da böyledir. Mal ve servet toplarlar. Onları ya başkaları alıp tüketir veya ölüm kuşu gelip o kimseyi alır da dünyâdaki emeline kavuşamaz. Hal böyle olunca, dünyâya gönül vermemeli, âhiret için hazırlanmalıdır.'
Bişr-i Hâfî hazretleri bütün ömrünü ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçirdi. Şüphelilerden son derece sakınırdı. Konuştuğu zaman etrâfa ilim, ahlâk, hikmet kokuları yayılırdı. Tasavvuf yolunda büyük makâmlara erişmişti. 841 (H.227) senesi Rebîülevvel ayında Bağdât'ta vefât etti. Vefât ettiğinde cenâzesini sabah evden çıkardılar. Fakat çok kalabalık olduğundan kabristana gece varabildiler. Kendisini rüyâda görüp; 'Allahü teâlâ sana ne muâmele etti? ' diye sorduklarında; 'Benim cenâzemde bulunanı ve kıyâmete kadar beni seveni affeyledi.' buyurdu.
BESMELE'YE HÜRMETİ
Bişr-i Hâfî adında, bir büyük velî vardı, Dedi: 'Ey arkadaşlar, biz şu anda çağrıldık,
Gençlik senelerinde, günah işler yapardı. Beni bu meyhânede, göremezsiniz artık.'
Bir gün sarhoş bir halde, sallanarak giderken, O âlimin yanında, 'tövbe etti' böylece,
Yerde çamur içinde, bir kâğıt gördü birden. Büyük bir velî olup, edindi çok derece.
Besmele-i şerîfe, olduğunu anladı, O buyurur: Bağdat'ta, gördüm ben birisini,
Ve içi sızlayarak, eğilip onu aldı. Askerler kırbaç ile, döverdi kendisini.
Öptü ve tâzim ile, giderdi çamurunu, Dikkat ettim, bin kırbaç, vurdular kendisine,
Güzel koku sürerek, yükseğe astı onu. Ve lâkin o sesini, çıkarmadı hiç yine.
O gece rüyâ gördü, bir âlim, yattığında, Baktım o zavallıyı, o kadar çok dövdüler,
Ona şöyle denildi, Bişr-i Hâfî hakkında: Sonra onu bağlayıp, hapise götürdüler.
'Git, Bişr'e haber ver ki, dün yaptığı bir işten, Bu hâli merak edip, gittim onun yanına,
Dolayı memnun olup, râzı oldum Bişr'den. Niçin dövdüklerini, gizlice sordum ona.
İsmimi yerden alıp, nasıl temizlediyse, Dedi ki: 'Ben bir kıza, âşık oldum iyice,
Onu, günah işlerden, temizlerim ben ise. Onu sevdiğim için, dayak yedim bir nice.'
Nasıl benim ismimi, büyük tuttuysa o kul, Dedim ki: 'Bu kadar çok, dövdü de onlar seni,
Ben dahî o kulumu, tutarım öyle makbul.' Ne için bir kerrecik, çıkarmadın sesini? '
Uyandı sabahleyin, rüyâ gören o âlim, Dedi ki: 'Oan bana, bakıyordu sevdiğim,
Merak edip dedi ki; 'Bu kişi acabâ kim? ' O bakarken, sesimi, çıkarabilir miydim? '
Hemen çıkıp aradı, onu o mahallede, Dedim ki: 'Hak teâlâ seni hep görmektedir,
Nihâyet buldu onu, köhne bir meyhânede. Hattâ senin kalbinden, geçeni bilmektedir.
Çağırttırıp dedi ki; 'Sana bir haberim var.' Rabbinin seni her an, gördüğünü bilseydin,
Bişr dedi ki: 'Acabâ, bana kim haber yollar? ' Acep nice olurdu o zaman hâlin senin? '
'Allahü teâlâdan, haberim var' deyince, O bunu öğrenince, sararıp yere düştü,
Ağlamaya başladı, o bunu öğrenince. Baktım Hak teâlânın, korkusundan ölmüştü.
Dedi ki: 'Yoksa bana, kızıyor mu Rabbimiz? Evliyânın sözünde, rabbânî tesir vardır,
Bana güceniyor mu, ne olur, söyleyiniz? ' Onlara kavuşanlar, tâlihli insanlardır.
O âlimin gördüğü, rüyâyı dinleyince,
Dönüp ahbaplarına, vedâ etti hemence,
EVLİYÂNIN İŞİNE KARIŞILMAZ
Ebû Abdullah Kâdî, Bişr-i Hâfî hazretlerinin yardımseverliğiyle ilgili bir kerâmetini şöyle nakletti:
Babamın şöyle anlattığını işittim: Bağdât'ta bir tüccar arkadaşım vardı. Çok zengin idi. Bir gün baktım bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış, iyi bir müslüman olmuştu. Bunun sebebini sorduğumda, bana şöyle anlattı: 'Bir gün Bağdât'ın bir câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra gördüm ki, Bişr-i Hâfî câmiden çıktı. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime, zühd ve takvâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan, haramlardan sakınan bir zât nereye acele acele böyle gidiyor diye merak ederek onu tâkib ettim. Gördüm ki, önce bir fırına gidip ekmek aldı, sonra kebap yapan bir yere gidip kebab aldı. Daha sonra helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime böyle bir zâtın bunları alıp yiyeceğine kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merak ederek tâkibe devâm ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün câmisine girdi. Baktım ki câmide yatalak bir hasta vardı. Bişr-i Hâfî aldıklarını lokma lokma bu zâta yedirdi. Ben bu arada köyü merak edip neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Bişr-i Hâfî'yi sorunca, Bağdât'a gitti dedi. Burası Bağdât'a ne kadar uzaklıktadır diye sordum. Bana 40 fersahdır (240 km) dedi. Ben bunu duyunca, benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu yolu yürüyemem dedim. Hasta şahıs, bekle Bişr-i Hâfî haftaya gene gelir dedi. Bekledim. Cumâ günü tekrar geldi. Hastayı aynı şekilde tekrar doyurdu. Giderken, o şahıs Bişr-i Hâfî'ye:
'Bu adam Bağdât'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle berâber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar yerine götür.' dedi. Bana; 'Sen benimle niye buraya geldin? ' dedi. Ben özür dileyerek, hatâmı söyledim ve af diledim. 'Haydi kalk ve yürü.' dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; 'Sen Bağdât'ın hangi mahallesinde oturursun.' dedi. Ben falan mahallede otururum deyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Ben ondan sonra tövbe ettim ve bir daha böyle işlere karışmadım.' dedi.
agememnon
21.12.2003 - 21:11Bİr babanın trajik hikayesi, babanın kızını o dönemdeki ünlü komutana vereceği vaadiyle kandırması... İki trajedi yazarı taafından farklı işlenmiş. Biri Sophokles, diğeri Aiskhloys olmalı.... İkincisinin yazımı yanlış olabilir.Bu kadar karışık bir isim anca bu kadar akılda kalırdı :)
ahmet yesevi
21.12.2003 - 13:03Ahmed Yesevî
Türkistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî olup, Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultan, Hâce Ahmed, Kul Hâce Ahmed diye tanınır. Babası Hâce İbrâhim'in nesebi hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye'ye ulaşır. Soyu, hazret-i Fâtıma vâlidemize dayanmadığı için seyyid değildir. Annesi evliyâdan Şeyh Mûsâ'nın Ayşe isimli kerîmesi olup, sâliha, müttekî ve afîf bir hâtun idi. Doğum târihi bilinmemektedir. 1194 (H.590) senesinde Yesi'de vefât etti. Kabri oradadır. Tîmûr Han onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
Ahmed Yesevî annesini çok küçük, babasını da yedi yaşında kaybetti. Babası son nefesinde Gevher Şehnaz ismindeki kızına:
'Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyâya ender gönderilen mübârek bir kişi olacaktır. Ona göz kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra durur. Ahmed o sofrayı kendi başına açtığı zaman onun cihan mülkünde görünme vaktinin geldiğini bilmelisin. Zamânı gelmeyince, bu sırrı kimseye açma.' dedi.
Gerçekten Ahmed Yesevî'de çocukluğunda garib hâller ve yaşından beklenilmeyen fevkalâdelikler görülüyordu. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyor, onun mânevî terbiyesi ile olgunlaşıyordu. Bu sırada meydana gelen bir hâdise, şöhretinin bütün Türkistan'a yayılmasına yol açtı. Menkıbeye göre, o sırada Türkistan'da Yesevî adında bir hükümdâr saltanat sürmekte idi. Bu hükümdar yaz gelince, Türkistan yaylalarına çıkar, kışın da Semerkant kışlalarında kalırdı. Ceylan avından çok hoşlanan hükümdâr, bir defâsında ceylan peşinde koşarken, yolu Karaçuk Dağına çıktı. Karaçuk Dağının yamaçları sarp, kayaları yalçındı. Atı, kan tere battı ve avını kaçırdı. Buna ziyâdesiyle üzülen hükümdâr; 'Bu dağı ortadan kaldırmak gerek.' diye söylendi. Nitekim ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarının bereketi ile bu dağı ortadan kaldırmayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ve niyâzda bulundular. Ancak istenilen netice elde edilemedi. Bunun üzerine oraya gelmeyen bir velînin olup olmadığı araştırıldı. Neticede, Hâce İbrâhim'in oğlu Ahmed küçük olduğundan kimsenin aklına gelip de çağrılmadığı anlaşıldı. Nihâyet, haberci gönderildi ve gelmesi istendi. Çocuk, dâveti ablasına danışınca, ablası; 'Babamızın vasiyeti var, senin tanınma zamânının gelip gelmediğini, türbedeki ekmek sofrası tâyin edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamânın geldi demektir, var git! ' dedi. Babasının türbesine giden Ahmed, sofrayı bulup açınca, dosdoğru hükümdârın istediği yere geldi. Kendisini bekleyen velîlere sofradaki bir parça ekmeği gösterip duâ etmelerini isteyince, velîler Fâtiha okudular. O da ekmeği oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda tam dokuz bin kişi vardı. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmed'in büyüklüğünü ve mertebesinin yüksekliğini anladılar. Hâce Ahmed, sırtındaki babasından kalma hırkaya bürünerek, duâsının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden yağmur boşanarak, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde yüzmeye başladı. Sonunda Ahmed hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu ve güneş çıktı. Oradakiler baktıklarında, Karaçuk Dağının ortadan kalktığını gördüler. Bu kerâmete şâhid olan hükümdar, Hâce Ahmed'den, kendi adının kıyâmete kadar bâkî kalması için niyâzda bulunmasını diledi. Hâce Ahmed hazretleri de; 'Âlemde her kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin' dedi. Bundan dolayı o günden beri ikisinin ismi birlikte, 'Ahmed Yesevî' şeklinde anılır oldu.
Ancak Hâce Ahmed'in, daha çok Yesi'li olduğundan, Yesevî nisbesiyle şöhret bulduğu kabûl edilmektedir.
Ahmed Yesevî önce Arslan Baba hazretlerinden ders aldı. Onun kalblere hayat ve huzur veren söz ve sohbetleri ile teveccüh ve görüp gözetmesine kavuştu. Böylece kısa zamanda çok yüksek makam ve derecelere ulaştı. Ancak Arslan Baba ebedî âleme göçünce, çok sevdiği ve ziyâdesiyle bağlı bulunduğu bu şeyhinden ayrı düştü. O, hikmetler adını verdiği şiirlerinde Arslan Baba'dan bahsederken şöyle demektedir:
Âhir zaman ümmetleri dünyâ fâni bilmezler
Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar
Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler
Arslan Babam sözlerini dinleyiniz teberrük.
Ahmed Yesevî bundan sonra şeyhi Arslan Baba'nın mânevî işâreti ile Buhârâ'ya gitti. Orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî'ye bağlandı ve mânevî ilimleri tahsil etti. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için ondan icâzet, diploma aldı. O büyük zâtın halîfeleri arasına katıldı. Onun vefâtından sonra bir mikdâr Buhârâ'da kaldı. Talebe yetiştirmeye başladı. Bir zaman sonra onların terbiye ve yetiştirilmesini, Yûsuf-i Hemedânî'nin en önde gelen, gözde talebesi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine bırakıp, kendisi Yesi'ye döndü ve talebe yetiştirmeğe burada devâm etti. Talebeleri git gide çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamânda, Türkistan, Mâverâünnehr, Horasan ve Harezm'e yayıldı. Kendisinde daha çocuk yaşta iken başlayan evliyâlık hâl ve dereceleri günden güne artıyordu. Zamanındaki âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden, en üstünlerinden oldu. Hanefî mezhebinde idi. Zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde derin âlim olan Ahmed Yesevî, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederdi.
Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibâdet ve zikirle meşgûl olurdu. İkinci kısmında talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü ve en kısa bölümde ise alınteri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları satardı.
Bir rivâyete göre; 'Onun halden anlar bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyup, Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık ve kepçeden alırsa ücretini heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi. Adam ücreti heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam olunca da Hâce Ahmed hazretlerinin evine gelirdi. Hattâ heybenin gözüne fazla para bırakanlar da olurdu. Hâce hazretleri bunları ve kendisine gelen sayısız hediyeleri muhtaçlara ve bilhassa talebelerine sarf ederdi.
Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, talebelerinin sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler düşmanlıklarından, çeşitli iftiralara başladılar. Sohbet meclislerine örtüsüz kadınlar geliyor, erkeklerle birlikte oturuyorlar.' dedikodularını yaydılar. Bu şâyiayı duyan makam sâhipleri, bâzı müfettişler vazifelendirerek durumun araştırılmasını emrettiler. Müfettişler, Ahmed Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclisine gizliden gizliye gelip gittiler. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde, insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir hâlin bulunmadığını, söylenilenlerin tamâmen asılsız olduğunu, bu zâta iftirâ etmek için uydurulduğunu bildirdiler.
Ahmed Yesevî hazretleri kendisine iftirâ edenlere bir ders vermek istedi ve toplandıkları yere geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Oradakilere hitâben: 'Bâlig olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç uzatmamış bir velî istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim edeceğim' buyurdu. Hiç kimse çıkmadı. O sırada, Ahmed Yesevî'nin talebelerinden, Hâce Atâ ortaya çıktı. Hâce Ahmed hazretleri kutuyu ona verip, bunu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti. Talebe kutuyu alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce hazretlerine iftirâ edenler geldiler. Herkes bu kutunun içinde ne olduğunu merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmed Yesevî hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde kor hâlinde ateş, bir mikdar pamuk arasında duruyordu.
Ateş kızarıyor ve pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde kaldı. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha da arttı. Kendisine muârız olanlar hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hâce hazretlerine hediyeler gönderip, özürler dileyip pekçoğu ona talebe oldu.
Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi. Ahmed Yesevî hakkında söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini imtihân etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, yanına dört yüz müşâvir ve kırk tâne de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. 'Ben üç bin mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim.' diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânegâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend'e; 'Bakar mısın, bize kimler geliyor? ' buyurdu. Mervezî'nin mâiyyetiyle, yanındakilerle birlikte hâfızasında üç bin mesele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden binini, Mervezî'nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ'ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi'ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, 'Allah'ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin? ' dedi. Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz.' buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ'ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî'nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı. Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da silindiğini gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu anlayıp oracıkta tövbe etti. Talebeliğe kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyyetiyle beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî (k. sirruh) bunu, yanında beş kişi ile berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan'a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa'deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd edip aydınlattılar (r.aleyhim) .
Horasan'da bulunan velîler, Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklük ve üstünlüğünü bildikleri ve ona olan muhabbet ve bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle görüşmek, sohbetinde bulunmak istediler. Büyük bir toplantı tertib ettiler. Hâce hazretlerini de bu toplantıya dâvet için, aralarından birini Yesi'ye gönderdiler.
Ahmed Yesevî hazretlerini toplantıya dâvet etmek üzere yola çıkan velî, Allahü teâlânın izni ile turna gibi uçarak Yesi'ye geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına talebelerinden bâzılarını aldı. Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihâyet, Semerkand yakınlarında bir nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccar, nehirden geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanları suya düşmüştü. Bu tüccâr, su içinde boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması hâlinde, kalan malının yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezr edip, adadı. Hâce Ahmed Yesevî, Allahü teâlânın izni ile tüccarın sıkışık ve zor durumunu keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere iken tüccarı çekip sâhile çıkardı. Sonra normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb eden, şaşan tüccar, kendisini kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti; daha sonra malının yarısını bu zâta verdi. Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman orada kalarak talebeleriyle sohbet etti. Suallerini cevaplandırdı. Hergün yüzlerce kişi huzuruna gelerek sohbetine katılır ve bereketlenirdi. Tüccarın verdiği parayı da orada bulunan yoksullara ve talebelerine dağıtan Ahmed Yesevî hazretleri daha sonra memleketine döndü.
Yesi şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahâlisinin çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandı. Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayıları her geçen gün arttıkça, Sabranlılar ziyâdesiyle rahatsız oluyorlar, Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.
Birgün hazret-i Hâce'ye iftirâ etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü, kan izlerini tâkip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmed Yesevî'nin tekkesine götürüldüğünü anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce'nin tekkesine girip, öküzlerini arayabileceklerine izin verince, gelip durumu bildirdiler. Hazret-i Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile, iftirâcıların hazırladıkları çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin verildi. İftirâcılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı. Bu sırada Hâce hazretlerinin kerâmeti tecellî edip ortaya çıkıp iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücûm edip kısa zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlaşılmış oldu.
Yine birgün aralarında anlaşıp, Hâce'yi hırsızlıkla ithâm etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip parçaladılar ve gece gizlice Hâce'nin hânegâhının bir yerine bıraktılar. Hazret-i Hâce'den başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmedi. Ertesi gün bu sığırı aramak bahânesi ile, o kasaba halkından birçok kimse tekkenin önünde toplandı. Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü, bir an elini kaldırıp dergâhın kapısını işâret etti. Arkasından:
'Girin köpekler, girin itler! ..' diye bağırdı.
Bu söz üzerine dergâha akın eden ve içeriye adımını atan 'Hav, hav, havv' diye yürüyordu. Sabranlılardan dergâha adımını atan köpek hâline geliyor ve getirdikleri sığırın üzerine atılıyordu. Dışarıda kalıp bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve korku içerisinde Ahmed Yesevî hazretlerinin eteklerine yapıştılar. Mahcup ve pişman olduklarını bildirip affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Hâce hazretleri merhamet edip duâ etti. Böylece tekrar eski hallerine döndüler.
Ahmed Yesevî hazretleri 63 yaşına gelmişti. O, çocukluğundan bu âna gelinceye kadar Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine yapışmakta hiç gevşeklik göstermedi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif buyurduğu andan îtibâren yeryüzünde bulunmayı kendilerine münâsip görmediler. Bu sebeple dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırdı ve içini kerpiçle ördürdü. Nihayet hazırlıklar tamamlanınca talebelerini dergâhın avlusunda toplayıp;
'Ey gönül dostları, Allahü teâlânın en sevgili kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa hazretleri 63 yaşında bu dünyâdan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehâneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım...' buyurdu.
Müridlerinin gözleri yaşlı olarak; 'Ey sultanımız bizim hâlimiz nice olur.' sözlerine karşı;
'Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.' dedikten sonra merdivenle çilehâneye indi.
Ahmed Yesevî hazretleri mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye orada da devâm etti. Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû' bağlılık ve teslimiyetle ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından sonra ömrünün diğer yarısını orada ibâdetle geçirdi. 125 veya bir rivâyete göre ise 133 yaşında vefât etti.
Ahmed Yesevî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden Seyyid Mansur Atâ çile kuyusuna ilk defâ indiği zaman gördüğü manzaradan ciğeri parçalandı. 'Hocam bu dar yerde ve sıkıntılı bir haldedir' diye düşünerek gözyaşlarına boğulduğu sırada perdeler açıldı.
Kalp gözüyle, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda gördü. Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine, 'Allahü teâlâ, evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir nîmettir. Bu saâdet sâhipleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu sevgili kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle lezzetler, tadlar ihsân eder. Zâhir olarak, görünürde çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu, zevk ve neş'eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam...' diye söylendi.
Ahmed Yesevî hazretleri yetiştirdiği talebelerin her birini bir memlekete göndermek sûretiyle İslâmiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bâzıları sonraları Moğolların katliamından kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadolu'ya da geldiler. Bu sûretle onun yolu Anadolu'da yayılıp tanındı. Anadolu'nun müslüman Türklere yurt olması onun mânevî işâretleri ile hazırlandı.
Ahmed Yesevî hazretleri herkese iyilik eder, kendisinden hiç kimse rahatsız olacak bir hareket görmezdi. Bütün insanların dünyâ, âhiret saâdeti ve rahatları için gayret ederdi. Dergâhı fakir ve yoksullar, yetim ve çâresizler için sığınak yeriydi.
Tasavvuf yolunda Ahmed Yesevî hazretlerine bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım olan belli başlı edebler şunlardır: 1) Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her gün çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne uyarak, geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile oruç tutmaktan farksız hattâ daha faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet, ikincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır. 2) Mürîd gâyet uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden, rumûzlarından ve işâretlerinden hemen anlamalıdır. 3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itâatkâr olmalıdır. 4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti yaparken gâyet atik, dikkatli, ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5) Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrâna sebeb olur. 6) Ahde vefâ ve hocasına olan tâbiiyyet, uyma ve teslimiyyetinde çok titizlik göstermelidir. 7) Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüd hâli bulunmamalıdır. 8) Hocasına âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ etmekten, açıklamaktan çok sakınmalıdır. 9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasîhatlerini dikkatle tâkib etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmâlkâr ve gevşek davranmanın zararlarını düşünmelidir. 10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesîle, vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalı, sevmeyenlere, sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.
Ahmed Yesevî hazretleri sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki:
'Ey Dostlar! Câhillerle dostluk kurmaktan sakınınız.'
'Akıllı ve uyanık kimse isen, dünyâya gönül bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya meylettirirse, seni emri altına almış demektir. Bundan sonra felâketlerden felâketlere sürüklenirsin de hiç haberin olmaz.'
'Himmet, yardım kuşağını sıkı sıkıya beline sarmayan insan, dünyâya meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda göz yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz ve bu yolda ilerlemesi mümkün değildir.'
'İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve kalbi ile dünyâ düşünce ve işlerinden sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak mümkün değildir. Bunlar hakkı idrâk edip, anlayıp bilmekten uzaktırlar.'
'Ey dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile yanıp yakılarak, bu denizde çok usta bir dalgıç olmadıkça, bundan çok daha derin olan vahdâniyet denizine giremez. Ona girmek için çok usta ve dikkatli bir dalgıç olmak gerekir.'
'Gönlünde Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar, dünyâ ile tamâmen alâkalarını kesmişlerdir. Halk içinde Hak ile olurlar. Bir an Allahü teâlâyı unutmazlar.'
'Ahkâm-ı İslâmiyyeyi, İslâmî hükümleri tam bilmiyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmağa kalkarsa, bunun îmânını şeytan çalar. Emir ve yasaklara uymakta gevşek olanlar, sonra da evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini, hattâ kendisinde bâzı hâllerin meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada çok yanılırlar. Bu hallerinin rahmânî olduğunu zannederler. Halbuki bunlar, abdestte, namazda, alış-verişte bir takım noksanlarının bulunduğunu ve yiyip içtiklerinin haram olduğunu bilmezler. Kendisinde var zannettiği o hâller, şeytanın oyunudur. Şeytan onu idâresine almış, istediği gibi hareket ettirmekte, o ise velî olduğunu zannetmektedir. Bunlar ne kadar zavallı ve bedbahttırlar.'
Günahlar sebebiyle, paslanan gönüllerin kurtuluşu Allahü teâlâya çok tövbe, istigfâr etmek, her zaman Allahü teâlâyı düşünmek, O'nun râzı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiçbir zaman O'ndan gâfil olmamakla mümkündür.
'Malının çokluğu dillere destan olan Kârûn bile, malının hayrını, faydasını göremedi. Nihâyet toprak altında yok olup gitti.'
'Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir.'
'Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır.'
'Gariblere merhamet etmek, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetidir. Nerede bir garib görsen, ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır.'
'Gönlü kırık, zavallı ve garib birini görürsen, yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve yardımcısı olmaktan çekinme.'
Ahmed Yesevî hazretleri hikmet denilen şiirler yazmıştır. Bu şiirler; Dîvân-ı Hikmet'te toplanmıştır. Şiirleri o zamanda kullanılan ve herkesin anlıyabileceği sâde bir lisân ile söylenmiştir. Bu manzumelerin konuları umûmiyetle şunlardır:
Allahü teâlâyı ve O'nun dostlarını her şeyden çok sevmenin lüzumu:
Aşkın kıldı şeydâ beni, cümle âlem bildi beni
Kaygım sensin dünü günü, bana sen gereksin sen
Söylesem ben dilimdesin, gözlesem bu gözümdesin
Gönlümde hem canımdasın, bana sen gereksin sen
Fedâ olsun sana canım, döker olsan benim kanım
Ben kulum sen Sultanım, bana sen gereksin sen.
Allahü teâlâya tâat, kulluk ile ibâdet ve zikrin önemi ve bunlardan zevk alma:
Ne hoş tatlı Hû yâdı, seher vakti olanda
Baldan tatlı Hû adı, seher vakti olanda
Seher vakti kalkanlar, canın fedâ kılanlar
Aşk oduna yananlar, seher vakti olanda
Seher vakti hoş saat, kalkana olur râhat
Açılır devlet, saâdet, seher vakti olanda
Her gün yanar bu canım, kullukta yok dermanım
Sen bağışla günahım, seher vakti olanda
Hak yolunda olan dervişlerin halleri:
Yol üstünde oturup yolu soran dervişler
Ukbâdan haber duyup yola giren dervişler
Asâları elinde himmet kuru (kuşak) belinde
Rabbim yâdı dilinde, Allah diyen dervişler
Hırkaları eğninde, gönlünde yüz bin ayân
Biliniz, iki cihan, göze almaz dervişler
Sırrı ile söylerler, dile hikmet dizerler
Âşıkla can gözlerler rengi sarı dervişler.
Günâhkârların vaziyeti:
Dünyâ benim diyenler, cihan malını alanlar
Herkes kuş gibi olup, o harama batmışlar.
Molla, müftü olanlar, yalan fetvâ verenler
Akı kara kılanlar Cehenneme girmişler.
Kâdı, imâm olanlar, haksız dâvâ kılanlar
Eşek gibi olarak yük altında kalmışlar.
Rüşvet alan hâkimler, haram alıp yiyenler
Parmağını dişleyip, korkup durup kalmışlar.
Dünyânın geçici olduğu, buradaki lezzetlere zevklere, mal, mevki, görünüş ve gösterişlere aldanmamak gerektiği, ölümün varlığı ve her nefsin ölümü tadacağını da bâzı şiirlerinde işler.
Ey dostlarım, ölsem, ben, bilmem hâlim nice olur;
Kabre girerek yatsam, bilmem hâlim nice olur.
Götürüp lahde koysalar, arkaya bakmadan dönseler
Suâllerimi sorsalar, bilmem hâlim nice olur.
Girse karış adlı yılan, dolansa tene o zaman
Kalmaz bütün bir üstühan, bilmem hâlim nice olur.
Olsa kıyâmetin günü, hâzır olur cümleleri
Kıldığın ameller hani, bilmem hâlim nice olur.
Ahmed Yesevî hazretlerinin vefâtından yaklaşık 200 yıl geçtikten sonra, birgün Büyük Türk Hâkânı Emîr Tîmûr Buhârâ'ya gitmek üzere yola çıktı ve Türkistan'a uğradı. O gece rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini gördü. Kendisine:
'Ey yiğit! Buhârâ'ya çabuk git! İnşâallah orada sana fetih nasîb olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten oranın insanları senin gelmeni bekliyorlar.' buyurdu. Tîmûr Han uyanınca, bu müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok para verip, Ahmed Yesevî hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırmasını emretti. O da, istenildiği gibi bir türbe yaptırdı. Türbe, bugün hâlâ bütün haşmetiyle durmaktadır.
İngiliz müsteşriki Dr. Eugene Schuyler, Türkistan Seyâhatnâmesi isimli eserinde, Hâce Ahmed Yesevî'nin câmi ve Tîmûr Han tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi hakkında özetle diyor ki: 'Bu büyük câminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescid daha ilâve edilmiş durumda olup, câminin dış avlu kapısı fevkalâde büyük ve kemerlidir. Kapının yanında penceresiz, üstü çentikli iki tâne yuvarlak kule yükseliyor. Kapının, büyük bir sanat eseri olarak işlenmiş iki kanatlı tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken, iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kûfî yazılarla süslenmiş kubbe, binâyı daha da güzelleştirmektedir. Zelzeleler vesâir sebeplerle çoğu yerlerinin dökülmüş, harâbe hâline gelmiş olduğu bu muazzam binâ, ilk hâlinde kimbilir ne kadar daha güzeldi?
Câminin avlusunda çok güzel bir medrese ile, arkasında; bir kubbe, içinde Arslan Bâbâ'nın, Ahmed Yesevî'nin ve âilesinin yer aldığı türbe vardır. Burada başkalarının yattığı da söylenilmektedir.'
Türkistan'ın her tarafından akın akın gelen insanlar, Hâce hazretlerinin türbesini ziyâret etmekte, Câmi-i Hazret adı ile anılan bu câmide namaz kılmaktadır.
DİNLEYİN EY İNSANLAR
Ahmed-i Yesevî'nin, tesirliydi sözleri,
Evliyâ zannetse de, kendisini o kişi,
Hidâyete getirdi, binlerle kimseleri.
Hiç mu'teber değildir, indallah hiç bir işi.
Bir eseri vardı ki, 'Dîvân-ı hikmet' diye,
Eğer İslâmiyyeti, bilmezse bir müslüman,
Doludur insanlara, öğüt, nasîhat ile.
Dünyâ ve âhirette, görür çok zarar ziyân.
Bir yerde buyurur ki, (Korkunuz, sakınınız,
Alış-veriş ilmini, bilmezse biri eğer,
'Dünyâ adamları'yle, yakınlık kurmayınız!
Hiç farkında olmadan, haram ve şüpheli yer.
Dünyâ malı, geçici, hem de aldatıcıdır,
Çünkü bildirilmiştir, dinde bunun esâsı,
Bu gün senin ise de, yârın başkasınındır.
Bilmeden yapanların, haram olur lokması.
Aklı olan, buna gönül vermez velhâsıl,
Yine o buyurdu ki: Dinleyin ey insanlar,
'Âhiret derdi' ile, dertlenmiştir o asıl.
Gönüller kararıyor, işlendikçe günahlar.
Bu dert, onun öyle çok, sarmıştır ki içini,
Bu günâh kirlerinin, temizlenmesi için,
Düşünür gece gündüz, Cehennem ateşini.
Çok tövbe etmelidir, yolu budur bu işin.
Günah ve kusûrları, 'Dağ gibi' gelir ona,
'Allah'ın rızâsı'nı, gözetin ki her zaman,
Bu yüzden boynu bükük, mahcûbdur Allah'ına.
Ancak böyle kurtulur, âhirette müslüman.
Rabbinin dergâhında, affa kavuşmak için,
Sakın mala ve mülke, gönül bağlamayın ki,
Gece sessizliğinde, ağlardı için için.)
Elden çıkar sonunda, değildir çünkü bâki.
Bir yerde buyurdu ki: (Allah'tan başkasını,
Malının çokluğuyla, ahmaklar mağrûr olur,
Kalbinizden atarak, silin gönül pasını!
Onlar iki cihanda, bulamaz râhat, huzûr.
Dînin emirlerini, öğrenip ince ince,
'Kârûn' dahî malıyla, öğünürdü ki yine,
Yapın her işinizi, bu esas mûcibince.
Mallarıyle birlikte, geçti yerin dibine.
Dînin bir edebine, olursa muhâlefet,
Kâfir de olsa bile, sakının kalb kırmaktan,
Tamâmen 'İstidrâc'dır, görülse de kerâmet.
Zîrâ daha günahtır, bu, Kâbe'yi yıkmaktan.
Dünyâ muhabbetini, kalbinden çıkaranlar,
Resûl'ün sünnetidir, gariplere merhamet,
Her iki cihanda da, bulur kıymet, îtibâr.
Garip sevindirmeğe, ediniz sa'y-ü gayret.
Dînin emirlerini, gözetin ki her işte,
Görürseniz zavallı, gönlü kırık birini,
'Halk' içinde 'Hak' ile, olmak da budur işte.
Derdine merhem olup, ferâhlatın kalbini.
Dînini öğrenmeden, tasavvufla uğraşan,
Zîrâ siz, bu dünyada merhamet ederseniz,
Kimsenin îmânını gizlice çalar şeytan,
Size de mahşer günü, şefkat eder Rabbimiz.
Bâzı hârikulâde, hâlleri görülse de,
Hakîrdir, zîrâ onlar, 'İstidrâc'dır hepsi de.
CUMÂ NAMAZINI NEREDE KILDI?
Zamânın hükümdârı Kazan Han, Ahmed Yesevî hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını nerede kıldığını merak edip, talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend'i ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân okuyorlardı. Talebe, Hâce'nin huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, 'Gel elimden tut! Cumâ namazına, bugün seninle berâber gidelim.' buyurdu. Talebe; 'Peki efendim' deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar aradıysa bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona; 'Ey derviş! Burası Mısır'dır ve bu câmi Câmi-i Ezher'dir. Senin hocan, nice zamandır Cumâ namazlarını burada kılar.' dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cumâ namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi'ye geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hana anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hanın yanına gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Kazan Han ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında bir şey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.
isa
21.12.2003 - 12:48En sevdiğim hikayesi:
Bir gün şeytan İsa Peygamberin yanına gelir ve:
- İsa, sen şuradan atla bakayım Allah seni oldürür mü öldürmez mi görelim...Bahsettiği yer bir uçurumdur...
Yanıt:
- Allah kulu dener ama kulun Allah'ı denemesi olmaz, der.
isa
21.12.2003 - 12:46Babasız doğan bir peygamberdir.
İsrâiloğullarına gönderilen ve Kur'an-ı kerim'de ismi bildirilen peygamberlerden.Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine Ülülazm denilen altı peygamberin beşincisidir.Annesi hazret-i Meryem'dir.Allahü teâlâ onu babasız yarattı.Kudüs'te doğdu.Otuz yaşında peygamber oldu.Kendisine İncil adlı kitab gönderildi.Otuzüç yaşında diri olarak göğe kaldırıldı.Kıyâmete yakın yeryüzüne tekrar inecektir.
Îsâ aleyhisselâmın annesi Meryem Hâtun,Süleyman aleyhisselâmın neslinden sâlihâ ve temiz bir hanımdı.Hazret-i Meryem,onbeş yaşına geldiği zaman,Yûsuf-i Neccâr isminde biriyle nişanlanmıştı.Fakat onunla evlenmeden Allahü teâlâ,hazret-i Meryem'e babazız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi.Hazret-i Meryem,Allahü teâlânın emri ve kudretiyle Îsâ aleyhisselâma hâmile oldu. Bundan bir müddet sonra,normal olarak hâmilelik hâlleri görülmeye başlandı.Bu hâlleri gören Îsrâiloğulları,dedikodu yapmaya başladılar.Çeşit çeşit iftirâda bulunup akla gelmeyecek,ağıza alınmayacak şeyler söylediler.Bu dedikodulara tahammül edemeyen hazret-i Meryem,Kudüs'ün 10km kadar güneyindeki sâkin bir kasaba olan Beyt-i Lahm'e çekildi.Her şeyin Allahü teâlânın takdîri ve dilemesiyle olduğunu düşünerek,insanların kendi hakkındaki sözlerine sabretti.Îsâ aleyhisselâmın doğumu yaklaştığı sırada,bulunduğu yerin bahçesinde yürürken kurumuş bir hurma ağacının altına geldi.Doğum sancıları şiddetlendiğinden bu ağaca yaslandı.Yaslandığı kuru hurma ağacı yeşillendi.Mevsim kış olduğu hâlde meyve verdi.Ayağının altında küçük bir su kanalı akmaya başladı.Bu hâl,hazret-i Meryem'i tesellî etti.Bu sırada hazret-i Îsâ dünyâya geldi.Îsâ aleyhisselâm doğduğu zaman,doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp,yere döküldü.Şeytanlar bu duruma şaştılar.Nihâyet büyükleri olan İblîs,onlara Îsâ aleyhisselâmın dünyaya geldiğini haber verdi.O doğunca gökte büyük bir yıldız göründü.
Hazret-i Îsâ'nın doğduğunu öğrenen İsrâiloğulları,Beyt-i Lahm 'e geldiler. Hazret-i Meryem'in kucağında yeni doğmuş çocuğu görünce; 'Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok çirkin bir iş yapmış olarak geldin.Sen pek genç,fakat kocası olmayan bir kız olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın? Bu ne acâip ve ne şaşılacak bir hâldir? ' dediler.Hezret-i Meryem,bütün söylenilenleri sabırla dinledi.Hiç cevap vermedi.Ancak; 'İşin hakîkatini size o haber versin.Siz onunla konuşun.Ondan sorup anlayın! ' mânâsına kundakta bulunan hazret-i Îsâ'yı işâret etti. Onlar kundakdaki çocuğun konuşamayacağını söyleyince,kundakta bulunan hazret-i Îsâ elini kaldıraarak cevap verdi ve dedi ki: 'Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz ve annemi ayıplamayınız.Muhakkak ki ben,Allahü teâlânın kuluyum. O,bana kitap verip,beni peygamber kılacaktır.Her nerede olsam beni mübârek kıldı ve hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti.Beni anneme hürmetkâr kıldı... Doğduğum günde,öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm benim üzerimedir.' dedi.Hazret-i Îsâ'nın kundakta konuşmasına hayret eden İsrâiloğulları,dillerini yutmuş gibi oldular.Hiçbir şey söyleyemediler.Buna rağmen dedi-kodu yapmaktan,çeşit çeşit iftirâlarda bulunmaktanda geri durmadılar.
Roma imparatorunun Şam vâlisi,babazız doğduğu için ikisini öldürmek istedi.Annesi onu alarak Mısır'a götürdü.Hazret-i Îsâ oniki yaşına gelinceye kadar Mısır'da kaldılar.Sonra tekrar Kudüs'e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler.Otuz yaşına girince,Hak teâlâ tarafından peygamber olduğu bildirildi.Peygamberlik emri bildirilince,hemen tebliğe başladı.İnsanların Allahü teâlâya inanmalarını ve O'nun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmalarını ve isyânda bulunmamalarını istedi.İsrâiloğulları bu dâveti kabul etmediler.Îsâ aleyhisselâm inanmayanlara mûcizeler gösterdi.Îsâ aleyhisselâm var gücüyle gayret göstermesine rağmen,pek az kişi inandı.İsrâiloğulları ona îmân etmedikleri gibi,dâvetine karşı çıktılar ve günden güne hırçınlaştılar.Îsâ aleyhisselâmın yumuşaklığını görerek inanmadılar.Hattâ daha da ileri giderek hazret-i Îsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettiler.Bunun üzerine hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği havârî adı verilen oniki kişiden Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine ve kendisine yardımcı olacaklarına dâir söz aldı.
Yahûdîlerden bir topluluk Îsâ aleyhisselâm ve annesi hazret-i Meryem'e dil uzattılar.Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca,onlar hakkında bedduâda bulundu.Allahü teâlâ bu duâyı kabul edip,hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören Yahûdîler,hâdiseyi aralarında görüştüler.Hepsi hazret-i Îsâ'yı öldürmek üzere anlaştılar.Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar.Roma İmparatoru'nun Kudüs Vâlisi Jones Pilot'u kandırıp,Îsâ aleyhisselâmın Roma İmparatorluğu aleyhinde bulunduğuna ve Filistin'de yeni bir hükümek kurmaya çalıştığına inandırdılar.Hazret-i Îsâ,son defâ olarak Havârileri ile bir gece gizlice sohbet etti ve onlara 'Horoz ötmeden (yani sabah olmadan) sizin biriniz beni inkâr edecek ve pek az paraya satacaktır.' dedi.Hakikâten Yahuda isimli Havârî,sabah olmadan Yahûdîlerden bir miktar para alıp,hazret-i Îsâ'nın yerini haber verdi.
Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için Yahûdîlerle berâber eve girince,Allahü teâlâ Yehûdâ'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti.Yahûdîler de onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar ve haça (çarmıha) gerip asarak öldürdüler.Allahü teâlâ,Îsâ aleyhisselâmı göğe kaldırdı.Îsâ aleyhhisselâm bu sırada otuzüç yaşındaydı.Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan kırk sene sonra,Romalılar Kudüs'e hücum etti.Yahûdîlerin çoğunu öldürüp,bir kısmını esir ettiler.Şehri yağmaladılar.Kitaplarını yaktılar.Îsâ aleyhisselâma yaptıklarının cezâsı olarak,hakîr ve zelîl oldular.Hiristiyanlar,Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip orada öldüğüne,fakat sonra dirilip göğe çıktığına inanırlar.Müslümanlar ise,Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına inanırlar.Bu husus Kur'ân-ı kerîm'de Nisâ sûresi 158. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: 'Onu asmadılar,onu öldürmediler. Bilakis Allahü teâlâ onu katına yükseltti...'
Ayrıca hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:'Îsâ (aleyhisselâm) ölmemiştir.O kıyâmetten önce size dönecektir.', 'Ben Meryem oğlu Îsâ'nın (aleyhisselâm) dünya ve âhirette en yakınıyım.','Benimle Îsâ (aleyhisselâm) arasında başka bir peygamber yoktur.'
Allahü teâlâ,Îsâ aleyhisselâmı 33 yaşında İdris aleyhisselâm gibi göğe kaldırdı.İnsanları üç sene dîne dâvet etti.Vasiyeti üzerine Havârileri etrafa dağıldılar.Îsevîliği insanlara anlatmaya başladılar.Bu hak dînin yayılması 80 sene sürdü.Sonra Hıristiyanlar sapıklığa düştüler.İncil'i değiştirdiler.Nasıl ki Yahûdîler hazret-i Meryem ve hezret-i Îsâ'ya iftirâ ettilerse,Hıristiyanlar da onun hakkında üç yanlış inanca saplandılar.
Bir kısmı,'Meryem oğlu Îsâ Allah'tır.' dedi.Bazıları,'Allahın oğludur.' dedi.Bir başka grup da; 'Baba,oğul ve rûhül-kudüs'ten biridir' dedi.
Îsâ aleyhisselâm hiç evlenmemiş.Dünyâya kıymet vermemiştir.Kıyâmete takın Şam'da Ümeyye Câmiinin minâresine inecek,evlenecek,çocukları olacaktır.Hazret-i Mehdî ile buluşacak,40 sene yaşayıp,Medîne'de vefât edip,Peygamberimizin kebrinin bulunduğu hücre-i saâdete defnedilecektir.İslâm dîninin hükümlerine tâbi olacak,ictihâd edecektir.
Avrupa kitaplarında Eflâtun'un mîlattan 347 sene önce öldüğü yazılıdır.Îsâaleyhisselâm gizli dünyâya gelip,dünyâda az kalıp göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak oniki havârî bilip,Îsevîler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından mîlât,yâni noel gecesi doğru anlaşılmamıştır.Mîlâdın,birinci kânunun (Aralık) yirmi beşinde veya ikinci kânunun (Ocak) altıncı veya başka gün olduğu sanıldığı gibi,bugünki mîlâdisenenin beş sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitaplarda yazılıdır.O halde mîlâdi sene doğru ve kat'î olmayıp,günü de senesi de şüpheli ve yanlıştır.İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddise sirruh) ve Burhan-ı Kâtı'nın bildirdiklerine göre,Yunan filozofu Eflatun (Platon) Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşamıştır.Buna göre mîlâdi takvim 300 seneden fazla olarak noksandır ve Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman bin seneden az değildir.
Îsâ (aleyhisselâm) peygamberliği îcâbı mûcızeler gösterdi.Mûcizeleri dokuz çeşitti:
1. Beşikteyken konuştu.
2.Ölüleri diriltirdi.Bilhassa dört ölüyü dirilttiği meşhurdur.Bunlar Sam bin Nûh,Şeddad bin Âd,Mâsân bin Mâlân ve Beni İsrail'den bir çocuktur.
3.Anadan doğma kör olanları sağlamlar gibi gödürür,bir cilt hastalığı olan baras illetini iyi ederdi.Eliyle hastaya dokunguğunda iyi olurdu.Eliyle mesh etmek sûretiyle hastaları tedâvi ettiği için kendisine Îsâ-i Mesih dendi.(Mâide sûresi:110)
4.Âl-i İmrân sûresi 49. âyetinde bildirildiği gibi kavminin yedikleri veya yemek üzere sakladıkları şeyleri haber verdi.
5.Mâide sûresi 110. âyetinde bidirildiği gibi çamurdan kuş yapıp üzerine üfleyince,Allahü teâlânın izniyle canlanıp kuş olurdu.
6.Mâide sûresi 114. âyetinde bildirildiği üzere Havârîler,içinde yiyecek bulunan bir sofranın indirilmesini teklif ettiler.Hazret-i Îsâ ellerini kaldırıp duâ edince,ekmeği ve eti bulunan bir sofra indi.
7.Îsâ aleyhisselâm uykudayken yanında her konuşulanı ve yapılanı bilirdi.
8.Ne zaman istese ellerini göğe kaldırıp duâ edınce o anda yemek ve meyveler önüne gelirdi.
9.Îsâ aleyhisselâm Yahûdîlerden (Benî İsrâil) uzak olduğu hâlde sözlerini ve gizli hallerini bilirdi.
Îsâ aleyhisselâmın dîni; Îsevîlik:
Mûsâ aleyhisselâmın dîni,Îsâ aleyhisselâmın zamânına kadar devâm etti.Fakat,Îsâ aleyhisselâm gelince,bunun dîni olan Îsevîlik Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti,yâni Tevrat'ın hükmü kalmadı.Bundan sonra,Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp,tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar,Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu.Fakat,İsrâiloğullarının çoğu Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip,Tevrat'a uymak için inâd etti.Yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı.
Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük dğşmanlarından olan Paul,Îsevîliği kabul ettiğini,Îsâ aleyhisselâmın kendisini,Yahûdî olmayan milletleri Îsevîlere dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu.İsmini Pavlos (Bolüs) olarak değiştirdi.Çok iyi bir Îsevî görünerek,Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu.Tevhidi (tek Allah inancını) ,teslise (üç tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh): Îsevîliği Hıristiyanlığa çevirdi.İncil'i değiştirdi.Îsâ Allah'ın oğludur,dedi...
Îsâ aleyhisselâmın hikmetli sözlerinden bâzıları:
'Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.Gözde bakışı,kalpte şehveti büyütür.(İnsanı açgözlü doymez eder.) Yemin edeim ki, şehvet (nefsin isteklerine uymak) ,sâhibine uzun süren sıkıntı bırakır.Dünyâdan geçmeye bakın.Tâmiri ile uğraşmayın.'
'Dünyâyı isteyen deniz suyu içene benzer.Ne kadar içerse,harâreti o kadar artar ve nihâyet ölür.'
'Günâhlarını hatırladığı zaman ağlayana,dilini koruyana ve başını sokacak kadar evi olana müjdeler olsun.'
Allah katında en sevgili şey,sâlih kalplerdir.Allahü teâlâ onların hürmetine dünyâyı yaşatır.Onlar bozulunca yeryüzünü harâb eder.'
'Ağaçlar çoktur,ama hepsi meyve vermez.Meyveler çoktur ama,hepsi tatlı değildir.İlimler çoktur ama hepsi faydalı olmaz.'
'Sağırı,dilsizi tedâvi ettim,ölüyü dirilttim.Fakat celh-i mürekkebin (câhilliği ilim ve olgunluk sanak) ilâcını bulamadım.(Çünkü böyle kimse câhilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır)
Kur'ân-ı kerîm'in Bakara,Âl-i İmrân,Nisâ,Mâide,Tevbe,Meryem,Mü'münûn,.Zuhruf,Hadîd,Sâf sûrelerinde Îsâ aleyhisselâmla ilgili haberler verilmiştir.
civciv
21.12.2003 - 12:41Lise de haylazlığımla hocaların gözüne battığımız dönemlerde yine derse geç kaldığımız bir an. 4 kişi idik.Bir arkadaşımız sizler sınıfa gidin ben geliyorum birazdan dedi. Dersimiz Coğrafya idi. Hocamız bizi sınıf tahtasının önüne çıkardı ve sınıfta bir ceza verilmesini istedi.... Sınıftan çıt yok... Baktı öğretmen sınıf birşey demiyecek kendisi civciv taklidi yapmamızı istedi. Yapacaksınız, yapmam tartışmaları sırasında bizim arkadaş kapıdan içeri gireverdi. Kendisi okulda iriyapısıyla ile nam salmış bir şahısdır. Ben hemen yakaladım ve onunda yapmasını istedim. Hocada benim oyunuma uydu. Bizimki karizmadan bahsetmeye başladı. Ben üsteleyince biz yaptık sende yapacaksın! deyince başladı cik cik cik cik cik cik şeklinde civciv taklidi yapmaya... Dersi işledik sınıf olay bittiği halde kopuyor arada bir. Tabii hoca dersin bitmesine 10 dakika kaldığı sırada durumu açıklayınca artık yüz şeklini düşünün dostumun. Hocayı bile takmadan ben sıradan fırlayıp kapıya yöneldim. Kaçış o kaçış... Zor yatıştırdım uşağı...
Civcivleri severim. İnc eve nazenin canlılardır.
duygu asena
21.12.2003 - 12:22Duygu Asena
19 Nisan 1946'da İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde pedagoji okudu. İki yıl pedagog olarak çalıştı. 1972 yılında Hürriyet Gazetesi'nde gazeteciliğe başladı. Kelebek Gazetesi'nde köşe yazarlığı, muhabirlik yaptı. Ayrıntılı Haber Gazetesi'nde muhabirlik yaptı. 1976-78 yılları arasında Man Ajans'ta metin yazarlığı görevinde bulundu. 1978'de Gelişim Yayınları'na Genel Yayın Yönetmeni olarak girdi ve Kadınca ile birlikte Onyedi, Ev Kadını, Bella Bayan, First gibi pek çok dergi yönetti. Bu dönem içinde Söz, Sabah, Güneş gazetelerinde köşe yazarlığı, yöneticilik ve röportaj yazarlığı yaptı. Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.Duygu Asena ayrıca Umut Yarıda Kaldı, Yarın Cumartesi, Bay E adlı üç filmde rol aldı.
* Duygu Asena; annesi, Mustafa Kemal'in yaveri Şevket Öntersev'in kızıdır. Öndersev bilahare CHP Gümüşhane Milletvekili tayin edilir. Babası Muhtar Asena da koyu bir CHP'lidir.
* Amcası Vacid Asena, Birinci Dünya Savaşında İsmet İnönü'nün emir subayıdır. Suriye cephesinde İnönü'nün atı vurulur, esir düşme tehlikesi doğar. Onun üzerine İnönü emir subayı Vacit Asena'nın atını gasp ederek kaçmayı başarır. Ama atsız kalan Vacid Asena esir düşer ve o günden sonra İnönü düşmanı olur. İnönü'ye karşı Demokrat Parti'yi tutar.
* Kadının Adı Yok kitabıyla meşhur olan Duygu Asena, Kadınca ve Kim dergilerinde yöneticilik yaptı. Feminist kimliğiyle öne çıktı.
* Duygu Asena'nın adı bir ara Turizm Bakanlarından Abdülkadir Ateş ile aşk dedikodularına karıştı.
ESERLERİ:
*Kadının Adı Yok 1987 yılında yayınladı. Kitap bir yıl içinde 40 baskı yaparak Türkiye'de satış rekoru, daha sonra filme çekilerek gişe rekoru kırdı. 40. baskının satışları sürerken, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından muzır bulunarak satışı yasaklandı. Bunun üzerine Duygu Asena'nın açtığı davada kitap aklandı. Yeni baskıları yayınlandı.Kitap 53 baskısıya ulaştı.Bu arada Kadının Adı Yok, Almanya, Hollanda ve Yunanistan'da, bu dillere çevirilerek yayımlandı. İlk baskıları kısa sürede tükendi... Yunansitan'da 'best seller' oldu.
*İkinci kitabı Aslında Aşk Da Yok, Kadının Adı Yok'un devamı niteliğindedir. 36. baskıya ulaşan bu kitap da Almanya, Hollanda ve Yunansitan'da yayımlandı.
*Üçüncü kitabı Kahramanlar Hep Erkek 14 öyküden oluşuyor. Bu kitap Kasım 1992'de piyasaya çıktı 18 baskı yaptı.
*Kadınca'daki sevilen yazılardana derlediği dördüncü kitabı Değişen Bir Şey Yok, Temmuz 1994'de piyasaya çıktı, gazete bayilerinde 20 bin liradan satışa sunularak, farklı bir yayıncılık anlayışı getirdi ve bir haftada 70 bin adet satarak yeni bir rekor kırdı.
*Beşinci kitabı olan Aynada Aşk Vardı çıktı. Kitap dört ayda 12 baskı yaptı.
jack london
21.12.2003 - 12:08Ben onun yazarlığının serüveninden bahsedeyim sizlere kısaca... Amerika'da serseri denilebilecek bir çevrede büyüdü. Sanırım hapishanelere düştüğü olmuştur. Bir gün eline bir kitap alır ve hayatı o günden sonra değişir. Günlerini kitap okumakla geçirmeye başlar. Ve Batı Edebiyatı bir maden daha kazanır.
Raskolnikov
21.12.2003 - 12:03Bir psikolojik serüvenin ilginç kahramanının yaşamış olduğu kader seyrini anlamlandırması
üftade
21.12.2003 - 11:56Osmanlı pâdişâhlarından Kânûnî SultanSüleymân Hân zamânında, Bursa'da yaşayan büyük velîlerden. 1490 (H.895) senesinde Bursa'da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa'nın çeşitli câmilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) daBursa'da vefât etti.
Muhammed Üftâde yeni doğduğunda, annesi bir rüyâ gördü. Çocuğu büyük bir süt deryâsında yüzüyordu. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlattı. O da; 'Oğlumuz büyüyünce, inşâallah çok büyük bir âlim ve velî olacak.' diye tâbir etti.
Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde'yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa'daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu. MuhammedÜftâde'nin, Ulu Câmii medheden bir beyti, câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:
'Yâ câmi'al-kebîr ve yâ mecma'alkibâr,
Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr.'
Mânâsı:
Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!
Seni gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!
Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. 'Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle! ' emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.
Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi.Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.
Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçirenMuhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa'ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde'yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede'nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk'ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı'ât adlı eserinde topladı.
Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders vermeye başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor, hocasının kendisini yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; 'Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım.' dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Muhammed Üftâde; 'Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, bizim selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur.' buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkanına koştu. Mehmed Dede'ye hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; 'Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma! ' dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet göstererek Hicaz'a götürmüştü. O gün, Arefe idi, hacılar Arafat'a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir,birkaç hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i mükerremeden Bursa'ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; 'Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun? ' dedi. Kocası da; 'Hanım ben hacdan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım.' dediyse de, kadın; 'Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim.' dedi. Kâdıya giderek durumu anlattı ve; 'Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum.' dedi. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd Hüdâyî bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp, getirmeleri için emânet eşyâ verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; 'Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir andaKâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez? ' dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, dâvâcı hanımın nikâhı feshetme isteğini reddetti. Böylece, boşanma hâdisesi olmadı.
Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; 'Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim.' deyince, o da; 'Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin.' dedi. Kadı, evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek, hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerine gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen atı ileri süremedi. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla, Üftâde'nin dergâhına doğru yürüdü. Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi çapalayan Üftâde hazretlerini gördü. Üftâde,gelenleri görünce doğruldu ve; 'Ey Kâdı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır, biz de, fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur.' buyurdu. Bu sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; 'Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.' dedi. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki: 'Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin! ' Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında; 'Ciğerci! Ciğerciiii! ' diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; 'Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş! ' diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam Üftâde'nin huzûruna geldiğinde, hocası; 'Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi? ' diye soruyor, o da, o günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni talebesinin nefsini kırıp terbiye ettikten sonra,Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi, dergâhta helâ temizleme işinde çalışmak üzere vazifelendirdi. Onu husûsî sohbetleri ve teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü. Üç sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.
Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Hân ileÜftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi, hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh, âniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin siyahlaştığını görünce; 'Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir? ' diye sordu. O da; 'Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk.' buyurdu.
Üftâde hazretleri bir gün talebeleriyle kıra gitti. Bir pınar başında oturup sohbete başladılar. Vakit ilerlemişti. Talebelerin bâzıları acıktıklarından; 'Hocamız müsâade etse de bir yemek yesek.' diye gönüllerinden geçirdiler. Onların bu düşüncelerini anlayan Üftâde; 'Yâ Rabbî! Bu talebelerime bir sini yemek ihsân eyle! ' diyerek içinden duâ etti. O anda ortaya, getireni görünmeyen bir sini yemek kondu. Üftâde, talebelerine; 'Haydi evlâtlarım, yemeklerimizi yiyelim.' buyurdu. Besmele çekilerek yemek yendikten sonra, sini âniden kayboldu. İleri gelen talebelerinden Kemâl Dede; 'Sini, suyun içine girdi! ' diyerek sininin peşinden suya girmeye başladı. Üftâde; 'Suyun içine sakın girme! ' diyene kadar, Kemâl Dede suyun içinde eli kılıçlı iki kişinin kendisine doğru hücûm ettiğini gördü. Hızla sudan çıkarak hocasının yanına koştu. Hâdiseyi görenler şaşırıp kaldılar.
Bir günÜftâde hazretlerine bir kadın gelip; 'Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı hâlde iftirâcıların şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur bir duâ buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın.' dedi. Bunu derken, kadının iki gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde, ellerini açarak Allahü teâlâya duâ etti. Kadına dönerek; 'Evinize gidebilirsiniz.' buyurdu. Kadın, merak içinde eve geldiğinde, oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp gözlerinden öptü ve; 'Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar? ' deyince, oğlu; 'Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir anda bir el beni evimize koydu. Şaşırıp kaldım.' dedi. Kadın, bunun Üftâde hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladı.
Üftâde hazretleri, bir gün katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyâr bir zât çıkıp, borçlu olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını, bu sebeple de borcunu veremediğini bildirdi. Sonra da bir miktar para istedi. Üftâde, adamın hâline acıdı ve; 'Kimseye söylemezsen borcunu vereyim.' buyurdu. Adam söz verince, Üftâde; 'Şu taşı kaldır ve altındakileri al! ' dedi. Adam taşı kaldırdı. Altındaki bir miktar parayı görünce, hayret ederek hepsini cebine doldurdu. Üftâde hazretlerine teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamâh ederek tekrar o taşın yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı. Bu işin, Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzûruna giderek talebesi olup, sohbetiyle şereflendi.
Bir gün Yalova'dan İstanbul'a bir gemi gidiyordu. İstanbul'a yaklaştıkları sırada, şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin ve zamânın velîlerinden Üftâde hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti. Sonra da; 'Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum.' dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca, bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu. Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle sâhile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sâhile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; 'Ey yolcular! Üftâde hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana emretti.' dedi.
Bir kış günü akşamı,Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; 'Dostlarım! Canımız tâze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür? ' buyurdu.Talebeler içlerinden; 'Bu kış günü, bu karda tâze üzüm olur mu? ' diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; 'Mâdemki bu sözü hocam söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet vardır.' diye düşünerek ayağa kalktı ve; 'Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim.' dedi.Müsâade edilince sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti.Bağ, karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler gördü. Bunun hocası Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başladı.Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı.Çâresiz kalınca hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; 'İmdât! Yâ mübârek hocam! ' der demez, çukurun başından bir ses; 'Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim.' dedi. Bu sesin sâhibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde hazretleri, yardım edeninHızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları Üftâde'nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.
Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere, çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin çiçeğini kabûl eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce; 'Evlâdım! Bütün arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir çiçek getirdin? ' diye sordu. Hüdâyî de; 'Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin; Allahü teâlâyı zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusûrumu bağışlamanızı istirhâm ederim' dedi. Bu cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye hayır duâlarda bulundu.
Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa'da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:
Bâğ-ı aşkın andelibi, hazret-i Üftâde'dir.
Dertli âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde'dir.
Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,
Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde'dir.
Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,
Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde'dir.
Sıdkile ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,
Bil hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde'dir.
Üftâde'nin; Hutbe Mecmûası ve Dîvân adlı iki eseri vardır.
Üftâde hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:
Hakka âşık olanlar, Gerçek bu söz yârenler,
Zikrullahtan kaçar mı? Gördüm demez görenler,
Ârif olan cevheri, Kerâmete erenler,
Boş yerlere saçar mı? Gizli sırrın açar mı?
Gelsin mârifet olan, Üftâde yanıp tüter,
Yoktur sözümde yalan, Bülbüller gibi öter,
Emmâreye kul olan, Dervişlere taş atan,
Hayr ü şerri seçer mi? Îmân ile göçer mi?
BURSA'DAN KÂBE'Yİ SEYRETTİ
Bir ikindi vaktinde, MuhammedÜftâde'nin yanına yaşlı bir kimse geldi. 'Efendim! Bu sene çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra, maddî gücüm olmadığı için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer onları buraya getirmek mümkünse, getirmenizi istirhâm edecektim.' diye yalvardı. Üftâde de; 'Sağlığımda kimseye söylemezseniz getirelim.' buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz verince, Üftâde hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; 'Şimdi bakınız! Kâbe-i muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi? ' buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe'nin yanındaki çocuklarını gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; 'Annenizle birlikte, Harem-i şerîfin dışındaki deveye binip acele geliniz! ' buyurdu. Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez annelerini aldılar ve dışarı çıktılar. Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden deveye binip Bursa'ya doğru sürdüler. Devenin her adımı, gözün görebildiği uzaklığı katediyordu. Kısa bir zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye bir şeyler söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; 'Bunu sakın kimseye söyleme! ' diye tekrâr tenbih eyledi.
üftade
21.12.2003 - 11:56Osmanlı pâdişâhlarından Kânûnî SultanSüleymân Hân zamânında, Bursa'da yaşayan büyük velîlerden. 1490 (H.895) senesinde Bursa'da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa'nın çeşitli câmilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) daBursa'da vefât etti.
Muhammed Üftâde yeni doğduğunda, annesi bir rüyâ gördü. Çocuğu büyük bir süt deryâsında yüzüyordu. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlattı. O da; 'Oğlumuz büyüyünce, inşâallah çok büyük bir âlim ve velî olacak.' diye tâbir etti.
Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde'yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa'daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu. MuhammedÜftâde'nin, Ulu Câmii medheden bir beyti, câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:
'Yâ câmi'al-kebîr ve yâ mecma'alkibâr,
Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr.'
Mânâsı:
Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!
Seni gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!
Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. 'Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle! ' emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.
Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi.Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.
Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçirenMuhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa'ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde'yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede'nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk'ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı'ât adlı eserinde topladı.
Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders vermeye başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor, hocasının kendisini yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; 'Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım.' dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Muhammed Üftâde; 'Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, bizim selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur.' buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkanına koştu. Mehmed Dede'ye hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; 'Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma! ' dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet göstererek Hicaz'a götürmüştü. O gün, Arefe idi, hacılar Arafat'a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir,birkaç hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i mükerremeden Bursa'ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; 'Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun? ' dedi. Kocası da; 'Hanım ben hacdan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım.' dediyse de, kadın; 'Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim.' dedi. Kâdıya giderek durumu anlattı ve; 'Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum.' dedi. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd Hüdâyî bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp, getirmeleri için emânet eşyâ verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; 'Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir andaKâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez? ' dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, dâvâcı hanımın nikâhı feshetme isteğini reddetti. Böylece, boşanma hâdisesi olmadı.
Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; 'Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim.' deyince, o da; 'Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin.' dedi. Kadı, evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek, hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerine gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen atı ileri süremedi. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla, Üftâde'nin dergâhına doğru yürüdü. Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi çapalayan Üftâde hazretlerini gördü. Üftâde,gelenleri görünce doğruldu ve; 'Ey Kâdı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır, biz de, fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur.' buyurdu. Bu sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; 'Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.' dedi. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki: 'Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin! ' Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında; 'Ciğerci! Ciğerciiii! ' diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; 'Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş! ' diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam Üftâde'nin huzûruna geldiğinde, hocası; 'Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi? ' diye soruyor, o da, o günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni talebesinin nefsini kırıp terbiye ettikten sonra,Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi, dergâhta helâ temizleme işinde çalışmak üzere vazifelendirdi. Onu husûsî sohbetleri ve teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü. Üç sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.
Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Hân ileÜftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi, hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh, âniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin siyahlaştığını görünce; 'Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir? ' diye sordu. O da; 'Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk.' buyurdu.
Üftâde hazretleri bir gün talebeleriyle kıra gitti. Bir pınar başında oturup sohbete başladılar. Vakit ilerlemişti. Talebelerin bâzıları acıktıklarından; 'Hocamız müsâade etse de bir yemek yesek.' diye gönüllerinden geçirdiler. Onların bu düşüncelerini anlayan Üftâde; 'Yâ Rabbî! Bu talebelerime bir sini yemek ihsân eyle! ' diyerek içinden duâ etti. O anda ortaya, getireni görünmeyen bir sini yemek kondu. Üftâde, talebelerine; 'Haydi evlâtlarım, yemeklerimizi yiyelim.' buyurdu. Besmele çekilerek yemek yendikten sonra, sini âniden kayboldu. İleri gelen talebelerinden Kemâl Dede; 'Sini, suyun içine girdi! ' diyerek sininin peşinden suya girmeye başladı. Üftâde; 'Suyun içine sakın girme! ' diyene kadar, Kemâl Dede suyun içinde eli kılıçlı iki kişinin kendisine doğru hücûm ettiğini gördü. Hızla sudan çıkarak hocasının yanına koştu. Hâdiseyi görenler şaşırıp kaldılar.
Bir günÜftâde hazretlerine bir kadın gelip; 'Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı hâlde iftirâcıların şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur bir duâ buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın.' dedi. Bunu derken, kadının iki gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde, ellerini açarak Allahü teâlâya duâ etti. Kadına dönerek; 'Evinize gidebilirsiniz.' buyurdu. Kadın, merak içinde eve geldiğinde, oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp gözlerinden öptü ve; 'Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar? ' deyince, oğlu; 'Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir anda bir el beni evimize koydu. Şaşırıp kaldım.' dedi. Kadın, bunun Üftâde hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladı.
Üftâde hazretleri, bir gün katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyâr bir zât çıkıp, borçlu olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını, bu sebeple de borcunu veremediğini bildirdi. Sonra da bir miktar para istedi. Üftâde, adamın hâline acıdı ve; 'Kimseye söylemezsen borcunu vereyim.' buyurdu. Adam söz verince, Üftâde; 'Şu taşı kaldır ve altındakileri al! ' dedi. Adam taşı kaldırdı. Altındaki bir miktar parayı görünce, hayret ederek hepsini cebine doldurdu. Üftâde hazretlerine teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamâh ederek tekrar o taşın yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı. Bu işin, Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzûruna giderek talebesi olup, sohbetiyle şereflendi.
Bir gün Yalova'dan İstanbul'a bir gemi gidiyordu. İstanbul'a yaklaştıkları sırada, şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin ve zamânın velîlerinden Üftâde hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti. Sonra da; 'Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum.' dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca, bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu. Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle sâhile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sâhile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; 'Ey yolcular! Üftâde hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana emretti.' dedi.
Bir kış günü akşamı,Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; 'Dostlarım! Canımız tâze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür? ' buyurdu.Talebeler içlerinden; 'Bu kış günü, bu karda tâze üzüm olur mu? ' diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; 'Mâdemki bu sözü hocam söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet vardır.' diye düşünerek ayağa kalktı ve; 'Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim.' dedi.Müsâade edilince sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti.Bağ, karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler gördü. Bunun hocası Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başladı.Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı.Çâresiz kalınca hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; 'İmdât! Yâ mübârek hocam! ' der demez, çukurun başından bir ses; 'Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim.' dedi. Bu sesin sâhibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde hazretleri, yardım edeninHızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları Üftâde'nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.
Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere, çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin çiçeğini kabûl eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce; 'Evlâdım! Bütün arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir çiçek getirdin? ' diye sordu. Hüdâyî de; 'Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin; Allahü teâlâyı zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusûrumu bağışlamanızı istirhâm ederim' dedi. Bu cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye hayır duâlarda bulundu.
Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa'da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:
Bâğ-ı aşkın andelibi, hazret-i Üftâde'dir.
Dertli âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde'dir.
Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,
Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde'dir.
Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,
Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde'dir.
Sıdkile ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,
Bil hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde'dir.
Üftâde'nin; Hutbe Mecmûası ve Dîvân adlı iki eseri vardır.
Üftâde hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:
Hakka âşık olanlar, Gerçek bu söz yârenler,
Zikrullahtan kaçar mı? Gördüm demez görenler,
Ârif olan cevheri, Kerâmete erenler,
Boş yerlere saçar mı? Gizli sırrın açar mı?
Gelsin mârifet olan, Üftâde yanıp tüter,
Yoktur sözümde yalan, Bülbüller gibi öter,
Emmâreye kul olan, Dervişlere taş atan,
Hayr ü şerri seçer mi? Îmân ile göçer mi?
BURSA'DAN KÂBE'Yİ SEYRETTİ
Bir ikindi vaktinde, MuhammedÜftâde'nin yanına yaşlı bir kimse geldi. 'Efendim! Bu sene çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra, maddî gücüm olmadığı için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer onları buraya getirmek mümkünse, getirmenizi istirhâm edecektim.' diye yalvardı. Üftâde de; 'Sağlığımda kimseye söylemezseniz getirelim.' buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz verince, Üftâde hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; 'Şimdi bakınız! Kâbe-i muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi? ' buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe'nin yanındaki çocuklarını gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; 'Annenizle birlikte, Harem-i şerîfin dışındaki deveye binip acele geliniz! ' buyurdu. Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez annelerini aldılar ve dışarı çıktılar. Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden deveye binip Bursa'ya doğru sürdüler. Devenin her adımı, gözün görebildiği uzaklığı katediyordu. Kısa bir zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye bir şeyler söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; 'Bunu sakın kimseye söyleme! ' diye tekrâr tenbih eyledi.
ismet özel
21.12.2003 - 11:53Hayatımda telişkilerle yaşadığım bir dönemde bana kılavuzluk eden muhterem...Allah ondan Razı olsun..
mürşid
21.12.2003 - 11:31Mürşid kelime manası ise, kişinin bilgisizlik karanlığını aydınlatan kişi demektir. Bir insan mürşidin sohbetinde her zaman bulunma imkanına sahip olmayabilir. Bu yüzden bu kişilerin mürşidinin kitaplarını okuması ve bu yolun diğer büyüklerinin kitaplarını okuması manevi varlığı maddi valıkta kapamaktır. Bu söz onun için ifade edilmiştir. Günümüzde bu mürşidlere bağlanmanın önemi hızla artmaktadır.
Imam-ı Rabbani Efendimizin dediği gibi:
-Aslıdan bu yola kıyamete kadar gireceklerin ismini verirdim ama fitne çıkar endişesiyle vermedim, der. Allah herkesi bir mürşidle nasiplendirsin.
mahya
21.12.2003 - 11:26Ramazanın gelişini ondan öğrenirsiniz. Size ben geldim der adeta bir sıcak tebessümle. Günümüzde pek üstadı kalmasa da hala varlığını devam ettiriyor. Kolay değil tabii o kadar yükseklikle mek vermek. Öğrenmek istediğim mesleklerden biri idi, diğeri ise hat sanatıdır. Ramazanın habercisidir. Osmanlı öneminde pek ehemmiyet verilmiş ve ihmal edilmemiştir. Hala devam etmektedir bu adet. Bazen çeşitli çevrelerden kaldırılması istense de onlar Ramazanın süsleridir. Mahya kurmak, bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtarak gece karanlığına sözcükler yazmak, tasvirler yapmaktır. Bu geleneğin amacı, Allah’a şükür yanında, insanları iyiliğe yöneltmek, sevaplara teşvik etmek ve çocuklara ramazan ayını sevdirmekti.
Şimdilerde ampullerle yapılan mahya kurma işi, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir uğraştı. Minarelerin şerefeleri arasına gerilen kalın bir halata halkalar, kancalar ve yüzlerce kandil asmak gerekirdi.
Diğer taraftan, iftardan teravih bitimine kadar en çok iki saatlik bir zaman aralığında bu kandilleri yakmak da son derece zor bir işti. Hele de kışa rastlayan ramazanlarda şerefelerde çalışmak büyük fedakârlık isterdi.
Mahyacılar her akşam ayrı bir mahya kurmak için gün boyu çalışmak zorundaydılar. Yaptıkları tasarımlara göre kandil sayısını ve her kandilin ip üzerindeki yerlerini tespit ederlerdi. Makaralı iplere düğümler atarlar, istenilen görüntünün kusursuz elde edilebilmesi için provalar yaparlardı. İftardan sonra da minare şerefelerinden, kandiller teker teker gergin halata salıverilir ve ışıklı kompozisyon elde edilirdi.
Her gece değişik mahya kurmak için yarışan ve tasarımlarını gizli tutan mahyacıların o akşam ne yazacaklarını halk büyük merakla beklerdi. Hatta ilk kandillerin halata salıverilmesiyle tahminlerde bulunmaya başlarlardı.
İslam dünyasında minarelerde kandil yakma geleneği yaygınken, mahyacılık İstanbul’a özgü bir sanat olarak kalmıştı. Bunun nedeni, padişahların yaptırdığı iki, dört, altı minareli “selâtin camiler”in bu kentte olmasıydı. Çünkü mahya için en az iki minarenin bulunması gerekiyor.
İkinci başkent konumundaki Edirne’nin selâtin camilerinde de mahyalar kurulurdu. Ayrıca, Meriç Irmağı’na direkler dikerek askı mahyası kurulduğunu da kaynaklar bildiriyor.
İstanbul’da ramazanın onbeşinci gecesi Süleymaniye Camii minarelerine kurduğu “Hünkâr Kayığı” mahyası ile ünlenen Abdüllatif Efendi (ö. 1877) , gemi direkleri arasına kurduğu mahyası ile de meşhurdur.
Süleymaniye’nin minarelerine kurulan gezici mahya ise en çok beğeni kazanan gösteri olurdu. Buradaki gösteride örneğin köprü görüntüsünün önünde hareketli kayık ve balıklar, köprünün üstünde yürüyen araba canlandırılırdı.
Mahyacıların kadir gecelerinde minareleri külahtan şerefeye kadar yol yol kandillerle ışıklandırılmalarına “kaftan giydirmek” denilirdi.
Mahyacılar ramazanın ilk onbeş günü yazılı, ikinci onbeşinde resimli mahyalar kurarlardı. Özellikle ramazanın onbeşini çocuklar sabırsızlıkla beklerlerdi. Akşamları “yandan çarıklı”, “piyade kayığı”, “çifte kayık”, “kule”, “salıncak” gibi tasvirleri sonsuz bir keyifle seyrederlerdi.
Yazılı mahyalarda ise genellikle “Ya Şehr-i Ramazan”, “Ya Kerim”, “Allah”, “Bismillah”, “Elhamdülillah” ibareleri kullanılırdı.
Bugüne gelince:
İletişim teknolojileri ne kadar ilerlemiş olsa da, akşam vakitlerinde gözümüzü gönlümüzü okşayan mahyaların sıcaklığını arıyoruz. “Oruç tut, sıhhat bul.” sözü oruca teşvik, “Müminler kardeştir.” yazısı ise bizleri hoşgörüye, dayanışmaya imrendirmiyor mu?
Elektrik mahyalarının yaygınlaşmasıyla bu işle uğraşan sanatkâr sayısı da azaldı. Her mahya kurulduğunda bu sanatın bir zamanlar ne meşakkatlerle yapıldığını hatırlıyoruz. Yazılan yazılar ise ruhumuza hitap etmeye devam ediyor.
şimendifer
21.12.2003 - 11:02Trenin eski manası olmakla beraber Bediüzzamanın eserlerinde tanıdığım kelime...Aslıdna şimendifer daha güzel değil mi...
Ben genellikle hakaret manasında kullanırdım.
mastürbasyon
21.12.2003 - 10:59Istimnâ' Arapça'da, 'istihâ bi'l-yed' ve 'hadhada' olarak da bilinen masturbasyon, genellikle fıtrata, yani genel olarak insanın yaratılışına, özel olarak da organlarının yaratılış gaye ve görevlerine ters görülmüş ve Islâm bir 'fıtrat' dini olduğu, bu da fıtrata uymadığı için zaruret (zorunluluk hali) olmadıkça haram, ya da en, azından mekruh görülmüştür. Fıtratı daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Çivi, tahtaları birbirine tutturmak için yapılmıştır. Öyleyse onunla şiş kebabı yapılmaya kalkılırsa insanın eli yanar, kebap da iyi olmaz. Bu, işin fıtrat tarafıdır. Diğer yönden bir âyet-i kerîmede, irzlarını koruyanlar övüldükten sonra: '...eşleri ve câriyeleri müstesna. Onlarla olacak ilişkiden dolayı kınanmazlar. Işte bunun ötesine geçenler, haddi aşanlardır...' (K.K. el-Mü'minûn 23/5-7) buyurulur. Çoğu müfessirler, 'bunun ötesine geçenler'e, eliyle istimna yâpanlar da girer, öyleyse onlar da haddi aşmış (haram işlemiş) olur, demişlerdir. (Örnek olarak bk. Kurtubî XII/105-106; Ibn Kesîr V/458; AIûsî XVNI/10-11) Ancak Alûsî, Cumhura (çoğunluğa) göre istimna âdet haline getirilmişse (cinsel sapma halini almışsa) bu âyetin kapsamına gireceğini, aksi halde girmeyeceğini söyler. (Alûsî, agk.)
Bir hadîste: 'elini nikâhlayan met'undur' (Mahlüf, Fetâvâ I/117: (Ancak mûracaat edebildiğim sahîh hadîs kitaplarında bu hadisi bulamadım. Bu hadisî AIûsî, 'meşâyihin rivayeti' diye nakleder. bk. 16\11) Saîd b. Cübeyr'in rivayet ettiği bir hadiste: 'Zekerleriyle oynayan bir ümmete Allah azab etmiştir' Atâ'nin bir rivayetinde: 'Elleri hamile olarak hasredilecek bir kavim duydum. Bunların elleriyle istimna yapanlar olduğunu sanıyorum' demiştir.
Ayrıca Allah (c.c.) , evlenme imkânı bulamayanların, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalarını emretmiş (K.K. en-Nûr 24/33) böyle bir yöntem uygulasınlar dememiştir. Rasûlüllah Efendimiz de: 'Gençler! Imkân bulanlarınız evlensin, çünkü bu, gözü ve iffeti daha iyi korur. Bunu yapamayan oruç tutsun çünkü orucûn bunu sağlayacak bir kamçısı vardır.' (Buharî, savm 10, nikah 2,3; Müslim, nikâh 1,3) buyurmuş ve bekârlara çare olarak orucu göstermiştir. Eğer istimna mübah olsaydı, çare olârak o gösterilirdi. Çünkü o daha kolay bir yoldur, denmiştir. (Mahlûf, age I/117)
Ancak gerek sözkonusu âyetlerin istimnayı açıkça zikretmedikleri, gerekse bu konudaki hadislerin bir kısmının zayıf oluşu sebebiyle, çoğunluğun haram görmesine karşılık, istimnayı mahzursuz gören âlimler de vardır. Meselâ Ahmed b. Hanbel bunu, tıpkı kan aldırmaya benzetmiş ve ihtiyaç duyulduğunda, vücuttaki fazlalıkları dışarı atmaktan ibaret olduğu için câiz olduğunu söylemiştir. (AIûsî XVNI/10: Burada AIûsî, Ahmed b. Hanbel'i o bu görüşünü, Cumhurun haram olduğu kanaatini verdikten sonra verir. Ama mahlûf HanbeIî fıkıh kitaplarında buna rastlayamadığını söyler, bk. Fet8v8 I/118: ibnü'I-Hümâm da 'haramdır, çünkü genellikle şehvet için yapılır, ancak umarım ki, cezası yoktur' der. bk. AIûsî agk.) Hanefîlerce genel olarak haram görülmüş, ancak; kişi bekârsa, ya da hanımından uzakta ise ve de şehvet kafasını aşırı meşgul ediyorsa, ya da zinaya düşme endişesi varsa ve bunu kendini teskin için yaparsa günah olmayacağı umulur. Ama zevklenmek ve şehvetlenmek için yaparsa günâhkardır, denmiştir. (ibn Âbidîn N/160: Mezühib-i erba'a'da: 'Bazı Hanefi ve Hanbelîlerin, zinaya düşme korkusuyla caiz görmeleri zayıf bir görüştür' denir. bk. V/152; Mâlikiler de cevazı için iki şartı öngörürler: 1. Zinaya düşme korkusu, 2. Evlenmeye güç yetirememe. bk. Kardüvî, el-Helâl ve'I-harâm 165) Imam-i Şâfî önceki görüşünde (kadîm) câiz olduğunu söylerken, sonraki görüşünde (cedîd) haram olduğu kanaatına varmıştır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Zuhaylît VI/25) Mesele Rasûlullah'ın amcaoğlu Ibn Abbas'a sorulduğunda: 'Zina yapmaktansa bu iyidir' (Sa'rânî, Kesf) cevabını vermiştir. Bütün bunlara göre; istimna genellikle hoş görülmemiş, fıtrata (normal yaratılışın gereğine) zıt bir eylem kabul edilmiş, cinsel sapma halini alması, psikolojik hastalık oluşturması gibi olumsuz yönleri hesaba katılarak, haram, ya da mekruhtur denmiştir. Ancak daha büyük zararlara düsme endişesi olduğu yerde; 'iki zarardan başka alternatif yoksa, küçük olan zarar tercih edilir', 'zaruretler haram şeyleri mubah kılar' kurallarınca yapılması câiz görülmüş, hattâ zina endişesi kesin ise, vacip bile olur denmiştir. Alışkanlık oluşturması ve zevk için yapılması ise ittifakla haramdır.
ateizm
20.12.2003 - 22:15Dün sınavda sorulan bir soru:
Darvinizm ve Evrim teorisi, ilmi delilleri sürekli çürütüldüğü ve o dönemde dahi ispattan yoksun olduğu halde neden bu kadar çok kabul görmüştür.
El cevap:
1789 sonrası başlayan akıl devrimi ile insanların soylarını ayıran insanlar doğal olarak devlet yönetimlerine etk etmiştir. Fikirlerine destek bulmak isteyen devlet yöneticileri Darvinizmin yayılmasına neden olmuştur....
Hiçbir müslüman topluluk İki dünya savaşına sebep olmamıştır.... O dönemde darvinizmi destkleyen ldierlere bakın. Hitler, mussolini, Churcill
Ve Darvinist görüşe sahip Churcill 'in Çanakkale Savaşı uzayınca söylediği sözün niteliği:
-Artık bu Türkler fazla olmaya başladı.... Onları gaz ile yakmalıyız... Çünkü onlar insan bile değildir. Peki onlar nedir? Homoerectus.....
Peki siz Hamıs Bey;
Siz master sınavınıza gireceksiniz.Siizn bu sınavı tayin etme şansınız var mı? Soruları soranlara neden bu soruları böyle sordunuz bu imtihanın nedeni niye böyle. Bana bu notu niye verdiniz deme hakkınız var mı? Doğal olarak yok.Bizim bahsettiğimiz imtihanın da bir sırrı bu..
Peki neden 5 milyar organizma...
Neden dünyanın ve ışığın hızı şu kadar. Bu hız neden değişmez. Değiştiğinde bunları tayin eden nedir?
Bu tayinin kendi kendine meydaa geldiğini söylemek aspirinin durup duruken olduğunu söylemek gibidir......
Madem bu kadar akıllı bir varlığın mikroorganizmalara karşı direnen insan bedeni için bana neden bilimsel açıklama yerine senin tabirinle hurafi açıklamalarda bulundun....
Madem ben maymundan geldim aha! maymunlar ve insanlar peki biyoloji ilmi bu kadar gelişmiş ise gelecek yüzyıllarda ne olacağız.... Nasıl bir değişim geçireceğiz.... Bu gelişim son mu buldu?
Bir suya, bir ekmeğe neden bu kadar muhtacım! Ömrüm boyunca beni delirten tek soru bu olacak herhalde....
İnsan bu kadar sıkıntıya neden müptala olur! Ve kendini durup durupken yeniler.... Bu evrim haksız o zaman... Beni farklı bir varlık olarak diye yaratmadı.... Kim tayin ediyor bunları ve ne adına.....
Acayip bir durum :-)
allah (c.c)
20.12.2003 - 18:11Allah neden herşeye gücü yeterken aracılara vasıta vermiştir. Kur'anda geçen biz yaptık kavramının üstünde düşünmemizi istemiştir.
mastürbasyon
20.12.2003 - 17:10Aslının Yahudi kaynaklı olduğu bilinen birşeydir.En kısa yoldan bırakmaz iseniz ilerleyen yaşlarda karşılaşacağınız sorunlardan kurtulmuş olursunuz. en azından psikolojik ve fizyolojik osrunlarınız en aza iner.Dinen sakıncalıdır. Sadece çok zor durumda kalırsanız yani zina durumuna kadar geldi iseniz başvurabilirsiniz. Bunun dışında bekarların yediklerine dikkat etmeleri ve banyoya girdiklerine ağış aralarına soğuk su vurmaları gerekir. Ayrıca sizi tahrik edici mekan ve ortamlardan uzak durun.
Elif
20.12.2003 - 16:49İncecikten bir kar yağar tozar elif elif diye, der bir yürek yangını........
şair evlenmesi
20.12.2003 - 16:46Şinasi'nin yazdığı ve edebi açıdan batıya açılışta öenmli bir dönüm noktası olan eser. Noktalama işaretlerinin kullanımı açısından Türk Edebiyatında ilktir.....
japon
20.12.2003 - 16:26En sevdiğim millet, çekik gözlerine hayranım.....
Bir çekik gözlü Japonum olsun isterdim.(Sanki mağazadan oyuncak alır gibi oldu)
dördüncü dünya savaşı
20.12.2003 - 16:22Daha çıkmadı, çıksın er meydanındayız....
Toplam 303 mesaj bulundu