Değerli arkadaşım bu gün sizin doğum gününüz, iyi ki doğmuşsunuz, iyi ki sevenleriniz olmuş ve siz varlığınızla sevenlerinizi mutlu kılmışsınız, Saygı ve Selamlarımla
Doğum Günü
(D) oğduğunda bilmezdin dünyada misafirsin (O) ysa nadir bulunan değerli bir safirsin (G) eçmiş günlere göre bu gün daha mahirsin (U) marım her geçen gün biraz daha tahirsin (M) addenle hayal değil dünden daha sahisin
(G) ünün kutlu olmalı iyi ki doğmuşsunuz (Ü) zmesin sizi kimse siz hakkı bulmuşsunuz (N) edamet kulun işi siz nadim olmuşsunuz (Ü) stelik bu alemde gül gibi kokmuşsunuz (N) ezafeti yüreğe,elbet indirmişsiniz, (Ü) midi saklı tutup,hayatı bilmişsiniz, (Z) aman akıp gitmekte,siz bunu görmüşsünüz.
(K) utlu olsun bu günün,kutlu olsun her günün, (U) marım ağlamazsın,hep görülsün güldüğün, (T) efekküre yönelsin,bakışın temayülün, (L) ebinden çıktığında,karşılansın isteğin, (U) zaklarda değildir,yakındır mutluluğun.
(O) lsun diye dilerim,bu günlerin hep kutlu, (L) ayıksın mutluluğa,günlerin olsun mutlu, (S) ıkıntılı olmasın,yarınların umutlu, (U) mduğunu bulursun,yaşarsın hep onurlu, (N) ezaket içersinde,her şeyi yap şuurlu.
Paydostan sonra gişeye önemli bir mektup getiren biri gibi: Gişe çoktan kapalıdır. Yaklaşan bir sel felaketi karşısında kenti uyarmak isteyen biri gibi: Ama başka bir dilde konuşan. Kimse anlamayacaktır onu. Dört kez kendisine bir şey verilen kapıyı beşinci kez çalan bir dilenci gibi: Beşinci kez aç kalır. Yarasından kan boşanan ve doktoru bekleyen biri gibi: Kan durmaz, hep boşanır. Biz de ortaya çıkıyor ve bize yapılan zulümleri haber veriyoruz. İlk kez arkadaşlarımızın yavaş yavaş katledildiğini bildirdiğimizde çığlıklar göklere ağdı. Yüz kişiydi katledilen. Ama bin kişi katledildiğinde ve ölümlerin sonu gelmediğinde bir sessizlik kapladı ortalığı Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca ' d u r! ' diyen olmaz artık, cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez oluverirler. Çekilen acılar dayanılmaz olunca d u y u l m a z artık hiç bir çığlık. Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar.
Bertolt BRECHT
BİR KUŞUN RESMİNİ YAPMAK
Önce bir kafes resmi yaparsın Kapısı acık bir kafes Sonra kuş için Bir şey çizersin içine Sevimli bir şey Güzel bir şey Yararlı bir şey Sonra götürür bir ağaca Asarsın bu resmi Bir bahçede Bir koruda Ya da bir ormanda Saklanır beklersin ağacın arkasında Ses çıkarmaz kımıldamazsın Kus bazen çabuk gelir Ama uzun yıllar bekleyebilirde Karar vermezden önce Yılmayacaksın Bekleyeceksin Yıllarca bekleyeceksin gerekirse Resmin başarısıyla hiç ilişki yoktur bunun Kusun çabuk ya da yavaş gelmesinin Geleceği olup geldi mi kus Çit çıkarmak yok Kafese girmesini beklersin Girdi mi kafese Usulcacık kapısını kapatırsın fırçanla Sonra kusun bir tüyüne dokunayım demeden Bütün kafes tellerini bir bir silersin Yerine bir ağaç resmi yaparsın Dalların en güzeline kondurursun kuşu Tabii ne yaprakların yeşilini unutacaksın Ne de yellerin serinliğini Ne de yaz sıcaklarının böcek seslerini Otlar arasında Sonra beklersin ötsün diye kuş Ötmezse kötü Resmin kötü demektir Öterse iyi olduğunun resmidir İmzanı atabilirsin artık Bir tüy koparırsın kusun kanadından usulca Ve yazarsın adını resmin bir köşesine
Andrew Prevert
bir moruğun notlarından
-şimdi de otur stirkoff. -sağolun, efendim. -ayaklarını uzatabilirsin. -çok lütufkarsınız, efendim. -stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyorsun; coşku ve -kurtuluş hakkı üzerine de. doğru mu bu, stirkoff? -evet, efendim. -dünyada geniş anlamda adalet sağlanabilir mi sence? -hiç sanmam, efendim. -öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? kendini kötü mü hissediyorsun? -son zamanlarda pek iyi değilim, efendim. delirdiğimi düşünüyorum. -fazlaca mı içiyorsun, stirkoff? -elbette, efendim. -çükünle oynar mısın? -sürekli, efendim. -nasıl? -anlayamadım, efendim? -yani nasıl bir yöntem uygularsın? -dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. müzik olarak da vaughn, williams ya da darius milhaud yeğlerim. -cam mı? -hayır am. -yahu vazoyu soruyorum, cam mı? -değil, efendim. -hiç evlendin mi? -birkaç kez. -evliliklerinde ters giden neydi, stirkoff? -her şey, efendim. -hayatının en iyi sevişmesini anlat. -dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı… -tamam, tamam! -öyledir, efendim. -daha iyi ve adil bir düzen özleminin aslında çürümeden ve başarısızlık duygusundan kaynaklandığının farkında mısın? -evet, efendim. -baban kötü bir insan mıydı? -bilmiyorum, efendim. -ne demek bilmiyorum? -yani kıyaslamak güç, efendim. sadece bir babam oldu. -benimle kafa mı buluyorsun, stirkoff. -hayır, efendim: dediğiniz gibi, adalet yoktur. -baban seni döver miydi? -sıra ile döverlerdi, efendim. -hani bir baban vardı? -herkesin bir babası vardır, efendim. ben annemi kastetmiştim. o da kendi payına döverdi. -seni sever miydi? -kendinin bir uzantısı olarak, evet. -sevgi başka nedir ki? -iyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir. -tereyağlı kızarmış ekmeğe aşık olabileceğini mi söylüyorsun, stirkoff? -her zaman değil, efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken belki. Aşk habersiz gelir gider. -bir insanı sevmek mümkün mü sence? -iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden seyretmeyi severim. -sen bir korkaksın, stirkoff. -kesinlikle, efendim. -nedir senin korkak tanımın? -bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden kimse. -peki cesur kime denir? -aslanın ne olduğunu bilmeyene. -herkes bilir aslanın ne olduğunu. -herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır, efendim. -budala tanımın nedir? -zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan kimse. -bilge diye kime denir o zaman? -bilge insan yoktur, efendim. -öyleyse budala da yoktur. gece olmazsa gündüz olmaz. siyah olmazsa beyaz olmaz. -özür dilerim, efendim. ben her şeyin neyse o olduğu kanısındayım. başka şeylere bağımlı olmaksızın. -o dar ağızlı vazolara fazla girip çıkmışsın sen, stirkoff. her şeyin zaten olması gerektiği gibi olduğunu anlamıyor musun? yanlış diye bir şey yoktur. -anlıyorum, efendim. olan olmuştur. -kelleni vurdursam ne dersin? -bir şey diyemem, efendim. -demek istediğim şu: kelleni vurdursam ben irade sense hiç olursun. -başka bir şey olurdum, efendim. -benim seçimim doğrultusunda. -ikimizin de, efendim. -rahat et! rahat et! uzat ayaklarını. -çok lütufkarsınız, efendim. -hayır, ikimiz de lütufkarız. -elbette, efendim. -demek delirdiğini hissediyorsun, stirkoff? peki delirdiğini hissettiğin zaman ne yaparsın? -şiir yazarım. -şiir delilik midir? -şiir olmayan her şey deliliktir. -yani. -çirkinlik deliliktir. -çirkin nedir? -kişiye göre değişir. -delilik gerekli midir? -vardır. -gerekli midir? -bilmiyorum, efendim. -çok şey biliyormuş havalarındasın, stirkoff. bilgi nedir? -mümkün olduğunca az şey bilmektir -ne demek o? -bilmiyorum, efendim? -bir köprü inşa edebilir misin? -hayır. -silah üretebilir misin? -hayır. -ikisi de bilgi ürünüdür. -köprü köprüdür. silah da silah. -kelleni vurduracağım, stirkoff. -sağolun, efendim. -niye? -beni motive ettiğiniz için. motivasyon sıkıntısı çekiyorum, efendim. -ben adalet'im. -belki. -ben üstün'üm. işkenceye yatıracağım seni. çığlıklar atacaksın. ölümünü dileneceksin. -şüphesiz efendim. -ben senin efendinim, anlamıyor musun? -beni yönetebilirsiniz. ama yapacağınız şeyler yapılabilir şeyler olmaktan öteye gitmeyecektir. -zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın. -sanmıyorum, efendim. -bana bak. darius milhaud, vaughn williams dinlemek de ne oluyor? beatles'ı duymadın mı? -onları herkes bilir, efendim. -onları sevmez misin? -onlardan nefret etmem. -nefret ettiğin bir şarkıcı var mı? -şarkıcılardan nefret edilmez. -şarkı söylemeye çalışan birinden? -frank sinatra. -neden? -hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için. -gazete okur musun? -sadece bir gazete. -hangisi? -açık kent. -gardiyan! bu adamı işkence odasına götürün. hemen işkenceye başlayın! -efendim, son bir istekte bulunabilir miyim? -evet. -vazomu yanıma alabilir miyim? -hayır, bana lazım. -efendim? -el koyuyorum. zapta geçsin. gardiyan bu sersemi derhal götür! ve bana birazşey getir… -ne, efendim? -altı yumurta ile yarım kilo kıyma. gardiyan mahkumu dışarı çıkarır. kral öne eğilip düğmeye basar. vaughn williams çalmaya başlar teypte. pireli bir köpek güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder.
Charles Bukowsk
AKBABALAR KELEBEKLER
Yüreği ağzında bir çocuk Gibi alırken kalemi elime Beceriksiz, acemi ve olasıya Yapayalnızım her defasında
Bu sonuncu olsun diyorum Ömrümün eksiksiz tek şiiri Yazılsın artık kırk yaşımın Ve bir aşkın bittiği bu gece
Akbabalar bin yıl kelebekler Bir mevsim yaşarlarmış ki aşk Da kısa ömürlüdür, başlar Gibi biter yaşanmışsa eğer
Yaşanan ne varsa hoşgörünün Bir parçasıdır artık ama ben Yine de yakabilirim bu gece Bütün anılarımı bir şiir için
Sonra irkiliyorum, anılarım yoksa Dostlarım da terkedilmiştir yangın Sürüp dururken yurdumda ki o zaman Kıymeti harbiyesi nedir bu şiirin
Sabaha karşı dilim paslı Beynim keçeleşmiştir ve yangın Yalnızlığıma sıçrarken üşüyor Bütün sözcükler. Umut yoktur
Yüreğim diyorum, kekeme Alıngan, serseri yüreğim Sen nerden bilebilirsin Bir şiirin nasıl yazıldığını Ahmet TELLİ
Güneşle nerededir bir büyü çözülmesi mi bu Akşam öyle uzak öyle yakın ki memeleri sevişmek gelir insanın usuna aralıksız delirtir dokundukça uzaklaşması pülümür zencisinin Ahmet TELLİ
İMLASIZ
Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. S. Beckett
Ayağı kayan bir çocuk Kadar şaşkınım, bilemedim Düz yolda yürümenin imlâsını Kanayan dizlerime bakıp da Ağlamayı öğrenemediğim gibi
Sevgilisi değildim kadınlarımın Bir papağan tüneğiydim belki Ama birkaç sözcük öğrendiysem Kadınlardan öğrendim, yine de Bilemedim sevgilim diyebilmeyi
Büyülendim ama büyüyemedim Aklım ermedi aynalara ve suya Yüzümü gösterip kalbimi neden Sakladıklarını öğrenemedim Şaşkınım, cahilim ben bu dünyada Ahmet TELLİ
BELKİ YİNE GELİRİM
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa Bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse Ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de Yırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlaka Hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler.
Oysa ne kadar sakin bu sokaklar ve bu kent Ne kadar dingin görünüyor bana şimdi gökyüzü
Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki Onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan Kadınları güzelleştiren herhalde onlardı 'Tükürsem cinayet sayılır' diyordu birisi Tükürsek cinayet sayılıyor artık Ama nerede kaldılar, özledim gülüşlerini onların
Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara Tek yaprak bile kıpırdamıyor nedense Ve tek tek söndürüyor ışıklarını varoşlar Alnımı kırık bir cama yaslıyorum, kanıyor Kanımın pıhtılarında güllerin serinliği Ve fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudaki Dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum Okuduğum bütün kitaplar paramparça Çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma Bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent Bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum Sarmaşık aydınlar, arabesk hüzünler Bir gazete sayfasında sereserpe bir yosma
Sesler gittikçe azalıyor, kuşlar azalıyor Ve ne zaman yolum düşse vurulduğun yere Kızgın bir halka oluyor boynumda o sokak Hüznü yalnız atlarımız duyuyor artık Biz çoktan unutmuşuz böyle şeyleri Ama içimde bir sırtlanın dalgın duruşu Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
İçimde zaptedilmez bir kırma isteği Dizginlerini koparan bir at sanki bu Soluk soluğa kalıyorum her sonbahar Ve sevgilim ne zaman hoşgörülü olsa Bir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorum Bütün gençliğim böylece geçip gitti işte Ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim
Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa Bir gün gelirsek hangi kent güzelleşmez Şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı Geri almıyorum külleri yangınlar çıksın diye Devriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndür Sorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokak Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir Bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa Bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem Oysa ne kadar sakin sokaklar, bu kent ve bütün yeryüzü İpince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...
ÇOCUKSUN SEN / I
Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen Kum taneleri var ya onlardan birindeyim Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık Seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak Yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
Hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada Esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum. Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil
ÇOCUKSUN SEN / II
Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar Dursam ölürüm paramparça olur dünya
Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm Uçurum diyordun bir aşk uçurum özlemidir Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna Tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için Gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak (Gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu Unutmuyorum unutmuyorum unutmuyorum hiç)
Bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor Kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri Bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda Üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum Ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım Bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte
Çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı (Soluğunun elma kokması bundandı belki) Bir elma kokusuna tutundum düşerken Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Çocuksun sen, çocuğumsun Ahmet TELLİ
DÖVÜŞEN ANLATSIN
Elimizde acının kehribar tesbihi ki kayıp durmakta parmaklarımızdan Ey şair yine bölük pörçük anlattın yine eksik bıraktın bir şeyleri gün devrilmekte ama sen tutmamışsın acımızın çetelesini
Sen sus artık, bize bundan sonrasını dövüşen anlatsın Ahmet TELLİ
GÜLÜŞÜN EKLENİR KİMLİĞİME
Gün biter gülüşün kalır bende anılar gibi sürüklenir bulutlar Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır yarım kalan bir şiir belki de
Aykırı anlamlar arayıp durma güz biter sular köpürür de kapanmaz gülüşünün açtığı yara uçurum olur cellat olur her gece
Her gece yeniden bir talan başlar acı ses olur, ses deli bir yağmur eski bir eylüle gireriz böylece
Sığındığım her yer adınla anılır ben girerim, sokağı devriyeler basar bir de gülüşün eklenir kimliğime Ahmet TELLİ
GÖÇ
Göç oldu bir acidan öbür aciya oysa sagrisi kurumamisti atimizin daha dün sürüp gelmistik buralara bugün göründü yine yollarin ucu
Devrildi kil çadirlar seher vakti usulca uyandirildi çocuklar ve kadinlar bohçasi çözülmemis bir keder gibi gibi düstüler yola
Turnalar gitti biz gittik bitmedi pesimizdeki nal sesleri nerde konaklasak tedirgindik kuruyordu irmaklar ve göller
Bir yangin gibi tasiyip durduk kederi ve aciyi gögsümüzde yer gök duman içindeydi sanki genzimizi yakiyordu ayriliklar
Zulüm birakmadi pesimizi hiç biz gittik o buldu izimizi konar göçer olduk yedi iklimde tanigimizdir daglar taslar
Yalniz bir öfke isiltisi kaldi gözlerimizin yorgun sularinda yasamak bir inat oldu artik yasamak bir direnme oldu zulme
Ve iste devrildi yine kil çadirlar göç basladi bir acidan bin aciya Geride aksamin küllenen atesi ve susturulmus çocuk sevinçleri kaldi Ahmet TELLİ
HÂLÂ KOYNUMDA RESMİN
Sımsıcak konuşurdun konuşunca ırmak gibi, rüzgar gibi konuşurdun yayla kokuşlu çiçekler açardı sanki çiğdemler güller mor menevşeler açardı Sımsıcak konuşurdun konuşunca Hâlâ koynumda resmin
Dağları anlatırdın ve dostluğu bir ceylan gibi sekerdi kelimeler Sesini duymasam çölleşirdi dünya dağlar yarılır ırmaklar kururdu bulutlar çökerdi yüreğime Hâlâ koynumda resmin
Gün akşam olur elinde kitaplar ve bir demet çiçekle çıkıp gelirdin bir kez bile unutmadın 'merhaba' demeyi ve en yanık türküleri nasıl da söylerdin bir dostun vurulduğu gün Hâlâ koynumda resmin
Kaç mevsim kırlara çıkıp çiçekler topladık mezarlar için Belki ürküttük tarla kuşlarını belki kurdu kuşu ürküttük ama aşkı ürkütmedik hiç Hâlâ koynumda resmin
Ve hâlâ sımsıcak durur anılar sımsıcak ve biraz boynu bükük Ne varsa yaşanmış ve paylaşılmış yasak bir kitap gibi durmaktadır ve firari bir sevda gibi Hâlâ duvarlarda resmin Ahmet TELLİ
SÖZ / DE SARARIR
Olur, aramam seni ve kimseyi Anıları pas tadında bırakırım Konuşacak ne kaldıysa kalsın Susmaktır birşeylere saygılı kılan
Ayrılık da bir olanaktır bilirsin İnce bir sis, bir hüzün örtüsü Dumanlı bir ıslık yakışır şimdi Dudaklarıma, bırakıp giderim
Söz / de sararır biterken bir aşk Kediye iyi bak çiçekleri sula Diyorsam da aldırma sözlerime Alışkanlık işte başka birşey değil
Söz / de sararır biterken bir aşk
SUNU
Filler mezarlığında fil ölüleri Ve belki birkaç da şiir bulursunuz Ki o şiirler kendi ölümlerini sezen Birer kuğuydular kuytu sularda Ahmet TELLİ
YAK SEVDANIN ÇIRASINI
Ne hüzünler kurtarır seni ne çeyiz sandığının ceviz gölgesi ve ne de acının ses duvarındaki yorgun ve bıkkın bekleyişler
Acılar karartmışsa bile günlerin duvağını düşürmüşse de ilkyazın tomurcuklarını fırtınalar hayat kendini yeniden yaratan bir bahardır verecektir en olgun meyvelerini mutlaka yeter ki hüzünler sarartmasın yüzünü
Yak sevdanın çırasını türkülerle barajını yıkan bir ırmak gibi katil hayata hüznün isyana dönsün artık bitsin bezginliğin ölümcül suskunluğu evde kalmış bir cinsellik degildir çünkü dünya
Akrep gibisin kardeşim, korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. Serçe gibisin kardeşim, serçenin telaşı içindesin. Midye gibisin kardeşim, midye gibi kapalı, rahat. Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef. Koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama — kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara 'Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! '
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar Ve biz hâlâ analık ederiz onlara En zorlu iş, en ağır emek Ve çalışmak doğuştan mezara dek Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz Yaşamak için ekmek Ruhumuz için gül istiyoruz!
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız Ve türkümüzde onların kederli 'Ekmek! ' çığlıkları Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz İş ve ekmek istiyoruz Ama gül de istiyoruz
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden Bu ekmek ve gül türküleri Ve yineliyoruz hep bir ağızdan 'Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! '
James OPPENHEIM
KİTLE
Sona ermişti savaş, asker ölmüştü, bir adam geldi yanına, 'Seviyorum seni; ölme! ' dedi. Ama asker dirilmedi.
İki kişi geldi sonra, yalvardılar: 'Bırakma bizi! Yürekli ol! N'olur diril! ' Ama asker dirilmedi.
Yirmi kişi, yüz kişi, ben, beş yüz bin kişi, bağırarak geldiler: 'Bunca sevgimiz var ölüme karşı! ' Ama asker dirilmedi.
Milyonlar toplandı başına, hep birden konuştular: 'Gitme kardeş, gitme! ' Ama asker dirilmedi.
Sonra bütün insanları yeryüzünün koştu yanına; kederle baktı onlara asker, doğruldu ağır ağır, kucakladı ilk adamı, yürüdü gitti...
César VALLEJO
ÇAĞIMIZIN ŞAİRLERİNE
Öyle kolay sanma sen bu işi, kardeşim, hemen kalkışma tellerden şarkılar döktürmeye! Sazı bir kere eline almaya göresin, bir görev yüklendin demektir, bilesin, çok ağır bir görev, ve belâlı. Geldinse anlatmaya yalnız kendi derdini, kardeşim, yalnız kendi zevkini anlatmaya geldinse, bırak elinden o kutsal sazı, sana burda hiç kimse kulak asmaz.
Biz yaşamadayız bugün bir çölde, kardeşim, çok eskilerde bir Musa vardı hani, işte biz o Musa gibi yaşamadayız bugün; tanrı tekparça ateşten bir kılavuz vermişti ona, o da ateşten kılavuzun peşinden gitmişti. Bugün tanrı tekparça ateşten şaire ne der bak: Sizsiniz halkı mutluluğa götüren yolu aydınlatacak.
Ey şairler, gireceksiniz halkla kol kola, alevlerin, fırtınaların içinden geçeceksiniz, hiç durmadan yürüyeceksiniz, ama hiç durmadan; alçaktır halkın bayrağını elinden düşüren de, şurda, geride, bir kenarda gizli gizli, bir parça dinleneyim, diyen de alçak.
Halk bakacak, görecek, anlayacak, acı çeken kim, başkaldıran kim, dövüşen kim, kim işi oluruna bırakmış, kim günü gün eden, kim şarlatan, kim korkak!
Peygamberler çıkacak, yalancı ve kurnaz, durun, diyecekler size, durun, ey insanlar, işte burası, diyecekler, sizi yaşatacak yer, işte burası bolluk ülkesi, mutlu toprak. Bu korkunç yalanlara kanmayacak ama hiç kimse, ne açlık kanacak, ne susuzluk kanacak, ne de umutsuz yaşamak, haykıracak güneşte kavrulan milyonlarca insan, hepsi yalan, diyecekler, hepsi yalan, hepsi yalan.
Ne zaman eşit pay alırsak bolluk sepetinden, ne zaman hepimiz sırayla oturursak halk sofrasına, ne zaman her eve girerse bereketli aydınlığı bilimin, ne zaman pırıl pırıl yanarsa tekmil evler aydınlıklar içinde, işte o zaman deriz, burada duralım, tamam, işte burası bolluk ülkesi, mutlu toprak.
Biz o güne kadar, dur durak bilmeden sürdüreceğiz amansız savaşımızı, dağ taş demeden yürüyeceğiz, gözler çakmak çakmak, yumruklar sımsıkı. Sonunda, bütün bu çabalara karşılık hiçbir şey geçmeyebilir de elimize, yola çıkarken zaten biz bunu göze almıştık.
Ölüm kondurup alnımıza yumuşak bir öpücük, kaparsa usulcana göz kapaklarımızı, ve ipekten kefenler ve çiçekler içinde alıp korsa bizi kara toprağa, bu bile yeter de artar bize.
Sándor PETOFİ Çeviri: A. KADİR - Şerif HULÛSİ
Onlar ve Biz
ön balkonda oturmuş konuşuyorlardı: hemingway, faulkner, t.s. elliot, ezra pound, hamsun, wally stevens, e.e. cummings ve birkaçı daha.
“baksana” dedi annem “şunları susturamaz mısın? ” “hayır,” dedim. “boş konuşuyorlar,” dedi babam, “kendilerine iş bulsalar iyi ederler.”
“işleri var onların,” dedim.
“bok var,” dedi babam.
“kesinlikle,” dedim.
faulkner girdi içeri sendeleyerek dolapta bir şişe viski buldu ve sendeleyerek çıktı.
“korkunç bir insan,” dedi annem.
sonra kalkıp balkonu gözetledi.
“bir de kadın var aralarında,” dedi, “ama daha çok erkeğe benziyor.”
“gertrude o,” dedim. “kasılıp duran biri var bir de,” dedi, “üç kişiyi birden marizleyebileceğini söylüyor.”
“o ernie,” dedim.
“ve sen,” dedi babam, “onlar gibi olmak istiyorsun, öyle mi? ”
“onlar gibi değil,” dedim, “onlardan biri.”
“lanet bir iş bulacaksın kendine, anladın mı? ”
“kapa çeneni,” dedim.
“ne? ”
“’kapa çeneni’dedim, bu adamları dinliyorum.”
babam karısına baktı: “bundan böyle oğlum yok benim! ”
“umarım,” dedi annem.
faulkner sendeleyerek girdi içeri yine.
“telefon nerde? ” diye sordu.
“n’apıcan telefonu? ” dedi babam.
“biraz önce ernie çifteyle beynini dağıttı,” dedi.
“gördün mü bu adamların başına ne geldiğini? ” diye bağırdı babam.
yerimden yavaşça kalkıp bill’e telefonun yerini gösterdim.
Charles BUKOWSKİ
ŞAİRİN ÖĞÜDÜ
Şair, duyumsayan ve duyumsadıklarını sözcükler aracılığıyla dile getiren kişidir.
Bu anlam kolay gelebilir, ama değildir. Birçok kişi duyumsadığını düşünür ya da duyumsadığına inanır, ya da duyumsadığını bilir- ancak bu düşünmek ya da inanmak ya da bilmektir; duyumsamak değil. Ve şiir duyumsamaktır-bilmek ya da inanmak ya da düşünmek değil. Hemen herkes düşünmeyi ya da inanmayı ya da bilmeyi öğrenebilir, ancak hiçbir insandan ötekine duyumsamak öğretilemez. Niçin? Çünkü ne zaman düşünseniz ya da inansanız ya da bilseniz, başka birisi oluverirsiniz: ancak duyumsadığınız an, herhangi biri-değil-ancak-kendiniz olursunuz. Herhangi biri-değil-ancak-kendiniz olmak-sizi bir başkası yapabilmek için gece gündüz elinden geleni ardına koymayan bir dünyada-insanın verebileceği en zorlu savaştır; ve bu savaş başladı mı asla bitmez. Herhangi birini-değil-ancak-kendinizi sözcüklerle dile getirmeye gelince, bu, şairin bile düşleyemeyeceği bir kimseden bir miktar daha fazla çalışmak demektir. Niçin? Çünkü hiçbir şey sözcükleri bir başkası gibi kullanmak kadar kolay değildir. Biz hepimiz bunu hemen her an yapmaktayız- ve ne zaman yapsak, şair değilizdir artık. Eğer ilk on-on beş yıllık savaşım - çalışma - duyumsamanızın sonunda kendinizi bir şiirin bir dizesini yazmış olarak bulursanız, gerçekten de çok şanslı sayılırsınız. Ve işte benim şair olmak isteyen tüm gençlere öğüdüm: yalnızca kararlı olmayıp, ama memnun da değilseniz, tabii ki ölünceye değin duyumsamak, çalışmak ve savaşmak için- kolay olan bir şeyler yapın, örneğin dünyayı havaya uçurmak gibi. Bu anlam kasvet verici gibi mi görünüyor? Değildir. Bu yeryüzündeki en olağanüstü yaşamdır. Ya da ben öyle duyumsuyorum.
Edward Estlin CUMMINGS
BEN SENİ NEDEN Mİ SEVDİM
Ben seni bir okyanusun derinliğinde buldum da sevdim Parlak bir inciydin benim için Paha biçilmez bir inci Ben seni soğuk ve yağmurlu bir günde Seni düşünürken gülüşündeki sıcaklığın içime dolup da Beni sardığı bir anda sevdim Seni sadece selvi boyun, siyah saçların yada kara gözlerin Güzel bir yüzün var diye değil Fikirlerinle, konuşmandaki güzelliğin ve benim o kor halde yanan yüreğimle sevdim Ben seni derinden ve hissederek sevdim Her kalp atışımda vücudumun dört bir köşesine yayıldığını Beni sardığını her nefes alışımda ciğerlerime işlediğini bilerek sevdim Seni kış gecelerinin o soğuk yatağında birlikte uyuyup beni ısıttığın Yaz sıcağında uyuyamayıp sıkıntılarım olduğun Ve rüyalarımda buluştuğumuz gecelerde sevdim Seni ellerinden tutup kanımın kaynadığı Kalbimin yerinden firlayacağını hissettiğim anlarda O ıslak dudaklarınla beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim Ben seni o sensiz anlardaki boş ve değersiz geçen dakikalarda Kayıp zamanlarımızda, seni arayıp bulamadığım Çaresizlik içinde olduğum, içki sofralarını dost bildiğim anlarda sevdim Sen ne kadar uzak olsan da, Aramızdaki kilometreler nasıl çoksa Bende seni o kadar yoğun ve o denli çok sevdim Seni kalbimde yanan ateşin ile Zihnimde oluşan hayallerin o Ay parçası çehrenle Bana derinden bakan o gözlerindeki ışıltıyı göreceğim anları beklerken Kalbimin yanıp tutuştuğu anlarda Gelip o bu ateşi alevlendirerek Bana sarılarak beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim
Korkuyorum! Hakkettiğin mutluluğu sana verememekten korkuyorum. Seni beni sevdiğinden fazla sevememekten korkuyorum. Senin sevgine layık olduktan sonra başkaları tarafindan o sevgiyi kaybetmekten korkuyorum. Seni kazandım derken kaybetmekten korkuyorum. Aramızdaki maneviyat haricindeki uçurumlardan korkuyorum. Senin kalbini daha fazla kırmaktan korkuyorum. O temiz ve masum göz yaşlarını daha fazla akıtmaktan korkuyorum.
Evet korkuyorum; seni kaybetmekten, seni daha fazla üzmekten Sana kendimi ifade edememekten korkuyorum. Yada yanlış anlaşılmaktan korkuyorum. Uçurumun kenarında yalnız kalmaktan korkuyorum. Dostluğuna doyamadan uluorta yalnız kalmaktan korkuyorum. Yüreğimdeki o ince sızının bir gün çoğalmasından ve beni sarmasından korkuyorum. Sevgi denen güzelliğinin bir gün beni terk etmesinden korkuyorum. Dostluğun ölüp yerine nefretin yeşermesinden korkuyorum.
Korkuyorum evet; seni kaybetmekten ve seni daha fazla üzmekten Bir çiçek misali ne ellemeye nede koparmaya kıyamıyorum uzaktan seyrediyorum çünkü; Seni daha fazla incitmekten korkuyorum. Ömründe yaşadığın mutluluğu huzuru sana yaşatamamaktan korkuyorum. Sana kalbimden fazlasını verememekten korkuyorum. Sonunda sana gözyaşından başka bir şey bırakamamaktan korkuyorum. Seni sevmekten değil; dostluğunu suiistimal etmekten, Seni kaybetmekten ve değerini bilememekten ve Yüce Rabbime hesap verememekten korkuyorum. Belki de çok fazla korkuyorum ÇÜNKÜ; BEN İLK DEFA SEVİYORUM
Atilla İLHAN
BU SEVDA
Bu sevda Birdenbire saran içimizi Bu narin bu sımsıcak Bu umutsuz Sevda Gün gibi güzel Ve kabaran deniz gibi Çalkantılı Bu sevda O kadar gerçek O kadar güzel O kadar mutlu O kadar sevinçli Ve karanlıkta korkudan titreyen bir çocuk gibi Gülünç Ve gecenin ortasında sakin bir adam gibi Kendinden emin Başkalarının yüreğine korku salan Benizlerini solduran Dillerini çözen bu sevda Gözetlediğimiz için gözetlenen Yaraladığımız Ayaklar altına aldığımız İnkar ettiğimiz unuttuğumuz için Kovalanmış yaralanmış ayaklar altına alınmış İnkar edilmiş unutulmuş Bu kocaman sevda Gene dipdiri Gene güneşli Senin sevdandır bu Benim sevdamdır Hep var olan Durmadan yenilenen Ve değişmeyendir Bir bitki kadar gerçek, bir kuş kadar ürkek Yaz güneşi kadar diri ve sıcaktır İkimiz de gidebiliriz Sonra dönüp Derin uykulara dalabiliriz Acı çekebiliriz uyanınca İhtiyarlayabiliriz Sonra tekrar dalabiliriz uykuya Ölümü düşleyebiliriz Oysa Başucumuzda Gülerek bakıyor bize Durmadan tazelenen bu sevda Ayak diriyor yaşamakta Arzu kadar diri Bellek kadar zalim Pişmanlık kadar budala Hatırlamak kadar tatlı Mermer gibi soğuk Gün gibi güzel Bir çocuk gibi narin Bize bakıyor gülümseyerek Ve hiçbir şey söylemeksizin Konuşuyor bizimle Ve ben ürpererek dinliyorum onu Bağırıyorum Senin için Kendim için Bağırıyorum bizim için Gitme kal Dur orda Ayrılma yerinden Kal orda Kımıldama Gitme Biz ki sevmiştik birbirimizi Unuttuk seni Bari sen unutma bizi Bir sen varsın yeryüzünde bizim için Terk etme bizi Buz bağlamasın yüreklerimiz Ne kadar uzakta Ve nerde olursan ol Duyur bize kendini Bir çalı dibinde Hatıralar ormanında Birdenbire çıkıver karşımıza Uzat elini bize Ve kurtar bizi.
Jacques PRÉVERT Çeviri: Orhan SUDA
ŞU SEVİ
Şu sevi Öyle yaman Öyle ince Öyle sevecen Öyle umutsuz Şu sevi Gün gibi güzel Zaman gibi kötü Zamansız gelirse Şu sevi öyle gerçek Şu sevi öyle güzel Öyle mutlu Öyle sevinçli Ve öyle alaycı Karanlıkta ödü kopan çocuk gibi Öyle sevinçli Geceleyin dingin bir adam Dört yana korku salan şu sevi Olur olmaz söyleten İçin için kemiren Pusu kuran şu sevi Gözledikçe Sıkışan yaralanan tepinen yadsınan unutulan yetinen Sıkıştırmamız yaralamamız yadsımamız unutmamız yüzünden Sevide var ne varsa Öyle canlı Günlük güneşlik Seninki Benimki Tanrının günü Yepyeni Değişmez Bitkiden daha gerçek Kuştan daha titremekli Yazdan daha canlı daha sıcak İkisi de elimizde Gidip gelme Unutabilir Sonra uyuyabiliriz Uyanabilir acı çekebilir yaşlanabiliriz Gözümüzü kapayabiliriz Ölümü düşünebiliriz Gençleşebiliriz Sevimiz İnatçı eşek örneği ................ Unuttuk seni Sen bizi unutma Bir sen varsın yeryüzünde Çok uzaklarda Nerede olursa olsun Bir haber yolla bize Geç de olsa koruluktan Anılarımdan Çık birden orta yere Uzat elini Kurtar bizi
Jacques PRÉVERT
KIŞLANIN DIŞINDA
Kalpağımı kafese Kuşu kafama koydum dışarı çıktım Ne o dedi komutan sokakta Selam vermek yok mu artık? Hayır, dedi kuş; Selam vermek yok artık. Bağışlayın, dedi komutan: Ben var sanıyordum da. Aldırmayın canım, dedi kuş, Her insan yanılabilir.
Jacques PRÉVERT Çeviren: Teoman AKTÜREL
SARDALYECİ KADINLARIN TÜRKÜSÜ
Dönün bakalım dönün Ufacık kızlar Dönün fabrikanın etrafında Handiyse girersiniz siz de içeri Dönün bakalım dönün Balıkçı kızları Balıkçı yetimleri
Beşiğinizin etrafına dizilen Melekler vardı ya hani Belli fabrika sahibinden para yedikleri Tutup alınyazınızı yazmışlar Yazılacak birşey olsaydı bari
Siz yok yoksul yaşayacaksınız Biçok da çocuğunuz olacak Ama biçok çocuğunuz Onlar da yok yoksul kalacak Onların da biçok çocuğu olacak Ama biçok çocuğu Biçok çocuğu ama
Dönün bakalım, dönün Ufacık kızlar. Dönün fabrikanın etrafında Handiyse girersiniz siz de içeri Dönün bakalım dönün Balıkçı kızları Balıkçı yetimleri
Jacques PREVERT Çeviren: Can YÜCEL
BARBARA
Anımsa Barbara Yağmur yağıyordu o gün Brest'te durmadan Yürüyordun gülümseyerek yağmur altında Şaşkın hayran sırılsıklam Anımsa Barbara Siam sokağında rastladım sana Yağmur yağıyordu Brest'te durmadan Gülümsüyordun Gülümsüyordum Tanımıyordum seni Sen de beni tanımıyordun
Anımsa gene de anımsa o günü Unutma Saçağın altına sığınmış bir adam Adını ünledi Barbara Seğirttin ona doğru yağmur altında Şaşkın hayran sırılsıklam Atıldın kollarına Anımsa bunu Barbara Sen diyorum diye de bana kızma Sen diyorum bütün sevdiklerime Ancak bir kez görmüşsem bile Sen diyorum bütün sevişenlere Tanımasam bile
Anımsa Barbara Unutma O yumuşak mutlu yağmuru Mutlu yüzüne yağan O mutlu kente yağan Denize yağan Tersaneye yağan Quessant gemisine yağan yağmuru
Ah Barbara Ne hırboluktur savaş N'oldun şimdi sen O demir o çelik o kan yağmuru altında Ya o adam n'oldu seni yürekten Kucaklayan Öldü mü kaldı mı n'oldu
Ah Barbara Yağmur yağıyor Brest'te durmadan Eskiden nasıl yağıyorsa öyle Ama artık bildiğin gibi değil bura yok oldu her şey Yıkık bitik bir yas yağmuru şimdi yağan Demir çelik kan fırtınası bile değil İtler gibi kuyruğunu titreten Bulutlar yalnız bulutlar
Brest'te sular boyunca yitip giden itler Çürümek için gidiyor uzaklara Hiçbir şey kalmayan Brest'ten Çoook uzaklara
Jacques PRÉVERT Çeviren: Teoman AKTÜREL
BARBARA
Anımsa Barbara Yağmurlar yağıyordu o gün Brest'e durmadan Sen gülerek geçiyordun Şaşkın hayran sırılsıklam Yağan yağmurlar altında Anımsa Barbara
Yağmurlar yağıyordu Brest'e durmadan Seninle karşılaştım Siam sokağında Sen gülümsüyordun Ben de Hatırla Barbara Seni tanımıyordum Sen de beni Anımsa Anımsa azıcık n'olur o günü Unutma Kapına sığınan adamı Adını ünleyen B a r b a r a
Koşup gelmiştin yağmurlar altında Şaşkın hayran sırılsıklam Atılmıştın kollarına Anımsa Barbara Sen diyorum sana kızma bana Bir kez görsem de onları Sen diyorum bütün sevişenlere Tanımasam da
Anımsa Barbara Unutma O yumuşak mutlu yağmur Senin mutlu yüzüne Bu mutlu kentte Bu yağmur denizler üstünde Tersaneler üstünde Quessant gemilerinin üstünde
Ah Barbara Ne aptal savaş N'oldun ya şimdi sen Kurşun sağnakları altında Kandan ateşten çelikten Ya o adam n'oldu Kucaklıyan seviyle Öldü mü kaldı mı
Ah Barbara Yağmurlar yağıyor Brest'e durmadan Yağardı önceleri yağmurlar ya Şimdi bitmiş ne varsa Bu yağmurlar ayrılık yağmurlarıdır Artık ne o fırtınalar Kandan çelikten ateşten Yalnız bulutlar şimdi İtler gibi ölen Gözden yiten itler Brest'e sular boyunca Uzaklarda çürüyüp giden Uzaklarda Brest'e çook uzak Hiçbir şey kalmıyan Brest'den.
Jacques PRÉVERT Çeviren: Abdullah Rıza ERGÜVEN
ALLA`SEN SÖYLE NEDİR AŞKIN ASLI ASTARI!
Kimine göre ufak bir çocuktur aşk, Kimine göre bir kuş, Kimi der, onun üstünde durur dünya, Kimi der, kalp kuruş; Ama komşuya sordum, nedense yüzüme Mânalı mânalı baktı, Karısı bir kızdı bir kızdı, sormayın, Aşkedecekti tokadı.
Şıpıtık terliğe mi benzer yoksa Yoksa kandil çöreğine mi, Hacıyağına mı benzer dersin kokusu Yoksa leylak çiçeğine mi? Çalı gibi dikenli mi, batar mı eline, Andırır mı yoksa pufla yastıkları, Keskin mi kenarı yoksa yatar mı eline? Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
Tarih kitapları dokundurur geçer Köşesinde kenarında, Hele bir lâfı açılmaya görsün Şirket vapurlarında; Eksik olmaz gazetelerden, bilhassa İntihar haberlerinde, Mâniler düzmüşler gördüm üstüne Telefon rehberlerinde.
Aç kurtlar gibi ulur mu dersin Bando gibi gümbürder mi yoksa, Taklit edebilir misin istesen kemençede, Ne dersin piyanoda çalınsa; Çiftetelli gibi coşturur mu herkesi Yoksa ağıraksak bir hava mı? İstediğin zaman kesilir mi sesi? Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
Bir hâl oldum çardakların altında Onu araya araya, Küçüksu'ya baktım, orada da yok, Boşuna çıktım Çamlıca'ya; Anlamadım gitti bülbülün şarkısını, Bir acayip gülün lisanı da; Benim bildiğim o kümeste değildi Ne de yatağın altında.
Aklına esince çıkarabilir mi dilini, Başı döner mi asma salıncakta, At yarışlarında mı geçirir hafta tatilini, Usta mı düğüm atmakta, Millet der peygamber demez mi, Para mevzuunda nedir efkârı, Borç alır borcunu ödemez mi? Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
Ona rastladığı zaman duyduğu şeyleri Kabil değil unutamazmış insan, Yolunu gözlerim bacak kadardan beri Ama o geçmedi bile yanımdan; Merdiven dayadım otuz beşine, Öğrenemedim gitti bir türlü, Nemene mahlûktur bu düşerler peşine Bunca insan geceli gündüzlü?
Gelsin ya, nasıl, pat diye gelir mi dersin Burnumu karıştırırken tatlı tatlı, Ya tutar yatakta bastırırsa sabahleyin? Talih bu ya, otobüste nasırıma basmalı! Gelişi yoksa havalardan anlaşılır mı, Selâmı efendice mi yoksa gider mi aşırı, Değiştirir mi dersin bir kalemle hayatımı? Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
Ben seni bir okyanusun derinliğinde buldum da sevdim Parlak bir inciydin benim için Paha biçilmez bir inci Ben seni soğuk ve yağmurlu bir günde Seni düşünürken gülüşündeki sıcaklığın içime dolup da Beni sardığı bir anda sevdim Seni sadece selvi boyun, siyah saçların yada kara gözlerin Güzel bir yüzün var diye değil Fikirlerinle, konuşmandaki güzelliğin ve benim o kor halde yanan yüreğimle sevdim Ben seni derinden ve hissederek sevdim Her kalp atışımda vücudumun dört bir köşesine yayıldığını Beni sardığını her nefes alışımda ciğerlerime işlediğini bilerek sevdim Seni kış gecelerinin o soğuk yatağında birlikte uyuyup beni ısıttığın Yaz sıcağında uyuyamayıp sıkıntılarım olduğun Ve rüyalarımda buluştuğumuz gecelerde sevdim Seni ellerinden tutup kanımın kaynadığı Kalbimin yerinden firlayacağını hissettiğim anlarda O ıslak dudaklarınla beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim Ben seni o sensiz anlardaki boş ve değersiz geçen dakikalarda Kayıp zamanlarımızda, seni arayıp bulamadığım Çaresizlik içinde olduğum, içki sofralarını dost bildiğim anlarda sevdim Sen ne kadar uzak olsan da, Aramızdaki kilometreler nasıl çoksa Bende seni o kadar yoğun ve o denli çok sevdim Seni kalbimde yanan ateşin ile Zihnimde oluşan hayallerin o Ay parçası çehrenle Bana derinden bakan o gözlerindeki ışıltıyı göreceğim anları beklerken Kalbimin yanıp tutuştuğu anlarda Gelip o bu ateşi alevlendirerek Bana sarılarak beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim
Korkuyorum! Hakkettiğin mutluluğu sana verememekten korkuyorum. Seni beni sevdiğinden fazla sevememekten korkuyorum. Senin sevgine layık olduktan sonra başkaları tarafindan o sevgiyi kaybetmekten korkuyorum. Seni kazandım derken kaybetmekten korkuyorum. Aramızdaki maneviyat haricindeki uçurumlardan korkuyorum. Senin kalbini daha fazla kırmaktan korkuyorum. O temiz ve masum göz yaşlarını daha fazla akıtmaktan korkuyorum.
Evet korkuyorum; seni kaybetmekten, seni daha fazla üzmekten Sana kendimi ifade edememekten korkuyorum. Yada yanlış anlaşılmaktan korkuyorum. Uçurumun kenarında yalnız kalmaktan korkuyorum. Dostluğuna doyamadan uluorta yalnız kalmaktan korkuyorum. Yüreğimdeki o ince sızının bir gün çoğalmasından ve beni sarmasından korkuyorum. Sevgi denen güzelliğinin bir gün beni terk etmesinden korkuyorum. Dostluğun ölüp yerine nefretin yeşermesinden korkuyorum.
Korkuyorum evet; seni kaybetmekten ve seni daha fazla üzmekten Bir çiçek misali ne ellemeye nede koparmaya kıyamıyorum uzaktan seyrediyorum çünkü; Seni daha fazla incitmekten korkuyorum. Ömründe yaşadığın mutluluğu huzuru sana yaşatamamaktan korkuyorum. Sana kalbimden fazlasını verememekten korkuyorum. Sonunda sana gözyaşından başka bir şey bırakamamaktan korkuyorum. Seni sevmekten değil; dostluğunu suiistimal etmekten, Seni kaybetmekten ve değerini bilememekten ve Yüce Rabbime hesap verememekten korkuyorum. Belki de çok fazla korkuyorum
İnsan anlayışı kuru ışık değildir; istenç ve duygu dünyası ile beslenir; işte ilimler buradan türer. İnanmayı yeğlediğine, daha kolay inanır insan. Bu nedenle, zor şeyleri, araştırmaya sabrı yetmediği için reddeder; akla yatkın olanları, umudu azalttığından; doğanın derinliklerini, batıl inançlı olduğundan; deneyimin ışığını,kibir ve gururundan; alışılmadık inanışları, bayağı görüşlere bağlılığından dolayı reddeder. Kısacası, duyguların anlayışı gölgeleyip kirlettiği böyle sayısız ve kimi zaman farkına bile varılmaz yol vardır.
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; kominist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Birkez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimize. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Birgün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım,unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...
Hrant'ın Herkes için hayali.. mücadelesi.. dili.. yüreği...
Hrant'ın hayali... daha özgür, daha mutlu, daha umutlu bir Türkiye ve dünya; Ayrımcılıktan, ırkçılıktan ve şiddetten arınmış bir Türkiye ve dünya... Herkesin kendisini 'i n s a n ' gibi hissettiği bir Türkiye ve dünya....
Hrant'ın mücadelesi... Katışıksız sevgiden, hesapsız samimiyetten, korkabilmeyi de içeren cesaretten, hakkını vererek yaşamaktan, umudu üretmekten beslenen bir mücadeledir....
Hrant'ın dili.... Yeni sözlerle tüm ezberleri bozan, çatışma kültürünü dönüştüren, çocuk saflığında sorularla kafaları karıştıran, zihnimizi ve yüreğimizi açmaya, birbirimizi aracısız- önyargısız tanımaya davet eden, vicdanlara seslenen bir barış dilidir....
Hrant'ın yüreği... Doğruluğa, şeffaflığa, insanlığa olan inancı ve sevdasıyla hepimizi kucaklayan koca bir denizdir....
Uluslararası Hrant Dink Vakfı
ÜÇ KURŞUN
Üç kurşun kardeş üç kurşun saplandı tedirgin yüreğine Gören göz kan çanağına döndü Düştüğün yerden havalandı üç güvercin Ah nasıl da güzel durdu sende kanatlarını örten gökyüzü
Nasıl gördümse öyle hatırlayacağım öyle yalın öyle başı dik öyle hoyrat Aynı sokakta aynı hizada hayat ve cellat boynunda üç kurşun Hrant Hayır ağlamayacağım Yok edemedikleri barış fikrin milyonlarca güvercin Dünyanın dört bir yanına kardeş şarkıları yollayacağım
Üç kurşun kardeş üç kurşun saplandı kırılgan tarihimize Ermeni kardeşimsin nehir yatağı kan tutmaz aynı şarkılar dolanır dilimize Sözlerimizi vursa da ayaz boynu bükük kalmaz güvercin
Cinayet kime konuksa yalnız odur yoksul odur İyi söz kime aitse kardeş su gibi aziz olan odur varsıl odur Biz hep çoğalacağız cellada inat türkülerimizle gür düşeceğiz yine bir kış günü yola şehrin kalbine yürüyeceğiz kolkola tedirgin güvercin gibi özgür ve birbirimize kardeş
İnsanı canlıların en gelişmişi olarak nitelerken nesnel bir gözlemi dile getirdiğimiz söylenebilir.
Ama onu yeryüzünün en yüce yaratığı olarak gösterirken, sanki herşey insanın gereksinimlerini karşılamak, gönlünce yaşamasını sağlamak için yaratılmış gibi,
“ Her şey insan içindir “ derken, aynı ölçüde nesnel kaldığımız söylenebilir mi?
İnsanı her şeyin üstüne koyan bu görüş sanıldığı kadar “insancıl”, sanıldığı kadar “doğru”, daha da önemlisi,
sanıldığı kadar “arı” bir görüş müdür?
Çoklarımız böyle bir sorunun sorulmasını bile aykırı bulabilir, “Peki, böyle olmayacak da nasıl olacaktı? ” deyip çıkabilir işin içinden. İster dinsel olsun, ister din dışı, Batı düşüncesi bu konuda tükenmez bir kaynak sağlar bize.Ama, sayıları çok az bile olsa, başka türlü düşünenler, insanı her şeyin üstüne koymanın kaynağını bencillikten alan bir önyargıdan başka bir şey olmadığını, bencillik veönyargınınsa. Bir kez elele verdikten sonra burada durmadığını,durdurulamadığını söyleyenler de yok değildir.
Örneğin ünlü budunbilimci (ethnographie) Claude Lévi-Strauss’a sorarsanız,
Batı düşüncesinin temel yanılgılarından biri bu görüş olmuştur. Batı düşüncesi,insanı yücelteceğim diye, önce doğayı “budamış”, sonra da insan kavramını sınırlamaya başlamıştır:
“İnsanın doğadan koparılması ve üstün, egemen varlık durumuna getirilmesiyle başlanmış işe; böylece en yadsınmaz özelliğinin, yani canlı varlık niteliğinin silinebileceği sanılmıştır. Bu ortak nitelik görülmezlikten gelinerek her türlü aşırılığa olanak sağlanmıştır.
Batılı insan, özellikle tarihin son dört yüzyılında, insanlıkla hayvansallığı birbirinden kesinlikle ayırmayı bir hak olarak benimsemekle, birinden aldığı her şeyi ötekine vermekle,
uğursuz bir dönemi başlattığını, durmamacasına daraltılan bu sınırın insanlarıda birbirinden uzaklaştırmaya ve gittikçe daha sınırlı bir azınlık yararına, bir insanlık ayrıcalığı istemeye yarayacağını, bu insanlığınsa, ilkesini ve kavramını özsaygıdan aldığı için,daha doğar doğmaz çürüyeceğini anlayamamıştır.” Çağdaş Batı düşüncesinin en yüksek doruklarından biri sayılan Jean-Paul Sartre’ın insanlığı “tarihsel olan” (dolayısıyla uygar,bilinçli, düşünen)
ve “tarihsel olmayan” (dolayısıyla ilkel, yabanıl, bilinçsiz, düşünme yeteneğinden yoksun) toplumlar diye iki karşıt ulama ayırarak kendi toplumuna benzemeyen toplumları neredeyse birer hayvan sürüsü olarak değerlendirmesi de hiç kuşkusuz bu tutumdan kaynaklanır. Oysa,Lévy-Strauss’a göre, “insanın gerçeği farklılıklarının ve ortak özelliklerinin oluşturduğu dizgedeyken, bu gerçeğin tümüyle onun varlığının tarihsel ve coğrafyasal koşullarının yalnızca birine sığınmış olduğuna inanabilmek için, hem fazlasıyla benözekçi, hem de fazlasıyla bön olmak gerekir”
CLAUDE LEVİ - STRAUSS
“Yeryüzünde hiç kimse yabanıllar, köylüler ve taşralılar kadar derinlemesine veher yönüyle incelemez işlerini; bu nedenle, Düşünce’den İş’e geldikleri zaman,hiçbir eksik bulamazsınız.”
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır
Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes) , tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü.
Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık.
Para harcayabildiğîm sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü.
Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler [vasiler, ç.] insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar.
Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler.
Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. Demek oluyor ki her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür.
Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını kullanma bakımından gerçekten de yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını kullanmayı denemeye hiç bir zaman bırakılmamıştır.
Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.
Biri çıkıp yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile hemen öyle pek kolayca atlayamaz; çünkü o henüz kendisine güven duyarak bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha alışamamıştır. İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen, pek az kişi vardır. Oysa buna karşılık, kitlenin kendi kendisini aydınlatması daha çok olanak taşır; hatta ona özgürlük, yani özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de.
Çünkü yığının içinde, kamuda -vasiler arasında bile- bağımsız düşünebilen bir kaç kişi her zaman bulunacaktır; bunlar önce kendi boyunduruklarını atacaklar, sonra da' insanın kendindekini akıllıcâ değerlendirmesi yanında bağımsız düşünmenin kişi için bir ödev olduğu anlayışını çevrelerine yayacaklardır. Ama eskiden kitleyi boyunduruk altına sokan ve kendileri de aydınlanmaya öyle pek layık olmayan ve hak kazanmayan gözeticilerden bir kaçı şimdi çıkıp da kitleyi boyunduruktan kurtulmaları için kışkırtırlarsa, öteki gözeticiler bunları 'boyunduruk altında kalmaya zorlarlar; önyargıları yerleştirmenin işte böyle zararları vardır, ve bu önyargılar kendilerini yayanlardan sonunda öçlerini alırlar. Bundan dolayı: kamu ancak yavaş yavaş aydınlanmaya varabilir.
Gerçi devrimler ile bir 'baskı rejimi, kişisel bir despotizm, bir zorbalık yönetimi yıkılabilir; ancak yalnız bunlarla, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemez; tersine, bu kez yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olurlar: Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.
Ne var ki her yandan «düşünmeyin! aklınızı kullanmayın! » diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, «Düşünme, eğitimini yap! », maliyeci «düşünme, vergini öde! », din adamı «düşünme, inan! » diyorlar. (Şu dünyada yalnız bir kişi var ki o da, «istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat edin! » diyor) .3 Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var.
Peki hangi türde bir sınırlama aydınlanmaya karşıdır, hangisi değildir, ve hangi biçimde bir sınırlama tersine özgürlüğe yararlıdır? Yanıt vereyim: kendi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı [der Privatgebrauch], genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz.
Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmaktan [der öffentliche Gebrauch], bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum.
Aklın özel olarak kullanılmasından da kişinin, kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde, kendisine emanet edilen topluma ilişkin bir hizmeti ya da belirli bir görevi yerine getirmesi diye anlıyorum. İmdi kamunun çıkarlarını etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma gereğince ve hükümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve 'hiç değilse onu ortadan kaldırmayacak şekilde, kanunun bazı üyelerince kullanılabilecek bazı belirli işlemlere, belirli mekanizmalara gereksinme duyulur.
Bu gibi durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz izin verilmez, itaat etme kesin emirdir. Fakat kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir insan, yine kendisini bir topluluğun üyesi, hatta, evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünme yetisine dayanarak yazılarıyla kamuya yönelir; her hal ve durumda aklını kullanır, ama, zamanında edilgin olarak da olsa görev yaptığı durumları ve işleri de zarara uğratmadan yapar bunu. Üstlerinden aldığı bir emir üzerinde, onun yararlılığı ya da yararsızlığına ilişkin olarak akıl yürüten bir subayın tutumu tehlikeli ve zararlıdır, onun ödevi yalnızca itaat etmektir.
Fakat eğer bu konuda doğru olmak gerekiyorsa, bir bilgin olara; k onun askerlik hizmetinin yanlışları üzerindeki eleştiri ve düşünceleri ve bunları kamu önüne yargılanması için götürmek istemesi yasaklanamaz. Yine bunun gibi yurttaş, kendisine düşen vergiyi ödeyemezlik edemez; hatta bu gibi vergilere ilişkin yapılan acımasız eleştiriden ve ödememeye yönelik davranışlar, bu uymamaların genelleşebileceği gerekçesiyle cezalandırılabilir. Bununla birlikte bir bilgin olarak aynı vatandaş. kamu önünde vergilerin uygunsuzluğu ve adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirttiği zaman asla yurttaşlık yükümlülüklerine karşı gelmiş sayılmaz.
Yine aynı şekilde bir papaz da hizmetinde bulunduğu kilisenin öğretileri ile uygunluk ve uyum içinde işi gereği kilisenin inançlarını cemaatine ve halkına öğretmekle yükümlüdür. Fakat bir din bilgini olarak.o, bu inançları pekâla eleştirebilme özgürlüğüne ve daha fazlasına sahiptir: büyük bir itina ve dikkatle ölçülüp-biçilmiş ve tartılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir; bunlar, sözü geçen dinsel öğretilerin yanlış yönleri üzerinde alabileceği gibi, dinin ve kilise işlerinin düzeltilmesine ilişkin de ola; bilir; ve bunu yaparken de vicdanını rahatsız edecek hiç bir şey söz konusu olamaz.
Kilisenin sadık bir hizmetkârı olarak görev ve yükümlülüklerine uygun bir biçimde vaaz verirken o, kendi kişisel kanılarına göre bunu yapmak özgürlüğüne sahip değildir; ama, kendisinin yükümlü olduğu şekilde ve başka bir otorite adına dinsel telkinde bulunmak zorundadır.
O şöyle söyleyecektir: Kilisemiz bunları ya da şunları öğretir; işte kullandığı kanıtlar da bunlardır. Cemaati yani dinsel topluluğu için kendisinin bile tam bir inançla bağlı olmadığı din- sel kuralların pratik yaranlarını ve avantajlarını gösterirken o, bunlar içinde saklı bir hakikatin bulunmasının olanaksız olmadığını ve içsel dine karşı çıkan hiç bir şeyin bulunmadığını söylemek durumunda kalır. (Bu gibi dinsel öğretilerde, her durum ve olayda dinin özüne hiç bir şey karşı gelmemiştir, gelemez) .
Papaz eğer, bunlardan hiç birini öğretilerde bulamadığını düşünecek olursa, işte o zaman resmi görevlerini vicdanı rahat olarak yürütemeyecek ve görevinden ayrılması gerekecektir. Sonuç olarak din adamının cemaatinin önünde bir eğitimci imiş gibi aklı kullanması yalnızca aklın özel kullanımı olmaktadır, çünkü burada cemaat ne kadar büyük ve kalabalık olursa olsun bir aile toplantısı söz konusudur ve papaz olarak o kişi özgür değildir ve olmamalıdır; çünkü o kendisine dışardan yüklenen bir görev ile bağımlıdır.
Buna. karşın, alanının bir bilgini olarak din adamı yazılarıyla halka hitap ederken, dünyaya seslenirken, yani rahip olarak aklını kamu hizmetinde kullanırken, aklın herkes için kullanımının ve kendi adına konuşmanın sınırsız özgürlüğünden yararlanır.
Zira halkın ruhani yani tinsel işleriyle ilgileneceklerin kendilerinin de ergin olmamaları gerektiğini sanmâk yakışık almayan ve saçmalıkları sürekli kılan bir saçmalıktır. Fakat bir kilise meclisinde ya da Presbiteryen kiliselerindeki kutsal yönetim kurulunda (Hollanda'lıların böyle söylediği gibi) görüldüğü üzere, ruhbanlar sınıfı değişmez kesin bir dinsel öğretiler manzumesini, hem kendi üyelerinin her biri üzerinde, hem de onların aracılığıyla halk üzerinde, her zaman için değişmeyen bir koruyuculuğu güvenle sürdürmek amacıyla, bir yemine dayanarak ortaya koymak hakkını kendilerinde bulmamalı mıdırlar? Hemen yanıt vereyim bu kesinlikle olanaksızdır.
Söyle ki, insan soyunun gelecekteki her yeni aydınlanmasına engel olacak 'böyle bir anlaşma kesin olarak bir hiçtir, mutlak olarak boş ve gelecekten yoksundur; kaldı ki böyle bir sözleşme, en üstün bir yetke ya da parlamentolar veya en gösterişli ve görkemli barış antlaşmaları tarafından onanmış olsa bide.
Çünkü hiç bir çağ bir, yemine dayanarak kendisinden sonra gelen dönemlerin, hem de pek önemli konularda, bilgilerini genişletmemesi ve yanılgılarını düzeltmemesi ya da aydınlanmada ileri gitmemesi için herhangi bir anlaşmaya yönelemez. Böyle bir şey insan doğasına karşı işlenmiş bir kıyım olur; çünkü sözü geçen bu durum, insan doğasının köktenci amacı ve belirlenim ilkelerinden biri olan ilerlemeye aykırıdır, ve bundan dolayı daha sonraki kuşaklar da bu gibi anlaşmaları yetkisiz ve suçlu bularak bir kenara bırakmakta tamamiyle haklıdırlar.
Şimdi acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz? sorusu sorulunca, yanıt şöyle olacaktır: Hayır, aydınlanmış bir çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir dönemde,'bir aydınlanma döneminde yaşıyoruz. şimdiki zamanlarda olduğu gibi, insanlığın bir bütün olarak, başkasının rehberliği olmaksızın, dinsel konularda kendi aklını iyi bir biçimde ve güvenilir bir şekilde kullanması durumunda olması ya da bu duruma getirilebilmesi için katedilecek daha çok yolumuz var.
Fakat bu yönde özgürce çalışmak için şimdi onların yolunun temizlenip aydınlatıldığına ilişkin farklı göstergelere sahibiz; böylece evrensel aydınlanmaya. giden yoldaki engeller, insanın kendi suçu ile düşmüş bulunduğu bu ergin olmayış durumundan kurtuluşu ile ilgili güçlükler yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır. İşte bu bakımdan çağımız bir aydınlanma çağıdır ya da Friedrich'in yüzyılıdır. Bir prens din konularında, halkına herhangi bir emir vermemeyi ya da yükümlülük yüklememeyi kendi görevi bakımından bir küçüklük ya da bir gerilik olarak görmez ve halkını tüm bir özgürlüğe doğru yöneltirse, hatta bu prens hoşgörülü gibi kibirli bir sıfatı kabul ederek bir zayıflık da gösterse, o aydınlanmış bir kimsedir. işte böyle bir kimse çağdaşlarınca ve kendisine borçlu olacak daha sonra gelenlerce; insanlığı ergin olmayıştan ilk kez kurtaran, hükümeti ilgilendirdiği oranda ve bütün insanları vicdanları ile ilgili tüm konularda akıllarını kullanmada özgür bırakan bir insan olarak onurlandırılmayı hak eder.
Onun yönetimi altında kilise ileri gelenleri kendi resmi görevlerinin yapılmasını gerekli gördüğü konularda önyargılı davranmaksızın ve faz- la ayak diretip karşı koymaksızın bir bilim adamı gibi kendi güçleri ve olanakları elverdiği ölçüde özgür bir biçimde ve halka açık olarak kendi kanılarını, düşüncelerini ve kararlarını dünyanın yargısına, oyuna ve onayına sunabilirler, hatta bu tutum yer yer, şurda burda ortodoks öğretiden sapmaları da beraberinde getirse bile; işte bix durum herhangi resmi bir görevle sınırlandırılmamış diğer kimselere de uygulanır.
Bu özgürlük ruhu dışarıya doğru da bir açılma ve yayılma gösterir, öyle: ki kendi işlevini yanlış anlayan, görevini kötüye kullanan ve rolünü başarıyla oyna- yamayan hükümetlerce empoze edilen dış engellemelerle bile sataşmak zorunda kalır. Bu gibi hükümetler, en azın.dan ulusun birliğini ve halkın uyumunu tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda. nasıl varolabildiğini gösteren parlak birer örnektirler. Artık insanlar kendi rızalarıyla yollarının üstünden barbarizmin, bir 'tür büyüklük kompleksinin yavaş yavaş kaldırılması için çalışacaklar ve bu da benimsenmiş, yapma ve uydurma birtakım ölçülerin insanları bunların içinde tutmasının ortadan kaldırılmasıyla birlikte gerçekleşecektir.
Burada aydınlanmanın yani insanın kendi kabahati sonucunda karşı karşıya bulunduğu olgun olmayış ya da kendi sorumluluğu sonucu düştüğü ergin olmayış durumundan kurtuluşunun odâk noktası olarak din konularını belirlemeye çalıştım. Çünkü bilimler ve, sanatlarla ilgili olarak yöneticilerimizin bu konular üzerinde söz sahibi olma ve koruyuculuk yapma rolü oynamaları çıkarlarına uygun düşmez; ikinci olarak din bakımından ergin olmayış her şeyden daha çok tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır.
Fakat bilimlerde ve sanatlarda özgürlüğe öncelik. tanıyan bir devlet başkanının düşünme biçimi daha ileri bir yayılım gösterir ve kendi yasası açısından bile vatandaşlarının kendi akıllarını serbestçe ve herkese açık olarak kullanmasına izin vermesinde hiç bir tehlikenin bulunmadığını bilir, herkesin önünde daha iyi bir yasanın yapılması için onların düşüncelerini alır; bu durum yürürlükteki yasanın doğru, içten ve açık bir eleştirisini getirse bile; önümüzde bu türe uygun çak parlak bir örnek vardır, hiç bir yönetici bizim kendisini onurlandırdığımız bu kimseyi şimdiye değin aşamamıştır. [Büyük Friedrich, ç.] Ama kendisi aydınlanmış, hayaletlerden korkmayan bir yönetici elinde iyi örgütlenmiş ve kalabalık bir orduyu toplumun güvenliğini sağlayabilme için bulundursa da, devletin cesaret edemediği şu sözü söylemek yürekliliğini kendinde bulabilir: “İstediğiniz,kadar ve istediğiniz konular üzerinde düşünün, ama itaat edin!
Bu durum ise insansal konularla ilgili olması nedeniyle karşımıza tuhaf ve umulmadık bir durum olarak, çıkar, tıpkı herşeyin hemen hemen paradoksal olduğunu geniş anlamda aldığımızda buna benzer bir sonuca varmamız gibi bir şeydir bu. Yüksek düzeye ulaşmış bir toplum özgürlüğüdür kuşkusuz halkın zihinsel özgürlüğü yanında bir önceliği vardır ve onun önüne aşamayacağı sınırlar koyar: Buna karşın toplum özgürlüğünün daha aşağı bir düzeyde olması demek, onun zihin özgürlüğüne kendi gücünü gösterebilmesi için yeteri kadar yer sağlaması demektir.
Doğa bir defalığına. sert kabuğu altındaki tohumu özgürlüğüne kavuşturmuş, bütün yumuşaklığı ile onu kollamış, yani özgür düşünmeye yönelik bir eğilim ve hizmet sonunda giderek halkın zihniyetine, onda yerleşmiş bulunan inançlara tepki göstermiş ve yavaş yavaş özgür eyleyebilme aşamasına, gelmiştir.
Bu durum yani özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin yani hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri düşüncesi, makinadan fazla bir şey olan insanın' insansal onuruna uygun davranma düşüncesine dönüşecektir.
“Aydınlanma Nedir” (1784) Immanuel Kant- Türkçesi: Nejat Bozkurt Felsefe Yazıları-1983
Nasıl bir meyvenin çekirdegi, kalbi Günes'i görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.
Ve eger kalbinizi, yasamınızın günlük mucizelerini hayranlıkla izlemek üzere açarsanız, acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz;
Ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçisini kabul ettiginiz gibi, aynı dogallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylıyacaksınız.
Ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz.
Acılarınızın çogu sizin tarafinızdan seçilmiştir.
Acınız, aslında içinizdeki doktorun, hasta yanınızı iyilestirmek için sundugu 'acı' ilaçtır.
Doktorunuza güvenin ve verdigi ilaci sessizce ve sakince için;
Çünkü size sert ve haşin de gelse, onun elleri 'Görülmeyen'in şefkatli elleri tarafindan yönlendirilir.
Ve size ilacı sundugu kadeh dudaklarınızı yaksa da, O'nun kutsal gözyaslarıyla ıslanmış kilden yapılmıştır.'
Halil Cibran
ARKADAŞLIK
Ve bir genç, şöyle dedi: 'Bize arkadaşlıktan bahset.' Ve o cevap verdi:
'Arkadaşınız, cevap bulan gereksinimlerinizdir. O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır. O sizin sofranız ve ocak başınızdır. Çünkü ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.
Arkadaşınız sizinle içinden geldiği gibi konuştuğunda, ne 'hayır' demek zor gelir, ne de 'evet' demekten çekinirsiniz.
Ve o sessiz kaldığında, kalbiniz onun kalbini dinlemek için sessizleşir. Çünkü arkadaşlıkta, kelimeler susunca, tüm düşünceler, tüm arzular ve beklentiler, gürültüsüz bir sevinç içinde doğar ve paylaşılırlar.
Arkadaşınızdan ayrıldığınızda ise yas tutmazsınız; Çünkü onun en sevdiğiniz yanı, yokluğunda daha bir berraklık kazanır, tıpkı bir dağın, dağcıya, ovadan daha net görünmesi gibi...
Ve arkadaşlığınızda, ruhsal derinlik kazanmaktan başka bir amaç gütmeyin.
Çünkü, salt kendi gizemini açığa vurmak peşinde olan sevgi, sevgi değil, savrulmuş bir ağdır ve sadece yararsız olan yakalanır.
Ve arkadaşınıza, kendinizi olduğunuz gibi sunun. Eğer dalgalarınızın cezrini bilecekse, meddini de bilmesine izin verin.
Çünkü salt zaman öldürmek için bir arkadaş aramanızın anlamı olabilir mı? Onu, zamanı yaşatmak için arayın.
Çünkü o gereksiniminizi karşılamak içindir, boşluğunuzu doldurmak için değil.
Ve arkadaşlığın hoşluğunda, kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun. Çünkü küçük şeylerin şebneminde, yürek sabahını bulur ve tazelenir.'
Halil Cibran
AŞK
Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım. Aşktan haberdar olduğumda sözler cılız bir hıçkırığa dönüştü, yüreğimdeki şarkı derin bir sessizliğe gömüldü. Ey bana gizlerinin ve mucizelerinin varlığına inandığım Aşk 'ı soran sizler, Aşk peçesiyle beni kuşattığından beri ben size aşkın gidişini ve değerini sormaya geliyorum. Sorularımı kim yanıtlayabilir? Sorularım kendi içimdeki için; kendi kendime cevaplamak istiyorum. İçinizden kim içimdeki benliği bana ve ruhumu ruhuma açıklayabilir? Aşk adına söyleyin, yüreğimde yanan, gücümü tüketen ve isteklerimi yok eden bu ateş nedir? Ruhumu kavrayan bu yumuşak ve kaba gizli eller nedir; yüreğimi kaplayan bu acı sevinç ve tatlı keder şarabı nedir? Baktığım bu görünmeyen, merak ettiğim açıklanamayan, hissettiğim hissedilemeyen şey nedir? Hıçkırıklarımda kahkahanın yankısından daha güzel, sevinçten daha mutluluk verici bir keder var. Neden kendimi beni öldüren ve sonra şafak sökene kadar tekrar dirilten, hücremi ışığa boğan bu bilinmeyen güce veriyorum? Uyanıklık hayaletleri kurumuş gözkapaklarımın üstünde titreşiyor ve taştan yatağımın etrafında düş gölgeleri uçuşuyor. Aşk diye seslendiğimiz şey nedir? Söyleyin bana, bütün anlayışlara sızan ve çağlarda gizli olan o sır nedir? Başlangıçta olan ve herşeyle sonuçlanan bu anlayış nedir? Yaşam 'dan ve Ölüm 'den, Yaşam 'dan daha acayip, Ölüm 'den daha derin bir düş oluşturan bu uyanıklık nedir? Söyleyin bana dostlar, içinizde Yaşam 'ın parmakları ruhuna dokunduğunda Yaşam uykusundan uyanmayan biri var mı? Yüreğinin sevdiğinin çağrısıyla babasından ve annesinden vazgeçmeyecek kimse var mı? İçinizden kim ruhunun seçtiği kişiyi bulmak için uzak denizlere açılmaz, çölleri aşmaz, dağların doruğuna tırmanmaz? Hangi gencin yüreği tatlı nefesli, güzel sesi ve büyülü dokunuşlu elleriyle ruhunu kendinden geçiren kızın peşinden dünyanın sonuna gitmez? Hangi varlık dualarını bir yakarış ve bağış olarak dinleyen bir Tanrı 'nın önünde yüreğini tütsü diye yakmaz? Dün kapısından geçenlere Aşk'ın sırları ve değeri sorulan tapınağın girişinde durmuştum. Ve önümden çok zayıflamış, yüzü hüzünlü yaşlı bir adam iç çekerek geçti ve şöyle dedi: 'Aşk bize ilk insandan beri bağışlanmış bir güçsüzlüktür.' Yiğit bir genç karşılık verdi: 'Aşk bugünümüzü geçmişe ve geleceğe bağlar.' Ardından kederli yüzlü bir kadın hıçkırarak şöyle dedi: 'Aşk cehennem mağaralarında sürünen kara engereklerin ölümcül zehiridir. Zehir çiy gibi taze görünür, susuz ruhlar aceleyle içer onu; ama bir kere zehirlenince hastalanır ve yavaş yavaş ölürler.' Sonra gül yanaklı bir kız gülümseyerek dedi ki: 'Aşk Şafak 'ın kızları tarafından sunulan ve güçlü ruhlara güç katıp onları yıldızlara çıkaran bir şaraptır.' Ardından çatık kaşlı, kara giysili, sakallı bir adam geldi: 'Aşk gençlikte başlayıp biten kör cahilliktir.' Bir başkası gülümseyerek açıkladı: 'Aşk insanın tanrıları mümkün olduğunca fazla görmesini sağlayan kutsal bir bilgidir.' Sonra yolunu asasıyla bulan kör bir adam konuştu: 'Aşk ruhlardan varlığın sırlarını gizleyen kör edici bir sistir; yürek tepeler arasında sadece titreşen arzu hayaletlerini görür ve sessiz vadilerin çığlıklarının yankılarını duyar.' Çalgısını çalan genç bir adam şarkı söyledi: 'Aşk ruhun çekirdeğindeki yangından saçılan ve dünyayı aydınlatan bir ışıktır. Yaşam 'ı bir uyanışla diğeri arasındaki güzel bir düş olarak görmemizi sağlar.' Ve paçavraya dönmüş ayaklarının üzerinde sürüklenen güçsüz düşmüş çok yaşlı bir adam titrek bir sesle şunları söyledi: 'Aşk mezarın sessizliğinde bedenin dinlenmesi, Sonsuzluk 'un derinliklerinde ruhun huzura ermesidir.' Ve onun ardından gelen beş yaşındaki bir çocuk gülerek dedi ki: 'Aşk annemle babamdır, onlardan başka kimse bilmez aşkı.' Ve böylece Aşk'ı tarif eden herkes kendi umutlarını ve korkularını bıraktı önüme sır olarak. O anda tapınağın içinden gelen bir ses duydum: 'Yaşam iki yarıya ayrılmıştır: biri donar, biri yanar; yanan yarı, Aşk 'tır.' Bunun üzerine tapınağa girdim, sevinçle diz çökerek dua ettim: 'Tanrım, beni yanan alevin besleyicisi yap... Tanrım beni kutsal ateşine at...'
Halil Cibran
Beraberlik
Sonra Almitra tekrar konustu: 'Peki ya beraberlik? ' Ve o cevap verdi:
'Siz beraber dogdunuz ve hep öyle kalacaksiniz. Ölümün beyaz kanatlari, sizin günlerinizi dagittiginda da beraber olacaksiniz. Siz Tanri'nin sessiz belleginde bile beraber olacaksiniz. Fakat birlikteliginizde belli bosluklar birakin. Ve izin verin, cennetlerin rüzgarlari aranizda dans edebilsin... Birbirinizi sevin; ama sevgi bir bag olmasin, Daha ziyade, ruhlarinizin sahilleri arasinda hareket eden bir deniz gibi olsun.
Birbirlerinizin bardaklarini doldurun; ancak ayni bardaktan içmeyin... Ekmeklerinizi paylasin; ama birbirinizinkini yemeyin...
Beraberce sarki söyleyin, dans edin, cosun; fakat birbirinizin yalnizligina izin verin; Tipki bir lavtanin tellerinin ayri ayri olup, yine de ayni müzikle titresmeyi bilmeleri gibi...
Birbirinize kalbinizi verin; ama digerinin saklamasi için degil; Çünkü yalnizca Hayat'in eli, sizin kalplerinizi kavriyabilir...
Ve yanyana ayakta durun; ama çok yakin degil, Çünkü bir mabedin ayaklari arasinda mesafe olmalidir; Ve mese agaciyla, selvi agaci, birbirinin gölgesi altinda büyüyemez.'
Halil Cibran
Çocuklar
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil, Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları. Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller. Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil. Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır. Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil. Çünkü ruhlar yarındadır, Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz. Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları Kendiniz gibi olmaya zorlamayın. Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur. Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar. Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar. Okçunun önünde kıvançla eğilin Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
Halil Cibran
Diğer Yanın
En şık elbiselerin Diğer yanının tezgahında dokundu. En tatlı yemeklerin Diğer yanının sofrasında yediğin. İstirahat ettiğin en rahat divan Diğer yanının evindeki. Allah aşkına! De bana Nasıl olur da Kendini diğer yanından ayırabilirsin?
Halil Cibran
Düşünceler
Durmaksızın yürüyorum bu kıyılarda, kumla köpüğün arasında. Yükselen deniz ayak izlerimi silecek, rüzgar köpüğü önüne katacak, ama denizle kıyı daima kalacak.
Bugünün acısı, dünün hazzının anısıdır. Anımsamak bir tür buluşmadır. Unutmak ise bir tür özgürlük.
Sevgililer birbirlerinden çok aralarındakini kucaklarlar.
Arkadaşlık her zaman için tatlı bir sorumluluktur, asla bir fırsat değil.
Ancak büyük bir acı veya büyük bir sevinç senin gerçeğini açığa çıkarabilir. İşte böyle bir anda ya güneş altında çıplak danset, ya da çarmıhını taşı.
İnsanlık, sonsuzluğun dışından sonsuzluğa akan bir ışık nehridir.
Şafağa ancak gecenin yolunu izleyerek ulaşılabilir.
Gariptir ki, kimi zevklerin tutkusudur, acılarımızın bir kısmını oluşturan.
Kişinin hayal gücüyle, düşlerinin gerçeklesmesi arasındaki mesafe, yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.
Cennet orada, şu kapının ardında, hemen yandaki odada; ama ben anahtarı kaybettim. Belki de sadece koyduğum yeri unuttum.
Kuş tüyünde uyuyanların düşlerinin, toprak üzerinde uyuyanlarınkinden daha güzel olmadığı gerçeğinde, yaşamın adaletine olan inancımı yitirmem mümkün mü?
Bana kulak ver ki, sana ses verebileyim.
Karşındakinin gerçeği sana açıkladıklarında değil, açıklayamadıklarındadır. Bu yüzden onu anlamak istiyorsan, söylediklerine değil, söylemediklerine kulak ver.
Söylediklerimin yarısı beş para etmez; ama ola ki diğer yarısı sana ulaşabilir diye konuşuyorum.
Yalnızlığım, insanlar geveze hatalarımı övüp, sessiz erdemlerimi eleştirmeye başladığında doğdu.
Bir gerçek her zaman bilinmek, ama ara sıra söylenmek içindir.
İçimizdeki gerçek olan sessiz, edinilmiş olan ise gevezedir.
İçimdeki yaşamın sesi, senin içindeki yaşamın kulağına ulaşamaz. Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım.
Sözcüklerin dalgası hep üstümüzde olsa da, derinliklerimiz daima dinginliğini korur.
Yaşam kalbini okuyacak bir şarkıcı bulamazsa, aklını konusacak bir filozof yaratır.
Zihnimiz bir süngerdir, yüreğimizse bir nehir. Çoğumuzun akmak yerine, sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!
Eger kış, 'Baharı yüreğimde saklıyorum' deseydi, ona kim inanırdı?
Her tohum bir özlemdir. Öğretilerin çoğu pencere camı gibidir. Arkasındaki gerçeği görürsün, ama cam seni gerçekten ayırır.
Haydi seninle saklambaç oynayalım. Yüreğime saklanırsan eğer, seni bulmak zor olmaz. Ancak kendi kabuğunun ardına gizlenirsen, seni bulmaya çalışmak bir işe yaramaz.
Neşeli yüreklerle birlikte neşeli şarkılar söyleyen kederli bir kalp ne kadar yücedir.
Yürüyenlerle birlikte yürümeyi yeğlerim, durup yürüyenlerin geçişini seyretmek değil.
Özel ve ayrımcı olmayalım. Unutmayalım ki, şairin aklı da, akrebin kuyruğu da gururla aynı yeryüzünden yükselir.
Evim der ki, 'Beni bırakma, çünkü burada senin geçmişin yaşıyor.' Yolum der ki, ' Gel ve beni izle, çünkü ben senin geleceğinim.' Ve ben hem eve, hem de yola derim ki, 'Benim ne geçmişim, ne de geleceğim var. Eğer kalırsam, kalışımda bir ayrılış vardır; gidersem, ayrılışımda bir kalış.
Yalnızca sevgi ve ölüm her şeyi değiştirebilir.'
Daha dün, yaşam küresi içinde uyumsuzca titreşen bir kırıntı olduğumu düşünürdüm. Şimdi biliyorum ki, ben kürenin ta kendisiyim, ve uyumlu kırıntılar halinde tüm yaşam içimde devinmekte.
Adlandıramadığın nimetleri özlediğinde, ve nedenini bilmeden kederlendiğinde, işte o zaman büyüyen her şeyle beraber büyüyecek ve üst benliğine uzanacaksın.
Ağaçlar yeryüzünün gökkubbeye yazdığı şiirlerdir. Ama biz onları devirir ve boşluğumuzu kaydedebilmek için kağıda dönüştürürüz.
Güzelliğin şarkısını söylersen eğer, çölün ortasında tek başına olsan bile bir dinleyicin olacaktır.
Esin daima şarkı söyler; asla açıklamaya çalışmaz.
En büyük sarkıcı, sessizliğimizin şarkısını söyleyendir.
Eğer ağzın yemekle doluysa nasıl şarkı söyleyebilirsin? Ve eğer elin altınla yüklüyse, şükretmek için nasıl kaldırabilirsin?
Sözler zamansızdır. Onları zamansızlıklarını bilerek söylemeli ya da yazmalısın.
Şiir bir düşüncenin ifadesi değildir. O, kanayan bir yaradan veya gülümseyen bir ağızdan yükselen bir şarkıdır..
Kum ve Köpük - 1926 Halil Cibran
Eğitim
Sonra bir ögretmen, 'Bize egitimden bahset.' dedi. Ve o cevap verdi:
'Hiç kimse size, içinizdeki bilginin safaginda halen yari uykuda olandan bir zerre fazlasini açiklayamaz.
Takipçileri arasinda mabedin gölgesinde yürüyen bir ögretmen, size bilgeligini degil sadece inancini ve sevgisini verebilir.
Eger gerçek bir bilgeyse, bilgeliginin evine davet etmek yerine, sizi kendi aklinizin esigine dogru yönlendirir.
Bir astronomi bilgini, size uzayla ilgili anlayisindan bahsedebilir ama anlayisini size veremez.
Bir müzisyen her yerde var olan ritimlerle bir sarki söyleyebilir; ancak ne ritmi yakalayan kulagi, ne de onu ekolayan sesi size sunabilir.
Ve semboller ilminde usta biri, size simgesel alanlardan söz eder, ama sizi oralara tasiyamaz.
Çünkü bir kisinin sahip oldugu ilham, kanatlarini baska birine ödünç veremez.
Ve nasil herbiriniz Tanri'nin bilgisinde özgün bir yere sahipseniz, sizin de Tanri'yi kayrayisiniz ve dünyayi anlayisiniz tek basiniza ve size özel olacaktir.'
Halil Cibran
Ermiş
Kendi gününün şafağında, seçilmiş ve sevilen insan Al Mustafa, tam oniki yıl boyunca Orphales şehrinde, gemisinin geri dönüp kendisini doğduğu adaya götürmesini bekledi.
Ve onikinci yılda, hasat ayı olan Ielool'un yedinci gününde, şehir duvarlarından uzak bir tepeye tırmandı, denize doğru baktı ve gemisinin sisle beraber gelişini seyretti.
O anda kalbinin kapıları açıldı ve sevinci denize doğru uzandı. Ve gözlerini kapadı, ruhunun sessizliğinde dua etti. Tepeden inerken bir hüzün hissetti ve kalbinde şöyle düşündü: 'Nasıl huzur içinde ve üzülmeden gidebilirim? Hayır, ruhum yara almadan bu şehri terketmeliyim.. Duvarlar arasında acı dolu geçen uzun günler, yalnızlık içinde uzun geceler; kim acıdan ve yalnızlıktan pişmanlık duymadan buradan kopabilir? Bu caddelere ruhumdan o kadar çok parça saçtım ki, özlemimin o kadar çok çocuğu bu tepelerde çıplak dolaştı ki, sıkıntı ve ıstırap çekmeden onlardan kendimi ayıramam.. Bugün üstümden çıkardığım bir giysi değil, kendi ellerimle yırttığım derim, kabuğum.. Geride bıraktığım bir düşünce değil, açlık ve susuzlukla tatlandırılmış bir gönül... Yine de daha fazla oyalanamam... Herşeyi kendine çeken deniz beni de çağırıyor; yola çıkmalıyım... Çünkü kalmak, saatler geceyle yanarken, donmak, kristalleşmek ve bir kalıba dökülmek demek...
Buradaki herşeyi memnuniyetle yanıma alırdım, ama nasıl?
Bir ses, dili ve ona kanat olan dudakları taşıyamaz. Boşluğu yalnız başına aramalı... Ve kartal, tek başına, yuvasını taşımadan Güneş'e uçmalı...' Tepenin yamacına eriştiğinde tekrar denize döndü ve baş tarafında kendi yöresinden gemicileri barındıran gemisinin limana yanaştığını gördü.
Ruhundan kopan sözlerle onlara seslendi: 'Kadim annemin oğulları, med-cezir süvarileri... Ne kadar sık benim rüyalarıma yelken açtınız. Şimdi benim uyanışıma geldiniz, ki bu benim en derin rüyam olmalı...
Gitmeye hazırım ve şevkimin yelkenleri rüzgarı bekliyor.
Bu durgun havadan sadece bir nefes daha alacağım, sadece bir bakış daha geriye, sevgi dolu...
Ve sonra aranızda yerimi alacağım, gemiciler arasında bir deniz yolcusu olarak ben...
Ve sen, engin deniz, uyuyan anne, nehrin, ırmağın özgürlüğü...
Bu nehir sadece bir kıvrım daha yapacak, bu arazide bir kere daha çağıldayacak... Ve ben sana geleceğim, sınırsız okyanusa sınırsız bir damla...'
Yürürken, uzaktaki tarlalardan, bağlardan, erkeklerin ve kadınların şehir kapılarına doğru koşuştuklarını gördü. Birbirlerine geminin gelişinden bahsettiklerini ve kendi adını çağırdıklarını duydu.
Şöyle düşündü:
'Ayrılık günü, aynı zamanda toplanma günü mü olacak? Benim akşamımın aslında şafağım olduğu söylenecek mi?
Sabanını tarlanın ortasında bırakana, üzüm cenderesinin çarkını durdurana ben ne verebilirim?
Kalbim meyveyle yüklü bir ağaca dönüşse de derleyip onlara sunabilsem..
İştiyakım bir pınar gibi aksa da kaplarını doldurabilsem...
Bir yücenin elinin dokunmasını bekliyen bir harp mı, yoksa nefesinin içimden geçeceği bir flüt müyüm?
Sessizliğin arayıcısı olan ben, sessizlik içinde başkalarına güvenle dağıtabileceğim nasıl bir hazine buldum?
Eğer bugün hasat günüyse, hangi tarlalara ve hangi anımsanmayan mevsimlerde tohumları ekmiş olabilirim?
Ve eğer fenerimi yükselteceğim saat gelmişse, içinde yanan benim alevim olmayacak...
Kendimi bomboş ve karanlık hissederek fenerimi kaldıracağım...
Ve gecenin bekçisi fenerimin içine yağı koyacak; onu yakacak da...'
Bunlar kelimelere dökülenlerdi. Fakat kalbindeki pek çok şey, söylenmemiş olarak kaldı. Çünkü en derin gizemini açıklayamazdı...
Ve şehre döndüğünde, herkes onu karşılamaya geldi. Adeta tek bir ses olarak ağlıyorlardı.
Ve şehrin yaşlıları ileri çıkıp şöyle dediler:
'Henüz gitme; bizi bırakma.
Bizim alacakaranlığımıza öğle ışığı oldun; ve gençliğin, hayallerimize hayaller getirdi.
Sen aramızda bir yabancı, bir misafir değilsin. Çok sevdiğimiz oğlumuzsun...
Gözlerimiz, senin yüzününü görememenin açlığını ve acısını yaşamasın.'
Ve rahiplerle rahibeler konuşmaya başladılar:
'Denizin dalgalarının bizi ayırmasına, aramızda geçirdiğin yılların bir anı olmasına izin verme.
Aramızda bir hayalet gibi yürüdün ve gölgen, yüzümüze düşen bir ışık oldu.
Seni çok sevdik; ama sevgimiz sözlere dökülmedi ve örtülü kaldı.
Ama şimdi sana yüksek sesle haykırılıyor; sevgimiz önüne seriliyor.
Hep yaşandığı gibi, ne yazık ki sevgi kendi derinliğini, ayrılma anına kadar anlıyamıyor...'
Diğerleri de ona yalvardılar; ama o hiç cevap vermedi. Sadece başını önüne eğdi ve ona yakın duranlar, göğsüne düşen göz yaşlarını gördüler.
Sonra, kalabalıkla birlikte tapınağın önündeki meydana doğru yürüdüler.
Ve mabetten Almitra adında bir kahin kadın çıktı.
Ve o, kadına sonsuz bir şefkatle baktı; çünkü daha şehirdeki ilk gününde onu bulan ve inanan bu kadın olmuştu.
Ve kadın onu selamlıyarak konuşmaya başladı:
'Tanrının sevgili kulu, son noktayı keşfedebilmek için uzun zamandır uzakları gözlüyor, gemini bekliyorsun.
Ve şimdi gemin burada, sen de gitmelisin.
Anılarındaki ülke ve büyük dileklerinin mekanı için duyduğun hasret çok derin. Ve ne sevgimiz seni bağlıyabilir, ne de sana olan ihtiyacımız seni tutabilir.
Ancak bizden ayrılmadan önce bizimle konuşmanı ve bize gerçeği anlatmanı istiyoruz.
Ve biz onu çocuklarımıza, onlar da kendi çocuklarına aktaracaklar ve o hiç bir zaman yok olmayacak...
Yalnızlığında bizim günlerimizi gözlemledin ve uyanıklığında, bizim uykumuzun hıçkırıklarını ve kahkahalarını dinledin.
Şimdi bizi bize aç ve doğumla ölüm arasında yer alanlardan sana aşikar olanları bize de anlat.'
Ve o cevap verdi:
'Orphales halkı, tam şu anda ruhlarınızda devinmede olandan öte, size neden bahsedebilirim? '
.................................................
Halil Cibran
Evlilik
Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız, Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız, Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız, Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun, Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda, Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun sevgi Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın, Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, Hep yanyana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez....
Halil Cibran
Ey Kavmim
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvin. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını, Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı'ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldenizi açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa'yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdalena'yı 'fahişe' diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın. Zebur'u, Tevrat'ı, İncil'i, Kuran'ı bilirsin. Hazreti Davud için üzülür ama Golyat'ı tutarsın.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvin. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın. Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın. Örümcek olsan Hazreti Muhammed'in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin. Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin. Hazreti Hüseyin'in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın. Muaviye'ye kızar ama ayaklanmazsın. Hazreti Ömer'i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Ölülerine dönüp de bakmazsın. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvin. Ama arkana baktığın için taş kesileceksin. Ve sen kendine bile ağlamayacaksın. Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin. Musa önünde Kızıldeniz'i açsa o denizden geçemezsin. Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Halil Cibran
Haz
Sehri yilda bir ziyaret eden bir münzevi söyle dedi: 'Bize hazdan bahset.'
O, konusmaya basladi:
'Haz bir özgürlük sarkisidir, Ama özgürlük degil...
Haz, arzularin tomurcugudur, Ama meyvesi degil...
Yükselisi çagiran bir derinliktir, Ama ne derin, ne de yüksek olandir...
Bu sarkiyi tüm kalbinizle söyleyin, Ama sarkida kalbinizi yitirmeden...
Gençligin büyük bölümü hazzi arar, sanki haz hersey gibi; ama yargilanir ve azarlanirlar.
Ben onlari ne yargilar, ne azarlarim. Birakin arasinlar... Çünkü onlar arayislarindayalnizca hazzi bulmayacaklar. Hazzin yedi kizkardesi vardir ve en küçükleri bile hazdan daha muhtesemdir.
Bitki kökleri için topragi kazarken hazine bulan adamin hikayesini duymadiniz mi?
Aranizda daha olgun olan bazilari geçmiste yasadiklari hazlari, sarhosken islenen yanlislar misali, pismanlikla hatirlar. Fakat pismanlik aklin bulutlandirilmasidir, uslandirilmasi degil.
Onlar hazlarini minnetle anmalidirlar, bir yazin sonundaki hasat gibi.
Yine de onlari unutmak rahatlatiyorsa, birakin rahat kalsinlar.
Arayanlar kadar genç, hatirlayanlar kadar yasli olmayanlar ise, ruhun gereklerini ihmal etmek veya kabahat islemek korkusuyla hazdan sakinirlar.
Fakat onlari da yönlendiren hazdir; bitki kökleri için topragi titreyen ellerle kazsalar bile onlar da hazineyi bulurlar.
Söyleyin bana, onlar kim ki ruhu gücendirsinler? Bülbül gecenin sessizligini veya ates böcegi yildizlari gücendirebilir mi?
Ve sizin atesiniz veya dumaniniz rüzgara yük olur mu?
Nasil olur da ruhu, bir çomakla karistirabileceginiz sakin bir havuz gibi algilayabilirsiniz?
Farkedeceksiniz ki, size bu sevinci veren, daha önce üzülmenize neden olmustu.
Üzgün oldugunuzde, tekrar kalbinize dönün. Göreceksiniz ki, daha önce sevinciniz olan bir sey için agliyorsunuz.
Bazilariniz, 'Haz, istiraptan daha anlamlidir' der; digerleri ise, 'Hayir, istirap daha anlamlidir'.
Bense, ikisi birbirinden ayrilamaz, diyorum.
Onlar beraber gelirler. Ve siz, bir tanesiyle masanizda otururken, unutmayin ki, digeri de yataginizda uyuyordur.
Gerçekte siz, hazzinizla istirabiniz arasinda bir terazi konumundasiniz. Sadece bos oldugunuzda, hareketsiz ve dengede kalabilirsiniz.
Bir hazine avcisi, altin ve gümüsünü tartmak için sizi kullandiginda, haz ve istirap kefeleriniz, ister istemez, yükselip alçalacaktir.'
Halil Cibran
İyilik ve Kötülük
Ve şehrin yaşlılarından biri, 'Bize iyilik ve kötülükten bahset.' dedi.
Ve o cevap verdi:
'Yalnızca içinizdeki iyilikten bahsedebilirim, kötülükten değil. Çünkü kötülük, kendi açlık ve susuzluğu içinde azap çeken iyilikten başka ne olabilir ki?
Gerçekten de iyilik, acıktığında en karanlık mağaralarda bile yiyecek arar ve susadığında kirli, durgun sulardan bile içer.
Siz, kendinizle bir olduğunuzda iyisiniz; bununla birlikte, kendinizle bir olmadığınızda, kötü değilsiniz.
Çünkü parçalanmış bir aile eşkiyaların ini değildir; sadece parçalanmış bir ailedir.
Ve dümensiz bir gemi, tehlikeli adalar arasında amaçsızca dolaşır durur, ama dibe batmaz.
Siz, kendinizden bir şeyler vermeye çabaladığınızda iyisiniz; Kendiniz için bir kazanç sağlamaya çalıştığınızda ise, kötü değilsiniz.
Çünkü, bir şey kazanmak için uğraştığınızda, toprağa tutunan ve onun göğsünde beslenen bir kök gibisiniz.
Doğaldır ki, meyve köke 'Benim gibi, olgun, dolgun ve bol bol veren ol..' demez. Çünkü, almak nasıl kök için bir ihtiyaçsa, meyve için de vermek bir gereksinimdir.
Konuşurken tamamen uyanıksanız, iyisiniz. Ama, diliniz anlamsızca kekelerken uyukluyorsanız, kötü değilsiniz; Ve sürçen bir konuşma bile, zayıf bir dili güçlendirebilir.
Amacınıza doğru sağlam ve cesur adımlarla ilerlediğinizde iyisiniz; Fakat oraya topallıyarak gittiğinizde de, kötü değilsiniz. Çünkü topallayanlarınız bile geri gitmez.
Fakat güçlü ve hızlı olanlarınız, incelik gösterin ve topal birinin yanında asla topalllamayın.
Siz, sayısız konuda iyisiniz ve iyi olmadığınızda ise, kötü değilsiniz. Sadece oyalanıyor ve tembellik ediyorsunuz.
Ne yazık ki, geyikler kaplumbağalara çevikliği öğretemiyor.
İyiliğinizin, üstün beninize duyduğunuz özlemde saklı ve bu özlem herbirinizde mevcut.
Ancak bazılarınızda bu özlem, yamaçların gizemini ve ormanın ezgilerini taşıyarak, büyük bir güçle denize doğru akan bir sel gibidir.
Ve diğerlerinde ise, dönemeçlerle ve kavislerle yolunu kaybeden, kıyıya ulaşmadan önce oyalanıp duran durgun bir ırmağa benzer.
Yine de özlemi fazla olanın, az olana 'Neden bu kadar yavaşsın, neden duraklıyorsun? ' demesine izin vermeyin.
Çünkü gerçekten iyi olan, ne çıplak birine, `Neden elbisen yok? ' diye sorar, ne de evsiz olana 'Evine ne oldu? ' der.'
Ermiş - 1923 Halil Cibran
Kalbimin Derinlerinden
Kalbimin derinlerinden bir kuş uyandı ve uçtu gökyüzüne doğru. Yükseldikçe, daha ve daha, büyümeye başladı daha da.
Önce bir kırlangıç gibiydi, sonra tarla kuşu ve kartal, sonra bir bahar bulutu misali genleşti en sonunda tüm yıldızlı gökleri kapsadı.
Kalbimin derinlerinden bir kuş uyandı, uçtukça büyüdü, çoğaldı, oysa yüreğimi hiç terketmemişti...
Halil Cibran
Kendini Biliş Ve bir adam söyle dedi: 'Bize kendini bilişten bahset.'
Ve o cevap verdi:
'Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sirrini sessizce bilir. Ancak kulaklariniz, kalbinizin bilgisini isitmek için deli olur.
Ruhunuzun sakli kaynagi yükselmeli ve çagildayarak denize dogru kosmali; Ve o zaman, sonsuz derinliginizin hazineleri gözlerinizin önüne serilecektir.
Ancak bilinmeyen hazinenizi tartmak için tarti aramayin; Ve bilginizin derinligini degnekle veya iskandil ipiyle ölçmeye kalkmayin.
Çünkü kisi, ölçüsüz ve sinirsiz bir deniz gibidir. 'Tek dogruyu buldum' degil, 'Bir dogruyu buldum' deyin.
'Ruha giden yolu buldum' degil, 'Kendi yolumda yürürken ruhu buldum' deyin.
Çünkü ruh, her yolda yürür. Ruh ne bir çizgi üzerinde yürür; ne de bir kamis gibi dümdüz büyür. Ruh, sayisiz taç yapraklari olan bir lotus çiçegi gibi açilir.'
Halil Cibran
Kırık Kanatlar
Yirmi yaşımdayken annem bana şöyle demişti:
- Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım. - Eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim, dedim. - Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum, dedi. - Evet ama, dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben, diye karşılık verdim. - Dünyaya gelmeseydin cenette bir melek olarak kalacaktın, dedi. - Ama ben hâlâ bir meleğim, diye cevaplardım.
Gülümsedi ve dediki ' Kanatların nerede peki? ' Elini tutup omzuma koydum ve ' Burada ', dedim. ' Kırılmışlar ', dedi.
Bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. Ama 'kırılmışlar' sözü içimde yankılanmaya devam etti...
* * *
Bana mutluluktan söz etme; anısı beni mutsuz ediyor. Bana huzurdan söz etme; gölgesi beni korkutuyor; ama ban bana, sana, Cennet' in kalbimin külleri içinde yaktığı mübarek feneri göstereceğim; seni bir annenin yegane bir çocuğunu sevdiği gibi sevdiğimi biliyorsun. Aşk seni kendimden dahi korumayı öğretti bana. Beni, seninle birlikte uzak diyarlara gitmekten alıkoyan şey, ateşle temizlenmiş o aşktır. Aşk, senin özgürce ve erdemli bir şekilde yaşamana imkan vermek için içimdeki arzuyu öldürüyor. Sınırlı aşk, sevdiğini sahiplenmek, sınırsız aşk ise sadece kendini ister. Gençliğin saflığı ve uyanışı arasına düşen aşk kendini sahiplenme ile tatmin eder ve sarılmalarla büyür. Ama gökkubbenin kucağında doğan ve gecenin sırlarıyla inen aşk, edebiyat ve ölümsüzlükten başka hiçbir şeyle huzurlu olamaz; İlahi varlık dışında hiçbir şeyin önünde hürmetle eğilemez.
Halil Cibran
Konuşma Ve bir öğrenci, 'Bize konuşmadan bahset' dedi.
Ve o cevap verdi:
'Siz konuştuğunuzda, düşüncelerinizle barış içinde olmayı terkedersiniz;
Ve kalbinizin ıssızlığında daha fazla kalamadığınızda, dudaklarınızla yaşamaya başlarsınız.
Ses sizin için bir eğlence, bir zaman geçirme aracı olur.
Ve konuşmalarınızın çoğunda, düşünce yarı yarıya katledilir; Çünkü düşünce, boşlukta uçan bir kuş gibidir; kelimelerin kafesinde kanatlarını açabilir ama uçamaz.
Aranızda bazıları, yalnızlığın korkusuyla konuşkan birini ararlar; Çünkü, tek başına olmanın sessizliği, gerçek ve çıplak kendilerinigözleri önüne serer, ki onlar bundan kaçarlar.
Ve konuşmayı seven bazılarınız vardır ki, bilgisizce ve önceden düşünmeden, kendilerinin bile anlamadığı bir gerçeği ifşa edebilirler.
Ancak bazılarınız ise içlerinde gerçeği taşır, ama onu kelimelerle dile getirmezler.
Böylelerinin sinelerinde ruh, ritmik bir sessizlik içinde dinlenir.
Bir arkadaşınızla karşılaştığınızda, ruhunuzun dudaklarınıza doğru hareket etmesini ve dilinizi yönetmesini sağlayın.
Sesinizin içindeki sesin, onun kulağının içindeki kulağa seslenmesine izin verin; Çünkü onun ruhu, sizin kalbinizin gerçeğini saklıyacaktır;
Sonra bir avukat, 'Bize kurallardan bahset...' dedi.
Ve o cevap verdi:
'Siz kurallar koymayi çok seversiniz, Ama kurallari bozmayi daha çok seversiniz.
Tipki okyanus kiyisinda sabirla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onlari deviren çocuklar gibi.
Ancak siz kumdan kulelerinizi yaratirken, okyanus kiyiya kum tasimaya devam eder.
Ve siz onlari yerle bir ederken, okyanus da sizinle birlikte güler.
Gerçekten de okyanus, daima masum olanla beraber güler.
Fakat yasami bir okyanus ve insanlarin koydugu kurallari kumdan kuleler olarak görmeyen kisiler için ne diyebiliriz?
Onlar için yasam bir kaya, ve kanun bu kayayi kendi isteklerine göre oyup sekillendirmek için kullanacaklari bir keski gibidir.
Danscilardan nefret eden yeteneksiz biri için ne diyebiliriz?
Veya boyundurugundan hosnut olup, ormanindaki geyigi basibos bir serseri olarak yargilayan bir öküz için?
Peki, derisini dökemedigi için, digerlerini çiplak ve ahlaksiz olarak niteleyen yasli bir sürüngene ne demeli?
Veya bir dügün sölenine erkenden gelen, iyice karnini doyurduktan ve yorulduktan sonra, yemekleri ve eglenceyi kötüleyen biri için?
Bunlar hakkinda söyleyebilecegim tek sey, hepsinin günes isigi altinda olduklari halde, Günes'e sirtlarini dönmüs olduklaridir.
Onlar salt kendi gölgelerini görebilirler ve bu gölgeler, onlarin kanunlari olur.
Ve onlar için Günes, bir gölge yaraticisindan baska ne olabilir ki?
Ve onlar için kurallara uymak, baslarini yere egip, toprak üzerindeki gölgelerini izlemekten baska bir sey degildir.
Ancak yüzünü Günes'e çevirmis olanlarinizi, toprak üzerine çizilmis imajlar durdurabilir mi?
Eger rüzgarla yolculuk ediyorsaniz, hangi rüzgar gülü yönünüzü çizebilir?
Eger boyundurugunuzu kirarsaniz, ama baska birinin hücresinin kapisinda degil, hangi kanun sizi sinirlayabilir?
Ve eger dansederseniz, ama baska birinin zincirlerine takilip sendelemeden, hangi kanun sizi korkutabilir?
Orphalese halki, davulun sesini bogabilir, bir lirin tellerini gevsetebilirsiniz, ama bir tarla kusuna sarki söylememesi içinkim emir verebilir ki? '
Halil Cibran
Ozan
Bir bağ, Bu dünya ile sonraki arasında; Susayanlar için, bir tatlı su havuzu; Bir dikili ağaç Güzellik ırmağının kıyısında dileyen aç kalplere olgun meyveler sunan
Umutla şakıyan bir kuş Konuşmanın dallarında Bedenleri duyarlılıkla dolduran ezgilerek söyleyerek Yükselip Cennetleri dolduran Bir beyaz bulut gökyüzünde Ve sonra cömertlik saçan Hayat'ın kırlarındaki çiçeklere
bir melek
Tanrılar'ın gönderdiği insanlara tanrıların yollarını öğretsin diye
Asrarte'nin yağla doldurduğu Karanlığa yenilmemiş Işıması gizlenmemiş bir ışık apollo'dan saçılan
Tek başına Basitliği giyinmiş Ve duyarlılıkla beslenmiş Doğa'nın koynuna oturmuş, yaratmayı öğrenirken Ve ruhun inişini beklerken Gecenin sessizliğine uyanmış. Duygu bahçesine gönlünün tohumlarını ekmiş bir çiftçi İnsanlar götürür ürününü toplanacağı ambara
Ozan'dır o insanların o yaşarken kulak vermedikleri Ve ayrılınca dünyadan, kendi cennetine gideceğini bildikleri
İnsanların küçük bir gülüşü bile sakındığı şeyleri arayan O'dur; Onun nefesleri yükselip, güzelliğin canlı hayaliyle gökkubbeyi doldurur. Oysa insanlar, ondan yiyeceği ve sığınağı sakınır.
Ne zamana kadar, ey insan, Ey varlık, ne zamana kadar Onur evleri kuracaksın onlara Kanla yoğrulmuş topraktan Ve sana barış ve rahatlık sunanlardan kaçınacaksın? Ne zamana kadar öldürmeyi öveceksin Ve baskı boyunduruğu altında boyun eğenleri? Ve unutacak mısın, günlerin görkemini görmen için Karanlığa ışık saçanları? Onlar ki sırlar içinde yaşarlar Senin erişemeyeceğin o mutluluk ve keyfiyle
Ve siz ey ozanlar Bu hayatın hayatları: Fethettiğiniz yılları İnsanların zalimliğine karşın Ve bir defne dalı kazandınız Aldatmanız dikenlerinden Siz, gönüllerin üstünde bağımsızsınız Ve sonsuz olacak sizin krallığınız
Halil Cibran
Sen Ve Ben Dostum, Sen ve ben Hayata hep yaban kalacağız. Birimiz diğerine Ve her birimiz kendisine. Senin konuşacağın Ve benim seni dinleyeceğim güne değin. Sesini sesim sanarak. Ve karşında durduğum güne değin. Bir aynanın karşısında duruyormuşcasına.
Halil Cibran
Sevgi Bunun üzerine Almitra, 'Bize sevgiden bahset...' dedi.
Ve o başını kaldırdı, insanlara baktı. Üzerlerine sinen derin dinginliği duyumsadı.
Ve yüksek bir sesle konuşmaya basladı:
'Sevgi çizi çağırınca, onu takip edin, Yolları sarp ve dik olsa da...
Ve kanatları açıldığında, bırakın kendinizi, Telekleri arasında saklı kılıç, sizi yaralasa da...
Ve sizinle konuştuğunda, ona inanın, Kuzey rüzgarının bir bahçeyi harap edişi gibi, Sesi tüm hayallerinizi darmadağın etse de...
Çünkü sevgi sizi yücelttiği gibi, çarmıha da gerer. Sizi büyüttüğü ölçüde, budayabilir de...
En yükseklere uzanıp, Güneş'le titresen en hassas dallarınızı okşasa da, Köklerinize de inecek, ve onları sarsacaktır, Toprağa tutunmaya çalıştıklarında...
Mısır biçen dişliler gibi sizi kendine çeker; Çıplak bırakana kadar döver, harmanlar; Kabuklarınızı, çöplerinizi ayıklar, eler...
Bembeyaz olana kadar öğütür sizi; Esnekleşene kadar yoğurur; Ve Tanrı'nın İlahi sofrasına ekmek olasınız diye, Sizi kendi kutsal ateşine savurur...
Sevgi bütün bunları, Kalbinizin sırlarını bulasınız diye yapar, Ve bu biliş, Hayat'ın kalbinin bir cüzünü yaratır...
Ancak korkunun kıskacında, Salt sevginin huzurunu ve hazzını ararsanız, O zaman örtün çıplaklığınızı, Ve sevginin harman yerine adim atin...
Adim atin, kahkahaların tümünün olmadığı, Sadece gülebileceğiniz mevsimsiz dünyaya, Ve ağlayın, ama tüm gözyaşlarınızla değil...
Sevgi hiçbir şey sunmaz, sadece kendisini, Hiçbir şey kabul etmez, kendinde olandan gayri...
Sevgi sahip çıkmaz, sahiplenilmez de; Çünkü sevgi, sevgi için yeterlidir, tümüyle...
Ve sanmayın yön verebilirsiniz sevginin akışına, Çünkü sevgi, yolunu kendi çizer, sizi değer bulduğunda...
Sevgi bir şey istemez, tamamlanmaktan başka...
Fakat seviyorsanız ve ihtiyaçların arzuları varsa, Bırakın bunlar sizin de arzularınız olsun...
Erimek ve akmak, geceye şarkılar sunan bir dere misali, Şefkatin fazlasının verdiği acıyı bilip, Kendi sevgi anlayışınla yaralanmak, Ve kanamak, yine de istekle ve coşkuyla...
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak, Ve bir sevgi gününe daha, teşekkürle uzanmak...
Sessizce çekilmek öğle vakti, sevginin vecdini duymak, Akşamın çöküşüyle de, eve huzurla dönmek...
Ve uyumak, kalbinde sevgiliye bir dua, Ve dudaklarında bir şükür şarkısıyla...'
Halil Cibran
Vermek
Sonra, varlıklı bir adam konuştu: 'Bize vermekten bahset.'
Ve o cevap verdi:
'Sahip olduklarınızdan verdiğinizde, çok az şey vermiş olursunuz;
Gerçek veriş, kendinizden vermektir.
Çünkü sahip olduklarınız, yarin ihtiyacınız olabilir diye saklayıp koruduğunuz şeylerden ibaret değil mi?
Ve yarin, kutsal şehre giden hacıları takip ederken, kemiklerini, iz bırakmayan kumlara gömen fazla uyanık bir köpeğe ne getirebilir?
Ve ihtiyaç korkusu da, ihtiyaçtan başka bir şey değil midir?
Kuyunuz tamamen doluyken susuzluktan korkmak, tatmin olamayan bir susuzluk göstermez mi?
Çok fazla şeye sahip olup, çok az verenler, bunu gösteriş isteyen gizli arzuları için yaparlar, ki bu da armağanlarını yararsız kılar.
Ve bazıları vardır ki, çok az şeye sahiptirler ve hepsini verirler. Bunlar hayata ve hayatin definesine inananlardır, ve kasaları hiç bos kalmaz.
Bazıları sevinçle verirler, bu sevinç onların ödülüdür.
Bazıları ise ıstırap içinde verirler ve bu acı onların vaftizidir.
Ve bazıları vardır ki, ne vermenin acısını hissederler, ne sevinç ararlar, ne de bir erdemlilik düşüncesi taşırlar;
Onlar, su vadideki mersin ağacının kokusunu salışı gibi verirler.
Böyle kişilerin ellerinde Tanrı dile gelir ve onların gözlerinden Tanrı, dünyaya gülümser.
İstendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlıdır.
Ve cömert olan için, verecek kimseyi aramak, veriş olayından daha fazla sevinç getirir.
Vermekten alıkoyacağınız herhangi bir şey olabilir mi?
Sahip olduğunuz her şey bir gün verilecektir.
Öyleyse simdi verin ve vermenin hazzını mirasçılarınız değil siz yasayın..
Çoğunlukla söyle dersiniz: 'Vereceğim, ama hak edeni bulabilirsem.'
Ne koruluktaki meyve ağaçları böyle düşünür, ne de çayırdaki sürüler.
Onlar, saklandığında çürüyecek olanı, yasayabilsin diye verirler.
Herhalde kendisine günler ve geceler verilmesini hak eden bir kişi, sizden gelebilecek şeyleri de hak eder.
Ve hayat okyanusundan içmeye hak kazanmış bir insan, sizin küçük ırmağınızdan da bir bardak su alabilir.
Faydasından öte, kabul etmenin gerektirdiği cesaretten ve güvenden daha büyük bir değer var midir?
Ve siz kim oluyorsunuz da, onların göğüslerini yırtarak gururlarını korunmasızca ortaya seriyor, sonra da onların değerlerini örtüsüz ve gururlarını utanmasız olarak değerlendiriyorsunuz?
Önce kendinizi vermeye hak kazanmış ve verme olayında bir aracı olarak görün.
Çünkü gerçekte her şeyi veren hayattır ve siz kendinizi bir verici olarak belirlediğinizde, sadece bir tanık olduğunuzu unutuyorsunuz.
Ve siz alıcılar, ki hepiniz bu gruba dahilsiniz, ne kendinize ne de size verene bir boyunduruk yüklememek için, hiç bir minnet hissi taşımayın.
Bunun yerine, armağanları kanat yaparak, verenle beraber yükselin;
Çünkü borcunuzu gereğinden fazla abartmak, annesi özgür yürekli dünya, babası evren olan cömertlik olgusundan şüphe etmek demektir...'
Halil Cibran
Yedi Beyaz Güverci
Yedi asır önce Derin bir vadiden Yedi beyaz güvercin havalanır Ve karlarla kaplı Yüce bir dağın doruğuna doğru kanat çırparlar. Kuşları temaşa eden yedi adamdan biri 'Ben yedinci güvercinin kanadında Siyah bir nokta görüyorum.' Der. Bugün O vadide yaşayan insanlar Evvel zaman içinde Karlarla kaplı Bir dağın doruğuna doğru havalanan Yedi siyah güvercini Anlatıp dururlar.
Halil Cibran
Yenilgi
Yenilgi, yenilgim, yalnızlığım ve kimsesizliğim. Binlerce yengiden de bana değerli olan sen! Dünyadaki tüm parlak başarılardan sensin yüreğime yakın olanı!
Yenilgi, yenilgim, baskaldırım ve de benim kendimle tanışmam. Sayendedir ki, hala ben ayağı yere basan ve solmuş defneler peşinde koşmayan biri olduğumun bilincindeyim; ve sende, yalnızlığımı buldum ve de herkesten uzak, ve de gururlu olmayı.
Yenilgi, yenilgim, benim parlak kılıcım ve de kalkanım. Gözlerinde okudum tahtı arayanın kendi kendisinin kuluna dönüştüğünü. Ve, bir kimsenin derinliklerindeki esasını anlayabilmemiz için onun gücünü söndürmemiz gerektiğini. Ve ancak böylesine olgunlaştıktan sonradır ki, bir meyvenin tadına varılabildiğini.
Yenilgi, yenilgim, benim sözünü sakınmaz yol arkadaşım şarkımı, bağrışmalarımı, sessizliklerimi hep duyacaksın. Ve senden baska hiçkimse bana söz etmeyecek kanat çırpınmalarından ve deniz kabarmalarından ve de geceleri yanan dağlardan. Ve sen, tek başına ruhumun sarp ve kayalık yollarından tırmanacaksın.
Yenilgi, yenilgim, benim ölmez cesaretim sen ve ben fırtınada birlikte güleceğiz; ve biz ikimiz, derin mezarlar kazacağız içimizde ölmekte olanlara; ve tutunacağız, tüm gücümüzle, güneşin karşısında; ve de tehlikeli olacağız.
'Deli-' 1918 Halil Cibran
Zaman
Ve bir astronomi bilgini, 'Bize zamandan bahset' dedi. Ve o cevap verdi:
'Ölçüsüz ve ölçülemeyen zamani ölçebileceksiniz. Davranislarinizi ayarlayacak, ve hatta ruhunuzun rotasini, saatlere ve mevsimlere göre yönlendirebileceksiniz. Zamani, kiyisinda oturup, akisini izleyeceginiz bir nehir haline döndüreceksiniz. Içinizde zamana bagli olmadan varolan öz, yasamin zamandan bagimsizliginin zaten farkindadir; Ve bilir ki, dün bugünün anisi, yarin ise bugünün rüyasidir. Ve yine bilir ki, içinizde sarki söyleyen veya düsünen özünüz, hala yildizlari uzaya dagitan o ilk an'in içinde devinmektedir. Aranizda, özündeki sevme gücünün sinirsizligini hissetmeyen var midir acaba? Yine de bu hudutsuzluguyla ayni sevginin, bir sevgi düsüncesinden digerine, bir sevgi davranisindan bir baskasina, kendi varliginin tam orta yerinde simsiki ve hareket etmeden durdugunu kim hissetmez? Ve zaman da, tipki sevgi gibi bölünemez ve ölçülemez degil midir? Yine de eger düsüncenizde zamani mevsimlerle ölçmek isterseniz, her mevsimin digerlerini içermesine izin verin. Ve birakin bugününüz, geçmisi anilarla, gelecegi ise özlemle kucaklasin.'
'Şerefle bitirilmesi gereken en asil görev hayattır. Bir lokma ekmek için şerefini çiğnetmeye, Bir anlık eğlence için servetini tüketmeye, Bir zamanlık mevkii için el ayak öpmeye, İnsanları ezip geçmeye, Günlük menfaatler için 0nurunu terk etmeye, Bir kısım insanlara kızıp, tüm insanlara düşman olmaya değmez bu hayat....'
Eğer bir adam, marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa, O değersiz bir yaratıktır. Kendisine yalnızca bir omurilik yeterli olabileceği halde her nasılsa, yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. CEHALET ve SAVAŞ uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir. Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nasıl da nefret ediyorum. Ve savaşı öylesine tiksinti verici aşağılayıcı buluyorum ki, böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi parçalayıp yok ederim daha iyi… Benim anlayışıma göre, sıradan bir cinayet savaşta adam öldürmekten daha kötü değildir. Albert EINSTEIN
...Satılmışlığın, kahbeliğin, riyakarlığın, adiliğin ve her çeşit yabancılaşmanın karışımı olan karanlık denizin ortasında, güneşi batmayan bir Ada Ben ne şuralıyım ne buralı Adalıyım Adalı Adam ormanlıktır Dostluk, yoldaşlık, mertlik ormanı Bütün Adamı kaplar Erdemin güneşi yirmidört saat aydınlatır Adamı Biz Ada sakinleri bilmeyiz karanlığı...' Mahir Çayan
“...Onların bugün büyük görünen güçleri ve imkanları bizlere vız gelir. Onlar bir avuç biz ise milyonlarız….kaybedeceğimiz hiçbirşey yoktur ama kazanacağımız koca bir dünya vardır...' Mahir Çayan
'İnsanların varlığını belirleyen şey, onların bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.' Karl Marx
Diyalektik: Çeşitli olasılıkları göz önünde tutarak yöntemli düşünme sanatı. Doğrulara ulaşma yolunda tartışmayı temel alan usullerin tümü. Karşıtların karşılıklı edimiyle ve sonunda onların belli bir çözüme ulaşmasıyla belirgin evrensel ve düşünsel oluşum.
Eski Yunanistan'da diyalektik düşünme ve tartışma sanatı anlamına geliyordu. Diyalektik sözcüğü Hegel ve Marx felsefelerinin gelişiminden sonra oldukça yeni ve değişik bir kavramı karşılar oldu, sık sık kullanılır oldu. Hegel'e kadar uzanan düşünce çizgisi boyunca diyalektik herşeyden önce bir mantık sanatıydı. Buna göre diyalektik, tartışmasız ya da inandırıcı söz sanatına karşıt olarak TARTIŞMALI SÖZ SANATINA karşılıktır.
DİYALEKTİKTE GÖSTERME VE ÇÜRÜTME SANATLARI YAN YANADIR YA DA İÇ İÇEDİR. Bu da her şeyden önce karşımızdaki kişinin sözlerinde sakat ya da zayıf yanları bulup çıkarma dikkatini ve ustalığını gerektirir.
Eski Yunanistan'da felsefenin hızla kurulup geliştiği dönemde yani Platon öncesinde dört ayrı felsefi bakış ortaya çıkmıştı:
İonia'lı filozoflar varlığın temelini oluşturan ana maddeyi ya da ilkeyi arıyorlardı. Elea'lı usçular akıp giden şeylerin dünyasını yani duyulur dünyayı aşan değişmez bir temelin araştırıcılarıydılar. Değişmezi getirerek devinimi tehlikeye düşüren usçuluğu duyulur dünyadaki akışı öne alan duyumcu bakış açısıyla bağdaştırma çabası içinde atomcular varsaydıkları değişmez küçük parçaların arasına boşluklar koyarak devinimi güvence altına aldılar. Sofistler bütün bu çözümler karşısında kısa yoldan güvensizliklerini bildirip değişmez doğruları aramanın boş olduğunu öne sürdüler. Bir beşinci çözüm her şeyi sayılara bağlayan Pythagoras'çıların çözümüydü. Usçu filozof Elea'lı Zenon, usçu Parmenides'in değişmez tek varlık kavrayışından çıkardığı savları sağlamlaştırmak için kanıtlar öne sürerek diyalektiğin kurucusu oldu. Zenon'un eleştirisi özellikle şeylerin çokluğunu benimseyen Pythagoras'çılara yönelmişti ve mantık oyunlarına dayanarak saçmayla çürütme yöntemini kullanan bir eleştiriydi.
Diyalektik düşünce karşıtları gözönünde tutan tartışmacı düşünce biçimi olarak, Zenon'unkinden daha verimli bir biçimde, İonia'lı Herakleitos'da ortaya çıkar.
Herakleitos tartışmalı karşıtlığı evrenin en temel özelliği, değişmez özelliği olarak beliriyor, karşıtlığın değişmezliğini göstermeye çalışıyordu. 'Varız ve yokuz' diyen Herakleitos'a göre evrende sürekli bir savaş ya da bir karşıtlar çekişmesi vardır, evreni ayakta tutan da bu çekişmedir. Onun 'Her şey kavgayla yaratılmıştır' görüşü sonsuz karmaşayı bildiren bir görüş değil uyumu açıklayan bir görüştür. Herakleitos'da diyalektik bir biçimde uyumsuzluk uyumla dengeleniyordu. 'Uyum karşıtlarla doğar' ya da 'Karşıtlar birbirleriyle uyuşurlar'. Böylece daha o zamanlar doğal diyalektikle mantıksal diyalektik apayrı görünümler ortaya koyuyordu.
Bir tartışma, bir gösterme ve çürütme sanatı olarak kurulan diyalektik, mantığı çıkar uğruna kullanan sofistlerde ve Sokrates'çi okullarda bir inandırma sanatı olup çıktı.
Sofistler Yunanistan'da siyasete atılmak isteyen zengin çocuklarının tüccarlaşmış öğretmenleriydiler. Her konudan anlamakla belirgin filozofluklarının temelinde 'mutlak doğru yoktur' ilkesi yatıyordu.
Ünlü sofist Protagoras 'İNSAN HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜDÜR' derken, bireye doğru görünen doğrudur, doğrunun başka ölçütü olamaz demek istiyordu. Bu da işine geldiği gibi konuşma ilkesini getiriyordu zorunlu olarak. Sofistler felsefeye karşı filozofluklarıyla diyalektiği doğruya ulaşma yolunda tartışma sanatı değil de ne yapıp yapıp haklı görünme sanatı durumuna getirdiler.
Bundan sonra felsefe tarihi boyunca sofist sözü hep olumsuz anlamında kullanıldı. Paul Foulquié şöyle der: 'Sofist, amaçlarına ulaşmak için, ancak görünüşte değer taşıyan ve sofistlik denilen aldatıcı kanıtlara dizgeli bir biçimde başvuran bir kişidir. Buna göre sofistlik doğruya ilgisiz kalan, kullananın çıkarlarına hizmet eden, savı da karşı savı da kanıtlamaya hazır olan bir diyalektiktir.”
Sofistler arasında sayılsa da diyalektiği olumlu yönde kullanan Sokrates tartışmada her şeyden önce kavram açıklamasına önem veriyor, tanıtlamalara yöneliyor, tanımlamalara yükselmeye çalışıyordu. Bütün bunlar için karşısındakinin düşüncesini zorluyordu. Sokrates’in amacı göstermek değil buldurmaktı ya da doğurtmaktı. Böylece Sokrates doğrunun araştırılmasında en genel biçimiyle tümevarım yöntemini kullanıyordu.
Sokrates’in izinden yürümeye özen göstermiş olan Platon için diyalektik: bütün bir düşünce yöntemine karşılıktı. Platon’da diyalektiğin iki ayrı yüzü vardı: birincisi Sokrates’çi tartışma, ikincisi gizemci ve çileci temele dayalı metafizik yükseliş. Konunun metafizik yanına gelince, bu da tümüyle İdea’lar öğretisi ile ilgilidir. Platon DUYULUR DÜNYAYLA - DÜŞÜNÜLÜR DÜNYAYI KESİN OLARAK BİRBİRİNDEN AYIRIYOR, DÜŞÜNÜLÜR DÜNYAYI DEĞİŞMEZ OLAN ASIL GERÇEKLERİN, İDEA’LARIN ALANI OLARAK BELİRLERKEN, duyulur dünyayı değişen şeylerle ilgili gölgeler dünyası olarak görüyordu. Ruhgöçüne inanan Platon için bilgi düşünülür dünyada elde ediliyor, bu dünyada ya da duyulur dünyada anımsama yoluyla yeniden ortaya çıkarılıyordu. BUNA GÖRE BİLMEK ANIMSAMAK ANLAMINA GELİYORDU.
Diyalektik, Platon’da zihni İdea’lara yöneltme ya da yükseltme yöntemini belirler.
Aristoteles’de diyalektik özenle ikiye ayrılmış olan tüm bilgi alanının ikinci bölümünü karşılar. Aristoteles’çi Diyalektik: olası öncüllerden yola çıkarak ortaya konulan usavurmalarla ilgilidir. Kesin bilgilerin,dolayısıyla birinci derecede önemli bilgilerin alanıysa bir gösterme bilimi olan AYRIŞTIRMANIN alanıdır. Böylece diyalektik Aristoteles’de ikincil bir anlam kazanır.
Diyalektik kavramına Aristoteles’den sonraki eskiçağ düşünürleri büyük bir yenilik getirmediler.
Ortaçağ düşünürlerinin de bu konuda çok yeni şeyler ortaya koyduğu söylenemez.
Descartes diyalektikten hemen hiç söz etmedi, ettiğinde de onu kafa bozucu bir düşünce olarak belirledi, insanı gerçeklerden uzaklaştıran bir düşünce biçimi olarak gördü. Aynı horlayıcı tutuma Kant’da da rastlarız. Kant tüm Eleştiri’lerinde diyalektiği ayrıştırmalı düşünceye karşıt olarak ortaya koydu. Onda doğrular mantığına karşıt olan bir görünüşler mantığı vardı, bu mantık yanılmalı usavurmaları içeriyordu. Bir görünüşler mantığı olarak diyalektiğin görevi zihinde görünüşle gerçeğin birbirine karışmasını önlemekti. Hegel diyalektiğinde Herakleitos’un karşıtlar düzeninden bir şeyler var gibidir.
Hegel’de diyalektik, gerçekliğin temel anlamını ortaya koyar. Fikir’in üçlü gelişimini anlatır, sav ya da olumlama, karşı sav ya da olumsuzlama, bileşim ya da olumsuzlamanın olumsuzlanması evrelerinden geçerek gelişimini duyurur.
Kant, Wolff’e yönelttiği eleştiride, mantıksal çelişkiyle gerçeklik çelişkisini kesin olarak birbirinden ayırma gereğini duyurmuştu.
Hegel’de bunları ayırır ama onların temeli aynı olan iki ayrı olgu olarak değerlendirir.
Hegel’de Herakleitos gibi doğayı karşıt güçlerin çekişme ve uyuşma alanı olarak görür.
Hemen hemen Herakleitos gibi o da kavgasızlığı dünyanın yıkımı gibi anlar. Hegel’e göre özdeşlik ölümün, çelişki canlılığın belirtisidir.
Diyalektik bir süreci yani sav, karşısav, bileşim olmak üzere birbiri ardına gelen üç ayrı evreyi içeren süreci yeni bir diyalektik süreç izleyecektir. İKİ KARŞIT ÖNERMENİN YOKSANMADAN AŞILMASINA DAYANAN BİLEŞİM SAV OLARAK KENDİ KARŞISAVINI OLUŞTURMAYA YÖNELİR VE BU BÖYLECE SÜRER. Marx’ın ve Engels’in yaptıkları benzetmeye göre, tepesi üstü duran Hegel diyalektiğinin ayakları yere bastırılmış biçimidir. Buna göre sav, karşısav, bileşim ilişkisi Marx’çı diyalektiğin de temeli olur. Marx şöyle der: “Diyalektik devinimi kuran şey çelişkili iki yanın bir arada bulunmasıdır, onların yeni bir kategoride çatışması ve kaynaşmasıdır.” Marx’çı düşünceye göre dünyayı fikirler yönetmez, fikirler ancak iktisadi koşullara bağlı olarak gerçekleşirler. Düşüncenin temelinde madde vardır, diyalektik ilişki maddede gerçekleşir. Marx’çılık bununla birlikte belirlenimci, en azından katı belirlenimci bakıştan uzaktır. İnsan dünyasında birbirini etkileyen iki ayrı alan, üstyapı ve altyapı alanları belirir. Dünya yalnızca maddesel gelişimin fikri gelişimi belirlediği bir dünya değildir. Altyapı üstyapı için tam anlamında belirleyici olsa da düşüncenin kurulu düzeni değiştirmekte, yaşamı dönüştürmekte etkili olduğu yani üstyapının altyapıyı etkilediği de kesindir. Düşüncenin diyalektiği madde dünyasındaki diyalektiğin bir yansısından başka bir şey değildir. Burada şeyleri düşüncenin yansısı sayan Hegel felsefesiyle tam bir karşıtlık söz konusudur. Marx’çı diyalektiğe göre maddedeki oluşum tam anlamında bir yenilik kaynağıdır. Oluşumun bazı anlarında bir sıçrama ya da bir devrim kendini gösterir, böylece bir nitelik değişimi ortaya çıkar. NİCELİKSEL ARTIŞIN NİTELİKSEL DEĞİŞİMİ GETİRMESİDİR BU. Diyalektik maddecilik evreni diyalektik süreçler boyunca gelişmekte olan devingen maddenin oluşturduğu bir bütün olarak gören ve bütünün sürekli yükselen bir evrim içinde niceliksel süreçleri yarattığını savunan öğretidir. Diyalektik maddecilik Marx’çı bilgi kuramında temel görüşü oluşturur. Bununla ilgili ilk açıklama Marx’la Engels’in 1848’de yayımladıkları Komünist parti bildirisi’nde yer almıştır. Bildirinin çıkış noktasını şu görüş oluşturur:”GÜNÜMÜZE KADAR TOPLUMLARIN TARİHİ, SINIF SAVAŞIMI TARİHİNDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.”Eskiçağ’da kölelerin efendilerle, çağımızda işçi sınıfının burjuva sınıfıyla savaşımı bu anlamda değerlendirilmelidir. Bu savaşımlarla gelişen insan yaşamı hem bireysel açıdan hem toplumsal açıdan tümüyle maddi ya da iktisadi koşullara bağlıdır. Zaten Marx’çı bakış açısına göre madde tek gerçekliktir, bu tek gerçekliğin gelişimi insanlık tarihinin gelişimine temel olmakla bu gelişimi açıklayacak tek kaynaktır. Tarihin incelenmesi bu açıdan Marx felsefesi için ayrı bir önem taşır. Marx’çı bakış açısına göre üretim ilişkileri tüm insan yaşamının değişik süreçlerini açıklamakta temel belirleyici veriyi oluşturur. Toplumsal yaşam da, özel olarak kültür yaşamı da üretim ilişkileriyle koşullanmıştır. Bu yönde insan düşüncesiyle onun tek kaynağı olan maddi yaşam koşulları arasında sürekli bir etkileşim söz konusudur. Somutun alanından kaynaklanan düşünce gene somutun alanını dönüştürmekte bir araç özelliği göstermektedir. Maddi yaşam ya da iktisadi yaşam Hegel! de olduğu gibi üç evreli diyalektik süreçler boyunca dönüşümlere uğrar. Burada klasik anlamda bir doğa belirlenimciliğin söz konusu olmadığı kesindir. Böyle bir şey söz konusu olsaydı insanın doğada tam anlamında edilgin bir durumda olması gerekirdi. Oysa Marx’çı anlayışta insan dünyayı değiştirmekle yükümlüdür, bu insan tarihin yarattığı ya da tarihle yaratılan insan olduğu kadar tarihi de yaratan insandır. SAV, KARŞISAV VE BİLEŞİM EVRELERİNDEN OLUŞAN DİYALEKTİK GELİŞME MARX’ÇI FELSEFEDE ZORUNLU YARATICI MADDESEL ETKİNLİĞİN ÖZÜNÜ OLUŞTURUR.Marx’çı maddecilik anlayışının tarihsel yönüyle diyalektik yönü kesinlikle bir etkinliğin iki ayrı görünümüdür,birbirinden ayrı ya da birbirine aykırı şeyler değildir.
Beğendiğiniz şairler, profil sayfanızı ve sizi çok şık gösteriyor,bazıları bu isimleri sadece entellektüel fiyaka satmak için kendi adının yanına iliştirir,umarım siz öyle değilsiniz.Ve yine bazıları bu yazarları ve şairleri sadece kitaplık raflarında severler(onlar ki iyi kitap tozu alırlar,teslim edilmesi gereken tek hakları budur) umarım siz öyle de değilsiniz.. Ercihan Yolcu.
Ali Rıza TURA/ Delilik ve yabancılaşmanın sınırında Don Kişot
Delilik ve yabancılaşmanın sınırında Don Kişot “Yanlış bir hayat doğru yaşanamaz.” Kapitalizm ve onun ürünü modernite, özne ile nesne, iç dünya ile nesnel gerçeklik arasında aşılması imkansız, ama bir o kadar da zorunlu bir uçurum açmıştır. Ali Rıza TURA Barbaros Hayrettin Paşa’nın İnebahtı bozgununu kesilen sakala, Preveze zaferini ise kesilen kola benzettiği ve “kesilen sakal daha gür biçimde çıkar, kesilen kol ise bir daha geri gelmez” dediği rivayet edilir popüler tarih kitaplarında. Doğru mudur bilmiyorum. Ama gerçek şu ki, daha İnebahtı’da Osmanlı, en az bir kolu kullanılamaz hale getirmişti: Savaşta İspanyol askeri olarak yer alan Cervantes’in sol kolu onarılamayacak biçimde felç olacaktı. İspanya kralının Cervantes’e gönderdiği kahramanlık beratı ise bu kaybı telafi etmek şöyle dursun başına yeni bir bela açacaktı: Dönüş yolunda kralın mührünü gören Türk korsanlar, Cervantes’i mühim bir şahsiyet sanıp, yüksek fidye umuduyla esir alacaklardı. Beş yıl sürecek esaretten sonra, bir Yunanlı tarafından satın alınan Cervantes, ancak 12 yıl sonra dönebilecekti İspanya’ya. Mutsuz bir evliliğin peşinden Mancha’ya yerleşecek, ama talihsizlikler öz yurdunda da peşini bırakmayacaktır yazarın. İlkinde mubayaa memuru olarak borç verdiği bankerin iflas etmesi yüzünden, ikincisinde ise küçük hesap “hata”larından dolayı mahkum olacak ve toplam iki yıl cezaevinde yatacaktır. Ünlü romanı Don Quijote’u bu mahpusluk yıllarında (1602 –1604) kaleme aldığı söylenir. İlk baskısı bundan dört yüz yıl önce,1605’de yapılan roman kısa sürede Miguel Cervantes Saaveadra adının ün kazanmasını sağlasa da bu ünü paraya tahvil edemeyecektir, roman türünün bu ilk yazarı. Zira karada da korsanlar peşini bırakmayacak, kitabın korsan baskıları önce İspanya’da kısa süre sonra da Avrupa’da elden ele dolaşırken, kitabından hemen hemen hiç para kazanamayan Cervantes ünlü ama yoksul bir yazar olarak ayrılacaktır bu dünyadan.
Evrensel Roman Karakteri Olarak Don Kişot
Romanın dört yüz yıl boyunca elden düşmemesinin bir nedeni, hemen tüm edebiyat eleştirmenlerinin belirttiği gibi, o güne kadar kullanıla gelmiş tüm yazın türlerini parodik biçimde harmanlamış olmasındandır. Bu özelliğiyle erken modern çağın ilk edebi biçimi olarak klasik roman türünün ilk örneği sayılmakla kalmaz, metinler arasılık özelliği onu modern edebiyatın da öncüsü kılar.
Roman boyunca (....) “serüvenine dair” kelimesiyle biten ara başlıklar buluruz romanda, ama roman bir macera romanı değildir, Don Kişot’la Sanço, kendilerini de dönüştüren, başkalaştıran deneyimler yaşarlar; macera bunun tersidir. Maceraya atılan özne bu maceradan yekpare ve kendisi olarak çıkacaktır. Maceranın tanımı da vaadi de budur zaten. Oysa Don Kişot romanın sonuna doğru akıllanırken Sanço’da Don Kişot’laşma eğilimleri sezer gibi oluruz. Don Kişot, kendisini bir eğlence malzemesi yapan, yeni zengin sınıfların temsilcisi Dük ve Düşesin dünyasını kabul etmeye eğilim gösterirken, Sanço, pragmatist bir ‘köylü kurnazı’ olmaktan çıkıp bir halk bilgesi, Türk edebiyatındaki bir rint olma yoluna girmiştir sanki: Şövalyeliğin bu dünyada bir karşılığı olmadığına inanmaya devam etse de, şövalyesinin deliliğinde bir bilgelik olduğuna dair bir sezgiye kavuşmuştur: Dulcinea’yı tombul bir köylü kızı haline dönüştüren, olmayan büyücünün büyüsünü bozmak üzere kendisi yerine ağaçlara attığı kırbaçlardan sağladığı altınları, vaat edilen valiliğin nafakası olarak evine, karısına ve çocuklarına getirmenin gururunu yaşarken, artık yeni serüvenlere atılamayacak olmak, ömrünün geri kalan sürecince yaşayacağı tek düze hayatı kabullenmek, ona yetmeyecektir artık. Belki de bu yüzden, Hashek’in “Aslan Asker Şvayk”ı olarak karşımıza yeniden çıkacaktır. Sadece Sanço değil, yaşlı asilzadelerini gerçek hayata döndürmek için bin bir dolap çeviren rahip ve berber de tam bunu başardıklarında bir burulma yaşar gibidirler. Ya biz, yani okur? Hafif utançla gülerek başladığımız Don Kişot’un serüvenlerinde, romanın sonuna doğru bir bilgelik sezer gibi olmaz mıyız?
Bir başka önemli olgu da romanın baş kahramanlarının edebiyat evreninde evrensel karakterler haline gelmiş olmasıdır. Şvayk’ı zaten baştan andık: Dostoyevski’nin (ki, Bir Yazarın Hatıra Defteri’nde, “bir insanın ifade edebileceği en acı ironi” olarak anar Don Kişot’u) Budala’sından, Turganyev’in Bazarov’una, Genç Werther’in Acıları’ndan, Charles Dickens’in Pickwick Papers adlı romanına dek Don Kişot ve Sancho Panza karakterlerinden bir şeyler buluruz.
Troçki de bu olguyu doğrularcasına eski Yunan tragedyalarından modern romana dek bir dizi baş yapıtın bizi hala etkiliyor olmasını, karakterlerinin ve temalarının evrensel yapısında bulur. Doğru, ama Don Kişot’u anlamak bakımından fazla doğru, fazlaca genel bir önerme bu.
Çağının İronisi Olarak Don Kişot
Ben Adorno’ya, genç Lukacs’a ve Benjamin’e baş vuracağım. Minima Moralia’nın en etkileyici ve tehlikeli sözüdür: “Yanlış bir hayat doğru yaşanamaz.” Kapitalizm ve onun ürünü modernite, özne ile nesne, iç dünya ile nesnel gerçeklik arasında aşılması imkansız, ama bir o kadar da zorunlu bir uçurum açmıştır. Tehlikeli, çünkü bu cümle, bizi bir özne/nesne diyalektiğine de ikna edebilir, yani devrimci bir partinin felsefi gerekliliğine, Adorno’nun yaşamının önemli bir bölümünde savunduğu gibi; tuzu kuru, kunt bir üniversite profesörünün öğrenci ayaklanmalarını küçümsemesine de (68’de Adorno’nun takındığı tutumda olduğu gibi) . Yani ortada bırakır okuru, özgür ve bir o kadar da sahipsiz.
Don Kişot tam da bu cümlenin öyküye bürünmüş hali gibidir: Olaylar merkantilist ticari kapitalizmin en şaşalı döneminde, en şaşalı ülkesinde geçmektedir. Sömürgelerden toplanan değerli madenlerden yapılma paralar ve egzotik mallar Avrupa’ya dağılmadan önce İspanya’dan geçmekte ve kırk elli yıl gibi bir insanın ömrüne sığacak bir sürede yeni türedi ticaret burjuvalarının ve ticaret türlerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Askeri gücü artan krallık, feodal beylikler karşısında merkezi gücünü pekiştirmektedir. Çünkü askeri güç bu yeni sınıfların sömürge talanının başlıca güvencesidir. Ortaçağın yüce şövalye değerleri hızla gözden düşmüştür. Artık bu değerler yarı deli bir asilzadenin iç dünyasının sanrılı malzemeleri olabilir ancak. İç dünya, yavan sıradan ama bir o kadar da iştah uyandıran yeni gerçekler karşısında iyice büzüşmüş, kendi içine çökmüştür sanki. Evet Don Kişot eski şövalye kitaplarının bir parodisidir, ama aynı zamanda çağının da bir ironisi: Yeni sınıfların bu kolay servet edinebildiği çağda, öznelliğin kendi son noktasına, yani deliliğe kadar gidip katı, sert nesnelliğe çarpmasıdır. Artık sevgilisi tarafından anlaşılmayan, deliliğin eşiğine gelmesine yol açan aşkının sonucu olarak kendini, bir trenin altına atma noktasında, son kez bulur gibi olan Anna Karanina’nın, kafasına çarpan trenin (Rus, modernizminin, ama bir o kadar da devriminin simgesidir tren; Tolstoy’un Anna Karanina’sından Rus Fütürizmi’ne, Lenin’in mühürlü, Troçki’nin kızıl trenine kadar) sertliğine şaşırdığı son düşünceleri gibidir; Don Kişot’un, bir kaç haftaya sığan, ama romanın uzunluğuna oranla hızlı ölümü sırasında gerçeklikle yüzleşmesi.
Lukacs ve Yabancılaşma
Yaşamının önemli bir dönemini modern edebiyatla olduğu kadar ilk metinlerinden biri olan Roman Kuramı’yla da savaşarak geçiren Lukacs’ın bu yapıtı şu cümlelerle başlar: “Ne mutludur yıldızlarla kaplı gökyüzünün tüm olası yolların haritası olduğu çağlar – yolları yıldızların ışığıyla aydınlanan çağlar. Her şey yeni ama yine de tanıdıktır, her şey serüvenle dolu ama yine de çağa aittir. Uçsuz bucaksızdır dünya, geniştir ama bir yuvayı andırır gene de (...) Ruhun her eylemi (...) tamdır çünkü ruh eyleme geçtiğinde bile kendi içine kapanıyordur; tamdır çünkü eylemiyle kendisini kendinden ayırır ve kendisi olarak kendine bir merkez bulur.(...) ‘Felsefe gerçekte sıla özlemidir’ der Novalis: ‘nerde olunursa olunsun, sılada olma isteğidir.’ Bir hayat biçimi olarak veya bir edebi yaratımın biçimini belirleyen ve içeriğini sağlayan şey olarak felsefenin daima “iç” ile “dış” arasındaki mesafenin bir belirtisi, benlik ile dünya arasındaki özsel farklılığın, ruh ile edimin uyuşmazlığının işareti olmasının nedeni budur. Mutlu çağların felsefesinin olmamasının veya (...) böyle çağlarda tüm insanların felsefeci olmasının ve her tür felsefenin ütopik hedefini paylaşmasının nedeni de budur.”
Romanı, eski mutlu, bütünlüklü çağların edebi türlerinden, başta da epikten ayırt eden, iç ile dış, benlik ile dünya, ruh ile edim arasındaki bu yarılmadır, genç Lukacs’a göre. Hala genç ama artık Marksist Lukacs’ın baş yapıtı Tarih ve Sınıf Bilinci, bu yarılmayı, sıladan ayrı düşmeyi şeyleşme, yabancılaşma, fetişizm kavramlarıyla yeniden tanımlayacaktır. Alman İdeolojisi’ni okumuş ama,1844 Elyazmaları henüz gün ışığına çıkmamıştır. Oysa bu erken metninde Marx da “ev”le uğraşır: “Mağarasındaki vahşi – serbestçe kullanabileceği doğal bir öğe – kendini sudaki balıktan daha yabancı saymaz, ya da o kadar doğal bir durumdadır. Ama yoksul bir insanın oturduğu izbe, düşman bir konuttur” ancak alın terini ve kanını ona adadığı oranda kendisine ait olan dışsal, kısıtlayıcı bir güçtür” – “İşte evimdeyim diyemez burada, kendini başka birinin evinde, her gün onu pusuda bekleyen ve kirayı ödemediği zaman dışarı atan bir yabancının evinde bulur (...) Benim hayat aracımın bir başkasına ait olmasında, benim isteğimin başka birinin el sürülmez mülkü olmasında görülmez yalnız yabancılaşma, her şeyin kendinden farklı oluşunda, benim etkinliğimin başka bir şey oluşunda ve son olarak (bu kapitalist için de geçerlidir) her şeyin insanlık dışı bir gücün egemenliği altında oluşunda da görülür”
Şövalye Ruhu: Tanrısallık ve Delilik
Ne Marx, ne de Lukacs yabancılaşma sözcüğünün etimolojik kökenine değinirler: Latince’den Fransızca’ya Alienation olarak geçen bu sözcüğün birinci ve eski anlamı deliliktir; insanın sanrılarını gerçek sayması. Lukacs’la devam edelim: “Ama kişinin dünyayı böylesine tuhaf biçimde yanlış anlamasının nedeni de, dünyanın yanlış anlamaya böylesine elverişli olduğudur (...) Böyle bir kahraman tipinin ölümsüz nesnelleşmesi olan Don Kişot’ ta bu tehlikeden kaçınılabilmesinin nedeni yalnızca Cervantes’in dehasıyla ve olağanüstü ince taktiğiyle açıklanamaz; bu incelik onun tanrısallık ile deliliği nüfuz edilmez bir derinlikte ama yine de parlak bir duygusallıkta Don Kişot’un ruhunda kaynaştırarak aşmasına olanak tanımıştır ama bunun yanı sıra, yapıtın yazılmış olduğu tarihsel felsefi uğrak da bu açıdan son derece önemlidir.”
Bu tarihsel felsefi uğrak, yüce şövalyelik değerlerini gülünesi budalalıklara, felsefeyi bir sıla hasretine dönüştüren, sömürge yerlilerini yurtsuzlaştıran,yabancılaşmış emek biçimlerine, dolayısıyla emekçiyi evinde bile yabancı kılacak üretim biçimine kapıyı aralayan merkantilist dönem erken ticaret kapitalizmi dönemidir.
Son Bakışta Aşk
Tıpkı Don Kişotvari bir atılımla yitik, yabancılaşmamış bir bütünlüğün ağıtıyla başlar komünizm, felsefede ve yurdundan edilmiş işçi sınıfının yoksul semtlerinde. Gelecek toplumun tasarımında, acımasız modern burjuva toplumunun acımasız bir bilimsel eleştirisinin yanı sıra bu ağıt da yankılanır.
Benjamin’in, komünizmi Mihail Löwy’in söyleyişle “genç Lukacs’ın,’ Tarih ve Sınıf Bilinci’nin yanı sıra Asia Lacis’in iri kara gözlerinde keşfetmesinde” de payı vardır bunun: “Büyük şehir insanını büyüleyen aşktır, ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk”. Banjamin Adorno ile tartışmalarında da, bilinen metinlerinde de şu cümleyi söylememiştir: ”Devrim gibi aşk da yanlış bir hayatın doğru yaşanabileceğine duyulan umuttur.” Ve bu umut varolanın eleştirisinden olduğu kadar yitirilmiş bir geçmişe duyulan özlemden de alır gücünü. Bu umudu yaşamının sonuna kadar koruduğunu biliyoruz, yitirdiğinde ise ölüme direnmediğini de.
Şu halde Che Guevera’nın Sierra Masterea’da genç yoksul Sanço’lardan birer gerilla yaratırken başvurduğu temel eğitim kitabının Don Quijote olması ve devrim sonrasında Küba’da basılan ilk kitabın, bu ilk roman olması tesadüf değil. Daha sonra Che’nin; Bolivya dağlarının zirvesine doğru geri çekilirken, erzaksız ve cephanesiz olarak yenilginin gölgesini hissettiğinde, yani bu zirvede ölüme bir efsane mesafesi kadar yaklaştığında, ailesine yazdığı mektuplarda kendini acı bir ironiyle Don Kişot’a benzetmesi, kendini değirmenlere saldıran bir yarı kaçık olarak gördüğü anlamına gelmez. Olsa olsa onun komünizm anlayışının Gerçeküstücülüğün kurucusu Andre Breton’unkine yakınlığını gösterir:”Dünyaya büyüsünü iade etmek gerekir”.
Sorgulayan Denemeler \ Bertrand Russell Çeviri: Nermin Arık
TÜBİTAK POPÜLER BİLİM KİTAPLARI
İÇİNDEKİLER
1- Kuşkuculuğun Önemi Üzerine 2- Düşler ve Gerçekler 3- Bilim Boş-İnanlı mıdır? 4- İnsan Rasyonel Olabilir mi? 5- Yirminci Yüzyılda Felsefe 6- Makineler ve Duygular 7- Davranışçılık ve Değerler 8- Doğu'nun ve Batı'nın Mutluluk İdealleri 9- İyi İnsanların Yol Açtıkları Kötülükler 10-Püritenizmin Dönüşü 11-Politikada Kuşkuculuk Gereksinimi 12-Özgür Düşünce ve Resmi Propaganda 13-Toplum İçinde Özgürlük 14-Eğitimde Özgürlük ve Otorite 15-Psikoloji ve Politika 16-İnan Savaşları Tehlikesi 17-Geleceğe Dönük Bazı Tahminler
1- KUŞKUCULUĞUN ÖNEMİ ÜZERİNE
Okuyucularıma, üzerinde hoşgörü ile düşünmeleri için, belki de son derece paradoksal ve yıkıcı görünebilecek bir doktrin sunmak istiyorum.Söz konusu doktrin şudur: Doğru olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmayan bir önermeye inanmak sakıncalıdır. Böyle bir görüşün genel kabul görmesi durumunda bütün sosyal yaşamı- mızın ve politik sistemimizin tümüyle değişeceğini kabul etmeliyim; şu anda ikisinin de kusursuz olmasının bunu güçleştireceğini de kabul ediyorum. Ayrıca (ve daha önemli olarak) bu görüşün, bu dünyada ve sonrasında başarılı olmayı hak etmek için hiçbir şey yapmamış insanların akıldışı umutlarından çıkar sağlayan kişilerin (gaipten haber verenler, çifte bahisçiler ve din adamları gibi) gelirlerinin azalmasına yol açacağının da farkındayım. Bu önemli düşüncelere karşın, ileri sürdüğüm paradoksun savunulabile- ceği kanısındayım ve şimdi bunu yapmaya çalışacağım. İlkönce, aşırılığa kaçtığım düşüncesine karşı kendimi savunmak isterim. Ben İngilizlerin ılımlılık ve uzlaşmaya olan tutkularını paylaşan bir İngiliz Whig 'iyim (Whig: 17. ve 18. yüzyıllarda hükümdara kargı Parlamento'nun üstünlüğünü savunan- sonradan yerini Liberal Partiye bırakan-) siyasal parti üyesi. (Ç.N.)) . Pyhrrhonizm (kuşkuculuğun/septisizmin eski adı) 'in kurucusu olan Pyhrro hakkında bir öykü anlatılır. Pyhrro, bir eylemin diğerinden daha akıllıca olduğundan emin olmamız için asla yeterince bilgiye sahip olmadığımızı ileri sürmüştü.
Öyküye göre gençliğinde bir akşam yürüyüşü sırasında, felsefe hocasını (ilkelerini ondan almıştı) kafası bir çukura sıkışmış ve kendini kurtaramayacak bir durumda görür. Bir süre onu seyrettikten sonra, yaşlı adamı dışarı çekmenin bir yararı olacağını düşünmek için yeterli neden olmadığına karar verip yoluna devam eder. Onun kadar kuşkucu olmayan çevredeki insanlar hocayı kurtarırlar ve Pyhrro'yu acımasızlıkla suçlarlar.
Ancak hocası, kendi öğretisine sadık kalarak, onu tutarlılığından dolayı kutlar. Ben bu ölçüde abartılı bir kuşkuculuk önermiyorum. Teoride olmasa da pratikte, sağduyu- dan kaynaklanan gündelik inançları kabul edebilirim. Bilim alanında tam kabul görmüş bir sonucu,kesin doğru olarak değil ama rasyonel bir eylem için yeterince olası bir temel olarak kabule hazırım.
Falan tarihte bir ay tutulması olacağı söylenirse bunu, gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek için gökyüzüne bakmaya değer bulurum. Pyhrro ise farklı düşünürdü. Bu nedenle, bir orta yol benimsediğimizi söylememin yerinde olacağını sanıyorum. Ay ve Güneş tutulması örneğinde olduğu gibi, araştırma- cıların üzerinde anlaştığı konular vardır. Uzmanların tam anlaşamadığı konular da vardır. Bütün uzmanlar hemfikir olduklarında bile yanılabilirler.
Einstein'ın ışığın yerçekimi etkisiyle sapmasının niceliği konusundaki savı bundan yirmi yıl önce, bütün uzmanlar tarafından reddedildi; ama doğru olduğu ortaya çıktı. Yine de, uzman olmayanlar, uzmanların görüş birliği içinde oldukları bir savın doğru olmasını, olmamasından daha olası kabul etmelidirler.
Benim savunduğum kuşkuculuk şundan ibarettir:
(1) Uzmanlar bir görüşte hemfikir ise, bunun tersinin doğru olduğundan emin olunamaz. (2) Uzmanların hemfikir olmadığı bir görüş uzman olmayanlarca kesin doğru olarak kabul edilemez. (3) Bütün uzmanlar, doğru olması için yeterli neden bulunmadığını kabul ediyorlarsa, sıradan bir kimsenin karar vermekte çekingen davranması akıllıca olur.
Bu öneriler her ne kadar ılımlı görünüyorlarsa da, eğer kabul edilirlerse insan yaşamını kökünden değiştirebilirler.
İnsanların uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldıkları fikirler bu kuşkuculuğun reddettiği yukarıdaki üç gruptan biri içinde yer alır.Herhangi bir görüş rasyonel neden- lere dayanmaktaysa, insanlar bu nedenleri ortaya koyar ve etkilerini beklerler. Böyle durumlarda bunları ateşli bir şekilde savunmazlar; sükunetle benimserler ve nedenleri soğukkanlılıkla açıklarlar.
Ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir temele dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygusallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. Politika ve din konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı olan türdendir. Bu konularda güçlü inançları olmayan kişiler, Çin'in dışındaki ülkelerde zavallı yaratıklar olarak düşünülür; kuşkuculardan, kendilerininkine tümüyle karşıt olan düşüncelere sahip kişilerden daha çok nefret edilir. Günlük yaşamın bu konularda fikir sahibi olmayı gerektirdiği ve daha rasyonel davranmanın toplum yaşamını olanaksız kılacağı düşünülür. Ben bunun tam tersine inanıyorum; nedenini de açıklamaya çalışacağım.
1920 sonrasındaki işsizlik sorununu ele alalım. Siyasal partilerden biri, bunun sendikaların suçu olduğu kanısındaydı. Bir diğeri, nedenin Kıta Avrupasında ki kargaşa olduğuna inanıyordu. Bir üçüncüsü de, bunların rolü olduğunu kabul etmekle beraber, sıkıntının temel nedenini, İngiltere Bankası'nın sterlin değerini yükseltme politikasına bağlıyordu. Bana anlatıldığına göre, uzmanların çoğu bu üçüncü partiye mensuptu; ama partide uzmanlar dışında kimse de yoktu. Politikacılar parti edebiyatlarına uygun olma- yan görüşlere ilgi duymazlar; sıradan insanlarsa felaketleri düşmanların entrikalarına atfetmeyi yeğlerler. Sonuçta da insanlar konu ile ilgisi olmayan şeyler için veya o şeylere karşı savaşırlar. Rasyonel düşünce sahibi birkaç kişiye ise, hiç kimsenin hislerine hizmet etmediklerinden, kulak asılmaz. Bu üçüncü partinin, yandaş toplamak için insanları İngiltere Bankası'nın kötü olduğuna inandırması; işçileri kendi saflarına çekmek için İngiltere Bankası yöneticilerinin sendika hareketine düşman olduğunu göstermesi; Londra Piskoposu'nu saflarına almak için de bu yöneticilerin 'ahlaksız' olduklarını göstermesi gerekirdi. Para konusunda tutumlarının yanlış olması da tüm bunların bir sonucu olarak görülürdü.
Bir başka örnek ele alalım. Sosyalizmin insan doğasına ters düştüğü sık sık dile getirilir. Bu sav sosyalistler tarafından, karşıtlarından aşağı kalmayan bir şiddetle reddedilir.Bu konu, ölümü çok büyük bir kayıp olan Dr. Rivers'ın University College'de verdiği bir derste irdelenmiş ve ölümünden sonra yayınlanan Psychology and Politics (Psikoloji ve Politika) kitabında yer almıştır. Bildiğim kadarıyla, bu konunun bilimsel denebilecek tek tartışması da budur. Yazar, sosyalizmin Melanesia'da insan doğasına ters düşmediğini gösteren bazı antropolojik veriler ortaya koymakta; sonra da, Melanesia'da insan doğasının Avrupa'daki ile aynı olup olmadığını bilmediğimize işaret etmekte ve sosyalizmin Avrupa insanının doğasına ters düşüp düşmediğini anlamanın tek yolunun onu denemek olduğu sonucuna varmaktadır. Ulaştığı bu sonuç nedeniyle İşci Partisi'nden adaylığa istekli olması ilginçtir. Ancak bu adayın, politik tartışmaları genellikle saran hırs ve öfke havasını artırıcı bir etki yapmayacağı kuşku götürmez.
Şimdi de, insanların serinkanlılıkla tartışmada güçlük çektikleri bir konuya, evlilik törelerine el atacağım. Her ülkede insanların büyük bir bölümü, kendilerininkinden farklı olan evlilik törelerinin ahlaka aykırı olduğuna inanmışlardır; bu görüşe karşı çıkanların ise kendi sorumsuz yaşam tarzlarını haklı kılmayı amaçladıklarına. Hindistan'da geleneklere göre dul kadınların yeniden evlenmeleri, akıl almaz ölçüde korkunç birşey sayılır. Katolik ülkelerde boşanmak çok büyük bir günah olarak düşünülürken evlilikte sadakat kurallarına yapılan bazı ihlaller, en azından erkeklerce yapılmışsa, hoşgörüyle karşılanır. Amerika'da boşanmak kolaydır, ama evlilik dışı ilişkiler şiddetle kınanır. Müslümanlar, bize çok aşağılayıcı gelen çok eşliliğe inanır. Bütün bu farklı görüşler aşırı bir şiddetle savunulur ve bunlara karşı gelenler çok acımasızca cezalandırılır. Ancak yine de, BU ÜLKELERDEN HİÇ KİMSE KENDİ ÜLKESİNDEKİ TÖRENİN İNSAN MUTLULUĞUNA KATKISININ DİĞERLERİNDEN DAHA ÇOK OLDUĞUNU GÖSTERMEK İÇİN EN UFAK BİR ÇABA SARFETMEZ.
Bu konuda yazılmış herhangi bir bilimsel çalışmaya, örneğin Westermarck'ın History of Humcın Marriage (İnsan Evliliği Tarihi) adlı kitabına baktığımızda, benimsenmiş önyargılı yaklaşımdan çok farklı olan bir hava ile karşılaşır, insan doğasına ters geleceğini sandığımız birçok geleneğin var olduğunu görürüz. Çok eşliliğin, saldırgan erkeklerin kadınlara zorla kabul ettirdiği bir örf olarak açıklana- bileceğini düşünürüz.
Peki, bir kadının birden fazla kocasının olduğu Tibet gelenekleri için ne söylenebilir? Tibet'i görenler oradaki aile yaşamının en az Avrupa'daki kadar uyumlu olduğu konusunda bize güvence veriyorlar. Bu tür yazılardan birkaçını okumak konuya açık kalplilikle yaklaşan herkesi tam bir kuşkuculuğa yöneltecektir; çünkü öyle görünüyor ki, bir evlilik geleneğinin bir diğerinden daha iyi veya daha kötü olduğunu söylememizi sağlayan herhangi bir veri mevcut değil. Yerel kurallara karşı gelenlere hoşgörüsüzlük ve acımasızlık içermeleri dışında ortak bir yanları yok. Günahın coğrafi birşey olduğu anlaşılıyor. Bu sonuçtan hemen başka bir sonuç ortaya çıkıyor: 'Günah' gerçek olmayan yanıltıcı bir kavramdır ve onu cezalandırmak için uygulanagelen zulüm gereksiz birşeydir.Çoğu kimseye hoş gelmeyen de işte bu sonuçtur. Çünkü vicdan rahatlığıyla yapılan zulüm moralistler için bir zevktir. Cehennemi de bu nedenle icadettiler.
Milliyetçilik de kuşku götürür konularda ateşli inanç sahibi olmanın bir uç örneğidir. Şunu rahatça söyleyebilirim: Büyük Savaşın tarihini günümüzde ele alan bilimsel bir tarihçinin yazdıklarında, eğer bunlar savaş sırasında yazılmış olsalardı, çarpışan ülke- lerin her birinde tarihçinin hapse atılmasına neden olacak ifadeler bulunması kaçınıl- mazdır. İnsanların kendileri hakkındaki gerçeklere tahammül gösterdikleri, Çin dışın- da, hiçbir ülke yoktur. Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık olarak, savaş halinde ise suç olarak algılanırlar. Birbirinin karşıtı katı inanç sistemleri oluşur; bu sistemlere yalnızca aynı ulusal eğilimi taşıyanların inanmaları, bunların yapay olduğunu açıkça ortaya koyar. Ancak bu inanç sistemlerine mantık uygulamak, vaktiyle dinsel dogmalara mantık uygulamanın günah olduğu kadar günahtır. Bu tür konularda kuşkuculuğun neden kötücül olduğunu açıklamaları istendiğinde insanların verdikleri yanıt, mitlerin savaşı kazanmaya yardım ettiği, bu nedenle de rasyonalizmi benimseyen ulusların başkalarını öldüremeyeceği, tersine, kendilerinin öldürüleceği, yolundadır. Yabancılara tümden iftira yoluyla insanın kendisini korumasının utanç verici olduğu düşüncesi, bildiğim kadarıyla, şimdiye dek Quaker'ler (17. yüzyıl ortalarında kurulan, savaşa ve askerliğe karşı, hıristiyan oldukları halde kiliseye gitmeyen, Dostlar Derneği üyeleri.(Ç.N.)) dışında ahlaki destek bulamamıştır. Rasyonel bir ulusun savaşa hiç girmemenin yollarını bulabileceği öne sürüldüğünde alınan yanıt ise genellikle hakaretten ibarettir.
Rasyonel bir kuşkuculuğun yayılmasının etkileri ne olabilir? İnsanoğlu ile ilgili olaylar güçlü tutkulardan kaynaklanır; bu da onları destekleyen birtakım mitlerin doğmasına yol açar. Psikanalizciler bu sürecin kişisel görünümünü, vesikalı ve vesikasız deliler üzerinde incelemişlerdir.
Bazı aşağılamalara maruz kalmış bir kişi kendisinin İngiltere Kralı olduğu yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu yüce konumunun gerektirdiği saygı ile davranılmama- sını mazur göstermek için de zekice işlenmiş bir sürü açıklama icadeder. Bu örnekte, komşuları onun bu hayallerine sıcak bakmazlar ve kendisini bir tımarhaneye kapatır- lar. Fakat o kendi büyüklüğünü değil de ulusunun veya sınıfının veya mezhebinin büyüklüğünü ileri sürerse, görüşleri, dışarıdan bakan tarafsız bir kişiye tımarhanede karşılaşılanlar kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya dinsel önder olur. Bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları izleyen bir toplumsal delilik gelişir. Kendini İngiltere Kralı sanan bir deli ile tartışmanın tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun hakkından gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya kapıldığı zaman, savlarına karşı gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat o ulusun aklını başına getirecek tek şey savaştır.
Entellektüel etkenlerin insan davranışını ne ölçüde etkilediği konusunda ruhbilimciler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Burada birbirinden tamamen ayrı iki soru söz konusudur: (1) İnançlar, eylemlerin nedeni olarak,ne ölçüde etkindirler? (2) İnançlar ne ölçüde mantıksal açıdan yeterli delillerden kaynaklanırlar ve kaynaklanabilirler? Bu iki soruda söz konusu olan entellektüel faktörün etkisine ruhbilimciler, sıradan insanların vereceklerinden çok daha küçük bir yer vermekte uyum içindedirler; ancak bu genel uyum alanı içinde önemli ölçüde derece farkları yer almaktadır. Bu iki soruyu sırayla ele alalım.
(1) İnançlar eylemlerin nedeni olarak ne ölçüde etkindirler? Bu soruyu kuramsal olarak değil, sıradan bir insanın sıradan bir günde yaşadıklarını ele alarak tartışacağız. Güne sabah yataktan kalkmakla başlar. Büyük olasılıkla bunu hiçbir inancın etkisi olmadan, alışkanlık nedeniyle yapar. Kahvaltı eder, trenine biner, gazetesini okur, iş yerine gider; bütün bunları yine alışkanlık nedeniyle yapar. Geçmişte bu alışkanlıkları edindiği bir dönem olmuştur; en azından işyerinin seçiminde inancın bir etkisi vardır. Belki de vaktiyle o işyerinde teklif edilen işin, bulabileceği en iyi iş olduğunu düşünmüş- tür. Çoğu kişide mesleği ilk seçtiği zaman inancın bir rolü olmuştur; bu nedenle de, o seçimin yol açtığı her şeyde inancın payı vardır.
Eğer küçük bir görevli ise iş yerinde etkin irade kullanmaksızın ve inancın açık katkısı olmaksızın, sadece alışık olduğu şekilde davranmayı sürdürebilir. Sütunlarla rakamı toplarken uyguladığı aritmetik kurallarına inandığı düşünülebilir. Ancak bu doğru değildir; bu kurallar salt bedensel alışkanlıklardır; bir tenis oyuncusunda olduğu gibi. Bu alışkanlıklar, onların doğru olduklarına dair bilinçli bir inanç nedeniyle değil, bir köpeğin arka ayakları üzerinde durarak yiyecek istemeyi öğrenmesi gibi öğretmeni hoşnut kılmak için gençlikte edinilmiş alışkanlıklardır. Bütün eğitimin bu türden olduğunu söylemiyorum; ancak üç R öğreniminin (Okuma, Yazma, Aritmetik) çoğu kesinlikle öyledir.
Söz konusu kişi iş yerinde bir ortak veya bir yönetici konumundaysa günlük işleri ara- sında bazı zor yönetimsel kararlar alması gerekebilir. Bu kararlarda inancın da bir etkisi bulunması olasıdır. Bazı hisselerin yükselip bazılarının düşebileceğine veya falan kişinin güvenilir olduğuna,falanın da iflas eşiğinde olduğuna inanmaktadır. Bu inançlar doğrultusunda kararlar alır.
Salt alışkanlıkla değil, inandığı şeylere göre davrandığı içindir ki bir sekreterden daha üstün bir kişi olarak düşünülür ve çok daha fazla para kazanır-tabii eğer inandığı şeyler doğru çıkarsa.
Eylem nedeninin inançtan kaynaklandığı durumlar özel yaşamı için de aynı ölçüde geçerlidir.Normal zamanlarda, karısına ve çocuklarına davranışlarını alışkanlıklar veya alışkanlıkla değişime uğramış olan içgüdü yönetecektir. Önemli durumlarda-evlenme teklif ederken, oğlunu hangi okula göndereceğine karar verirken veya karısının kendisine sadık olup olmadığından kuşkulandığında- salt alışkanlığın etkisiyle davranamaz. Evlenme teklifinde yalnızca içgüdüsü veya hanımın zengin olduğu sanısı etken olabilir. Eğer kararda içgüdü etken olmuşsa, kuşkusuz, hanımın her türlü erdeme sahip olduğuna inanır. Bu da ona, kararının bir nedeni gibi gelebilir; ancak gerçekte bu da içgüdünün değişik bir etkisinden başka bir şey değildir ve içgüdü tek başına eylemin yeterli nedenidir.
Oğluna okul seçerken izlediği yol büyük olasılıkla önemli iş kararları alırken izlediği- nin aynıdır; burada da inanç önemli bir rol oynar. Karısının sadakatsizliği hakkında bir bilgi edinmişse davranışı büyük olasılıkla salt içgüdüsel olacaktır; ancak bu içgüdü sonradan olacakların temel nedenini de oluşturan bir inanç etkisiyle harekete geçmiştir.
Demek oluyor ki, inançlar eylemlerimizin yalnızca ufak bir bölümünden doğrudan sorumlu olsalar da sorumlu oldukları eylemler en önemli olan ve yaşamımızın genel yapısını belirleyen eylemler arasında yer alır. Siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarımızla bağıntılıdır.
(2) Şimdi ikinci sorumuza geliyorum. Bu soru iki yönlüdür: (a) İnançlar gerçekten ne ölçüde kanıtlara dayanır? (b) Öyle olmaları ne ölçüde olanaklı veya arzu edilen bir şeydir?
(a) İnançların kanıtlara dayanma oranı onlara inananların sandıklarından çok daha düşüktür. Oldukça rasyonel bir eylem ele alalım: zengin bir işadamının parasal yatırım yapması. İşadamının, örneğin Fransız Frankının iniş çıkışı konusundaki görüşünün, politik eğilimine bağımlı olduğunu görürsünüz; ve de bu görüşü öylesine benimsemiştir ki parasını o yolda riske sokmaktan kaçınmaz. İflas olaylarında, çoğu kez, felaketin nedeninin bazı duygusal etkenlerden kaynaklandığı ortaya çıkar. Politik görüşler, onları açıklamaları yasaklanmış olan devlet görevlilerine ait olanları dışında, nadir olarak kanıtlara dayanırlar. Bazı istisnalar kuşkusuz vardır. Yirmi beş yıl önce başlamış olan gümrük resimleri reformu tartışmalarında sanayicilerin çoğunun desteklediği taraf, kendi gelirlerini artıracak taraftı. Bu, görüşlerinin gerçekten kanıtlara dayandığını gösteriyor; ancak, ifadelerinde bunu ima eden en ufak bir şey yoktu. Freudcular bizi 'rasyonalize etme' süreciyle,yani gerçekte irrasyonel olan bir görüş veya karar için kendimize rasyonel görünen nedenler uydurma süreciyle tanıştırdı. Ancak, özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde 'irrasyonalize etme' denebilecek bir de ters süreç var.
Kurnaz bir kişi bir sorunun lehinde ve aleyhinde olan yönleri az veya çok bilinç-altı bir yolla, bencil bir açıdan değerlendirebilir (İnsanın kendi çocuklarının söz konusu olması dışında, bencil olmayan düşünceler çoğu zaman bilinç-altına inmezler) . Bilinç-altının yardımıyla sağlam bir bencil karara vardıktan sonra kişi nasıl büyük fedakarlıklarla kamu yararını gözettiğini gösteren büyük büyük laflar uydurur veya başkalarından alıntılar yapar. Bu lafların, sahibinin gerçek nedenlerini belirttiğine inananlar o kişinin gerçek kanıtları değerlendirebilmekten yoksun olduğunu da düşünecektir; çünkü, o kişinin eylemleri, kamu yararına olan bir şeye yol açmayacaktır. Bu durumdaki bir kişi, olduğundan daha az rasyonel görünür. Daha da ilginç olanı, onun irrasyonel yönünün bilinçli, rasyonel yönünün ise bilinç-dışı olmasıdır. İngiliz ve Amerikalıları bu denli başarılı kılan da bu özelliktir.
Kurnazlık, gerçek olduğu zaman, insan doğasının bilincinden çok bilinç-dışına ait bir şeydir ve sanırım ki iş aleminde başarı için gereken en önemli özelliktir. Ahlaki açıdan ise, her zaman bencil olduğu için, küçümsenen bir özelliktir; bununla birlikte insanları en kötü suçlardan alıkoymayı da başarabilir. Bu özellik eğer Almanlarda var olsaydı sınırsız denizaltı harekatına girişmezlerdi; eğer Fransızlarda var olsaydı Ruhr'da yaptıklarını yapmazlardı; eğer Napolyon'da olsaydı Amiens Antlaşması'ndan sonra tekrar savaşa girmezdi. Bazı istisnaları olsa da, ortaya şöyle bir genel kural koyabiliriz: İnsanlar neyin kendi yararlarına olduğu konusunda yanılırlarsa,akla uygun olduğunu sandıkları tutum, başkaları için, gerçekten akla uygun olan tutumdan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Bu nedenle, insanları kendi çıkarlarını iyi değerlendirecek duruma getiren her şey yararlıdır. Ahlaki nedenlerle, kendi çıkarlarına ters olduğuna inandık- ları şeyleri yaptıkları halde çok zengin olmuş sayısız insan vardır.
Örneğin ilk-dönem Quaker'lerden bazı dükkan sahipleri, başkalarının sürekli olarak yaptığı gibi her müşteriyle pazarlık etmek yerine,sattıkları mallar için kabul edebilecek- leri en düşük miktardan daha çok para istememe yolunu tutmuşlardır. Bu kararı almalarının nedeni, razı olduklarından çok para istemeyi yalan söylemek saymalarıydı. Ancak müşteriye sağlanan bu kolaylık öylesine büyüktü ki herkes onların dükkanlarına koştu; sonuçta zengin oldular (Bunu nerede okuduğumu unuttum; ancak, belleğim beni yanıltmıyorsa güvenilir bir kaynaktı) . Aynı amaca açıkgözlülük yaparak da ulaşmak olanaklıydı; ancak hiç kimse yeterince açıkgöz değildi. Bilinç-dışımız göründüğünden daha kötü niyetlidir. Bu nedenle, ahlaki gerekçelerle, kendi yararlarına ters düşen şeyleri bilerek yapan kişiler kendi yararlarına olanı tam olarak yapan kişilerdir.Onların arkasından, şiddetli duyguları olabildiğince safdışı ederek, kendi yararlarını bilinçli ve rasyonel olarak düşünmeye çaba gösterenler gelir. Üçüncü olarak, içgüdüsel olarak açıkgöz olan kişiler gelir. Bunlar başkalarının mahvolmasını amaçladıkları yollarda kendilerini mahvederler. Bu son grup Avrupa nüfusunun yüzde doksanını kapsar.
Biraz konu dışına çıkmış görünebilirim; ancak açıkgözlülük dediğimiz bilinç-dışı mantığını bilinçli türlerinden ayırmam gerekliydi. Normal eğitim yöntemlerinin bilinç-dışına hiçbir belirgin etkisi yoktur. Öyleyse, açıkgözlülük bugünkü teknik olanaklarımız la öğretilebilir bir şey değildir.Yalnızca alışkanlıktan kaynaklanan ahlak dışında, ahlakın da bugünkü yöntemlerle öğretilmesi olanaksız görünüyor; en azından, ben şahsen sıkça öğütlenen kişilerde iyiye doğru bir etki farketmedim. Bu nedenle, günümüz de bilinçli olarak yapılmak istenen her ıslahatın rasyonel yollar kullanarak yapılması zorunludur. İnsanlara açıkgöz veya erdemli olmayı nasıl öğreteceğimizi bilmesek de onlara rasyonel olmayı öğretmeyi bir ölçüde biliyoruz: Eğitimden sorumlu olanların her konuda uyguladıklarının tam tersini yapmak bunun için yeterlidir. Gelecekte, iç salgı bezleriyle oynayarak, salgılarını azaltıp çoğaltarak, erdem yaratmayı da öğrenebiliriz. Ancak günümüzde rasyonalizmi yaratmak erdem yaratmaktan daha kolaydır -rasyonalizm sözcüğü ile, eylemlerimizin etkilerini önceden tahmin etme sürecinde bilim- sel düşünme alışkanlığını kastediyorum.
(b) Bu, bizi şu soruya getiriyor: İnsanların eylemleri ne ölçüde rasyonel olabilir veya olmalıdır? Önce 'olmalı mı' sorusunu ele alalım. Kanımca rasyonalizmin uygulama alanını belirleyen kesin sınırlar vardır; yaşamın en önemli bölümlerinden bazıları mantığın işe karışmasıyla mahvolurlar. Leibniz son yıllarında bir muhabire yaşamında yalnız bir kere, o da elli yaşındayken, bir bayana evlenme teklif ettiğini anlatmış; sonra da şunu eklemiş: 'Şükürler olsun ki düşünmek için zaman istedi. Bu bana da düşünme fırsatı verdi ve teklifimi geri aldım.' Davranışının çok rasyonel olduğu kuşku götürmez; ancak beğendiğimi söyleyemem.
Shakespeare 'deli, aşık ve şair'i 'yoğunlaşmış hayal gücü' olarak bir araya getirir. Sorun deliyi salıverip aşık ve şairi bir arada tutmaktır. Bir örnek vereceğim: 1919 yılında Old Vic'de oynanan The Trojan Women(Truvalı Kadınlar) oyununu seyrediyor- dum. Büyüyünce ikinci bir Hector olur korkusuyla Greklerin Astyanax'ı öldürdükleri, dayanılmaz ölçüde acıklı bir sahne vardır. Tiyatroda bütün gözler yaşlıydı; seyirciler Greklerin bu gaddarlığını akıl almaz buluyorlardı. Ama orada ağlayan bu insanlar, aynı anda, aynı gaddarlığı Euripides'in bile hayal gücünü aşan bir ölçüde kendileri uygulu- yorlardı. Kısa bir süre önce,ateşkesten sonra Almanya'ya uygulanmakta olan ablukayı uzatan ve Rusya'ya da abluka öngören kararı alan bir hükümete -büyük çoğunluğu- oy vermişlerdi. Bu ablukaların çok sayıda çocuğun ölümüne neden olduğu biliniyordu; ama düşman ülkelerin nüfusunun azalmasını arzuluyorlardı: çocuklar, Astyanax gibi, büyüyüp babalarının yolundan gidebilirlerdi.Şair Euripides seyircilerin hayalinde aşık'ı canlandırmıştı. Ancak tiyatro kapısında aşık ve şair unutulmuşlardı; ve kendilerini iyi yürekli ve erdemli sayan bu bay ve bayanların siyasal eylemleri deli'nin (çıldırmış katil kişiliğinde) egemenliğine girmişti.
Aynı zamanda deli'yi de alıkoymadan şair ve aşık'ı alıkoymak olanaklı mıdır? Her birimizin içinde onların üçü de değişik ölçülerde mevcuttur.Bunlar, birisi kontrol altına alındığında diğer ikisinin yok olmasını gerektirecek ölçüde, birbirlerine bağlı mıdırlar? Öyle olduğunu sanmıyorum.Hepimizin içinde mantıktan esinlenmeyen eylemlerle tüketilmesi gereken bir miktar enerji olduğuna inanıyorum; bu, çıkış yolunu, koşullara göre sanatta, tutkulu aşkta veya tutkulu nefrette bulur. Saygınlık, düzen ve rutin-yani modern endüstri toplumunun demir gibi katı disiplini- sanatsal dürtüyü köreltmiş ve aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine bunalıma veya gizliliğe mahkum etmiştir.
Haset, gaddarlık ve nefret hemen bütün piskoposlar sınıfı tarafından takdis edilirken, özellikle özgür olmaları gereken şeyler baskı altında tutulmuştur.İçgüdüsel yapımız iki bölümden oluşur; birisi kendimizin ve çocuklarımızın yaşamını geliştirmeye, diğeri ise rakip gördüğümüz kişilerin yaşamını engellemeye yönelir.
Birincisi yaşama aşkını, sevgiyi ve psikolojik olarak sevginin bir kolu olan sanatı içerir; ikincisi de rekabeti, milliyetçiliği ve savaşı. Geleneksel ahlak birincisini bastırmak, ikin- cisini yüreklendirmek için herşeyi yapar.Gerçek ahlak bunun tam tersini gerektirirdi. Sevdiklerimizle ilgili davranışlar içgüdüye güvenle bırakılabilir. Akıl kapsamına alınma sı gerekli olan ise nefret duyduğumuz kişilere karşı olan davranışlardır.
Günümüz dünyasında etkin olarak nefret ettiklerimiz bizden uzak olan gruplar,özellik-le de yabancı uluslardır.Onları soyut olarak algılarız ve gerçekte nefretin ta kendisi olan eylemleri, adalete olan aşkımız ve benzeri yüce amaçlar için yaptığımızı ileri sürerek kendimizi kandırırız. Bu gerçeği bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde kuşkucu- lukla kaldırabiliriz. Bunu ve kıskançlık çılgınlığının tedavisini gerçekleştirdikten sonra, kıskançlıklara ve sınırlamalara dayalı olmayan,dopdolu bir yaşam arzusuna ve başka insanların birer engel değil, birer yardımcı olacağının idrakine dayalı yeni bir ahlak oluşturmaya başlayabiliriz.Bu ütopik bir beklenti değildir; Elizabeth İngilteresinde kısmen gerçekleşmişti.Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın gerçekleşe- bilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi değildir; ama benimsen- mesi dünyayı cennete dönüştürebilir.
2- DÜŞLER VE GERÇEKLER
1
Arzularımızın inanışlarımız üzerindeki etkisi herkesçe bilinen ve gözlenen bir olgudur; ancak bu etkinin niteliği çoğu zaman yanlış algılanır. İnançlarımızın büyük bölümünün bazı rasyonel temellere dayandığını; arzunun ise yalnız arada bir işi karıştırdığını varsaymak alışkanlık haline gelmiştir.Bunun tam karşıtı gerçeğe daha yakın olsa gerek. Günlük yaşamla ilgili inançlarımızın büyük bir bölümü arzularımızın şekilleşmesinden ibarettir; ancak orada burada bazı izole noktalarda, gerçeğin sert darbesiyle doğru yola yöneltilirler.İnsan genelde bir düş aleminde yaşar; dış dünyadan gelen aşırı zorlayıcı bir etkiyle bir an için uyanır; ancak çok geçmeden düş aleminin tatlı uykusuna yeniden dalar. Freud geceleri gördüğümüz düşlerin, büyük ölçüde, arzularımızın görüntü şeklin- de gerçekleşmesi olduğunu göstermiş; bunun, gündüz gördüğümüz düşler için de aynı ölçüde doğru olduğunu söylemiştir.İnançlar dediğimiz gündüz düşlerini de buna ekleme si yerinde olurdu.
Doğru olduğuna inandığımız şeylerin bu rasyonel olmayan kökenini göz önüne serecek üç yöntem vardır: deli ve isterik kişilerin incelenmesinden yola çıkıp, giderek bu hastala rın temelde normal sağlıklı kişilerden pek az farklı olduğunu ortaya koyan psikanaliz yöntemi; ikincisi, en değerli görüşlerimizin rasyonel kanıtlarının ne kadar zayıf oldukla rını gösteren kuşkucu filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel olarak gözlem leme yöntemi. Ben yalnız bu sonuncusu üzerinde duracağım.
Antropologların uzun çalışmalarından öğrendiğimize göre, en ilkel insanlar anlama- dıklarının farkında oldukları olaylarla karşılaştıklarında cahilliklerinin bilinci içinde çırpınıp durmazlar; tersine, bütün önemli eylemlerini yönetecek ölçüde sıkıca bağlandık- ları sayısız inançları vardır. Bir hayvanın veya savaşçının etini yemekle, kurbanın yaşarken sahip olduğu erdemleri elde edebileceklerine inanırlar. Birçoğu, kabile reisinin adını ağızlarına almanın insanı hemen öldürecek büyük bir günah olduğuna inanır, hatta ismin bir hece olarak yer aldığı bütün sözcükleri değiştirecek kadar ileri giderler. Örneğin John adında bir kralınız varsa Jonquil yerine George-quil veya dungeon yerine dun-george demeniz gerekir. Tarım düzeyine geldiklerinde yiyecek üretimi nedeniyle hava durumu önem kazanıyor; bazı büyülerin yağmur getireceğine veya ufak ateşler yakmakla güneş açacağına inanılıyor. Bir kişi öldürüldüğünde kanının veya hayaletinin öç almak için öldüreni izlediğine,onun ancak yüzü kırmızıya boyama veya matem tutma gibi basit yöntemlerle aldatılabileceğine inanıyorlar. Bu inancın ilk bölümünün öldürülmekten korkanlardan,ikinci bölümünün de öldürenlerden kaynaklandığı açıkça görülü yor.
Rasyonel olmayan inançlar ilkel insanlara özgü değildir. İnsan ırkının büyük bir bölü mü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle de doğal olarak, aslı esası bulunmayan dinsel inançlara sahiptir.
Önyargısız herhangi bir insan için rasyonel bir sonuca varmanın olanaksız olduğu birçok konuda politikayla ilgilenen ama politikacı olmayan kişiler çok güçlü kanılara sahiptirler.
Çekişmeli bir seçimde görev alan gönüllüler hep kendi taraflarının kazanacağına inanırlar; kaybetme olasılığına işaret eden birçok neden bulunmasının bir önemi yoktur. 1914 sonbaharında Alman ulusunun çok büyük bir bölümünün Almanya'nın zaferinden kesinlikle emin olduğu kuşku götürmez. Bu örnekte gerçek işe karışmış, düşleri altüst etmiştir. Alman olmayan bütün tarihçilerin önümüzdeki yüz yıl boyunca yazmaları önlenebilseydi yine düşler canlanır,sadece başlangıçtaki zaferler anımsanır ve savaşın sonunda yaşanan felaketler unutulurdu.
Nezaket, bir kişinin, kendisinin veya çevresindekilerin meziyetlerine ilişkin görüşlerine saygılı olma alışkanlığıdır. Herkes, her gittiği yerde,rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile sarılmıştır; bu kanılar, yazın uçuşan sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket eder. Bunların bazıları kişiseldir; kişiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaş- larının sevgisinden ve tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak geleceğinden, pek iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen enerjisinden söz ederler. Onun ardından ailesinin olağanüstü yüceliği hakkındaki inançlar gelir: babasının şimdilerde ender rastlanan dürüstlüğü ve çocuklarının şimdiki modern ana-babalarda bulunmayan bir disiplinle yetiştirmiş olması; oğullarının okul sporlarında herkesi nasıl geride bırak tığı; kızının kendini uygunsuz bir evliliğe atacak kızlardan olmadığı gibi. Daha sonra, ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları gelir. Toplumdaki konumuna bağlı olarak bu sınıf bütün sınıflar içinde ya sosyal açıdan en iyisidir; ya en bilgilisidir, ya da ahlak yönünden en değerlisidir -her ne kadar bu değerlerden birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha çok aranılan nitelikler olduğu konusunda herkes hemfikir ise de. Ulus konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlatıcı kuruntular besler. 'Yabancı uluslar ne yazık ki ısrarla kendi bildikleri gibi davranı yorlar.' Mr. Podsnap bu sözleriyle insan kalbinin en köklü duygularından birini dile getirmiş oluyordu.
Son olarak da genel olarak insanlığı, mutlak olarak veya karşılaştırmayla'hayvani yaratıklar'dan üstün tutan kuramlara geliyoruz: İnsanın ruhu vardır,ama hayvanın yoktur; insan 'rasyonel bir hayvan'dır. Aşırı acımasız veya anormal bir eylem 'hayvan gibi', veya 'vahşi' olarak nitelenir (halbuki böyle eylemler kesinlikle insanlara özgüdür,) Tanrı insanı kendi görüntüsünden yarattı ve evrenin nihai amacı İnsan'ın mutluluğudur
Böylece, bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar dizisine sahip bulunuyoruz:kişiye ait olanlar, ailesi ile paylaştıkları, sınıfında veya ulusunda yaygın olanlar, son olarak da bütün insanlığa aynı ölçüde hoş gelenler.Bir kimseyle iyi ilişkilerimiz olmasını istiyorsak onun inandıklarına saygı göstermemiz beklenir. Bu nedenle de insanların yüzlerine karşı, arkalarından konuştuğumuz gibi konuşmayız. Bu fark, onların bizim kişiliğimiz den olan farkları arttıkça daha da belirginleşir. Kardeşimizle konuşurken ana-babalar konusunda bilinçli bir nezaket göstermeye gerek görmeyiz. Yabancı ülke insanlarıyla konuşurken nazik olma gereği doruk noktasındadır ve yalnız kendi vatandaşlarına alışık olanlara dayanılmaz ölçüde sıkıcı gelir.
Bir keresinde, ülkesinden hiç çıkmamış bir Amerikalıya İngiliz Anayasası'nın birkaç önemsiz noktada Amerikalılarınkinden daha iyi olabileceğini söylemiştim.Hemen büyük bir öfkeye kapıldı; bu türden bir düşünceyi daha önce hiç duymamış olduğundan, bir kimsenin gerçekten böyle bir şey düşünebileceğini aklı almamıştı. İkimiz de nezaketi ihmal etmiştik; sonuç da bir felaket olmuştu.
Sosyal amaçlı toplantılarda nezakette kusur her ne kadar hoş değilse de mitleri yok etme bakımından çok yararlıdır. Doğal kanılarımızı düzeltmenin iki yolu vardır; biri, zehirli bir mantarı yenebilir bir mantar sanıp sonuçta acı çekmek gibi, gerçekle yüzleşmek; diğeri de kanılarımızın, gerçek olgulara değil, diğer insanların inançlarına ters düşmesi durumudur. Bazıları domuz eti yemenin helal, dana eti yemenin haram olduğunu düşünür; başkaları ise tam tersine inanır. Bu görüş ayrılığı çoğu zaman kan dökülmesine yol açmıştır.İkisinin de belki gerçekten günah olmadığı yolunda rasyonel bir görüş yavaş yavaş oluşmaya başlamış bulunuyor. Nezaket ile yakından bağıntılı olan alçakgönüllülük, kendimizi ve kendimizde olan şeyleri, karşımızdakilerden veya onlarda bulunan şeylerden üstün tutmuyor gibi davranmayı gerektirir.Bu hüner sadece Çin'de tam olarak anlaşılmıştır.
Bana anlattıklarına göre, Çin'de bir Mandarin'e karısının ve çocuklarının sağlığını sorarsanız size şöyle cevap verirmiş: 'Zatıalilerinin sormaya tenezzül buyurdukları o pasaklı aşağılık kadın ve iğrenç yumurcakları tam bir sağlık içindedirler.' Ne var ki, böyle incelikler sakin ve dingin bir yaşam tarzı gerektirir; iş ve politika dünyasının hızlı ve önemli ilişkilerinde ise bu olanaksızdır. Başka insanlarla olan ilişkiler, en başarılı olan kişiler dışında kalan herkesin mitlerini birer birer yıkmaktadır. Kişisel övünçleri kardeşler, aile övünçlerini okul arkadaşları, sınıfsal övünçleri politika,milli övünçleri de savaşlar ve ticari başarısızlıklar ortadan kaldırmaktadır. Ancak insan olmanın övüncü varlığını sürdürür; ve sosyal sohbetler sırasında, mit-yaratma yetisi bu alanda serbestçe at koşturur. Bilim bu tür hayallerin düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir. Ancak bu düzeltme hiçbir zaman kısmi olmaktan öteye gidemez; çünkü biraz safdillik olmazsa bilimin kendisi de çöker.
2
İnsanların kişisel ve sınıfsal düşleri gülünç olabilir; ancak toplumsal düşler insanlık çemberi dışına çıkamayan bizler için hüzün vericidir. Astronominin ortaya koyduğu Evren çok büyüktür. Teleskopla gördüklerimizin ötesinde daha neler var, bilemiyoruz; ancak bilebildiğimiz kadarı akılalmaz büyüklüktedir.Samanyolu bu bilinebilen evrende çok küçük bir yer kaplar. Bu ufak bölümün içindeki Güneş Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir benek, gezegenimiz ise beneğin mikroskobik bir noktasıdır.Bu nokta üzerinde, karmaşık yapılı ve kendilerine özgü fiziksel ve kimyasal özellikleri olan, su ve saf olma- yan karbon karışımı minik topaklar birkaç yıl sürüklenir durur; ta ki bileşimi oluşturan elementlere tekrar ayrılıp yok olana kadar. Vakitlerini iki iş arasında bölüştürürler: kendilerinin yok olma anını ertelemek ve telaşlı bir çaba ile, kendi türlerinden olan başkaları için bu anı çabuklaştırmak. Doğal sarsıntılar belirli aralıklarla binlercesini, hatta milyonlarcasını yok eder; hastalık daha birçoğunu vaktinden önce alıp götürür. Bu olaylar felaket olarak değerlendirilir; ancak insanlar aynı yok edişi kendi çabalarıyla başarırlarsa çok sevinir ve Tanrı'ya şükranlarını sunarlar. İnsan yaşamının fiziksel olarak var olabileceği süre Güneş Sistemi'nin toplam ömrünün çok ufak bir bölümüdür. Ancak insanların birbirlerini yok etme çabalarıyla, bu süre dolmadan da kendi sonlarını getireceklerini düşündüren nedenler var. Dışarıdan bakıldığında insan yaşamı böyle görünüyor.
Yaşama böyle bir bakışın dayanılmaz olduğunu, bunun, insanların var olmalarını sağlayan içgüdüsel enerjiyi yok edeceğini söyleyenler var. Onların buldukları kaçış yolu din ve felsefedir.
Dış dünya her ne kadar yabancı ve duyarsız görünse de, bizi teselli edenlerin verdikleri güvenceye göre, görünüşteki bu çatışmaların gerisinde bir uyum vardır. İlk nebuladan bu yana süregelen uzun gelişimin, en son aşama olarak insanoğluna eriştiği varsayılmak tadır. Hamlet çok ünlü bir yapıttır; ancak onu okuyanların pek azı Birinci Denizci'nin 'Tanrı sizi kutsasın, efendim' şeklindeki dört sözcükten oluşan rolünü anımsar. Yaşamdaki tek uğraşları bu rolü oynamak olan bir topluluk düşünelim; onların Hamlet'lerle, Horatio'larla, ve hatta Guildenstern'lerle hiç bir temasları olamayacak bir şekilde izole edilmiş olduklarını varsayalım. Bu kişiler Birinci Denizci'nin dört sözcüğü- nün bütün oyunun temelini oluşturduğu yolunda bir takım edebi eleştiriler icadetmezler miydi? İçlerinden biri öteki rollerin de belki aynı ölçüde önemli olabileceğini öne sürsey di, onu aşağılama veya dışlamayla cezalandırma yoluna gitmezler miydi? Evrende insan oğlunun yaşamı Birinci Denizci'nin Hamlet'te aldığı rolden çok daha az yer tutmaktadır. Ancak sahnenin arkasındaki oyunun gerisini dinlememiz olanaksızdır; oyunun konusu ve kişileri hakkında da çok az şey biliyoruz.
İnsanlık denince onun bir temsilcisi olarak daha çok kendimizi düşünürüz.Bu nedenle de insanlık konusunda olumlu hisler besler, korunmasını önemli buluruz.Nonkonformist (İngiltere Kilisesi'nden ayrılmış bir tarikatın mensubu. (Ç.N.)) bakkal Mr. Jones kendisinin ölümsüzlüğe layık olduğundan emindir; bunu kendisinden esirgeyecek bir evrenin de dayanılmaz ölçüde kötü olduğu kanısındadır. Ancak şekere kum karıştıran ve Pazar günleri kiliseyi ihmal eden Anglikan (İngiltere Kilisesi mensubu. (Ç.N.)) rakibi Mr. Robinson'u düşündüğünde, evrenin gereğinden fazla merhametli davrandığı görüşündedir. Mutluluğunun eksiksiz olması, Mr. Robinson için yakılacak bir cehennem ateşine bağlıdır. Bu şekilde hem insanın evrensel önemi korunmuş,hem de dost ve düş man arasındaki yaşamsal farklılık evrensel merhametin zaafı yüzünden ortadan kalkma mış olur. Mr. Robinson da aynı kanıdadır; ancak roller değişmiş olarak. Sonuçta herkes mutludur.
Korpenik'ten önceki çağlarda insan-merkezli dünya görüşünü savunmak için felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök kubbesinin dünya çevresinde döndüğü gözle görülüyordu; dünyada da insan, çevresindeki bütün hayvanlara hükmetmekteydi.Ancak dünya merkezi konumunu yitirince insan da bulunduğu doruktan indirildi.Bunun üzerine, bilimin 'kabalığını' düzeltecek bir metafiziğe gerek duyuldu.Bu görev de 'idealist' denilen kişilerce yerine getirildi. Onlara göre maddesel dünya gerçek olmayan bir görünümden ibarettir; gerçek olan ise Akıl veya Ruh'tur; o, filozofun akıl ve ruhundan üstündür; tıpkı filozofun sıradan insandan üstün olduğu gibi. 'İnsanın evi gibisi yoktur' deyiminin tersine, bu düşünürler bize her yerin kendi evimiz gibi olduğu güvencesi verirler. En iyi olan her şeyimizde, yani söz konusu filozofla paylaştığımız her şeyde,evrenle uyum içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun dönemindeki Prusya Devleti'ne benzediği güvencesini de verir; onun İngiliz ardılları da evreni daha çok iki meclisli plütokratik bir demokrasiye benzetirler. Bu görüşler için öne sürülen gerekçelerde, bunların insancıl özlemlerle olan bağıntısı, o görüşün sahiplerinden bile gizlenecek biçimde kamufle edilmiştir: bu gerekçeler görünüşte mantık ve önermelerin tartışılması gibi kuru kaynaklardan çıkarılmıştır. Ancak hep tek bir doğrultuda yanlışlar yapılmış olması, özlemlerin etkisini açığa vurmaktadır. Bir aritmetik toplaması yaparken insanın kendi lehine yanlış yapması, aleyhine olanı yapmasından daha olasıdır. Bunun gibi, bir kimsenin mantık yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlışlar yapması,özlemlerine ters olan yönde yanlışlar yapmasından daha olasıdır. Demek oluyor ki, soyut düşünür olarak adlandırılan kişilerin incelenmesinde, kişiliklerinin anahtarı yaptıkları yanlışlar dan anlaşılabilir.
Çok kişi insanların icadettiği sistemlerin, gerçek olmasalar bile zararsız ve rahatlatıcı olduklarını ve onlara dokunulmaması gerektiğini savunur. Ancak onlar gerçekte zararsız değildirler ve insanları önlenebilecek acılara katlanmaya yönelttikleri için getirdikleri rahatlık çok pahalıya malolmaktadır.Yaşamdaki kötülükler kısmen doğal nedenlerden, kısmen de insanların birbirlerine olan düşmanlığından kaynaklanmak tadır.
Eskiden rekabet ve savaşlar, yiyecek sağlamak için gerekliydi; bu yiyecekler de sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu. Şimdi bilim sayesinde doğal güçlere egemen olma yoluna girildiğine göre, insanlar birbirlerini yenmek yerine kendilerini doğayı fethetmeye adarlarsa herkes daha rahat ve mutlu olur. Doğanın bir dost, bazen de başka insanlarla kavgalarımızda bir müttefik olarak takdim edilmesi, insanın dünyadaki gerçek konumunu belirsizleştirmekte ve insanoğlunun kalıcı mutluluğunu sağlayacak yegane savaşım olan bilimsel güç arayışına giden çabaları saptırmaktadır.Bütün bu faydacı gerekçeler yanında gerçekdışı inançlara dayalı bir mutluluk arayışının yüce ve yetkin bir yönü yoktur. Dünyadaki gerçek konumumuzu korkusuzca algılamakta tam bir mutluluk, ve mit duvarları arkasına saklananların görebileceklerinden çok daha canlı bir dram vardır. Düşünce dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye hazır olanların açılabilecekleri 'engin denizler' vardır. Bütün bunlardan daha önemli olarak da gün ışığını karartan, insanları kavgacı ve acımasız yapan Korku'nun zulmün den kurtuluş vardır. Dünyadaki konumunu olduğu gibi görme yürekliliği göstermeyen hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendisine, kendi küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse muktedir olduğu yüceliğe erişemez.
3- BİLİM BOŞ-İNANLI MIDIR?
Modern yaşam iki yönden bilim temeline oturmaktadır. Hepimiz ekmek parası, rahatı mızı sağlayan araçlar ve eğlence gereksinimlerimizi karşılamada bir bakıma bilimsel buluş ve keşiflere bağımlıyızdır. Öte yandan son üç yüzyıl içinde bilimsel görüşle ilintili olan bazı zihinsel alışkanlıklar bir avuç üstün yetenekli kişiden giderek toplumun büyük bir bölümüne yayılmıştır. Yeterince uzun süreler gözönüne alındığında, bilimin bu iki özelliğinin birbiriyle bağıntılı olduğu görülür; ancak her ikisi de, ötekisi olmadan yüzyıllarca var olabilirler. Bilimsel düşünce tarzı onsekizinci yüzyıl sonlarına kadar günlük yaşamı pek etkilemedi; çünkü sınai teknolojide devrim yapan büyük buluşlara henüz yol açmamıştı. Öteyandan, bilimin getirdiği yaşam tarzı, bilimin sadece pratikteki bazı uygulamalarını öğrenmiş toplumlarca da benimsenebilir. Böyle toplumlar başka yerlerde keşfedilmiş makineleri yapabilir, kullanabilir ve hatta onlarda bazı ufak tefek gelişmeler gerçekleştirebilir.Ortak insanlık zekası bir gün yozlaşsa bile, bilimin sağladığı teknik ve günlük yaşam, büyük olasılıkla, nesiller boyu var olmayı sürdürebilir. Ancak bu durum sonsuza dek süremez; çünkü eğer bir felaket sonucu ciddi şekilde zedelenirse bir daha yerine gelmesi olanaksızdır.
Demek oluyor ki, olumlu ya da olumsuz, bilimsel görüş insanlık için önemli bir konudur. Sanat alanında olduğu gibi bilimsel görüşün kendisi de iki yönlüdür. Yaratanlar ile değerlendirenler aynı kişiler değildir ve birbirinden farklı zihinsel alışkanlıklar gereksinirler. Her yaratıcı gibi bilimsel yaratıcı da entellektüel bir yolla ifade edilen güçlü duygulardan esinlenir; bu ifade açıklanmamış bir inancı da içerir; eğer bu inanç olmasa bilimci belki de pek bir şey başaramaz. Değerlendiricinin böyle bir inanca gereksinimi yoktur; o her şeyi yerli yerinde görür; kendince gerekli noktaları değerlendirir; belki de yaratıcıyı kendisine kıyasla kaba ve ilkel bir kişi olarak düşünür. Uygarlık daha yaygın ve daha olağan bir aşamaya geldiğinde değerlendirenin düşünce tarzında, yaratıcı olabilecek kişilere karşı bir hükmetme eğilimi başgösterir. Sonuçta söz konusu uygarlık Bizanslaşır ve geriye dönük bir hal alır. Bilimde bu tür bir gelişim başlamakta gibi görünüyor. Öncülere güç veren inanç, özünden çürümeye başlamıştır.
Rusya, Japonya ve Yeni Çin gibi Uzakdoğu ülkeleri bilimi hala onyedinciyüzyıldaki çoşku ile karşılamaktadır. Batılı uluslar halklarının çoğunluğu da böyledir. Ancak başrahipler, kendilerinin resmen adandıkları bu ibadetten artık usanmaya başlamış lardır. Vaktiyle dinibütün genç Luther,hastalıktan kurtulmak için Kapitol'de Jüpiter'e kendi adına öküz kurban edilmesine ses çıkarmayan serbest-düşünceli Papa'ya saygılarını sunmuştu.Bunun gibi, günümüzde de kültür odaklarından uzakta olanlar bilime, onun kahinlerinin artık duymadıkları saygıyı beslemektedir. Bolşeviklerin 'bilimsel' maddeciliği de, vaktiyle ilk dönem Alman Protestanlarında olduğu gibi, bu sofuluğu dost düşman herkesin yenilik sayacağı bir şekil içinde devam ettirmeye yönelik bir çabadır.
Ancak onların Newton'un öğretilerine hararetle ve harfi harfine bağlı olmaları, Batı'nın 'burjuva' bilimcileri arasında kuşkuculuğun yayılmasını hızlandırmaktan başka sonuç vermemiştir. Tennessee gibi, devletin bilim-öncesi bir aşamada kalmış olduğu yerler dışında, bilim devlet tarafından tanınan ve teşvik edilen bir faaliyet olarak siyasal açıdan tutucu bir nitelik almıştır. Günümüz bilim adamlarının çoğunluğunun temel imanı statükoyu korumanın önemine dayanmaktadır. Bunun sonucunda bilim için hakettiğinden fazlasını ileri sürmemek ve diğer tutucu güçlerin, örneğin dinin, istemleri ni yerine getirmek konularına aşırı yatkındırlar.
Ancak bu bilimciler büyük bir zorlukla karşı karşıyadırlar. Bilimcilerin çoğunluğunun tutucu olmasına karşın bilim hala dünyadaki en hızlı değişim aracıdır. Asya'daki, Afrika'daki ve Avrupa'nın sanayi toplumlarındaki değişimin yol açtığı heyecan, tutucu görüşlü kişilerde çoğu kez hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bundan da bilimin değeri konusunda, Büyük Rahiplerin kuşkuculuğuna da katkıda bulunan tereddütler ortaya çıkmaktadır. Bu kadarla kalsa önemli olmayabilirdi. Ancak durum gerçek-entellektüel sıkıntılarla daha da ağırlaşmıştır. Bu zorlukların, eğer aşılmazlarsa, bilimsel keşif çağını sona erdirmeleri olasılığı vardır. Bu hemen bir anda oluverecek demek istemiyo rum. Rusya ve Asya, Batı'nın yitirmekte olduğu bilimsel imanı bir yüzyıl daha sürdüre bilirler. Ancak eninde sonunda, bu inanca karşı öne sürülen savın reddedilemeyeceği ortaya çıkarsa bu, herhangi bir nedenle bir an için, usanç duyan insanları ikna edecek, bu kimseler bir kere inandıktan sonra da eski mutlu güvencelerine bir daha kavuşama yacaklardır. Bilimsel imana karşı ileri sürülen bu sav, bu nedenle, büyük bir titizlikle incelenmelidir.
Bilimsel imandan söz ederken bilimin, esas itibariyle, doğru olduğu yolundaki bir mantıksal sonucu kastetmiyorum. Daha az rasyonel olan ama daha heyecan verici bir şeyi, yani kişinin büyük bir bilimsel kaşif olmasına yol açan inanç ve duygular sistemini kastediyorum. Soru şudur: bilimsel keşifler için gereken zihinsel güce sahip insanlar arasında bu türden duygu ve inançlar var olmayı sürdürebilirler mi?
Yeni yayınlanmış çok ilginç iki kitap bize bu problemin yapısını anlamada yardımcı olacaktır. Bunlar Burtt'un Metaphysical Foundations of Modern Science (Modern Bilimin Metafiziksel Temelleri) (1924) ve Whitehead'in Science and the Modern World (Bilim ve Çağdaş Dünya) (1926) adlı kitaplarıdır.Bu kitapların ikisi de çağdaş dünyanır. Kopernik Galileo ve Newton'dan esinlenmiş olduğu düşünce sistemlerini eleştirmektedir -birincisi hemen hemen tümüyle tarihsel açıdan, ikincisi hem tarihsel hem de mantıksal açıdan. Dr. Whitehead'in kitabı daha önemlidir; çünkü yalnız eleştirel değil, aynı zamanda yapıcıdır; ayrıca geleceğin bilimi için, insanlığın bilimdışı özlemleri yönünden de doyurucu olacak bir entellektüel temel bulmayı amaçlamaktadır. Dr. Whitehead'in teorisinin hoş diyebileceğimiz bölümleri için öne sürdüğü mantıksal argümanları kabul edemem. Bilimsel kavramların yeni bir entelektüel yapılanmaya gereksinimi olduğunu kabul etmekle beraber bu yeni kavramların entellektüel olmayan duygularımıza eskileri kadar itici geleceğini ve bu nedenle yalnızca bilim lehinde güçlü önyargısı olanlarca kabul edilecekleri yolundaki görüşe de katılıyorum. Şimdi ileri sürülen tezin ne olduğu nu görelim.
İşe tarihsel bakış açısıyla başlayalım. Dr. Whitehead 'Nesneler arasında düzen, özellik le de bir doğa düzeni'nin var olduğu hakkında yaygın bir içgüdüsel inanç olmadan yaşayan bilim de olamaz,' diyor.Ona göre bilim ancak böyle bir inanca sahip olan insan larca yaratılabilirdi; bu nedenle de inancın başlangıçtaki kaynağı bilim-öncesi dönem olmalıydı. Bilimin gelişmesi için gerekli olan karmaşık zihinsel yapının oluşmasında başka öğelerin de katkısı olmuştu. Whitehead, Greklerin yaşama bakış açısının daha çok dramatik olduğunu, bu nedenle de başlangıçtan çok sonu vurguladığını,bunun da bilim açısından sakıncalı olduğu ileri sürüyor. Öte yandan, Grek tragedyası, olayların doğa yasalarının zorunlu sonucu olarak ortaya çıktığı yolundaki Kader kavramının oluşmasına yardımcı olmuştur. 'Grek tragedyasındaki Kader, çağdaş düşünce sistemin de Doğa düzenine dönüşmüştür.'Gerekirci (necessitarian) görüş Roma hukuku ile desteklenmiştir. Roma Devleti(hiç olmazsa teoride) , Doğulu despotlardan farklı olarak keyfi değil, önceden belirlenmiş kurallara göre hareket etmişti. Bunun gibi, hıristiyanlık da Tanrı'nın yasalar uyarınca hareket ettiği inancındaydı; her ne kadar bu yasaları Tanrı'nın kendisi koysa da. Bütün bunlar bilimsel düşünce biçiminin zorunlu bir ögesi olan Doğal Yasalar kavramının oluşmasını kolaylaştırmıştır.
Onaltıncı ve onyedinci yüzyıl öncülerinin çalışmalarını esinleyen bilim-dışı inançlar Dr. Burtt tarafından övgüye değer bir biçimde ortaya konmuştur; kendisi bunun için, pek az bilinen birçok orjinal kaynaktan yararlanmıştır. Örneğin Kepler, gençliğinin kritik bir döneminde, Zerdüşt dininden olanların Güneş'e tapma şeklindeki ibadetlerini kısmen benimsemiş gibidir. 'Özellikle Güneş'in tanrılaştırılması ve ona yaraşır konumun evrenin merkezi olduğu yolundaki düşünceler Kepler'i,gençlik coşkusu ve coşkulu hayal gücünün etkisiyle, yeni sistemi kabule yöneltmiştir.' Bütün Rönesans dönemi boyunca hıristiyanlığa karşı, esas itibariyle Pagan çağı uygarlığına duyulan hayranlıktan kaynak lanan bir tür düşmanlık var olmuştur.Bu düşmanlık, kural olarak açıkça dile getirileme diyse de örneğin, fiziksel belirlenimcilik (determinizm) içerdiği gerekçesiyle Kilise'nin kınadığı astrolojinin yeniden canlanmasına yol açmıştır.
Hıristiyanlığa karşı olan bu başkaldırı bilimle olduğu kadar boş-inanla da ilintilidir ve Kepler örneğinde olduğu gibi bazen her ikisiyle de içiçedir.
Eskiçağ'da yaygın olmayan, Ortaçağ'da ise hiç görülmeyen çok önemli bir öğe daha vardır: 'çözülemeyen ve tekrarlanan' olgulara duyulan ilgi. Rönesans öncesinde olgu lara karşı merak duyulması kişilere özgüydü; örneğin İmparator 2. Frederick ve Roger Bacon. Ancak Rönesans döneminde bu merak aydınlar arasında birden yaygınlaştı. Montaigne'de bu, Doğal Yasalara ilgi duymaksızın var olan bir meraktır; bu nedenle de Montaigne bir bilim adamı değildir. Bilim uğraşı, kendine özgü bir genel ve özel ilgiler karışımını içerir; özel durum, genel durumu aydınlatabileceği umuduyla incelenir. Ortaçağ'da özel durumun, teorik olarak, genel ilkelerden çıkarılabileceği düşünülürdü; Rönesans döneminde genel ilkeler gözden düştü ve eski çağlara olan tutku özel olaylara karşı güçlü bir ilgiye yol açtı. Bu ilgi Grek, Roma ve skolastik geleneklere göre eğitilmiş beyinlerde, sonunda Kepler ve Galileo gibi bilimsel kişiliklerin ortaya çıkışını olanaklı kılan düşünsel atmosferi yarattı. Doğaldır ki bu atmosfer onların çalışmalarını sarmala mış ve günümüzdeki izleyicilerine kadar gelmiştir. 'Bilim, kökenini Rönesans sonlarının tarihsel başkaldırısından hiç ayırmamıştır; daha çok, ilkel bir inanca dayalı,rasyonalizm - karşıtı bir hareket olarak sürmüştür. Gerek duyduğu uslamlama sistemini, tümdengelim yöntemini uygulayan Grek rasyonalizminin yaşayan bir yadigarı olan matematikten almıştır. Bilim felsefeyi reddeder.Başka bir deyişle, inancını haklı kılmaya veya açıkla maya hiç gerek duymamış,Hume'un onu yadsımasına da sessizce kayıtsız kalmıştır.'
Emekleme dönemindeyken onu beslemiş olan boş-inanlardan ayırırsak bilim var olmayı sürdürebilir mi? Bilimin felsefeye karşı gösterdiği kayıtsızlık,kuşkusuz, bilimin şaşırtıcı başarısı nedeniyledir. Bilim, insanın güçlü olduğu duygusunu kuvvetlendirmiş; bu nedenle de, teolojik geleneklerle kimi zaman çatışmasına karşın, genelde iyi kabul görmüştür. Ancak son zamanlarda, kendi iç sorunları onu felsefeyle ilgilenmeye yöneltmiştir. Bu, özellikle uzay ve zamanı bir uzay-zaman düzeninde birleştiren görecelik teorisi için söz konusu olmuştur. Bunun yanısıra, sürekli olmayan harekete gereksinimi varmış gibi görünen kuantum teorisi için de geçerlidir. Yine, bir başka alanda, fizyoloji ve biyokimya, felsefeyi canalıcı bir noktasında tehdit eden psikolojinin alanına el uzatmaktadır. Dr. Watson'un davranışçılığı bu saldırının bir öncü kuvvetini oluşturmakta; felsefi gelenek için saygılı sayılamayacak şeyler içermekte; buna karşın kendine özgü yeni bir felsefeye de gerek duymaktadır. Bütün bu nedenlerden dolayı bilim ve felsefenin bu soğuk savaşı sürdürmeleri artık olanaksızdır; düşman ya da dost olmak zorundadırlar. Bilim, temelleri konusunda felsefenin ona yönelttiği soruları yanıtlayamazsa dost olamazlar. Dost olmaları durumunda ise birbirlerini yok ederler; yalnız birinin tek başına alana egemen olması artık olanaksızdır.
Bilimin felsefi açıdan kendini kanıtlaması için Dr. Whitehead iki şey önermektedir. Bir yandan yeni bazı kavramlar ortaya atmaktadır ki onlar sayesinde görecelik ve kuantum fiziği, eski katımadde kavramında yapılacak bölük pörçük değişikliklerle elde edilecek sonuçlara göre,zihinsel bakımdan daha doyurucu olan bir yapılanma olanağı bulacaktır. Eserin bu bölümü henüz arzu edilen ölçüde geliştirilmiş olmamakla beraber geniş anlamıyla bilim kapsamına girmektedir ve bizleri bazı olgular hakkındaki teorik bir yorumu bir başkasına tercih etmeye yönelten alışılmış kanıtlama yöntemine de olanak vermektedir.
Tekniğinin zor olduğunu belirtmek dışında bu konuya değinmeyeceğim. Şu anda ilgilendiğimiz konu yönünden önemli olan, Dr. Whitehead'in eserinin daha felsefi olan bölümüdür. Bize sadece daha iyi bir bilim önermekle yetinmeyip, aynı zamanda Hume'dan bu yana bir anlamda rasyonel olmayan geleneksel bilimi rasyonel kılacak bir de felsefe öneriyor. Bu felsefe temelde Bergson'unkine çok benzer. Burada karşılaştığım zorluk şudur: Dr. Whitehead'in yeni kavramları, normal bilimsel ve mantıksal sınama lara olanak veren formüllerle ifade ediliyorlarsa da öne sürdüğü felsefeyi gerektirmiyor lar gibi görünüyor.
Bu nedenle felsefesi kendi içerdiği değerlere göre kabul edilmelidir. Onu, eğer doğru ise, bilimi haklı kıldığı (justification) için kabul etmemeliyiz; çünkü tartıştığımız sorun bilimin haklı kılınmasının olanaklı olup olmadığıdır. Onu olduğu gibi, bize gerçekten doğru gelip gelmediği bakımından incelemeliyiz; ancak bunda da kendimizi eski karga şa ile yüzyüze buluyoruz.
Şimdi sadece tek bir nokta, ama çok önemli bir nokta üzerinde duracağım.Bilindiği gibi Bergson geçmişin bellekte yaşamayı sürdürdüğü, hiç bir şeyin asla gerçekten unutulmadığı kanısındadır. Bu noktalarda Dr. Whitehead onunla hemfikir görünüyor. Bu şairane bir ifade olarak çok hoş olmakla beraber, benim düşünüşüme göre, olayları bilimsel netlikle dile getirdiği kabul edilemez. Geçmişteki bir olayı -diyelim ki Çin'e varışımı-anımsıyorsam, yeniden Çin'e vardığımı söylemem sadece mecazi bir ifadedir. Anımsadığım zaman bazı sözcükler ve imgeler belirir. Bunların anımsadığım şeylerle nedensellik ve benzerlik ilişkisi vardır ve bu benzerlik genellikle mantıksal yapı benzerliğinden öte bir şey değildir. Anının, geçmişteki olayın varlığını sürdürmesi olduğunu söylesek bile bu, olayın kendisi ile anısı arasındaki ilişki hakkındaki bilimsel soruya bir yanıt oluşturmaz. Çünkü öyle söylesek bile, yine de, aradan geçen sürede olayın değiştiğini kabul etmek zorundayız; bu sefer de değişimin hangi bilimsel yasalar uyarınca gerçekleştiği sorusuyla karşı karşıya kalırız. Anıyı yeni bir olay olarak veya oldukça değişmiş eski bir olay olarak adlandırmanın bilimsel problem açısından bir farkı yoktur.
Hume'dan bu yana bilim felsefesinde yer alan iki büyük skandal nedensellik ve tümevarımdır. Bu iki yönteme hepimiz güveniriz; ancak Hume bu inancın hiçbir rasyonel temele dayanmayan, bilinçsiz bir inanç olduğu yolunda bir kanı uyandırmıştır. Dr. Whitehead kendi felsefesinin Hume'a bir yanıt olanağı sağladığına inanıyor. Kant da aynı şeyi düşünmüştü. Ben her ikisini de kabul edemiyorum. Ancak herkes gibi ben de bir yanıt olması gerektiğine inanmaktan da kendimi alamıyorum. Bu durum derin bir rahatsızlık kaynağıdır; bilim ile felsefe karıştırılmaya devam ettikçe rahatsızlık artacaktır. Bir yanıt bulunabileceğini ummak durumdayız; ancak ben yanıtın bulunmuş olduğuna inanamıyorum.
Bilim günümüzdeki durumuyla kısmen olumlu, kısmen de olumsuz olarak düşünülebi lir. Bize çevremizi düzenleme gücü vermesi ve küçük de olsa önemli bir azınlık için zihinsel doyum olanağı sağlaması bakımından da olumludur. Olumsuzdur; çünkü ne kadar maskelemeye çalışsak da insan eylemlerini, teorik olarak, önceden tahmin etme olanağını içeren bir gerekirciliği varsaymakta, bu bakımdan da sanki insanın gücünü azaltmaktadır. Doğal olarak insanlar bilimin olumlu yönünü alıkoyup olumsuz yönün den kurtulmayı arzular; ancak bunu başarma çabaları şimdiye dek boşa çıkmıştır. Nedensellik ve tümevarıma inancımızın irrasyonel olduğunu vurgularsak, bilimin doğru olup olmadığını bilmediğimiz ve bize onu olumlu kılan, çevremize egemen olma olanağının her an yok olabileceği sonucuyla karşılaşırız. Ancak bu sonuç tümüyle teorik olup, çağdaş bir insanın uygulamada benimseyeceği birşey değildir. Öte yandan bilimsel yöntemin savlarını kabul edersek nedensellik ve tümevarımın, herşeye olduğu gibi, insan iradesine de uygulanabilir olduğunu kabulden kaçınamayız. Yirminci yüzyılda fizik, fizyoloji ve psikoloji alanlarındaki gelişmeler bu sonucu güçlendirmektedir. Sonunda öyle görünüyor ki, bilimin rasyonel kanıtlaması teorik olarak yetersiz ise de, bilimin olumsuz yönlerini bırakıp olumlu olanlarını alıkoymamızı sağlayan bir yöntem mevcut değildir. Durumun mantığıyla yüzleşmekten kaçınarak kuşkusuz bunu başarabiliriz. Ancak o zaman dünyayı anlamayı amaç edinmiş olan bilimsel keşif dürtüsünü de daha kaynağında kurutmuş oluruz. Geleceğin bu karmaşık probleme daha doyurucu bir çözüm getirmesini umalım.
4- İNSAN RASYONEL OLABİLİR Mİ?
Kendimi hep bir rasyonalist olarak düşünürüm; ve bana göre bir rasyonalist, insanla rın rasyonel olmasını isteyen kişidir. Rasyonellik günümüzde birtakım sert eleştirilere uğramış bulunuyor; öyle ki, ne anlama geldiğinin bilinmesi, bilinmesi durumunda da insanların elde edebilecekleri bir şey olup olmadığını kestirmek zordur. Rasyonelliği tanımlama sorununun biri teorik, öteki de pratik olmak üzere iki yönü vardır: Rasyonel düşünce nedir? Rasyonel davranış nasıldır? Faydacılık (pragmatizm) kanıların irrasyonel olduğunu, psikanaliz de davranışların irrasyonel olduğunu vurgular. Bu iki yaklaşım çoğu kimseyi, düşünce ve davranışların olumlu bir şekilde uyum göstere cekleri ideal bir rasyonelliğin var olmadığı görüşüne yöneltmiştir.Bu da şöyle bir sonuca yol açar görünmektedir: Eğer siz ve ben değişik kanılara sahipsek, bunu tartışmanın ya da tarafsız bir kişinin hakemliğine başvurmanın yararı yoktur. Yapabileceğimiz tek şey, parasal ve askeri gücümüz ölçüsünde, etkili konuşma, reklam, ya da savaş yollarıyla birbirimizle mücadele etmektir. Böyle bir bakış açısının çok tehlikeli, uzun dönemde ise uygarlık için yokedici nitelikte olduğu kanısındayım. Bu nedenle, rasyonellik idealinin, onu yok edeceği düşünülen fikirlerden etkilenmediğini, düşünce ve yaşama bir yol gösterici olarak eskiden taşıdığı bütün önemi koruduğunu göstermeye çalışacağım.
Önce kanıların rasyonelliğini ele alalım. Bunu, basit olarak, bir kanaate varmadan önce, konuyla ilgili bütün kanıtları dikkate alma olarak tanımlıyorum.Rasyonel bir kişi kesinliğin olanaklı olmadığı durumlarda olasılığı en kuvvetli olan görüşe en büyük ağırlığı verir, yabana atılamayacak ölçüde olasılığı olanları da varsayım olarak aklında tutar; çünkü bunların tercihini gerektiren bazı kanıtlar sonradan ortaya çıkabilir. Doğaldır ki burada, gerçeklerin ve olasılıkların çoğu durumda nesnel bir yöntemle -yani iki dikkatli kişiyi aynı sonuca götürecek bir yöntemle- saptanabileceği varsayılmaktadır. Bu varsayım sık sık sorgulanmaktadır. Çok kimse aklın tek işlevinin kişinin kendi özlem ve gereksiniminin doyumunu kolaylaştırmak olduğunu söylemektedir. Pelebs Ders Kitapları Komitesi'nin yayınladığı Outline of Psychology (Psikolojinin Anahatları) kitabında (sayfa 68) 'Zihin her,seyden çok bir taraf tutma aracıdır. İşlevi kişiye ya da türe yararlı olacak eylemlerin gerçekleşmesini ve daha az yararlı olanlarının engellenme sini güven altına almaktır,' denilmektedir.Ancak aynı yazarlar yine aynı kitapta (sayfa 123) ve yine italik harflerle'Marksistlerin inancı ile dinsel inanç arasındaki fark pek derinlerdedir; dinsel inanç özlem ve gelenek temeline, diğeri ise nesnel gerçeklerin bilimsel analizine dayanır,' demektedirler. Eğer amaçları kendilerini Marksist inancı seçmeye yönelten şeyin akıl olmadığını öne sürmek değilse, bu sözler akıl için söylemiş oldukları sözlerle çelişmektedir. Amaçları ne olursa olsun'nesnel gerçeklerin bilimsel analizinin' olanaklı olduğunu kabul ettiklerine göre, nesnel anlamda rasyonel olan görüşlerin de olanaklı olduğunu kabul etmeleri gerekir.
İrrasyonel bir bakış açısı öneren daha bilge yazarlar, örneğin faydacı filozoflar, bu kadar kolay açık vermiyorlar. Onlar, kanılarımızın,doğru olmaları için uymaları gere ken nesnel gerçek diye bir şeyin var olmadığını ileri sürüyorlar. Onlar için kanılar yalnızca varolma savaşında kullandığımız silahlardır ve insanın yaşamını sürdürmesine yardımcı olanlarına 'doğru' denilmelidir.Bu görüş İ.S. altıncı yüzyılda, Budizm Japonya 'ya ilk eriştiği zamanlar, Japonya'da yaygın olan görüştü. Yeni dinin doğruluğundan kuşku duyan iktidar, deneme olarak, saray mensuplarından birine bu dini kabul etme sini emretti; eğer bu kişi başkala rından daha başarılı olursa yeni din herkesçe kabul edilecekti. Bu yöntem faydacıların bütün din tartışmalarında -günümüze uyum sağlayacak değişikliklerle- benimsedikleri yöntemdir; ancak ben, insanı zenginliğe, bütün öteki dinlerden daha çabuk götürdüğü anlaşılan Museviliğe geçen bir kimse duymadım.
Faydacılar 'doğru'yu bu şekilde tanımlasalar da günlük yaşamda zaman zaman ortaya çıkan ve bu denli incelikli olmayan sorunlarda hep çok değişik bir standart uygularlar. Bir cinayet davasının jürisinde yer alan bir faydacı, kanıtları herhangi bir insan gibi değerlendirecektir; ancak eğer kendisine özgü ölçütü uygulayacak olsa, toplumda kimin idam edilmesinin daha karlı olacağını düşünmesi gerekir. Tanım gereği o kişi cinayetin de suçlusudur; çünkü başka birisinin değil de onun suçlu olduğuna inanmak daha yararlı, bu nedenle de daha 'doğru'dur. Bu tür faydacılık ne yazık ki bazen gerçekten uygulanıyor. Amerika ve Rusya'da bu tanıma uygun 'düzmece suçlamalar'yapıldığını duymuştum.Ancak böyle durumlarda, gerçeği gizlemek için hiçbir çaba esirgenmiyor; başarılı olunamazsa da rezalet çıkıyor. Gizleme için gösterilen bu çaba, bir cinayet olayında polisin bile nesnel gerçeğe inandığını göstermektedir. Bilimde aranan da bu türden -çok alelade ve tatsız-bir nesnel gerçektir. İnsanlar, onu bulma umudunu taşıdığı sürece, dinde aranan gerçek de bu türdendir. İnsanlar ancak dinin gerçek olduğunu doğrudan kanıtlamaktan umut kestiği zamandır ki, onun sözümona yeni-moda bir anlamda 'gerçek' olduğunu kanıtlamaya koyulmuşlardır.
Genel olarak ifade etmek gerekirse, irrasyonalizm, yani nesnel gerçeği yadsımak, hemen her zaman, hiçbir kanıtı olmayan birşeyde ısrar etmek; ya da çok sağlam kanıtları olan birşeyi yadsımak arzusundan kaynaklanır. Ancak,yatırım yapmak gibi, bir hizmetçi tutmak gibi pratik konularda hep nesnel gerçeğe olan inanç egemen olur. Eğer herhangi bir konudaki inancımızın doğru olup olmadığı gerçek olgularla sınanabili yorsa, başka konularda da aynı sınama yapılmalıdır. Bunun uygulanmadığı durumlar bizi bilinemezciliğe (agnostisizme) götürür.
Konuları göz önüne alındığında bu düşünceler kuşkusuz çok yetersiz kalmaktadır. Gerçek olguların nesnelliği sorunu,filozofların şaşırtmacaları nedeniyle çok zorlaşmıştır. Bu konuyu başka bir yerde daha detaylı olarak ele almış bulunuyorum. Şimdilik, gerçek olguların var olduğunu,bunların bazılarının bilinebildiğini, diğer bazıları için ise bilinen gerçek olgulara göre bir olasılık derecesi saptanabileceğini varsayacağım. Ancak kanılarımız çoğu kez gerçeklere ters düşer; hatta belirli kanıtlara göre bir şeyin olası olduğunu söylediğimizde bile, aynı kanıtlara göre o şeyin olası olmadığı da söylenebilir. Bu durumda rasyonelliğin kuramsal yanı, gerçek olgulara ilişkin kanılarımızı özlemlere, önyargılara, geleneklere değil, kanıtlara dayandırmaktan ibarettir. Rasyonel bir kimse, konuya bağlı olarak, bir hukukçudan ya da bir bilimciden farksızdır.
Bazı kimseler, insanların en çok değer verdiği kanılarının tuhaf, hatta çılgınca denebile cek kökenlerine dikkat çekerek psikanalizin, kanılarımızın rasyonel olmasının olanaksız lığını saptadığını düşünürler. Psikanalize derin bir saygım vardır ve son derece yararlı olabileceğine inanırım. Ancak Freud ve ardıllarına esin kaynağı olan bakış açısı bir ölçüde gözden kaçırılmaktadır.Onların yöntemlerinin temel amacı, tedavi etmeye, isteri ve çeşitli türden akıl bozukluklarını iyileştirmeye yöneliktir. Savaş sırasında ortaya çıkan savaş nevrozunun en etkili tedavi yönteminin psikanaliz olduğu kanıtlanmıştır. Rivers'ın daha çok 'mermi şoku' hastalarıyla olan deneyimlerine dayanarak yazdığı Instinct and Unconscious (İçgüdü ve Bilinçötesi) kitabında, açıkça kabullenilmediği zaman korkunun yol açtığı kötü etkiler çok güzel bir şekilde incelenmektedir. Bu etkiler, doğal olarak, çeşitli tiplerde felçler, görünürde fiziksel olan hastalıklar gibi, daha çok zihinsel olmayan türdendir. Şimdilik bunlarla ilgilenmeyeceğiz; konumuz zihinsel bozukluklardır. Delilerdeki kuruntuların çoğunun içgüdüsel engellemenin bir sonucu olduğu ve tümüyle zihinsel yollarla –yani hastaya, anısını baskı altında tuttuğu gerçekleri anımsatmak yoluyla-tedavi edilebildikleri anlaşılmıştır. Bu çeşit bir tedavi ve onu çağrıştıran durum, hastanın yitirmiş olduğu sağlıklı bir ruh halinin var olduğunu ve unutmayı en çok istedikleri de dahil olmak üzere, bütün işe yarar gerçekleri bilinç yüzüne çıkarmakla bunun tekrar kazanılabileceğini varsayar. Bu, bazı kişilerce ısrarla önerildiği üzere, irrasyonelliği karşı koymadan kabullenme yönteminin tam tersidir.
Bu kişilerin tek bildiği, yalnız psikanalizin, irrasyonel kanıların etkinliğini ortaya çıkardığıdır; onun amacının bu etkinliği belirli bazı tıbbi yöntemlerle azaltmak olduğunu unuturlar veya gözardı ederler. Benzer bir yöntemle delilikleri pek belirgin olmayan kişilerin irrasyonel tutumları da tedavi edilebilir; yeter ki hastalar kendi kuruntularını paylaşmayan bir hekimin tedavisine rıza göstersinler. Ancak, cumhurbaş kanları, bakanlar, önemli şahsiyetler bu koşulu nadiren yerine getirirler; ve tedavi görmeden yaşamlarını sürdürüp giderler.
Buraya kadar rasyonelliğin teorik yönünü ele aldık.Şimdi üzerinde duracağımız pratik yönü ise daha da büyük bir zorluk sergiler. Pratik konulardaki fikir ayrılıklarının iki kaynağı vardır: Birincisi tartışmacıların arzuları arasındaki farklılık, ikincisi de arzula rını gerçekleştirme araçlarını değerlendirmedeki farklılıktır.İkinci tür farklılıklar gerçekte teoriktir; ancak sonuçları açısından uygulamaya dönüktürler. Örneğin bazı yetkililer ilk savunma hattımız için savaş gemileri gerektiğini ileri sürerken, diğerleri de uçakların gerekliliğini vurgular. Burada önerilen sonuç, yani ulusal savunma konusunda bir farklılık yoktur; fark, bunun hangi araçlarla yerine getirileceğindedir. Bu nedenle tartışma salt bilimsel bir yöntemle çözümlenebilir; çünkü anlaşmazlığa neden olan fikir ayrılığı gerçeklerle; geçmiş veya gelecek,kesin veya olası gerçeklerle ilgilidir. Buna benzer bütün durumlarda söz konusu olan, her ne kadar uygulamaya yönelik bir konuysa da,teorik olarak nitelendirdiğimiz türden bir rasyonellik işe karışır.
Ancak bu sınıfa dahil edebileceğimizi düşündüğümüz birçok olayda,uygulamada büyük önem taşıyan bir zorluk ortaya çıkmaktadır. Belirli bir şeyi yapmak isteyen bir kimse, böyle yapmakla yararlı saydığı bir sonuca ulaşacağına kendini inandırır; o arzusu olmasaydı böyle bir inanç için hiçbir neden olmayacağını bilse bile. Gerçekler ve olasılıklarla ilgili konulardaki yargıları da, kendisininkine karşıt arzuları olan bir başka kişininkinden çok farklı olacaktır.
Herkesin bildiği gibi kumarbazlar uzun dönemde kesinlikle kazandıracak sistemler konusunda irrasyonel inançlarla doludurlar. Politikayla ilgilenenler kendi partilerinin başkanının, rakip politikacıların düzenbazlığına düşmeyeceğine kendilerini inandırırlar. Yönetmeyi sevenler halk tabakasına koyun sürüsü gözüyle bakmanın onların yararına olduğunu düşünürler; sigaradan hoşlananlar sigaranın sinirleri yatıştırdığını, alkolden hoşlananlar da alkolün zihni uyardığını söylerler. Bu tür gerekçelerin yol açtığı yargılar, olayların değerlendirilmesinde önlenmesi zor olan yanılgılara yol açar. Alkolün sinir sistemi üzerindeki etkisi konusunda yazılmış bilimsel bir makale bile çoğu kez, satır aralarında içerdiği kanıtlarla, yazarın alkole karşı kişisel tutumunu açığa vurur; her iki olasılıkta da, olaylara kendi alışkanlığını destekleyici bir gözle bakmak eğilimi vardır. Bu tür düşünceler politika ve din konularında büyük önem taşır.
Çoğu kimse politik görüşlerini belirlerken toplumun iyiliği isteğiyle yola çıktığını düşünür; ancak on kişiden dokuzunun politik eğilimi onun geçimini nasıl kazandığına bakarak kestirilebilir. Bu durum bazı kimseleri bu tür konularda objektif davranılama yacağı, karşıt eğilimli sınıflar arasında şiddetli rekabet dışında bir yöntem bulunama yacağı görüşünü savunmaya; birçoklarını da gerçekten öyle olduğuna inanmaya yöneltmiştir.Psikanaliz işte böyle konularda yararlıdır; çünkü insanların o zamana kadar bilinç-altında olan önyargılarının farkına varmalarını sağlar.Bize kendimizi, başkalarının bizi gördüğü gibi görmemize olanak veren bir teknik; ayrıca, bu görünümü müzün sandığımız kadar da haksız olmadığını gösteren bir neden sağlar. Bu yöntem, olgulara bilimsel yaklaşım alışkanlığı ile birlikte yaygın olarak öğretilirse insanları, gerçek olayları değerlendirme ve eylemlerin olası etkileri hakkındaki inançları konusun da,daha rasyonel olmalarını olanaklı kılar. Eğer insanlar bu konularda anlaşmazlığa düşmezse, geri kalan anlaşmazlıklara uyumlu çözümler bulabilecekleri hemen hemen kesindir.
Ancak yine de tümüyle zihinsel yöntemlerle çözümlenemeyecek bir tortu kalacaktır. Bir kimsenin arzuları başka bir kişininkiyle tam tamına uyum içinde olmaktan çok uzaktır. Borsada iki rakip şu veya bu eylemin etkileri konusunda tümüyle aynı fikirde olabilirler; ancak bu pratikte de uyuma yol açmaz; çünkü ikisi de ötekinin zararı pahasına zengin olmayı arzu etmektedir. Ancak bu durumda bile, doğacak olumsuz sonuçların büyük bölümü rasyonellik sayesinde önlenebilir. Yüzünü beğenmediği için öfkeyle burnunu kesen bir kişinin davranışının irrasyonel olduğunu söyleriz. İrrasyoneldir; çünkü duygularına kapılarak o anda şiddetle hissettiği arzusunu yerine getirmekle, kendisi için uzun vadede daha önemli olan özlemlerinin engelleneceğini unutmuştur.İnsanlar rasyonel olsalardı, kendilerine neyin yararlı olduğunu şimdikinden çok daha doğru olarak görürlerdi.
Eğer bütün insanlar bilinçli olarak kişisel çıkarları doğrultusunda davransalardı dünya da şimdiki durumuna kıyasla bir cennet olurdu. Hareketlerimizi yönlendirme açısından kişisel çıkarlardan daha iyi bir şey olmadığını söylemiyorum; ancak kişisel çıkarın da, başkalarının iyiliği için özveride bulunma örneğinde olduğu gibi, bilerek gözetildiğinde, bilmeden gözetildiği durumdakinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. Düzenli bir toplumda, başkalarının zararına olan bir şeyin, onu yapan kişinin çıkarına olması pek enderdir. Bir insan rasyonellikten uzaklaştığı ölçüde, başkalarını inciten şeylerin kendisini de inciteceğini göremez; çünkü nefret ve haset onu körleştirmiştir. Bu nedenle, bilerek gözetilen kişisel çıkarın en yüce ahlak ilkesi olduğunu savunmuyorsam da, eğer yaygın olarak benimsenirse dünyanın şimdi olduğundan çok daha iyi bir dünya olacağında ısrar ediyorum.
Günlük yaşamda rasyonellik, sadece o anda güçlü olan arzularımızı değil, içinde bulunulan duruma ilişkin bütün isteklerimizi anımsama alışkanlığı olarak tanımlana bilir. Fikirlerin rasyonelliğinde olduğu gibi bu da bir ölçü sorunudur. Tam bir rasyonel lik, kuşkusuz, erişilmesi olanaksız bir idealdir.Bununla beraber, bazı insanları deli olarak nitelediğimiz sürece, bazı insanların diğerlerinden daha rasyonel olduğunu varsaydığımız ortadadır. Dünyadaki elle tutulur her türlü iyiye gidişin, pratik ve teorik rasyonalizmin güçlenmesinden kaynaklandığı kanısındayım. Altruistik (Kendi yararını gözetmeksizin başkalarının iyiliğini düşünme; bencilliğin karşıtı.(Ç.N.)) bir ahlak öğütle mek, bana biraz da yararsız görünüyor; çünkü böyle bir öğüt onu zaten benimsemiş olanlar dışında kimseye çekici gelmeyecektir. Ancak rasyonelliği öğütlemek biraz farklıdır; çünkü, bizim kendi arzularımız her ne ise, rasyonellik genellikle onları gerçekleştirmemize yardımcı olur. Bir kimse, aklının arzularını algıladığı ve onlara egemen olduğu ölçüde rasyoneldir. Sonuç olarak inanıyorum ki, en önemli şey aklımızın eylemlerimize egemen olmasıdır; bilim, birbirimize zarar verme olanaklarını artırdıkça toplumsal yaşamın sürmesini olanaklı kılan da bu olacaktır. Eğitim, basın, politika, din -kısacası dünyanın en etkili güçleri- şu anda irrasyonellikle eleledir. Bu güçler Kral Demos'u yoldan çıkarmak için ona övgüler yağdıran kişilerin elindedir. Çare, gerçekleş tirilmesi çok zor olan sosyal ve siyasal değişimlerde değil; bireylerin komşuları ve dünya ile olan ilişkilerine daha akıllıca ve dengeli bir bakış açısı getirme çabalarında yatmakta dır. Dünyamızın çekmekte olduğu sıkıntıların çözümünü, günden güne yaygınlaşmakta olan rasyonalizmde aramamız gerekir.
Ortaçağ'ın sonlarından bu yana felsefenin sosyal ve politik önemi giderek azalmıştır. Ortaçağ'ın en büyük filozoflarından olan William Ockham (1300-1349) ,Keiser (962-1806 yıllarında Kutsal Roma Hükümdarlarına verilen ünvan. (Ç.N.)) tarafından Papa'ya karşı broşürler yazmak üzere tutulmuştu.O dönemlerin en ateşli sorunları okullarla ilgili tartışmalardı. Onyedinci yüzyılda felsefede görülen gelişmelerin tümü Katolik Kilisesine muhalefetle az çok bağlantılıydı. Malebranche (1638-1715) gerçi bir rahipti; ancak şimdilerde rahipler onun felsefesini kabulden menedilmişlerdir. Locke'un (1632-1704) ardılları onsekizinci yüzyıl Fransasında, Bentham (1748-1832) yanlıları ondokuzuncu yüzyıl İngilteresinde, politikada çoğunlukla aşırı tutucu görüşleri benimsemişler; çağdaş liberal burjuva görüşünün de yaratıcısı olmuşlardır. Ancak felsefi ve politik görüşler arasındaki karşılıklı ilişki zamanla daha belirsiz bir duruma gelmektedir. Hume (1711-1776) felsefede aşırı tutucu olduğu halde politik yönden bir Tory (Şimdiki adı Muhafazakar Parti olan İngiliz siyasal partisi mensubu. (Ç.N)) idi. Yalnızca, Devrim'e kadar bir Ortaçağ ülkesi olan Rusya'da politika ve felsefe arasında açık bir ilinti var olmayı sürdürdü. Bolşevikler materyalist, Beyazlar ise idealisttirler. Tibet'te bu ilinti daha da güçlüdür; devlet yönetiminde en büyük ikinci kişi 'baş metafizikçi' olarak adlandırılır. Başka yerlerde felsefe artık böylesine saygın bir konumdan yoksundur.
Yirminci yüzyıl akademik felsefesi başlıca üç grupta toplanmış bulunuyor.Birincisi genellikle Kant (1724-1804) , bazen de Hegel (1770-1830) yanlılarını içine alan klasik Alman felsefesidir. İkinci grup, pragmatistler ile Bergson'dan oluşur. Üçüncü grupta ise bilim yanlıları yer alır; bunlara göre felsefede ne özel bir gerçek çeşidi, ne de ona erişme yi sağlayan belirli bir yöntem vardır. Bunlara kısaca gerçekçiler (realistler) denebilir; ancak aralarında bu sıfata tam olarak uymayan çok kişi vardır. Bu farklı ekoller arasındaki ayrım belirgin değildir; ve kişiler bazı konularda birine, bazı konularda da diğerine mensup olabilirler. William James (1842-1910) hem gerçekçiliğin hem de pragmatizmin kurucusu sayılabilir. Dr. Whitehead'in son kitapları gerçekçilerin yöntemlerini uygulayarak, az çok Bergsoncu denilebilecek bir metafiziğin savunmasını yapar. Birçok filozof, epeyce bir mantık gösterisinden de kaçınmayarak, Einstein'ın doktrinlerinin Kant'ın zaman ve uzayın öznel olduğu yolundaki kanısına bilimsel bir temel oluşturduğu görüşünü benimsemektedir. Görülüyor ki olgulardaki belirginlik, mantıktaki belirginlik kadar net değildir. Bununla beraber,mantıktaki belirginlik, düşüncelerin sınıflandırılmasını olanaklı kılan bir çerçeve oluşturması açısından yarar sağlar.
Alman idealizmi yirminci yüzyıl boyunca savunmada kalmıştır. Yeni ekolleri profesör olmayan kişilerin önemli bulduğu kitaplar temsil etmiştir. Bu kitaplar hakkındaki eleştirilere göre değerlendirme yapan bir kimse, bu ekollerin diğerlerinden etkin olduğunu düşünebilir. Ancak, Amerika'da olmasa bile, Almanya, Fransa ve İngiltere'de felsefe öğretenlerin çoğunluğu hala klasik geleneğe bağlıdırlar. Bu gruba dahil olan bir gencin iş bulması, dahil olmayan birine göre çok daha kolaydır. Klasik geleneğe karşı çıkanlar ise 'Alman' olan her şeydeki kötülükte bu felsefenin de payı olduğunu ve Belçika'nın işgalinden de bir anlamda sorumlu olduğunu göstermeye çalıştılar. Ancak onu destekleyen öylesine ünlü ve saygılı kişilerdi ki bu saldırılar başarılı olamazdı. Bu kişilerden ikisi, Emile Boutroux ve Bernard Bosanquet, ölümlerine kadar uluslararası toplantılarda sırasıyla Fransız ve İngiliz felsefelerinin resmi sözcülüğünü yapmışlardır.
Dinci ve tutucu kesimler de hıristiyanlığa aykırı akımlara ve devrimlere karşı kendile rini savunmada daha çok bu ekolden yararlanmaktadırlar. Bunlar statükoculara özgü güç ve zaaflara sahiptirler; gelenekten kaynaklanan güç ile yeni düşünce yokluğundan kaynaklanan zaafa.
İngilizce konuşulan ülkelerde bu konuma yirminci yüzyıl başlarından az önce gelinmiş tir. Ben ciddi olarak felsefe çalışmaya 1893 yılında, Mr. Bradley'in Appearance and Reality (Görünüm ve Gerçek) kitabının çıktığı yılda başladım. Mr. Bradley Alman felsefesinin İngiltere'de de kabulü için savaşanlardan biriydi; yaklaşımı ise geleneksel inançları savunanlardan çok başkaydı. Onun Logic (Mantık) ve Appearance and Reality kitapları, çağdaşlarım üzerinde olduğu gibi bende de çok derin bir etki yapmıştı. Onlar da ileri sürülen tezlerle uzun süreden beri uyuşmadığım halde bu kitaplara büyük saygı duyarım.
Hegel yanlılarının görüşleri, gerçek dünya hakkında bizlere sadece mantığın çok şeyler anlatabileceği inancına dayanır. Mr. Bradley de bu düşünceye katılmaktadır. Görünür deki dünyanın kendi kendisiyle çeliştiğini; bu nedenle de aldatıcı olduğunu; gerçek dünyanın ise, mantıksal olma zorunluluğu yüzünden, şaşırtıcı bazı özelliklere sahip olmasının doğal olduğunu öne sürmektedir. Gerçek dünya zamanda ve uzayda olamaz; birbiriyle içiçe ilintili çeşitli şeyler içeremez; ayrı ayrı benlikler içeremez; hatta bilme olgusundaki özne ve nesne arasındaki ayrılık şeklinde bir bölünme içeremez. Bu nedenle o, düşünceden ve istemden çok duyguya benzeyen bir şeyle bağlantılı olan, zamandan bağımsız, tek bir Mutlak'tan ibarettir.Şu dünyamız bütünüyle bir görüntüdür; ve de üstünde oluyor gibi görünen şeylerin gerçekte bir önemi yoktur. Bu doktrin ahlak kavramını yok edebilir.Ancak ahlak duygusaldır; mantıkla bağdaşmaz. Gerçekten de Hegel yanlıları,temel ilkeleri olarak, Hegel felsefesini doğru kabul ederek davranmamız gerektiğini ısrarla vurgularlar; ancak şunu gözden kaçırıyorlar: eğer bu felsefe doğru ise nasıl davrandığımızın da hiç önemi yoktur.
Bu felsefe iki yönden eleştirilmişti. Bir yanda mantıkçılar vardı; bunlar Hegel'in yanlış larına dikkat çektiler; ilişkilerin ve çokluğun, zaman ve uzayın gerçekte kendileriyle çelişir şeyler olmadığını ileri sürdüler. Öte yanda da mantık ürünü bir dünyada var olan kalıplaşmayı ve düzenliliği beğenmeyenler vardı; onların başında da William James ve Bergson yer alıyordu. Bu iki ayrı eleştirinin yandaşları, önemli olmayan bazı rastlantısal durumlar dışında, mantıksal açıdan birbirlerine aykırı düşmüyorlardı; ancak mizaçları farklıydı ve başka başka bilgilerden esinleniyorlardı. Bunun yanısıra ilgi alanları da farklıydı; birinin ilgisi akademik, ötekinin ise insancıldı. Akademik açıdan bakanlara göre Hegelcilik doğru değildi; insancıl açıdan bakanlara göre ise hoş değildi. Doğal olarak bu ikinciler daha yaygın bir başarıya ulaştılar.
İngilizce konuşulan dünyada Alman idealizminin tahttan indirilmesinde en büyük etken William James olmuştur. Bunu Psychology (Psikoloji) adlı eserinde söyledikleriyle değil, yaşamının son yıllarında ve ölümünden sonra yayınlanan bir dizi küçük kitapta ortaya koyduklarıyla başarmıştır. 1884 yılında Mind dergisinde yayınlanmış olup ölümünden sonra basılan Essays in Radical Empiricisim (Radikal Deneycilik Üzerine Denemeler) kitabında yer alan bir makalesinde(sayfa 276-8) kişisel eğilimini olağanüstü bir sevimlilikle dile getirmektedir:
'Bizler temelde kuşkucu olmadığımıza göre,çeşitli inançlarımızın arkasında yatan güdüleri birbirimize açıkta itiraf edebiliriz. Ben kendiminkini içtenlikle itiraf ediyor ve bütün güdülerimin mantıksal değil, estetik türden olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. İnceden inceye detaylı olan evren,yanılmaz ve kusursuz enginliğiyle sanki nefesimi kesiyor. Olanakları olmayan gerekliliği, özneleri olmayan ilişkileri sanki bana hiçbir çekince hakkı bırakmayan bir anlaşma yapmışım, veya daha doğrusu, sanki diğer konuklardan kaçarak sığınabileceğim kişisel bir odası olmayan büyük bir sahil pansiyo nunda yaşamak zorunda kalmışım hissini veriyor. Ayrıca günahkarlarla ferisiler (Yazılı yasalara ve örf hukukuna titizlikle uymayı öngören eski bir Musevi tarikatı mensubu. (Ç.N.)) arasındaki eski anlaşmazlığın da bu konuyla bir ilişkisi olduğunu açıkça görmek teyim. Bildiğim kadarıyla, Hegelcilerin hepsi kendini beğenmiş ukalalar değildirler; ancak öyle sanıyorum ki bütün kendini beğenmiş ukalalar geliştikçe sonunda Hegelci oluyorlar. Aynı cenaze için tören yapmak üzere yanlışlıkla çağrılan iki papazla ilgili bir fıkra vardır:Önce birisi gelir ve duada Ben Yeniden-dirilişim; ben Yaşamım sözcüklerin den öteye gidemeden ikincisi içeri girer: O da Yeniden-diriliş benim, Yaşam benim, diye bağırır. İnceden inceye felsefesi,gerçekte var olduğu haliyle, çoğumuza bu papazı çağrış tırır. Korkunç derinlikleri, bilinmeyen akıntılarıyla ağır ağır nefes alan engin,bilinçsiz Kozmos'u temsil etmek için fazla sıkı düğmeli olduğu söylenebilir.
William James gibi, Hegelciliği bir sahil pansiyonuna benzeten başka bir kimse olmadı ğına bahse girilebilir sanırım. Bu makale 1884 yılında hiçbir etki yaratmadı; çünkü o zamanlar Hegelcilik giderek artan bir saygınlık görmekteydi; filozoflar da kendi mizaç ları ile kanıları arasında bir bağlantı olabileceğini kabullenmeyi hala öğrenmemişlerdi. 1912'de (ikinci baskı tarihi) ortam çeşitli nedenlerle değişmiş bulunuyordu. William James'in öğrencileri üzerindeki etkisi de bu nedenlerden biridir.Yazıları dışında onu sadece yüzeysel olarak tanıdım; ancak, onun doğasında,görüşlerini oluşturmakta katkısı olan üç öğenin ayırdedilebilir olduğu kanısındayım. Bunlardan, zaman açısından en sonda, felsefi katkı açısından ise en önde geleni, gördüğü fizyoloji ve tıp eğitiminin etkisidir. Bu ona esinlerini Platon'dan, Aristoteles'ten, ve Hegel'den alan tümüyle yazınsal filozoflara kıyasla daha bilimsel ve biraz da materyalist bir eğilim vermiştir.
Özgür iradeyi irdelediği bölüm gibi önemli birkaç bölüm dışında Psychology kitabında bu öge egemendir. Felsefi yapısındaki ikinci etken,babasından geçen ve kardeşinde de var olan mistik ve dindar eğilimdir. Bu eğilim onun Will to Believe (İnanma Arzusu) kitabına ve psişik araştırmalara olan ilgisine yol açmıştır. Üçüncü etken, yine kardeşiyle paylaştığı aşırı titiz yapısından kurtulup yerine Walt Whitman usulü demokratik bir yaklaşım benimsemek için, New Englandlı benliğinin bütün içtenliğiyle giriştiği bir çabadır. Yukarıdaki alıntıda hiç bir kişisel odası olmayan pansiyondan duyduğu dehşet (Walt Whitman buna bayılırdı) , titiz yapısını açıkça ortaya koyuyor. Demokratik olma arzusu da kendisini bir ferisi değil bir günahkar yerine koymasında görülmektedir. Bir ferisi olmadığı kesindi; ancak en az günah işlemiş kimselerden biri olsa gerek. Bu konudaki tutumu her zamanki alçakgönüllülüğüne pek de uymamaktadır.
En kusursuz insanlar genellikle bu kusursuzluklarını birbiriyle bağdaşmaz sayılan bazı özelliklerin karışımına borçludurlar; bu, çağdaşlarının çoğunun farkettiğinden daha önemli bir kişi olan James için de geçerlidir. Kendisi faydacılığı, dinsel umutları bilimsel varsayımlar olarak ifade etmenin yöntemi olarak savundu; ve, madde ile ruh arasındaki karşıtlığı, bunlardan birine üstünlük tanımadan önlemenin bir aracı olarak 'bilinç' diye bir şeyin var olmadığı yolundaki devrimci bir görüşü benimsedi. Felsefesinin bu iki bölümünde farklı yandaşları oldu. Birincisini Schiller ve Bergson, ikincisini yeni gerçekçiler destekledi. Ünlüler arasında yalnızca Dewey(1859-1952) her ikisinde de ona katılıyordu.
Farklı tarihçeleri ve farklı bağlantıları olduğu için bu iki bölümün ayrı olarak ele alın maları gerekir. James'in yapıtlarından Will to Belieue 1897, Pragmatism 1907 tarihlidir. Schiller'in Humanism, Dewey'in Theories in Logical Theory (Mantık Teorisi Üzerinde İncelemeler) kitapları ise 1903 tarihlidir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında felsefe dünyası faydacılık konusuyla canlanmıştı; daha sonraları aynı beğenilere hitap eden Bergson onun tahtına geçti. Faydacılığın üç kurucusu kendi aralarında büyük farklılıklar gösterirler; James, Schiller ve Dewey'i bu felsefenin, sırasıyla dinci, edebi ve bilimsel temsilcileri olarak tanımlayabiliriz. Çünkü James her ne kadar çok-yönlü idiyse de faydacılıkta, onun dindar yönü kendine bir çıkış yolu bulmuştur.
Şimdi bu farklılıkları bir yana bırakarak savı bir bütün olarak ele alalım.Savın temeli belli bir tür kuşkuculuktur. Geleneksel felsefe, dinin temel savlarını kanıtladığı iddiasın daydı. Bu felsefenin karşıtları ise bu kanıtlamanın geçersiz olduğunu kanıtlayabilecek lerini; veya, en azından Spencer (1820-1903) gibi, bunların kanıtlanamaz olduğunu kanıtlayabileceklerini iddia ettiler. Ancak, eğer bunlar kanıtlanamazlarsa geçersizlikleri de kanıtlanamaz gibi görünüyordu. Spencer gibi kişilerin çok sağlam saydıkları birçok sav; nedensellik, hukukun üstünlüğü, belleğin genel güvenirliği,tümevarımın geçerliği gibi doktrinler bu durumdaydı. Bütün bunlar rasyonel bir bakış açısından bilinmezcilik (agnostisizm) kapsamına girmeli,hüküm vermekten kaçınılmalıdır. Çünkü, görebildiği miz kadarıyla bunlar doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanabilir şeyler değildirler. James, pratik kişiler olarak, eğer yaşamayı sürdüreceksek, bu konularda kuşku içinde kalmamı zın olanaksız olduğu savını ileri sürdü. Örneğin, geçmişte bizi beslemiş olan yiyeceklerin gelecekte bizi zehirlemeyeceklerini varsaymamız gerekir. Bazen de yanılırız; ve de ölü rüz. Bir fikrin doğruluğu onun 'gerçek-olgu'larla' uyum içinde olup olmasıyla sınana maz; çünkü bu gerçek-olgulara hiçbir zaman ulaşamayız. Sınama onun yaşamımızı iyileştirmedeki ve arzularımızı gerçekleştirmedeki başarısını ölçmekle yapılır. Bu bakış açısıyla James Varieties of Religious Experience (Dinsel Deneyimlerde Çeşitlilik) kita bında dinsel inançların çoğunlukla bu sınamayı başarıyla geçtiğini; bu nedenle de 'doğru' olarak nitelendirilmeleri gerektiğini göstermeye çalıştı. Ona göre, en genel kabule kavuşmuş olan bilimsel teorilere de ancak bu anlamda 'doğru' denebilir: uygulamada geçerli sonuçlar verirler; haklarında bildiğimiz tek şey de budur.
Bu görüşün bilim ve dinin genel varsayımlarına uygulanması konusunda söylenecek çok şey vardır. Geçerli olmanın anlamı dikkatle tanımlanır ve yalnızca gerçeğin, gerçekten bilinmediği durumların söz konusu olması koşulu eklenirse, o zaman bu konularda bu savla tartışmaya gerek yoktur. Ancak,şimdi gerçek doğruyu saptamanın zor olmadığı daha basit örnekleri ele alalım. Bir şimşek çaktığını gördünüz. Gök gürültüsünü duymayı bekleyebilirsiniz; veya ışığın, gürültüsü duyulamayacak kadar uzakta olduğunu düşünebilirsiniz; ya da bu konuyu hiç düşünmezsiniz. En akla yakını bu sonuncu olasılık olmakla beraber ilk iksinden birini seçtiğinizi varsayalım. Gök gürültüsünü işittiğinizde düşüncenizin doğruluğu ya da yanlışlığı ortaya çıkmış olur. Bu da size sağlanan bir avantaj veya dezavantaj nedeniyle değil, bir 'gerçek-olgu nedeniyle, yani gök gürültüsünü duyup duymama olgusuyla gerçekleşir.Faydacılar dikkatlerini, da ha çok, hakkında deneyim sahibi olduğumuz olgularla doğrulanamayan inançlar üzerin de toplarlar. Günlük uğraşlar hakkındaki inançlarımızın çoğunun -örneğin filanca kişi nin adresinin filanca olduğu- doğru olup olmadığı, deneyimlerimizle ortaya çıkarılabilir; ve bu gibi durumlarda bir faydacının kullandığı ölçütlere gerek yoktur. Yukarıdaki gök gürültüsü örneğinde olduğu gibi,birçok durumda bu ölçütün uygulanma olanağı yoktur; çünkü doğru olan inancın yanlış olana göre pratik bir avantajı bulunmadığı gibi, ikisi de başka birşey düşünmek kadar yarar sağlamaz. Günlük yaşamda karşılaştıklarımıza değil de 'büyük' örneklere sempati duymak felsefecilerin ortak bir kusurudur.
Faydacılık, nihai felsefi gerçeği içermese de bazı önemli meziyetlere sahiptir. Birincisi bizim ulaşabileceğimiz gerçeğin yalnızca insani gerçek olduğunu; bu gerçeğin de, insani olan her şeyde olduğu gibi yanılınabilir ve değişebilir olduğunu görmesidir. İnsana özgü olanlarının dışında kalan olaylar gerçek değil, gerçek-olgulardır (belirli türlerden) . Gerçeklik inançlara özgü bir özelliktir, inançlar da psikolojik olaylardır. Bundan başka, inançların olgularla olan bağlantılarında mantığın varsaydığı sistematik basitlik yoktur; buna da işaret etmiş olması faydacılığın ikinci meziyetidir. İnançlar belirsiz ve karmaşık tır; kesin tek bir olguya değil,birçok ve belirsiz türden olgularla ilintilidirler. Bu nedenle, mantığın sistematik önermelerinden farklı olarak, inançlar doğru veya yanlış gibi iki mutlak karşıt değil, doğru ve yanlışın bir karışımıdır. Hiçbir zaman siyah ya da beyaz değildirler; grinin değişik tonlarını taşırlar. 'Gerçek'ten büyük bir saygıyla söz edenler gerçek-olgu dan söz etseler ve önünde eğildikleri saygın özelliklerin insan inanç larında bulunmadığını görseler daha yerinde olur. Bunun teorik olduğu kadar pratik yararları da vardır. Çünkü insanlar 'gerçeği' kendilerinin bildiklerini sandıkları için birbirlerine zulmederler.Psikanalitik açıdan bakıldığında, insanların büyük saygıyla söz ettikleri herhangi bir 'büyük ideal'in, gerçekte düşmanlarına eziyet etmek için bulduk ları bir bahane olduğu söylenebilir.
Uygulamada ise faydacılığın daha da karanlık bir yönü ortaya çıkıyor. Bu felsefeye göre, doğru olan inanç çıkar sağlayan inançtır. Ceza yasalarıyla oynayarak bir inanç kazançlı hale getirilebilir. Onyedinci yüzyılda Protestan ülkelerde protestanlık, katolik ülkelerde de katoliklik avantajlıydı. Enerjik insanlar hükümeti ele geçirip kendilerinden farklı düşünenleri cezalandırarak'gerçek' üretebilirler. Bu sonuçlar faydacılığın içine düştüğü abartıdan kaynaklanmaktadır. Gerçeklik faydacıların işaret ettiği gibi, bir derece sorunu ve salt beşeri olayların, yani inançların bir niteliği ise, bu bir inançta var olan doğruluğun derecesinin salt beşeri koşullara bağımlı olması anlamına gelmez.İnanç larımızdaki doğruluk derecesini artırırken bir ideale yaklaşmaktayız.Bu ideali de gerçek, yani ancak çok sınırlı ölçüde kontrolümüz altında olan, bir gezegenin üzerinde ya da yüzeyine yakın bir yerindeki bazı önemsiz koşullarla ilişkili gerçek-olgu saptamış olur. Faydacıların kuramı reklamcıların uygulamalarının bir soyutlamasıdır. Reklamcı,hapla rın gerçek değerinin, kutu başına bir guinea olduğunu tekrar tekrar söyleyerek insan ları altı-peni ödemeye ikna eder (1 guinea = 42 tane altı peni) : böylece de söylediklerini, daha az güvenle söylendiği duruma göre, gerçeğe yakınlaştırmış olur. Bu tür insan ürünü 'gerçek' örnekleri ilginçtir; ancak kapsamları çok sınırlıdır. Bunların kapsam larını genişletmekle insanlar kendilerini çılgın bir propagandaya kaptırır, bu çılgınlık da sonunda savaş, salgın hastalık, kıtlık şekillerinde kendini gösteren acı gerçeklerle birdenbire son bulur. Avrupa'nın yakın tarihi bu tür bir faydacılığın yanlışlığını ortaya koyan bir ibret dersidir.
Bergson'un faydacı görüş yanlısı olarak alkışlanması tuhaftır; çünkü yüzeysel olarak onun felsefesi faydacıların tezinin tam tersidir. Faydacıların öğretisine göre gerçeğin ölçütü yararlılık olduğu halde Bergson bunun tam tersini öğretir.Pratik gereksinmelerle şekillenmiş olan aklımız, dünyanın çıkarımıza olmayan bütün yönlerini yok sayar ve gerçeğin algılanmasını engeller. 'Önsezi' denilen bir yeteneğimiz olduğunu; istersek onu kullanabileceğimizi; ve onun, en azından teorik olarak, gelecek için olmasa da, geçmiş ve şimdiki zaman hakkında her şeyi bilmemizi sağlayabileceğini öne sürer. Bu kadar bilgiyi taşımak pek elverişli olmayacağı için, işlevi unutmak olan bir beyin geliştirdik. Beyin olmasaydı her şeyi hatırlayacaktık; onun bir süzgeç gibi çalışması sayesinde genellikle yalnızca yararlı olan şeyleri ve yanlışları hatırlıyoruz. Bergson'a göre fayda hataların kaynağıdır ve gerçeğe ancak pratik yararın tümüyle dışlandığı mistik düşünceyle erişilebilir. Ancak yine de, faydacılar gibi, eylemi akıl yürütmeye, Othello'yu Hamlet'e tercih eder. Önsezi ile Desdemona'yı öldürmenin, akıllıca davrana rak kralın yaşamasına izin vermekten daha iyi olduğu kanısındadır. Faydacıların ona bir yandaş gözüyle bakmalarının nedeni budur.
Bergson'un Donnes Immediates de la Conscience (Bilincin Dolaysız Verileri) kitabı 1898'de, Matiere et Memoire (Madde ve Bellek) kitabı da 1896'da yayınlandı. Ancak onun büyük ünü 1907'de yayınlanan L'Evolution Creatrice(Yaratıcı Evrim) ile başladı -bu kitap diğerlerinden daha iyi olduğu için değil, daha az tartışma ve daha çok retorik içerdiği, böylece de daha ikna edici olduğu için. Bu kitap baştan sona hiçbir tartışma, dolayısıyla da tatsız tartışmalar içermez; sadece, düşgücünü okşayan şiirsel resimler çizer.İçinde bizi, öngördüğü felsefenin doğru mu yanlış mı olduğu sorusuna götüren hiç bir şey yoktur. Önemsiz sayılamayacak bu soruyu Bergson başkalarına bırakmıştır. Ancak kendi felsefesine göre böyle yapmakta haklıdır da; çünkü gerçek, akılla değil önseziyle elde edilir; bu nedenle de bir tartışma konusu değildir.
Bergson'un felsefesinin büyük bölümü geleneksel mistisizmin biraz yeni bir dille ifade sinden ibarettir. Farklı şeylerin gerçekte farklı olmadığı, ancak analitik akıl tarafından öyle algılandığı yolundaki doktrin Parmenides (İ.S. beşinci yüzyıl) 'ten Mr. Bradley (1846-1924) 'e kadar bütün Doğu ve Batı mistiklerinde görülür. Bergson iki yolla bu sava bir yenilik havası getirmiştir. İlk olarak, 'önsezi' ile hayvanların içgüdüleri arasında bir bağlantı kurar. Bir Ammophila arısının, içine yumurtalarını bıraktığı larvayı etkisiz hale getirecek, ama öldürmeyecek bir şekilde sokabilmesini sağlayan şeyin önsezi olduğu nu ileri sürmektedir (Bu talihsiz bir örnektir; çünkü Dr. ve Mrs. Peckham bu zavallı arının şaşkın bir bilimciden daha kusursuz davranmadığını göstermişlerdir) . Bu yakla şım onun savlarına modern-bilim havası vermekte ve, verdiği örneklerle dikkatsiz kişilerde, görüşlerinin en son biyolojik araştırmalara dayandığı sanısının uyanmasını sağlamaktadır.İkinci olarak, nesnelerin analitik zekaya göründükleri durumlarındaki ayrılığa 'uzay' adını, onların önseziye görünümlerinin yorumlanmasına da'zaman' ya da 'süre' adını vermektedir. Bu da onun 'zaman' ve 'uzay' hakkında kulağa çok hoş ve derin gelen, ancak bu sözcüklerin normal anlamlarınca çağrıştırılan birçok şey söyle mesine olanak vermektedir.'Uzay'da olan şey olarak tanımlanan 'madde' kuşkusuz aklın yarattığı bir kurgudur; öyle olduğu da, kendimizi önsezinin bakış açısına uyarlayınca hemen görülür.
Felsefesinin bu bölümünde Bergson, ifade tarzı dışında, Plotinus (İ.S.205-270) 'a hiçbir şey eklememiştir. Bu ifade biçiminin keşfedilmesi gerçekten büyük bir yeteneğin sonu cuysa da bu yetenek bir filozofunkinden çok bir ortaklık yöneticisinin yeteneğidir. Ancak ona yaygın bir popülerlik kazandıran, felsefesinin bu bölümü değildir. Bu popülerliği elan vital(yaşama coşkusu) ve gerçek oluşum savlarına borçludur. Onun getirdiği önemli ve ilginç yenilik zamanın ve ilerlemenin gerçek olduğu inancını mistisizm ile birleştirmesindedir. Bunu nasıl başardığını görmek için biraz zaman harcamaya değer.
Geleneksel mistisizm derin düşünceye dayanır; zamanın gerçek dışı olduğuna inanır; ve temelde bir tembel insan felsefesidir. Mistik aydınlanmanın başlangıcı 'ruhun karanlık gecesi'dir; bu da insanın günlük eylemlerinde umutsuzca engellendiği, veya bazı nedenlerle onlara olan ilgisini yitirdiği zamanlar ortaya çıkar. Eylem böylece söz konusu olmaktan çıkınca o da kendini derin düşünceye verir. Koşullar elverdiğinde kendimize olan saygıyı korumamızı sağlayacak inançlara sarılmak, özbenliğimizin bir yasasıdır.Psikanalitik yazın bu yasanın çarpıcı örnekleriyle doludur. Böylece, derin düşünceye yönelen kişi, çok geçmeden, bunun yaşamın gerçek amacı olduğunu; gerçek dünyanın günlük işlerle uğraşan kişilerden gizlendiğini keşfeder.Geleneksel mistisizmin diğer savları da bu temelden çıkarılabilir. Büyük mistiklerin belki de ilki olan Lao-Tze (İ.Ö. 604-531) 'nin, kitabını bir gümrük binasında bagajının muayene edilmesini beklerken yazdığı rivayet edilir. Kitap tahmin edilebileceği gibi, her türlü eylemin yararsız olduğu savı ile doludur.
Bergson ise mistisizmi eyleme, 'yaşam'a, gelişmenin gerçekliğine inanan ve bu dünya da bulunmaktan düş kırıklığına uğramamış olan kişilere uyarlamayı amaçladı. Mistik, genel olarak, mizaç bakımından hareketli, ancak hareketsizliğe zorlanmış olan kişidir; vitalist de mizaç yönünden hareketsiz, ancak eyleme romantik bir hayranlık duyan kişidir. 1914 öncesinde dünya böyle insanlarla,'Kırık Kalpler Yuvası' insanlarıyla doluydu. Bu insanların mizaçlarının temelinde can sıkıntısı ve kuşkuculuk vardır. Bu da heyecan tutkusuna ve irrasyonel bir inanca özlem duymaya yol açar. Sonunda bu inancı buldular; o da görevlerinin insanları birbirine kırdırmak olduğu inancında saklıydı. Ancak 1907'de bu çıkış yolu daha bulunmamıştı; Bergson ise bu boşluğu iyi doldurdu.
Bergson görüşlerini bazen yanlışlığa yol açabilecek bir dille ifade etmiştir; çünkü kurgu sal olarak tanımladığı şeylerden, arada bir, onların gerçek olduklarını düşündürecek bir şekilde söz eder. Eğer bu yanlış anlaşılabilecek şeyleri bir yana bırakırsak zaman savı sanırım şöyledir: Zaman ayrı ayrı anlar ya da olaylar serisi değil, gerçekte sürekli bir oluşumdur. Bu gelişme sırasında geleceği önceden görmek olanaksızdır; çünkü gelecek, gerçekten yenidir ve bu nedenle de kestirilemez. Ağacın büyümesinde oluşan içiçe halkalar gibi gerçekten vuku bulan her şey kalıcıdır (bu benzetme ona ait değildir) . Yani dünya hiç durmadan daha dolu ve daha zengin olacak şekilde gelişir.Vuku bulan her şey önsezinin katıksız belleğinde saklanır; beyindeki bellek ise, tersine, aldatıcıdır. Önsezi belleğindeki bu saklama 'kalıcılık'tır; yeni yaratma güdüsü de elan vital'dir.Önsezinin katıksız belleğindekileri tekrar su üstüne çıkarmak bir kendini eğitme konusudur. Bunun nasıl yapılacağı anlatılmıyor; herhalde Yogi'lerin yaptığına benzer bir şekilde olsa gerek.
Eğer Bergson'un felsefesine mantık gibi yeterince ulu olmayan bir şey uygulamaya kalkışılırsa bu değişim felsefesi bazı sıkıntılarla karşılaşır. Bergson, zamanı birbirinden bağımsız parçalardan oluşan bir seri olarak gören matematikçileri aşağılamaktan hiç usanmaz. Ancak, eğer dünyada onun öne sürdüğü gibi, gerçek yenilik gerçekten de varsa -eğer yoksa onun felsefesi çekici özelliklerini yitirir- ve eğer dünyaya gerçekten gelen her şey kalıcı ise -kalıcılık savının yalın özü de budur- daha önceki bir zamandaki toplam varlık daha sonra gelen herhangi bir zamandaki toplamın bir parçası olur. Bütün ile parça arasındaki bu ilişki nedeniyle, dünyanın farklı zamanlardaki toplam durumları bir seri oluşturur ve bu da matematikçilerin aradığı ve Bergson'un reddettiği serinin bütün özelliklerine sahiptir.Dünyanın daha sonraki durumlarında devreye giren unsurlar eski unsurların dışında değilse gerçek bir yenilik yoktur; yaratıcı gelişim bir şey yaratmamıştır; biz de Plotinus sistemine geri dönmüş oluruz. Bergson'un bu ikilem karşısında vardığı yanıt şudur: olan şey, her şeyin değiştiği ve yine de aynı kaldığı bir 'gelişim'dir.Bu kavram sıradan insanların anlamayı umut edemeyecekleri ölçüde derin bir gizemdir. Temelinde mantık değil, mistik inanca çağrı yatar; ancak biz inancın mantıktan üstün olduğu alanlara,onun peşi sıra gidemeyiz.
Bu arada, birçok yerde 'gerçekçilik' adı verilen bir felsefe gelişti. Gerçekte bu felsefenin özelliği yöntem olarak analizci, metafizik olarak da çoğulcu (plüralist) olmasıdır. Bu felsefe tam olarak gerçekçi değildir; çünkü bazı yönleri Berkeley (1685-1735) idealizmi ile uyum içindedir. Kant ve Hegel idealizmi ile bağdaşmaz; çünkü bu sistemlerin temel aldığı mantığı reddeder. Bu felsefe James'in görüşünü gittikçe daha çok benimsemeye ve onu geliştirmeye yönelmektedir:dünyanın temel içeriği ne maddesel ne de zihinseldir; madde ve aklın kendisinden yapıldığı daha basit ve daha temel bir şeydir.
Doksanlı yıllarda, çok yaşlı filozoflar dışında, Alman idealizmine karşı durmakta karar lı olan yegane sima James'di.Schiller ve Dewey kendilerini duyurmaya daha başlamamış lardı; James bile felsefede pek de ciddiye alınması gerekmeyen bir psikolog olarak görülüyordu.Ancak 1900 yılı ile birlikte Alman idealizmine karşı bir ayaklanma başladı. Bu karşı gelme faydacı bakış açısından değil,ciddi teknik nedenlerden kaynaklanıyordu. Almanya'da Frege'nin övgüye değer çalışmalarının (bu çalışmalar 1879'da başlamış, ancak son yıllara kadar hiç okunmamışlardı) yanısıra, Husserl'in 1900'da yayınlanan anıtsal bir eseri olan Logische Untersuchungen (Mantık İncelemeleri) kitabı kısa sürede büyük etkiler doğurmaya başladı. Meinong'un Ueber Annahmen (Varsayımlar Hakkında-1902) ve Gegenstands-theorie und Psychologie (Nesne Kuramı ve Nesne Psikolojisi-1904) aynı yönde etkili oldular. G.E.Moore ve ben, benzer görüşleri savunmaya başladık. Onun Nature of Judgement(Hükümlerin Yapısı) makalesi 1899'da, Principia Ethica (Etik İlkeleri) 1903'te yayınlandı. Benim yazdığım Philosophy of Leibniz (Leibniz Felsefesi) 1900'de, Principles of Muthematics (Matematik İlkeleri) 1903'te basıldı.Fransa'da da aynı tür felsefe Couturat tarafından güçlü bir şekilde temsil edildi.
Amerika'da William James'in radikal görgücülüğü (ampirizmi) –faydacılığı içermeden- yeni mantıkla karışarak Yeni Gerçekçilerin felsefesini doğurdu. Bu felsefe, yukarıda sözü geçen Avrupa'daki çalışmalardan biraz daha sonra, ancak daha devrimci nitelikte ortaya çıktı. Yalnızca Mach'ın Anczlyse der Empfindungen (Sanıların Analizi) bu felsefenin öğretilerinin bir kısmını daha önceden haber vermişti.
Böylece başlayan yeni felsefe henüz son şeklini almamış, bazı bakımlardan hala olgunlaşmamıştır. Bundan başka, savunucuları arasında bir hayli görüş ayrılıkları vardır. Bazı bölümlerinin anlaşılması oldukça güçtür. Bütün bu nedenlerle onun çarpıcı bazı özelliklerini belirtmekten öte yapılabilecek bir şey yoktur.
Yeni felsefenin birinci özelliği yeni bir felsefi yöntem geliştirme; ya da öyle bir yöntem kullanarak yeni bir tür bilgi getirme gibi iddiaları terketmesidir. Felsefeyi temelde bilimden farklı olarak görmez; sadece,problemlerinin genel olmasıyla ve deneysel kanıtların henüz bulunmadığı alanlarda varsayımlar oluşturmasıyla özel bilimlerden ayrılır. Bütün bilgileri bilimsel bilgi olarak; bilimsel yöntemlerle saptanıp kanıtlanabilen bilgi olarak kabul eder. Daha önceki felsefenin genellikle yaptığı gibi,bütün evreni kapsayan sonuçlar bulmayı, veya her şeyi içeren bir sistem kurmayı amaçlamaz. Kendi mantığına dayanarak, dünyanın bölük pörçük,karman çorman görünen doğasını reddetmek için bir neden olmadığına inanır.Dünyayı 'organik' olarak ele almaz; şu anlamda ki, tek bir kemiğe bakarak nesli tükenmiş bir hayvanın iskeletini zihnimizde canlandırabildiğimiz gibi,yeterince anlaşılmış bir parçayı ele alarak ondan bütünün anlaşılabileceğini düşünmez. Özellikle de Alman idealistlerinin yaptığı gibi, bilginin yapısından, bir bütün olarak dünyanın doğasını çıkarmaya çalışmaz. Bilgiye,mistik bir anlamı ve kozmik önemi olmayan herhangi bir doğa olgusu gözüyle bakar.
Yeni felsefe başlangıçta üç temel kaynağa dayanıyordu:bilgi teorisi, mantık ve matema tik ilkeleri. Kant'tan bu yana bilgi bizim onu bilmemizle bir değişime uğrayan, bu nedenle de bilgimizden kaynaklanan bazı özelliklere sahip, karşılıklı bir etkileşim olarak algılanmıştır.Ayrıca,bilinmeyen bir şeyin var olabilmesinin mantıksal bakımdan olanak sız olduğu kabul edilmiştir(Kant buna katılmamıştır) . Bu nedenle, bilindikleri için sahip olunan nitelikler her şeyde bulunması zorunlu olan özelliklerdir. Bu yolla,yalnızca bilgi nin koşullarını inceleyerek gerçek dünya hakkında çok şey öğrenebileceğimiz ileri sürül müştü.Yeni felsefe, tam tersine, kural olarak,bilginin bilinen şeyi hiç etkilemediğini, ve hiç kimsenin bilmediği şeylerin var olmaması için en ufak bir neden olmadığını kabul etmektedir. Bunun sonucu olarak, bilim teorisi evrenin gizemlerine giden kapının sihirli anahtarı olmaktan çıkmıştır ve bizler de bilimin zahmetli ve ağır ilerleyen araştırmala rına geri dönmüşüzdür.
Bunun gibi, mantıkta da organik görüşün yerini atomizm almıştır. Daha önce,her şeyin öz doğasının, diğer her şeyle olan ilişkisinden etkilendiği; böylece, bir şey hakkında tam bilginin tüm evren hakkındaki tam bilgiye bağımlı olduğu düşüncesi kabul görmekteydi. Yeni mantık, bir şeyin öz karakterinin, onun başka şeylerle olan ilintilerini mantıksal olarak bulmamız olanağını bize sağlamadığı görüşündedir.Bir örnek bu noktayı açıklığa kavuşturacaktır. Leibniz (1646-1716) bir yazısında, Avrupa'daki bir adamın karısının Hindistan'da ölmesi durumunda, karısının öldüğü anda adamın öz-doğasında bir deği şim olacağını öne sürer (Bu konuda modern idealistlerle aynı düşüncededir) . Sağduyu da, karısını kaybettiğini öğreninceye kadar adamın öz-doğasında bir değişim olmayaca ğını söyler.Yeni felsefe bu görüşü benimsemiştir; bunun da sonuçları ilk göründüğünden çok daha ötelere uzanır.
Matematik ilkelerinin, her zaman felsefe ile önemli bir bağlantısı olmuştur. Matematik büyük ölçüde kesinliği olan önsel bilgiler içerir; filozofların çoğu da önsel bilgiye çok heveslidirler. Elealı Zeno (İ.Ö. beşinci yüzyıl) 'dan bu yana idealist eğilimli filozoflar matematikçilerin gerçek matematiksel doğruya ulaşamadıklarını; filozofların daha iyisini yapabileceklerini göstermek için çelişkiler üreterek matematikçileri gözden düşürmeye uğraşmışlardır.
Kant felsefesi bu türden birçok şey içerir; Hegel felsefesi ise daha fazlasını. Ondokuzun cu yüzyılda matematikçiler Kant felsefesinin bu yönünü çürüttüler. Kant'ın deney-üstü (transcendental) estetik hakkındaki matematiksel savları Lobatchevski (1793-1856) 'nin Euclid-dışı geometriyi icadetmesiyle temelinden sarsıldı; Weierstrass (1815-1897) sürek liliğin sonsuz-küçükleri içermediğini kanıtladı; George Cantor (1845-1918) bir süreklilik, bir de sonsuzluk teorisi geliştirerek filozofların pek de işlerine gelen bütün eski para doksları ortadan kaldırdı. Frege aritmetiğin mantığın bir sonucu olduğunu gösterdi; Kant ise bunu reddetmişti. Bütün bu sonuçlar normal matematiksel yöntemlerle elde edildiler ve bir çarpım tablosu kadar da kesindirler. Filozoflar bu duruma, söz konusu yazarların yapıtlarını okumayarak karşılık verdiler.Sadece yeni felsefe bu yeni sonuçları özümsedi; böylece de sürmekte olan bilgisizliğin yandaşlarına karşı kolay bir tartışma zaferi kazandı.
Yeni felsefe sadece eleştirel değil, yapıcıdır; ama bilimin yapıcı olduğu anlamda, yani adım adım ve deneyerek. Özel bir yapılanma yöntemi vardır; o da, matematiğin yeni bir kolu olan ve felsefeye diğer bütün geleneksel kollardan daha yakın olan, matematiksel mantıktır. Matematiksel mantık,belli bilimsel savların felsefe yönünden hangi sonuçlara yol açtığını,nelerin varsayılması gerektiğini ve aralarında ne gibi bağlantılar olduğunu bulmaya, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde olanak sağlar. Bu yöntem sayesinde matematik ve fizik felsefesi çok büyük ilerlemeler kaydetmiştir.Fizikteki sonuçların bir kısmı Dr. Whitehead (1861-1947) 'in son üç çalışmasında ortaya konulmuştur.
Yöntemin diğer alanlarda da aynı ölçüde verimli olacağını ummak için yeterli neden vardır; ancak bu, burada ele alınamayacak kadar teknik bir konudur. Modern çoğulcu felsefenin büyük bir bölümü önermelerin mantıksal analizinden esinlenmiştir. Bu yön tem önceleri gramer kurallarına büyük önem verilerek uygulandı. Örneğin, Meinong şunu ileri sürüyordu: 'yuvarlak kare yoktur,' diyebildiğimize göre, yuvarlak kare diye bir şey var olmalıdır-her ne kadar o, var olmayan bir şey olsa da. Bu satırların yazarı başlarda bu tür usavurmalara bağışık sayılmazdı. Ancak 1905'te 'betimleme' kuramı sayesinde bundan nasıl kaçınacağını keşfetti.
Bu kurama göre, 'yuvarlak kare yoktur,' dediğimizde yuvarlak kareden söz edilme diği anlaşılıyor. Yuvarlak kare gibi saçma konularla zaman harcamak anlamsız buluna bilir; ne var ki, bu gibi konular çoğu kez mantık teorilerini sınamak için en iyi yöntemi oluşturur. Birçok mantık teorisi saçma sonuçlara yol açmakla suçlanırlar. Öyleyse, mantıkçı da bu anlamsız sonuçları görmeli ve onlara karşı tetikte bulunmalıdır. Çoğu laboratuvar deneyleri konuyla ilgisini bilmeyen kişilere önemsiz görünür; saçmalıklar da mantıkçının deneyleridir.
Yeni felsefe ilk dönemlerinde, önermelerin mantıksal analizleriyle uğraşırken Platon ve Ortaçağ gerçekçiliğinden güçlü izler taşıyor, soyutların da somutlarla aynı tür varlığa sahip olduğunu kabul ediyordu. Kendi mantık sistemi kusurlardan arındıkça felsefesi de yavaş yavaş bu görüşten kurtuldu. Geriye de sağduyuya çok ters gelecek bir tortu kalmadı.
Yeni felsefenin ilk dönemlerinde en etkilenen bilim matematik olduysa da günümüzde en büyük etkisi fizik üzerinedir. Bu durum, en başta uzay, zaman, madde kavramlarını değiştiren Einstein'ın çalışmaları ile ortaya çıkmıştır.Görecelik teorisini açıklamanın ye ri burası olmamakla beraber onun felsefi sonuçlarından biraz söz etmek kaçınılmazdır. Görecelik teorisinde felsefi bakış açısından özellikle önemli olan iki öge şunlardır: (1) İçinde evrendeki bütün olayların kendi yerlerini aldığı,her şeyi kucaklayan tek bir zaman yoktur. (2) Fiziksel olguların tarafımızdan gözlenmesi sürecinde geleneksel, ya da öznel (sübjektif) ögeler, her ne kadar önceleri sanıldığından daha fazla olsalar da, Tensor hesabı denilen matematiksel yöntemle yok edilebilirler. Aşırı teknik olması nedeniyle bu son konuya girmeyeceğim.
Zaman konusuna gelince, ilk olarak, felsefi spekülasyonlarla değil, deneysel sonuçların gerektirdiği ve matematiksel bir formülle ifade edilen bir teoriyi ele aldığımız unutul mamalıdır. Montesquieu'nün teorileriyle Amerikan Anayasası arasındaki fark ne kadarsa, bu ikisi arasındaki fark da o kadardır. Ortaya çıkan şudur: Belli bir madde parçacığıyla birlikte hareket eden bir gözlemcinin bakış açısından, bu parçacığa etki yapan olayların belirli bir zaman sıralaması olduğu halde, farklı yerlerdeki madde parçacıklarına etki yapan olaylar her zaman belirli bir sıraya sahip değildirler.
Daha açık bir örnek alalım: Eğer bir ışık sinyali dünyadan güneşe gönderilir ve tekrar dünyaya yansıtılırsa, gönderildikten 16 dakika kadar sonra dünyaya varacaktır. Bu 16 dakika içinde dünyada gerçekleşen olaylar ışık sinyalinin güneşe varmasından ne daha önce, ne de daha sonra yer almıştır. Güneşe ve dünyaya göre olası her yönde hareket eden, bu 16 dakika içinde dünyadaki olayları ve sinyalin güneşe varmasını izleyen gözlemciler olduğunu; bütün bu gözlemcilerin ışığın hızını dikkate aldıklarını ve zamanı tam olarak doğru gösteren kronometreleri olduğunu varsayalım. O zaman, bazı gözlem ciler bu 16 dakika içinde dünyada geçen herhangi bir olayın ışık sinyalinin güneşe var masından önce, bazıları aynı anda, bazıları da daha sonra gerçekleştiği sonucuna vara caklardır. Hepsi de aynı ölçüde haklı ya da aynı ölçüde haksızdırlar. Fiziğin tarafsız bakış açısından bakıldığında, bu 16 dakika içinde dünyada geçen olaylar ışık sinyalinin güneşe varmasından ne daha önce, ne daha sonra, ne de eş zamanlıdır. Bir cisimdeki bir A olayında ve başka bir cisimdeki B olayında, eğer ışık A'dan B'ye doğru ilk olay olduğu anda -A'nın saatine göre- yola çıkıp daha sonraki olay olduğu anda -B'nin saatine göre varmışsa, bir cisimdeki A olayının başka bir cisimdeki B olayından daha önce olduğunu söyleyemeyiz. Veya, bu iki olayın zaman sıralaması gözlemciye göre değişecek ve bu nedenle de fiziksel bir gerçeği temsil etmeyecektir.
Işık hızına yakın hızdaki şeyler yaşantımızda yaygın olsaydı, fiziksel dünya bilimsel yöntemlerle başedilemeyecek ölçüde karmaşık olurdu; biz de hala büyücü-hekimlerle yetinmek durumunda kalırdık. Ama eğer fizik daha önce keşfedilmiş olsaydı, bu fizik Einstein fiziği olmak zorunda olurdu; çünkü Newton fiziğinin uygulama olanağı olmadığı açıkça görülürdü.Radyoaktif maddeler ışık hızına yakın hızla hareket eden parçacıklar salarlar. Yeni görecelik fiziği olmadan bu parçacıkların davranışları açıklanamazdı. Eski fiziğin kusurlu olduğu konusunda kuşku yoktur; bunun 'yalnızca küçük bir kusur' olduğunu söylemek de felsefi yönden bir mazeret değildir.
Farklı yerlerde gerçekleşen olaylar için, belli sınırlar içinde, belirli bir zaman sıralaması olmadığı gerçeğine kendimizi alıştırmalıyız. 'Uzay' ve'zaman' denilen iki ayrı kavram yerine bir 'uzay-zaman' kavramının ortaya atılmasına yol açan da işte bu gerçektir. Evrensel olarak düşündüğümüz zaman,gerçekte 'yerel zaman'dır; dünyanın hareketine bağımlı olan bir zaman için'evrenseldir' demek, Atlantiği geçerken saatlerini değiştirmeyen bir geminin evrensellik iddiasından farksızdır.
Bütün günlük kavramlarımızda zamanın oynadığı rolü düşündüğümüzde, fizikçilerin yaptığı şeyin ne olduğunu düş gücümüzü kullanarak gerçekten algılayabilirsek, bakış açımızın çok derinden etkileneceği ortadadır.'İlerleme' kavramını ele alalım: Zaman-sıralaması rastgele olursa, zaman ölçümü için kabul edilen düzene bağlı olarak, bir ilerleme veya gerileme olacaktır. Kuşkusuz, uzaydaki uzaklık kavramı da değişmiştir: Dakik ölçümler için olanaklı her aygıtı kullanan iki gözlemci, eğer göreceli olarak hızlı hareket halinde iseler, iki yer arasındaki uzaklık için farklı değerler bulacaklardır. Uzaklık kavramının kendisinin çok belirsizleştiği açıkça görülüyor; çünkü uzaklık boş uzaydaki noktalar –bu noktalar hayalidir- arasında değil, somut şeyler arasında olmalıdır; belirli bir zamandaki uzaklık olmalıdır; çünkü herhangi iki cismin arasındaki uzaklık sürekli değişir. Belirli bir zaman öznel bir kavramdır; gözlemcinin nasıl hareket ettiğine bağlıdır. Belirli bir zamandaki bir cisimden artık söz edemeyiz; sadece bir olaydan söz edebiliriz.
İki olay arasında, herhangi bir gözlemciden bağımsız olan 'aralık' denilen belirli bir ilişki vardır. Farklı gözlemcilerce yapılan analizlerle bu aralığın uzay ve zaman bileşen leri hesaplandığında sonuçlar farklı olacaktır; ancak bu analizlerin hiçbir nesnel geçerli liği yoktur. Aralık, nesnel bir fiziksel gerçektir; ancak onun uzay ve zaman bileşenlerine ayrıştırılması nesnel değildir.
Bizim eski, alışılmış 'katı madde' kavramının da varlığını artık sürdüremeyeceği ortadadır. Bir madde parçası belirli yasalara bağımlı olan bir olaylar dizisinden başka bir şey değildir. Madde kavramı, filozofların töz (substance) kavramının geçerliliği konusunda hiçbir kuşkuları olmadığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Madde, uzay ve zamanda var olan töz, akıl ise sadece zaman içinde var olan töz idi. Daha sonraları, töz kavramı metafizikte berraklığını kaybetti; ama fizikte varlığını sürdürdü. Çünkü bir zararı yoktu -görecelik ortaya çıkıncaya kadar. Töz, geleneksel olarak, iki ögeden oluşan bir kavramdır.
Birincisi tözün bir önermede, yüklem olarak değil, yalnız özne olarak yer alabileceği yolundaki mantıksal özelliktir. İkincisi de zaman içinde kalıcı olması, Tanrı için ise, tümüyle zaman dışında olmasıydı. Bu iki özellik arasında bir bağıntı gerekli değildir. Ancak bunun farkına varılmamıştı; çünkü fizik, madde parçalarının ölümsüz olduğunu, teoloji de ruhun ölümsüz olduğunu öğretiyordu. Bu nedenle, her ikisinin de tözün her iki özelliğini taşıdığı düşünülüyordu.
Ancak şimdi fizik bizi çok kısa ömürlü olaylara, mantıksal anlamda töz olarak, yani yüklemi olmayan özneler olarak bakmaya zorluyor. Tek bir kalıcı varlık sandığımız bir madde parçası, tıpkı sinemada kalıcı görünen nesneler gibi, gerçekte bir dizi varlıktır. Akıl için de aynı şeyi söylememek için bir neden yoktur; kalıcı benlik, kalıcı atom kadar düş ürünü gibidir. Her ikisi de, birbirleriyle ilginç ilişkileri olan olaylar dizisinden ibarettir.
Modern fizik bizlere Mach ve James'in, zihinsel ve fiziksel dünyaların'içeriğinin' birbirinin aynı olduğu yolundaki önerilerini şekillendirme olanağı veriyor. 'Katı madde'nin düşüncelerden ve kalıcı egodan çok farklı olduğu açıktır. Ancak eğer madde ve ego uygun olaylar dizileri iseler, onların aynı şeyden yapılmış olduklarını düşünmek çok daha kolaydır. Bundan başka, şimdiye kadar aklın en belirgin özelliği olarak görü nen öznellik, ya da bir görüşe sahip olma, şimdi fiziğe de yayılmış ve akıl içermediği ortaya çıkmıştır; farklı konumlardaki fotoğraf makinaları 'aynı' olayı görüntüler; ancak çıkan fotoğraflar birbirinden farklıdır. Modern fizikte kronometreler ve cetveller bile öznelleşmektedir; doğrudan gösterdikleri şey, fiziksel bir durum değil, fiziksel durumla olan ilişkileridir. Böylece fizik ve psikoloji birbirlerine yakınlaşmış, akıl ve madde arasındaki eski ikilik (dualizm) ortadan kalkmıştır.
Modern fiziğin eski veya popüler anlamdaki 'kuvvet' diye bir şey tanımadığına da dik kat çekmek yerinde olur. Eskiden güneşin dünya üzerinde bir 'kuvvet' uyguladığını düşünürdük. Şimdi ise şöyle düşünüyoruz: uzay-zaman güneşin yakınlarında öyle şekil lenmiştir ki dünya böyle hareket etmeyi diğer bütün yollara göre daha az zahmetli bul maktadır.Modern fiziğin büyük ilkesi 'en az eylem ilkesi'(principle of least action) yani bir yerden bir yere giderken cismin en az eylem içeren yolu seçmesi ilkesidir (Eylem teknik bir terimdir; ancak anlamı bizi şimdilik ilgilendirmiyor) .Gazeteler ve güçlü görün mek isteyen bazı yazarlar 'dinamik' sözcüğünü kullanmaktan hoşlanırlar. Dinamik biliminde 'dinamik' olan hiçbir şey yoktur; tersine bu bilim her şeyin bir evrensel tembellik yasasından çıkarılabileceğini dile getirir. Ayrıca, bir cismin hareketini 'idare eden' başka bir cisim diye bir şey de yoktur. Modern bilimin evreni 'büyük yasalar' ve 'doğal kuvvetler'den söz edenlerin değil, daha çok Lao-Tze'nin evrenine benzer.
Modern çoğulculuk ve gerçekçilik felsefeleri bazı bakımlardan eski felsefelerden daha az şeyler sunuyorlar. Ortaçağ'da felsefe teolojinin bir yardımcısıydı; günümüzde bile kitap kataloglarında aynı başlık altında yer alırlar. Dinin büyük doğrularını kanıtlama nın genellikle felsefenin görevi olduğu düşünülmüştür. Yeni gerçekçilik onları kanıtlaya bileceğini, hatta yanlış olduklarını kanıtlayabileceğini söylemez. Onun amacı sadece, bilimlerin temel ereklerini açıklığa kavuşturmak ve çeşitli bilimlerin bir sentezini yaparak dünyanın, bilimin incelemeyi başardığı bölümünün, geniş kapsamlı bir görünümünü elde etmekten ibarettir.
Daha ötelerde ne olduğunu bilmez; cehaleti bilgiye dönüştürecek bir tılsımı yoktur. Anlayanlara entellektüel coşkular sunar; ancak çoğu felsefenin yaptığı gibi insanların büyüklük duygularını okşamaya kalkışmaz. Eğer biraz yavan ve teknik ise, bunun suçunu, şair ve mistiklerin arzu ettikleri gibi değil de, matematiksel çalışmayı seçen evrene atar. Bu belki üzülecek bir şey; ancak bir matematikçinin bu üzüntüye katılmasını beklemek de haksızlık olur.
6- MAKİNELER VE DUYGULAR
Makineler mi duyguları, yoksa duygular mı makineleri yok edecek? Bu soru uzun zaman önce Samuel Butler tarafından Erewhon'da ortaya atılmış ve makine İmparator luğunun büyümesiyle de gittikçe daha güncel bir hal almıştır.İlk bakışta, makineler ile duygular arasında neden bir karşıtlık olması gerektiği sorusunun yanıtı açık değildir. Her normal erkek çocuk makinelere bayılır; büyüyüp güçlendikçe de onları daha çok sever. Japonlar gibi uzun ve yetkin bir sanat geleneğine sahip uluslar, ilk karşılaştıkla rında, Batı'nın mekanik yöntemlerinin büyüsüne kapılır ve bizleri olabildiğince çabuk taklit etmeye can atarlar. Eğitim görmüş ve dünyayı dolaşmış bir Asyalıyı hiçbir şey 'Doğu'nun bilgeliği'nden, ya da Asya uygarlığının geleneksel erdeminden söz edilmesi kadar sinirlendiremez; kendini oyuncak otomobiller yerine bebeklerle oynaması istenmiş bir erkek çocuk gibi hisseder.Ve her erkek çocuk gibi, oyuncak otomobil yerine gerçeğini ister, ezilebileceğini hiç düşünmeden.
Makineler henüz yeniyken, birkaç şair ve estetikçiyi saymazsak, Batı'da da aynı coşku vardı. Ondokuzuncu yüzyıl kendini daha çok mekanik ilerleme nedeniyle öncekilerden daha üstün sayardı. Peacock (Thomas Love Peacock (1785-1866) : İngiliz şair ve romancı. (Ç.N.) gençliğinde 'buhar beyinli toplum' ile alay eder; çünkü kendisi bir yazın adamıdır ve ona göre uygarlığı Grek ve Romalı yazarlar temsil ederler. Ancak, o dönemde yaygın olan eğilimlerden uzak olduğunun da farkındadır. Doğaya dönüşleri ile Rousseau'nun (Jean Jacques Rousseau (1712-1778) : Fransız yazar, filozof ve toplum teorisyeni. (Ç.N.) müritleri, Ortaçağlılıkları ile Göl Şairleri (Göl Şairleri: İngiltere'de Göller Bölgesi'nde yaşamış İngiliz şairleri Wordsworth (1770-1850) , Coleridge (1772-1834) ve Southey (1774-1843) . (Ç.N)) , News from Nowhere (Olmayan Ülkeden Haberler) (zamanın hep haziran olduğu ve herkesin harman kaldırdığı bir ülke) kitabı ile William Morris: (William Morris (1834-1896) : İngiliz şair, ressam ve sosyalist. (Ç.N.) bunların hepsi tümüyle duygusal ve tepkisel olan bir çıkışı temsil ederler. Makinelere karşı duygusal olmayan rasyonel bir karşıtlığı ilk ortaya koyan Samuel Butler olmuştur. Ancak bu onun için belki de bir jeu d'esprit'den (kelime oyunundan) başka bir şey değildi -bunun köklü bir kanı olmadığı kesindir. Onun gününden bugüne, en çok makineleşmiş uluslardan çok kişi Erewhon-vari' bir görüşü içtenlikle benimseme eğilimindedir; yani bu görüş, uygulanmakta olan sanayi yöntemlerine karşı olanların tavırlarında, açık veya kapalı şekilde, kendini gösterir.
Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler. Bu tutumlardan birinin 'doğru' ötekinin 'yanlış' olduğunu düşünmeyelim. Bu, insanların kafası olduğu doğrudur ama ayakları olduğu yanlıştır demeye benzer; gerçi Lilliput luların bu soruyu Gulliver hakkında tartıştıkların kolayca düşleyebiliriz. Bir makine Binbir Gece Masallarındaki Cin gibidir; sahibi için güzel ve yararlı; düşmanları için çirkin ve tehlikeli. Ancak günümüzde hiç bir şeyin kendisini bu denli belirgin bir yalınlıkla göstermesine izin verilmez. Makine sahibinin, ondan uzakta oturduğu, gürültüsünü işitmediği, gözleri rahatsız eden atık yığınlarını görmediği, zararlı dumanlarını koklamadığı doğrudur; eğer makineyi görmüşse, o da çalıştırılmaya başlamadan önce, çıkardığı toz ve sıcaktan rahatsız olmasına gerek kalmadan, gücü ya da bir saat gibi işlemesini gururla seyrettiği zamandır. Makineye, onunla yaşayıp onunla çalışanların görüş açısından bakması istenirse de cevabı hazırdır. Makinenin çalışması sayesinde bu insanların, büyük dedelerinden daha fazla -çoğu zaman çok çok daha fazla- şey satın alabildiklerine dikkat çekebilir. Öyleyse, hemen herkesçe yapılan bir varsayımı kabul edersek, büyük dedelerinden daha mutludurlar.
Bu varsayıma göre insanları mutlu eden, maddi şeylere sahip olmaktır. İki odası, iki yatağı ve iki ekmeği olan bir kişinin bir odası, bir yatağı ve bir ekmeği olan kişiden iki kat mutlu olduğu; kısacası, mutluluğun gelirle orantılı olduğu düşünülmektedir. Bazı kişiler, her zaman da tam içtenlikle olmadan, din ve ahlak adına bu fikre karşı çıkar; ama vaazlarının dokunaklılığı sayesinde gelirleri artarsa ona da sevinirler. Benim karşı çıkmak istemem din ya da ahlak bakımından değil, psikoloji ve yaşamın gözlemlenmesi açısındandır.
Eğer mutluluk gelirle orantılı ise makinenin üstünlüğü kuşku götürmez; değil ise sorunun tümüyle irdelenmesi gerekir. İnsanların fiziksel gereksinimleri, ayrıca bir de duyguları vardır. Fiziksel gereksinimler karşılanmamışsa, onlar önceliklidir; ama eğer karşılanmışlarsa, bir insanın mutlu ya da mutsuz olmasını saptamada, gereksinimlerle bağlantısı olmayan duygular önem kazanır. Bugünkü sanayi toplumlarında zorunlu fiziksel gereksinimleri karşılanmamış pek çok kadın, erkek ve çocuk vardır; onlar bakımından mutluluğun ilk koşulunun gelir artışı olduğunu inkar etmiyorum. Ancak öyle kimseler azınlıktadırlar; hepsinin yaşamsal gereksinimlerini sağlamak da zor değildir. Ben onlar hakkında değil, yaşamlarını sürdürmek için gerekenden fazlasına sahip olanlar -sadece çok fazlasına değil, aynı zamanda biraz fazlasına sahip olanlar- hakkında konuşmak istiyorum.
Hemen hepimiz, gelirimizi artırmayı gerçekte neden isteriz? İsteklerimiz ilk bakışta maddi şeyler gibi görünebilir. Gerçekte ise bunları daha çok komşularımızı etkilemek için isteriz. Daha iyi bir mahallede daha büyük bir eve taşınan bir adam karısını 'daha iyi' insanların ziyaret edeceğini; eski ve yoksul komşularla ilişkilerin artık kesilebilece ğini düşünür. Oğlunu iyi bir okula ya da pahalı bir üniversiteye gönderdiğinde, ödediği yüksek harçlara karşılık kazanılacak sosyal saygınlığı düşünerek kendini teselli eder.
Amerika'da olsun Avrupa'da olsun bütün büyük şehirlerde bazı mahallelerdeki evler, sadece kibar insanlar arasında revaçta oldukları için, öteki mahallelerdeki aynı nitelik leri taşıyan evlerden daha pahalıdır. En güçlü tutkularımızdan biri de başkalarının takdir ve saygısını kazanma arzusudur. Bugünlerde takdir ve saygı, zengin görünen insanlara karşı duyulmaktadır. İnsanların zengin olmak istemelerinin başlıca nedeni budur. Paraları ile satın aldıkları mallar ikinci dereceden önem taşır. Örneğin, bir resmi ötekinden ayırdedemeyen ve uzmanlar yardımıyla eski ustaların bir galeri dolusu resmini toplamış olan bir milyoneri ele alalım. Aldığı yegane zevk, başkalarının onların kaça mal olduğunu bilmesidir. Halbuki dergilerin Noel sayılarındaki dokunaklı posterlerden daha dolaysız ve daha çok zevk alabilir; ancak o yolla egosu için aynı doyumu elde edemez.
Bütün bunlar başka türlü de olabilir; birçok toplumda olmuştur da. Aristokratik dönemlerde insanlara soylarına bakarak değer biçilirdi. Tuhaf gelebilir ama Paris'te bazı çevrelerde insanlar resim ve edebiyat alanlarındaki yetkinlikleri nedeniyle değerli görülürler. Bir Alman üniversitesinde, insan, bilgisinden dolayı takdir edilir. Hindistan da ermişlik, Çin de bilgelik saygınlık uyandırır. Bu değişik örneklerin incelenmesi tanımızın doğru olduğunu gösteriyor; çünkü hepsinde insanların büyük bir yüzdesi, yaşamlarını sürdürecek ölçüde sahip olduklarında, paraya karşı ilgisizdirler. Ancak onlar da çevrelerinde saygınlıklarını sağlayacak meziyetlere sahip olmayı yürekten arzu ederler.
Bu örneklerin önemi, günümüzdeki zenginlik özleminin insan doğasından gelmeme sinde, çeşitli sosyal kuruluşlarca ortadan kaldırılabilir olmasında yatar. Yasa gereği hepimizin geliri aynı olsaydı komşularımızdan üstün olmanın başka yollarını arardık; maddi şeylere sahiplenmeye olan şimdiki şiddetli arzularımızın çoğu da son bulurdu. Bu arzular rekabet niteliği taşıdıklarından, rakibimize üstünlük sağladığımız zaman bize mutluluk, ona da aynı ölçüde acı verir. Gelirlerde yapılacak genel bir artış rekabet açısından bir avantaj sağlamaz; bu yüzden de rekabetten kaynaklanan bir mutluluk vermez. Kuşkusuz, satın alınan şeyleri kullanmaktan bir ölçüde zevk de alınır; ancak, gördüğümüz gibi bu, zenginliği isteme nedenimizin önemsiz bir bölümüdür. Arzumuz rekabete dayalı olduğu sürece zenginliğin artması, ister genel olarak ister belli konular da, sonuçta insan mutluluğunu artırmaz. -Makinelerin mutluluğu artırdığını savunacak sak, yukarıdaki nedenlerden dolayı makinelerin getirdiği maddi refah artışı, mutlak yoksulluğu önlemede kullanıldıkları durumlar dışında, önemli bir etken değildir. Yoksulluğu gidermek için kullanılmalarını gerektiren zorunlu bir neden de yoktur.
Nüfusun durağan olması halinde yoksulluk makine olmadan da önlenebilir; Fransa bunun bir örneğidir; orada Amerika'dan, İngiltere'den ve savaş öncesi Almanya'sından çok daha az makine olduğu halde yoksulluk çok azdır. Tersine, makinenin çok olduğu bir yerde yoksulluk da çok olabilir.
Bunun da örnekleri yüz yıl kadar öncesi İngiltere’sinin sanayi bölgeleri ile bugünkü Japonya'dır. Yoksulluğun önlenmesi makineye değil başka etkenlere bağlıdır -kısmen nüfus yoğunluğuna, kısmen de siyasal koşullara. Serveti artırmanın yoksulluğu önleme dışında fazla bir değeri yoktur.
Makineler bizi insan mutluluğunun önemli ögeleri olan iki şeyden, doğal davranma rahatlığından ve çeşitlilikten yoksun bırakır. Makinelerin kendilerine özgü bir işleyişleri ve kendilerine özgü vazgeçilmez istemleri vardır: pahalı bir fabrikası olan bir kimse onu sürekli çalıştırmak durumundadır. Duygular açısından, makinenin yarattığı en büyük sıkıntı onun düzenliliğidir. Ve doğaldır ki makineler açısından da, duygularda bulunan en büyük kusur, tersine, düzensiz olmalarıdır. Kendilerini 'ciddi' sayan kişilerin düşün celerine makineler egemen olduğundan bu kişilerin bir insan hakkında dile getirecekleri en büyük övgü onun makine gibi olması; yani güvenilir, dakik, kesin olmasıdır. Artık 'düzensiz' bir yaşam kötü bir yaşamla eş anlamlı olmuştur. Bergson'un felsefesi bu görüşe karşı bir protestoydu; entellektüel açıdan çok sağlam olmamakla beraber sanırım, insanların gittikçe daha çok makineye dönüştürülmelerine karşı duyulan sağlıklı bir endişeden esinlenmişti.
Yaşamımızda, makineleşmenin egemenliğine karşı içgüdülerimizin şimdiye kadar gösterdiği başkaldırı talihsiz bir doğrultuya yönelmiştir. İnsanlar toplum halinde yaşamaya başladığından bu yana savaş dürtüsü her zaman var olmuştur. Ancak bu, geçmişte, günümüzdeki kadar yoğun ve kahredici değildi. Onsekizinci yüzyılda İngiltere ve Fransa dünya egemenliğini elde etmek için sayısız savaşlara girdiler; ancak birbir lerini hep sevip saydılar. Esir subaylar, kendilerini esir alanların sosyal yaşantılarına katıldı; ziyafetlerde onur konukları oldular.
1665'te Hollanda ile yaptığımız savaşın başlarında, Afrika'dan gelen bir kişi Hollandalı ların orada yaptıkları zulmü anlatmıştı. Biz -İngilizler bu hikayenin düzmece olduğuna kendimizi inandırdık; adamı cezalandırdık ve Hollandalıların yalanlamasını yayınladık. Son savaşta olsaydı o adama şövalyelik verir, söylediklerinin doğruluğuna kuşkuyla bakanları da hapse atardık. Modern savaşlarda vahşetin artması üç yönden makinelerin etkisine bağlanabilir. İlk olarak, daha büyük ordular kurulmasına olanak sağlarlar. İkinci olarak, insanların daha alt düzey duygularına hitabeden ucuz yayınları kolaylaş tırırlar. Üçüncü olarak -bizi ilgilendiren de bu noktadır- insan doğasının derinlerinde yatan, içinden geldiği gibi ve kuralsız yaşamak isteyen yönünü baskı altında tutarlar; Bu, belirsiz bir huzursuzluğa yolaçar; bu huzursuzluktan kurtulmanın olası yolu olarak da akıllara savaş fikri gelir.
Son savaş gibi büyük bir kargaşayı yalnızca politikacıların makineleşmesine yüklemek yanlış olur. Belki Rusya için böyle bir açıklama yerinde olabilir. Rusya'nın isteksiz savaşmasının ve barışı sağlamak için devrim yapmasının bir nedeni de budur. Ancak İngiltere, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yaygın savaş arzusunun -1917'de-önünde hiçbir hükümet duramazdı. Bu tür bir genel isteğin içgüdüsel bir temeli olmalıdır ve ben şahsen günümüzdeki savaş yanlısı güdülerin artmasının, modern yaşamdaki düzenlilik, monotonluk ve güdümlü yaşamanın yol açtığı -genellikle bilinç dışı- hoşnutsuzluktan kaynaklandığına inanıyorum.
Bu duruma makineleri yok ederek çare bulamayacağımız açıktır. Böyle bir yöntem tepkisel olur ve uygulama olanağı hiç yoktur. Günümüzde makineleşmenin beraberinde gelen sakıncaları önlemenin tek yolu, çalışma aralarında heyecan verici uğraşlar için olanak sağlayarak monotonluğu kırmaktır. Alplere tırmanma yoluyla yaşamlarını tehlikeye atma olanağı bulsalar çoğu insanın savaş özlemi de yok olur. Tanımak mutluluğuna eriştiğim en gayretli ve yetenekli barış gönüllülerinden biri, yazlarını Alplerin en tehlikeli doruklarına tırmanarak geçirmeyi adet edinmişti. Eğer çalışan herkese yılda bir aylık zaman vererek kendi arzusu doğrultusunda, uçak kullanmak öğretilse; veya Büyük Sahra'da zümrüt aramaya yöneltilse; ya da kendi insiyatifini kullanacağı herhangi başka bir tehlikeli ve heyecan verici uğraşa olanak sağlansa, yaygın savaş arzusu sadece kadınlarla ve eli ayağı tutmayanlarla sınırlı kalır. Bu kişileri de barışçıl yapacak bir yöntem bilmediğimi itiraf ederim; fakat eğer işi ciddiyetle ele alırsa, bilimsel psikolojinin bir yöntem bulacağından eminim.
Makineler yaşam tarzımızı değiştirmiştir ama içgüdülerimizi değil. Bunun sonucunda uyum bozukluğu yaşanmaktadır. Duygu ve içgüdü psikolojisi henüz bebeklik evresinde. Psikanalizle bir başlangıç yapılmış bulunuyor; ancak bu sadece bir başlangıç. Psikanaliz den öğrendiklerimize göre şu gerçeği kabul edebiliriz ki, insanların hareketlerinde yönel dikleri amaçlar, bilinçli olarak seçtikleri amaçlar değildir; bu bütünüyle irrasyonel bir takım fikirleri de beraberinde getirir ve insanlara neden öyle yaptıklarının farkında olmaksızın, bu amaçların peşinden gitme olanağı verir. Ancak, geleneksel psikanaliz çok çeşitli olan ve kişiden kişiye değişen bilinç-dışı amaçlarımızı gereğinden çok basitleş tirmiştir.
Yakın zamanda sosyal ve siyasal olguların bu bakış açısından anlaşılması; böylece de insan doğasına ışık tutması umulur.Anarşik güdülerimizle başetmek için istem kullan mak ve zararlı eylemlere dış yasaklar koymak elverişli yöntemler değildirler. Elverişsiz olmalarının nedeni de bu güdülerin Ortaçağ efsanelerindeki Şeytan kadar çok kılığa girebilmeleri ve bu kılıklardan bazılarının en aklı başında olanları bile yanıltmasıdır. Elverişli olacak tek yöntem önce içgüdüsel doğamızın gereksinimlerini saptamak; sonra da onları karşılamanın en zararsız yolunu aramaktır. Makinelerin en çok engellediği şey içten geldiği gibi davranmak olduğuna göre, yapılabilecek tek şey fırsat sağlamaktır; fırsatı değerlendirmek de kişinin isteğine bırakılmalıdır.Bu,kuşkusuz, bir hayli masraf gerektirir; ama bu bedel bir savaşın giderleriyle kıyaslanamaz. Bilim fiziksel dünyanın yasalarını kavramakta harikalar yaratmıştır; ama şimdiye kadar, kendi doğamızı, yıldızların ve elektronların doğasına kıyasla çok daha az anlamış bulunuyoruz. Bilim, insanın doğasını anlamayı öğrendiğinde, makinelerin ve fiziksel bilimlerin yaratamadığı mutluluğu yaşamımıza getirebilir.
7- DAVRANIŞÇILIK VE DEĞERLER
Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek davranışçı olduğu,onun da Dr. Watson (John Broadus Watson (1878-1958) : Amerikalı Psikolog. (Ç.N) olduğu yolunda bir ifadeye rastlamıştım. Ben, çağdaş düşünceli olan ne kadar insan varsa o kadar da davranışçı olduğunu söylerdim. Bu, davranışçıların üniversitelerde daha yaygın olduğu, ya da bizzat benim bir davranışçı olduğum anlamına gelmez -Rusya ve Çin'i gördükten sonra, zamana ayak uyduramamış olduğumu farkettim. Ancak nesnel (objektif) özeleştiri beni çağdaşlaşmamın yerinde olacağını kabule zorluyor. Bu makalede, benim gibi, bilimde çağdaş olan şeyleri kabul ettikleri halde, yaşamaya değer şeyler konusunda kendini Ortaçağlılıktan kurtaramayan kişilerin karşılaştıkları bazı güçlükleri ortaya koymak istiyorum. Davranışçılığın yalnızca değerler ile olan mantıksal ilişkisini değil; ana hatlarıyla benimsenmesi durumunda bu doktrinin sıradan insanlar üzerindeki etkisinin ne olacağını da sorgulamak istiyorum.
Davranışçılık, psikanaliz gibi bir çılgınlık haline henüz gelmemiştir; ancak bir gün gelirse, popüler şekli, kuşkusuz, Dr. Watson'un öğretilerinden değişik olacaktır -popüler Freudculuk Freud'dan ne kadar farklıysa o kadar farklı.
Davranışçılığın popüler versiyonu sanırım şöyle bir şey olacak: Eskiden hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç işlevi yürütebilen akıl diye bir şeyin var olduğu düşünülürdü. Şimdi ise, akıl diye bir şeyin var olmadığı, yalnızca bedenin var olduğu kesinlik kazan mıştır. Bütün eylemlerimiz bedensel süreçlerden ibarettir. 'Hissetme' özellikle iç salgı bezleri gibi iç organlarla ilgili bir olaydır. 'Bilme' gırtlağın hareketlerinden ibarettir. 'İsteme' ise uzun kaslara bağımlı bütün diğer hareketlerden oluşur.Geçenlerde, ünlü bir entellektüel ile bir dansöz evlendiğinde, onların birbirlerine uygunluğu konusunda kuşkularını dile getirenler oldu. Bir davranışçının bakış açısından bu kuşku yersizdir; biri kol ve bacak kaslarını, öteki de gırtlak kaslarını geliştirmiştir.
Demek oluyor ki, mesleğin farklı dallarında olmakla beraber, her ikisi de birer akrobattır.Yapabildiğimiz tek şey bedenimizi hareket ettirmek olduğuna göre, bu öğretinin popüler yandaşlarının, bundan, vücudumuzu olabildiğince çok hareket ettirmemiz gerektiği sonucuna varmaları beklenebilir. Bu noktada göreceliğe ilişkin bazı güçlükler ortaya çıkacaktır. Bedenin değişik bölümleri birbirlerine göre mi hareket edecektir; yoksa beden bir bütün olarak içinde bulunduğu araca göre mi hareket edecektir? Veya, erdemin ölçütü dünyaya göre olan hareket midir? İdeal insan birinciye göre bir akrobat; ikinciye göre, aşağıya doğru hareket eden bir yürüyen merdivenden yukarıya koşan bir insan; üçüncüye göre de, yaşamını bir uçak içinde geçiren insandır. Ortaya çıkacak anlaşmazlıklarda hangi ilkeye göre karar verileceğini bilmek kolay değildir; ancak ben şahsen pilotlardan yanayım.
En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen olan, insanın kusursuzluğu anlayı şının değişik biçimlerine bakarsak, davranışçılığın temelde var olan inançlara teorik bir gerekçe sağlamaktan öteye gitmediği sonucuna varırız. Beden eğitimine inananlara ve bir ulusun 'erkekliğinin' onun sporculuğuna bağlı olduğu görüşünü benimseyenlere göre akrobat ideal insandır; İngiliz yönetici sınıfında yaygın olan görüş de böyledir. Yürüyenmerdivenlerden yukarıya koşan kişi, zevklerden uzak durabilmek koşuluyla, kasları geliştirmeyi en yüce erdem olarak gören hıristiyanların beau ideal'idir. Bu, YMCA'in (YMCA: Genç Erkekler Hıristiyan Birliği. (Ç.N.)) Çin'de yerleştirmeye çalıştığı ve yöneticilerimizin egemenliğimiz altında olan bütün ırklar ve sınıflar için uygun bulduğu görüştür. Pilot, mekanik güç kullananlara özgü, daha aristokratça bir idealin temsilcisidir. Ancak, bütün bunların üstünde, Aristoteles'in hareketsiz-olan-hareket ettiricisini anımsatan yüce bir kavram vardır.Ona göre, merkezde hareketsiz duran bir ulu varlık vardır; geriye kalan her şey ve herkes onun çevresinde değişik hızlarla dönerler ve böylece o kişiye mutlak en büyük göreceli hareketi sağlarlar. Bu merkezde olma rolü süpermenlerimiz için, özellikle de finans kesimi mensupları için ayrılmıştır.
İnsanın kusursuzluğu konusunda Greklerden ve Ortaçağ'dan günümüze kadar gelen değişik bir kavram daha vardır; ancak makinelerin düş gücüne egemen olması sonucu ortaya çıkan görüş yavaş yavaş onun yerini almaktadır. Kanımca bu eski görüş mantık sal olarak, davranışçılıkla bağdaştırılabilir; ancak, psikolojik açıdan, sade vatandaşın davranışıyla bağdaştırılamaz. Bu eski görüşe göre hissetmek ve bilmek eylem kadar önemlidir; sanat ve derin düşüncenin, uzayda büyük miktarda kütlenin yerini değiştir mek kadar övgüye değer olduğu düşünülür. Cheribum (Tevrat'ta adı geçen bir melek. (Ç.N)) Tanrı'yı sever, Seraphim (İncil'de adı geçen üç çift kanatlı melek. (Ç.N.)) Tanrı'yı derin düşünce yoluyla anlamaya çalışır; onların yüce kusursuzlukları da bunda yatar. Bu ideal tümüyle statiktir. Cennette ilahiler söylenip arp çalındığı doğrudur. Ancak her gün aynı ilahiler söylenir; arpların yapısında hiçbir gelişmeye izin yoktur. Böyle bir yaşam çağdaş insana sıkıcı gelir. Teolojinin ilgi yitirmesinin bir nedeni de, cenneti her gün gelişen makinelerle donatmamasında yatar; Milton5 cehennem için bunu başarmıştı.
Her etik sistemin bir tür non sequitur'a (önerme veya kanıtlara uygun olmayan sonuç) dayandığı söylenebilir. Filozof önce nesnelerin doğası hakkında yanlış bir teori icadeder; bundan da, kendi teorisinin yanlış olduğunu gösteren eylemlerin kötü eylemler olduğu sonucunu çıkarır.İlk olarak geleneksel hristiyanlığı ele alalım. Her şey her zaman Tanrı' nın iradesine tabi olduğundan, günahkarlığın Tanrı iradesine karşı gelmek olduğunu iddia eder. Hegel yandaşlarına gelince, onlar da evrenin kusursuzca örgütlenmiş, uyum içindeki parçalardan oluştuğunu; bu nedenle, kötülüğün bu uyumu azaltan davranışlar bütünü olduğunu iddia ederler. Ne var ki, uyum metafiziksel bir sorun olduğu halde uyum dışı davranışların nasıl olanaklı olduğunu anlamak zordur. Fransız halkı için yazan Bergson, davranışları ile kendisine karşı çıkanları ahlaki suçlamadan daha korkunç birşeyle, yani gülünç olmayla tehdit ediyor. Önce insanların asla mekanik davranmadıklarını gösteriyor; sonra da gülme üzerine yazdığı kitabında (Lczughter) bizi güldüren şeyin mekanik olarak davranan bir insan görmek olduğunu ileri sürüyor. Bu demektir ki, Bergson felsefesinin yanlış olduğunu gösteren bir şey yaparsanız o zaman ve ancak o zaman gülünç olursunuz.
Umarım bu örnekler metafiziğin, herhangi bir etik sonuca yol açamayacağını, varabile ceği tek sonucun, kendi yanlışlığının yol açtığı aşağıdaki sonuç olduğunu açıkça göster miştir: Eğer metafizik doğru olsaydı günah olarak tanımladığı eylemler olanaksız olurdu.
Bu açıklamaları davranışçılığa uygulayarak şu sonucu çıkarıyorum: Etik sonuçları varsa ve olduğu ölçüde metafiziğin yanlış olması gerekir; öte yandan, doğru ise de davranışlarla hiçbir ilişkisi olamaz. Popüler davranışçılığa -tam anlamıyla bilimsel şekline değil- bu açıdan baktığımızda onun yanlış olduğuna ilişkin çeşitli kanıtlar buluyorum. İlk olarak, eğer destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadığını düşünselerdi, hemen hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi.
Burada bir ayrım yapma gereği doğuyor. Doğru bir doktrinin pratik sonuçlar doğur ması olasıdır; ama etik sonuçlar yaratması olanak dışıdır.İki madeni para atarak çalıştırılan bir makineden siz tek bir para atarak birşey almak isterseniz gerçeğin pratik bir sonucu olur; yani bir para daha atmanız gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu 'etik' olarak değerlendirmez; bu sadece arzumuzu nasıl gerçekleştirebileceğimizle ilgilidir. Bunun gibi, Dr. Watson'un kitabında bu başlık altında işlendiği şekliyle davranışçılığın, özellikle eğitim alanında pek çeşitli ve önemli sonuçları vardır. Eğer bir çocuğa belirli bir şekilde davranmayı öğretmek istiyorsanız, örneğin Freud'un değil de Dr. Watson'un öğütlediği yola başvurmanız çoğu zaman akıllıca olur.Ancak bu da etik değil, bilimsel bir konudur. Etik, sadece, bir eylem belli bir hedefi amaçladığı zaman; veya bazı eylemler, getirdikleri sonuçlara bakılmaksızın, iyi ve kötü olarak sınıflandırıldıkları zaman söz konusu olur.
Burada davranışçılığın -mantığa ters düşse de- sözcüğün gerçek anlamında bir ahlak kuralı koyma eğiliminde olduğu sonucuna varıyorum. Konu şöyle görünüyor; yapabile ceğimiz tek şey maddeyi hareket ettirmek olduğuna göre, olabildiğince çok şey hareket ettirmeliyiz; bu nedenle sanat ve düşünce maddeyi harekete geçirmeye yardımcı oldukları ölçüde değerli sayılırlar. Bu, günlük yaşam için aşırı ölçüde metafiziksel bir ölçektir; pratik ölçek ise gelirdir. Dr. Watson'dan aşağıdaki alıntıyı ele alalım:'Kişilik, karakter ve yeteneği değerlendirmede en önemli öğelerden biri,kanımca, bir kimsenin yıllık başarısının tarihçesidir. Bunu, kişinin değişik işlerde kaldığı süreler ve gelirindeki yıllık artışlarla nesnel olarak ölçebiliriz...
Eğer bu kişi bir yazarsa, yazılarına ödenen ücretin yıllara göre bir grafiğini çizmek isteriz. Eğer otuz yaşındayken yazıları için önde gelen dergilerden kelime başına aldığı ortalama ücret, yirmi dört yaşındayken aldığının aynı ise, onun sudan bir yazar olması, daha öteye de gidemeyeceği olasıdır.'
Bu ölçütü, Buda, İsa ve Muhammed'e; Milton ve Blake'e uygularsak, bu kişilerin değerleri hakkındaki görüşlerimizde ilginç değişiklikler yapmak gerektiğini görürüz. Daha önce değinilenler dışında bu alıntıda iki ahlaki özdeyiş saklıdır. Bir -kusursuzluk kolayca ölçülür olmalıdır; iki -yasalarla uyumlu olmalıdır. Bunların ikisi de etiği fiziğe dayalı bir sistemden elde etmeye çalışmanın doğal sonuçlarıdır. Yukarıdaki paragrafta Dr. Watson'un öne sürdüğü etik, benim kabul edebileceğim etik değildir. Erdemin gelir le orantılı olduğuna; kalabalığa uyum sağlamakta güçlük çekmenin günah olduğuna inanmam olanaksızdır. Yoksul ve aksi bir kişi olduğumdan, bu konularda önyargılı düşündüğüm kuşku götürmez; bunun bilincinde olmama rağmen düşüncelerim yine de değişmiyor.
Şimdi de davranışçılığın bir başka yönünü, eğitim konusundaki görüşlerini ele alaca ğım. Burada, eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu konudaki görüşleri kusursuz görü nen Dr. Watson'dan alıntı yapamıyorum. O eğitimin daha sonraki aşamalarına değinmi yor; benim en çok kuşku duyduğum konular ise orada. Açık bir şekilde davranışçı olmamakla beraber davranışçılıkla ilintili görüşten çokça etkilenmiş olan bir kitabı ele alacağım: The Child: His Nature and His Needs (Çocuk: Doğası ve Gereksinimleri) 6. Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok değerli olması nedeniyle oldukça takdir ettiğim bir kitaptır; ancak bana göre, estetik ve etik yönden eleştiriye açıktır. Estetik eksikliği göstermek için aşağıdaki bölümü alıyorum (sayfa 384) :
'Yirmi beş yıl önce öğrencilere on ila on beş bin kelimenin nasıl yazıldığı öğretiliyordu. Son yirmi yılda yapılan araştırmalar göstermiştir ki, tipik bir lise mezununun, okul çalışmalarında, eğer özel ve teknik sözcük bilgisi gerektiren teknik bir işle ayrıca uğraşmıyorsa, daha sonraki yaşamında da üç bin sözcükten fazlasını öğrenmesine gerek yoktur. Tipik bir Amerikalı, mektuplarında ve gazetelere yazdığı yazılarda çoğu zaman bin beş yüzden fazla değişik sözcük kullanmamaktadır; çoğu kişi ise bunun yarısından fazlasını hiç kullanmaz. Bu gerçeklerden dolayı günümüzde, okullardaki yazın kuralları dersleri günlük yaşamda kullanılan sözcüklerin, otomatik olarak yazılabilecek şekilde, iyice öğretilmeleri ilkesine göre düzenlenmekte; daha önceleri öğretilen ve belki de hiç kullanılmayan teknik ve alışılmış sözcükler eğitim programından çıkarılmaktadır. Bugünkü yazın derslerinde hiç bir sözcüğe, belleği geliştirmek bakımından yararlı olacağı düşüncesiyle, yer verilmemektedir.'
Son cümlede, ezberleme yanlısı eski gerekçenin yanlışlığını ortaya koymak için, psikolojiye yerinde bir yardım çağrısı yapılıyor. Anlaşılan ezberleme belleği geliştirmiyor. Öyleyse, hiçbir şey, o şeyin bilinmesi gerekliliği dışında bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu belirledikten sonra yukarıdaki alıntının akla getirdiği bazı şeyleri irdeleyelim. İlk olarak, bir şeyin nasıl yazılacağını bilmenin hiçbir yararı yoktur. Shakespeare ve Milton doğru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve Alfred Austen ise bunu yapabilirlerdi. Doğru heceleme, biraz, 'eğitimli'yi ' eğitimsiz'den ayırdetmenin kolay bir yolu olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi giyinmek gibi, kalabalığın baskısıyla; biraz da, doğal-yasa düşkünü kimselerin, kişisel özgürlüğün hala var olmayı sürdürdüğü bir alan görmekten acı duymalarına bağlı olarak aranan bir şeydir. Hiç olmazsa, yazılı basının, sözcükleri alışılmış biçimde yazması gerektiği düşünülürse bu amaç için okuyucu sağlamak her zaman olanaklıdır.
İkinci olarak, Çin dışındaki ülkelerde yazı dili, edebiyatın bütün estetik güzelliğini içeren konuşma dilinin yerini almıştır. İnsanlar,dilin güzel olabileceği ve olması gerektiği duygusunu korudukları çağlarda yazın kurallarına pek aldırmazlardı; ama telaffuza dikkat ederlerdi. Şimdilerde üniversite eğitimi görmüş kişiler bile en sıradan sözcükler dışındaki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar; ve bu nedenle de şiirlerin çoğunu vezne uygun olarak okuyamıyorlar. Profesyonel edebiyat öğrencileri dışında, kırk yaşının altında olup da bazı şiirleri veznine uygun olarak okuyabilecek belki de tek bir Amerikalı yoktur. Eğer eğitimde bir ölçüde,estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme öğretileceğine yüksek sesle okuma öğretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin İncil'i yüksek sesle okuması bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak şimdilerde bu uygulamanın nesli neredeyse tükenmiştir.
Doğru telaffuzu öğrenmek önemli olduğu gibi, estetik yönden, geniş bir sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnızca bin beş yüz sözcük bilenler, basit konular ve şansın yaver gittiği ender durumlar dışında, kendilerini tam olarak ve güzel bir şekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan nüfusunun yarısı eğitimi için, Shakespeare'in harcamış olduğu zaman kadar zaman harcar; ama sözcük sayısı onunkinin onda birine ancak varır. Yine de, onun sözcükleri, ticari başarı sağlamak zorunda olan oyunlarında kullanıldığına göre, zamanın sıradan vatandaşları tarafından da anlaşılıyor olmalıydı. Çağdaş görüşe göre, eğer kişi kendisini anlaşılır kılabiliyorsa dile yeterince hakim sayılır; eski görüşte ise, kişinin konuşma ve yazma dilinde estetik zevk sağlaması aranırdı.
Bu satırların yazarı gibi, pratik nedenlerle davranışçılığın bilimsel yanını kabul edip, etik ve estetik sayılan sonuçlarını reddeden bir kişi sonunda nereye varır? Dr. Watson'u çok takdir ederim; kitaplarını da son derece önemli bulurum.
Günümüzde teorik uğraşların en önemlisinin fizik, sosyal olguların en önemlisinin sanayileşme olduğu görüşündeyim. Ama yine de, 'yararsız' bilgiye ve haz vermek dışında bir amacı olmayan sanata hayranlık duymaktan kendimi alamıyorum. Sorun mantıksal değildir; çünkü gördüğümüz gibi, eğer davranışçılık doğruysa, hangi amaç için ne gibi araçlar kullanılacağını göstermeye yardım etme gibi ikincil konular dışında, değer yargılarına ilişkin konularda bir etkisi olamaz. Sorun, geniş anlamda politiktir: İnsanoğlunun büyük bölümünün hata yaptığı kesin ise, doğru önermelerden yanlış sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru sonuçlar çıkarmak mı daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek doğru çözüm, sanırım sıradan insanlara mantık öğretmek; böylece onlara yalnızca doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma olanağı vermektir.
Örneğin, Fransızların 'mantıklı' olduğu söylendiğinde kastedilen şudur: bir önermeyi kabul ediyorlarsa; incelikli mantıktan yoksun bir kişinin, yanlış olarak bu önermeden çıkaracağı yanlış her türlü sonucu da kabul ederler. Bu en istenmeyecek türden bir özelliktir; İngilizce konuşan uluslar geçmişte, genel olarak, bu duruma diğer uluslardan daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu duruma düşmemeye devam edeceklerse eskiden olduğundan daha çok felsefe ve mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren işaretler vardır.Eskiden mantık çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak, yapma alışkanlığında olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru olduğu anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma sanatı olmuştur. Bu nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl yürütmemeyi öğretmek amacıyla öğretilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü akıl yürütürlerse yanlış yürütecekleri kesin gibidir.
8- DOĞU'NUN VE BATI'NIN MUTLULUK İDEALLERİ
Wells'in Zaman Makinesi'ni herkes bilir; makine, ona sahip olan kişinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmişin neye benzediğini, geleceğin nasıl olacağını şahsen görmesini sağlar. İnsanlar Wells'in makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günü müzde de, dünyanın çeşitli yerlerine seyahat ederek sağlanabileceğini pek fark etmiyor lar. New York'a ya da Chicago'ya giden bir Avrupalı geleceği, eğer ekonomik bir felaket ortaya çıkmazsa Avrupa'nın ulaşması olası geleceği görecektir. Öte yandan,eğer Asya'ya gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre Hindistan'da Ortaçağ'ı, Çin' de (1920) onsekizinci yüzyılı görecektir.
Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattığı ülke onu da şaşırtırdı. İngiltere'de biraz daha az, Fransa'da ise ondan daha da az yabancılık çekerdi. Ancak Çin'e ulaşmadan kendini tam olarak ülkesinde hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada, 'yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı'na hala inanan, bunları Bağımsızlık Savaşı'nın Amerikalılarına benzer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı. Çin'e cumhurbaşkanı olması da sanırım pek uzun zaman almazdı.
Batı uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika'yı, Rusya dışındaki Avrupa'yı ve özerk İngiliz dominyonlarını içine alır.Bu uygarlıkta Amerika başı çeker; Batı'yı Doğu'dan ayırdeden bütün özellikler en çok Amerika'da belirgin ve gelişmiş durumdadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya alışkınız: Son yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğun dan, iyiye doğru başka değişimlerin de hep süregeleceğinden hiç kuşku duymuyoruz. Savaş ve onun sonuçları Kıta Avrupasında bu güvenli inanca bir darbe indirdi; insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu tekrar dönmeyecek bir altın çağ gözüyle bakmaya başladılar.
İyimserliğin uğradığı bu sarsıntı İngiltere'de daha hafif, Amerika'da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde,ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan kişilerin, bizim yüz elli yıl önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret etmeleri ve geçirdiğimiz değişikliklerin bize gerçek bir iyileşme getirip getirmediğini kendi kendi lerine sormaları özellikle ilginç olacaktır. Herkesin bildiği gibi Çin uygarlığı, Confucius' un İsa'dan beş yüz yıl önce yaygınlaşan öğretilerini temel almıştır.Grekler ve Romalılar gibi Confucius da insan toplumunun gelişmesinin doğa gereği olduğu görüşünde değildi; tersine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge kişiler olduğuna ve de insanların, yozlaş mış günümüzün hayranlık duyduğu ancak ulaşamadığı ölçüde mutlu olduklarına inanı yordu. Bu kuşkusuz bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun Confucius, çağının diğer hoca ları gibi, hep yeni başarılar peşine düşmek yerine, belli bir nitelik düzeyini koruyan kararlı bir toplum yaratılmasını amaçlıyordu. Bu konuda, şimdiye kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı oldu. Kişiliği o çağlardan günümüze dek Çin uygarlığına damga sını vurmuştur.
Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız küçük bir bölümünü kaplıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş durumdaydı. inliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin olarak bilinen topraklara yayıldılar ve son elli yıla gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus bakımından dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların işgallerine,Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa süreli iç savaş ve karışıklıklara karşın Confucius'un sistemi varlığını sürdürdü; beraberinde sanat, edebiyat ve uygar bir yaşama biçimi getirdi. Batı ve batılılaşmış Japonya ile temaslar sonucunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye başlamıştır.
Bu kadar olağanüstü bir varolma gücüne sahip bir sistemin pek üstün nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de hakeder. Bu sistem kelimenin bizim algıladığımız anlamında bir din değildir; çünkü doğa üstü veya mistik inançlarla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla beraber kuralları, hıristiyanlığın kurallarından farklı olarak, sıradan insanların uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Confucius'un öğretileri, temelde, modası geçmiş onsekizinci yüzyıl 'beyefendi' idealine benzer şeylerdir. Deyişlerinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles'in Sayings of Confucius - Confucius'un Deyişleri-'nden alıntı) : 'Gerçek beyefendi hiçbir zaman kavgacı değildir. Eğer ortada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu bir atış-yarışması gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve kaybettikten sonra rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse ceremesini de çeker. Böylece, çekişirken bile gerçek beyefendiliğini korur.'
Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği gibi, sorumluluktan, erdemden ve bu tür şeylerden söz eder; ancak kişiyi, doğaya ve doğal sevgiye aykırı olan herhangi bir şeye zorlamaz. Bu da aşağıdaki konuşmada görülüyor:
'She Dükü Confucius'a şunları söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam var. Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı tanıklık etti. Confucius şöyle yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan farklı bir şeydir. Baba oğlunun suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak böyle davranışlarda bulunur.' Confucius her şeyde, hatta erdem konusunda bile, ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız gerektiğine inanmazdı. Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi hakkındaki düşüncesi sorulduğunda yanıtı şu olmuştu: 'O zaman iyiliğin karşılığı ne olacak? Haksızlığa adaletle, iyiliğe iyilikle karşılık vermelisiniz.' Onun zamanında Çin'de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi, öğretileri Hıristiyanlığa Confucius'unkinden daha yakın olan taoistlerce öğütleniyordu. Taoizmin kurucusu Lao-Tze (Confucius'un daha yaşlı bir çağdaşı olduğu sanılır) şöyle diyor: 'İyiye iyi, iyi olmayana da, onu iyiliğe yöneltmek için, yine iyi davranmalıyım. İnanç sahibi olanlara saygı duyarım; olmayan lara da saygı duyarım; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan kötü bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi? Kötülüğe iyilikle karşılık veriniz.'Lao-Tze'nin bazı sözleri Dağdaki Vaaz'ın (İsa tarafından müritlerine verilen, hıristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz. (Ç.N)) bazı bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor:
'Alçakgönüllü olanlar oldukları gibi kalacaklardır. Eğriler düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar yenilenecektir.Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip olanlar yollarını şaşıracaktır.'
Lao-Tze'nin değil de Confucius'un ulusal bilge haline gelmesi Çin'e has bir özelliktir. Taoizm de varlığını sürdürdü: ancak cahil halk arasında ve sihir niteliğinde. Onun öğretileri İmparatorluğu yöneten uygulamacılara hayal ürünü gibi geliyordu. Confucius 'un öğretileri ise sürtüşmeleri önleme bakımından çok iyi hesaplanmıştı.
Lao-Tze eylem karşıtı bir sav öğütlüyor, şöyle diyordu: 'İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline bırakılmasıyla kazanılmıştır. Her zaman bir şeyler yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya layık değildirler.' Ancak, doğal olarak, Çin'in yöneticileri Confucius'un, kendine hakim olma, hayırseverlik, nezaket ilkelerini yeğle diler; aynı zamanda, bilge hükümetlerin sağlayacağı yararlara büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup modern ulusların hepsinin yaptığı gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak sistemini, uygulamada ise başka bir ahlak sistemini benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman akıllarına getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarına uygun davranmış lardır demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya çaba göstermişler, kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir.Halbuki hıristiyan ahlak kurallarının büyük bir bölümü nün, bu günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngördüğü, genelde kabul edilen bir husustur.
Gerçekte, bizim yanyana giden iki tür ahlak sistemimiz vardır: birisi öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öteki de uyguladığımız ama sadece arasıra öğütlediğimiz ahlak. Mormonizm dışındaki bütün dinler gibi hıristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıris tiyanlık, ilk yüzyıllarında, Asya mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavram larına ağırlık vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıldığında bir anlam taşıyordu. Ancak hıristiyanlık güçlü Avrupa prensiplerinin resmi dini olunca bazı metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli görüldü.
Öte yandan, 'Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz' gibilerinden bazı ifadeler çok yaygın laştı. Günümüzde ise rekabete dayalı sanayinin etkisiyle,karşı-koymama ilkesine en ufak bir eğilim aşağılanmakta, herkesin kendi yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada, geçerli olan ahlak ilkemiz mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler için olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey bize safdillik ve saçma olarak görünür.
Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarımızı benimsiyorlar. Teoride, kavganın yerinde olacağı durumların varlığını; uygulamada ise bu hale çok ender rastlandığını kabul ediyorlar. Bizlere gelince, teorik olarak, dövüşmeyi gerektirecek hiç bir durum olamayacağını; pratikte ise, bu durumların sık sık ortaya çıktığını düşünü yoruz. Çinliler de bazan kavga ederler; ancak savaşçı bir ırk değillerdir. Savaşta olsun iş yaşamında olsun başarıyı uzun boylu övmezler. Geleneksel olarak, öğrenmeye her şey den çok değer verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla birlikte, inceliğe ve nezakete.
Çok uzun yıllar boyunca, Çin'de yönetim görevlerine atamalar yarışma sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula geçen bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek istisnası Confucius ailesidir,aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı saygının yanısıra, feodal Avrupa'da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygıya kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin klasiklerinin ve onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreniminden ibaretti. Batı'nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.'nin eski çağların ahlak öğretilerinden daha pratik yararları olduğu farkedildi. Yeni Çin (yani Avrupa standartları doğrultu sunda eğitim görmüş olan gençler) çağdaş gereksinimlerin farkındadır ve belki de, eski geleneklere yeterince saygı duymamaktadır. Ancak yine de, en modern olanları bile, az sayıda istisna dışında, ılımlılık, nezaket ve barışçılık gibi geleneksel erdemlerini korumaktadırlar. Önümüzdeki birkaç on-yıllık süre içinde Batı'dan ve Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarını sürdürmeleri ise kuşku götürür.
Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse şunu söyleye bilirim ki, temelde, zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise,temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa ya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikincisi için de Bilimi geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla tembel ve fazlasıyla yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnız bu anlamda doğrudur. Rusların olduğu türden tembel değildirler; yani geçimlerini kazanmak için çok çalışırlar. Patronları onları olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar Batı Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için veya salt koşuşturmayı sevdikleri için çalışmazlar. Geçimlerine yetecek kadar kazandıklarında onunla yetinir ler; daha çok çalışarak kazançlarını artırmaya çaba göstermezler. Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski çağlardaki Çin sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak gibi eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim düşünce tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden çok rehavet ifade eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana, orada yaptığı işler zararlı da olsa, daha çok saygı duyarız.
Beyazlar için Doğu'da yaşamanın belki de kötü bir etkisi oluyor.Ancak itiraf etmeliyim ki, Çin'i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların toplu olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya başladım.Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu başardığımız şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulan maya değer. Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin de bir bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka gereçleri olarak kullanıyo ruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu halde öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçakla ra ayırıyoruz. Çok iyi bir yönetim ve vergi sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim, sağlık ve benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için kullanıl maktadır.
Günümüz İngilteresinde milli gelirin en büyük bölümü geçmiş ve gelecek savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan geri kalan bölüm harcanmaktadır. Kıta Avrupasındaki ülkelerin çoğunda oran daha da kötüdür.Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü suçu ortaya çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıcı siyasal düşünceleri olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar Çin de bunların hiçbiri yoktu.
Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar verimsiz, devlet kendi vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke insanlarını öldüremeyecek kadar etkisiz; polis haydutları veya bolşevikleri yakalamayacak kadar güçsüzdü.Bunların sonucu olarak Çin'de, hiçbir beyaz adamın ülkesinde bulunmayan ölçüde, herkes için özgürlük; ufak bir azınlık dışındaki bütün insanların fakir olduğu düşünüldüğünde çok çarpıcı olan, yaygın bir mutluluk vardı. Orta sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Batılının olaylara bakış açılarını karşılaştırdığımızda iki farklılık göze çarpar: Birincisi, Çinlilerin yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiçbir eyleme değer vermemeleri; ikincisi, kendi itilerimizi kontrol altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tartışmış bulunuyoruz; ancak ikincisi de sanırım aynı ölçüde önemlidir.
Ünlü sinolog Profesör Giles'ın 'Confucianizm ve Karşıtları' konusunda Gifford'da verdiği konferanslarda savunduğu görüşe göre, Hıristiyan misyonerlerin Çin'deki başarılarının başlıca engeli, doğuştan günahkarlık doktrini olmuştur. Uzak Doğu'da çoğu misyonerler tarafından hala öğretilmekte olan kalıplaşmış hıristiyan doktrinine göre hepimiz günahkar olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hakedecek ölçüde günahkar olarak doğmuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını kolaylıkla kabul edebiliyorlar. Ancak kendi ana-babalarının ve büyük ana-babalarının cehennem ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Confucius insanların iyi olarak doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü örneklerden ya da kötü terbiyeden kaynaklandığını öğretmişti.
Batı'nın geleneksel katı inançları ile bunun arasındaki farklılığın Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır. Bizde, ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini normal zevklerden mahrum eden ve bunun acısını başkalarının zevklerine karışarak çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda başkalarının işine burun sokma özelliği vardır: Bir kimse eğer kalabalığın rahatını bozmuyorsa onun olağanüstü iyi bir insan olabileceğini düşünmeyiz. Bu bizim Günah anlayışımızdan kaynaklanıyor.
Bu tavır yalnızca özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; ikiyüzlülüğe de yol açıyor.Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak çoğu kişiye fazlasıyla güç geliyor. Çin de ise durum böyle değildir. Orada ahlak kuralları olumsuz yönde değil, olumlu yöndedir.İnsanın ana - babasına saygılı, çocuklarına şefkatli, fakir akrabalarına cömert ve herkese nazik dav ranması beklenir.Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir; halkın çoğun luğu tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da, galiba, çoğumuzun yerine getiremediği bizim ölçütlerimize göre daha olumludur.
Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da insanların, aralarındaki görüş ayrılıklarını, Batı'da olduğundan daha fazla, mantığa ve tartışmaya açık tutma eğilimin de olmalarıdır. Bizde fikir ayrılıkları hemen bir 'ilke' sorununa dönüşür: iki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvur mayı akla getirir. Çin'de kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen kansız denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı'daki daha şiddetli çatışmalarımızdan edin diğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az zarar vermişlerdir. Sivil yöne tim de dahil olmak üzere halkın çoğunluğu sanki bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi günlük yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her iki tarafın da aşağılanmaması gereklidir.Bazı yönleri yabancılara komik gelse bile, bu görünüşü-kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal bir kurumdur; sosyal ve siyasal yaşamı, bizdekinden çok daha az acımasız kılar.
Çin sisteminde tek bir kusur, ama önemli bir kusur vardır ve bu da sistemin, Çin'in daha kavgacı uluslara karşı koymasını engellemesidir. Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgacı ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de, eğer ulusal bağımsızlıklarını koruyacaklarsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olma dıkları için, bizim kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu taklidin bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkışmamalıyız.
9- İYİ İNSANLARIN YOL AÇTIKLARI KÖTÜLÜKLER
1
Yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı Jeremy Bentham adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum anı bugüne kadar hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith'in, Bentham'ın insanların ölmüş büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşündüğü yolundaki sözlerini duyduğum andı. Böyle bir uygulama bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanla rın erdem uğruna söyleme alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok sonraları keşfettim. Bundan başka, Bentham'a karşı gerçek suçlamanın ne olduğu nu da anladım. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi:
'İyi' insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında bir okuyucunun hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini altüst eden birşeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından esinlenmişse erdemli olduğunu ortaya koyan Kant'ın düşün cesi çok daha yücedir. Aynı kurallar, doğaldır ki, ters yönde, acımasız hareketlere de yol açabilir. Erdemli olmanın ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba şu sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu nedenle Kant, Bentham'dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.
Bentham'ın kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok iyilik yapmıştır. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl, İngiltere'nin maddi yönden, fikir ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği yıllardır. Bu dönemin başlarında, daha önce aristokrasiyi temsil eden Parlamento'yu, orta sınıfı temsil eder duruma getiren Reform Yasası çıkmıştır.
Yasa İngiltere'de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru olmuştur. Hemen arkasından da, Jamaica'da köleliğin kaldırılması gibi, başka önemli reformlar gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası asılarak idamdı. Çok geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve vatana ihanet suçlarıyla sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını korkunç sefalete yol açacak ölçüde artıran Hububat Yasaları 1846'da yürürlükten kalktı. 1870'de zorunlu eğitim getirildi. Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gelmiştir; ama ben bizim çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not almasını dilerim. Ancak şimdiki konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim nokta şudur: o yıllar daki ilerlemenin çok büyük bir bölümünün Bentham'ın etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de yaşayan insanların onda dokuzunun, Bentham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadıkları kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona yaptıklarının bir gerekçesi olarak bakmış olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda, onun fikirlerinin abes olduğunu görebi liriz. Ancak, Bentham'ınki gibi pek de onurlu olmayan bir faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi yüreklendirebilir.
2
Hepimiz 'iyi' insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan içki ve sigara içmez, küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplantıda orada hanımlar varmış gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda isabetli fikirleri vardır. Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar ve Günah'ı cezalandırmanın bizim acı bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret duyar ve genellikle orta yaşlı başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin isabetli olup olmadığını sorgu layan kişilerden gençleri korumanın bir devlet görevi olduğu kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında hayır işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların gereğince cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin mütevelli heyeti üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere görev vermeyerek eğitime yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her şeyden çok da, dar anlamıyla 'kişisel ahlakı' kusursuzdur.
Bu anlamda 'iyi' olan bir adamın, genelde,'kötü' bir adamdan daha çok iyilik yaptığı kuşku götürür. 'Kötü' adam ile yukarıda tanımlananın tersi olan adamı kastediyorum. 'Kötü' bir adam sigara, arada bir de içki içer; hatta damarına basıldığında ağzını bile bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda bazı pazar günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri de vardır; örneğin, barış istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız gerektiğini düşünebilir. Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan otomobiline olan tutumu gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil lastiğinin tamirine yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının o kadar olduğunu iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre 'yanlış düşünme' sadece düşünme, 'doğru düşünme' de sözcükleri papağan gibi tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere yakınlık duymasına yol açar.
Çalışma saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle uğraşmaktan; ya da, daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına dokunmayan bazı önlenebilir kötülükler konusunda huzursuzluk yaratıp ortalığı karıştırmaktan ibarettir. Ve hatta olasıdır ki, 'kişisel ahlak' konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış bir düşünce ile savunur. Sıradan ve saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu nitelik lerin bir veya birkaçını taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir öğretmen veya bir vali gibi yetkileri olan görevler almasına izin verilmez. Bu tür işler yalnız 'iyi' insanlara açıktır.
Bütün bu durum son zamanlara özgüdür.Cromwell zamanında Püritenlerin kısa süren egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika'ya aşılanmıştı. İngiltere'de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi'nden sonra, Jacobinizm'e –yani şimdi lerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye- karşı mücadelede yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth'ün yaşamı bu değişikliğe bir örnektir.
Gençliğinde Fransız Devrimi'ne yakınlık duymuş,Fransa'ya gitmiş, güzel şiirler yazmış ve evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde 'kötü'adamdı. Daha sonra 'iyi' oldu; kızını terketti, doğru ilkeler edindi ve kötü şiirler yazdı. Coleridge de benzer bir değişimden geçmiştir:kötü olduğu zaman Kubl Khan'ı yazdı; iyi olduğu zamanlar da teolojik yazılar.
İyi şiirler yazdığı zamanlar 'iyi' olan bir şair örneği bulmak zordur.Dante yıkıcı propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti. Sonelerine bakarak hüküm verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare'e New York'da karaya çıkma izni verilemezdi. 'İyi' insanın özünde hükümet yanlısı olması yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell'in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve sonraki dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve sonraki dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir bolşevik olarak idam edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dönemde yazılmıştır. Donne, St.Paul Katedrali ruhani meclis başkanlığına getirildikten sonra erdemli oldu; ancak bütün şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle,atanması bir skandala yol açtı. Swinburne gençliğinde, özgürlük için savaşanları öven Songs Before Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar) 'ı yazdığı dönemde kötü adamdı; yaşlılığında, aşağılık tecavüzlere karşı özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça saldırgan yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri artırmaya gerek yok; günümüzde geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle bağdaşmadığına işaret eden yeterince söz söylenmiş bulunuyor.
Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve Darwin kötü kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar Spinoza'nın çok günahkar bir adam olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya uğrayacağı korkusuyla yurt dışına kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara gelince, önlenebilir ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben Londra'nın bir bölümü çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde oturdum. Burada bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler rüşvet veya yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler güçlerini kamu sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle yarı-zamanlı çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin sofralarının zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli saymayan hiç kimse o yöredeki önemli kişilerin saygısını kazanamaz.
Dünyanın bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir insanı oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan, düşünceleri ve eylemleri iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.
3
Geçmişte kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar üzerinde durmamız hayli üzücü oldu. Şimdi de, daha iç açıcı bir konu olan erdemli insanlara geçelim.
3. George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806) : 1783-1801 ve1804-1806 yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan katoliklere özgürlük vermesini istediğinde -o dönemde katoliklerin oy hakları yoktu- taç giyme töreninde yaptığı yemine ters düşeceği düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak 'doğru' olup olmamaktı. Amerika'nın bağımsızlık istemine yol açan siyasette onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür; ancak müdahalesi her zaman en yüce amaçlardan kaynaklanmıştır.Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar Tanrı'nın kendi tarafında olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla- kişisel kötülüklerden tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de söylenebilir. Ama yine de, insanların acı çekmesine ondan daha çok yol açmış olan başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir.
İyi insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yararların başında da, başkala rının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak veren bir duman perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan arkadaşlarının karanlık işler yapabileceğini aklına getir mez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir insanın, iyiliğini kötüleri gizlemek -için kullana bileceğini hiç düşünmez; bu da onun yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hakeden zenginlerin eline geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her durum da bu iki özelliğin iyi insanı son derece çekici kılacağı ortadadır. Bana söylendiğine göre -ama ben kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan ve bu amaca göre hareket eden bir Amerika Cumhurbaşkanı varmış. İngiltere'de de Whittaker Wright ününün doruğunda olduğu sıralarda, çevresini, erdemleri onun aritmetiğini anlamalarını ve anlamadıkla rını farketmelerini önleyen kusursuz soylular doldurmuştu.
İyi insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri skandallarla politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan dokuzu ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz. Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi içinde gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür doksan sekizi de, kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla,onun peşinden giderler. Bu nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan bir kimse politikaya atılıyorsa, toplumun geleneksel kurumlarını korumayı amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda yeni politikacının kariyerini sona erdirecek birşeyler bulana kadar o kimsenin özel yaşamını geriye doğru adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç seçenekleri olacaktır:gerçekleri açıklayarak onun bir utanç bulutu içinde gözlerden uzaklaşmasını sağlamak; veya açıklama tehditleriyle onu politikadan çekilmeye zorlamak; ya da şantaj yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu seçeneklerden ilk ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu nedenle her üçü de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi insanların varlığıdır.
Şimdi de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun önceden alınacak uygun önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği bilinmektedir. Ancak iyi insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün olduğunca dar bir alana yayılır ve uygulanmasında her türlü engel yaratılır.Sonuçta günah yine 'doğal' cezasına çarptırılır ve yine İncil'in emirleri uyarınca çocuklar babalarının günahlarını çekmeyi sürdürürler. Bunun tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu. Çünkü eğer günah cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak kadar ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da kapsamazsa o denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim adamlarının edindikleri derme çatma bilgilere rağmen, Doğa'nın bizler daha cehalet çağındayken koyduğu katı ceza yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi adam lara ne kadar minnettar olsak azdır.
Acılara neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle'min kötü olduğunu, doğru düşünen herkes bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun hareket etmesi olanaklı olmadığına göre, erdemin güvence altına alınması açısından, günahı acının izlemesi çok arzulanan birşeydir. İnsanların günahlara bilim öncesi çağlarda verilen cezalardan kaçınma yollarını öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever insanlar bizleri bu tehlikeli bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve zihinsel sağlığın korunması konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi düşünmek beni dehşete düşürüyor.İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek yararlı olabilirler. Almanya Çin'in Shantung eyaletini iki misyonerin orada öldürülmesi sayesinde ele geçirmiştir. Saraybosna'da öldürülen Arşidük sanırım iyi bir insandı; ona ne kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi savaş çıkmayabilirdi; dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi; militarizm yıkılmazdı; şimdi de İspanya, İtalya, Macaristan, Bulgaristan ve Rusya'daki askeri despotizmin keyfini çıkarıyor olmazdık.
Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören 'iyilik' ölçütleri dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun çeşitli nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.
Ondan sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu, haksız güçler gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa benziyor; bunlar başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız olan bazı eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek yemek- bilinmez yollarla felakete yol açtıkları düşüncesiyle yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde başladı ve başlangıçta varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların duyguları üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak kurallarının büyük bir bölümü hala bu türdendir: bazı davranış biçimleri, etkilerinin kötü olup olmadıklarına bakılmak sızın, dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda, dehşet uyandıran bu davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.
Örneğin, uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı ortadadır; ancak cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey, tümüyle boş-inandır. Öldürülen kişinin kanının -veya daha sonra hayaletinin- öç almak isteyeceği ve yalnız suçluyu değil, ona yakınlık gösteren herkesi cezalandıracağı düşünülüyordu. Cinayetin yasaklanmasının boş-inan niteliği şundan da anlaşılıyor ki, belli dini ayinlerle kan suçundan temizlenmek olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin amacı ise, hayaletin kendisini tanımaması için suçlunun kılık değiştirmesini sağlamaktı. En azından Sir J. G. Frazex'in teorisi böyledir. Pişmanlığın, suçu 'arındırmasından' söz ederken yaptığımız mecaz çok eski zamanlar da kan lekelerini temizlemek için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. 'Suç' ve 'günah' gibi kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal bir kökeni vardır.
Rasyonel bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir açıdan bakacak; hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine önleme ve iyileştirme ile ilgilene cektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan ve rasyonalizmin garip bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur; ona uzun yıllar ötesine uzanan nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis perdesi arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel bakış açısıyla ele alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları, canilere yaptığımız gibi, tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız.Teoride nasıl düşünürsek düşünelim, toplumsal yaşamda erdemi, birşeyi yapmak olarak değil, yapmamak olarak algılarız. 'Günah' olarak adlandırılan şeylerden kaçınan bir kimse, başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da, iyi insandır. İncil'de telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: 'Komşunu kendini sevdiğin gibi sev' olumlu bir yönergedir. Ancak bütün hırıstiyan toplumlarda bu emre uyan kişi kovuşturulur; en azından yoksulluk, genellikle hapis ve bazen de ölümle cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve cezaları verecek konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar sağlayanlardır. Ödüller eşitsizlik için çok ustaca gerekçeler bulanlara, cezalar ise ona çare arayanlara verilir. Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın yergisinden uzun süre kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa da savaştan hemen önce Fransa'nın en iyi yurttaşı olan Jean Jaures öldürülmüş, katil ise,bir kamu hizmeti yaptığı gerekçesiyle, beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir örnektir; ancak bu tür şeyler dünyanın her yerinde olagelmektedir.
Geleneksel ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul ederler; ancak herhangi bir eleştirinin ahlakı toptan çökerteceğini ileri sürerler. Eleştiri olumlu ve yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez; ancak, bir anlık bir zevkin ötesinde birşey için yapılmamış olması koşuluyla. Bentham'a dönersek, o ahlak kurallarına temel olarak 'en çok insanın en fazla mutluluğu'nu savundu.Bu ilke doğrultusunda davranan bir kimsenin, yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok daha çetin bir yaşamı olacaktır.
Kendisini ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin düşmanlığına hedef olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak istediği gerçekleri açıklayacak; şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum etmek için uydurulmuş yalanları reddedecektir. Böyle bir davranış gerçek ahlakın çöküşüne yol açmaz. Resmi ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı olmuştur; 'yapmayacaksın' der ve kuralların yasaklamadığı eylemlerin etkisini araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük mistikler ve din öğreticileri böyle bir ahlak anlayışına boşuna karşı gelmişlerdir: müritleri onların en açık beyanlarını bile dikkate almamışlardır. Bu nedenle, onların yöntemlerinin büyük ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek olası görünmüyor.
Düşünce ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha umut verici olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine varacaklardır ki, kurumları haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya, mutluluğu yaratma olasılığı en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş az sayıda kişiye bu dersi öğretmiştir; eğer beraberlikle sonuç lanmasaydı daha fazlasını da öğretebilirdi. Bizler için gerekli olan, yaşama sevinci, gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu başarılar üzerine kurulmuş bir ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir insan eğer mutluysa, coşkuluysa, cömertse ve başkalarının mutluluğuna seviniyorsa 'iyi' insan sayılmalıdır.Bu durumda, ufak tefek kabahatler pek de önemsenmemelidir. Fakat sömürü ve gaddarlık yoluyla servet kazanan bir kişiye, şimdi 'ahlaksız'olarak nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli olarak kiliseye gitse de, kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu amaçlarına bağışla sa da aynı şekilde değerlendirilmelidir.
Bunu sağlamak için,önemli kişiler arasında hala geçerli olan boş-inan ve baskı karışımı bir 'erdem' yerine, ahlak sorunlarına karşı rasyonel bir tutum getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife alınmaktadır; ancak ben yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta direniyorum.Mantık belki zayıf bir güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı yönde işler. Mantıksızlığın kuvvetleri ise boş yere didişerek birbirlerini yok eder. Bu nedenle mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık yanlılarını güçlendirir ve insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu tekrar tekrar gösterir.
Ben seviyorum, ama o beni sevmiyor. Sevgim karşılıksız kalıyor.
Sevgi, bir insana seni seviyorum demek değildir... Bir annenin çocuğuna seni seviyorum demesi, aslında çocuğuna karşı duyduğu koruma veya şımartma dürtüsüdür. İki yetişkin insanın birbirine seni seviyorum demesi birbirlerine karşı duydukları cinsel dürtüdür. Bir insanın hiç bir karşılık almadan birine karşı sözde seni seviyorum demesiyse tamamen aptallıktır, yani yanlış bilinçlenme veya biyolojik bir arıza demektir. Kısacası, bir insanın başka bir insana seni seviyorum demesinin temelinde kimyasal, yani biyolojik programdan kaynaklanan bir etkileşim vardır. Bu etkileşim insanoğlu da dahil tüm canlılarda vardır. Bitkide, hayvanda hatta cansız(!) dediğimiz mıknatısta bile vardır. Bu eylem bir etkileşim ve iletişimdir sadece. Aksi olsaydı, yani hemen her gün yüzlerce kez duyduğumuz seni seviyorum sözcükleri gerçek sevgiden kaynaklansaydı bugün yeryüzünde barış ve huzur olurdu... Sizce bugün, yeryüzünde barıştan ve huzurdan bahsedebilir miyiz? Hayır! Peki neden? Yanlış bilinçlenme üzerine montaj edilen temel değerlerin yaşamı tamamen bireyin görüşlerine bağlı otoriter bir sistemin yönetmesine sebep olarak beraberinde rüşvet, adam kayırma, bencillik, adaletsizlik, bu vesileyle hırsızlık, sahtekarlık, iki yüzlülük, güçlü olana yaranma, bastırılmış duyular, vb... sorunları meydana getirmektedir. Oysa, biraz düşünüp de doğal sistemi çözen insan anlar ki gerçek sevgi temeli kimyasal etkileşim olan sevgi değildir, sevgi temeli elektromanyetik etkileşim ve iletişime dayalı olarak işleyen ve bir makrobilgisayar olan doğal sistemin kendisidir. Doğal sistem vareder, hareket verir; hareket yaşatır, öldürür; hareket, bilgiyi okur-yazar, okunan bilgi seni, beni vareder, sen ve ben kendimizi birden bir yaşam ortamında buluruz ki bu yaşam ortamında renk var, gece-gündüz var, iş var, aş var, koku var, koklayan var, üreme var, ah var, oh var,... Bu sistem, insanoğluna mikro-bilgisayar sistemiyle işleyen bir akıl vermiş ve insanoğlu evrimini tamamlayıp da belirli bir süreye gelince bu akla a, b, c, 1, 2 yüklenmiş ve oku demiş ve kişi okumaya başlayınca kendini bir şey sanmış... Sevgili arkadaşlar, gönlümüz sürekli sevgiyi arıyor. Bu çok önemli ve bundan dolayı, hani deriz ya Karşıdan sevgi alamıyorum. Sebebi şudur ki, sevgi içimizde olan bir duygu değil, bir takım arınma çalışmalarıyla ulaşılabilen barış ve huzur halidir. Huzur ve barış hali ne demektir? Huzur ve barış hali kişinin kendini varetmesidir. Varolmak ne demektir? Varolmak, insanoğlu sıfatından insan sıfatına tekamül etmektir. Hani Yunus Emre der ya:... Cennet dedikleri bir kaç huri ile birkaç ırmak; İsteyene ver sen onları; Bana seni gerek, seni! Hep düşünürdüm, Yahu, bu değerli insan bu sözlerle ne demek istiyor? diyerek. Anlamak zor oldu ama sonunda anladım... 'VAROLMAK' İnsanoğlu sıfatından insan olmaya tekamül etmek... Peki Yunus Emre, bir hacı, hoca, imam, din bilgini ya da filozof muydu? Hayır! Sadece tüm ömrünü Sevgi ve Bilgiye adamış birisiydi ve sonunda, tam arındığında her türlü olumsuzluktan artık diyordu ki: Beni bende sanmayın.... Bende bir ben var, benden çok içeri! Kısaca artık o, sevgili Yunus, bir İNSAN idi, gönlü sevgiyle ve bilgiyle dolu olan... Bu çalışmada başarılı olmak kolay değildir ancak imkansız da değildir! Bu çalışmanın temelinde sevgi ve bilgi vardır. Sevgi ve bilgi ne demektir? Sevgi, bir arınma çalışması neticesinde kişinin doğal sistemin (yaşamın) titreşim sevisiyle aynı seviyede titreşmesi demektir. Kişinin bunu başarabilmesi için takip etmesi gereken disiplinler iyi âhlak, hukuk ve zikir veya meditasyondur. Bununla birlikte kişi bilgi sahibi olmadan bu bütünleşmeyi başaramaz... Bilgi ise, kişinin kendini ve içerisinde yaşatıldığı yaşam sistemini, yani doğal sistemin işleyişini anlamasıdır. Bu sistemin işleyişini anlayan ve kendisinin bir hiç olduğunu idrak ve kabul eden kişi bilgi sahibi olmuştur artık... İşte kişi, sevgiyi ve bilgiyi bir araya getirip yaşamını bu temel prensipler üzerine montaj ettiğinde yaşam birden bire değişecektir. Peki, kişinin gelişimi nasıl takip edilecektir, yani kişi kendisinin gelişip gelişmediğini nasıl anlayacaktır? Şüphesiz ki doğal sistemin işleyişinde bu sorunun cevabı vardır. Şöyle ki bilgi sahibi olan kişi şunu çok iyi anlar ki kişinin beyni bir alıcı-verici telsiz sistemiyle işleyen elektromanyetik cihaz gibidir. ‘Enerji düşünceyi izler’ yasası gereği, kişi kendini bir şey veya belli bir tekamül seviyesine ulaştığını sandığında doğal yaşam sistemi bunu bir istek/komut mesajı olarak okur ve kişi hemen bir başka kişi veya olayla denenir. Şimdi kişinin başına gelen olaydaki davranışları kişinin gelişim takip formuna işlenerek kişinin tekamül seviyesi belirlenir. Kısaca bu işler lafla değil, bizzat yaşanarak test edilir. Peki, gelişim takip referanslarımız nedir? Hangi bilgiye veya kaynağa göre evet sen artık erdin diyeceğiz? Şüphesiz ki bu sorunun cevabı ikidir: (1) Din, (2) İdeolojiler. Nasıl seçeceğiz veya hangisini izleyeceğiz zira bugüne kadar gerek dinler gerekse ideolojilerin hepsi denendi ama yine barış ve huzur yok! Doğru, peki siz, ben din deyince neden bu ya da şu dini işaret ettiniz? Burada önemli olan din kavramından ne anlaşılması gerektiğidir. Diyelim ki öyle, sizce ne anlamalıyız? Anlamamız gereken asıl din, doğal yaşam sisteminin işleyişidir. Bizi vareden doğal yaşam sisteminin işleyişini anlamadan, kendimizi bilmeden, tanımadan biz sözde dünya dışından gelen hangi inanca/sisteme din diyebiliriz? ... Dememeliyiz! Kısacası dinden anlaşılması gereken yaşamın kendisidir. Yaşam enerji ve bilgi temelli iki kuvvetin etkileşimi ve iletişimi sayesinde varolmuştur. Bundan dolayı, kimse kimseden üstün değildir. Birisinin malca zengin veya fakir olması sorun olmamalıdır çünkü ortada ne sahip olunacak mal var ne de mala sahip olabilecek bir kişi var. Bununla birlikte, şüphesiz ki bizim ve evrendeki diğer yaşam sistemlerini vareden enerji ve bilginin kaynağı nedir sorusunun cevabı henüz yoktur fakat bunu bilmek bizim öncelikli görevimiz değildir. Bu soruya cevap aramak için içerisinde yaşadığımız doğal sistemi çözmüş ve bu sistem verileriyle yaşamış ve barışı ve huzuru bulmuş olmamız gerekiyor ki astral olan bir üst madde boyutuna geçebilelim. Günümüze kadar gelen inançların yorumcularının hiç biri doğal sistemi anlamadılar. Anlamadıkları doğal sistemi bırakıp hiç ama hiç bilmedikleri konularda yorumlar ve açıklamalar yaparak insanların yanlış mantık sahibi olmalarına sebep oldular. Ah, ki Ah! Sizce bir makine hata yaparsa suçlu makine midir yoksa makineyi yapan mı? Şüphesiz ki üretici suçludur! Bu durumda suç işlemeye meyilli olarak varedilen insanoğlu herhangi bir suç işlediğinde neden cezalandırılır? ... İnsan haklarını oluşturan temel yasaları ihlal ettiği için! Peki, insanoğlu yemek, içmek zorunda kalmadan varedilseydi sizce suç olur muydu? Sanırım hayır..! Bu durumda insanoğlu suç işlediğinde suçun muhatabı varedici midir yoksa varedilen midir? Bence Varedilen... Varediciye karşı kimse bir suç işleyemez... Bu durumda insanoğlu yaratıcısına karşı suç işleyemezse yaratıcı onu sorumlu tutmayacaktır, bu durumda varlığın varediliş nedeni amaçlı değildir, eğer var edilen makinenin işlediği suçlar yaratıcı için bir saygısızlık, hata arzediyorsa bu durumda kişi suçludur ancak bu durumda da yaratıcı kendisine karşı suç işleyecek bir varlığı niçin yarattığının hesabını vermek zorunda kalır, yani ben bana sorun çıkaracak birini neden varedeyim...? Şimdi yaratıcıdan geldiğini iddia eden dinler bu sorulara cevap verememektedir. Veremedikleri gibi sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirerek sözde ‘Allah, melek’ tartışması örneği vererek derler ki: Allah ben sizin bilmediklerinizi bilirim dedi! Dedi de, peki bu sözleri söyleyen kim? Belli değil! Bu durumda, demek ki bu dinler bu doğal sistemin gerçek sahibinden değil, durumdan faydalanan birileri tarafından anlatılan hikayelerdir. Şimdi soru şu, peki bunlar kimdi, dünyalı mıydı, dünya dışından mıydı? Cevap yok! Peki şu elimizdeki bilgiler gerçekten ilk hallerini koruyor mu yoksa birileri o bilgileri değiştirdi mi? Bilmiyorum... O zaman biz yine doğal sisteme dönelim... Peki, insanoğlu yemek, içmek zorunda kalmadan varedilseydi sizce suç olur muydu? Sanırım hayır! Ancak insanın yeme içme zorunluluğu yaşamak içindir. Doğru, ancak yaşama içgüdüsü de bir biyolojik programdır, yani kişi kendisini bu şekilde programlamamıştır, programlayamazdı da! Bununla birlikte insanı vareden doğal sistem değil midir? Evet! Ve bu durumda, doğal sistemin akıllı hareket etmesi kendisinden midir yoksa doğal sistem akıllı biri/ya da düzenek tarafından işletilen bir makine midir? (...!) Sistemin programlanmış bir makroişlemci olduğu kesin ancak bu mutlak akıl sistemin işleyişine bireysel olarak müdahale etmemektedir... Şimdi, sistemi işleten programın ve gücün sahibi bir akıllı varlıksa ve bu varlık bu kadar mükemmelse bizi vareden programın sahibi kendisi midir? Neden? Şimdi, bu kadar mükemmel bir varlık, mutlak güç ve bilgi (mutlak akıl) ile, yani makro ve mikro bilgisayar sistemiyle varettiği bu düzeneklerin birinde yaşayan bir aptal insanla neden kavga eder, tartışır? Bir yanlışlık var! Evet, var! Bu Yüce sahip, melek, resul, veli, vs., hiç bir varlığın varlığına muhtaç değil ki bir din göndersin de zavallı yaratık olan insan da gelen bu elçileri öldürsün de ve sonra da Ulu Sahip çıkıp Yazıklar olsun size,...onları gördüğünüz yerde kafalarını kopartınız! desin, olacak şey mi bu... Hayır, hayır, şüphesiz ki Ulu, Yüce vardır ama O hiç bir zaman ne elçi gönderdi ne de kitap... yaşasın doğal sistem ki insan aklı melektir, kitaptır, resuldur; atom enerjisi ruhtur; biyolojik programsa candır, canlılıktır, ama özde hepsi sadece enerji ve bilgidir ve bu iki kuvvet birleşmiş, bölünmüş, milyarlarca alem ve varlık olmuş fakat özde nitel çokluk içerisinde nicel teklik vardır ve bu hiç birimizce anlaşılamaz... Bana hikaye anlatmayınız! Dünya barışı için yaşamımızı, kültürümüzü, doğal sisteminin üzerine kuralım... Ben bilimle devam ediyorum... Netice itibariyle, diyorum ki: İnsan da hayvan da ağaç da taş da hepsi birer elementer ve moleküler programdır. Ve biz insanlar ara-bilgi-işlemci beynimize yüklenen verilerle/sistem bilgileriyle kendimize 'BEN' diyor ve kendimizi varlık sanıyoruz! İşte bu düzeneğin adına AKIL denir. Şimdi beyin ara-bilgi-işlemciyse, ana-bilgi-işlemci nedir? Şüphesiz ki bizleri, yaratan, büyüten, öldüren kısacası programı okuyarak canlı-cansız tüm maddeleri üreten ama kendisi de aynı yolla varedilmiş olan makrobilgisayar YAŞAM SİSTEMİ’MİZ: Güneş-Ay-Dünya'dır. Yani bizleri vareden işte bu dev düzenektir. Koordinatlar ve kuarksal programın okunması ve yazılması ve işte ben, sen, o, onlar, at, eşek, dinazor, hepsi sadece bir programdır özü enerjinin maddeleşmesi olan değişim-dönüşüm... Bu yaşamın temeli 'Etkileşim ve iletişimdir'. Nasıl? Şimdi, insanoğlunun aklı (beyin) bir ara-bilgi-işlemcidir. Bu işlemciyi işleten bilgi + elektromanyetizma + yerçekimidir. 'Enerji düşünceyi izler' yasası gereği insan ne düşünürse başına gelir. Sistem böyle işlediği için Sevgi ve Bilgi sahibi olmak zorundayız! Neden? İnsanoğlunun aklı bir telsiz tekniğiyle işler, yani alıcı-verici. Ben düşündüğüm herhangi bir konuda elektromanyetik yayın yaparım ve beyin dalgaları aynı frekansta titreşen birisi bu yayını alır ve etkileşim başlar ve kişi farkında olmadan örneğin geçtiği yeri, gördüğü kişiyi daha önceden gördüğünü sanır veya üzerinde cevap, çözüm beklediği bir konuda birden bire bilgi sahibi olur. Bununla birlikte menfi, kötü düşünceler de aynı sistemle yayınlanırlar. Kötü dalgalardan etkilenen zayıf iradeli (sevgisiz) ve bilgisiz kişiler çözüm bulmak için olmadık yollara başvurarak bazı kişilere maddi zenginlik kazandırırlar. Ne yazık ki doğal yaşam sisteminin işleyişi çoğu kişi tarafından bilinmediği içindir ki falcılar, büyücüler, hocal, şeyhler, politikacılar veya zavallı “astrologlar” insanların duygularıyla oynayarak kişilerin ara-bilgi-işlemci akıllarında yanlış mantık kurgusu oluşturup kişileri gerçek SEVGİ & BİLGİ’den uzaklaştırıyorlar... Kısacası... Bilgi paylaşıldıkça mutluluk artar; mutluluk paylaşıldıkça sıkıntılar azalır; sıkıntılar azaldıkça ben sen olurum sen de ben! Demek ki öncelikli görevimiz doğal yaşam sisteminin işleyişini çözerek hem kendimizi hem de doğal yaşam sistemimizi tanımaktır. Bu ödevleri yapan kişi sevgiyi ve bilgiyi temel prensip olarak hayatında birinci sıraya koyar... Peki, sevgi ve bilgiden ne anlamalıyız? Dana önce de bahsettiğim gibi, sevgiden iyi âhlakı ve bilgiden doğal sistemin işleyişini anlarız... çünkü işlemcisi kötü, menfi ahlak ve doğal sistemin işleyişinin haricindeki bilgilerle dolu olan kişide gerçek huzur ve barış olmaz...
Bu konuyla ilgili sevgili Ella May Miller, Barışı Yaratanlar kitabında der ki:
If there is righteousness in the heart, there will be beauty in the character; If there is beauty in the character, there will be harmony in the home; If there is harmony in the home, there will be order in the nation; If there is order in the nation, there will be peace in the world.
Eğer kalbinizde doğruluk varsa, karakteriniz güzel olur; Eğer karakteriniz güzelse, evde uyum olur; Eğer evinizde uyum varsa, ulusta düzen olur; Eğer ulusta düzen olursa, dünyada barış olur. (27.04.2006 16:35)
Yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı Jeremy Bentham adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum anı bugüne kadar hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith'in, Bentham'ın insanların ölmüş büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşündüğü yolundaki sözlerini duyduğum andı. Böyle bir uygulama bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanla rın erdem uğruna söyleme alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok sonraları keşfettim. Bundan başka, Bentham'a karşı gerçek suçlamanın ne olduğu nu da anladım. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi:
'İyi' insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında bir okuyucunun hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini altüst eden birşeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından esinlenmişse erdemli olduğunu ortaya koyan Kant'ın düşün cesi çok daha yücedir. Aynı kurallar, doğaldır ki, ters yönde, acımasız hareketlere de yol açabilir. Erdemli olmanın ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba şu sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu nedenle Kant, Bentham'dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.
Bentham'ın kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok iyilik yapmıştır. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl, İngiltere'nin maddi yönden, fikir ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği yıllardır. Bu dönemin başlarında, daha önce aristokrasiyi temsil eden Parlamento'yu, orta sınıfı temsil eder duruma getiren Reform Yasası çıkmıştır.
Yasa İngiltere'de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru olmuştur. Hemen arkasından da, Jamaica'da köleliğin kaldırılması gibi, başka önemli reformlar gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası asılarak idamdı. Çok geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve vatana ihanet suçlarıyla sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını korkunç sefalete yol açacak ölçüde artıran Hububat Yasaları 1846'da yürürlükten kalktı. 1870'de zorunlu eğitim getirildi. Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gelmiştir; ama ben bizim çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not almasını dilerim. Ancak şimdiki konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim nokta şudur: o yıllar daki ilerlemenin çok büyük bir bölümünün Bentham'ın etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de yaşayan insanların onda dokuzunun, Bentham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadıkları kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona yaptıklarının bir gerekçesi olarak bakmış olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda, onun fikirlerinin abes olduğunu görebi liriz. Ancak, Bentham'ınki gibi pek de onurlu olmayan bir faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi yüreklendirebilir.
2
Hepimiz 'iyi' insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan içki ve sigara içmez, küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplantıda orada hanımlar varmış gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda isabetli fikirleri vardır. Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar ve Günah'ı cezalandırmanın bizim acı bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret duyar ve genellikle orta yaşlı başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin isabetli olup olmadığını sorgu layan kişilerden gençleri korumanın bir devlet görevi olduğu kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında hayır işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların gereğince cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin mütevelli heyeti üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere görev vermeyerek eğitime yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her şeyden çok da, dar anlamıyla 'kişisel ahlakı' kusursuzdur.
Bu anlamda 'iyi' olan bir adamın, genelde,'kötü' bir adamdan daha çok iyilik yaptığı kuşku götürür. 'Kötü' adam ile yukarıda tanımlananın tersi olan adamı kastediyorum. 'Kötü' bir adam sigara, arada bir de içki içer; hatta damarına basıldığında ağzını bile bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda bazı pazar günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri de vardır; örneğin, barış istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız gerektiğini düşünebilir.Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan otomobiline olan tutumu gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil lastiğinin tamirine yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının o kadar olduğunu iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre 'yanlış düşünme' sadece düşünme, 'doğru düşünme' de sözcükleri papağan gibi tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere yakınlık duymasına yol açar.
Çalışma saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle uğraşmaktan; ya da, daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına dokunmayan bazı önlenebilir kötülükler konusunda huzursuzluk yaratıp ortalığı karıştırmaktan ibarettir. Ve hatta olasıdır ki, 'kişisel ahlak' konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış bir düşünce ile savunur. Sıradan ve saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu nitelik lerin bir veya birkaçını taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir öğretmen veya bir vali gibi yetkileri olan görevler almasına izin verilmez. Bu tür işler yalnız 'iyi' insanlara açıktır.
Bütün bu durum son zamanlara özgüdür.Cromwell zamanında Püritenlerin kısa süren egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika'ya aşılanmıştı. İngiltere'de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi'nden sonra, Jacobinizm'e –yani şimdi lerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye- karşı mücadelede yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth'ün yaşamı bu değişikliğe bir örnektir.
Gençliğinde Fransız Devrimi'ne yakınlık duymuş,Fransa'ya gitmiş, güzel şiirler yazmış ve evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde 'kötü'adamdı. Daha sonra 'iyi' oldu; kızını terketti, doğru ilkeler edindi ve kötü şiirler yazdı. Coleridge de benzer bir değişimden geçmiştir:kötü olduğu zaman Kubl Khan'ı yazdı; iyi olduğu zamanlar da teolojik yazılar.
İyi şiirler yazdığı zamanlar 'iyi' olan bir şair örneği bulmak zordur.Dante yıkıcı propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti. Sonelerine bakarak hüküm verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare'e New York'da karaya çıkma izni verilemezdi. 'İyi' insanın özünde hükümet yanlısı olması yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell'in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve sonraki dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve sonraki dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir bolşevik olarak idam edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dönemde yazılmıştır. Donne, St.Paul Katedrali ruhani meclis başkanlığına getirildikten sonra erdemli oldu; ancak bütün şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle,atanması bir skandala yol açtı. Swinburne gençliğinde, özgürlük için savaşanları öven Songs Before Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar) 'ı yazdığı dönemde kötü adamdı; yaşlılığında, aşağılık tecavüzlere karşı özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça saldırgan yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri artırmaya gerek yok; günümüzde geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle bağdaşmadığına işaret eden yeterince söz söylenmiş bulunuyor.
Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve Darwin kötü kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar Spinoza'nın çok günahkar bir adam olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya uğrayacağı korkusuyla yurt dışına kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara gelince, önlenebilir ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben Londra'nın bir bölümü çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde oturdum. Burada bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler rüşvet veya yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler güçlerini kamu sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle yarı-zamanlı çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin sofralarının zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli saymayan hiç kimse o yöredeki önemli kişilerin saygısını kazanamaz.
Dünyanın bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir insanı oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan, düşünceleri ve eylemleri iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.
3
Geçmişte kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar üzerinde durmamız hayli üzücü oldu. Şimdi de, daha iç açıcı bir konu olan erdemli insanlara geçelim.
3. George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806) : 1783-1801 ve1804-1806 yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan katoliklere özgürlük vermesini istediğinde -o dönemde katoliklerin oy hakları yoktu- taç giyme töreninde yaptığı yemine ters düşeceği düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak 'doğru' olup olmamaktı. Amerika'nın bağımsızlık istemine yol açan siyasette onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür; ancak müdahalesi her zaman en yüce amaçlardan kaynaklanmıştır.Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar Tanrı'nın kendi tarafında olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla- kişisel kötülüklerden tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de söylenebilir. Ama yine de, insanların acı çekmesine ondan daha çok yol açmış olan başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir.
İyi insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yararların başında da, başkala rının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak veren bir duman perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan arkadaşlarının karanlık işler yapabileceğini aklına getir mez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir insanın, iyiliğini kötüleri gizlemek -için kullana bileceğini hiç düşünmez; bu da onun yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hakeden zenginlerin eline geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her durum da bu iki özelliğin iyi insanı son derece çekici kılacağı ortadadır. Bana söylendiğine göre -ama ben kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan ve bu amaca göre hareket eden bir Amerika Cumhurbaşkanı varmış. İngiltere'de de Whittaker Wright ününün doruğunda olduğu sıralarda, çevresini, erdemleri onun aritmetiğini anlamalarını ve anlamadıkla rını farketmelerini önleyen kusursuz soylular doldurmuştu.
İyi insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri skandallarla politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan dokuzu ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz. Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi içinde gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür doksan sekizi de, kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla,onun peşinden giderler. Bu nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan bir kimse politikaya atılıyorsa, toplumun geleneksel kurumlarını korumayı amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda yeni politikacının kariyerini sona erdirecek birşeyler bulana kadar o kimsenin özel yaşamını geriye doğru adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç seçenekleri olacaktır:gerçekleri açıklayarak onun bir utanç bulutu içinde gözlerden uzaklaşmasını sağlamak; veya açıklama tehditleriyle onu politikadan çekilmeye zorlamak; ya da şantaj yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu seçeneklerden ilk ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu nedenle her üçü de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi insanların varlığıdır.
Şimdi de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun önceden alınacak uygun önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği bilinmektedir. Ancak iyi insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün olduğunca dar bir alana yayılır ve uygulanmasında her türlü engel yaratılır.Sonuçta günah yine 'doğal' cezasına çarptırılır ve yine İncil'in emirleri uyarınca çocuklar babalarının günahlarını çekmeyi sürdürürler. Bunun tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu. Çünkü eğer günah cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak kadar ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da kapsamazsa o denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim adamlarının edindikleri derme çatma bilgilere rağmen, Doğa'nın bizler daha cehalet çağındayken koyduğu katı ceza yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi adam lara ne kadar minnettar olsak azdır.
Acılara neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle'min kötü olduğunu, doğru düşünen herkes bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun hareket etmesi olanaklı olmadığına göre, erdemin güvence altına alınması açısından, günahı acının izlemesi çok arzulanan birşeydir. İnsanların günahlara bilim öncesi çağlarda verilen cezalardan kaçınma yollarını öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever insanlar bizleri bu tehlikeli bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve zihinsel sağlığın korunması konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi düşünmek beni dehşete düşürüyor.İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek yararlı olabilirler. Almanya Çin'in Shantung eyaletini iki misyonerin orada öldürülmesi sayesinde ele geçirmiştir. Saraybosna'da öldürülen Arşidük sanırım iyi bir insandı; ona ne kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi savaş çıkmayabilirdi; dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi; militarizm yıkılmazdı; şimdi de İspanya, İtalya, Macaristan, Bulgaristan ve Rusya'daki askeri despotizmin keyfini çıkarıyor olmazdık.
Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören 'iyilik' ölçütleri dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun çeşitli nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.
Ondan sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu, haksız güçler gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa benziyor; bunlar başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız olan bazı eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek yemek- bilinmez yollarla felakete yol açtıkları düşüncesiyle yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde başladı ve başlangıçta varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların duyguları üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak kurallarının büyük bir bölümü hala bu türdendir: bazı davranış biçimleri, etkilerinin kötü olup olmadıklarına bakılmak sızın, dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda, dehşet uyandıran bu davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.
Örneğin, uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı ortadadır; ancak cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey, tümüyle boş-inandır. Öldürülen kişinin kanının -veya daha sonra hayaletinin- öç almak isteyeceği ve yalnız suçluyu değil, ona yakınlık gösteren herkesi cezalandıracağı düşünülüyordu. Cinayetin yasaklanmasının boş-inan niteliği şundan da anlaşılıyor ki, belli dini ayinlerle kan suçundan temizlenmek olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin amacı ise, hayaletin kendisini tanımaması için suçlunun kılık değiştirmesini sağlamaktı. En azından Sir J. G. Frazex'in teorisi böyledir. Pişmanlığın, suçu 'arındırmasından' söz ederken yaptığımız mecaz çok eski zamanlar da kan lekelerini temizlemek için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. 'Suç' ve 'günah' gibi kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal bir kökeni vardır.
Rasyonel bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir açıdan bakacak; hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine önleme ve iyileştirme ile ilgilene cektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan ve rasyonalizmin garip bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur; ona uzun yıllar ötesine uzanan nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis perdesi arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel bakış açısıyla ele alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları, canilere yaptığımız gibi, tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız.Teoride nasıl düşünürsek düşünelim, toplumsal yaşamda erdemi, birşeyi yapmak olarak değil, yapmamak olarak algılarız. 'Günah' olarak adlandırılan şeylerden kaçınan bir kimse, başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da, iyi insandır. İncil'de telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: 'Komşunu kendini sevdiğin gibi sev' olumlu bir yönergedir. Ancak bütün hırıstiyan toplumlarda bu emre uyan kişi kovuşturulur; en azından yoksulluk, genellikle hapis ve bazen de ölümle cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve cezaları verecek konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar sağlayanlardır. Ödüller eşitsizlik için çok ustaca gerekçeler bulanlara, cezalar ise ona çare arayanlara verilir. Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın yergisinden uzun süre kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa da savaştan hemen önce Fransa'nın en iyi yurttaşı olan Jean Jaures öldürülmüş, katil ise,bir kamu hizmeti yaptığı gerekçesiyle, beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir örnektir; ancak bu tür şeyler dünyanın her yerinde olagelmektedir.
Geleneksel ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul ederler; ancak herhangi bir eleştirinin ahlakı toptan çökerteceğini ileri sürerler. Eleştiri olumlu ve yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez; ancak, bir anlık bir zevkin ötesinde birşey için yapılmamış olması koşuluyla.Bentham'a dönersek, o ahlak kurallarına temel olarak 'en çok insanın en fazla mutluluğu'nu savundu. Bu ilke doğrultusunda davranan bir kimsenin,yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok daha çetin bir yaşamı olacaktır.
Kendisini ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin düşmanlığına hedef olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak istediği gerçekleri açıklayacak; şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum etmek için uydurulmuş yalanları reddedecektir. Böyle bir davranış gerçek ahlakın çöküşüne yol açmaz. Resmi ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı olmuştur; 'yapmayacaksın' der ve kuralların yasaklamadığı eylemlerin etkisini araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük mistikler ve din öğreticileri böyle bir ahlak anlayışına boşuna karşı gelmişlerdir: müritleri onların en açık beyanlarını bile dikkate almamışlardır. Bu nedenle, onların yöntemlerinin büyük ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek olası görünmüyor.
Düşünce ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha umut verici olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine varacaklardır ki, kurumları haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya, mutluluğu yaratma olasılığı en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş az sayıda kişiye bu dersi öğretmiştir; eğer beraberlikle sonuç lanmasaydı daha fazlasını da öğretebilirdi. Bizler için gerekli olan, yaşama sevinci, gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu başarılar üzerine kurulmuş bir ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir insan eğer mutluysa, coşkuluysa, cömertse ve başkalarının mutluluğuna seviniyorsa 'iyi' insan sayılmalıdır.Bu durumda, ufak tefek kabahatler pek de önemsenmemelidir. Fakat sömürü ve gaddarlık yoluyla servet kazanan bir kişiye, şimdi 'ahlaksız'olarak nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli olarak kiliseye gitse de, kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu amaçlarına bağışlasa da aynı şekilde değerlendirilmelidir.
Bunu sağlamak için,önemli kişiler arasında hala geçerli olan boş-inan ve baskı karışımı bir 'erdem' yerine, ahlak sorunlarına karşı rasyonel bir tutum getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife alınmaktadır; ancak ben yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta direniyorum.Mantık belki zayıf bir güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı yönde işler. Mantıksızlığın kuvvetleri ise boş yere didişerek birbirlerini yok eder. Bu nedenle mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık yanlılarını güçlendirir ve insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu tekrar tekrar gösterir.
Wells'in Zaman Makinesi'ni herkes bilir; makine, ona sahip olan kişinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmişin neye benzediğini,geleceğin nasıl olacağını şahsen görmesini sağlar. İnsanlar Wells'in makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günü müzde de, dünyanın çeşitli yerlerine seyahat ederek sağlanabileceğini pek fark etmiyor lar. New York'a ya da Chicago'ya giden bir Avrupalı geleceği, eğer ekonomik bir felaket ortaya çıkmazsa Avrupa'nın ulaşması olası geleceği görecektir. Öte yandan,eğer Asya'ya gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre Hindistan'da Ortaçağ'ı, Çin' de (1920) onsekizinci yüzyılı görecektir.
Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattığı ülke onu da şaşırtırdı. İngiltere'de biraz daha az, Fransa'da ise ondan daha da az yabancılık çekerdi. Ancak Çin'e ulaşmadan kendini tam olarak ülkesinde hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada, 'yaşam,özgürlük ve mutluluk arayışı'na hala inanan, bunları Bağımsızlık Savaşı'nın Amerikalılarına benzer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı. Çin'e cumhurbaşkanı olması da sanırım pek uzun zaman almazdı.
Batı uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika'yı, Rusya dışındaki Avrupa'yı ve özerk İngiliz dominyonlarını içine alır.Bu uygarlıkta Amerika başı çeker; Batı'yı Doğu'dan ayırdeden bütün özellikler en çok Amerika'da belirgin ve gelişmiş durumdadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya alışkınız: Son yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğun dan, iyiye doğru başka değişimlerin de hep süregeleceğinden hiç kuşku duymuyoruz. Savaş ve onun sonuçları Kıta Avrupasında bu güvenli inanca bir darbe indirdi; insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu tekrar dönmeyecek bir altın çağ gözüyle bakmaya başladılar.
İyimserliğin uğradığı bu sarsıntı İngiltere'de daha hafif, Amerika'da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde,ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan kişilerin, bizim yüz elli yıl önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret etmeleri ve geçirdiğimiz değişikliklerin bize gerçek bir iyileşme getirip getirmediğini kendi kendi lerine sormaları özellikle ilginç olacaktır. Herkesin bildiği gibi Çin uygarlığı, Confucius' un İsa'dan beş yüz yıl önce yaygınlaşan öğretilerini temel almıştır.Grekler ve Romalılar gibi Confucius da insan toplumunun gelişmesinin doğa gereği olduğu görüşünde değildi; tersine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge kişiler olduğuna ve de insanların, yozlaş mış günümüzün hayranlık duyduğu ancak ulaşamadığı ölçüde mutlu olduklarına inanı yordu. Bu kuşkusuz bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun Confucius, çağının diğer hoca ları gibi, hep yeni başarılar peşine düşmek yerine, belli bir nitelik düzeyini koruyan kararlı bir toplum yaratılmasını amaçlıyordu. Bu konuda, şimdiye kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı oldu. Kişiliği o çağlardan günümüze dek Çin uygarlığına damga sını vurmuştur.
Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız küçük bir bölümünü kaplıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş durumdaydı.Çinliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin olarak bilinen topraklara yayıldılar ve son elli yıla gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus bakımından dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların işgallerine,Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa süreli iç savaş ve karışıklıklara karşın Confucius'un sistemi varlığını sürdürdü; beraberinde sanat, edebiyat ve uygar bir yaşama biçimi getirdi. Batı ve batılılaşmış Japonya ile temaslar sonucunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye başlamıştır.
Bu kadar olağanüstü bir varolma gücüne sahip bir sistemin pek üstün nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de hakeder. Bu sistem kelimenin bizim algıladığımız anlamında bir din değildir; çünkü doğa üstü veya mistik inançlarla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla beraber kuralları, hıristiyanlığın kurallarından farklı olarak, sıradan insanların uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Confucius'un öğretileri, temelde, modası geçmiş onsekizinci yüzyıl 'beyefendi' idealine benzer şeylerdir. Deyişlerinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles'in Sayings of Confucius - Confucius'un Deyişleri-'nden alıntı) : 'Gerçek beyefendi hiçbir zaman kavgacı değildir. Eğer ortada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu bir atış-yarışması gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve kaybettikten sonra rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse ceremesini de çeker. Böylece, çekişirken bile gerçek beyefendiliğini korur.'
Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği gibi, sorumluluktan, erdemden ve bu tür şeylerden söz eder; ancak kişiyi, doğaya ve doğal sevgiye aykırı olan herhangi bir şeye zorlamaz. Bu da aşağıdaki konuşmada görülüyor:
'She Dükü Confucius'a şunları söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam var. Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı tanıklık etti. Confucius şöyle yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan farklı bir şeydir. Baba oğlunun suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak böyle davranışlarda bulunur.' Confucius her şeyde, hatta erdem konusunda bile, ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız gerektiğine inanmazdı. Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi hakkındaki düşüncesi sorulduğunda yanıtı şu olmuştu: 'O zaman iyiliğin karşılığı ne olacak? Haksızlığa adaletle, iyiliğe iyilikle karşılık vermelisiniz.' Onun zamanında Çin'de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi, öğretileri Hıristiyanlığa Confucius'unkinden daha yakın olan taoistlerce öğütleniyordu. Taoizmin kurucusu Lao-Tze (Confucius'un daha yaşlı bir çağdaşı olduğu sanılır) şöyle diyor: 'İyiye iyi, iyi olmayana da, onu iyiliğe yöneltmek için, yine iyi davranmalıyım. İnanç sahibi olanlara saygı duyarım; olmayan lara da saygı duyarım; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan kötü bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi? Kötülüğe iyilikle karşılık veriniz.'Lao-Tze'nin bazı sözleri Dağdaki Vaaz'ın (İsa tarafından müritlerine verilen, hıristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz. (Ç.N)) bazı bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor:
'Alçakgönüllü olanlar oldukları gibi kalacaklardır. Eğriler düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar yenilenecektir.Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip olanlar yollarını şaşıracaktır.'
Lao-Tze'nin değil de Confucius'un ulusal bilge haline gelmesi Çin'e has bir özelliktir. Taoizm de varlığını sürdürdü: ancak cahil halk arasında ve sihir niteliğinde. Onun öğretileri İmparatorluğu yöneten uygulamacılara hayal ürünü gibi geliyordu. Confucius 'un öğretileri ise sürtüşmeleri önleme bakımından çok iyi hesaplanmıştı.
Lao-Tze eylem karşıtı bir sav öğütlüyor, şöyle diyordu: 'İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline bırakılmasıyla kazanılmıştır. Her zaman bir şeyler yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya layık değildirler.' Ancak, doğal olarak, Çin'in yöneticileri Confucius'un, kendine hakim olma, hayırseverlik, nezaket ilkelerini yeğle diler; aynı zamanda, bilge hükümetlerin sağlayacağı yararlara büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup modern ulusların hepsinin yaptığı gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak sistemini, uygulamada ise başka bir ahlak sistemini benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman akıllarına getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarına uygun davranmış lardır demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya çaba göstermişler, kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir.Halbuki hıristiyan ahlak kurallarının büyük bir bölümü nün, bu günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngördüğü, genelde kabul edilen bir husustur.
Gerçekte, bizim yanyana giden iki tür ahlak sistemimiz vardır: birisi öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öteki de uyguladığımız ama sadece arasıra öğütlediğimiz ahlak. Mormonizm dışındaki bütün dinler gibi hıristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıris tiyanlık, ilk yüzyıllarında, Asya mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavram larına ağırlık vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıldığında bir anlam taşıyordu. Ancak hıristiyanlık güçlü Avrupa prensiplerinin resmi dini olunca bazı metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli görüldü.
Öte yandan, 'Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz' gibilerinden bazı ifadeler çok yaygın laştı. Günümüzde ise rekabete dayalı sanayinin etkisiyle,karşı-koymama ilkesine en ufak bir eğilim aşağılanmakta, herkesin kendi yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada, geçerli olan ahlak ilkemiz mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler için olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey bize safdillik ve saçma olarak görünür.
Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarımızı benimsiyorlar. Teoride, kavganın yerinde olacağı durumların varlığını; uygulamada ise bu hale çok ender rastlandığını kabul ediyorlar. Bizlere gelince, teorik olarak, dövüşmeyi gerektirecek hiç bir durum olamayacağını; pratikte ise, bu durumların sık sık ortaya çıktığını düşünü yoruz. Çinliler de bazan kavga ederler; ancak savaşçı bir ırk değillerdir. Savaşta olsun iş yaşamında olsun başarıyı uzun boylu övmezler. Geleneksel olarak, öğrenmeye her şey den çok değer verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla birlikte, inceliğe ve nezakete.
Çok uzun yıllar boyunca, Çin'de yönetim görevlerine atamalar yarışma sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula geçen bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek istisnası Confucius ailesidir,aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı saygının yanısıra, feodal Avrupa'da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygıya kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin klasiklerinin ve onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreniminden ibaretti. Batı'nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.'nin eski çağların ahlak öğretilerinden daha pratik yararları olduğu farkedildi. Yeni Çin (yani Avrupa standartları doğrultu sunda eğitim görmüş olan gençler) çağdaş gereksinimlerin farkındadır ve belki de, eski geleneklere yeterince saygı duymamaktadır. Ancak yine de, en modern olanları bile, az sayıda istisna dışında, ılımlılık, nezaket ve barışçılık gibi geleneksel erdemlerini korumaktadırlar. Önümüzdeki birkaç on-yıllık süre içinde Batı'dan ve Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarını sürdürmeleri ise kuşku götürür.
Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse şunu söyleye bilirim ki, temelde, zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise,temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa ya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikincisi için de Bilimi geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla tembel ve fazlasıyla yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnız bu anlamda doğrudur. Rusların olduğu türden tembel değildirler; yani geçimlerini kazanmak için çok çalışırlar. Patronları onları olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar Batı Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için veya salt koşuşturmayı sevdikleri için çalışmazlar. Geçimlerine yetecek kadar kazandıklarında onunla yetinir ler; daha çok çalışarak kazançlarını artırmaya çaba göstermezler. Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski çağlardaki Çin sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak gibi eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim düşünce tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden çok rehavet ifade eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana, orada yaptığı işler zararlı da olsa, daha çok saygı duyarız.
Beyazlar için Doğu'da yaşamanın belki de kötü bir etkisi oluyor.Ancak itiraf etmeliyim ki, Çin'i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların toplu olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya başladım.Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu başardığımız şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulan maya değer. Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin de bir bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka gereçleri olarak kullanıyo ruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu halde öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçakla ra ayırıyoruz. Çok iyi bir yönetim ve vergi sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim, sağlık ve benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için kullanıl maktadır.
Günümüz İngilteresinde milli gelirin en büyük bölümü geçmiş ve gelecek savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan geri kalan bölüm harcanmaktadır. Kıta Avrupasındaki ülkelerin çoğunda oran daha da kötüdür.Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü suçu ortaya çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıcı siyasal düşünceleri olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar Çin de bunların hiçbiri yoktu.
Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar verimsiz, devlet kendi vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke insanlarını öldüremeyecek kadar etkisiz; polis haydutları veya bolşevikleri yakalamayacak kadar güçsüzdü.Bunların sonucu olarak Çin'de, hiçbir beyaz adamın ülkesinde bulunmayan ölçüde, herkes için özgürlük; ufak bir azınlık dışındaki bütün insanların fakir olduğu düşünüldüğünde çok çarpıcı olan, yaygın bir mutluluk vardı. Orta sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Batılının olaylara bakış açılarını karşılaştırdığımızda iki farklılık göze çarpar: Birincisi, Çinlilerin yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiçbir eyleme değer vermemeleri; ikincisi, kendi itilerimizi kontrol altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tartışmış bulunuyoruz; ancak ikincisi de sanırım aynı ölçüde önemlidir.
Ünlü sinolog Profesör Giles'ın 'Confucianizm ve Karşıtları' konusunda Gifford'da verdiği konferanslarda savunduğu görüşe göre, Hıristiyan misyonerlerin Çin'deki başarılarının başlıca engeli, doğuştan günahkarlık doktrini olmuştur. Uzak Doğu'da çoğu misyonerler tarafından hala öğretilmekte olan kalıplaşmış hıristiyan doktrinine göre hepimiz günahkar olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hakedecek ölçüde günahkar olarak doğmuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını kolaylıkla kabul edebiliyorlar. Ancak kendi ana-babalarının ve büyük ana-babalarının cehennem ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Confucius insanların iyi olarak doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü örneklerden ya da kötü terbiyeden kaynaklandığını öğretmişti.
Batı'nın geleneksel katı inançları ile bunun arasındaki farklılığın Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır. Bizde, ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini normal zevklerden mahrum eden ve bunun acısını başkalarının zevklerine karışarak çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda başkalarının işine burun sokma özelliği vardır: Bir kimse eğer kalabalığın rahatını bozmuyorsa onun olağanüstü iyi bir insan olabileceğini düşünmeyiz. Bu bizim Günah anlayışımızdan kaynaklanıyor.
Bu tavır yalnızca özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; ikiyüzlülüğe de yol açıyor.Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak çoğu kişiye fazlasıyla güç geliyor. Çin de ise durum böyle değildir. Orada ahlak kuralları olumsuz yönde değil, olumlu yöndedir.İnsanın ana - babasına saygılı, çocuklarına şefkatli, fakir akrabalarına cömert ve herkese nazik dav ranması beklenir.Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir; halkın çoğun luğu tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da, galiba, çoğumuzun yerine getiremediği bizim ölçütlerimize göre daha olumludur.
Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da insanların, aralarındaki görüş ayrılıklarını, Batı'da olduğundan daha fazla, mantığa ve tartışmaya açık tutma eğilimin de olmalarıdır. Bizde fikir ayrılıkları hemen bir 'ilke' sorununa dönüşür: iki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvur mayı akla getirir. Çin'de kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen kansız denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı'daki daha şiddetli çatışmalarımızdan edin diğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az zarar vermişlerdir. Sivil yöne tim de dahil olmak üzere halkın çoğunluğu sanki bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi günlük yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her iki tarafın da aşağılanmaması gereklidir.Bazı yönleri yabancılara komik gelse bile, bu görünüşü-kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal bir kurumdur; sosyal ve siyasal yaşamı, bizdekinden çok daha az acımasız kılar.
Çin sisteminde tek bir kusur, ama önemli bir kusur vardır ve bu da sistemin, Çin'in daha kavgacı uluslara karşı koymasını engellemesidir.Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgacı ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de, eğer ulusal bağımsızlıklarını koruyacaklarsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olma dıkları için, bizim kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu taklidin bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkışmamalıyız.
Öyle bir hayat yaşıyorum ki,Cenneti de gördüm, cehennemi deÖyle bir aşk yaşadım ki, Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.Bazıları seyrederken hayatı en önden,Kendime bir sahne buldum oynadım.Öyle bir rol vermişler ki,Okudum okudum anlamadım.Kendi kendim ...
16.07.2010 - 23:34
Değerli arkadaşım bu gün sizin doğum gününüz, iyi ki doğmuşsunuz, iyi ki sevenleriniz olmuş ve siz varlığınızla sevenlerinizi mutlu kılmışsınız, Saygı ve Selamlarımla
Doğum Günü
(D) oğduğunda bilmezdin dünyada misafirsin
(O) ysa nadir bulunan değerli bir safirsin
(G) eçmiş günlere göre bu gün daha mahirsin
(U) marım her geçen gün biraz daha tahirsin
(M) addenle hayal değil dünden daha sahisin
(G) ünün kutlu olmalı iyi ki doğmuşsunuz
(Ü) zmesin sizi kimse siz hakkı bulmuşsunuz
(N) edamet kulun işi siz nadim olmuşsunuz
(Ü) stelik bu alemde gül gibi kokmuşsunuz
(N) ezafeti yüreğe,elbet indirmişsiniz,
(Ü) midi saklı tutup,hayatı bilmişsiniz,
(Z) aman akıp gitmekte,siz bunu görmüşsünüz.
(K) utlu olsun bu günün,kutlu olsun her günün,
(U) marım ağlamazsın,hep görülsün güldüğün,
(T) efekküre yönelsin,bakışın temayülün,
(L) ebinden çıktığında,karşılansın isteğin,
(U) zaklarda değildir,yakındır mutluluğun.
(O) lsun diye dilerim,bu günlerin hep kutlu,
(L) ayıksın mutluluğa,günlerin olsun mutlu,
(S) ıkıntılı olmasın,yarınların umutlu,
(U) mduğunu bulursun,yaşarsın hep onurlu,
(N) ezaket içersinde,her şeyi yap şuurlu.
Sinan Karakaş
05.04.2009 - 20:04
Ebedi dost...
09.02.2009 - 17:05
Paydostan sonra gişeye önemli bir mektup getiren biri gibi:
Gişe çoktan kapalıdır.
Yaklaşan bir sel felaketi karşısında kenti uyarmak isteyen biri gibi:
Ama başka bir dilde konuşan.
Kimse anlamayacaktır onu.
Dört kez kendisine bir şey verilen kapıyı beşinci kez çalan bir dilenci gibi:
Beşinci kez aç kalır.
Yarasından kan boşanan ve doktoru bekleyen biri gibi:
Kan durmaz, hep boşanır.
Biz de ortaya çıkıyor ve bize yapılan zulümleri haber veriyoruz.
İlk kez arkadaşlarımızın yavaş yavaş katledildiğini bildirdiğimizde
çığlıklar göklere ağdı.
Yüz kişiydi katledilen. Ama bin kişi katledildiğinde
ve ölümlerin sonu gelmediğinde bir sessizlik kapladı ortalığı
Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca
' d u r! ' diyen olmaz artık,
cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez oluverirler.
Çekilen acılar dayanılmaz olunca d u y u l m a z artık hiç bir çığlık.
Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar.
Bertolt BRECHT
BİR KUŞUN RESMİNİ YAPMAK
Önce bir kafes resmi yaparsın
Kapısı acık bir kafes
Sonra kuş için
Bir şey çizersin içine
Sevimli bir şey
Güzel bir şey
Yararlı bir şey
Sonra götürür bir ağaca
Asarsın bu resmi
Bir bahçede
Bir koruda
Ya da bir ormanda
Saklanır beklersin ağacın arkasında
Ses çıkarmaz kımıldamazsın
Kus bazen çabuk gelir
Ama uzun yıllar bekleyebilirde
Karar vermezden önce
Yılmayacaksın
Bekleyeceksin
Yıllarca bekleyeceksin gerekirse
Resmin başarısıyla hiç ilişki yoktur bunun
Kusun çabuk ya da yavaş gelmesinin
Geleceği olup geldi mi kus
Çit çıkarmak yok
Kafese girmesini beklersin
Girdi mi kafese
Usulcacık kapısını kapatırsın fırçanla
Sonra kusun bir tüyüne dokunayım demeden
Bütün kafes tellerini bir bir silersin
Yerine bir ağaç resmi yaparsın
Dalların en güzeline kondurursun kuşu
Tabii ne yaprakların yeşilini unutacaksın
Ne de yellerin serinliğini
Ne de yaz sıcaklarının böcek seslerini
Otlar arasında
Sonra beklersin ötsün diye kuş
Ötmezse kötü
Resmin kötü demektir
Öterse iyi olduğunun resmidir
İmzanı atabilirsin artık
Bir tüy koparırsın kusun kanadından usulca
Ve yazarsın adını resmin bir köşesine
Andrew Prevert
bir moruğun notlarından
-şimdi de otur stirkoff.
-sağolun, efendim.
-ayaklarını uzatabilirsin.
-çok lütufkarsınız, efendim.
-stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyorsun; coşku ve -kurtuluş hakkı üzerine de. doğru mu bu, stirkoff?
-evet, efendim.
-dünyada geniş anlamda adalet sağlanabilir mi sence?
-hiç sanmam, efendim.
-öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? kendini kötü mü hissediyorsun?
-son zamanlarda pek iyi değilim, efendim. delirdiğimi düşünüyorum.
-fazlaca mı içiyorsun, stirkoff?
-elbette, efendim.
-çükünle oynar mısın?
-sürekli, efendim.
-nasıl?
-anlayamadım, efendim?
-yani nasıl bir yöntem uygularsın?
-dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. müzik olarak da vaughn, williams ya da darius milhaud yeğlerim.
-cam mı?
-hayır am.
-yahu vazoyu soruyorum, cam mı?
-değil, efendim.
-hiç evlendin mi?
-birkaç kez.
-evliliklerinde ters giden neydi, stirkoff?
-her şey, efendim.
-hayatının en iyi sevişmesini anlat.
-dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı…
-tamam, tamam!
-öyledir, efendim.
-daha iyi ve adil bir düzen özleminin aslında çürümeden ve başarısızlık duygusundan kaynaklandığının farkında mısın?
-evet, efendim.
-baban kötü bir insan mıydı?
-bilmiyorum, efendim.
-ne demek bilmiyorum?
-yani kıyaslamak güç, efendim. sadece bir babam oldu.
-benimle kafa mı buluyorsun, stirkoff.
-hayır, efendim: dediğiniz gibi, adalet yoktur.
-baban seni döver miydi?
-sıra ile döverlerdi, efendim.
-hani bir baban vardı?
-herkesin bir babası vardır, efendim. ben annemi kastetmiştim. o da kendi payına döverdi.
-seni sever miydi?
-kendinin bir uzantısı olarak, evet.
-sevgi başka nedir ki?
-iyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir.
-tereyağlı kızarmış ekmeğe aşık olabileceğini mi söylüyorsun, stirkoff?
-her zaman değil, efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken belki. Aşk habersiz gelir gider.
-bir insanı sevmek mümkün mü sence?
-iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden seyretmeyi severim.
-sen bir korkaksın, stirkoff.
-kesinlikle, efendim.
-nedir senin korkak tanımın?
-bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden kimse.
-peki cesur kime denir?
-aslanın ne olduğunu bilmeyene.
-herkes bilir aslanın ne olduğunu.
-herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır, efendim.
-budala tanımın nedir?
-zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan kimse.
-bilge diye kime denir o zaman?
-bilge insan yoktur, efendim.
-öyleyse budala da yoktur. gece olmazsa gündüz olmaz. siyah olmazsa beyaz olmaz.
-özür dilerim, efendim. ben her şeyin neyse o olduğu kanısındayım. başka şeylere bağımlı olmaksızın.
-o dar ağızlı vazolara fazla girip çıkmışsın sen, stirkoff. her şeyin zaten olması gerektiği gibi olduğunu anlamıyor musun? yanlış diye bir şey yoktur.
-anlıyorum, efendim. olan olmuştur.
-kelleni vurdursam ne dersin?
-bir şey diyemem, efendim.
-demek istediğim şu: kelleni vurdursam ben irade sense hiç olursun.
-başka bir şey olurdum, efendim.
-benim seçimim doğrultusunda.
-ikimizin de, efendim.
-rahat et! rahat et! uzat ayaklarını.
-çok lütufkarsınız, efendim.
-hayır, ikimiz de lütufkarız.
-elbette, efendim.
-demek delirdiğini hissediyorsun, stirkoff? peki delirdiğini hissettiğin zaman ne yaparsın?
-şiir yazarım.
-şiir delilik midir?
-şiir olmayan her şey deliliktir.
-yani.
-çirkinlik deliliktir.
-çirkin nedir?
-kişiye göre değişir.
-delilik gerekli midir?
-vardır.
-gerekli midir?
-bilmiyorum, efendim.
-çok şey biliyormuş havalarındasın, stirkoff. bilgi nedir?
-mümkün olduğunca az şey bilmektir
-ne demek o?
-bilmiyorum, efendim?
-bir köprü inşa edebilir misin?
-hayır.
-silah üretebilir misin?
-hayır.
-ikisi de bilgi ürünüdür.
-köprü köprüdür. silah da silah.
-kelleni vurduracağım, stirkoff.
-sağolun, efendim.
-niye?
-beni motive ettiğiniz için. motivasyon sıkıntısı çekiyorum, efendim.
-ben adalet'im.
-belki.
-ben üstün'üm. işkenceye yatıracağım seni. çığlıklar atacaksın. ölümünü dileneceksin.
-şüphesiz efendim.
-ben senin efendinim, anlamıyor musun?
-beni yönetebilirsiniz. ama yapacağınız şeyler yapılabilir şeyler olmaktan öteye gitmeyecektir.
-zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.
-sanmıyorum, efendim.
-bana bak. darius milhaud, vaughn williams dinlemek de ne oluyor? beatles'ı duymadın mı?
-onları herkes bilir, efendim.
-onları sevmez misin?
-onlardan nefret etmem.
-nefret ettiğin bir şarkıcı var mı?
-şarkıcılardan nefret edilmez.
-şarkı söylemeye çalışan birinden?
-frank sinatra.
-neden?
-hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.
-gazete okur musun?
-sadece bir gazete.
-hangisi?
-açık kent.
-gardiyan! bu adamı işkence odasına götürün. hemen işkenceye başlayın!
-efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?
-evet.
-vazomu yanıma alabilir miyim?
-hayır, bana lazım.
-efendim?
-el koyuyorum. zapta geçsin. gardiyan bu sersemi derhal götür! ve bana birazşey getir…
-ne, efendim?
-altı yumurta ile yarım kilo kıyma.
gardiyan mahkumu dışarı çıkarır. kral öne eğilip düğmeye basar. vaughn williams çalmaya başlar teypte.
pireli bir köpek güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder.
Charles Bukowsk
AKBABALAR
KELEBEKLER
Yüreği ağzında bir çocuk
Gibi alırken kalemi elime
Beceriksiz, acemi ve olasıya
Yapayalnızım her defasında
Bu sonuncu olsun diyorum
Ömrümün eksiksiz tek şiiri
Yazılsın artık kırk yaşımın
Ve bir aşkın bittiği bu gece
Akbabalar bin yıl kelebekler
Bir mevsim yaşarlarmış ki aşk
Da kısa ömürlüdür, başlar
Gibi biter yaşanmışsa eğer
Yaşanan ne varsa hoşgörünün
Bir parçasıdır artık ama ben
Yine de yakabilirim bu gece
Bütün anılarımı bir şiir için
Sonra irkiliyorum, anılarım yoksa
Dostlarım da terkedilmiştir yangın
Sürüp dururken yurdumda ki o zaman
Kıymeti harbiyesi nedir bu şiirin
Sabaha karşı dilim paslı
Beynim keçeleşmiştir ve yangın
Yalnızlığıma sıçrarken üşüyor
Bütün sözcükler. Umut yoktur
Yüreğim diyorum, kekeme
Alıngan, serseri yüreğim
Sen nerden bilebilirsin
Bir şiirin nasıl yazıldığını
Ahmet TELLİ
PÜLÜMÜR ZENCİSİ
Gizemli tamtamları bırakıp afrika'da
şehvetle
giriyor doğanın koynuna
öpüşken dudaklarıyla topluyor yıldızları
sokuyor pülümür gençlerinin rüyalarına
Güneşle nerededir bir büyü çözülmesi mi bu
Akşam öyle uzak öyle yakın ki memeleri
sevişmek gelir insanın usuna aralıksız
delirtir dokundukça uzaklaşması
pülümür zencisinin
Ahmet TELLİ
İMLASIZ
Hep denedin. Hep yenildin.
Olsun. Gene dene, gene yenil.
S. Beckett
Ayağı kayan bir çocuk
Kadar şaşkınım, bilemedim
Düz yolda yürümenin imlâsını
Kanayan dizlerime bakıp da
Ağlamayı öğrenemediğim gibi
Sevgilisi değildim kadınlarımın
Bir papağan tüneğiydim belki
Ama birkaç sözcük öğrendiysem
Kadınlardan öğrendim, yine de
Bilemedim sevgilim diyebilmeyi
Büyülendim ama büyüyemedim
Aklım ermedi aynalara ve suya
Yüzümü gösterip kalbimi neden
Sakladıklarını öğrenemedim
Şaşkınım, cahilim ben bu dünyada
Ahmet TELLİ
BELKİ YİNE GELİRİM
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
Bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
Ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de
Yırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlaka
Hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler.
Oysa ne kadar sakin bu sokaklar ve bu kent
Ne kadar dingin görünüyor bana şimdi gökyüzü
Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini
Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki
Onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan
Kadınları güzelleştiren herhalde onlardı
'Tükürsem cinayet sayılır' diyordu birisi
Tükürsek cinayet sayılıyor artık
Ama nerede kaldılar, özledim gülüşlerini onların
Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara
Tek yaprak bile kıpırdamıyor nedense
Ve tek tek söndürüyor ışıklarını varoşlar
Alnımı kırık bir cama yaslıyorum, kanıyor
Kanımın pıhtılarında güllerin serinliği
Ve fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudaki
Dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum
Okuduğum bütün kitaplar paramparça
Çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma
Bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent
Bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum
Sarmaşık aydınlar, arabesk hüzünler
Bir gazete sayfasında sereserpe bir yosma
Sesler gittikçe azalıyor, kuşlar azalıyor
Ve ne zaman yolum düşse vurulduğun yere
Kızgın bir halka oluyor boynumda o sokak
Hüznü yalnız atlarımız duyuyor artık
Biz çoktan unutmuşuz böyle şeyleri
Ama içimde bir sırtlanın dalgın duruşu
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
İçimde zaptedilmez bir kırma isteği
Dizginlerini koparan bir at sanki bu
Soluk soluğa kalıyorum her sonbahar
Ve sevgilim ne zaman hoşgörülü olsa
Bir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorum
Bütün gençliğim böylece geçip gitti işte
Ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim
Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa
Bir gün gelirsek hangi kent güzelleşmez
Şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı
Geri almıyorum külleri yangınlar çıksın diye
Devriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndür
Sorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokak
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa
Bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem
Oysa ne kadar sakin sokaklar, bu kent ve bütün yeryüzü
İpince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...
ÇOCUKSUN SEN / I
Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte
Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum
Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun
Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum
Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup
Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için
Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar
Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa
Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun
Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların
Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar
Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa
Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan
Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit
Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık
Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık
Seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada
Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
Yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
Hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun
Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada
Esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum.
Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil
ÇOCUKSUN SEN / II
Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm
Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar
Dursam ölürüm paramparça olur dünya
Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm
Uçurum diyordun bir aşk uçurum özlemidir
Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna
Tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için
Gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak
(Gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu
Unutmuyorum unutmuyorum unutmuyorum hiç)
Bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor
Kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri
Bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda
Üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum
Ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım
Bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte
Çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan
Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken
Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde
Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su
Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç
Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı
(Soluğunun elma kokması bundandı belki)
Bir elma kokusuna tutundum düşerken
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Çocuksun sen, çocuğumsun
Ahmet TELLİ
DÖVÜŞEN ANLATSIN
Elimizde acının kehribar tesbihi
ki kayıp durmakta parmaklarımızdan
Ey şair
yine bölük pörçük anlattın
yine eksik bıraktın bir şeyleri
gün devrilmekte ama sen
tutmamışsın acımızın çetelesini
Sen sus artık, bize bundan sonrasını
dövüşen anlatsın
Ahmet TELLİ
GÜLÜŞÜN EKLENİR KİMLİĞİME
Gün biter gülüşün kalır bende
anılar gibi sürüklenir bulutlar
Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır
yarım kalan bir şiir belki de
Aykırı anlamlar arayıp durma
güz biter sular köpürür de
kapanmaz gülüşünün açtığı yara
uçurum olur cellat olur her gece
Her gece yeniden bir talan başlar
acı ses olur, ses deli bir yağmur
eski bir eylüle gireriz böylece
Sığındığım her yer adınla anılır
ben girerim, sokağı devriyeler basar
bir de gülüşün eklenir kimliğime
Ahmet TELLİ
GÖÇ
Göç oldu bir acidan öbür aciya
oysa sagrisi kurumamisti atimizin
daha dün sürüp gelmistik buralara
bugün göründü yine yollarin ucu
Devrildi kil çadirlar seher vakti
usulca uyandirildi çocuklar
ve kadinlar bohçasi çözülmemis
bir keder gibi gibi düstüler yola
Turnalar gitti biz gittik
bitmedi pesimizdeki nal sesleri
nerde konaklasak tedirgindik
kuruyordu irmaklar ve göller
Bir yangin gibi tasiyip durduk
kederi ve aciyi gögsümüzde
yer gök duman içindeydi sanki
genzimizi yakiyordu ayriliklar
Zulüm birakmadi pesimizi hiç
biz gittik o buldu izimizi
konar göçer olduk yedi iklimde
tanigimizdir daglar taslar
Yalniz bir öfke isiltisi kaldi
gözlerimizin yorgun sularinda
yasamak bir inat oldu artik
yasamak bir direnme oldu zulme
Ve iste devrildi yine kil çadirlar
göç basladi bir acidan bin aciya
Geride aksamin küllenen atesi
ve susturulmus çocuk sevinçleri kaldi
Ahmet TELLİ
HÂLÂ KOYNUMDA RESMİN
Sımsıcak konuşurdun konuşunca
ırmak gibi, rüzgar gibi konuşurdun
yayla kokuşlu çiçekler açardı sanki
çiğdemler güller mor menevşeler açardı
Sımsıcak konuşurdun konuşunca
Hâlâ koynumda resmin
Dağları anlatırdın ve dostluğu
bir ceylan gibi sekerdi kelimeler
Sesini duymasam çölleşirdi dünya
dağlar yarılır ırmaklar kururdu
bulutlar çökerdi yüreğime
Hâlâ koynumda resmin
Gün akşam olur elinde kitaplar
ve bir demet çiçekle çıkıp gelirdin
bir kez bile unutmadın 'merhaba' demeyi
ve en yanık türküleri nasıl da söylerdin
bir dostun vurulduğu gün
Hâlâ koynumda resmin
Kaç mevsim kırlara çıkıp
çiçekler topladık mezarlar için
Belki ürküttük tarla kuşlarını
belki kurdu kuşu ürküttük
ama aşkı ürkütmedik hiç
Hâlâ koynumda resmin
Ve hâlâ sımsıcak durur anılar
sımsıcak ve biraz boynu bükük
Ne varsa yaşanmış ve paylaşılmış
yasak bir kitap gibi durmaktadır
ve firari bir sevda gibi
Hâlâ duvarlarda resmin
Ahmet TELLİ
SÖZ / DE SARARIR
Olur, aramam seni ve kimseyi
Anıları pas tadında bırakırım
Konuşacak ne kaldıysa kalsın
Susmaktır birşeylere saygılı kılan
Ayrılık da bir olanaktır bilirsin
İnce bir sis, bir hüzün örtüsü
Dumanlı bir ıslık yakışır şimdi
Dudaklarıma, bırakıp giderim
Söz / de sararır biterken bir aşk
Kediye iyi bak çiçekleri sula
Diyorsam da aldırma sözlerime
Alışkanlık işte başka birşey değil
Söz / de sararır biterken bir aşk
SUNU
Filler mezarlığında fil ölüleri
Ve belki birkaç da şiir bulursunuz
Ki o şiirler kendi ölümlerini sezen
Birer kuğuydular kuytu sularda
Ahmet TELLİ
YAK SEVDANIN ÇIRASINI
Ne hüzünler kurtarır seni
ne çeyiz sandığının ceviz gölgesi
ve ne de acının ses duvarındaki
yorgun ve bıkkın bekleyişler
Acılar karartmışsa bile günlerin duvağını
düşürmüşse de ilkyazın tomurcuklarını fırtınalar
hayat kendini yeniden yaratan bir bahardır
verecektir en olgun meyvelerini mutlaka
yeter ki hüzünler sarartmasın yüzünü
Yak sevdanın çırasını türkülerle
barajını yıkan bir ırmak gibi katil hayata
hüznün isyana dönsün artık
bitsin bezginliğin ölümcül suskunluğu
evde kalmış bir cinsellik degildir çünkü dünya
Ahmet TELLİ
09.02.2009 - 09:29
DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
1947
Nâzım
08.02.2009 - 01:57
EKMEK VE GÜL
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
'Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! '
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hâlâ analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır emek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız
Ve türkümüzde onların kederli 'Ekmek! ' çığlıkları
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun
Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz
İş ve ekmek istiyoruz
Ama gül de istiyoruz
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden
Bu ekmek ve gül türküleri
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan
'Ekmek ve gül! Ekmek ve gül! '
James OPPENHEIM
KİTLE
Sona ermişti savaş,
asker ölmüştü, bir adam geldi yanına,
'Seviyorum seni; ölme! ' dedi.
Ama asker dirilmedi.
İki kişi geldi sonra, yalvardılar:
'Bırakma bizi! Yürekli ol! N'olur diril! '
Ama asker dirilmedi.
Yirmi kişi, yüz kişi, ben, beş yüz bin kişi,
bağırarak geldiler: 'Bunca sevgimiz var ölüme karşı! '
Ama asker dirilmedi.
Milyonlar toplandı başına,
hep birden konuştular: 'Gitme kardeş, gitme! '
Ama asker dirilmedi.
Sonra bütün insanları yeryüzünün
koştu yanına; kederle baktı onlara asker,
doğruldu ağır ağır,
kucakladı ilk adamı, yürüdü gitti...
César VALLEJO
ÇAĞIMIZIN ŞAİRLERİNE
Öyle kolay sanma sen bu işi, kardeşim,
hemen kalkışma tellerden şarkılar döktürmeye!
Sazı bir kere eline almaya göresin,
bir görev yüklendin demektir, bilesin,
çok ağır bir görev, ve belâlı.
Geldinse anlatmaya yalnız kendi derdini, kardeşim,
yalnız kendi zevkini anlatmaya geldinse,
bırak elinden o kutsal sazı,
sana burda hiç kimse kulak asmaz.
Biz yaşamadayız bugün bir çölde, kardeşim,
çok eskilerde bir Musa vardı hani,
işte biz o Musa gibi yaşamadayız bugün;
tanrı tekparça ateşten bir kılavuz vermişti ona,
o da ateşten kılavuzun peşinden gitmişti.
Bugün tanrı tekparça ateşten şaire ne der bak:
Sizsiniz halkı mutluluğa götüren yolu aydınlatacak.
Ey şairler, gireceksiniz halkla kol kola,
alevlerin, fırtınaların içinden geçeceksiniz,
hiç durmadan yürüyeceksiniz, ama hiç durmadan;
alçaktır halkın bayrağını elinden düşüren de,
şurda, geride, bir kenarda gizli gizli,
bir parça dinleneyim, diyen de alçak.
Halk bakacak, görecek, anlayacak,
acı çeken kim, başkaldıran kim, dövüşen kim,
kim işi oluruna bırakmış,
kim günü gün eden,
kim şarlatan,
kim korkak!
Peygamberler çıkacak, yalancı ve kurnaz,
durun, diyecekler size, durun, ey insanlar,
işte burası, diyecekler, sizi yaşatacak yer,
işte burası bolluk ülkesi, mutlu toprak.
Bu korkunç yalanlara kanmayacak ama hiç kimse,
ne açlık kanacak, ne susuzluk kanacak, ne de umutsuz yaşamak,
haykıracak güneşte kavrulan milyonlarca insan,
hepsi yalan, diyecekler, hepsi yalan, hepsi yalan.
Ne zaman eşit pay alırsak bolluk sepetinden,
ne zaman hepimiz sırayla oturursak halk sofrasına,
ne zaman her eve girerse bereketli aydınlığı bilimin,
ne zaman pırıl pırıl yanarsa tekmil evler aydınlıklar içinde,
işte o zaman deriz, burada duralım, tamam,
işte burası bolluk ülkesi, mutlu toprak.
Biz o güne kadar, dur durak bilmeden
sürdüreceğiz amansız savaşımızı,
dağ taş demeden yürüyeceğiz,
gözler çakmak çakmak, yumruklar sımsıkı.
Sonunda, bütün bu çabalara karşılık
hiçbir şey geçmeyebilir de elimize,
yola çıkarken zaten biz bunu göze almıştık.
Ölüm kondurup alnımıza yumuşak bir öpücük,
kaparsa usulcana göz kapaklarımızı,
ve ipekten kefenler ve çiçekler içinde
alıp korsa bizi kara toprağa,
bu bile yeter de artar bize.
Sándor PETOFİ
Çeviri: A. KADİR - Şerif HULÛSİ
Onlar ve Biz
ön balkonda oturmuş konuşuyorlardı:
hemingway, faulkner, t.s. elliot, ezra pound, hamsun, wally stevens,
e.e. cummings ve birkaçı daha.
“baksana” dedi annem “şunları susturamaz mısın? ”
“hayır,” dedim.
“boş konuşuyorlar,” dedi
babam, “kendilerine iş bulsalar iyi ederler.”
“işleri var onların,” dedim.
“bok var,” dedi babam.
“kesinlikle,” dedim.
faulkner girdi içeri sendeleyerek
dolapta bir şişe viski buldu ve sendeleyerek çıktı.
“korkunç bir insan,” dedi annem.
sonra kalkıp balkonu gözetledi.
“bir de kadın var aralarında,” dedi, “ama daha çok erkeğe benziyor.”
“gertrude o,” dedim.
“kasılıp duran biri var bir de,” dedi, “üç kişiyi birden marizleyebileceğini söylüyor.”
“o ernie,” dedim.
“ve sen,” dedi babam, “onlar gibi olmak istiyorsun, öyle mi? ”
“onlar gibi değil,” dedim, “onlardan biri.”
“lanet bir iş bulacaksın kendine, anladın mı? ”
“kapa çeneni,” dedim.
“ne? ”
“’kapa çeneni’dedim, bu adamları dinliyorum.”
babam karısına baktı: “bundan böyle oğlum yok benim! ”
“umarım,” dedi annem.
faulkner sendeleyerek girdi içeri yine.
“telefon nerde? ” diye sordu.
“n’apıcan telefonu? ” dedi babam.
“biraz önce ernie çifteyle beynini dağıttı,” dedi.
“gördün mü bu adamların başına ne geldiğini? ” diye bağırdı babam.
yerimden yavaşça kalkıp bill’e telefonun yerini gösterdim.
Charles BUKOWSKİ
ŞAİRİN ÖĞÜDÜ
Şair, duyumsayan ve duyumsadıklarını sözcükler aracılığıyla dile getiren kişidir.
Bu anlam kolay gelebilir, ama değildir.
Birçok kişi duyumsadığını düşünür ya da duyumsadığına inanır, ya da duyumsadığını bilir- ancak bu
düşünmek ya da inanmak ya da bilmektir; duyumsamak değil.
Ve şiir duyumsamaktır-bilmek ya da inanmak ya da düşünmek değil.
Hemen herkes düşünmeyi ya da inanmayı ya da bilmeyi öğrenebilir, ancak hiçbir insandan ötekine duyumsamak öğretilemez.
Niçin? Çünkü ne zaman düşünseniz ya da inansanız ya da bilseniz, başka birisi oluverirsiniz: ancak duyumsadığınız an, herhangi biri-değil-ancak-kendiniz olursunuz.
Herhangi biri-değil-ancak-kendiniz olmak-sizi bir başkası yapabilmek için gece gündüz elinden geleni ardına koymayan bir dünyada-insanın verebileceği en zorlu savaştır; ve bu savaş başladı mı asla bitmez.
Herhangi birini-değil-ancak-kendinizi sözcüklerle dile getirmeye gelince, bu, şairin bile düşleyemeyeceği bir kimseden bir miktar daha fazla çalışmak demektir. Niçin?
Çünkü hiçbir şey sözcükleri bir başkası gibi kullanmak kadar kolay değildir. Biz hepimiz bunu hemen her an yapmaktayız- ve ne zaman yapsak, şair değilizdir artık.
Eğer ilk on-on beş yıllık savaşım - çalışma - duyumsamanızın sonunda kendinizi bir şiirin bir dizesini yazmış olarak bulursanız, gerçekten de çok şanslı sayılırsınız.
Ve işte benim şair olmak isteyen tüm gençlere öğüdüm: yalnızca kararlı olmayıp, ama memnun da değilseniz, tabii ki ölünceye değin duyumsamak, çalışmak ve savaşmak için- kolay olan bir şeyler yapın, örneğin dünyayı havaya uçurmak gibi.
Bu anlam kasvet verici gibi mi görünüyor? Değildir. Bu yeryüzündeki en olağanüstü yaşamdır.
Ya da ben öyle duyumsuyorum.
Edward Estlin CUMMINGS
BEN SENİ NEDEN Mİ SEVDİM
Ben seni bir okyanusun derinliğinde buldum da sevdim
Parlak bir inciydin benim için
Paha biçilmez bir inci
Ben seni soğuk ve yağmurlu bir günde
Seni düşünürken gülüşündeki sıcaklığın içime dolup da
Beni sardığı bir anda sevdim
Seni sadece selvi boyun, siyah saçların yada kara gözlerin
Güzel bir yüzün var diye değil
Fikirlerinle, konuşmandaki güzelliğin ve benim o kor halde yanan yüreğimle sevdim
Ben seni derinden ve hissederek sevdim
Her kalp atışımda vücudumun dört bir köşesine yayıldığını
Beni sardığını her nefes alışımda ciğerlerime işlediğini bilerek sevdim
Seni kış gecelerinin o soğuk yatağında birlikte uyuyup beni ısıttığın
Yaz sıcağında uyuyamayıp sıkıntılarım olduğun
Ve rüyalarımda buluştuğumuz gecelerde sevdim
Seni ellerinden tutup kanımın kaynadığı
Kalbimin yerinden firlayacağını hissettiğim anlarda
O ıslak dudaklarınla beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim
Ben seni o sensiz anlardaki boş ve değersiz geçen dakikalarda
Kayıp zamanlarımızda, seni arayıp bulamadığım
Çaresizlik içinde olduğum, içki sofralarını dost bildiğim anlarda sevdim
Sen ne kadar uzak olsan da,
Aramızdaki kilometreler nasıl çoksa
Bende seni o kadar yoğun ve o denli çok sevdim
Seni kalbimde yanan ateşin ile
Zihnimde oluşan hayallerin o Ay parçası çehrenle
Bana derinden bakan o gözlerindeki ışıltıyı göreceğim anları beklerken
Kalbimin yanıp tutuştuğu anlarda
Gelip o bu ateşi alevlendirerek
Bana sarılarak beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim
Korkuyorum!
Hakkettiğin mutluluğu sana verememekten korkuyorum.
Seni beni sevdiğinden fazla sevememekten korkuyorum.
Senin sevgine layık olduktan sonra başkaları tarafindan o sevgiyi kaybetmekten korkuyorum.
Seni kazandım derken kaybetmekten korkuyorum.
Aramızdaki maneviyat haricindeki uçurumlardan korkuyorum.
Senin kalbini daha fazla kırmaktan korkuyorum.
O temiz ve masum göz yaşlarını daha fazla akıtmaktan korkuyorum.
Evet korkuyorum;
seni kaybetmekten, seni daha fazla üzmekten
Sana kendimi ifade edememekten korkuyorum.
Yada yanlış anlaşılmaktan korkuyorum.
Uçurumun kenarında yalnız kalmaktan korkuyorum.
Dostluğuna doyamadan uluorta yalnız kalmaktan korkuyorum.
Yüreğimdeki o ince sızının bir gün çoğalmasından ve beni sarmasından korkuyorum.
Sevgi denen güzelliğinin bir gün beni terk etmesinden korkuyorum.
Dostluğun ölüp yerine nefretin yeşermesinden korkuyorum.
Korkuyorum evet;
seni kaybetmekten ve seni daha fazla üzmekten
Bir çiçek misali ne ellemeye nede koparmaya kıyamıyorum uzaktan seyrediyorum çünkü;
Seni daha fazla incitmekten korkuyorum.
Ömründe yaşadığın mutluluğu huzuru sana yaşatamamaktan korkuyorum.
Sana kalbimden fazlasını verememekten korkuyorum.
Sonunda sana gözyaşından başka bir şey bırakamamaktan korkuyorum.
Seni sevmekten değil; dostluğunu suiistimal etmekten,
Seni kaybetmekten ve değerini bilememekten ve
Yüce Rabbime hesap verememekten korkuyorum.
Belki de çok fazla korkuyorum
ÇÜNKÜ; BEN İLK DEFA SEVİYORUM
Atilla İLHAN
BU SEVDA
Bu sevda
Birdenbire saran içimizi
Bu narin
bu sımsıcak
Bu umutsuz
Sevda
Gün gibi güzel
Ve kabaran deniz gibi
Çalkantılı
Bu sevda
O kadar gerçek
O kadar güzel
O kadar mutlu
O kadar sevinçli
Ve karanlıkta korkudan titreyen bir çocuk gibi
Gülünç
Ve gecenin ortasında sakin bir adam gibi
Kendinden emin
Başkalarının yüreğine korku salan
Benizlerini solduran
Dillerini çözen bu sevda
Gözetlediğimiz için gözetlenen
Yaraladığımız
Ayaklar altına aldığımız
İnkar ettiğimiz unuttuğumuz için
Kovalanmış yaralanmış ayaklar altına alınmış
İnkar edilmiş unutulmuş
Bu kocaman sevda
Gene dipdiri
Gene güneşli
Senin sevdandır bu
Benim sevdamdır
Hep var olan
Durmadan yenilenen
Ve değişmeyendir
Bir bitki kadar gerçek, bir kuş kadar ürkek
Yaz güneşi kadar diri ve sıcaktır
İkimiz de gidebiliriz
Sonra dönüp
Derin uykulara dalabiliriz
Acı çekebiliriz uyanınca
İhtiyarlayabiliriz
Sonra tekrar dalabiliriz uykuya
Ölümü düşleyebiliriz
Oysa
Başucumuzda
Gülerek bakıyor bize
Durmadan tazelenen bu sevda
Ayak diriyor yaşamakta
Arzu kadar diri
Bellek kadar zalim
Pişmanlık kadar budala
Hatırlamak kadar tatlı
Mermer gibi soğuk
Gün gibi güzel
Bir çocuk gibi narin
Bize bakıyor gülümseyerek
Ve hiçbir şey söylemeksizin
Konuşuyor bizimle
Ve ben ürpererek dinliyorum onu
Bağırıyorum
Senin için
Kendim için
Bağırıyorum bizim için
Gitme kal
Dur orda
Ayrılma yerinden
Kal orda
Kımıldama
Gitme
Biz ki sevmiştik birbirimizi
Unuttuk seni
Bari sen unutma bizi
Bir sen varsın yeryüzünde bizim için
Terk etme bizi
Buz bağlamasın yüreklerimiz
Ne kadar uzakta
Ve nerde olursan ol
Duyur bize kendini
Bir çalı dibinde
Hatıralar ormanında
Birdenbire çıkıver karşımıza
Uzat elini bize
Ve kurtar bizi.
Jacques PRÉVERT
Çeviri: Orhan SUDA
ŞU SEVİ
Şu sevi
Öyle yaman
Öyle ince
Öyle sevecen
Öyle umutsuz
Şu sevi
Gün gibi güzel
Zaman gibi kötü
Zamansız gelirse
Şu sevi öyle gerçek
Şu sevi öyle güzel
Öyle mutlu
Öyle sevinçli
Ve öyle alaycı
Karanlıkta ödü kopan çocuk gibi
Öyle sevinçli
Geceleyin dingin bir adam
Dört yana korku salan şu sevi
Olur olmaz söyleten
İçin için kemiren
Pusu kuran şu sevi
Gözledikçe
Sıkışan yaralanan tepinen yadsınan
unutulan yetinen
Sıkıştırmamız yaralamamız yadsımamız
unutmamız yüzünden
Sevide var ne varsa
Öyle canlı
Günlük güneşlik
Seninki
Benimki
Tanrının günü
Yepyeni
Değişmez
Bitkiden daha gerçek
Kuştan daha titremekli
Yazdan daha canlı daha sıcak
İkisi de elimizde
Gidip gelme
Unutabilir
Sonra uyuyabiliriz
Uyanabilir acı çekebilir yaşlanabiliriz
Gözümüzü kapayabiliriz
Ölümü düşünebiliriz
Gençleşebiliriz
Sevimiz
İnatçı eşek örneği
................
Unuttuk seni
Sen bizi unutma
Bir sen varsın yeryüzünde
Çok uzaklarda
Nerede olursa olsun
Bir haber yolla bize
Geç de olsa koruluktan
Anılarımdan
Çık birden orta yere
Uzat elini
Kurtar bizi
Jacques PRÉVERT
KIŞLANIN DIŞINDA
Kalpağımı kafese
Kuşu kafama koydum dışarı çıktım
Ne o dedi komutan sokakta
Selam vermek yok mu artık?
Hayır, dedi kuş;
Selam vermek yok artık.
Bağışlayın, dedi komutan:
Ben var sanıyordum da.
Aldırmayın canım, dedi kuş,
Her insan yanılabilir.
Jacques PRÉVERT
Çeviren: Teoman AKTÜREL
SARDALYECİ KADINLARIN TÜRKÜSÜ
Dönün bakalım dönün
Ufacık kızlar
Dönün fabrikanın etrafında
Handiyse girersiniz siz de içeri
Dönün bakalım dönün
Balıkçı kızları
Balıkçı yetimleri
Beşiğinizin etrafına dizilen
Melekler vardı ya hani
Belli fabrika sahibinden para yedikleri
Tutup alınyazınızı yazmışlar
Yazılacak birşey olsaydı bari
Siz yok yoksul yaşayacaksınız
Biçok da çocuğunuz olacak
Ama biçok çocuğunuz
Onlar da yok yoksul kalacak
Onların da biçok çocuğu olacak
Ama biçok çocuğu
Biçok çocuğu ama
Dönün bakalım, dönün
Ufacık kızlar.
Dönün fabrikanın etrafında
Handiyse girersiniz siz de içeri
Dönün bakalım dönün
Balıkçı kızları
Balıkçı yetimleri
Jacques PREVERT
Çeviren: Can YÜCEL
BARBARA
Anımsa Barbara
Yağmur yağıyordu o gün Brest'te durmadan
Yürüyordun gülümseyerek yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Anımsa Barbara
Siam sokağında rastladım sana
Yağmur yağıyordu Brest'te durmadan
Gülümsüyordun
Gülümsüyordum
Tanımıyordum seni
Sen de beni tanımıyordun
Anımsa gene de anımsa o günü
Unutma
Saçağın altına sığınmış bir adam
Adını ünledi
Barbara
Seğirttin ona doğru yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Atıldın kollarına
Anımsa bunu Barbara
Sen diyorum diye de bana kızma
Sen diyorum bütün sevdiklerime
Ancak bir kez görmüşsem bile
Sen diyorum bütün sevişenlere
Tanımasam bile
Anımsa Barbara
Unutma
O yumuşak mutlu yağmuru
Mutlu yüzüne yağan
O mutlu kente yağan
Denize yağan
Tersaneye yağan
Quessant gemisine yağan yağmuru
Ah Barbara
Ne hırboluktur savaş
N'oldun şimdi sen
O demir o çelik o kan yağmuru altında
Ya o adam n'oldu seni yürekten
Kucaklayan
Öldü mü kaldı mı n'oldu
Ah Barbara
Yağmur yağıyor Brest'te durmadan
Eskiden nasıl yağıyorsa öyle
Ama artık bildiğin gibi değil bura yok oldu her şey
Yıkık bitik bir yas yağmuru şimdi yağan
Demir çelik kan fırtınası bile değil
İtler gibi kuyruğunu titreten
Bulutlar yalnız bulutlar
Brest'te sular boyunca yitip giden itler
Çürümek için gidiyor uzaklara
Hiçbir şey kalmayan Brest'ten
Çoook uzaklara
Jacques PRÉVERT
Çeviren: Teoman AKTÜREL
BARBARA
Anımsa Barbara
Yağmurlar yağıyordu o gün Brest'e durmadan
Sen gülerek geçiyordun
Şaşkın hayran sırılsıklam
Yağan yağmurlar altında
Anımsa Barbara
Yağmurlar yağıyordu Brest'e durmadan
Seninle karşılaştım Siam sokağında
Sen gülümsüyordun
Ben de
Hatırla Barbara
Seni tanımıyordum
Sen de beni
Anımsa
Anımsa azıcık n'olur o günü
Unutma
Kapına sığınan adamı
Adını ünleyen
B a r b a r a
Koşup gelmiştin yağmurlar altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Atılmıştın kollarına
Anımsa Barbara
Sen diyorum sana kızma bana
Bir kez görsem de onları
Sen diyorum bütün sevişenlere
Tanımasam da
Anımsa Barbara
Unutma
O yumuşak mutlu yağmur
Senin mutlu yüzüne
Bu mutlu kentte
Bu yağmur denizler üstünde
Tersaneler üstünde
Quessant gemilerinin üstünde
Ah Barbara
Ne aptal savaş
N'oldun ya şimdi sen
Kurşun sağnakları altında
Kandan ateşten çelikten
Ya o adam n'oldu
Kucaklıyan seviyle
Öldü mü kaldı mı
Ah Barbara
Yağmurlar yağıyor Brest'e durmadan
Yağardı önceleri yağmurlar ya
Şimdi bitmiş ne varsa
Bu yağmurlar ayrılık yağmurlarıdır
Artık ne o fırtınalar
Kandan çelikten ateşten
Yalnız bulutlar şimdi
İtler gibi ölen
Gözden yiten itler
Brest'e sular boyunca
Uzaklarda çürüyüp giden
Uzaklarda Brest'e çook uzak
Hiçbir şey kalmıyan Brest'den.
Jacques PRÉVERT
Çeviren: Abdullah Rıza ERGÜVEN
ALLA`SEN SÖYLE NEDİR AŞKIN ASLI ASTARI!
Kimine göre ufak bir çocuktur aşk,
Kimine göre bir kuş,
Kimi der, onun üstünde durur dünya,
Kimi der, kalp kuruş;
Ama komşuya sordum, nedense yüzüme
Mânalı mânalı baktı,
Karısı bir kızdı bir kızdı, sormayın,
Aşkedecekti tokadı.
Şıpıtık terliğe mi benzer yoksa
Yoksa kandil çöreğine mi,
Hacıyağına mı benzer dersin kokusu
Yoksa leylak çiçeğine mi?
Çalı gibi dikenli mi, batar mı eline,
Andırır mı yoksa pufla yastıkları,
Keskin mi kenarı yoksa yatar mı eline?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
Tarih kitapları dokundurur geçer
Köşesinde kenarında,
Hele bir lâfı açılmaya görsün
Şirket vapurlarında;
Eksik olmaz gazetelerden, bilhassa
İntihar haberlerinde,
Mâniler düzmüşler gördüm üstüne
Telefon rehberlerinde.
Aç kurtlar gibi ulur mu dersin
Bando gibi gümbürder mi yoksa,
Taklit edebilir misin istesen kemençede,
Ne dersin piyanoda çalınsa;
Çiftetelli gibi coşturur mu herkesi
Yoksa ağıraksak bir hava mı?
İstediğin zaman kesilir mi sesi?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
Bir hâl oldum çardakların altında
Onu araya araya,
Küçüksu'ya baktım, orada da yok,
Boşuna çıktım Çamlıca'ya;
Anlamadım gitti bülbülün şarkısını,
Bir acayip gülün lisanı da;
Benim bildiğim o kümeste değildi
Ne de yatağın altında.
Aklına esince çıkarabilir mi dilini,
Başı döner mi asma salıncakta,
At yarışlarında mı geçirir hafta tatilini,
Usta mı düğüm atmakta,
Millet der peygamber demez mi,
Para mevzuunda nedir efkârı,
Borç alır borcunu ödemez mi?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
Ona rastladığı zaman duyduğu şeyleri
Kabil değil unutamazmış insan,
Yolunu gözlerim bacak kadardan beri
Ama o geçmedi bile yanımdan;
Merdiven dayadım otuz beşine,
Öğrenemedim gitti bir türlü,
Nemene mahlûktur bu düşerler peşine
Bunca insan geceli gündüzlü?
Gelsin ya, nasıl, pat diye gelir mi dersin
Burnumu karıştırırken tatlı tatlı,
Ya tutar yatakta bastırırsa sabahleyin?
Talih bu ya, otobüste nasırıma basmalı!
Gelişi yoksa havalardan anlaşılır mı,
Selâmı efendice mi yoksa gider mi aşırı,
Değiştirir mi dersin bir kalemle hayatımı?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!
Wystan Hugh AUDEN
Çeviri: Can YÜCEL
07.02.2009 - 13:21
BEN SENİ NEDEN Mİ SEVDİM
Ben seni bir okyanusun derinliğinde buldum da sevdim
Parlak bir inciydin benim için
Paha biçilmez bir inci
Ben seni soğuk ve yağmurlu bir günde
Seni düşünürken gülüşündeki sıcaklığın içime dolup da
Beni sardığı bir anda sevdim
Seni sadece selvi boyun, siyah saçların yada kara gözlerin
Güzel bir yüzün var diye değil
Fikirlerinle, konuşmandaki güzelliğin ve benim o kor halde yanan yüreğimle sevdim
Ben seni derinden ve hissederek sevdim
Her kalp atışımda vücudumun dört bir köşesine yayıldığını
Beni sardığını her nefes alışımda ciğerlerime işlediğini bilerek sevdim
Seni kış gecelerinin o soğuk yatağında birlikte uyuyup beni ısıttığın
Yaz sıcağında uyuyamayıp sıkıntılarım olduğun
Ve rüyalarımda buluştuğumuz gecelerde sevdim
Seni ellerinden tutup kanımın kaynadığı
Kalbimin yerinden firlayacağını hissettiğim anlarda
O ıslak dudaklarınla beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim
Ben seni o sensiz anlardaki boş ve değersiz geçen dakikalarda
Kayıp zamanlarımızda, seni arayıp bulamadığım
Çaresizlik içinde olduğum, içki sofralarını dost bildiğim anlarda sevdim
Sen ne kadar uzak olsan da,
Aramızdaki kilometreler nasıl çoksa
Bende seni o kadar yoğun ve o denli çok sevdim
Seni kalbimde yanan ateşin ile
Zihnimde oluşan hayallerin o Ay parçası çehrenle
Bana derinden bakan o gözlerindeki ışıltıyı göreceğim anları beklerken
Kalbimin yanıp tutuştuğu anlarda
Gelip o bu ateşi alevlendirerek
Bana sarılarak beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim
Korkuyorum!
Hakkettiğin mutluluğu sana verememekten korkuyorum.
Seni beni sevdiğinden fazla sevememekten korkuyorum.
Senin sevgine layık olduktan sonra başkaları tarafindan o sevgiyi kaybetmekten korkuyorum.
Seni kazandım derken kaybetmekten korkuyorum.
Aramızdaki maneviyat haricindeki uçurumlardan korkuyorum.
Senin kalbini daha fazla kırmaktan korkuyorum.
O temiz ve masum göz yaşlarını daha fazla akıtmaktan korkuyorum.
Evet korkuyorum;
seni kaybetmekten, seni daha fazla üzmekten
Sana kendimi ifade edememekten korkuyorum.
Yada yanlış anlaşılmaktan korkuyorum.
Uçurumun kenarında yalnız kalmaktan korkuyorum.
Dostluğuna doyamadan uluorta yalnız kalmaktan korkuyorum.
Yüreğimdeki o ince sızının bir gün çoğalmasından ve beni sarmasından korkuyorum.
Sevgi denen güzelliğinin bir gün beni terk etmesinden korkuyorum.
Dostluğun ölüp yerine nefretin yeşermesinden korkuyorum.
Korkuyorum evet;
seni kaybetmekten ve seni daha fazla üzmekten
Bir çiçek misali ne ellemeye nede koparmaya kıyamıyorum uzaktan seyrediyorum çünkü;
Seni daha fazla incitmekten korkuyorum.
Ömründe yaşadığın mutluluğu huzuru sana yaşatamamaktan korkuyorum.
Sana kalbimden fazlasını verememekten korkuyorum.
Sonunda sana gözyaşından başka bir şey bırakamamaktan korkuyorum.
Seni sevmekten değil;
dostluğunu suiistimal etmekten,
Seni kaybetmekten ve değerini bilememekten ve
Yüce Rabbime hesap verememekten korkuyorum.
Belki de çok fazla korkuyorum
ÇÜNKÜ; BEN ILK DEFA SEVIYORUM
Atilla İLHAN
28.01.2009 - 13:48
İnsan anlayışı kuru ışık değildir / FRANCIS BACON
İnsan anlayışı kuru ışık değildir; istenç ve duygu dünyası ile beslenir; işte ilimler buradan türer.
İnanmayı yeğlediğine, daha kolay inanır insan. Bu nedenle,
zor şeyleri, araştırmaya sabrı yetmediği için reddeder;
akla yatkın olanları, umudu azalttığından;
doğanın derinliklerini, batıl inançlı olduğundan;
deneyimin ışığını,kibir ve gururundan;
alışılmadık inanışları, bayağı görüşlere bağlılığından dolayı reddeder.
Kısacası, duyguların anlayışı gölgeleyip kirlettiği böyle sayısız ve kimi zaman farkına bile varılmaz yol vardır.
FRANCIS BACON
24.01.2009 - 11:26
Sesleniş
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık.
Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken
bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük. dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı.
İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.
İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık.
mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu.
Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden.
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik.
Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın.
Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha.
Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.Uydurma davalarla kapattılar hücrelere.
Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki.
Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.
Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize.
Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.
mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler.
Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; kominist dediler.
Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze.
Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız.
Birkez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimize.
Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha.
Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına.
Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç.
Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar.
Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere.
Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük.
Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...
Birgün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım,unutma bizi, unutma bizi,
unutma bizi...
Uğur MUMCU (1942 - 1993)
19.01.2009 - 10:54
Hrant'ın Herkes için hayali.. mücadelesi.. dili.. yüreği...
Hrant'ın hayali...
daha özgür, daha mutlu, daha umutlu bir Türkiye ve dünya;
Ayrımcılıktan, ırkçılıktan ve şiddetten arınmış bir Türkiye ve dünya...
Herkesin kendisini 'i n s a n ' gibi hissettiği bir Türkiye ve dünya....
Hrant'ın mücadelesi...
Katışıksız sevgiden, hesapsız samimiyetten, korkabilmeyi de içeren cesaretten, hakkını vererek yaşamaktan, umudu üretmekten beslenen bir mücadeledir....
Hrant'ın dili....
Yeni sözlerle tüm ezberleri bozan, çatışma kültürünü dönüştüren, çocuk saflığında sorularla kafaları karıştıran, zihnimizi ve yüreğimizi açmaya, birbirimizi aracısız- önyargısız tanımaya davet eden, vicdanlara seslenen bir barış dilidir....
Hrant'ın yüreği...
Doğruluğa, şeffaflığa, insanlığa olan inancı ve sevdasıyla hepimizi kucaklayan koca bir denizdir....
Uluslararası Hrant Dink Vakfı
ÜÇ KURŞUN
Üç kurşun kardeş üç kurşun saplandı tedirgin yüreğine
Gören göz kan çanağına döndü
Düştüğün yerden havalandı üç güvercin
Ah nasıl da güzel durdu sende kanatlarını örten gökyüzü
Nasıl gördümse öyle hatırlayacağım
öyle yalın öyle başı dik öyle hoyrat
Aynı sokakta aynı hizada hayat ve cellat
boynunda üç kurşun Hrant
Hayır ağlamayacağım
Yok edemedikleri barış fikrin milyonlarca güvercin
Dünyanın dört bir yanına kardeş şarkıları yollayacağım
Üç kurşun kardeş üç kurşun saplandı kırılgan tarihimize
Ermeni kardeşimsin
nehir yatağı kan tutmaz
aynı şarkılar dolanır dilimize
Sözlerimizi vursa da ayaz
boynu bükük kalmaz güvercin
Cinayet kime konuksa yalnız odur yoksul odur
İyi söz kime aitse kardeş su gibi aziz olan odur varsıl odur
Biz hep çoğalacağız cellada inat
türkülerimizle gür düşeceğiz yine bir kış günü yola
şehrin kalbine yürüyeceğiz kolkola
tedirgin güvercin gibi özgür ve birbirimize kardeş
BABÜR PINAR
28.12.2008 - 13:23
YABAN DÜŞÜNCE
İnsanı canlıların en gelişmişi olarak nitelerken nesnel bir gözlemi dile getirdiğimiz söylenebilir.
Ama onu yeryüzünün en yüce yaratığı olarak gösterirken, sanki herşey insanın gereksinimlerini karşılamak, gönlünce yaşamasını sağlamak için yaratılmış gibi,
“ Her şey insan içindir “ derken, aynı ölçüde nesnel kaldığımız söylenebilir mi?
İnsanı her şeyin üstüne koyan bu görüş sanıldığı kadar “insancıl”, sanıldığı kadar “doğru”, daha da önemlisi,
sanıldığı kadar “arı” bir görüş müdür?
Çoklarımız böyle bir sorunun sorulmasını bile aykırı bulabilir, “Peki, böyle olmayacak da nasıl olacaktı? ” deyip çıkabilir işin içinden. İster dinsel olsun, ister din dışı, Batı düşüncesi bu konuda tükenmez bir kaynak sağlar bize.Ama, sayıları çok az bile olsa, başka türlü düşünenler, insanı her şeyin üstüne koymanın kaynağını bencillikten alan bir önyargıdan başka bir şey olmadığını, bencillik veönyargınınsa. Bir kez
elele verdikten sonra burada durmadığını,durdurulamadığını söyleyenler de yok değildir.
Örneğin ünlü budunbilimci (ethnographie)
Claude Lévi-Strauss’a sorarsanız,
Batı düşüncesinin temel yanılgılarından biri bu görüş olmuştur. Batı düşüncesi,insanı yücelteceğim diye, önce doğayı “budamış”, sonra da insan kavramını sınırlamaya başlamıştır:
“İnsanın doğadan koparılması ve üstün, egemen varlık durumuna getirilmesiyle başlanmış işe; böylece en yadsınmaz özelliğinin, yani canlı varlık niteliğinin silinebileceği sanılmıştır. Bu ortak nitelik görülmezlikten gelinerek her türlü aşırılığa olanak sağlanmıştır.
Batılı insan, özellikle tarihin son dört yüzyılında, insanlıkla hayvansallığı birbirinden kesinlikle ayırmayı bir hak olarak benimsemekle, birinden aldığı her şeyi ötekine vermekle,
uğursuz bir dönemi başlattığını, durmamacasına daraltılan bu sınırın insanlarıda birbirinden uzaklaştırmaya ve gittikçe daha sınırlı bir azınlık yararına, bir insanlık ayrıcalığı istemeye yarayacağını, bu insanlığınsa, ilkesini ve kavramını özsaygıdan aldığı için,daha doğar doğmaz çürüyeceğini anlayamamıştır.” Çağdaş Batı düşüncesinin en yüksek doruklarından biri sayılan Jean-Paul Sartre’ın insanlığı “tarihsel olan” (dolayısıyla uygar,bilinçli, düşünen)
ve “tarihsel olmayan” (dolayısıyla ilkel, yabanıl, bilinçsiz, düşünme yeteneğinden yoksun) toplumlar diye iki karşıt ulama ayırarak kendi toplumuna benzemeyen toplumları neredeyse birer hayvan sürüsü olarak değerlendirmesi de hiç kuşkusuz bu tutumdan kaynaklanır. Oysa,Lévy-Strauss’a göre, “insanın gerçeği farklılıklarının ve ortak özelliklerinin oluşturduğu dizgedeyken, bu gerçeğin tümüyle onun varlığının tarihsel ve coğrafyasal koşullarının yalnızca birine sığınmış olduğuna inanabilmek için, hem fazlasıyla benözekçi, hem de fazlasıyla bön olmak gerekir”
CLAUDE LEVİ - STRAUSS
“Yeryüzünde hiç kimse yabanıllar, köylüler ve taşralılar kadar derinlemesine veher yönüyle incelemez işlerini; bu nedenle, Düşünce’den İş’e geldikleri zaman,hiçbir eksik bulamazsınız.”
H. DE BALZAC
27.12.2008 - 12:43
Immanuel Kant: Aydınlanma Nedir?
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır
Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes) , tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü.
Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık.
Para harcayabildiğîm sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü.
Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler [vasiler, ç.] insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar.
Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler.
Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. Demek oluyor ki her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür.
Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını kullanma bakımından gerçekten de yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını kullanmayı denemeye hiç bir zaman bırakılmamıştır.
Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.
Biri çıkıp yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile hemen öyle pek kolayca atlayamaz; çünkü o henüz kendisine güven duyarak bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha alışamamıştır. İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen, pek az kişi vardır. Oysa buna karşılık, kitlenin kendi kendisini aydınlatması daha çok olanak taşır; hatta ona özgürlük, yani özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de.
Çünkü yığının içinde, kamuda -vasiler arasında bile- bağımsız düşünebilen bir kaç kişi her zaman bulunacaktır; bunlar önce kendi boyunduruklarını atacaklar, sonra da' insanın kendindekini akıllıcâ değerlendirmesi yanında bağımsız düşünmenin kişi için bir ödev olduğu anlayışını çevrelerine yayacaklardır. Ama eskiden kitleyi boyunduruk altına sokan ve kendileri de aydınlanmaya öyle pek layık olmayan ve hak kazanmayan gözeticilerden bir kaçı şimdi çıkıp da kitleyi boyunduruktan kurtulmaları için kışkırtırlarsa, öteki gözeticiler bunları 'boyunduruk altında kalmaya zorlarlar; önyargıları yerleştirmenin işte böyle zararları vardır, ve bu önyargılar kendilerini yayanlardan sonunda öçlerini alırlar. Bundan dolayı: kamu ancak yavaş yavaş aydınlanmaya varabilir.
Gerçi devrimler ile bir 'baskı rejimi, kişisel bir despotizm, bir zorbalık yönetimi yıkılabilir; ancak yalnız bunlarla, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemez; tersine, bu kez yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olurlar: Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.
Ne var ki her yandan «düşünmeyin! aklınızı kullanmayın! » diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, «Düşünme, eğitimini yap! », maliyeci «düşünme, vergini öde! », din adamı «düşünme, inan! » diyorlar. (Şu dünyada yalnız bir kişi var ki o da, «istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat edin! » diyor) .3 Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var.
Peki hangi türde bir sınırlama aydınlanmaya karşıdır, hangisi değildir, ve hangi biçimde bir sınırlama tersine özgürlüğe yararlıdır? Yanıt vereyim: kendi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı [der Privatgebrauch], genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz.
Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmaktan [der öffentliche Gebrauch], bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum.
Aklın özel olarak kullanılmasından da kişinin, kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde, kendisine emanet edilen topluma ilişkin bir hizmeti ya da belirli bir görevi yerine getirmesi diye anlıyorum. İmdi kamunun çıkarlarını etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma gereğince ve hükümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve 'hiç değilse onu ortadan kaldırmayacak şekilde, kanunun bazı üyelerince kullanılabilecek bazı belirli işlemlere, belirli mekanizmalara gereksinme duyulur.
Bu gibi durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz izin verilmez, itaat etme kesin emirdir. Fakat kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir insan, yine kendisini bir topluluğun üyesi, hatta, evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünme yetisine dayanarak yazılarıyla kamuya yönelir; her hal ve durumda aklını kullanır, ama, zamanında edilgin olarak da olsa görev yaptığı durumları ve işleri de zarara uğratmadan yapar bunu. Üstlerinden aldığı bir emir üzerinde, onun yararlılığı ya da yararsızlığına ilişkin olarak akıl yürüten bir subayın tutumu tehlikeli ve zararlıdır, onun ödevi yalnızca itaat etmektir.
Fakat eğer bu konuda doğru olmak gerekiyorsa, bir bilgin olara; k onun askerlik hizmetinin yanlışları üzerindeki eleştiri ve düşünceleri ve bunları kamu önüne yargılanması için götürmek istemesi yasaklanamaz. Yine bunun gibi yurttaş, kendisine düşen vergiyi ödeyemezlik edemez; hatta bu gibi vergilere ilişkin yapılan acımasız eleştiriden ve ödememeye yönelik davranışlar, bu uymamaların genelleşebileceği gerekçesiyle cezalandırılabilir. Bununla birlikte bir bilgin olarak aynı vatandaş. kamu önünde vergilerin uygunsuzluğu ve adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirttiği zaman asla yurttaşlık yükümlülüklerine karşı gelmiş sayılmaz.
Yine aynı şekilde bir papaz da hizmetinde bulunduğu kilisenin öğretileri ile uygunluk ve uyum içinde işi gereği kilisenin inançlarını cemaatine ve halkına öğretmekle yükümlüdür. Fakat bir din bilgini olarak.o, bu inançları pekâla eleştirebilme özgürlüğüne ve daha fazlasına sahiptir: büyük bir itina ve dikkatle ölçülüp-biçilmiş ve tartılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir; bunlar, sözü geçen dinsel öğretilerin yanlış yönleri üzerinde alabileceği gibi, dinin ve kilise işlerinin düzeltilmesine ilişkin de ola; bilir; ve bunu yaparken de vicdanını rahatsız edecek hiç bir şey söz konusu olamaz.
Kilisenin sadık bir hizmetkârı olarak görev ve yükümlülüklerine uygun bir biçimde vaaz verirken o, kendi kişisel kanılarına göre bunu yapmak özgürlüğüne sahip değildir; ama, kendisinin yükümlü olduğu şekilde ve başka bir otorite adına dinsel telkinde bulunmak zorundadır.
O şöyle söyleyecektir: Kilisemiz bunları ya da şunları öğretir; işte kullandığı kanıtlar da bunlardır. Cemaati yani dinsel topluluğu için kendisinin bile tam bir inançla bağlı olmadığı din- sel kuralların pratik yaranlarını ve avantajlarını gösterirken o, bunlar içinde saklı bir hakikatin bulunmasının olanaksız olmadığını ve içsel dine karşı çıkan hiç bir şeyin bulunmadığını söylemek durumunda kalır. (Bu gibi dinsel öğretilerde, her durum ve olayda dinin özüne hiç bir şey karşı gelmemiştir, gelemez) .
Papaz eğer, bunlardan hiç birini öğretilerde bulamadığını düşünecek olursa, işte o zaman resmi görevlerini vicdanı rahat olarak yürütemeyecek ve görevinden ayrılması gerekecektir. Sonuç olarak din adamının cemaatinin önünde bir eğitimci imiş gibi aklı kullanması yalnızca aklın özel kullanımı olmaktadır, çünkü burada cemaat ne kadar büyük ve kalabalık olursa olsun bir aile toplantısı söz konusudur ve papaz olarak o kişi özgür değildir ve olmamalıdır; çünkü o kendisine dışardan yüklenen bir görev ile bağımlıdır.
Buna. karşın, alanının bir bilgini olarak din adamı yazılarıyla halka hitap ederken, dünyaya seslenirken, yani rahip olarak aklını kamu hizmetinde kullanırken, aklın herkes için kullanımının ve kendi adına konuşmanın sınırsız özgürlüğünden yararlanır.
Zira halkın ruhani yani tinsel işleriyle ilgileneceklerin kendilerinin de ergin olmamaları gerektiğini sanmâk yakışık almayan ve saçmalıkları sürekli kılan bir saçmalıktır. Fakat bir kilise meclisinde ya da Presbiteryen kiliselerindeki kutsal yönetim kurulunda (Hollanda'lıların böyle söylediği gibi) görüldüğü üzere, ruhbanlar sınıfı değişmez kesin bir dinsel öğretiler manzumesini, hem kendi üyelerinin her biri üzerinde, hem de onların aracılığıyla halk üzerinde, her zaman için değişmeyen bir koruyuculuğu güvenle sürdürmek amacıyla, bir yemine dayanarak ortaya koymak hakkını kendilerinde bulmamalı mıdırlar? Hemen yanıt vereyim bu kesinlikle olanaksızdır.
Söyle ki, insan soyunun gelecekteki her yeni aydınlanmasına engel olacak 'böyle bir anlaşma kesin olarak bir hiçtir, mutlak olarak boş ve gelecekten yoksundur; kaldı ki böyle bir sözleşme, en üstün bir yetke ya da parlamentolar veya en gösterişli ve görkemli barış antlaşmaları tarafından onanmış olsa bide.
Çünkü hiç bir çağ bir, yemine dayanarak kendisinden sonra gelen dönemlerin, hem de pek önemli konularda, bilgilerini genişletmemesi ve yanılgılarını düzeltmemesi ya da aydınlanmada ileri gitmemesi için herhangi bir anlaşmaya yönelemez. Böyle bir şey insan doğasına karşı işlenmiş bir kıyım olur; çünkü sözü geçen bu durum, insan doğasının köktenci amacı ve belirlenim ilkelerinden biri olan ilerlemeye aykırıdır, ve bundan dolayı daha sonraki kuşaklar da bu gibi anlaşmaları yetkisiz ve suçlu bularak bir kenara bırakmakta tamamiyle haklıdırlar.
Şimdi acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz? sorusu sorulunca, yanıt şöyle olacaktır: Hayır, aydınlanmış bir çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir dönemde,'bir aydınlanma döneminde yaşıyoruz. şimdiki zamanlarda olduğu gibi, insanlığın bir bütün olarak, başkasının rehberliği olmaksızın, dinsel konularda kendi aklını iyi bir biçimde ve güvenilir bir şekilde kullanması durumunda olması ya da bu duruma getirilebilmesi için katedilecek daha çok yolumuz var.
Fakat bu yönde özgürce çalışmak için şimdi onların yolunun temizlenip aydınlatıldığına ilişkin farklı göstergelere sahibiz; böylece evrensel aydınlanmaya. giden yoldaki engeller, insanın kendi suçu ile düşmüş bulunduğu bu ergin olmayış durumundan kurtuluşu ile ilgili güçlükler yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır. İşte bu bakımdan çağımız bir aydınlanma çağıdır ya da Friedrich'in yüzyılıdır. Bir prens din konularında, halkına herhangi bir emir vermemeyi ya da yükümlülük yüklememeyi kendi görevi bakımından bir küçüklük ya da bir gerilik olarak görmez ve halkını tüm bir özgürlüğe doğru yöneltirse, hatta bu prens hoşgörülü gibi kibirli bir sıfatı kabul ederek bir zayıflık da gösterse, o aydınlanmış bir kimsedir. işte böyle bir kimse çağdaşlarınca ve kendisine borçlu olacak daha sonra gelenlerce; insanlığı ergin olmayıştan ilk kez kurtaran, hükümeti ilgilendirdiği oranda ve bütün insanları vicdanları ile ilgili tüm konularda akıllarını kullanmada özgür bırakan bir insan olarak onurlandırılmayı hak eder.
Onun yönetimi altında kilise ileri gelenleri kendi resmi görevlerinin yapılmasını gerekli gördüğü konularda önyargılı davranmaksızın ve faz- la ayak diretip karşı koymaksızın bir bilim adamı gibi kendi güçleri ve olanakları elverdiği ölçüde özgür bir biçimde ve halka açık olarak kendi kanılarını, düşüncelerini ve kararlarını dünyanın yargısına, oyuna ve onayına sunabilirler, hatta bu tutum yer yer, şurda burda ortodoks öğretiden sapmaları da beraberinde getirse bile; işte bix durum herhangi resmi bir görevle sınırlandırılmamış diğer kimselere de uygulanır.
Bu özgürlük ruhu dışarıya doğru da bir açılma ve yayılma gösterir, öyle: ki kendi işlevini yanlış anlayan, görevini kötüye kullanan ve rolünü başarıyla oyna- yamayan hükümetlerce empoze edilen dış engellemelerle bile sataşmak zorunda kalır. Bu gibi hükümetler, en azın.dan ulusun birliğini ve halkın uyumunu tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda. nasıl varolabildiğini gösteren parlak birer örnektirler. Artık insanlar kendi rızalarıyla yollarının üstünden barbarizmin, bir 'tür büyüklük kompleksinin yavaş yavaş kaldırılması için çalışacaklar ve bu da benimsenmiş, yapma ve uydurma birtakım ölçülerin insanları bunların içinde tutmasının ortadan kaldırılmasıyla birlikte gerçekleşecektir.
Burada aydınlanmanın yani insanın kendi kabahati sonucunda karşı karşıya bulunduğu olgun olmayış ya da kendi sorumluluğu sonucu düştüğü ergin olmayış durumundan kurtuluşunun odâk noktası olarak din konularını belirlemeye çalıştım. Çünkü bilimler ve, sanatlarla ilgili olarak yöneticilerimizin bu konular üzerinde söz sahibi olma ve koruyuculuk yapma rolü oynamaları çıkarlarına uygun düşmez; ikinci olarak din bakımından ergin olmayış her şeyden daha çok tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır.
Fakat bilimlerde ve sanatlarda özgürlüğe öncelik. tanıyan bir devlet başkanının düşünme biçimi daha ileri bir yayılım gösterir ve kendi yasası açısından bile vatandaşlarının kendi akıllarını serbestçe ve herkese açık olarak kullanmasına izin vermesinde hiç bir tehlikenin bulunmadığını bilir, herkesin önünde daha iyi bir yasanın yapılması için onların düşüncelerini alır; bu durum yürürlükteki yasanın doğru, içten ve açık bir eleştirisini getirse bile; önümüzde bu türe uygun çak parlak bir örnek vardır, hiç bir yönetici bizim kendisini onurlandırdığımız bu kimseyi şimdiye değin aşamamıştır. [Büyük Friedrich, ç.] Ama kendisi aydınlanmış, hayaletlerden korkmayan bir yönetici elinde iyi örgütlenmiş ve kalabalık bir orduyu toplumun güvenliğini sağlayabilme için bulundursa da, devletin cesaret edemediği şu sözü söylemek yürekliliğini kendinde bulabilir: “İstediğiniz,kadar ve istediğiniz konular üzerinde düşünün, ama itaat edin!
Bu durum ise insansal konularla ilgili olması nedeniyle karşımıza tuhaf ve umulmadık bir durum olarak, çıkar, tıpkı herşeyin hemen hemen paradoksal olduğunu geniş anlamda aldığımızda buna benzer bir sonuca varmamız gibi bir şeydir bu. Yüksek düzeye ulaşmış bir toplum özgürlüğüdür kuşkusuz halkın zihinsel özgürlüğü yanında bir önceliği vardır ve onun önüne aşamayacağı sınırlar koyar: Buna karşın toplum özgürlüğünün daha aşağı bir düzeyde olması demek, onun zihin özgürlüğüne kendi gücünü gösterebilmesi için yeteri kadar yer sağlaması demektir.
Doğa bir defalığına. sert kabuğu altındaki tohumu özgürlüğüne kavuşturmuş, bütün yumuşaklığı ile onu kollamış, yani özgür düşünmeye yönelik bir eğilim ve hizmet sonunda giderek halkın zihniyetine, onda yerleşmiş bulunan inançlara tepki göstermiş ve yavaş yavaş özgür eyleyebilme aşamasına, gelmiştir.
Bu durum yani özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin yani hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri düşüncesi, makinadan fazla bir şey olan insanın' insansal onuruna uygun davranma düşüncesine dönüşecektir.
“Aydınlanma Nedir” (1784) Immanuel Kant-
Türkçesi: Nejat Bozkurt Felsefe Yazıları-1983
15.12.2008 - 21:59
ACI
Ve bir kadın, 'Bize acıdan bahset' dedi. Ve o cevap verdi:
'Acınız, anlayışınızı saklayan kabuğun kırılışıdır.
Nasıl bir meyvenin çekirdegi, kalbi Günes'i görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.
Ve eger kalbinizi, yasamınızın günlük mucizelerini hayranlıkla izlemek üzere açarsanız, acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz;
Ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçisini kabul ettiginiz gibi,
aynı dogallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylıyacaksınız.
Ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz.
Acılarınızın çogu sizin tarafinızdan seçilmiştir.
Acınız, aslında içinizdeki doktorun, hasta yanınızı iyilestirmek için sundugu 'acı' ilaçtır.
Doktorunuza güvenin ve verdigi ilaci sessizce ve sakince için;
Çünkü size sert ve haşin de gelse, onun elleri 'Görülmeyen'in şefkatli elleri tarafindan yönlendirilir.
Ve size ilacı sundugu kadeh dudaklarınızı yaksa da,
O'nun kutsal gözyaslarıyla ıslanmış kilden yapılmıştır.'
Halil Cibran
ARKADAŞLIK
Ve bir genç, şöyle dedi: 'Bize arkadaşlıktan bahset.' Ve o cevap verdi:
'Arkadaşınız, cevap bulan gereksinimlerinizdir. O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır. O sizin sofranız ve ocak başınızdır.
Çünkü ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.
Arkadaşınız sizinle içinden geldiği gibi konuştuğunda,
ne 'hayır' demek zor gelir, ne de 'evet' demekten çekinirsiniz.
Ve o sessiz kaldığında, kalbiniz onun kalbini dinlemek için sessizleşir.
Çünkü arkadaşlıkta, kelimeler susunca, tüm düşünceler, tüm arzular
ve beklentiler, gürültüsüz bir sevinç içinde doğar ve paylaşılırlar.
Arkadaşınızdan ayrıldığınızda ise yas tutmazsınız;
Çünkü onun en sevdiğiniz yanı, yokluğunda daha bir berraklık kazanır, tıpkı bir dağın, dağcıya, ovadan daha net görünmesi gibi...
Ve arkadaşlığınızda, ruhsal derinlik kazanmaktan başka bir amaç gütmeyin.
Çünkü, salt kendi gizemini açığa vurmak peşinde olan sevgi, sevgi değil, savrulmuş bir ağdır ve sadece yararsız olan yakalanır.
Ve arkadaşınıza, kendinizi olduğunuz gibi sunun.
Eğer dalgalarınızın cezrini bilecekse, meddini de bilmesine izin verin.
Çünkü salt zaman öldürmek için bir arkadaş aramanızın anlamı olabilir mı?
Onu, zamanı yaşatmak için arayın.
Çünkü o gereksiniminizi karşılamak içindir, boşluğunuzu doldurmak için değil.
Ve arkadaşlığın hoşluğunda, kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde, yürek sabahını bulur ve tazelenir.'
Halil Cibran
AŞK
Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım.
Aşktan haberdar olduğumda sözler cılız bir hıçkırığa dönüştü, yüreğimdeki şarkı derin bir sessizliğe gömüldü.
Ey bana gizlerinin ve mucizelerinin varlığına inandığım Aşk 'ı soran sizler,
Aşk peçesiyle beni kuşattığından beri ben size aşkın gidişini ve değerini sormaya geliyorum.
Sorularımı kim yanıtlayabilir? Sorularım kendi içimdeki için; kendi kendime cevaplamak istiyorum.
İçinizden kim içimdeki benliği bana ve ruhumu ruhuma açıklayabilir?
Aşk adına söyleyin, yüreğimde yanan, gücümü tüketen ve isteklerimi yok eden bu ateş nedir?
Ruhumu kavrayan bu yumuşak ve kaba gizli eller nedir; yüreğimi kaplayan bu acı sevinç ve tatlı keder şarabı nedir?
Baktığım bu görünmeyen, merak ettiğim açıklanamayan, hissettiğim hissedilemeyen şey nedir? Hıçkırıklarımda kahkahanın yankısından daha güzel, sevinçten daha mutluluk verici bir keder var.
Neden kendimi beni öldüren ve sonra şafak sökene kadar tekrar dirilten, hücremi ışığa boğan bu bilinmeyen güce veriyorum?
Uyanıklık hayaletleri kurumuş gözkapaklarımın üstünde titreşiyor ve taştan yatağımın etrafında düş gölgeleri uçuşuyor.
Aşk diye seslendiğimiz şey nedir? Söyleyin bana, bütün anlayışlara sızan ve çağlarda gizli olan o sır nedir?
Başlangıçta olan ve herşeyle sonuçlanan bu anlayış nedir?
Yaşam 'dan ve Ölüm 'den, Yaşam 'dan daha acayip, Ölüm 'den daha derin bir düş oluşturan bu uyanıklık nedir?
Söyleyin bana dostlar, içinizde Yaşam 'ın parmakları ruhuna dokunduğunda Yaşam uykusundan uyanmayan biri var mı?
Yüreğinin sevdiğinin çağrısıyla babasından ve annesinden vazgeçmeyecek kimse var mı?
İçinizden kim ruhunun seçtiği kişiyi bulmak için uzak denizlere açılmaz, çölleri aşmaz, dağların doruğuna tırmanmaz?
Hangi gencin yüreği tatlı nefesli, güzel sesi ve büyülü dokunuşlu elleriyle ruhunu kendinden geçiren kızın peşinden dünyanın sonuna gitmez?
Hangi varlık dualarını bir yakarış ve bağış olarak dinleyen bir Tanrı 'nın önünde yüreğini tütsü diye yakmaz?
Dün kapısından geçenlere Aşk'ın sırları ve değeri sorulan tapınağın girişinde durmuştum. Ve önümden çok zayıflamış, yüzü hüzünlü yaşlı bir adam iç çekerek geçti ve şöyle dedi:
'Aşk bize ilk insandan beri bağışlanmış bir güçsüzlüktür.'
Yiğit bir genç karşılık verdi:
'Aşk bugünümüzü geçmişe ve geleceğe bağlar.'
Ardından kederli yüzlü bir kadın hıçkırarak şöyle dedi:
'Aşk cehennem mağaralarında sürünen kara engereklerin ölümcül zehiridir.
Zehir çiy gibi taze görünür, susuz ruhlar aceleyle içer onu; ama bir kere zehirlenince hastalanır ve yavaş yavaş ölürler.'
Sonra gül yanaklı bir kız gülümseyerek dedi ki:
'Aşk Şafak 'ın kızları tarafından sunulan ve güçlü ruhlara güç katıp onları yıldızlara çıkaran bir şaraptır.'
Ardından çatık kaşlı, kara giysili, sakallı bir adam geldi:
'Aşk gençlikte başlayıp biten kör cahilliktir.'
Bir başkası gülümseyerek açıkladı:
'Aşk insanın tanrıları mümkün olduğunca fazla görmesini sağlayan kutsal bir bilgidir.'
Sonra yolunu asasıyla bulan kör bir adam konuştu:
'Aşk ruhlardan varlığın sırlarını gizleyen kör edici bir sistir;
yürek tepeler arasında sadece titreşen arzu hayaletlerini görür ve sessiz vadilerin çığlıklarının yankılarını duyar.'
Çalgısını çalan genç bir adam şarkı söyledi:
'Aşk ruhun çekirdeğindeki yangından saçılan ve dünyayı aydınlatan bir ışıktır.
Yaşam 'ı bir uyanışla diğeri arasındaki güzel bir düş olarak görmemizi sağlar.'
Ve paçavraya dönmüş ayaklarının üzerinde sürüklenen güçsüz düşmüş çok yaşlı bir adam titrek bir sesle şunları söyledi:
'Aşk mezarın sessizliğinde bedenin dinlenmesi, Sonsuzluk 'un derinliklerinde ruhun huzura ermesidir.'
Ve onun ardından gelen beş yaşındaki bir çocuk gülerek dedi ki:
'Aşk annemle babamdır, onlardan başka kimse bilmez aşkı.'
Ve böylece Aşk'ı tarif eden herkes kendi umutlarını ve korkularını bıraktı önüme sır olarak.
O anda tapınağın içinden gelen bir ses duydum:
'Yaşam iki yarıya ayrılmıştır: biri donar, biri yanar; yanan yarı, Aşk 'tır.'
Bunun üzerine tapınağa girdim, sevinçle diz çökerek dua ettim:
'Tanrım, beni yanan alevin besleyicisi yap...
Tanrım beni kutsal ateşine at...'
Halil Cibran
Beraberlik
Sonra Almitra tekrar konustu: 'Peki ya beraberlik? ' Ve o cevap verdi:
'Siz beraber dogdunuz ve hep öyle kalacaksiniz.
Ölümün beyaz kanatlari, sizin günlerinizi dagittiginda da beraber olacaksiniz.
Siz Tanri'nin sessiz belleginde bile beraber olacaksiniz. Fakat birlikteliginizde belli bosluklar birakin.
Ve izin verin, cennetlerin rüzgarlari aranizda dans edebilsin...
Birbirinizi sevin; ama sevgi bir bag olmasin, Daha ziyade, ruhlarinizin sahilleri arasinda hareket eden bir deniz gibi olsun.
Birbirlerinizin bardaklarini doldurun; ancak ayni bardaktan içmeyin...
Ekmeklerinizi paylasin; ama birbirinizinkini yemeyin...
Beraberce sarki söyleyin, dans edin, cosun; fakat birbirinizin yalnizligina izin verin;
Tipki bir lavtanin tellerinin ayri ayri olup, yine de ayni müzikle titresmeyi bilmeleri gibi...
Birbirinize kalbinizi verin; ama digerinin saklamasi için degil;
Çünkü yalnizca Hayat'in eli, sizin kalplerinizi kavriyabilir...
Ve yanyana ayakta durun; ama çok yakin degil,
Çünkü bir mabedin ayaklari arasinda mesafe olmalidir;
Ve mese agaciyla, selvi agaci, birbirinin gölgesi altinda büyüyemez.'
Halil Cibran
Çocuklar
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil, Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil. Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
Halil Cibran
Diğer Yanın
En şık elbiselerin Diğer yanının tezgahında dokundu.
En tatlı yemeklerin Diğer yanının sofrasında yediğin.
İstirahat ettiğin en rahat divan Diğer yanının evindeki.
Allah aşkına! De bana Nasıl olur da Kendini diğer yanından ayırabilirsin?
Halil Cibran
Düşünceler
Durmaksızın yürüyorum bu kıyılarda, kumla köpüğün arasında.
Yükselen deniz ayak izlerimi silecek, rüzgar köpüğü önüne katacak,
ama denizle kıyı daima kalacak.
Bugünün acısı, dünün hazzının anısıdır.
Anımsamak bir tür buluşmadır.
Unutmak ise bir tür özgürlük.
Yüreğimdeki mühür kalbim kırılmadan çözülebilir mi?
Sevgililer birbirlerinden çok aralarındakini kucaklarlar.
Arkadaşlık her zaman için tatlı bir sorumluluktur, asla bir fırsat değil.
Ancak büyük bir acı veya büyük bir sevinç senin gerçeğini açığa çıkarabilir.
İşte böyle bir anda ya güneş altında çıplak danset, ya da çarmıhını taşı.
İnsanlık, sonsuzluğun dışından sonsuzluğa akan bir ışık nehridir.
Şafağa ancak gecenin yolunu izleyerek ulaşılabilir.
Gariptir ki, kimi zevklerin tutkusudur, acılarımızın bir kısmını oluşturan.
Kişinin hayal gücüyle, düşlerinin gerçeklesmesi arasındaki mesafe,
yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.
Cennet orada, şu kapının ardında, hemen yandaki odada; ama ben anahtarı kaybettim.
Belki de sadece koyduğum yeri unuttum.
Kuş tüyünde uyuyanların düşlerinin, toprak üzerinde uyuyanlarınkinden daha güzel olmadığı gerçeğinde,
yaşamın adaletine olan inancımı yitirmem mümkün mü?
Bana kulak ver ki, sana ses verebileyim.
Karşındakinin gerçeği sana açıkladıklarında değil, açıklayamadıklarındadır.
Bu yüzden onu anlamak istiyorsan, söylediklerine değil, söylemediklerine kulak ver.
Söylediklerimin yarısı beş para etmez; ama ola ki diğer yarısı sana ulaşabilir
diye konuşuyorum.
Yalnızlığım, insanlar geveze hatalarımı övüp, sessiz erdemlerimi eleştirmeye
başladığında doğdu.
Bir gerçek her zaman bilinmek, ama ara sıra söylenmek içindir.
İçimizdeki gerçek olan sessiz, edinilmiş olan ise gevezedir.
İçimdeki yaşamın sesi, senin içindeki yaşamın kulağına ulaşamaz.
Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım.
Sözcüklerin dalgası hep üstümüzde olsa da, derinliklerimiz daima dinginliğini korur.
Yaşam kalbini okuyacak bir şarkıcı bulamazsa, aklını konusacak bir filozof yaratır.
Zihnimiz bir süngerdir, yüreğimizse bir nehir.
Çoğumuzun akmak yerine, sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!
Eger kış, 'Baharı yüreğimde saklıyorum' deseydi, ona kim inanırdı?
Her tohum bir özlemdir.
Öğretilerin çoğu pencere camı gibidir. Arkasındaki gerçeği görürsün, ama cam seni gerçekten ayırır.
Haydi seninle saklambaç oynayalım.
Yüreğime saklanırsan eğer, seni bulmak zor olmaz.
Ancak kendi kabuğunun ardına gizlenirsen, seni bulmaya çalışmak bir işe yaramaz.
Neşeli yüreklerle birlikte neşeli şarkılar söyleyen kederli bir kalp ne kadar yücedir.
Yürüyenlerle birlikte yürümeyi yeğlerim, durup yürüyenlerin geçişini seyretmek değil.
Hayır, boşuna yaşamadık biz!
Kemiklerimizden kuleler yapmadılar mı?
Özel ve ayrımcı olmayalım.
Unutmayalım ki, şairin aklı da, akrebin kuyruğu da gururla aynı yeryüzünden yükselir.
Evim der ki, 'Beni bırakma, çünkü burada senin geçmişin yaşıyor.'
Yolum der ki, ' Gel ve beni izle, çünkü ben senin geleceğinim.'
Ve ben hem eve, hem de yola derim ki,
'Benim ne geçmişim, ne de geleceğim var.
Eğer kalırsam, kalışımda bir ayrılış vardır;
gidersem, ayrılışımda bir kalış.
Yalnızca sevgi ve ölüm her şeyi değiştirebilir.'
Daha dün, yaşam küresi içinde uyumsuzca titreşen bir kırıntı olduğumu düşünürdüm.
Şimdi biliyorum ki, ben kürenin ta kendisiyim,
ve uyumlu kırıntılar halinde tüm yaşam içimde devinmekte.
Adlandıramadığın nimetleri özlediğinde, ve nedenini bilmeden kederlendiğinde,
işte o zaman büyüyen her şeyle beraber büyüyecek ve üst benliğine uzanacaksın.
Ağaçlar yeryüzünün gökkubbeye yazdığı şiirlerdir.
Ama biz onları devirir ve boşluğumuzu kaydedebilmek için kağıda dönüştürürüz.
Güzelliğin şarkısını söylersen eğer,
çölün ortasında tek başına olsan bile bir dinleyicin olacaktır.
Esin daima şarkı söyler; asla açıklamaya çalışmaz.
En büyük sarkıcı, sessizliğimizin şarkısını söyleyendir.
Eğer ağzın yemekle doluysa nasıl şarkı söyleyebilirsin?
Ve eğer elin altınla yüklüyse, şükretmek için nasıl kaldırabilirsin?
Sözler zamansızdır.
Onları zamansızlıklarını bilerek söylemeli ya da yazmalısın.
Şiir bir düşüncenin ifadesi değildir.
O, kanayan bir yaradan veya gülümseyen bir ağızdan yükselen bir şarkıdır..
Kum ve Köpük - 1926
Halil Cibran
Eğitim
Sonra bir ögretmen, 'Bize egitimden bahset.' dedi. Ve o cevap verdi:
'Hiç kimse size, içinizdeki bilginin safaginda halen yari uykuda olandan bir zerre fazlasini açiklayamaz.
Takipçileri arasinda mabedin gölgesinde yürüyen bir ögretmen,
size bilgeligini degil sadece inancini ve sevgisini verebilir.
Eger gerçek bir bilgeyse,
bilgeliginin evine davet etmek yerine, sizi kendi aklinizin esigine dogru yönlendirir.
Bir astronomi bilgini, size uzayla ilgili anlayisindan bahsedebilir ama anlayisini size veremez.
Bir müzisyen her yerde var olan ritimlerle bir sarki söyleyebilir; ancak ne ritmi yakalayan kulagi, ne de onu ekolayan sesi size sunabilir.
Ve semboller ilminde usta biri, size simgesel alanlardan söz eder, ama sizi oralara tasiyamaz.
Çünkü bir kisinin sahip oldugu ilham, kanatlarini baska birine ödünç veremez.
Ve nasil herbiriniz Tanri'nin bilgisinde özgün bir yere sahipseniz, sizin de Tanri'yi kayrayisiniz ve dünyayi anlayisiniz tek basiniza ve size özel olacaktir.'
Halil Cibran
Ermiş
Kendi gününün şafağında, seçilmiş ve sevilen insan Al Mustafa, tam oniki yıl boyunca Orphales şehrinde, gemisinin geri dönüp kendisini doğduğu adaya götürmesini bekledi.
Ve onikinci yılda, hasat ayı olan Ielool'un yedinci gününde,
şehir duvarlarından uzak bir tepeye tırmandı, denize doğru baktı
ve gemisinin sisle beraber gelişini seyretti.
O anda kalbinin kapıları açıldı ve sevinci denize doğru uzandı.
Ve gözlerini kapadı, ruhunun sessizliğinde dua etti.
Tepeden inerken bir hüzün hissetti ve kalbinde şöyle düşündü:
'Nasıl huzur içinde ve üzülmeden gidebilirim?
Hayır, ruhum yara almadan bu şehri terketmeliyim..
Duvarlar arasında acı dolu geçen uzun günler,
yalnızlık içinde uzun geceler; kim acıdan ve
yalnızlıktan pişmanlık duymadan buradan kopabilir?
Bu caddelere ruhumdan o kadar çok parça saçtım ki,
özlemimin o kadar çok çocuğu bu tepelerde çıplak dolaştı ki,
sıkıntı ve ıstırap çekmeden onlardan kendimi ayıramam..
Bugün üstümden çıkardığım bir giysi değil,
kendi ellerimle yırttığım derim, kabuğum..
Geride bıraktığım bir düşünce değil,
açlık ve susuzlukla tatlandırılmış bir gönül...
Yine de daha fazla oyalanamam...
Herşeyi kendine çeken deniz beni de çağırıyor; yola çıkmalıyım...
Çünkü kalmak, saatler geceyle yanarken, donmak, kristalleşmek ve bir kalıba dökülmek demek...
Buradaki herşeyi memnuniyetle yanıma alırdım, ama nasıl?
Bir ses, dili ve ona kanat olan dudakları taşıyamaz.
Boşluğu yalnız başına aramalı...
Ve kartal, tek başına, yuvasını taşımadan Güneş'e uçmalı...'
Tepenin yamacına eriştiğinde tekrar denize döndü ve baş tarafında kendi yöresinden gemicileri barındıran gemisinin limana yanaştığını gördü.
Ruhundan kopan sözlerle onlara seslendi: 'Kadim annemin oğulları, med-cezir süvarileri...
Ne kadar sık benim rüyalarıma yelken açtınız. Şimdi benim uyanışıma geldiniz, ki bu benim en derin rüyam olmalı...
Gitmeye hazırım ve şevkimin yelkenleri rüzgarı bekliyor.
Bu durgun havadan sadece bir nefes daha alacağım, sadece bir bakış daha geriye, sevgi dolu...
Ve sonra aranızda yerimi alacağım, gemiciler arasında bir deniz yolcusu olarak ben...
Ve sen, engin deniz, uyuyan anne, nehrin, ırmağın özgürlüğü...
Bu nehir sadece bir kıvrım daha yapacak, bu arazide bir kere daha çağıldayacak...
Ve ben sana geleceğim, sınırsız okyanusa sınırsız bir damla...'
Yürürken, uzaktaki tarlalardan, bağlardan, erkeklerin ve kadınların şehir kapılarına doğru koşuştuklarını gördü.
Birbirlerine geminin gelişinden bahsettiklerini ve kendi adını çağırdıklarını duydu.
Şöyle düşündü:
'Ayrılık günü, aynı zamanda toplanma günü mü olacak?
Benim akşamımın aslında şafağım olduğu söylenecek mi?
Sabanını tarlanın ortasında bırakana, üzüm cenderesinin çarkını durdurana
ben ne verebilirim?
Kalbim meyveyle yüklü bir ağaca dönüşse de derleyip onlara sunabilsem..
İştiyakım bir pınar gibi aksa da kaplarını doldurabilsem...
Bir yücenin elinin dokunmasını bekliyen bir harp mı, yoksa nefesinin içimden geçeceği bir flüt müyüm?
Sessizliğin arayıcısı olan ben, sessizlik içinde başkalarına güvenle dağıtabileceğim nasıl bir hazine buldum?
Eğer bugün hasat günüyse, hangi tarlalara ve hangi anımsanmayan mevsimlerde tohumları ekmiş olabilirim?
Ve eğer fenerimi yükselteceğim saat gelmişse, içinde yanan benim alevim olmayacak...
Kendimi bomboş ve karanlık hissederek fenerimi kaldıracağım...
Ve gecenin bekçisi fenerimin içine yağı koyacak; onu yakacak da...'
Bunlar kelimelere dökülenlerdi. Fakat kalbindeki pek çok şey, söylenmemiş olarak kaldı. Çünkü en derin gizemini açıklayamazdı...
Ve şehre döndüğünde, herkes onu karşılamaya geldi. Adeta tek bir ses olarak ağlıyorlardı.
Ve şehrin yaşlıları ileri çıkıp şöyle dediler:
'Henüz gitme; bizi bırakma.
Bizim alacakaranlığımıza öğle ışığı oldun; ve gençliğin, hayallerimize hayaller getirdi.
Sen aramızda bir yabancı, bir misafir değilsin. Çok sevdiğimiz oğlumuzsun...
Gözlerimiz, senin yüzününü görememenin açlığını ve acısını yaşamasın.'
Ve rahiplerle rahibeler konuşmaya başladılar:
'Denizin dalgalarının bizi ayırmasına, aramızda geçirdiğin yılların bir anı olmasına izin verme.
Aramızda bir hayalet gibi yürüdün ve gölgen, yüzümüze düşen bir ışık oldu.
Seni çok sevdik; ama sevgimiz sözlere dökülmedi ve örtülü kaldı.
Ama şimdi sana yüksek sesle haykırılıyor; sevgimiz önüne seriliyor.
Hep yaşandığı gibi, ne yazık ki sevgi kendi derinliğini, ayrılma anına kadar anlıyamıyor...'
Diğerleri de ona yalvardılar; ama o hiç cevap vermedi.
Sadece başını önüne eğdi ve ona yakın duranlar, göğsüne düşen göz yaşlarını gördüler.
Sonra, kalabalıkla birlikte tapınağın önündeki meydana doğru yürüdüler.
Ve mabetten Almitra adında bir kahin kadın çıktı.
Ve o, kadına sonsuz bir şefkatle baktı;
çünkü daha şehirdeki ilk gününde onu bulan ve inanan bu kadın olmuştu.
Ve kadın onu selamlıyarak konuşmaya başladı:
'Tanrının sevgili kulu, son noktayı keşfedebilmek için uzun zamandır uzakları gözlüyor, gemini bekliyorsun.
Ve şimdi gemin burada, sen de gitmelisin.
Anılarındaki ülke ve büyük dileklerinin mekanı için duyduğun hasret çok derin.
Ve ne sevgimiz seni bağlıyabilir, ne de sana olan ihtiyacımız seni tutabilir.
Ancak bizden ayrılmadan önce bizimle konuşmanı ve bize gerçeği anlatmanı istiyoruz.
Ve biz onu çocuklarımıza, onlar da kendi çocuklarına aktaracaklar ve o hiç bir zaman yok olmayacak...
Yalnızlığında bizim günlerimizi gözlemledin ve uyanıklığında, bizim uykumuzun hıçkırıklarını ve kahkahalarını dinledin.
Şimdi bizi bize aç ve doğumla ölüm arasında yer alanlardan sana aşikar olanları bize de anlat.'
Ve o cevap verdi:
'Orphales halkı, tam şu anda ruhlarınızda devinmede olandan öte, size neden bahsedebilirim? '
.................................................
Halil Cibran
Evlilik
Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız,
Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız,
Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız,
Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun,
Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda,
Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın,
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun sevgi
Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin,
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın,
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın,
Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır,
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın,
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan,
Hep yanyana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın,
Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır,
Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez....
Halil Cibran
Ey Kavmim
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvin. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını, Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı'ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldenizi açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa'yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdalena'yı 'fahişe' diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın. Zebur'u, Tevrat'ı, İncil'i, Kuran'ı bilirsin. Hazreti Davud için üzülür ama Golyat'ı tutarsın.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvin. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın. Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın. Örümcek olsan Hazreti Muhammed'in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin. Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin. Hazreti Hüseyin'in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın. Muaviye'ye kızar ama ayaklanmazsın. Hazreti Ömer'i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Ölülerine dönüp de bakmazsın. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvin. Ama arkana baktığın için taş kesileceksin. Ve sen kendine bile ağlamayacaksın. Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin. Musa önünde Kızıldeniz'i açsa o denizden geçemezsin. Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Halil Cibran
Haz
Sehri yilda bir ziyaret eden bir münzevi
söyle dedi: 'Bize hazdan bahset.'
O, konusmaya basladi:
'Haz bir özgürlük sarkisidir,
Ama özgürlük degil...
Haz, arzularin tomurcugudur,
Ama meyvesi degil...
Yükselisi çagiran bir derinliktir,
Ama ne derin, ne de yüksek olandir...
Kafestekinin kanatlanisidir,
Mekanla sinirlanmis degildir...
Haz, aslinda bir özgürlük sarkisidir...
Bu sarkiyi tüm kalbinizle söyleyin,
Ama sarkida kalbinizi yitirmeden...
Gençligin büyük bölümü hazzi arar,
sanki haz hersey gibi; ama yargilanir
ve azarlanirlar.
Ben onlari ne yargilar, ne azarlarim. Birakin arasinlar...
Çünkü onlar arayislarindayalnizca hazzi bulmayacaklar.
Hazzin yedi kizkardesi vardir ve en küçükleri
bile hazdan daha muhtesemdir.
Bitki kökleri için topragi kazarken hazine bulan
adamin hikayesini duymadiniz mi?
Aranizda daha olgun olan bazilari geçmiste yasadiklari hazlari,
sarhosken islenen yanlislar misali, pismanlikla hatirlar.
Fakat pismanlik aklin bulutlandirilmasidir, uslandirilmasi degil.
Onlar hazlarini minnetle anmalidirlar, bir yazin sonundaki hasat gibi.
Yine de onlari unutmak rahatlatiyorsa, birakin rahat kalsinlar.
Arayanlar kadar genç, hatirlayanlar kadar yasli
olmayanlar ise, ruhun gereklerini ihmal etmek veya
kabahat islemek korkusuyla hazdan sakinirlar.
Fakat onlari da yönlendiren hazdir;
bitki kökleri için topragi titreyen ellerle
kazsalar bile onlar da hazineyi bulurlar.
Söyleyin bana, onlar kim ki ruhu gücendirsinler?
Bülbül gecenin sessizligini veya ates böcegi
yildizlari gücendirebilir mi?
Ve sizin atesiniz veya dumaniniz rüzgara yük olur mu?
Nasil olur da ruhu, bir çomakla karistirabileceginiz
sakin bir havuz gibi algilayabilirsiniz?
Çogunlukla, hazzi reddettiginizde asil yaptiginiz,
varliginizin gizli yerlerinde arzuyu depolamak olacaktir.
Bugün ihmal edilenin yarini beklemedigini kim bilebilir?
Ve bedeniniz, ruhunuzun müzik aletidir.
Ve güzel müzik veya anlasilmaz
sesler çikarmak size kalmistir.
Simdi kalbinize sorun:
'Bizim için iyi olan hazla zararli hazzi nasil ayirabiliriz? '
Kirlara, bahçelere çikin; ögreneceksiniz ki çiçeklerden
bal toplamak arinin hazzidir; balini sunmak ise çiçegin...
Çünkü ariya göre çiçek yasamin kaynagidir.
Ve çiçek için ari sevginin ulagidir.
Ve ikisi için ise, hazzin verilmesi ve alinmasi
bir gereksinim ve bir vecddir...
Hazlarinizda arilar ve çiçekler gibi olun...'
Halil Cibran
Haz ve Izdirap
Sonra bir kadin konustu:
'Bize haz ve istiraptan bahset.'
Ve o cevap verdi:
'Hazziniz, istirabinizin maskesiz halidir.
Ve kahkahanizin yükseldigi ayni kuyu,
sik sik gözyaslarinizla dolar.
Baska türlü olabilmesi mümkün müdür?
Istirabin içinize kazidigi alan ne kadar
derin olursa, o denli çok hazzi içerebilir.
Ve sarabinizi tasiyanla, çömlekçinin firininda
yanan ayni kadeh degil midir?
Ve sesi ruhunuzu oksayan lavta, daha önce
biçaklarla oyulan tahtayla bir degil midir?
Kendinizi neseli hissettiginizde
kalbinizin derinliklerine inin.
Farkedeceksiniz ki, size bu sevinci veren,
daha önce üzülmenize neden olmustu.
Üzgün oldugunuzde, tekrar kalbinize dönün.
Göreceksiniz ki, daha önce sevinciniz olan
bir sey için agliyorsunuz.
Bazilariniz, 'Haz, istiraptan daha anlamlidir' der;
digerleri ise, 'Hayir, istirap daha anlamlidir'.
Bense, ikisi birbirinden ayrilamaz, diyorum.
Onlar beraber gelirler.
Ve siz, bir tanesiyle masanizda otururken,
unutmayin ki, digeri de yataginizda uyuyordur.
Gerçekte siz, hazzinizla istirabiniz
arasinda bir terazi konumundasiniz.
Sadece bos oldugunuzda, hareketsiz
ve dengede kalabilirsiniz.
Bir hazine avcisi, altin ve gümüsünü tartmak için
sizi kullandiginda, haz ve istirap kefeleriniz,
ister istemez, yükselip alçalacaktir.'
Halil Cibran
İyilik ve Kötülük
Ve şehrin yaşlılarından biri, 'Bize iyilik ve kötülükten bahset.' dedi.
Ve o cevap verdi:
'Yalnızca içinizdeki iyilikten bahsedebilirim, kötülükten değil.
Çünkü kötülük, kendi açlık ve susuzluğu içinde
azap çeken iyilikten başka ne olabilir ki?
Gerçekten de iyilik, acıktığında en karanlık mağaralarda bile
yiyecek arar ve susadığında kirli, durgun sulardan bile içer.
Siz, kendinizle bir olduğunuzda iyisiniz; bununla birlikte,
kendinizle bir olmadığınızda, kötü değilsiniz.
Çünkü parçalanmış bir aile eşkiyaların ini değildir;
sadece parçalanmış bir ailedir.
Ve dümensiz bir gemi, tehlikeli adalar arasında
amaçsızca dolaşır durur, ama dibe batmaz.
Siz, kendinizden bir şeyler vermeye çabaladığınızda iyisiniz;
Kendiniz için bir kazanç sağlamaya çalıştığınızda ise,
kötü değilsiniz.
Çünkü, bir şey kazanmak için uğraştığınızda, toprağa tutunan
ve onun göğsünde beslenen bir kök gibisiniz.
Doğaldır ki, meyve köke 'Benim gibi, olgun, dolgun ve bol bol veren ol..' demez.
Çünkü, almak nasıl kök için bir ihtiyaçsa,
meyve için de vermek bir gereksinimdir.
Konuşurken tamamen uyanıksanız, iyisiniz.
Ama, diliniz anlamsızca kekelerken uyukluyorsanız,
kötü değilsiniz;
Ve sürçen bir konuşma bile, zayıf bir dili güçlendirebilir.
Amacınıza doğru sağlam ve cesur adımlarla ilerlediğinizde iyisiniz;
Fakat oraya topallıyarak gittiğinizde de, kötü değilsiniz.
Çünkü topallayanlarınız bile geri gitmez.
Fakat güçlü ve hızlı olanlarınız, incelik gösterin
ve topal birinin yanında asla topalllamayın.
Siz, sayısız konuda iyisiniz ve
iyi olmadığınızda ise, kötü değilsiniz.
Sadece oyalanıyor ve tembellik ediyorsunuz.
Ne yazık ki, geyikler kaplumbağalara çevikliği öğretemiyor.
İyiliğinizin, üstün beninize duyduğunuz özlemde saklı
ve bu özlem herbirinizde mevcut.
Ancak bazılarınızda bu özlem, yamaçların gizemini
ve ormanın ezgilerini taşıyarak, büyük bir güçle
denize doğru akan bir sel gibidir.
Ve diğerlerinde ise, dönemeçlerle ve kavislerle yolunu kaybeden,
kıyıya ulaşmadan önce oyalanıp duran durgun bir ırmağa benzer.
Yine de özlemi fazla olanın, az olana 'Neden bu kadar yavaşsın,
neden duraklıyorsun? ' demesine izin vermeyin.
Çünkü gerçekten iyi olan, ne çıplak birine, `Neden elbisen yok? '
diye sorar, ne de evsiz olana 'Evine ne oldu? ' der.'
Ermiş - 1923
Halil Cibran
Kalbimin Derinlerinden
Kalbimin derinlerinden bir kuş uyandı
ve uçtu gökyüzüne doğru.
Yükseldikçe, daha ve daha,
büyümeye başladı daha da.
Önce bir kırlangıç gibiydi,
sonra tarla kuşu ve kartal,
sonra bir bahar bulutu misali genleşti
en sonunda tüm yıldızlı gökleri kapsadı.
Kalbimin derinlerinden bir kuş uyandı,
uçtukça büyüdü, çoğaldı,
oysa yüreğimi hiç terketmemişti...
Halil Cibran
Kendini Biliş
Ve bir adam söyle dedi: 'Bize kendini bilişten bahset.'
Ve o cevap verdi:
'Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sirrini sessizce bilir.
Ancak kulaklariniz, kalbinizin bilgisini isitmek için deli olur.
Düsüncelerinizde daima bildiginizi, kelimelerde de bileceksiniz.
Rüyalarinizin çiplak bedenine parmaklarinizla dokunabileceksiniz.
Ve böyle de olmasi gerekir.
Ruhunuzun sakli kaynagi yükselmeli ve çagildayarak denize dogru kosmali;
Ve o zaman, sonsuz derinliginizin hazineleri gözlerinizin önüne
serilecektir.
Ancak bilinmeyen hazinenizi tartmak için tarti aramayin;
Ve bilginizin derinligini degnekle veya iskandil ipiyle ölçmeye kalkmayin.
Çünkü kisi, ölçüsüz ve sinirsiz bir deniz gibidir.
'Tek dogruyu buldum' degil, 'Bir dogruyu buldum' deyin.
'Ruha giden yolu buldum' degil,
'Kendi yolumda yürürken ruhu buldum' deyin.
Çünkü ruh, her yolda yürür.
Ruh ne bir çizgi üzerinde yürür;
ne de bir kamis gibi dümdüz büyür.
Ruh, sayisiz taç yapraklari olan
bir lotus çiçegi gibi açilir.'
Halil Cibran
Kırık Kanatlar
Yirmi yaşımdayken annem bana şöyle demişti:
- Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.
- Eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim, dedim.
- Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum, dedi.
- Evet ama, dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben, diye karşılık verdim.
- Dünyaya gelmeseydin cenette bir melek olarak kalacaktın, dedi.
- Ama ben hâlâ bir meleğim, diye cevaplardım.
Gülümsedi ve dediki ' Kanatların nerede peki? '
Elini tutup omzuma koydum ve ' Burada ', dedim.
' Kırılmışlar ', dedi.
Bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. Ama 'kırılmışlar' sözü içimde yankılanmaya devam etti...
* * *
Bana mutluluktan söz etme; anısı beni mutsuz ediyor. Bana huzurdan söz etme; gölgesi beni korkutuyor; ama ban bana, sana, Cennet' in kalbimin külleri içinde yaktığı mübarek feneri göstereceğim; seni bir annenin yegane bir çocuğunu sevdiği gibi sevdiğimi biliyorsun. Aşk seni kendimden dahi korumayı öğretti bana. Beni, seninle birlikte uzak diyarlara gitmekten alıkoyan şey, ateşle temizlenmiş o aşktır. Aşk, senin özgürce ve erdemli bir şekilde yaşamana imkan vermek için içimdeki arzuyu öldürüyor. Sınırlı aşk, sevdiğini sahiplenmek, sınırsız aşk ise sadece kendini ister. Gençliğin saflığı ve uyanışı arasına düşen aşk kendini sahiplenme ile tatmin eder ve sarılmalarla büyür. Ama gökkubbenin kucağında doğan ve gecenin sırlarıyla inen aşk, edebiyat ve ölümsüzlükten başka hiçbir şeyle huzurlu olamaz; İlahi varlık dışında hiçbir şeyin önünde hürmetle eğilemez.
Halil Cibran
Konuşma
Ve bir öğrenci, 'Bize konuşmadan bahset' dedi.
Ve o cevap verdi:
'Siz konuştuğunuzda, düşüncelerinizle
barış içinde olmayı terkedersiniz;
Ve kalbinizin ıssızlığında daha fazla kalamadığınızda,
dudaklarınızla yaşamaya başlarsınız.
Ses sizin için bir eğlence, bir zaman geçirme aracı olur.
Ve konuşmalarınızın çoğunda,
düşünce yarı yarıya katledilir;
Çünkü düşünce, boşlukta uçan bir kuş gibidir;
kelimelerin kafesinde kanatlarını açabilir ama uçamaz.
Aranızda bazıları,
yalnızlığın korkusuyla konuşkan birini ararlar;
Çünkü, tek başına olmanın sessizliği, gerçek ve çıplak
kendilerinigözleri önüne serer, ki onlar bundan kaçarlar.
Ve konuşmayı seven bazılarınız vardır ki, bilgisizce ve
önceden düşünmeden, kendilerinin bile anlamadığı
bir gerçeği ifşa edebilirler.
Ancak bazılarınız ise içlerinde gerçeği taşır,
ama onu kelimelerle dile getirmezler.
Böylelerinin sinelerinde ruh,
ritmik bir sessizlik içinde dinlenir.
Bir arkadaşınızla karşılaştığınızda, ruhunuzun
dudaklarınıza doğru hareket etmesini
ve dilinizi yönetmesini sağlayın.
Sesinizin içindeki sesin, onun kulağının
içindeki kulağa seslenmesine izin verin;
Çünkü onun ruhu, sizin kalbinizin
gerçeğini saklıyacaktır;
Tıpkı kadeh boşalıp, rengi unutulsa bile,
şarabın tadının ağızda kalması gibi...'
Halil Cibran
Kurallar
Sonra bir avukat, 'Bize kurallardan bahset...' dedi.
Ve o cevap verdi:
'Siz kurallar koymayi çok seversiniz,
Ama kurallari bozmayi daha çok seversiniz.
Tipki okyanus kiyisinda sabirla kumdan kuleler yapan,
sonra da kahkahalarla onlari deviren çocuklar gibi.
Ancak siz kumdan kulelerinizi yaratirken, okyanus
kiyiya kum tasimaya devam eder.
Ve siz onlari yerle bir ederken, okyanus da sizinle birlikte güler.
Gerçekten de okyanus, daima masum olanla beraber güler.
Fakat yasami bir okyanus ve insanlarin koydugu kurallari kumdan
kuleler olarak görmeyen kisiler için ne diyebiliriz?
Onlar için yasam bir kaya, ve kanun bu kayayi kendi isteklerine göre
oyup sekillendirmek için kullanacaklari bir keski gibidir.
Danscilardan nefret eden yeteneksiz biri için ne diyebiliriz?
Veya boyundurugundan hosnut olup, ormanindaki geyigi basibos
bir serseri olarak yargilayan bir öküz için?
Peki, derisini dökemedigi için, digerlerini çiplak ve ahlaksiz
olarak niteleyen yasli bir sürüngene ne demeli?
Veya bir dügün sölenine erkenden gelen, iyice karnini doyurduktan
ve yorulduktan sonra, yemekleri ve eglenceyi kötüleyen biri için?
Bunlar hakkinda söyleyebilecegim tek sey, hepsinin günes isigi
altinda olduklari halde, Günes'e sirtlarini dönmüs olduklaridir.
Onlar salt kendi gölgelerini görebilirler ve bu gölgeler, onlarin kanunlari
olur.
Ve onlar için Günes, bir gölge yaraticisindan baska ne olabilir ki?
Ve onlar için kurallara uymak, baslarini yere egip, toprak üzerindeki
gölgelerini izlemekten baska bir sey degildir.
Ancak yüzünü Günes'e çevirmis olanlarinizi, toprak üzerine
çizilmis imajlar durdurabilir mi?
Eger rüzgarla yolculuk ediyorsaniz, hangi rüzgar gülü yönünüzü çizebilir?
Eger boyundurugunuzu kirarsaniz, ama baska birinin hücresinin
kapisinda degil, hangi kanun sizi sinirlayabilir?
Ve eger dansederseniz, ama baska birinin zincirlerine takilip
sendelemeden, hangi kanun sizi korkutabilir?
Orphalese halki, davulun sesini bogabilir, bir lirin tellerini
gevsetebilirsiniz, ama bir tarla kusuna sarki söylememesi
içinkim emir verebilir ki? '
Halil Cibran
Ozan
Bir bağ,
Bu dünya ile sonraki arasında;
Susayanlar için, bir tatlı su havuzu;
Bir dikili ağaç
Güzellik ırmağının kıyısında
dileyen aç kalplere olgun meyveler sunan
Umutla şakıyan bir kuş
Konuşmanın dallarında
Bedenleri duyarlılıkla dolduran ezgilerek söyleyerek
Yükselip Cennetleri dolduran
Bir beyaz bulut gökyüzünde
Ve sonra cömertlik saçan Hayat'ın kırlarındaki çiçeklere
bir melek
Tanrılar'ın gönderdiği insanlara tanrıların yollarını öğretsin diye
Asrarte'nin yağla doldurduğu
Karanlığa yenilmemiş
Işıması gizlenmemiş bir ışık
apollo'dan saçılan
Tek başına
Basitliği giyinmiş
Ve duyarlılıkla beslenmiş
Doğa'nın koynuna oturmuş, yaratmayı öğrenirken
Ve ruhun inişini beklerken
Gecenin sessizliğine uyanmış.
Duygu bahçesine gönlünün tohumlarını ekmiş bir çiftçi
İnsanlar götürür ürününü
toplanacağı ambara
Ozan'dır o insanların o yaşarken kulak vermedikleri
Ve ayrılınca dünyadan, kendi cennetine gideceğini bildikleri
İnsanların küçük bir gülüşü bile sakındığı şeyleri arayan O'dur; Onun nefesleri yükselip, güzelliğin canlı hayaliyle gökkubbeyi doldurur. Oysa insanlar, ondan yiyeceği ve sığınağı sakınır.
Ne zamana kadar, ey insan,
Ey varlık, ne zamana kadar
Onur evleri kuracaksın onlara
Kanla yoğrulmuş topraktan
Ve sana barış ve rahatlık sunanlardan kaçınacaksın?
Ne zamana kadar öldürmeyi öveceksin
Ve baskı boyunduruğu altında boyun eğenleri?
Ve unutacak mısın, günlerin görkemini görmen için
Karanlığa ışık saçanları?
Onlar ki sırlar içinde yaşarlar
Senin erişemeyeceğin o mutluluk ve keyfiyle
Ve siz ey ozanlar
Bu hayatın hayatları:
Fethettiğiniz yılları
İnsanların zalimliğine karşın
Ve bir defne dalı kazandınız
Aldatmanız dikenlerinden
Siz, gönüllerin üstünde bağımsızsınız
Ve sonsuz olacak sizin krallığınız
Halil Cibran
Sen Ve Ben
Dostum,
Sen ve ben
Hayata hep yaban kalacağız.
Birimiz diğerine
Ve her birimiz kendisine.
Senin konuşacağın
Ve benim seni dinleyeceğim güne değin.
Sesini sesim sanarak.
Ve karşında durduğum güne değin.
Bir aynanın karşısında duruyormuşcasına.
Halil Cibran
Sevgi
Bunun üzerine Almitra, 'Bize sevgiden bahset...' dedi.
Ve o başını kaldırdı, insanlara baktı.
Üzerlerine sinen derin dinginliği duyumsadı.
Ve yüksek bir sesle konuşmaya basladı:
'Sevgi çizi çağırınca, onu takip edin,
Yolları sarp ve dik olsa da...
Ve kanatları açıldığında, bırakın kendinizi,
Telekleri arasında saklı kılıç, sizi yaralasa da...
Ve sizinle konuştuğunda, ona inanın,
Kuzey rüzgarının bir bahçeyi harap edişi gibi,
Sesi tüm hayallerinizi darmadağın etse de...
Çünkü sevgi sizi yücelttiği gibi, çarmıha da gerer.
Sizi büyüttüğü ölçüde, budayabilir de...
En yükseklere uzanıp, Güneş'le
titresen en hassas dallarınızı okşasa da,
Köklerinize de inecek, ve onları sarsacaktır,
Toprağa tutunmaya çalıştıklarında...
Mısır biçen dişliler gibi sizi kendine çeker;
Çıplak bırakana kadar döver, harmanlar;
Kabuklarınızı, çöplerinizi ayıklar, eler...
Bembeyaz olana kadar öğütür sizi;
Esnekleşene kadar yoğurur;
Ve Tanrı'nın İlahi sofrasına ekmek olasınız diye,
Sizi kendi kutsal ateşine savurur...
Sevgi bütün bunları,
Kalbinizin sırlarını bulasınız diye yapar,
Ve bu biliş, Hayat'ın kalbinin bir cüzünü yaratır...
Ancak korkunun kıskacında,
Salt sevginin huzurunu ve hazzını ararsanız,
O zaman örtün çıplaklığınızı,
Ve sevginin harman yerine adim atin...
Adim atin, kahkahaların tümünün olmadığı,
Sadece gülebileceğiniz mevsimsiz dünyaya,
Ve ağlayın, ama tüm gözyaşlarınızla değil...
Sevgi hiçbir şey sunmaz, sadece kendisini,
Hiçbir şey kabul etmez, kendinde olandan gayri...
Sevgi sahip çıkmaz, sahiplenilmez de;
Çünkü sevgi, sevgi için yeterlidir, tümüyle...
Sevdiğinizde, 'Tanrı benim kalbimde, ' yerine,
Söyle deyin, 'Ben kalbindeyim Tanrı'nın...'
Ve sanmayın yön verebilirsiniz sevginin akışına,
Çünkü sevgi, yolunu kendi çizer,
sizi değer bulduğunda...
Sevgi bir şey istemez, tamamlanmaktan başka...
Fakat seviyorsanız ve ihtiyaçların arzuları varsa,
Bırakın bunlar sizin de arzularınız olsun...
Erimek ve akmak, geceye şarkılar sunan bir dere misali,
Şefkatin fazlasının verdiği acıyı bilip,
Kendi sevgi anlayışınla yaralanmak,
Ve kanamak, yine de istekle ve coşkuyla...
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak,
Ve bir sevgi gününe daha, teşekkürle uzanmak...
Sessizce çekilmek öğle vakti, sevginin vecdini duymak,
Akşamın çöküşüyle de, eve huzurla dönmek...
Ve uyumak, kalbinde sevgiliye bir dua,
Ve dudaklarında bir şükür şarkısıyla...'
Halil Cibran
Vermek
Sonra, varlıklı bir adam konuştu: 'Bize vermekten bahset.'
Ve o cevap verdi:
'Sahip olduklarınızdan verdiğinizde,
çok az şey vermiş olursunuz;
Gerçek veriş, kendinizden vermektir.
Çünkü sahip olduklarınız, yarin ihtiyacınız olabilir
diye saklayıp koruduğunuz şeylerden ibaret değil mi?
Ve yarin, kutsal şehre giden hacıları takip ederken, kemiklerini,
iz bırakmayan kumlara gömen fazla uyanık bir köpeğe ne getirebilir?
Ve ihtiyaç korkusu da, ihtiyaçtan başka bir şey değil midir?
Kuyunuz tamamen doluyken susuzluktan korkmak,
tatmin olamayan bir susuzluk göstermez mi?
Çok fazla şeye sahip olup, çok az verenler, bunu
gösteriş isteyen gizli arzuları için yaparlar,
ki bu da armağanlarını yararsız kılar.
Ve bazıları vardır ki, çok az şeye sahiptirler ve hepsini verirler.
Bunlar hayata ve hayatin definesine inananlardır,
ve kasaları hiç bos kalmaz.
Bazıları sevinçle verirler, bu sevinç onların ödülüdür.
Bazıları ise ıstırap içinde verirler ve bu acı onların vaftizidir.
Ve bazıları vardır ki, ne vermenin acısını hissederler,
ne sevinç ararlar, ne de bir erdemlilik düşüncesi taşırlar;
Onlar, su vadideki mersin ağacının kokusunu salışı gibi verirler.
Böyle kişilerin ellerinde Tanrı dile gelir ve
onların gözlerinden Tanrı, dünyaya gülümser.
İstendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat
istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlıdır.
Ve cömert olan için, verecek kimseyi aramak,
veriş olayından daha fazla sevinç getirir.
Vermekten alıkoyacağınız herhangi bir şey olabilir mi?
Sahip olduğunuz her şey bir gün verilecektir.
Öyleyse simdi verin ve vermenin hazzını
mirasçılarınız değil siz yasayın..
Çoğunlukla söyle dersiniz:
'Vereceğim, ama hak edeni bulabilirsem.'
Ne koruluktaki meyve ağaçları böyle düşünür,
ne de çayırdaki sürüler.
Onlar, saklandığında çürüyecek olanı, yasayabilsin diye verirler.
Herhalde kendisine günler ve geceler verilmesini hak eden
bir kişi, sizden gelebilecek şeyleri de hak eder.
Ve hayat okyanusundan içmeye hak kazanmış bir insan,
sizin küçük ırmağınızdan da bir bardak su alabilir.
Faydasından öte, kabul etmenin gerektirdiği cesaretten ve
güvenden daha büyük bir değer var midir?
Ve siz kim oluyorsunuz da, onların göğüslerini yırtarak
gururlarını korunmasızca ortaya seriyor, sonra da
onların değerlerini örtüsüz ve gururlarını
utanmasız olarak değerlendiriyorsunuz?
Önce kendinizi vermeye hak kazanmış ve
verme olayında bir aracı olarak görün.
Çünkü gerçekte her şeyi veren hayattır
ve siz kendinizi bir verici olarak belirlediğinizde,
sadece bir tanık olduğunuzu unutuyorsunuz.
Ve siz alıcılar, ki hepiniz bu gruba dahilsiniz, ne kendinize
ne de size verene bir boyunduruk yüklememek için,
hiç bir minnet hissi taşımayın.
Bunun yerine, armağanları kanat yaparak,
verenle beraber yükselin;
Çünkü borcunuzu gereğinden fazla abartmak,
annesi özgür yürekli dünya,
babası evren olan cömertlik olgusundan
şüphe etmek demektir...'
Halil Cibran
Yedi Beyaz Güverci
Yedi asır önce
Derin bir vadiden
Yedi beyaz güvercin havalanır
Ve karlarla kaplı
Yüce bir dağın doruğuna doğru kanat çırparlar.
Kuşları temaşa eden yedi adamdan biri
'Ben yedinci güvercinin kanadında
Siyah bir nokta görüyorum.'
Der.
Bugün
O vadide yaşayan insanlar
Evvel zaman içinde
Karlarla kaplı
Bir dağın doruğuna doğru havalanan
Yedi siyah güvercini
Anlatıp dururlar.
Halil Cibran
Yenilgi
Yenilgi, yenilgim, yalnızlığım ve kimsesizliğim.
Binlerce yengiden de bana değerli olan sen!
Dünyadaki tüm parlak başarılardan sensin yüreğime yakın olanı!
Yenilgi, yenilgim, baskaldırım ve de benim kendimle tanışmam.
Sayendedir ki, hala ben ayağı yere basan ve solmuş defneler peşinde koşmayan biri olduğumun bilincindeyim;
ve sende, yalnızlığımı buldum ve de herkesten uzak, ve de gururlu olmayı.
Yenilgi, yenilgim, benim parlak kılıcım ve de kalkanım.
Gözlerinde okudum tahtı arayanın kendi kendisinin kuluna dönüştüğünü.
Ve, bir kimsenin derinliklerindeki esasını anlayabilmemiz için onun gücünü söndürmemiz gerektiğini.
Ve ancak böylesine olgunlaştıktan sonradır ki, bir meyvenin tadına varılabildiğini.
Yenilgi, yenilgim, benim sözünü sakınmaz yol arkadaşım
şarkımı, bağrışmalarımı, sessizliklerimi hep duyacaksın.
Ve senden baska hiçkimse bana söz etmeyecek
kanat çırpınmalarından ve deniz kabarmalarından ve de geceleri yanan dağlardan.
Ve sen, tek başına ruhumun sarp ve kayalık yollarından tırmanacaksın.
Yenilgi, yenilgim, benim ölmez cesaretim sen ve ben fırtınada birlikte güleceğiz;
ve biz ikimiz, derin mezarlar kazacağız içimizde ölmekte olanlara;
ve tutunacağız, tüm gücümüzle, güneşin karşısında;
ve de tehlikeli olacağız.
'Deli-' 1918
Halil Cibran
Zaman
Ve bir astronomi bilgini, 'Bize zamandan bahset' dedi. Ve o cevap verdi:
'Ölçüsüz ve ölçülemeyen zamani ölçebileceksiniz.
Davranislarinizi ayarlayacak, ve hatta ruhunuzun rotasini, saatlere ve mevsimlere göre yönlendirebileceksiniz.
Zamani, kiyisinda oturup, akisini izleyeceginiz bir nehir haline döndüreceksiniz.
Içinizde zamana bagli olmadan varolan öz, yasamin zamandan bagimsizliginin zaten farkindadir;
Ve bilir ki, dün bugünün anisi, yarin ise bugünün rüyasidir.
Ve yine bilir ki, içinizde sarki söyleyen veya düsünen özünüz,
hala yildizlari uzaya dagitan o ilk an'in içinde devinmektedir.
Aranizda, özündeki sevme gücünün sinirsizligini hissetmeyen var midir acaba?
Yine de bu hudutsuzluguyla ayni sevginin, bir sevgi düsüncesinden digerine,
bir sevgi davranisindan bir baskasina,
kendi varliginin tam orta yerinde simsiki ve hareket etmeden durdugunu kim hissetmez?
Ve zaman da, tipki sevgi gibi bölünemez ve ölçülemez degil midir?
Yine de eger düsüncenizde zamani mevsimlerle ölçmek isterseniz, her mevsimin digerlerini içermesine izin verin.
Ve birakin bugününüz, geçmisi anilarla, gelecegi ise özlemle kucaklasin.'
Halil Cibran
09.12.2008 - 07:43
'Şerefle bitirilmesi gereken en asil görev hayattır.
Bir lokma ekmek için şerefini çiğnetmeye,
Bir anlık eğlence için servetini tüketmeye,
Bir zamanlık mevkii için el ayak öpmeye, İnsanları ezip geçmeye,
Günlük menfaatler için 0nurunu terk etmeye,
Bir kısım insanlara kızıp, tüm insanlara düşman olmaya
değmez bu hayat....'
CAN YÜCEL
08.12.2008 - 10:33
Eğer bir adam, marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa, O değersiz bir yaratıktır.
Kendisine yalnızca bir omurilik yeterli olabileceği halde her nasılsa, yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. CEHALET ve SAVAŞ uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir.
Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nasıl da nefret ediyorum. Ve savaşı öylesine tiksinti verici aşağılayıcı buluyorum ki, böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi parçalayıp yok ederim daha iyi…
Benim anlayışıma göre, sıradan bir cinayet savaşta adam öldürmekten daha kötü değildir.
Albert EINSTEIN
08.12.2008 - 09:13
'...Gerçek devrimciyi yöneten büyük aşk duygularıdır...' Ernesto Che Guevara
'...Zor olan başarılır, imkansız olan vakit alır...' Lenin
“arkadaşlar! dışarda bir şeyler oluyor farkında mısınız? uykuda olanları sarsın, uyandırın. herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir. karanlıkta ne yapacaksınız? ” Yılmaz Güney... '
...Satılmışlığın, kahbeliğin, riyakarlığın, adiliğin ve her çeşit yabancılaşmanın karışımı olan karanlık denizin ortasında, güneşi batmayan bir Ada
Ben ne şuralıyım ne buralı Adalıyım
Adalı Adam ormanlıktır Dostluk, yoldaşlık, mertlik ormanı Bütün Adamı kaplar Erdemin güneşi yirmidört saat aydınlatır Adamı
Biz Ada sakinleri bilmeyiz karanlığı...' Mahir Çayan
“...Onların bugün büyük görünen güçleri ve imkanları bizlere vız gelir.
Onlar bir avuç biz ise milyonlarız….kaybedeceğimiz hiçbirşey yoktur ama kazanacağımız koca bir dünya vardır...' Mahir Çayan
'İnsanların varlığını belirleyen şey, onların bilinçleri değildir; tam tersine,
onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.' Karl Marx
03.12.2008 - 11:55
Afşar Timuçin
DİYALEKTİK
Diyalektik: Çeşitli olasılıkları göz önünde tutarak yöntemli düşünme sanatı. Doğrulara ulaşma yolunda tartışmayı temel alan usullerin tümü. Karşıtların karşılıklı edimiyle ve sonunda onların belli bir çözüme ulaşmasıyla belirgin evrensel ve düşünsel oluşum.
Eski Yunanistan'da diyalektik düşünme ve tartışma sanatı anlamına geliyordu. Diyalektik sözcüğü Hegel ve Marx felsefelerinin gelişiminden sonra oldukça yeni ve değişik bir kavramı karşılar oldu, sık sık kullanılır oldu. Hegel'e kadar uzanan düşünce çizgisi boyunca diyalektik herşeyden önce bir mantık sanatıydı. Buna göre diyalektik, tartışmasız ya da inandırıcı söz sanatına karşıt olarak TARTIŞMALI SÖZ SANATINA karşılıktır.
DİYALEKTİKTE GÖSTERME VE ÇÜRÜTME SANATLARI YAN YANADIR YA DA İÇ İÇEDİR. Bu da her şeyden önce karşımızdaki kişinin sözlerinde sakat ya da zayıf yanları bulup çıkarma dikkatini ve ustalığını gerektirir.
Eski Yunanistan'da felsefenin hızla kurulup geliştiği dönemde yani Platon öncesinde dört ayrı felsefi bakış ortaya çıkmıştı:
İonia'lı filozoflar varlığın temelini oluşturan ana maddeyi ya da ilkeyi arıyorlardı.
Elea'lı usçular akıp giden şeylerin dünyasını yani duyulur dünyayı aşan değişmez bir temelin araştırıcılarıydılar.
Değişmezi getirerek devinimi tehlikeye düşüren usçuluğu duyulur dünyadaki akışı öne alan duyumcu bakış açısıyla bağdaştırma çabası içinde atomcular varsaydıkları değişmez küçük parçaların arasına boşluklar koyarak devinimi güvence altına aldılar.
Sofistler bütün bu çözümler karşısında kısa yoldan güvensizliklerini bildirip değişmez doğruları aramanın boş olduğunu öne sürdüler.
Bir beşinci çözüm her şeyi sayılara bağlayan Pythagoras'çıların çözümüydü. Usçu filozof Elea'lı Zenon, usçu Parmenides'in değişmez tek varlık kavrayışından çıkardığı savları sağlamlaştırmak için kanıtlar öne sürerek diyalektiğin kurucusu oldu.
Zenon'un eleştirisi özellikle şeylerin çokluğunu benimseyen Pythagoras'çılara yönelmişti ve mantık oyunlarına dayanarak saçmayla çürütme yöntemini kullanan bir eleştiriydi.
Diyalektik düşünce karşıtları gözönünde tutan tartışmacı düşünce biçimi olarak, Zenon'unkinden daha verimli bir biçimde, İonia'lı Herakleitos'da ortaya çıkar.
Herakleitos tartışmalı karşıtlığı evrenin en temel özelliği, değişmez özelliği olarak beliriyor, karşıtlığın değişmezliğini göstermeye çalışıyordu. 'Varız ve yokuz' diyen Herakleitos'a göre evrende sürekli bir savaş ya da bir karşıtlar çekişmesi vardır, evreni ayakta tutan da bu çekişmedir. Onun 'Her şey kavgayla yaratılmıştır' görüşü sonsuz karmaşayı bildiren bir görüş değil uyumu açıklayan bir görüştür. Herakleitos'da diyalektik bir biçimde uyumsuzluk uyumla dengeleniyordu. 'Uyum karşıtlarla doğar' ya da 'Karşıtlar birbirleriyle uyuşurlar'.
Böylece daha o zamanlar doğal diyalektikle mantıksal diyalektik apayrı görünümler ortaya koyuyordu.
Bir tartışma, bir gösterme ve çürütme sanatı olarak kurulan diyalektik, mantığı çıkar uğruna kullanan sofistlerde ve Sokrates'çi okullarda bir inandırma sanatı olup çıktı.
Sofistler Yunanistan'da siyasete atılmak isteyen zengin çocuklarının tüccarlaşmış öğretmenleriydiler. Her konudan anlamakla belirgin filozofluklarının temelinde 'mutlak doğru yoktur' ilkesi yatıyordu.
Ünlü sofist Protagoras 'İNSAN HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜDÜR' derken, bireye doğru görünen doğrudur, doğrunun başka ölçütü olamaz demek istiyordu. Bu da işine geldiği gibi konuşma ilkesini getiriyordu zorunlu olarak.
Sofistler felsefeye karşı filozofluklarıyla diyalektiği doğruya ulaşma yolunda tartışma sanatı değil de ne yapıp yapıp haklı görünme sanatı durumuna getirdiler.
Bundan sonra felsefe tarihi boyunca sofist sözü hep olumsuz anlamında kullanıldı. Paul Foulquié şöyle der:
'Sofist, amaçlarına ulaşmak için, ancak görünüşte değer taşıyan ve sofistlik denilen aldatıcı kanıtlara dizgeli bir biçimde başvuran bir kişidir. Buna göre sofistlik doğruya ilgisiz kalan, kullananın çıkarlarına hizmet eden, savı da karşı savı da kanıtlamaya hazır olan bir diyalektiktir.”
Sofistler arasında sayılsa da diyalektiği olumlu yönde kullanan Sokrates tartışmada her şeyden önce kavram açıklamasına önem veriyor, tanıtlamalara yöneliyor, tanımlamalara yükselmeye çalışıyordu.
Bütün bunlar için karşısındakinin düşüncesini zorluyordu. Sokrates’in amacı göstermek değil buldurmaktı ya da doğurtmaktı. Böylece Sokrates doğrunun araştırılmasında en genel biçimiyle tümevarım yöntemini kullanıyordu.
Sokrates’in izinden yürümeye özen göstermiş olan Platon için diyalektik: bütün bir düşünce yöntemine karşılıktı. Platon’da diyalektiğin iki ayrı yüzü vardı: birincisi Sokrates’çi tartışma, ikincisi gizemci ve çileci temele dayalı metafizik yükseliş. Konunun metafizik yanına gelince, bu da tümüyle İdea’lar öğretisi ile ilgilidir. Platon DUYULUR DÜNYAYLA - DÜŞÜNÜLÜR DÜNYAYI KESİN OLARAK BİRBİRİNDEN AYIRIYOR, DÜŞÜNÜLÜR DÜNYAYI DEĞİŞMEZ OLAN ASIL GERÇEKLERİN, İDEA’LARIN ALANI OLARAK BELİRLERKEN, duyulur dünyayı değişen şeylerle ilgili gölgeler dünyası olarak görüyordu. Ruhgöçüne inanan Platon için bilgi düşünülür dünyada elde ediliyor, bu dünyada ya da duyulur dünyada anımsama yoluyla yeniden ortaya çıkarılıyordu. BUNA GÖRE BİLMEK ANIMSAMAK ANLAMINA GELİYORDU.
Diyalektik, Platon’da zihni İdea’lara yöneltme ya da yükseltme yöntemini belirler.
Aristoteles’de diyalektik özenle ikiye ayrılmış olan tüm bilgi alanının ikinci bölümünü karşılar. Aristoteles’çi Diyalektik: olası öncüllerden yola çıkarak ortaya konulan usavurmalarla ilgilidir. Kesin bilgilerin,dolayısıyla birinci derecede önemli bilgilerin alanıysa bir gösterme bilimi olan AYRIŞTIRMANIN alanıdır. Böylece diyalektik Aristoteles’de ikincil bir anlam kazanır.
Diyalektik kavramına Aristoteles’den sonraki eskiçağ düşünürleri büyük bir yenilik getirmediler.
Ortaçağ düşünürlerinin de bu konuda çok yeni şeyler ortaya koyduğu söylenemez.
Descartes diyalektikten hemen hiç söz etmedi, ettiğinde de onu kafa bozucu bir düşünce olarak belirledi, insanı gerçeklerden uzaklaştıran bir düşünce biçimi olarak gördü. Aynı horlayıcı tutuma Kant’da da rastlarız. Kant tüm Eleştiri’lerinde diyalektiği ayrıştırmalı düşünceye karşıt olarak ortaya koydu. Onda doğrular mantığına karşıt olan bir görünüşler mantığı vardı, bu mantık yanılmalı usavurmaları içeriyordu. Bir görünüşler mantığı olarak diyalektiğin görevi zihinde görünüşle gerçeğin birbirine karışmasını önlemekti. Hegel diyalektiğinde Herakleitos’un karşıtlar düzeninden bir şeyler var gibidir.
Hegel’de diyalektik, gerçekliğin temel anlamını ortaya koyar.
Fikir’in üçlü gelişimini anlatır, sav ya da olumlama, karşı sav ya da olumsuzlama, bileşim ya da olumsuzlamanın olumsuzlanması evrelerinden geçerek gelişimini duyurur.
Kant, Wolff’e yönelttiği eleştiride, mantıksal çelişkiyle gerçeklik çelişkisini kesin olarak birbirinden ayırma gereğini duyurmuştu.
Hegel’de bunları ayırır ama onların temeli aynı olan iki ayrı olgu olarak değerlendirir.
Hegel’de Herakleitos gibi doğayı karşıt güçlerin çekişme ve uyuşma alanı olarak görür.
Hemen hemen Herakleitos gibi o da kavgasızlığı dünyanın yıkımı gibi anlar. Hegel’e göre özdeşlik ölümün, çelişki canlılığın belirtisidir.
Diyalektik bir süreci yani sav, karşısav, bileşim olmak üzere birbiri ardına gelen üç ayrı evreyi içeren süreci yeni bir diyalektik süreç izleyecektir.
İKİ KARŞIT ÖNERMENİN YOKSANMADAN AŞILMASINA DAYANAN BİLEŞİM SAV OLARAK KENDİ KARŞISAVINI OLUŞTURMAYA YÖNELİR VE BU BÖYLECE SÜRER.
Marx’ın ve Engels’in yaptıkları benzetmeye göre, tepesi üstü duran Hegel diyalektiğinin ayakları yere bastırılmış biçimidir. Buna göre sav, karşısav, bileşim ilişkisi Marx’çı diyalektiğin de temeli olur.
Marx şöyle der: “Diyalektik devinimi kuran şey çelişkili iki yanın bir arada bulunmasıdır, onların yeni bir kategoride çatışması ve kaynaşmasıdır.” Marx’çı düşünceye göre dünyayı fikirler yönetmez, fikirler ancak iktisadi koşullara bağlı olarak gerçekleşirler. Düşüncenin temelinde madde vardır, diyalektik ilişki maddede gerçekleşir. Marx’çılık bununla birlikte belirlenimci, en azından katı belirlenimci bakıştan uzaktır. İnsan dünyasında birbirini etkileyen iki ayrı alan, üstyapı ve altyapı alanları belirir. Dünya yalnızca maddesel gelişimin fikri gelişimi belirlediği bir dünya değildir. Altyapı üstyapı için tam anlamında belirleyici olsa da düşüncenin kurulu düzeni değiştirmekte, yaşamı dönüştürmekte etkili olduğu yani üstyapının altyapıyı etkilediği de kesindir. Düşüncenin diyalektiği madde dünyasındaki diyalektiğin bir yansısından başka bir şey değildir. Burada şeyleri düşüncenin yansısı sayan Hegel felsefesiyle tam bir karşıtlık söz konusudur. Marx’çı diyalektiğe göre maddedeki oluşum tam anlamında bir yenilik kaynağıdır. Oluşumun bazı anlarında bir sıçrama ya da bir devrim kendini gösterir, böylece bir nitelik değişimi ortaya çıkar. NİCELİKSEL ARTIŞIN NİTELİKSEL DEĞİŞİMİ GETİRMESİDİR BU. Diyalektik maddecilik evreni diyalektik süreçler boyunca gelişmekte olan devingen maddenin oluşturduğu bir bütün olarak gören ve bütünün sürekli yükselen bir evrim içinde niceliksel süreçleri yarattığını savunan öğretidir. Diyalektik maddecilik Marx’çı bilgi kuramında temel görüşü oluşturur. Bununla ilgili ilk açıklama Marx’la Engels’in 1848’de yayımladıkları Komünist parti bildirisi’nde yer almıştır. Bildirinin çıkış noktasını şu görüş oluşturur:”GÜNÜMÜZE KADAR TOPLUMLARIN TARİHİ, SINIF SAVAŞIMI TARİHİNDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.”Eskiçağ’da kölelerin efendilerle, çağımızda işçi sınıfının burjuva sınıfıyla savaşımı bu anlamda değerlendirilmelidir. Bu savaşımlarla gelişen insan yaşamı hem bireysel açıdan hem toplumsal açıdan tümüyle maddi ya da iktisadi koşullara bağlıdır. Zaten Marx’çı bakış açısına göre madde tek gerçekliktir, bu tek gerçekliğin gelişimi insanlık tarihinin gelişimine temel olmakla bu gelişimi açıklayacak tek kaynaktır. Tarihin incelenmesi bu açıdan Marx felsefesi için ayrı bir önem taşır. Marx’çı bakış açısına göre üretim ilişkileri tüm insan yaşamının değişik süreçlerini açıklamakta temel belirleyici veriyi oluşturur. Toplumsal yaşam da, özel olarak kültür yaşamı da üretim ilişkileriyle koşullanmıştır. Bu yönde insan düşüncesiyle onun tek kaynağı olan maddi yaşam koşulları arasında sürekli bir etkileşim söz konusudur. Somutun alanından kaynaklanan düşünce gene somutun alanını dönüştürmekte bir araç özelliği göstermektedir. Maddi yaşam ya da iktisadi yaşam Hegel! de olduğu gibi üç evreli diyalektik süreçler boyunca dönüşümlere uğrar. Burada klasik anlamda bir doğa belirlenimciliğin söz konusu olmadığı kesindir. Böyle bir şey söz konusu olsaydı insanın doğada tam anlamında edilgin bir durumda olması gerekirdi. Oysa Marx’çı anlayışta insan dünyayı değiştirmekle yükümlüdür, bu insan tarihin yarattığı ya da tarihle yaratılan insan olduğu kadar tarihi de yaratan insandır. SAV, KARŞISAV VE BİLEŞİM EVRELERİNDEN OLUŞAN DİYALEKTİK GELİŞME MARX’ÇI FELSEFEDE ZORUNLU YARATICI MADDESEL ETKİNLİĞİN ÖZÜNÜ OLUŞTURUR.Marx’çı maddecilik anlayışının tarihsel yönüyle diyalektik yönü kesinlikle bir etkinliğin iki ayrı görünümüdür,birbirinden ayrı ya da birbirine aykırı şeyler değildir.
Afşar Timuçin
29.08.2008 - 00:42
Beğendiğiniz şairler, profil sayfanızı ve sizi çok şık gösteriyor,bazıları bu isimleri sadece entellektüel fiyaka satmak için kendi adının yanına iliştirir,umarım siz öyle değilsiniz.Ve yine bazıları bu yazarları ve şairleri sadece kitaplık raflarında severler(onlar ki iyi kitap tozu alırlar,teslim edilmesi gereken tek hakları budur) umarım siz öyle de değilsiniz..
Ercihan Yolcu.
06.07.2008 - 02:00
Ali Rıza TURA/ Delilik ve yabancılaşmanın sınırında Don Kişot
Delilik ve yabancılaşmanın sınırında Don Kişot
“Yanlış bir hayat doğru yaşanamaz.” Kapitalizm ve onun ürünü modernite, özne ile nesne, iç dünya ile nesnel gerçeklik arasında aşılması imkansız, ama bir o kadar da zorunlu bir uçurum açmıştır.
Ali Rıza TURA
Barbaros Hayrettin Paşa’nın İnebahtı bozgununu kesilen sakala, Preveze zaferini ise kesilen kola benzettiği ve “kesilen sakal daha gür biçimde çıkar, kesilen kol ise bir daha geri gelmez” dediği rivayet edilir popüler tarih kitaplarında. Doğru mudur bilmiyorum. Ama gerçek şu ki, daha İnebahtı’da Osmanlı, en az bir kolu kullanılamaz hale getirmişti: Savaşta İspanyol askeri olarak yer alan Cervantes’in sol kolu onarılamayacak biçimde felç olacaktı. İspanya kralının Cervantes’e gönderdiği kahramanlık beratı ise bu kaybı telafi etmek şöyle dursun başına yeni bir bela açacaktı: Dönüş yolunda kralın mührünü gören Türk korsanlar, Cervantes’i mühim bir şahsiyet sanıp, yüksek fidye umuduyla esir alacaklardı. Beş yıl sürecek esaretten sonra, bir Yunanlı tarafından satın alınan Cervantes, ancak 12 yıl sonra dönebilecekti İspanya’ya. Mutsuz bir evliliğin peşinden Mancha’ya yerleşecek, ama talihsizlikler öz yurdunda da peşini bırakmayacaktır yazarın. İlkinde mubayaa memuru olarak borç verdiği bankerin iflas etmesi yüzünden, ikincisinde ise küçük hesap “hata”larından dolayı mahkum olacak ve toplam iki yıl cezaevinde yatacaktır. Ünlü romanı Don Quijote’u bu mahpusluk yıllarında (1602 –1604) kaleme aldığı söylenir. İlk baskısı bundan dört yüz yıl önce,1605’de yapılan roman kısa sürede Miguel Cervantes Saaveadra adının ün kazanmasını sağlasa da bu ünü paraya tahvil edemeyecektir, roman türünün bu ilk yazarı. Zira karada da korsanlar peşini bırakmayacak, kitabın korsan baskıları önce İspanya’da kısa süre sonra da Avrupa’da elden ele dolaşırken, kitabından hemen hemen hiç para kazanamayan Cervantes ünlü ama yoksul bir yazar olarak ayrılacaktır bu dünyadan.
Evrensel Roman Karakteri Olarak Don Kişot
Romanın dört yüz yıl boyunca elden düşmemesinin bir nedeni, hemen tüm edebiyat eleştirmenlerinin belirttiği gibi, o güne kadar kullanıla gelmiş tüm yazın türlerini parodik biçimde harmanlamış olmasındandır. Bu özelliğiyle erken modern çağın ilk edebi biçimi olarak klasik roman türünün ilk örneği sayılmakla kalmaz, metinler arasılık özelliği onu modern edebiyatın da öncüsü kılar.
Roman boyunca (....) “serüvenine dair” kelimesiyle biten ara başlıklar buluruz romanda, ama roman bir macera romanı değildir, Don Kişot’la Sanço, kendilerini de dönüştüren, başkalaştıran deneyimler yaşarlar; macera bunun tersidir. Maceraya atılan özne bu maceradan yekpare ve kendisi olarak çıkacaktır. Maceranın tanımı da vaadi de budur zaten. Oysa Don Kişot romanın sonuna doğru akıllanırken Sanço’da Don Kişot’laşma eğilimleri sezer gibi oluruz. Don Kişot, kendisini bir eğlence malzemesi yapan, yeni zengin sınıfların temsilcisi Dük ve Düşesin dünyasını kabul etmeye eğilim gösterirken, Sanço, pragmatist bir ‘köylü kurnazı’ olmaktan çıkıp bir halk bilgesi, Türk edebiyatındaki bir rint olma yoluna girmiştir sanki: Şövalyeliğin bu dünyada bir karşılığı olmadığına inanmaya devam etse de, şövalyesinin deliliğinde bir bilgelik olduğuna dair bir sezgiye kavuşmuştur: Dulcinea’yı tombul bir köylü kızı haline dönüştüren, olmayan büyücünün büyüsünü bozmak üzere kendisi yerine ağaçlara attığı kırbaçlardan sağladığı altınları, vaat edilen valiliğin nafakası olarak evine, karısına ve çocuklarına getirmenin gururunu yaşarken, artık yeni serüvenlere atılamayacak olmak, ömrünün geri kalan sürecince yaşayacağı tek düze hayatı kabullenmek, ona yetmeyecektir artık. Belki de bu yüzden, Hashek’in “Aslan Asker Şvayk”ı olarak karşımıza yeniden çıkacaktır. Sadece Sanço değil, yaşlı asilzadelerini gerçek hayata döndürmek için bin bir dolap çeviren rahip ve berber de tam bunu başardıklarında bir burulma yaşar gibidirler. Ya biz, yani okur? Hafif utançla gülerek başladığımız Don Kişot’un serüvenlerinde, romanın sonuna doğru bir bilgelik sezer gibi olmaz mıyız?
Bir başka önemli olgu da romanın baş kahramanlarının edebiyat evreninde evrensel karakterler haline gelmiş olmasıdır. Şvayk’ı zaten baştan andık: Dostoyevski’nin (ki, Bir Yazarın Hatıra Defteri’nde, “bir insanın ifade edebileceği en acı ironi” olarak anar Don Kişot’u) Budala’sından, Turganyev’in Bazarov’una, Genç Werther’in Acıları’ndan, Charles Dickens’in Pickwick Papers adlı romanına dek Don Kişot ve Sancho Panza karakterlerinden bir şeyler buluruz.
Troçki de bu olguyu doğrularcasına eski Yunan tragedyalarından modern romana dek bir dizi baş yapıtın bizi hala etkiliyor olmasını, karakterlerinin ve temalarının evrensel yapısında bulur. Doğru, ama Don Kişot’u anlamak bakımından fazla doğru, fazlaca genel bir önerme bu.
Çağının İronisi Olarak Don Kişot
Ben Adorno’ya, genç Lukacs’a ve Benjamin’e baş vuracağım. Minima Moralia’nın en etkileyici ve tehlikeli sözüdür: “Yanlış bir hayat doğru yaşanamaz.” Kapitalizm ve onun ürünü modernite, özne ile nesne, iç dünya ile nesnel gerçeklik arasında aşılması imkansız, ama bir o kadar da zorunlu bir uçurum açmıştır. Tehlikeli, çünkü bu cümle, bizi bir özne/nesne diyalektiğine de ikna edebilir, yani devrimci bir partinin felsefi gerekliliğine, Adorno’nun yaşamının önemli bir bölümünde savunduğu gibi; tuzu kuru, kunt bir üniversite profesörünün öğrenci ayaklanmalarını küçümsemesine de (68’de Adorno’nun takındığı tutumda olduğu gibi) . Yani ortada bırakır okuru, özgür ve bir o kadar da sahipsiz.
Don Kişot tam da bu cümlenin öyküye bürünmüş hali gibidir: Olaylar merkantilist ticari kapitalizmin en şaşalı döneminde, en şaşalı ülkesinde geçmektedir. Sömürgelerden toplanan değerli madenlerden yapılma paralar ve egzotik mallar Avrupa’ya dağılmadan önce İspanya’dan geçmekte ve kırk elli yıl gibi bir insanın ömrüne sığacak bir sürede yeni türedi ticaret burjuvalarının ve ticaret türlerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Askeri gücü artan krallık, feodal beylikler karşısında merkezi gücünü pekiştirmektedir. Çünkü askeri güç bu yeni sınıfların sömürge talanının başlıca güvencesidir. Ortaçağın yüce şövalye değerleri hızla gözden düşmüştür. Artık bu değerler yarı deli bir asilzadenin iç dünyasının sanrılı malzemeleri olabilir ancak. İç dünya, yavan sıradan ama bir o kadar da iştah uyandıran yeni gerçekler karşısında iyice büzüşmüş, kendi içine çökmüştür sanki. Evet Don Kişot eski şövalye kitaplarının bir parodisidir, ama aynı zamanda çağının da bir ironisi: Yeni sınıfların bu kolay servet edinebildiği çağda, öznelliğin kendi son noktasına, yani deliliğe kadar gidip katı, sert nesnelliğe çarpmasıdır. Artık sevgilisi tarafından anlaşılmayan, deliliğin eşiğine gelmesine yol açan aşkının sonucu olarak kendini, bir trenin altına atma noktasında, son kez bulur gibi olan Anna Karanina’nın, kafasına çarpan trenin (Rus, modernizminin, ama bir o kadar da devriminin simgesidir tren; Tolstoy’un Anna Karanina’sından Rus Fütürizmi’ne, Lenin’in mühürlü, Troçki’nin kızıl trenine kadar) sertliğine şaşırdığı son düşünceleri gibidir; Don Kişot’un, bir kaç haftaya sığan, ama romanın uzunluğuna oranla hızlı ölümü sırasında gerçeklikle yüzleşmesi.
Lukacs ve Yabancılaşma
Yaşamının önemli bir dönemini modern edebiyatla olduğu kadar ilk metinlerinden biri olan Roman Kuramı’yla da savaşarak geçiren Lukacs’ın bu yapıtı şu cümlelerle başlar: “Ne mutludur yıldızlarla kaplı gökyüzünün tüm olası yolların haritası olduğu çağlar – yolları yıldızların ışığıyla aydınlanan çağlar. Her şey yeni ama yine de tanıdıktır, her şey serüvenle dolu ama yine de çağa aittir. Uçsuz bucaksızdır dünya, geniştir ama bir yuvayı andırır gene de (...) Ruhun her eylemi (...) tamdır çünkü ruh eyleme geçtiğinde bile kendi içine kapanıyordur; tamdır çünkü eylemiyle kendisini kendinden ayırır ve kendisi olarak kendine bir merkez bulur.(...) ‘Felsefe gerçekte sıla özlemidir’ der Novalis: ‘nerde olunursa olunsun, sılada olma isteğidir.’ Bir hayat biçimi olarak veya bir edebi yaratımın biçimini belirleyen ve içeriğini sağlayan şey olarak felsefenin daima “iç” ile “dış” arasındaki mesafenin bir belirtisi, benlik ile dünya arasındaki özsel farklılığın, ruh ile edimin uyuşmazlığının işareti olmasının nedeni budur. Mutlu çağların felsefesinin olmamasının veya (...) böyle çağlarda tüm insanların felsefeci olmasının ve her tür felsefenin ütopik hedefini paylaşmasının nedeni de budur.”
Romanı, eski mutlu, bütünlüklü çağların edebi türlerinden, başta da epikten ayırt eden, iç ile dış, benlik ile dünya, ruh ile edim arasındaki bu yarılmadır, genç Lukacs’a göre. Hala genç ama artık Marksist Lukacs’ın baş yapıtı Tarih ve Sınıf Bilinci, bu yarılmayı, sıladan ayrı düşmeyi şeyleşme, yabancılaşma, fetişizm kavramlarıyla yeniden tanımlayacaktır. Alman İdeolojisi’ni okumuş ama,1844 Elyazmaları henüz gün ışığına çıkmamıştır. Oysa bu erken metninde Marx da “ev”le uğraşır: “Mağarasındaki vahşi – serbestçe kullanabileceği doğal bir öğe – kendini sudaki balıktan daha yabancı saymaz, ya da o kadar doğal bir durumdadır. Ama yoksul bir insanın oturduğu izbe, düşman bir konuttur” ancak alın terini ve kanını ona adadığı oranda kendisine ait olan dışsal, kısıtlayıcı bir güçtür” – “İşte evimdeyim diyemez burada, kendini başka birinin evinde, her gün onu pusuda bekleyen ve kirayı ödemediği zaman dışarı atan bir yabancının evinde bulur (...) Benim hayat aracımın bir başkasına ait olmasında, benim isteğimin başka birinin el sürülmez mülkü olmasında görülmez yalnız yabancılaşma, her şeyin kendinden farklı oluşunda, benim etkinliğimin başka bir şey oluşunda ve son olarak (bu kapitalist için de geçerlidir) her şeyin insanlık dışı bir gücün egemenliği altında oluşunda da görülür”
Şövalye Ruhu: Tanrısallık ve Delilik
Ne Marx, ne de Lukacs yabancılaşma sözcüğünün etimolojik kökenine değinirler: Latince’den Fransızca’ya Alienation olarak geçen bu sözcüğün birinci ve eski anlamı deliliktir; insanın sanrılarını gerçek sayması. Lukacs’la devam edelim: “Ama kişinin dünyayı böylesine tuhaf biçimde yanlış anlamasının nedeni de, dünyanın yanlış anlamaya böylesine elverişli olduğudur (...) Böyle bir kahraman tipinin ölümsüz nesnelleşmesi olan Don Kişot’ ta bu tehlikeden kaçınılabilmesinin nedeni yalnızca Cervantes’in dehasıyla ve olağanüstü ince taktiğiyle açıklanamaz; bu incelik onun tanrısallık ile deliliği nüfuz edilmez bir derinlikte ama yine de parlak bir duygusallıkta Don Kişot’un ruhunda kaynaştırarak aşmasına olanak tanımıştır ama bunun yanı sıra, yapıtın yazılmış olduğu tarihsel felsefi uğrak da bu açıdan son derece önemlidir.”
Bu tarihsel felsefi uğrak, yüce şövalyelik değerlerini gülünesi budalalıklara, felsefeyi bir sıla hasretine dönüştüren, sömürge yerlilerini yurtsuzlaştıran,yabancılaşmış emek biçimlerine, dolayısıyla emekçiyi evinde bile yabancı kılacak üretim biçimine kapıyı aralayan merkantilist dönem erken ticaret kapitalizmi dönemidir.
Son Bakışta Aşk
Tıpkı Don Kişotvari bir atılımla yitik, yabancılaşmamış bir bütünlüğün ağıtıyla başlar komünizm, felsefede ve yurdundan edilmiş işçi sınıfının yoksul semtlerinde. Gelecek toplumun tasarımında, acımasız modern burjuva toplumunun acımasız bir bilimsel eleştirisinin yanı sıra bu ağıt da yankılanır.
Benjamin’in, komünizmi Mihail Löwy’in söyleyişle “genç Lukacs’ın,’ Tarih ve Sınıf Bilinci’nin yanı sıra Asia Lacis’in iri kara gözlerinde keşfetmesinde” de payı vardır bunun: “Büyük şehir insanını büyüleyen aşktır, ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk”. Banjamin Adorno ile tartışmalarında da, bilinen metinlerinde de şu cümleyi söylememiştir: ”Devrim gibi aşk da yanlış bir hayatın doğru yaşanabileceğine duyulan umuttur.” Ve bu umut varolanın eleştirisinden olduğu kadar yitirilmiş bir geçmişe duyulan özlemden de alır gücünü. Bu umudu yaşamının sonuna kadar koruduğunu biliyoruz, yitirdiğinde ise ölüme direnmediğini de.
Şu halde Che Guevera’nın Sierra Masterea’da genç yoksul Sanço’lardan birer gerilla yaratırken başvurduğu temel eğitim kitabının Don Quijote olması ve devrim sonrasında Küba’da basılan ilk kitabın, bu ilk roman olması tesadüf değil. Daha sonra Che’nin; Bolivya dağlarının zirvesine doğru geri çekilirken, erzaksız ve cephanesiz olarak yenilginin gölgesini hissettiğinde, yani bu zirvede ölüme bir efsane mesafesi kadar yaklaştığında, ailesine yazdığı mektuplarda kendini acı bir ironiyle Don Kişot’a benzetmesi, kendini değirmenlere saldıran bir yarı kaçık olarak gördüğü anlamına gelmez. Olsa olsa onun komünizm anlayışının Gerçeküstücülüğün kurucusu Andre Breton’unkine yakınlığını gösterir:”Dünyaya büyüsünü iade etmek gerekir”.
http://www.siyasigazete.net/sayi_14/index.php? SayfaX=29
15.02.2008 - 15:39
'benim için kendine bir gülü ver'
27.05.2007 - 10:58
Sorgulayan Denemeler \ Bertrand Russell
Çeviri: Nermin Arık
TÜBİTAK POPÜLER BİLİM KİTAPLARI
İÇİNDEKİLER
1- Kuşkuculuğun Önemi Üzerine
2- Düşler ve Gerçekler
3- Bilim Boş-İnanlı mıdır?
4- İnsan Rasyonel Olabilir mi?
5- Yirminci Yüzyılda Felsefe
6- Makineler ve Duygular
7- Davranışçılık ve Değerler
8- Doğu'nun ve Batı'nın Mutluluk İdealleri
9- İyi İnsanların Yol Açtıkları Kötülükler
10-Püritenizmin Dönüşü
11-Politikada Kuşkuculuk Gereksinimi
12-Özgür Düşünce ve Resmi Propaganda
13-Toplum İçinde Özgürlük
14-Eğitimde Özgürlük ve Otorite
15-Psikoloji ve Politika
16-İnan Savaşları Tehlikesi
17-Geleceğe Dönük Bazı Tahminler
1- KUŞKUCULUĞUN ÖNEMİ ÜZERİNE
Okuyucularıma, üzerinde hoşgörü ile düşünmeleri için, belki de son derece paradoksal ve yıkıcı görünebilecek bir doktrin sunmak istiyorum.Söz konusu doktrin şudur: Doğru olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmayan bir önermeye inanmak sakıncalıdır. Böyle bir görüşün genel kabul görmesi durumunda bütün sosyal yaşamı- mızın ve politik sistemimizin tümüyle değişeceğini kabul etmeliyim; şu anda ikisinin de kusursuz olmasının bunu güçleştireceğini de kabul ediyorum. Ayrıca (ve daha önemli olarak) bu görüşün, bu dünyada ve sonrasında başarılı olmayı hak etmek için hiçbir şey yapmamış insanların akıldışı umutlarından çıkar sağlayan kişilerin (gaipten haber verenler, çifte bahisçiler ve din adamları gibi) gelirlerinin azalmasına yol açacağının da farkındayım. Bu önemli düşüncelere karşın, ileri sürdüğüm paradoksun savunulabile- ceği kanısındayım ve şimdi bunu yapmaya çalışacağım. İlkönce, aşırılığa kaçtığım düşüncesine karşı kendimi savunmak isterim.
Ben İngilizlerin ılımlılık ve uzlaşmaya olan tutkularını paylaşan bir İngiliz Whig 'iyim (Whig: 17. ve 18. yüzyıllarda hükümdara kargı Parlamento'nun üstünlüğünü savunan- sonradan yerini Liberal Partiye bırakan-) siyasal parti üyesi. (Ç.N.)) . Pyhrrhonizm (kuşkuculuğun/septisizmin eski adı) 'in kurucusu olan Pyhrro hakkında bir öykü anlatılır. Pyhrro, bir eylemin diğerinden daha akıllıca olduğundan emin olmamız için asla yeterince bilgiye sahip olmadığımızı ileri sürmüştü.
Öyküye göre gençliğinde bir akşam yürüyüşü sırasında, felsefe hocasını (ilkelerini ondan almıştı) kafası bir çukura sıkışmış ve kendini kurtaramayacak bir durumda görür. Bir süre onu seyrettikten sonra, yaşlı adamı dışarı çekmenin bir yararı olacağını düşünmek için yeterli neden olmadığına karar verip yoluna devam eder. Onun kadar kuşkucu olmayan çevredeki insanlar hocayı kurtarırlar ve Pyhrro'yu acımasızlıkla suçlarlar.
Ancak hocası, kendi öğretisine sadık kalarak, onu tutarlılığından dolayı kutlar. Ben bu ölçüde abartılı bir kuşkuculuk önermiyorum. Teoride olmasa da pratikte, sağduyu- dan kaynaklanan gündelik inançları kabul edebilirim. Bilim alanında tam kabul görmüş bir sonucu,kesin doğru olarak değil ama rasyonel bir eylem için yeterince olası bir temel olarak kabule hazırım.
Falan tarihte bir ay tutulması olacağı söylenirse bunu, gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek için gökyüzüne bakmaya değer bulurum. Pyhrro ise farklı düşünürdü. Bu nedenle, bir orta yol benimsediğimizi söylememin yerinde olacağını sanıyorum. Ay ve Güneş tutulması örneğinde olduğu gibi, araştırma- cıların üzerinde anlaştığı konular vardır. Uzmanların tam anlaşamadığı konular da vardır. Bütün uzmanlar hemfikir olduklarında bile yanılabilirler.
Einstein'ın ışığın yerçekimi etkisiyle sapmasının niceliği konusundaki savı bundan yirmi yıl önce, bütün uzmanlar tarafından reddedildi; ama doğru olduğu ortaya çıktı. Yine de, uzman olmayanlar, uzmanların görüş birliği içinde oldukları bir savın doğru olmasını, olmamasından daha olası kabul etmelidirler.
Benim savunduğum kuşkuculuk şundan ibarettir:
(1) Uzmanlar bir görüşte hemfikir ise, bunun tersinin doğru olduğundan emin olunamaz.
(2) Uzmanların hemfikir olmadığı bir görüş uzman olmayanlarca kesin doğru olarak kabul edilemez.
(3) Bütün uzmanlar, doğru olması için yeterli neden bulunmadığını kabul ediyorlarsa, sıradan bir kimsenin karar vermekte çekingen davranması akıllıca olur.
Bu öneriler her ne kadar ılımlı görünüyorlarsa da, eğer kabul edilirlerse insan yaşamını kökünden değiştirebilirler.
İnsanların uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldıkları fikirler bu kuşkuculuğun reddettiği yukarıdaki üç gruptan biri içinde yer alır.Herhangi bir görüş rasyonel neden- lere dayanmaktaysa, insanlar bu nedenleri ortaya koyar ve etkilerini beklerler. Böyle durumlarda bunları ateşli bir şekilde savunmazlar; sükunetle benimserler ve nedenleri soğukkanlılıkla açıklarlar.
Ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir temele dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygusallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. Politika ve din konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı olan türdendir. Bu konularda güçlü inançları olmayan kişiler, Çin'in dışındaki ülkelerde zavallı yaratıklar olarak düşünülür; kuşkuculardan, kendilerininkine tümüyle karşıt olan düşüncelere sahip kişilerden daha çok nefret edilir. Günlük yaşamın bu konularda fikir sahibi olmayı gerektirdiği ve daha rasyonel davranmanın toplum yaşamını olanaksız kılacağı düşünülür. Ben bunun tam tersine inanıyorum; nedenini de açıklamaya çalışacağım.
1920 sonrasındaki işsizlik sorununu ele alalım. Siyasal partilerden biri, bunun sendikaların suçu olduğu kanısındaydı. Bir diğeri, nedenin Kıta Avrupasında ki kargaşa olduğuna inanıyordu. Bir üçüncüsü de, bunların rolü olduğunu kabul etmekle beraber, sıkıntının temel nedenini, İngiltere Bankası'nın sterlin değerini yükseltme politikasına bağlıyordu. Bana anlatıldığına göre, uzmanların çoğu bu üçüncü partiye mensuptu; ama partide uzmanlar dışında kimse de yoktu. Politikacılar parti edebiyatlarına uygun olma- yan görüşlere ilgi duymazlar; sıradan insanlarsa felaketleri düşmanların entrikalarına atfetmeyi yeğlerler. Sonuçta da insanlar konu ile ilgisi olmayan şeyler için veya o şeylere karşı savaşırlar. Rasyonel düşünce sahibi birkaç kişiye ise, hiç kimsenin hislerine hizmet etmediklerinden, kulak asılmaz. Bu üçüncü partinin, yandaş toplamak için insanları İngiltere Bankası'nın kötü olduğuna inandırması; işçileri kendi saflarına çekmek için İngiltere Bankası yöneticilerinin sendika hareketine düşman olduğunu göstermesi; Londra Piskoposu'nu saflarına almak için de bu yöneticilerin 'ahlaksız' olduklarını göstermesi gerekirdi. Para konusunda tutumlarının yanlış olması da tüm bunların bir sonucu olarak görülürdü.
Bir başka örnek ele alalım. Sosyalizmin insan doğasına ters düştüğü sık sık dile getirilir. Bu sav sosyalistler tarafından, karşıtlarından aşağı kalmayan bir şiddetle reddedilir.Bu konu, ölümü çok büyük bir kayıp olan Dr. Rivers'ın University College'de verdiği bir derste irdelenmiş ve ölümünden sonra yayınlanan Psychology and Politics (Psikoloji ve Politika) kitabında yer almıştır. Bildiğim kadarıyla, bu konunun bilimsel denebilecek tek tartışması da budur. Yazar, sosyalizmin Melanesia'da insan doğasına ters düşmediğini gösteren bazı antropolojik veriler ortaya koymakta; sonra da, Melanesia'da insan doğasının Avrupa'daki ile aynı olup olmadığını bilmediğimize işaret etmekte ve sosyalizmin Avrupa insanının doğasına ters düşüp düşmediğini anlamanın tek yolunun onu denemek olduğu sonucuna varmaktadır. Ulaştığı bu sonuç nedeniyle İşci Partisi'nden adaylığa istekli olması ilginçtir. Ancak bu adayın, politik tartışmaları genellikle saran hırs ve öfke havasını artırıcı bir etki yapmayacağı kuşku götürmez.
Şimdi de, insanların serinkanlılıkla tartışmada güçlük çektikleri bir konuya, evlilik törelerine el atacağım. Her ülkede insanların büyük bir bölümü, kendilerininkinden farklı olan evlilik törelerinin ahlaka aykırı olduğuna inanmışlardır; bu görüşe karşı çıkanların ise kendi sorumsuz yaşam tarzlarını haklı kılmayı amaçladıklarına. Hindistan'da geleneklere göre dul kadınların yeniden evlenmeleri, akıl almaz ölçüde korkunç birşey sayılır. Katolik ülkelerde boşanmak çok büyük bir günah olarak düşünülürken evlilikte sadakat kurallarına yapılan bazı ihlaller, en azından erkeklerce yapılmışsa, hoşgörüyle karşılanır. Amerika'da boşanmak kolaydır, ama evlilik dışı ilişkiler şiddetle kınanır. Müslümanlar, bize çok aşağılayıcı gelen çok eşliliğe inanır. Bütün bu farklı görüşler aşırı bir şiddetle savunulur ve bunlara karşı gelenler çok acımasızca cezalandırılır. Ancak yine de, BU ÜLKELERDEN HİÇ KİMSE KENDİ ÜLKESİNDEKİ TÖRENİN İNSAN MUTLULUĞUNA KATKISININ DİĞERLERİNDEN DAHA ÇOK OLDUĞUNU GÖSTERMEK İÇİN EN UFAK BİR ÇABA SARFETMEZ.
Bu konuda yazılmış herhangi bir bilimsel çalışmaya, örneğin Westermarck'ın
History of Humcın Marriage (İnsan Evliliği Tarihi) adlı kitabına baktığımızda,
benimsenmiş önyargılı yaklaşımdan çok farklı olan bir hava ile karşılaşır, insan doğasına ters geleceğini sandığımız birçok geleneğin var olduğunu görürüz. Çok eşliliğin, saldırgan erkeklerin kadınlara zorla kabul ettirdiği bir örf olarak açıklana- bileceğini düşünürüz.
Peki, bir kadının birden fazla kocasının olduğu Tibet gelenekleri için ne söylenebilir? Tibet'i görenler oradaki aile yaşamının en az Avrupa'daki kadar uyumlu olduğu konusunda bize güvence veriyorlar. Bu tür yazılardan birkaçını okumak konuya açık kalplilikle yaklaşan herkesi tam bir kuşkuculuğa yöneltecektir; çünkü öyle görünüyor ki, bir evlilik geleneğinin bir diğerinden daha iyi veya daha kötü olduğunu söylememizi sağlayan herhangi bir veri mevcut değil. Yerel kurallara karşı gelenlere hoşgörüsüzlük ve acımasızlık içermeleri dışında ortak bir yanları yok. Günahın coğrafi birşey olduğu anlaşılıyor. Bu sonuçtan hemen başka bir sonuç ortaya çıkıyor: 'Günah' gerçek olmayan yanıltıcı bir kavramdır ve onu cezalandırmak için uygulanagelen zulüm gereksiz birşeydir.Çoğu kimseye hoş gelmeyen de işte bu sonuçtur. Çünkü vicdan rahatlığıyla yapılan zulüm moralistler için bir zevktir. Cehennemi de bu nedenle icadettiler.
Milliyetçilik de kuşku götürür konularda ateşli inanç sahibi olmanın bir uç örneğidir. Şunu rahatça söyleyebilirim: Büyük Savaşın tarihini günümüzde ele alan bilimsel bir tarihçinin yazdıklarında, eğer bunlar savaş sırasında yazılmış olsalardı, çarpışan ülke- lerin her birinde tarihçinin hapse atılmasına neden olacak ifadeler bulunması kaçınıl- mazdır. İnsanların kendileri hakkındaki gerçeklere tahammül gösterdikleri, Çin dışın- da, hiçbir ülke yoktur.
Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık olarak, savaş halinde ise suç olarak algılanırlar. Birbirinin karşıtı katı inanç sistemleri oluşur; bu sistemlere yalnızca aynı ulusal eğilimi taşıyanların inanmaları, bunların yapay olduğunu açıkça ortaya koyar. Ancak bu inanç sistemlerine mantık uygulamak, vaktiyle dinsel dogmalara mantık uygulamanın günah olduğu kadar günahtır. Bu tür konularda kuşkuculuğun neden kötücül olduğunu açıklamaları istendiğinde insanların verdikleri yanıt, mitlerin savaşı kazanmaya yardım ettiği, bu nedenle de rasyonalizmi benimseyen ulusların başkalarını öldüremeyeceği, tersine, kendilerinin öldürüleceği, yolundadır. Yabancılara tümden iftira yoluyla insanın kendisini korumasının utanç verici olduğu düşüncesi, bildiğim kadarıyla, şimdiye dek Quaker'ler (17. yüzyıl ortalarında kurulan, savaşa ve askerliğe karşı, hıristiyan oldukları halde kiliseye gitmeyen, Dostlar Derneği üyeleri.(Ç.N.)) dışında ahlaki destek bulamamıştır. Rasyonel bir ulusun savaşa hiç girmemenin yollarını bulabileceği öne sürüldüğünde alınan yanıt ise genellikle hakaretten ibarettir.
Rasyonel bir kuşkuculuğun yayılmasının etkileri ne olabilir? İnsanoğlu ile ilgili olaylar güçlü tutkulardan kaynaklanır; bu da onları destekleyen birtakım mitlerin doğmasına yol açar. Psikanalizciler bu sürecin kişisel görünümünü, vesikalı ve vesikasız deliler üzerinde incelemişlerdir.
Bazı aşağılamalara maruz kalmış bir kişi kendisinin İngiltere Kralı olduğu yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu yüce konumunun gerektirdiği saygı ile davranılmama- sını mazur göstermek için de zekice işlenmiş bir sürü açıklama icadeder. Bu örnekte, komşuları onun bu hayallerine sıcak bakmazlar ve kendisini bir tımarhaneye kapatır- lar. Fakat o kendi büyüklüğünü değil de ulusunun veya sınıfının veya mezhebinin büyüklüğünü ileri sürerse, görüşleri, dışarıdan bakan tarafsız bir kişiye tımarhanede karşılaşılanlar kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya dinsel önder olur. Bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları izleyen bir toplumsal delilik gelişir. Kendini İngiltere Kralı sanan bir deli ile tartışmanın tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun hakkından gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya kapıldığı zaman, savlarına karşı gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat o ulusun aklını başına getirecek tek şey savaştır.
Entellektüel etkenlerin insan davranışını ne ölçüde etkilediği konusunda ruhbilimciler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Burada birbirinden tamamen ayrı iki soru söz konusudur: (1) İnançlar, eylemlerin nedeni olarak,ne ölçüde etkindirler? (2) İnançlar ne ölçüde mantıksal açıdan yeterli delillerden kaynaklanırlar ve kaynaklanabilirler? Bu iki soruda söz konusu olan entellektüel faktörün etkisine ruhbilimciler, sıradan insanların
vereceklerinden çok daha küçük bir yer vermekte uyum içindedirler; ancak bu genel uyum alanı içinde önemli ölçüde derece farkları yer almaktadır. Bu iki soruyu sırayla ele alalım.
(1) İnançlar eylemlerin nedeni olarak ne ölçüde etkindirler? Bu soruyu kuramsal olarak değil, sıradan bir insanın sıradan bir günde yaşadıklarını ele alarak tartışacağız. Güne sabah yataktan kalkmakla başlar. Büyük olasılıkla bunu hiçbir inancın etkisi olmadan, alışkanlık nedeniyle yapar. Kahvaltı eder, trenine biner, gazetesini okur, iş yerine gider; bütün bunları yine alışkanlık nedeniyle yapar. Geçmişte bu alışkanlıkları edindiği bir dönem olmuştur; en azından işyerinin seçiminde inancın bir etkisi vardır. Belki de vaktiyle o işyerinde teklif edilen işin, bulabileceği en iyi iş olduğunu düşünmüş- tür. Çoğu kişide mesleği ilk seçtiği zaman inancın bir rolü olmuştur; bu nedenle de, o seçimin yol açtığı her şeyde inancın payı vardır.
Eğer küçük bir görevli ise iş yerinde etkin irade kullanmaksızın ve inancın açık katkısı olmaksızın, sadece alışık olduğu şekilde davranmayı sürdürebilir. Sütunlarla rakamı toplarken uyguladığı aritmetik kurallarına inandığı düşünülebilir. Ancak bu doğru değildir; bu kurallar salt bedensel alışkanlıklardır; bir tenis oyuncusunda olduğu gibi. Bu alışkanlıklar, onların doğru olduklarına dair bilinçli bir inanç nedeniyle değil, bir köpeğin arka ayakları üzerinde durarak yiyecek istemeyi öğrenmesi gibi öğretmeni hoşnut kılmak için gençlikte edinilmiş alışkanlıklardır. Bütün eğitimin bu türden olduğunu söylemiyorum; ancak üç R öğreniminin (Okuma, Yazma, Aritmetik) çoğu kesinlikle öyledir.
Söz konusu kişi iş yerinde bir ortak veya bir yönetici konumundaysa günlük işleri ara- sında bazı zor yönetimsel kararlar alması gerekebilir. Bu kararlarda inancın da bir etkisi bulunması olasıdır. Bazı hisselerin yükselip bazılarının düşebileceğine veya falan kişinin güvenilir olduğuna,falanın da iflas eşiğinde olduğuna inanmaktadır. Bu inançlar doğrultusunda kararlar alır.
Salt alışkanlıkla değil, inandığı şeylere göre davrandığı içindir ki bir sekreterden daha üstün bir kişi olarak düşünülür ve çok daha fazla para kazanır-tabii eğer inandığı şeyler doğru çıkarsa.
Eylem nedeninin inançtan kaynaklandığı durumlar özel yaşamı için de aynı ölçüde geçerlidir.Normal zamanlarda, karısına ve çocuklarına davranışlarını alışkanlıklar veya alışkanlıkla değişime uğramış olan içgüdü yönetecektir. Önemli durumlarda-evlenme teklif ederken, oğlunu hangi okula göndereceğine karar verirken veya karısının kendisine sadık olup olmadığından kuşkulandığında- salt alışkanlığın etkisiyle davranamaz. Evlenme teklifinde yalnızca içgüdüsü veya hanımın zengin olduğu sanısı etken olabilir. Eğer kararda içgüdü etken olmuşsa, kuşkusuz, hanımın her türlü erdeme sahip olduğuna inanır. Bu da ona, kararının bir nedeni gibi gelebilir; ancak gerçekte bu da içgüdünün değişik bir etkisinden başka bir şey değildir ve içgüdü tek başına eylemin yeterli nedenidir.
Oğluna okul seçerken izlediği yol büyük olasılıkla önemli iş kararları alırken izlediği- nin aynıdır; burada da inanç önemli bir rol oynar. Karısının sadakatsizliği hakkında bir bilgi edinmişse davranışı büyük olasılıkla salt içgüdüsel olacaktır; ancak bu içgüdü sonradan olacakların temel nedenini de oluşturan bir inanç etkisiyle harekete geçmiştir.
Demek oluyor ki, inançlar eylemlerimizin yalnızca ufak bir bölümünden doğrudan sorumlu olsalar da sorumlu oldukları eylemler en önemli olan ve yaşamımızın genel yapısını belirleyen eylemler arasında yer alır. Siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarımızla bağıntılıdır.
(2) Şimdi ikinci sorumuza geliyorum. Bu soru iki yönlüdür: (a) İnançlar gerçekten ne ölçüde kanıtlara dayanır? (b) Öyle olmaları ne ölçüde olanaklı veya arzu edilen bir şeydir?
(a) İnançların kanıtlara dayanma oranı onlara inananların sandıklarından çok daha düşüktür. Oldukça rasyonel bir eylem ele alalım: zengin bir işadamının parasal yatırım yapması. İşadamının, örneğin Fransız Frankının iniş çıkışı konusundaki görüşünün, politik eğilimine bağımlı olduğunu görürsünüz; ve de bu görüşü öylesine benimsemiştir ki parasını o yolda riske sokmaktan kaçınmaz. İflas olaylarında, çoğu kez, felaketin nedeninin bazı duygusal etkenlerden kaynaklandığı ortaya çıkar. Politik görüşler, onları açıklamaları yasaklanmış olan devlet görevlilerine ait olanları dışında, nadir olarak kanıtlara dayanırlar. Bazı istisnalar kuşkusuz vardır. Yirmi beş yıl önce başlamış olan gümrük resimleri reformu tartışmalarında sanayicilerin çoğunun desteklediği taraf, kendi gelirlerini artıracak taraftı. Bu, görüşlerinin gerçekten kanıtlara dayandığını gösteriyor; ancak, ifadelerinde bunu ima eden en ufak bir şey yoktu. Freudcular bizi 'rasyonalize etme' süreciyle,yani gerçekte irrasyonel olan bir görüş veya karar için kendimize rasyonel görünen nedenler uydurma süreciyle tanıştırdı. Ancak, özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde 'irrasyonalize etme' denebilecek bir de ters süreç var.
Kurnaz bir kişi bir sorunun lehinde ve aleyhinde olan yönleri az veya çok bilinç-altı bir yolla, bencil bir açıdan değerlendirebilir (İnsanın kendi çocuklarının söz konusu olması dışında, bencil olmayan düşünceler çoğu zaman bilinç-altına inmezler) . Bilinç-altının yardımıyla sağlam bir bencil karara vardıktan sonra kişi nasıl büyük fedakarlıklarla kamu yararını gözettiğini gösteren büyük büyük laflar uydurur veya başkalarından alıntılar yapar. Bu lafların, sahibinin gerçek nedenlerini belirttiğine inananlar o kişinin gerçek kanıtları değerlendirebilmekten yoksun olduğunu da düşünecektir; çünkü, o kişinin eylemleri, kamu yararına olan bir şeye yol açmayacaktır. Bu durumdaki bir kişi, olduğundan daha az rasyonel görünür. Daha da ilginç olanı, onun irrasyonel yönünün bilinçli, rasyonel yönünün ise bilinç-dışı olmasıdır. İngiliz ve Amerikalıları bu denli başarılı kılan da bu özelliktir.
Kurnazlık, gerçek olduğu zaman, insan doğasının bilincinden çok bilinç-dışına ait bir şeydir ve sanırım ki iş aleminde başarı için gereken en önemli özelliktir. Ahlaki açıdan ise, her zaman bencil olduğu için, küçümsenen bir özelliktir; bununla birlikte insanları en kötü suçlardan alıkoymayı da başarabilir. Bu özellik eğer Almanlarda var olsaydı sınırsız denizaltı harekatına girişmezlerdi; eğer Fransızlarda var olsaydı Ruhr'da yaptıklarını yapmazlardı; eğer Napolyon'da olsaydı Amiens Antlaşması'ndan sonra tekrar savaşa girmezdi. Bazı istisnaları olsa da, ortaya şöyle bir genel kural koyabiliriz: İnsanlar neyin kendi yararlarına olduğu konusunda yanılırlarsa,akla uygun olduğunu sandıkları tutum, başkaları için, gerçekten akla uygun olan tutumdan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Bu nedenle, insanları kendi çıkarlarını iyi değerlendirecek duruma getiren her şey yararlıdır. Ahlaki nedenlerle, kendi çıkarlarına ters olduğuna inandık- ları şeyleri yaptıkları halde çok zengin olmuş sayısız insan vardır.
Örneğin ilk-dönem Quaker'lerden bazı dükkan sahipleri, başkalarının sürekli olarak yaptığı gibi her müşteriyle pazarlık etmek yerine,sattıkları mallar için kabul edebilecek- leri en düşük miktardan daha çok para istememe yolunu tutmuşlardır. Bu kararı almalarının nedeni, razı olduklarından çok para istemeyi yalan söylemek saymalarıydı. Ancak müşteriye sağlanan bu kolaylık öylesine büyüktü ki herkes onların dükkanlarına koştu; sonuçta zengin oldular (Bunu nerede okuduğumu unuttum; ancak, belleğim beni yanıltmıyorsa güvenilir bir kaynaktı) . Aynı amaca açıkgözlülük yaparak da ulaşmak olanaklıydı; ancak hiç kimse yeterince açıkgöz değildi. Bilinç-dışımız göründüğünden daha kötü niyetlidir. Bu nedenle, ahlaki gerekçelerle, kendi yararlarına ters düşen şeyleri bilerek yapan kişiler kendi yararlarına olanı tam olarak yapan kişilerdir.Onların arkasından, şiddetli duyguları olabildiğince safdışı ederek, kendi yararlarını bilinçli ve rasyonel olarak düşünmeye çaba gösterenler gelir. Üçüncü olarak, içgüdüsel olarak açıkgöz olan kişiler gelir. Bunlar başkalarının mahvolmasını amaçladıkları yollarda kendilerini mahvederler. Bu son grup Avrupa nüfusunun yüzde doksanını kapsar.
Biraz konu dışına çıkmış görünebilirim; ancak açıkgözlülük dediğimiz bilinç-dışı mantığını bilinçli türlerinden ayırmam gerekliydi. Normal eğitim yöntemlerinin bilinç-dışına hiçbir belirgin etkisi yoktur. Öyleyse, açıkgözlülük bugünkü teknik olanaklarımız la öğretilebilir bir şey değildir.Yalnızca alışkanlıktan kaynaklanan ahlak dışında, ahlakın da bugünkü yöntemlerle öğretilmesi olanaksız görünüyor; en azından, ben şahsen sıkça öğütlenen kişilerde iyiye doğru bir etki farketmedim. Bu nedenle, günümüz de bilinçli olarak yapılmak istenen her ıslahatın rasyonel yollar kullanarak yapılması zorunludur. İnsanlara açıkgöz veya erdemli olmayı nasıl öğreteceğimizi bilmesek de onlara rasyonel olmayı öğretmeyi bir ölçüde biliyoruz: Eğitimden sorumlu olanların her konuda uyguladıklarının tam tersini yapmak bunun için yeterlidir. Gelecekte, iç salgı bezleriyle oynayarak, salgılarını azaltıp çoğaltarak, erdem yaratmayı da öğrenebiliriz. Ancak günümüzde rasyonalizmi yaratmak erdem yaratmaktan daha kolaydır -rasyonalizm sözcüğü ile, eylemlerimizin etkilerini önceden tahmin etme sürecinde bilim- sel düşünme alışkanlığını kastediyorum.
(b) Bu, bizi şu soruya getiriyor: İnsanların eylemleri ne ölçüde rasyonel olabilir veya olmalıdır? Önce 'olmalı mı' sorusunu ele alalım. Kanımca rasyonalizmin uygulama alanını belirleyen kesin sınırlar vardır; yaşamın en önemli bölümlerinden bazıları mantığın işe karışmasıyla mahvolurlar. Leibniz son yıllarında bir muhabire yaşamında yalnız bir kere, o da elli yaşındayken, bir bayana evlenme teklif ettiğini anlatmış; sonra da şunu eklemiş: 'Şükürler olsun ki düşünmek için zaman istedi. Bu bana da düşünme fırsatı verdi ve teklifimi geri aldım.' Davranışının çok rasyonel olduğu kuşku götürmez; ancak beğendiğimi söyleyemem.
Shakespeare 'deli, aşık ve şair'i 'yoğunlaşmış hayal gücü' olarak bir araya getirir. Sorun deliyi salıverip aşık ve şairi bir arada tutmaktır. Bir örnek vereceğim: 1919 yılında Old Vic'de oynanan The Trojan Women(Truvalı Kadınlar) oyununu seyrediyor- dum. Büyüyünce ikinci bir Hector olur korkusuyla Greklerin Astyanax'ı öldürdükleri, dayanılmaz ölçüde acıklı bir sahne vardır. Tiyatroda bütün gözler yaşlıydı; seyirciler Greklerin bu gaddarlığını akıl almaz buluyorlardı. Ama orada ağlayan bu insanlar, aynı anda, aynı gaddarlığı Euripides'in bile hayal gücünü aşan bir ölçüde kendileri uygulu- yorlardı. Kısa bir süre önce,ateşkesten sonra Almanya'ya uygulanmakta olan ablukayı uzatan ve Rusya'ya da abluka öngören kararı alan bir hükümete -büyük çoğunluğu- oy vermişlerdi. Bu ablukaların çok sayıda çocuğun ölümüne neden olduğu biliniyordu; ama düşman ülkelerin nüfusunun azalmasını arzuluyorlardı: çocuklar, Astyanax gibi, büyüyüp babalarının yolundan gidebilirlerdi.Şair Euripides seyircilerin hayalinde aşık'ı canlandırmıştı. Ancak tiyatro kapısında aşık ve şair unutulmuşlardı; ve kendilerini iyi yürekli ve erdemli sayan bu bay ve bayanların siyasal eylemleri deli'nin (çıldırmış katil kişiliğinde) egemenliğine girmişti.
Aynı zamanda deli'yi de alıkoymadan şair ve aşık'ı alıkoymak olanaklı mıdır? Her birimizin içinde onların üçü de değişik ölçülerde mevcuttur.Bunlar, birisi kontrol altına alındığında diğer ikisinin yok olmasını gerektirecek ölçüde, birbirlerine bağlı mıdırlar? Öyle olduğunu sanmıyorum.Hepimizin içinde mantıktan esinlenmeyen eylemlerle tüketilmesi gereken bir miktar enerji olduğuna inanıyorum; bu, çıkış yolunu, koşullara göre sanatta, tutkulu aşkta veya tutkulu nefrette bulur. Saygınlık, düzen ve rutin-yani modern endüstri toplumunun demir gibi katı disiplini- sanatsal dürtüyü köreltmiş ve aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine bunalıma veya gizliliğe mahkum etmiştir.
Haset, gaddarlık ve nefret hemen bütün piskoposlar sınıfı tarafından takdis edilirken, özellikle özgür olmaları gereken şeyler baskı altında tutulmuştur.İçgüdüsel yapımız iki bölümden oluşur; birisi kendimizin ve çocuklarımızın yaşamını geliştirmeye, diğeri ise rakip gördüğümüz kişilerin yaşamını engellemeye yönelir.
Birincisi yaşama aşkını, sevgiyi ve psikolojik olarak sevginin bir kolu olan sanatı içerir; ikincisi de rekabeti, milliyetçiliği ve savaşı. Geleneksel ahlak birincisini bastırmak, ikin- cisini yüreklendirmek için herşeyi yapar.Gerçek ahlak bunun tam tersini gerektirirdi. Sevdiklerimizle ilgili davranışlar içgüdüye güvenle bırakılabilir. Akıl kapsamına alınma sı gerekli olan ise nefret duyduğumuz kişilere karşı olan davranışlardır.
Günümüz dünyasında etkin olarak nefret ettiklerimiz bizden uzak olan gruplar,özellik-le de yabancı uluslardır.Onları soyut olarak algılarız ve gerçekte nefretin ta kendisi olan eylemleri, adalete olan aşkımız ve benzeri yüce amaçlar için yaptığımızı ileri sürerek kendimizi kandırırız. Bu gerçeği bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde kuşkucu- lukla kaldırabiliriz. Bunu ve kıskançlık çılgınlığının tedavisini gerçekleştirdikten sonra, kıskançlıklara ve sınırlamalara dayalı olmayan,dopdolu bir yaşam arzusuna ve başka insanların birer engel değil, birer yardımcı olacağının idrakine dayalı yeni bir ahlak oluşturmaya başlayabiliriz.Bu ütopik bir beklenti değildir; Elizabeth İngilteresinde kısmen gerçekleşmişti.Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın gerçekleşe- bilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi değildir; ama benimsen- mesi dünyayı cennete dönüştürebilir.
2- DÜŞLER VE GERÇEKLER
1
Arzularımızın inanışlarımız üzerindeki etkisi herkesçe bilinen ve gözlenen bir olgudur; ancak bu etkinin niteliği çoğu zaman yanlış algılanır. İnançlarımızın büyük bölümünün bazı rasyonel temellere dayandığını; arzunun ise yalnız arada bir işi karıştırdığını varsaymak alışkanlık haline gelmiştir.Bunun tam karşıtı gerçeğe daha yakın olsa gerek. Günlük yaşamla ilgili inançlarımızın büyük bir bölümü arzularımızın şekilleşmesinden ibarettir; ancak orada burada bazı izole noktalarda, gerçeğin sert darbesiyle doğru yola yöneltilirler.İnsan genelde bir düş aleminde yaşar; dış dünyadan gelen aşırı zorlayıcı bir etkiyle bir an için uyanır; ancak çok geçmeden düş aleminin tatlı uykusuna yeniden dalar. Freud geceleri gördüğümüz düşlerin, büyük ölçüde, arzularımızın görüntü şeklin- de gerçekleşmesi olduğunu göstermiş; bunun, gündüz gördüğümüz düşler için de aynı ölçüde doğru olduğunu söylemiştir.İnançlar dediğimiz gündüz düşlerini de buna ekleme si yerinde olurdu.
Doğru olduğuna inandığımız şeylerin bu rasyonel olmayan kökenini göz önüne serecek üç yöntem vardır: deli ve isterik kişilerin incelenmesinden yola çıkıp, giderek bu hastala rın temelde normal sağlıklı kişilerden pek az farklı olduğunu ortaya koyan psikanaliz yöntemi; ikincisi, en değerli görüşlerimizin rasyonel kanıtlarının ne kadar zayıf oldukla rını gösteren kuşkucu filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel olarak gözlem leme yöntemi. Ben yalnız bu sonuncusu üzerinde duracağım.
Antropologların uzun çalışmalarından öğrendiğimize göre, en ilkel insanlar anlama- dıklarının farkında oldukları olaylarla karşılaştıklarında cahilliklerinin bilinci içinde çırpınıp durmazlar; tersine, bütün önemli eylemlerini yönetecek ölçüde sıkıca bağlandık- ları sayısız inançları vardır. Bir hayvanın veya savaşçının etini yemekle, kurbanın yaşarken sahip olduğu erdemleri elde edebileceklerine inanırlar. Birçoğu, kabile reisinin adını ağızlarına almanın insanı hemen öldürecek büyük bir günah olduğuna inanır, hatta ismin bir hece olarak yer aldığı bütün sözcükleri değiştirecek kadar ileri giderler. Örneğin John adında bir kralınız varsa Jonquil yerine George-quil veya dungeon yerine dun-george demeniz gerekir. Tarım düzeyine geldiklerinde yiyecek üretimi nedeniyle hava durumu önem kazanıyor; bazı büyülerin yağmur getireceğine veya ufak ateşler yakmakla güneş açacağına inanılıyor. Bir kişi öldürüldüğünde kanının veya hayaletinin öç almak için öldüreni izlediğine,onun ancak yüzü kırmızıya boyama veya matem tutma gibi basit yöntemlerle aldatılabileceğine inanıyorlar. Bu inancın ilk bölümünün öldürülmekten korkanlardan,ikinci bölümünün de öldürenlerden kaynaklandığı açıkça görülü yor.
Rasyonel olmayan inançlar ilkel insanlara özgü değildir. İnsan ırkının büyük bir bölü mü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle de doğal olarak, aslı esası bulunmayan dinsel inançlara sahiptir.
Önyargısız herhangi bir insan için rasyonel bir sonuca varmanın olanaksız olduğu birçok konuda politikayla ilgilenen ama politikacı olmayan kişiler çok güçlü kanılara sahiptirler.
Çekişmeli bir seçimde görev alan gönüllüler hep kendi taraflarının kazanacağına inanırlar; kaybetme olasılığına işaret eden birçok neden bulunmasının bir önemi yoktur. 1914 sonbaharında Alman ulusunun çok büyük bir bölümünün Almanya'nın zaferinden kesinlikle emin olduğu kuşku götürmez. Bu örnekte gerçek işe karışmış, düşleri altüst etmiştir. Alman olmayan bütün tarihçilerin önümüzdeki yüz yıl boyunca yazmaları önlenebilseydi yine düşler canlanır,sadece başlangıçtaki zaferler anımsanır ve savaşın sonunda yaşanan felaketler unutulurdu.
Nezaket, bir kişinin, kendisinin veya çevresindekilerin meziyetlerine ilişkin görüşlerine saygılı olma alışkanlığıdır. Herkes, her gittiği yerde,rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile sarılmıştır; bu kanılar, yazın uçuşan sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket eder. Bunların bazıları kişiseldir; kişiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaş- larının sevgisinden ve tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak geleceğinden, pek iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen enerjisinden söz ederler. Onun ardından ailesinin olağanüstü yüceliği hakkındaki inançlar gelir: babasının şimdilerde ender rastlanan dürüstlüğü ve çocuklarının şimdiki modern ana-babalarda bulunmayan bir disiplinle yetiştirmiş olması; oğullarının okul sporlarında herkesi nasıl geride bırak tığı; kızının kendini uygunsuz bir evliliğe atacak kızlardan olmadığı gibi. Daha sonra, ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları gelir. Toplumdaki konumuna bağlı olarak bu sınıf bütün sınıflar içinde ya sosyal açıdan en iyisidir; ya en bilgilisidir, ya da ahlak yönünden en değerlisidir -her ne kadar bu değerlerden birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha çok aranılan nitelikler olduğu konusunda herkes hemfikir ise de. Ulus konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlatıcı kuruntular besler. 'Yabancı uluslar ne yazık ki ısrarla kendi bildikleri gibi davranı yorlar.' Mr. Podsnap bu sözleriyle insan kalbinin en köklü duygularından birini dile getirmiş oluyordu.
Son olarak da genel olarak insanlığı, mutlak olarak veya karşılaştırmayla'hayvani yaratıklar'dan üstün tutan kuramlara geliyoruz: İnsanın ruhu vardır,ama hayvanın yoktur; insan 'rasyonel bir hayvan'dır. Aşırı acımasız veya anormal bir eylem 'hayvan gibi', veya 'vahşi' olarak nitelenir (halbuki böyle eylemler kesinlikle insanlara özgüdür,) Tanrı insanı kendi görüntüsünden yarattı ve evrenin nihai amacı İnsan'ın mutluluğudur
Böylece, bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar dizisine sahip bulunuyoruz:kişiye ait olanlar, ailesi ile paylaştıkları, sınıfında veya ulusunda yaygın olanlar, son olarak da bütün insanlığa aynı ölçüde hoş gelenler.Bir kimseyle iyi ilişkilerimiz olmasını istiyorsak onun inandıklarına saygı göstermemiz beklenir. Bu nedenle de insanların yüzlerine karşı, arkalarından konuştuğumuz gibi konuşmayız. Bu fark, onların bizim kişiliğimiz den olan farkları arttıkça daha da belirginleşir. Kardeşimizle konuşurken ana-babalar konusunda bilinçli bir nezaket göstermeye gerek görmeyiz. Yabancı ülke insanlarıyla konuşurken nazik olma gereği doruk noktasındadır ve yalnız kendi vatandaşlarına alışık olanlara dayanılmaz ölçüde sıkıcı gelir.
Bir keresinde, ülkesinden hiç çıkmamış bir Amerikalıya İngiliz Anayasası'nın birkaç önemsiz noktada Amerikalılarınkinden daha iyi olabileceğini söylemiştim.Hemen büyük bir öfkeye kapıldı; bu türden bir düşünceyi daha önce hiç duymamış olduğundan, bir kimsenin gerçekten böyle bir şey düşünebileceğini aklı almamıştı. İkimiz de nezaketi ihmal etmiştik; sonuç da bir felaket olmuştu.
Sosyal amaçlı toplantılarda nezakette kusur her ne kadar hoş değilse de mitleri yok etme bakımından çok yararlıdır. Doğal kanılarımızı düzeltmenin iki yolu vardır; biri, zehirli bir mantarı yenebilir bir mantar sanıp sonuçta acı çekmek gibi, gerçekle yüzleşmek; diğeri de kanılarımızın, gerçek olgulara değil, diğer insanların inançlarına ters düşmesi durumudur. Bazıları domuz eti yemenin helal, dana eti yemenin haram olduğunu düşünür; başkaları ise tam tersine inanır. Bu görüş ayrılığı çoğu zaman kan dökülmesine yol açmıştır.İkisinin de belki gerçekten günah olmadığı yolunda rasyonel bir görüş yavaş yavaş oluşmaya başlamış bulunuyor. Nezaket ile yakından bağıntılı olan alçakgönüllülük, kendimizi ve kendimizde olan şeyleri, karşımızdakilerden veya onlarda bulunan şeylerden üstün tutmuyor gibi davranmayı gerektirir.Bu hüner sadece Çin'de tam olarak anlaşılmıştır.
Bana anlattıklarına göre, Çin'de bir Mandarin'e karısının ve çocuklarının sağlığını sorarsanız size şöyle cevap verirmiş: 'Zatıalilerinin sormaya tenezzül buyurdukları o pasaklı aşağılık kadın ve iğrenç yumurcakları tam bir sağlık içindedirler.' Ne var ki, böyle incelikler sakin ve dingin bir yaşam tarzı gerektirir; iş ve politika dünyasının hızlı ve önemli ilişkilerinde ise bu olanaksızdır. Başka insanlarla olan ilişkiler, en başarılı olan kişiler dışında kalan herkesin mitlerini birer birer yıkmaktadır. Kişisel övünçleri kardeşler, aile övünçlerini okul arkadaşları, sınıfsal övünçleri politika,milli övünçleri de savaşlar ve ticari başarısızlıklar ortadan kaldırmaktadır. Ancak insan olmanın övüncü varlığını sürdürür; ve sosyal sohbetler sırasında, mit-yaratma yetisi bu alanda serbestçe at koşturur. Bilim bu tür hayallerin düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir. Ancak bu düzeltme hiçbir zaman kısmi olmaktan öteye gidemez; çünkü biraz safdillik olmazsa bilimin kendisi de çöker.
2
İnsanların kişisel ve sınıfsal düşleri gülünç olabilir; ancak toplumsal düşler insanlık çemberi dışına çıkamayan bizler için hüzün vericidir. Astronominin ortaya koyduğu Evren çok büyüktür. Teleskopla gördüklerimizin ötesinde daha neler var, bilemiyoruz; ancak bilebildiğimiz kadarı akılalmaz büyüklüktedir.Samanyolu bu bilinebilen evrende çok küçük bir yer kaplar. Bu ufak bölümün içindeki Güneş Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir benek, gezegenimiz ise beneğin mikroskobik bir noktasıdır.Bu nokta üzerinde, karmaşık yapılı ve kendilerine özgü fiziksel ve kimyasal özellikleri olan, su ve saf olma- yan karbon karışımı minik topaklar birkaç yıl sürüklenir durur; ta ki bileşimi oluşturan elementlere tekrar ayrılıp yok olana kadar. Vakitlerini iki iş arasında bölüştürürler: kendilerinin yok olma anını ertelemek ve telaşlı bir çaba ile, kendi türlerinden olan başkaları için bu anı çabuklaştırmak. Doğal sarsıntılar belirli aralıklarla binlercesini, hatta milyonlarcasını yok eder; hastalık daha birçoğunu vaktinden önce alıp götürür. Bu olaylar felaket olarak değerlendirilir; ancak insanlar aynı yok edişi kendi çabalarıyla başarırlarsa çok sevinir ve Tanrı'ya şükranlarını sunarlar. İnsan yaşamının fiziksel olarak var olabileceği süre Güneş Sistemi'nin toplam ömrünün çok ufak bir bölümüdür. Ancak insanların birbirlerini yok etme çabalarıyla, bu süre dolmadan da kendi sonlarını getireceklerini düşündüren nedenler var. Dışarıdan bakıldığında insan yaşamı böyle görünüyor.
Yaşama böyle bir bakışın dayanılmaz olduğunu, bunun, insanların var olmalarını sağlayan içgüdüsel enerjiyi yok edeceğini söyleyenler var. Onların buldukları kaçış yolu din ve felsefedir.
Dış dünya her ne kadar yabancı ve duyarsız görünse de, bizi teselli edenlerin verdikleri güvenceye göre, görünüşteki bu çatışmaların gerisinde bir uyum vardır. İlk nebuladan bu yana süregelen uzun gelişimin, en son aşama olarak insanoğluna eriştiği varsayılmak tadır. Hamlet çok ünlü bir yapıttır; ancak onu okuyanların pek azı Birinci Denizci'nin 'Tanrı sizi kutsasın, efendim' şeklindeki dört sözcükten oluşan rolünü anımsar. Yaşamdaki tek uğraşları bu rolü oynamak olan bir topluluk düşünelim; onların Hamlet'lerle, Horatio'larla, ve hatta Guildenstern'lerle hiç bir temasları olamayacak bir şekilde izole edilmiş olduklarını varsayalım. Bu kişiler Birinci Denizci'nin dört sözcüğü- nün bütün oyunun temelini oluşturduğu yolunda bir takım edebi eleştiriler icadetmezler miydi? İçlerinden biri öteki rollerin de belki aynı ölçüde önemli olabileceğini öne sürsey di, onu aşağılama veya dışlamayla cezalandırma yoluna gitmezler miydi? Evrende insan oğlunun yaşamı Birinci Denizci'nin Hamlet'te aldığı rolden çok daha az yer tutmaktadır. Ancak sahnenin arkasındaki oyunun gerisini dinlememiz olanaksızdır; oyunun konusu ve kişileri hakkında da çok az şey biliyoruz.
İnsanlık denince onun bir temsilcisi olarak daha çok kendimizi düşünürüz.Bu nedenle de insanlık konusunda olumlu hisler besler, korunmasını önemli buluruz.Nonkonformist (İngiltere Kilisesi'nden ayrılmış bir tarikatın mensubu. (Ç.N.)) bakkal Mr. Jones kendisinin ölümsüzlüğe layık olduğundan emindir; bunu kendisinden esirgeyecek bir evrenin de dayanılmaz ölçüde kötü olduğu kanısındadır. Ancak şekere kum karıştıran ve Pazar günleri kiliseyi ihmal eden Anglikan (İngiltere Kilisesi mensubu. (Ç.N.)) rakibi Mr. Robinson'u düşündüğünde, evrenin gereğinden fazla merhametli davrandığı görüşündedir. Mutluluğunun eksiksiz olması, Mr. Robinson için yakılacak bir cehennem ateşine bağlıdır. Bu şekilde hem insanın evrensel önemi korunmuş,hem de dost ve düş man arasındaki yaşamsal farklılık evrensel merhametin zaafı yüzünden ortadan kalkma mış olur. Mr. Robinson da aynı kanıdadır; ancak roller değişmiş olarak. Sonuçta herkes mutludur.
Korpenik'ten önceki çağlarda insan-merkezli dünya görüşünü savunmak için felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök kubbesinin dünya çevresinde döndüğü gözle görülüyordu; dünyada da insan, çevresindeki bütün hayvanlara hükmetmekteydi.Ancak dünya merkezi konumunu yitirince insan da bulunduğu doruktan indirildi.Bunun üzerine, bilimin 'kabalığını' düzeltecek bir metafiziğe gerek duyuldu.Bu görev de 'idealist' denilen kişilerce yerine getirildi. Onlara göre maddesel dünya gerçek olmayan bir görünümden ibarettir; gerçek olan ise Akıl veya Ruh'tur; o, filozofun akıl ve ruhundan üstündür; tıpkı filozofun sıradan insandan üstün olduğu gibi. 'İnsanın evi gibisi yoktur' deyiminin tersine, bu düşünürler bize her yerin kendi evimiz gibi olduğu güvencesi verirler. En iyi olan her şeyimizde, yani söz konusu filozofla paylaştığımız her şeyde,evrenle uyum içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun dönemindeki Prusya Devleti'ne
benzediği güvencesini de verir; onun İngiliz ardılları da evreni daha çok iki meclisli plütokratik bir demokrasiye benzetirler. Bu görüşler için öne sürülen gerekçelerde, bunların insancıl özlemlerle olan bağıntısı, o görüşün sahiplerinden bile gizlenecek biçimde kamufle edilmiştir: bu gerekçeler görünüşte mantık ve önermelerin tartışılması gibi kuru kaynaklardan çıkarılmıştır. Ancak hep tek bir doğrultuda yanlışlar yapılmış olması, özlemlerin etkisini açığa vurmaktadır. Bir aritmetik toplaması yaparken insanın kendi lehine yanlış yapması, aleyhine olanı yapmasından daha olasıdır. Bunun gibi, bir kimsenin mantık yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlışlar yapması,özlemlerine ters olan yönde yanlışlar yapmasından daha olasıdır. Demek oluyor ki, soyut düşünür olarak adlandırılan kişilerin incelenmesinde, kişiliklerinin anahtarı yaptıkları yanlışlar dan anlaşılabilir.
Çok kişi insanların icadettiği sistemlerin, gerçek olmasalar bile zararsız ve rahatlatıcı olduklarını ve onlara dokunulmaması gerektiğini savunur. Ancak onlar gerçekte zararsız değildirler ve insanları önlenebilecek acılara katlanmaya yönelttikleri için getirdikleri rahatlık çok pahalıya malolmaktadır.Yaşamdaki kötülükler kısmen doğal nedenlerden, kısmen de insanların birbirlerine olan düşmanlığından kaynaklanmak tadır.
Eskiden rekabet ve savaşlar, yiyecek sağlamak için gerekliydi; bu yiyecekler de sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu. Şimdi bilim sayesinde doğal güçlere egemen olma yoluna girildiğine göre, insanlar birbirlerini yenmek yerine kendilerini doğayı fethetmeye adarlarsa herkes daha rahat ve mutlu olur. Doğanın bir dost, bazen de başka insanlarla kavgalarımızda bir müttefik olarak takdim edilmesi, insanın dünyadaki gerçek konumunu belirsizleştirmekte ve insanoğlunun kalıcı mutluluğunu sağlayacak yegane savaşım olan bilimsel güç arayışına giden çabaları saptırmaktadır.Bütün bu faydacı gerekçeler yanında gerçekdışı inançlara dayalı bir mutluluk arayışının yüce ve yetkin bir yönü yoktur. Dünyadaki gerçek konumumuzu korkusuzca algılamakta tam bir mutluluk, ve mit duvarları arkasına saklananların görebileceklerinden çok daha canlı bir dram vardır. Düşünce dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye hazır olanların açılabilecekleri 'engin denizler' vardır. Bütün bunlardan daha önemli olarak da gün ışığını karartan, insanları kavgacı ve acımasız yapan Korku'nun zulmün den kurtuluş vardır. Dünyadaki konumunu olduğu gibi görme yürekliliği göstermeyen hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendisine, kendi küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse muktedir olduğu yüceliğe erişemez.
3- BİLİM BOŞ-İNANLI MIDIR?
Modern yaşam iki yönden bilim temeline oturmaktadır. Hepimiz ekmek parası, rahatı mızı sağlayan araçlar ve eğlence gereksinimlerimizi karşılamada bir bakıma bilimsel buluş ve keşiflere bağımlıyızdır. Öte yandan son üç yüzyıl içinde bilimsel görüşle ilintili olan bazı zihinsel alışkanlıklar bir avuç üstün yetenekli kişiden giderek toplumun büyük bir bölümüne yayılmıştır. Yeterince uzun süreler gözönüne alındığında, bilimin bu iki özelliğinin birbiriyle bağıntılı olduğu görülür; ancak her ikisi de, ötekisi olmadan yüzyıllarca var olabilirler. Bilimsel düşünce tarzı onsekizinci yüzyıl sonlarına kadar günlük yaşamı pek etkilemedi; çünkü sınai teknolojide devrim yapan büyük buluşlara henüz yol açmamıştı. Öteyandan, bilimin getirdiği yaşam tarzı, bilimin sadece pratikteki bazı uygulamalarını öğrenmiş toplumlarca da benimsenebilir. Böyle toplumlar başka yerlerde keşfedilmiş makineleri yapabilir, kullanabilir ve hatta onlarda bazı ufak tefek gelişmeler gerçekleştirebilir.Ortak insanlık zekası bir gün yozlaşsa bile, bilimin sağladığı teknik ve günlük yaşam, büyük olasılıkla, nesiller boyu var olmayı sürdürebilir. Ancak bu durum sonsuza dek süremez; çünkü eğer bir felaket sonucu ciddi şekilde zedelenirse bir daha yerine gelmesi olanaksızdır.
Demek oluyor ki, olumlu ya da olumsuz, bilimsel görüş insanlık için önemli bir konudur. Sanat alanında olduğu gibi bilimsel görüşün kendisi de iki yönlüdür. Yaratanlar ile değerlendirenler aynı kişiler değildir ve birbirinden farklı zihinsel alışkanlıklar gereksinirler. Her yaratıcı gibi bilimsel yaratıcı da entellektüel bir yolla ifade edilen güçlü duygulardan esinlenir; bu ifade açıklanmamış bir inancı da içerir; eğer bu inanç olmasa bilimci belki de pek bir şey başaramaz. Değerlendiricinin böyle bir inanca gereksinimi yoktur; o her şeyi yerli yerinde görür; kendince gerekli noktaları değerlendirir; belki de yaratıcıyı kendisine kıyasla kaba ve ilkel bir kişi olarak düşünür. Uygarlık daha yaygın ve daha olağan bir aşamaya geldiğinde değerlendirenin düşünce tarzında, yaratıcı olabilecek kişilere karşı bir hükmetme eğilimi başgösterir. Sonuçta söz konusu uygarlık Bizanslaşır ve geriye dönük bir hal alır. Bilimde bu tür bir gelişim başlamakta gibi görünüyor. Öncülere güç veren inanç, özünden çürümeye başlamıştır.
Rusya, Japonya ve Yeni Çin gibi Uzakdoğu ülkeleri bilimi hala onyedinciyüzyıldaki çoşku ile karşılamaktadır. Batılı uluslar halklarının çoğunluğu da böyledir. Ancak başrahipler, kendilerinin resmen adandıkları bu ibadetten artık usanmaya başlamış lardır. Vaktiyle dinibütün genç Luther,hastalıktan kurtulmak için Kapitol'de Jüpiter'e kendi adına öküz kurban edilmesine ses çıkarmayan serbest-düşünceli Papa'ya saygılarını sunmuştu.Bunun gibi, günümüzde de kültür odaklarından uzakta olanlar bilime, onun kahinlerinin artık duymadıkları saygıyı beslemektedir. Bolşeviklerin 'bilimsel' maddeciliği de, vaktiyle ilk dönem Alman Protestanlarında olduğu gibi, bu sofuluğu dost düşman herkesin yenilik sayacağı bir şekil içinde devam ettirmeye yönelik bir çabadır.
Ancak onların Newton'un öğretilerine hararetle ve harfi harfine bağlı olmaları, Batı'nın 'burjuva' bilimcileri arasında kuşkuculuğun yayılmasını hızlandırmaktan başka sonuç vermemiştir. Tennessee gibi, devletin bilim-öncesi bir aşamada kalmış olduğu yerler dışında, bilim devlet tarafından tanınan ve teşvik edilen bir faaliyet olarak siyasal açıdan tutucu bir nitelik almıştır. Günümüz bilim adamlarının çoğunluğunun temel imanı statükoyu korumanın önemine dayanmaktadır. Bunun sonucunda bilim için hakettiğinden fazlasını ileri sürmemek ve diğer tutucu güçlerin, örneğin dinin, istemleri ni yerine getirmek konularına aşırı yatkındırlar.
Ancak bu bilimciler büyük bir zorlukla karşı karşıyadırlar. Bilimcilerin çoğunluğunun tutucu olmasına karşın bilim hala dünyadaki en hızlı değişim aracıdır. Asya'daki, Afrika'daki ve Avrupa'nın sanayi toplumlarındaki değişimin yol açtığı heyecan, tutucu görüşlü kişilerde çoğu kez hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bundan da bilimin değeri konusunda, Büyük Rahiplerin kuşkuculuğuna da katkıda bulunan tereddütler ortaya çıkmaktadır. Bu kadarla kalsa önemli olmayabilirdi. Ancak durum gerçek-entellektüel sıkıntılarla daha da ağırlaşmıştır. Bu zorlukların, eğer aşılmazlarsa, bilimsel keşif çağını sona erdirmeleri olasılığı vardır. Bu hemen bir anda oluverecek demek istemiyo rum. Rusya ve Asya, Batı'nın yitirmekte olduğu bilimsel imanı bir yüzyıl daha sürdüre bilirler. Ancak eninde sonunda, bu inanca karşı öne sürülen savın reddedilemeyeceği ortaya çıkarsa bu, herhangi bir nedenle bir an için, usanç duyan insanları ikna edecek, bu kimseler bir kere inandıktan sonra da eski mutlu güvencelerine bir daha kavuşama yacaklardır. Bilimsel imana karşı ileri sürülen bu sav, bu nedenle, büyük bir titizlikle incelenmelidir.
Bilimsel imandan söz ederken bilimin, esas itibariyle, doğru olduğu yolundaki bir mantıksal sonucu kastetmiyorum. Daha az rasyonel olan ama daha heyecan verici bir şeyi, yani kişinin büyük bir bilimsel kaşif olmasına yol açan inanç ve duygular sistemini kastediyorum. Soru şudur: bilimsel keşifler için gereken zihinsel güce sahip insanlar arasında bu türden duygu ve inançlar var olmayı sürdürebilirler mi?
Yeni yayınlanmış çok ilginç iki kitap bize bu problemin yapısını anlamada yardımcı olacaktır. Bunlar Burtt'un Metaphysical Foundations of Modern Science (Modern Bilimin Metafiziksel Temelleri) (1924) ve Whitehead'in Science and the Modern World (Bilim ve Çağdaş Dünya) (1926) adlı kitaplarıdır.Bu kitapların ikisi de çağdaş dünyanır. Kopernik Galileo ve Newton'dan esinlenmiş olduğu düşünce sistemlerini eleştirmektedir -birincisi hemen hemen tümüyle tarihsel açıdan, ikincisi hem tarihsel hem de mantıksal açıdan. Dr. Whitehead'in kitabı daha önemlidir; çünkü yalnız eleştirel değil, aynı zamanda yapıcıdır; ayrıca geleceğin bilimi için, insanlığın bilimdışı özlemleri yönünden de doyurucu olacak bir entellektüel temel bulmayı amaçlamaktadır. Dr. Whitehead'in teorisinin hoş diyebileceğimiz bölümleri için öne sürdüğü mantıksal argümanları kabul edemem. Bilimsel kavramların yeni bir entelektüel yapılanmaya gereksinimi olduğunu kabul etmekle beraber bu yeni kavramların entellektüel olmayan duygularımıza eskileri kadar itici geleceğini ve bu nedenle yalnızca bilim lehinde güçlü önyargısı olanlarca kabul edilecekleri yolundaki görüşe de katılıyorum. Şimdi ileri sürülen tezin ne olduğu nu görelim.
İşe tarihsel bakış açısıyla başlayalım. Dr. Whitehead 'Nesneler arasında düzen, özellik le de bir doğa düzeni'nin var olduğu hakkında yaygın bir içgüdüsel inanç olmadan yaşayan bilim de olamaz,' diyor.Ona göre bilim ancak böyle bir inanca sahip olan insan larca yaratılabilirdi; bu nedenle de inancın başlangıçtaki kaynağı bilim-öncesi dönem olmalıydı. Bilimin gelişmesi için gerekli olan karmaşık zihinsel yapının oluşmasında başka öğelerin de katkısı olmuştu. Whitehead, Greklerin yaşama bakış açısının daha çok dramatik olduğunu, bu nedenle de başlangıçtan çok sonu vurguladığını,bunun da bilim açısından sakıncalı olduğu ileri sürüyor. Öte yandan, Grek tragedyası, olayların doğa yasalarının zorunlu sonucu olarak ortaya çıktığı yolundaki Kader kavramının oluşmasına yardımcı olmuştur. 'Grek tragedyasındaki Kader, çağdaş düşünce sistemin de Doğa düzenine dönüşmüştür.'Gerekirci (necessitarian) görüş Roma hukuku ile desteklenmiştir. Roma Devleti(hiç olmazsa teoride) , Doğulu despotlardan farklı olarak keyfi değil, önceden belirlenmiş kurallara göre hareket etmişti. Bunun gibi, hıristiyanlık da Tanrı'nın yasalar uyarınca hareket ettiği inancındaydı; her ne kadar bu yasaları Tanrı'nın kendisi koysa da. Bütün bunlar bilimsel düşünce biçiminin zorunlu bir ögesi olan Doğal Yasalar kavramının oluşmasını kolaylaştırmıştır.
Onaltıncı ve onyedinci yüzyıl öncülerinin çalışmalarını esinleyen bilim-dışı inançlar Dr. Burtt tarafından övgüye değer bir biçimde ortaya konmuştur; kendisi bunun için, pek az bilinen birçok orjinal kaynaktan yararlanmıştır. Örneğin Kepler, gençliğinin kritik bir döneminde, Zerdüşt dininden olanların Güneş'e tapma şeklindeki ibadetlerini kısmen benimsemiş gibidir. 'Özellikle Güneş'in tanrılaştırılması ve ona yaraşır konumun evrenin merkezi olduğu yolundaki düşünceler Kepler'i,gençlik coşkusu ve coşkulu hayal gücünün etkisiyle, yeni sistemi kabule yöneltmiştir.' Bütün Rönesans dönemi boyunca hıristiyanlığa karşı, esas itibariyle Pagan çağı uygarlığına duyulan hayranlıktan kaynak lanan bir tür düşmanlık var olmuştur.Bu düşmanlık, kural olarak açıkça dile getirileme diyse de örneğin, fiziksel belirlenimcilik (determinizm) içerdiği gerekçesiyle Kilise'nin kınadığı astrolojinin yeniden canlanmasına yol açmıştır.
Hıristiyanlığa karşı olan bu başkaldırı bilimle olduğu kadar boş-inanla da ilintilidir ve Kepler örneğinde olduğu gibi bazen her ikisiyle de içiçedir.
Eskiçağ'da yaygın olmayan, Ortaçağ'da ise hiç görülmeyen çok önemli bir öğe daha vardır: 'çözülemeyen ve tekrarlanan' olgulara duyulan ilgi. Rönesans öncesinde olgu lara karşı merak duyulması kişilere özgüydü; örneğin İmparator 2. Frederick ve Roger Bacon. Ancak Rönesans döneminde bu merak aydınlar arasında birden yaygınlaştı. Montaigne'de bu, Doğal Yasalara ilgi duymaksızın var olan bir meraktır; bu nedenle de Montaigne bir bilim adamı değildir. Bilim uğraşı, kendine özgü bir genel ve özel ilgiler karışımını içerir; özel durum, genel durumu aydınlatabileceği umuduyla incelenir.
Ortaçağ'da özel durumun, teorik olarak, genel ilkelerden çıkarılabileceği düşünülürdü; Rönesans döneminde genel ilkeler gözden düştü ve eski çağlara olan tutku özel olaylara karşı güçlü bir ilgiye yol açtı. Bu ilgi Grek, Roma ve skolastik geleneklere göre eğitilmiş beyinlerde, sonunda Kepler ve Galileo gibi bilimsel kişiliklerin ortaya çıkışını olanaklı kılan düşünsel atmosferi yarattı. Doğaldır ki bu atmosfer onların çalışmalarını sarmala mış ve günümüzdeki izleyicilerine kadar gelmiştir. 'Bilim, kökenini Rönesans sonlarının tarihsel başkaldırısından hiç ayırmamıştır; daha çok, ilkel bir inanca dayalı,rasyonalizm - karşıtı bir hareket olarak sürmüştür. Gerek duyduğu uslamlama sistemini, tümdengelim yöntemini uygulayan Grek rasyonalizminin yaşayan bir yadigarı olan matematikten almıştır. Bilim felsefeyi reddeder.Başka bir deyişle, inancını haklı kılmaya veya açıkla maya hiç gerek duymamış,Hume'un onu yadsımasına da sessizce kayıtsız kalmıştır.'
Emekleme dönemindeyken onu beslemiş olan boş-inanlardan ayırırsak bilim var olmayı sürdürebilir mi? Bilimin felsefeye karşı gösterdiği kayıtsızlık,kuşkusuz, bilimin şaşırtıcı başarısı nedeniyledir. Bilim, insanın güçlü olduğu duygusunu kuvvetlendirmiş; bu nedenle de, teolojik geleneklerle kimi zaman çatışmasına karşın, genelde iyi kabul görmüştür. Ancak son zamanlarda, kendi iç sorunları onu felsefeyle ilgilenmeye yöneltmiştir. Bu, özellikle uzay ve zamanı bir uzay-zaman düzeninde birleştiren görecelik teorisi için söz konusu olmuştur. Bunun yanısıra, sürekli olmayan harekete gereksinimi varmış gibi görünen kuantum teorisi için de geçerlidir. Yine, bir başka alanda, fizyoloji ve biyokimya, felsefeyi canalıcı bir noktasında tehdit eden psikolojinin alanına el uzatmaktadır. Dr. Watson'un davranışçılığı bu saldırının bir öncü kuvvetini oluşturmakta; felsefi gelenek için saygılı sayılamayacak şeyler içermekte; buna karşın kendine özgü yeni bir felsefeye de gerek duymaktadır. Bütün bu nedenlerden dolayı bilim ve felsefenin bu soğuk savaşı sürdürmeleri artık olanaksızdır; düşman ya da dost olmak zorundadırlar. Bilim, temelleri konusunda felsefenin ona yönelttiği soruları yanıtlayamazsa dost olamazlar. Dost olmaları durumunda ise birbirlerini yok ederler; yalnız birinin tek başına alana egemen olması artık olanaksızdır.
Bilimin felsefi açıdan kendini kanıtlaması için Dr. Whitehead iki şey önermektedir. Bir yandan yeni bazı kavramlar ortaya atmaktadır ki onlar sayesinde görecelik ve kuantum fiziği, eski katımadde kavramında yapılacak bölük pörçük değişikliklerle elde edilecek sonuçlara göre,zihinsel bakımdan daha doyurucu olan bir yapılanma olanağı bulacaktır. Eserin bu bölümü henüz arzu edilen ölçüde geliştirilmiş olmamakla beraber geniş anlamıyla bilim kapsamına girmektedir ve bizleri bazı olgular hakkındaki teorik bir yorumu bir başkasına tercih etmeye yönelten alışılmış kanıtlama yöntemine de olanak vermektedir.
Tekniğinin zor olduğunu belirtmek dışında bu konuya değinmeyeceğim. Şu anda ilgilendiğimiz konu yönünden önemli olan, Dr. Whitehead'in eserinin daha felsefi olan bölümüdür. Bize sadece daha iyi bir bilim önermekle yetinmeyip, aynı zamanda Hume'dan bu yana bir anlamda rasyonel olmayan geleneksel bilimi rasyonel kılacak bir de felsefe öneriyor. Bu felsefe temelde Bergson'unkine çok benzer. Burada karşılaştığım zorluk şudur: Dr. Whitehead'in yeni kavramları, normal bilimsel ve mantıksal sınama lara olanak veren formüllerle ifade ediliyorlarsa da öne sürdüğü felsefeyi gerektirmiyor lar gibi görünüyor.
Bu nedenle felsefesi kendi içerdiği değerlere göre kabul edilmelidir. Onu, eğer doğru ise, bilimi haklı kıldığı (justification) için kabul etmemeliyiz; çünkü tartıştığımız sorun bilimin haklı kılınmasının olanaklı olup olmadığıdır. Onu olduğu gibi, bize gerçekten doğru gelip gelmediği bakımından incelemeliyiz; ancak bunda da kendimizi eski karga şa ile yüzyüze buluyoruz.
Şimdi sadece tek bir nokta, ama çok önemli bir nokta üzerinde duracağım.Bilindiği gibi Bergson geçmişin bellekte yaşamayı sürdürdüğü, hiç bir şeyin asla gerçekten unutulmadığı kanısındadır. Bu noktalarda Dr. Whitehead onunla hemfikir görünüyor. Bu şairane bir ifade olarak çok hoş olmakla beraber, benim düşünüşüme göre, olayları bilimsel netlikle dile getirdiği kabul edilemez. Geçmişteki bir olayı -diyelim ki Çin'e varışımı-anımsıyorsam, yeniden Çin'e vardığımı söylemem sadece mecazi bir ifadedir. Anımsadığım zaman bazı sözcükler ve imgeler belirir. Bunların anımsadığım şeylerle nedensellik ve benzerlik ilişkisi vardır ve bu benzerlik genellikle mantıksal yapı benzerliğinden öte bir şey değildir. Anının, geçmişteki olayın varlığını sürdürmesi olduğunu söylesek bile bu, olayın kendisi ile anısı arasındaki ilişki hakkındaki bilimsel soruya bir yanıt oluşturmaz. Çünkü öyle söylesek bile, yine de, aradan geçen sürede olayın değiştiğini kabul etmek zorundayız; bu sefer de değişimin hangi bilimsel yasalar uyarınca gerçekleştiği sorusuyla karşı karşıya kalırız. Anıyı yeni bir olay olarak veya oldukça değişmiş eski bir olay olarak adlandırmanın bilimsel problem açısından bir farkı yoktur.
Hume'dan bu yana bilim felsefesinde yer alan iki büyük skandal nedensellik ve tümevarımdır. Bu iki yönteme hepimiz güveniriz; ancak Hume bu inancın hiçbir rasyonel temele dayanmayan, bilinçsiz bir inanç olduğu yolunda bir kanı uyandırmıştır. Dr. Whitehead kendi felsefesinin Hume'a bir yanıt olanağı sağladığına inanıyor. Kant da aynı şeyi düşünmüştü. Ben her ikisini de kabul edemiyorum. Ancak herkes gibi ben de bir yanıt olması gerektiğine inanmaktan da kendimi alamıyorum. Bu durum derin bir rahatsızlık kaynağıdır; bilim ile felsefe karıştırılmaya devam ettikçe rahatsızlık artacaktır. Bir yanıt bulunabileceğini ummak durumdayız; ancak ben yanıtın bulunmuş olduğuna inanamıyorum.
Bilim günümüzdeki durumuyla kısmen olumlu, kısmen de olumsuz olarak düşünülebi lir. Bize çevremizi düzenleme gücü vermesi ve küçük de olsa önemli bir azınlık için zihinsel doyum olanağı sağlaması bakımından da olumludur. Olumsuzdur; çünkü ne kadar maskelemeye çalışsak da insan eylemlerini, teorik olarak, önceden tahmin etme olanağını içeren bir gerekirciliği varsaymakta, bu bakımdan da sanki insanın gücünü azaltmaktadır. Doğal olarak insanlar bilimin olumlu yönünü alıkoyup olumsuz yönün den kurtulmayı arzular; ancak bunu başarma çabaları şimdiye dek boşa çıkmıştır. Nedensellik ve tümevarıma inancımızın irrasyonel olduğunu vurgularsak, bilimin doğru olup olmadığını bilmediğimiz ve bize onu olumlu kılan, çevremize egemen olma olanağının her an yok olabileceği sonucuyla karşılaşırız. Ancak bu sonuç tümüyle teorik olup, çağdaş bir insanın uygulamada benimseyeceği birşey değildir. Öte yandan bilimsel yöntemin savlarını kabul edersek nedensellik ve tümevarımın, herşeye olduğu gibi, insan iradesine de uygulanabilir olduğunu kabulden kaçınamayız. Yirminci yüzyılda fizik, fizyoloji ve psikoloji alanlarındaki gelişmeler bu sonucu güçlendirmektedir. Sonunda öyle görünüyor ki, bilimin rasyonel kanıtlaması teorik olarak yetersiz ise de, bilimin olumsuz yönlerini bırakıp olumlu olanlarını alıkoymamızı sağlayan bir yöntem mevcut değildir. Durumun mantığıyla yüzleşmekten kaçınarak kuşkusuz bunu başarabiliriz. Ancak o zaman dünyayı anlamayı amaç edinmiş olan bilimsel keşif dürtüsünü de daha kaynağında kurutmuş oluruz. Geleceğin bu karmaşık probleme daha doyurucu bir çözüm getirmesini umalım.
4- İNSAN RASYONEL OLABİLİR Mİ?
Kendimi hep bir rasyonalist olarak düşünürüm; ve bana göre bir rasyonalist, insanla rın rasyonel olmasını isteyen kişidir. Rasyonellik günümüzde birtakım sert eleştirilere uğramış bulunuyor; öyle ki, ne anlama geldiğinin bilinmesi, bilinmesi durumunda da insanların elde edebilecekleri bir şey olup olmadığını kestirmek zordur. Rasyonelliği tanımlama sorununun biri teorik, öteki de pratik olmak üzere iki yönü vardır: Rasyonel düşünce nedir? Rasyonel davranış nasıldır? Faydacılık (pragmatizm) kanıların irrasyonel olduğunu, psikanaliz de davranışların irrasyonel olduğunu vurgular.
Bu iki yaklaşım çoğu kimseyi, düşünce ve davranışların olumlu bir şekilde uyum göstere cekleri ideal bir rasyonelliğin var olmadığı görüşüne yöneltmiştir.Bu da şöyle bir sonuca yol açar görünmektedir: Eğer siz ve ben değişik kanılara sahipsek, bunu tartışmanın ya da tarafsız bir kişinin hakemliğine başvurmanın yararı yoktur. Yapabileceğimiz tek şey, parasal ve askeri gücümüz ölçüsünde, etkili konuşma, reklam, ya da savaş yollarıyla birbirimizle mücadele etmektir. Böyle bir bakış açısının çok tehlikeli, uzun dönemde ise uygarlık için yokedici nitelikte olduğu kanısındayım. Bu nedenle, rasyonellik idealinin, onu yok edeceği düşünülen fikirlerden etkilenmediğini, düşünce ve yaşama bir yol gösterici olarak eskiden taşıdığı bütün önemi koruduğunu göstermeye çalışacağım.
Önce kanıların rasyonelliğini ele alalım. Bunu, basit olarak, bir kanaate varmadan önce, konuyla ilgili bütün kanıtları dikkate alma olarak tanımlıyorum.Rasyonel bir kişi kesinliğin olanaklı olmadığı durumlarda olasılığı en kuvvetli olan görüşe en büyük ağırlığı verir, yabana atılamayacak ölçüde olasılığı olanları da varsayım olarak aklında tutar; çünkü bunların tercihini gerektiren bazı kanıtlar sonradan ortaya çıkabilir. Doğaldır ki burada, gerçeklerin ve olasılıkların çoğu durumda nesnel bir yöntemle -yani iki dikkatli kişiyi aynı sonuca götürecek bir yöntemle- saptanabileceği varsayılmaktadır. Bu varsayım sık sık sorgulanmaktadır. Çok kimse aklın tek işlevinin kişinin kendi özlem ve gereksiniminin doyumunu kolaylaştırmak olduğunu söylemektedir. Pelebs Ders Kitapları Komitesi'nin yayınladığı Outline of Psychology (Psikolojinin Anahatları) kitabında (sayfa 68) 'Zihin her,seyden çok bir taraf tutma aracıdır. İşlevi kişiye ya da türe yararlı olacak eylemlerin gerçekleşmesini ve daha az yararlı olanlarının engellenme sini güven altına almaktır,' denilmektedir.Ancak aynı yazarlar yine aynı kitapta (sayfa 123) ve yine italik harflerle'Marksistlerin inancı ile dinsel inanç arasındaki fark pek derinlerdedir; dinsel inanç özlem ve gelenek temeline, diğeri ise nesnel gerçeklerin bilimsel analizine dayanır,' demektedirler. Eğer amaçları kendilerini Marksist inancı
seçmeye yönelten şeyin akıl olmadığını öne sürmek değilse, bu sözler akıl için söylemiş oldukları sözlerle çelişmektedir. Amaçları ne olursa olsun'nesnel gerçeklerin bilimsel analizinin' olanaklı olduğunu kabul ettiklerine göre, nesnel anlamda rasyonel olan görüşlerin de olanaklı olduğunu kabul etmeleri gerekir.
İrrasyonel bir bakış açısı öneren daha bilge yazarlar, örneğin faydacı filozoflar, bu kadar kolay açık vermiyorlar. Onlar, kanılarımızın,doğru olmaları için uymaları gere ken nesnel gerçek diye bir şeyin var olmadığını ileri sürüyorlar. Onlar için kanılar yalnızca varolma savaşında kullandığımız silahlardır ve insanın yaşamını sürdürmesine yardımcı olanlarına 'doğru' denilmelidir.Bu görüş İ.S. altıncı yüzyılda, Budizm Japonya 'ya ilk eriştiği zamanlar, Japonya'da yaygın olan görüştü. Yeni dinin doğruluğundan kuşku duyan iktidar, deneme olarak, saray mensuplarından birine bu dini kabul etme sini emretti; eğer bu kişi başkala rından daha başarılı olursa yeni din herkesçe kabul edilecekti. Bu yöntem faydacıların bütün din tartışmalarında -günümüze uyum sağlayacak değişikliklerle- benimsedikleri yöntemdir; ancak ben, insanı zenginliğe, bütün öteki dinlerden daha çabuk götürdüğü anlaşılan Museviliğe geçen bir kimse duymadım.
Faydacılar 'doğru'yu bu şekilde tanımlasalar da günlük yaşamda zaman zaman ortaya çıkan ve bu denli incelikli olmayan sorunlarda hep çok değişik bir standart uygularlar. Bir cinayet davasının jürisinde yer alan bir faydacı, kanıtları herhangi bir insan gibi değerlendirecektir; ancak eğer kendisine özgü ölçütü uygulayacak olsa, toplumda kimin idam edilmesinin daha karlı olacağını düşünmesi gerekir. Tanım gereği o kişi cinayetin de suçlusudur; çünkü başka birisinin değil de onun suçlu olduğuna inanmak daha yararlı, bu nedenle de daha 'doğru'dur. Bu tür faydacılık ne yazık ki bazen gerçekten uygulanıyor. Amerika ve Rusya'da bu tanıma uygun 'düzmece suçlamalar'yapıldığını duymuştum.Ancak böyle durumlarda, gerçeği gizlemek için hiçbir çaba esirgenmiyor; başarılı olunamazsa da rezalet çıkıyor. Gizleme için gösterilen bu çaba, bir cinayet olayında polisin bile nesnel gerçeğe inandığını göstermektedir. Bilimde aranan da bu türden -çok alelade ve tatsız-bir nesnel gerçektir. İnsanlar, onu bulma umudunu taşıdığı sürece, dinde aranan gerçek de bu türdendir. İnsanlar ancak dinin gerçek olduğunu doğrudan kanıtlamaktan umut kestiği zamandır ki, onun sözümona yeni-moda bir anlamda 'gerçek' olduğunu kanıtlamaya koyulmuşlardır.
Genel olarak ifade etmek gerekirse, irrasyonalizm, yani nesnel gerçeği yadsımak, hemen her zaman, hiçbir kanıtı olmayan birşeyde ısrar etmek; ya da çok sağlam kanıtları olan birşeyi yadsımak arzusundan kaynaklanır. Ancak,yatırım yapmak gibi, bir hizmetçi tutmak gibi pratik konularda hep nesnel gerçeğe olan inanç egemen olur. Eğer herhangi bir konudaki inancımızın doğru olup olmadığı gerçek olgularla sınanabili yorsa, başka konularda da aynı sınama yapılmalıdır. Bunun uygulanmadığı durumlar bizi bilinemezciliğe (agnostisizme) götürür.
Konuları göz önüne alındığında bu düşünceler kuşkusuz çok yetersiz kalmaktadır. Gerçek olguların nesnelliği sorunu,filozofların şaşırtmacaları nedeniyle çok zorlaşmıştır. Bu konuyu başka bir yerde daha detaylı olarak ele almış bulunuyorum. Şimdilik, gerçek olguların var olduğunu,bunların bazılarının bilinebildiğini, diğer bazıları için ise bilinen gerçek olgulara göre bir olasılık derecesi saptanabileceğini varsayacağım. Ancak kanılarımız çoğu kez gerçeklere ters düşer; hatta belirli kanıtlara göre bir şeyin olası olduğunu söylediğimizde bile, aynı kanıtlara göre o şeyin olası olmadığı da söylenebilir.
Bu durumda rasyonelliğin kuramsal yanı, gerçek olgulara ilişkin kanılarımızı özlemlere, önyargılara, geleneklere değil, kanıtlara dayandırmaktan ibarettir. Rasyonel bir kimse, konuya bağlı olarak, bir hukukçudan ya da bir bilimciden farksızdır.
Bazı kimseler, insanların en çok değer verdiği kanılarının tuhaf, hatta çılgınca denebile cek kökenlerine dikkat çekerek psikanalizin, kanılarımızın rasyonel olmasının olanaksız lığını saptadığını düşünürler. Psikanalize derin bir saygım vardır ve son derece yararlı olabileceğine inanırım. Ancak Freud ve ardıllarına esin kaynağı olan bakış açısı bir ölçüde gözden kaçırılmaktadır.Onların yöntemlerinin temel amacı, tedavi etmeye, isteri ve çeşitli türden akıl bozukluklarını iyileştirmeye yöneliktir. Savaş sırasında ortaya çıkan savaş nevrozunun en etkili tedavi yönteminin psikanaliz olduğu kanıtlanmıştır. Rivers'ın daha çok 'mermi şoku' hastalarıyla olan deneyimlerine dayanarak yazdığı Instinct and Unconscious (İçgüdü ve Bilinçötesi) kitabında, açıkça kabullenilmediği zaman korkunun yol açtığı kötü etkiler çok güzel bir şekilde incelenmektedir. Bu etkiler, doğal olarak, çeşitli tiplerde felçler, görünürde fiziksel olan hastalıklar gibi, daha çok zihinsel olmayan türdendir. Şimdilik bunlarla ilgilenmeyeceğiz; konumuz zihinsel bozukluklardır. Delilerdeki kuruntuların çoğunun içgüdüsel engellemenin bir sonucu olduğu ve tümüyle zihinsel yollarla –yani hastaya, anısını baskı altında tuttuğu gerçekleri anımsatmak yoluyla-tedavi edilebildikleri anlaşılmıştır. Bu çeşit bir tedavi ve onu çağrıştıran durum, hastanın yitirmiş olduğu sağlıklı bir ruh halinin var olduğunu ve unutmayı en çok istedikleri de dahil olmak üzere, bütün işe yarar gerçekleri bilinç yüzüne çıkarmakla bunun tekrar kazanılabileceğini varsayar. Bu, bazı kişilerce ısrarla önerildiği üzere, irrasyonelliği karşı koymadan kabullenme yönteminin tam tersidir.
Bu kişilerin tek bildiği, yalnız psikanalizin, irrasyonel kanıların etkinliğini ortaya çıkardığıdır; onun amacının bu etkinliği belirli bazı tıbbi yöntemlerle azaltmak olduğunu unuturlar veya gözardı ederler. Benzer bir yöntemle delilikleri pek belirgin olmayan kişilerin irrasyonel tutumları da tedavi edilebilir; yeter ki hastalar kendi kuruntularını paylaşmayan bir hekimin tedavisine rıza göstersinler. Ancak, cumhurbaş kanları, bakanlar, önemli şahsiyetler bu koşulu nadiren yerine getirirler; ve tedavi görmeden yaşamlarını sürdürüp giderler.
Buraya kadar rasyonelliğin teorik yönünü ele aldık.Şimdi üzerinde duracağımız pratik yönü ise daha da büyük bir zorluk sergiler. Pratik konulardaki fikir ayrılıklarının iki kaynağı vardır: Birincisi tartışmacıların arzuları arasındaki farklılık, ikincisi de arzula rını gerçekleştirme araçlarını değerlendirmedeki farklılıktır.İkinci tür farklılıklar gerçekte teoriktir; ancak sonuçları açısından uygulamaya dönüktürler. Örneğin bazı yetkililer ilk savunma hattımız için savaş gemileri gerektiğini ileri sürerken, diğerleri de uçakların gerekliliğini vurgular. Burada önerilen sonuç, yani ulusal savunma konusunda bir farklılık yoktur; fark, bunun hangi araçlarla yerine getirileceğindedir. Bu nedenle tartışma salt bilimsel bir yöntemle çözümlenebilir; çünkü anlaşmazlığa neden olan fikir ayrılığı gerçeklerle; geçmiş veya gelecek,kesin veya olası gerçeklerle ilgilidir. Buna benzer bütün durumlarda söz konusu olan, her ne kadar uygulamaya yönelik bir konuysa da,teorik olarak nitelendirdiğimiz türden bir rasyonellik işe karışır.
Ancak bu sınıfa dahil edebileceğimizi düşündüğümüz birçok olayda,uygulamada büyük önem taşıyan bir zorluk ortaya çıkmaktadır. Belirli bir şeyi yapmak isteyen bir kimse, böyle yapmakla yararlı saydığı bir sonuca ulaşacağına kendini inandırır; o arzusu olmasaydı böyle bir inanç için hiçbir neden olmayacağını bilse bile. Gerçekler ve olasılıklarla ilgili konulardaki yargıları da, kendisininkine karşıt arzuları olan bir başka kişininkinden çok farklı olacaktır.
Herkesin bildiği gibi kumarbazlar uzun dönemde kesinlikle kazandıracak sistemler konusunda irrasyonel inançlarla doludurlar. Politikayla ilgilenenler kendi partilerinin başkanının, rakip politikacıların düzenbazlığına düşmeyeceğine kendilerini inandırırlar. Yönetmeyi sevenler halk tabakasına koyun sürüsü gözüyle bakmanın onların yararına olduğunu düşünürler; sigaradan hoşlananlar sigaranın sinirleri yatıştırdığını, alkolden hoşlananlar da alkolün zihni uyardığını söylerler. Bu tür gerekçelerin yol açtığı yargılar, olayların değerlendirilmesinde önlenmesi zor olan yanılgılara yol açar. Alkolün sinir sistemi üzerindeki etkisi konusunda yazılmış bilimsel bir makale bile çoğu kez, satır aralarında içerdiği kanıtlarla, yazarın alkole karşı kişisel tutumunu açığa vurur; her iki olasılıkta da, olaylara kendi alışkanlığını destekleyici bir gözle bakmak eğilimi vardır. Bu tür düşünceler politika ve din konularında büyük önem taşır.
Çoğu kimse politik görüşlerini belirlerken toplumun iyiliği isteğiyle yola çıktığını düşünür; ancak on kişiden dokuzunun politik eğilimi onun geçimini nasıl kazandığına bakarak kestirilebilir. Bu durum bazı kimseleri bu tür konularda objektif davranılama yacağı, karşıt eğilimli sınıflar arasında şiddetli rekabet dışında bir yöntem bulunama yacağı görüşünü savunmaya; birçoklarını da gerçekten öyle olduğuna inanmaya yöneltmiştir.Psikanaliz işte böyle konularda yararlıdır; çünkü insanların o zamana kadar bilinç-altında olan önyargılarının farkına varmalarını sağlar.Bize kendimizi, başkalarının bizi gördüğü gibi görmemize olanak veren bir teknik; ayrıca, bu görünümü müzün sandığımız kadar da haksız olmadığını gösteren bir neden sağlar. Bu yöntem, olgulara bilimsel yaklaşım alışkanlığı ile birlikte yaygın olarak öğretilirse insanları, gerçek olayları değerlendirme ve eylemlerin olası etkileri hakkındaki inançları konusun da,daha rasyonel olmalarını olanaklı kılar. Eğer insanlar bu konularda anlaşmazlığa düşmezse, geri kalan anlaşmazlıklara uyumlu çözümler bulabilecekleri hemen hemen kesindir.
Ancak yine de tümüyle zihinsel yöntemlerle çözümlenemeyecek bir tortu kalacaktır. Bir kimsenin arzuları başka bir kişininkiyle tam tamına uyum içinde olmaktan çok uzaktır. Borsada iki rakip şu veya bu eylemin etkileri konusunda tümüyle aynı fikirde olabilirler; ancak bu pratikte de uyuma yol açmaz; çünkü ikisi de ötekinin zararı pahasına zengin olmayı arzu etmektedir. Ancak bu durumda bile, doğacak olumsuz sonuçların büyük bölümü rasyonellik sayesinde önlenebilir. Yüzünü beğenmediği için öfkeyle burnunu kesen bir kişinin davranışının irrasyonel olduğunu söyleriz. İrrasyoneldir; çünkü duygularına kapılarak o anda şiddetle hissettiği arzusunu yerine getirmekle, kendisi için uzun vadede daha önemli olan özlemlerinin engelleneceğini unutmuştur.İnsanlar rasyonel olsalardı, kendilerine neyin yararlı olduğunu şimdikinden çok daha doğru olarak görürlerdi.
Eğer bütün insanlar bilinçli olarak kişisel çıkarları doğrultusunda davransalardı dünya da şimdiki durumuna kıyasla bir cennet olurdu. Hareketlerimizi yönlendirme açısından kişisel çıkarlardan daha iyi bir şey olmadığını söylemiyorum; ancak kişisel çıkarın da, başkalarının iyiliği için özveride bulunma örneğinde olduğu gibi, bilerek gözetildiğinde, bilmeden gözetildiği durumdakinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. Düzenli bir toplumda, başkalarının zararına olan bir şeyin, onu yapan kişinin çıkarına olması pek enderdir. Bir insan rasyonellikten uzaklaştığı ölçüde, başkalarını inciten şeylerin kendisini de inciteceğini göremez; çünkü nefret ve haset onu körleştirmiştir. Bu nedenle, bilerek gözetilen kişisel çıkarın en yüce ahlak ilkesi olduğunu savunmuyorsam da, eğer yaygın olarak benimsenirse dünyanın şimdi olduğundan çok daha iyi bir dünya olacağında ısrar ediyorum.
Günlük yaşamda rasyonellik, sadece o anda güçlü olan arzularımızı değil, içinde bulunulan duruma ilişkin bütün isteklerimizi anımsama alışkanlığı olarak tanımlana bilir. Fikirlerin rasyonelliğinde olduğu gibi bu da bir ölçü sorunudur. Tam bir rasyonel lik, kuşkusuz, erişilmesi olanaksız bir idealdir.Bununla beraber, bazı insanları deli olarak nitelediğimiz sürece, bazı insanların diğerlerinden daha rasyonel olduğunu varsaydığımız ortadadır. Dünyadaki elle tutulur her türlü iyiye gidişin, pratik ve teorik rasyonalizmin güçlenmesinden kaynaklandığı kanısındayım. Altruistik (Kendi yararını gözetmeksizin başkalarının iyiliğini düşünme; bencilliğin karşıtı.(Ç.N.)) bir ahlak öğütle mek, bana biraz da yararsız görünüyor; çünkü böyle bir öğüt onu zaten benimsemiş olanlar dışında kimseye çekici gelmeyecektir. Ancak rasyonelliği öğütlemek biraz farklıdır; çünkü, bizim kendi arzularımız her ne ise, rasyonellik genellikle onları gerçekleştirmemize yardımcı olur. Bir kimse, aklının arzularını algıladığı ve onlara egemen olduğu ölçüde rasyoneldir. Sonuç olarak inanıyorum ki, en önemli şey aklımızın eylemlerimize egemen olmasıdır; bilim, birbirimize zarar verme olanaklarını artırdıkça toplumsal yaşamın sürmesini olanaklı kılan da bu olacaktır. Eğitim, basın, politika, din -kısacası dünyanın en etkili güçleri- şu anda irrasyonellikle eleledir. Bu güçler Kral Demos'u yoldan çıkarmak için ona övgüler yağdıran kişilerin elindedir. Çare, gerçekleş tirilmesi çok zor olan sosyal ve siyasal değişimlerde değil; bireylerin komşuları ve dünya ile olan ilişkilerine daha akıllıca ve dengeli bir bakış açısı getirme çabalarında yatmakta dır. Dünyamızın çekmekte olduğu sıkıntıların çözümünü, günden güne yaygınlaşmakta
olan rasyonalizmde aramamız gerekir.
27.05.2007 - 10:45
5- YİRMİNCİ YÜZYILDA FELSEFE
Ortaçağ'ın sonlarından bu yana felsefenin sosyal ve politik önemi giderek azalmıştır. Ortaçağ'ın en büyük filozoflarından olan William Ockham (1300-1349) ,Keiser (962-1806 yıllarında Kutsal Roma Hükümdarlarına verilen ünvan. (Ç.N.)) tarafından Papa'ya karşı broşürler yazmak üzere tutulmuştu.O dönemlerin en ateşli sorunları okullarla ilgili tartışmalardı. Onyedinci yüzyılda felsefede görülen gelişmelerin tümü Katolik Kilisesine muhalefetle az çok bağlantılıydı. Malebranche (1638-1715) gerçi bir rahipti; ancak şimdilerde rahipler onun felsefesini kabulden menedilmişlerdir. Locke'un (1632-1704) ardılları onsekizinci yüzyıl Fransasında, Bentham (1748-1832) yanlıları ondokuzuncu yüzyıl İngilteresinde, politikada çoğunlukla aşırı tutucu görüşleri benimsemişler; çağdaş liberal burjuva görüşünün de yaratıcısı olmuşlardır. Ancak felsefi ve politik görüşler arasındaki karşılıklı ilişki zamanla daha belirsiz bir duruma gelmektedir. Hume (1711-1776) felsefede aşırı tutucu olduğu halde politik yönden bir Tory (Şimdiki adı Muhafazakar Parti olan İngiliz siyasal partisi mensubu. (Ç.N)) idi. Yalnızca, Devrim'e kadar bir Ortaçağ ülkesi olan Rusya'da politika ve felsefe arasında açık bir ilinti var olmayı sürdürdü. Bolşevikler materyalist, Beyazlar ise idealisttirler.
Tibet'te bu ilinti daha da güçlüdür; devlet yönetiminde en büyük ikinci kişi 'baş metafizikçi' olarak adlandırılır. Başka yerlerde felsefe artık böylesine saygın bir konumdan yoksundur.
Yirminci yüzyıl akademik felsefesi başlıca üç grupta toplanmış bulunuyor.Birincisi genellikle Kant (1724-1804) , bazen de Hegel (1770-1830) yanlılarını içine alan klasik Alman felsefesidir. İkinci grup, pragmatistler ile Bergson'dan oluşur. Üçüncü grupta ise bilim yanlıları yer alır; bunlara göre felsefede ne özel bir gerçek çeşidi, ne de ona erişme yi sağlayan belirli bir yöntem vardır. Bunlara kısaca gerçekçiler (realistler) denebilir; ancak aralarında bu sıfata tam olarak uymayan çok kişi vardır. Bu farklı ekoller arasındaki ayrım belirgin değildir; ve kişiler bazı konularda birine, bazı konularda da diğerine mensup olabilirler. William James (1842-1910) hem gerçekçiliğin hem de pragmatizmin kurucusu sayılabilir. Dr. Whitehead'in son kitapları gerçekçilerin yöntemlerini uygulayarak, az çok Bergsoncu denilebilecek bir metafiziğin savunmasını yapar. Birçok filozof, epeyce bir mantık gösterisinden de kaçınmayarak, Einstein'ın doktrinlerinin Kant'ın zaman ve uzayın öznel olduğu yolundaki kanısına bilimsel bir temel oluşturduğu görüşünü benimsemektedir. Görülüyor ki olgulardaki belirginlik, mantıktaki belirginlik kadar net değildir. Bununla beraber,mantıktaki belirginlik, düşüncelerin sınıflandırılmasını olanaklı kılan bir çerçeve oluşturması açısından yarar sağlar.
Alman idealizmi yirminci yüzyıl boyunca savunmada kalmıştır. Yeni ekolleri profesör olmayan kişilerin önemli bulduğu kitaplar temsil etmiştir. Bu kitaplar hakkındaki eleştirilere göre değerlendirme yapan bir kimse, bu ekollerin diğerlerinden etkin olduğunu düşünebilir. Ancak, Amerika'da olmasa bile, Almanya, Fransa ve İngiltere'de felsefe öğretenlerin çoğunluğu hala klasik geleneğe bağlıdırlar. Bu gruba dahil olan bir gencin iş bulması, dahil olmayan birine göre çok daha kolaydır. Klasik geleneğe karşı çıkanlar ise 'Alman' olan her şeydeki kötülükte bu felsefenin de payı olduğunu ve Belçika'nın işgalinden de bir anlamda sorumlu olduğunu göstermeye çalıştılar. Ancak onu destekleyen öylesine ünlü ve saygılı kişilerdi ki bu saldırılar başarılı olamazdı. Bu kişilerden ikisi, Emile Boutroux ve Bernard Bosanquet, ölümlerine kadar uluslararası toplantılarda sırasıyla Fransız ve İngiliz felsefelerinin resmi sözcülüğünü yapmışlardır.
Dinci ve tutucu kesimler de hıristiyanlığa aykırı akımlara ve devrimlere karşı kendile rini savunmada daha çok bu ekolden yararlanmaktadırlar. Bunlar statükoculara özgü güç ve zaaflara sahiptirler; gelenekten kaynaklanan güç ile yeni düşünce yokluğundan kaynaklanan zaafa.
İngilizce konuşulan ülkelerde bu konuma yirminci yüzyıl başlarından az önce gelinmiş tir. Ben ciddi olarak felsefe çalışmaya 1893 yılında, Mr. Bradley'in Appearance and Reality (Görünüm ve Gerçek) kitabının çıktığı yılda başladım. Mr. Bradley Alman felsefesinin İngiltere'de de kabulü için savaşanlardan biriydi; yaklaşımı ise geleneksel inançları savunanlardan çok başkaydı. Onun Logic (Mantık) ve Appearance and Reality kitapları, çağdaşlarım üzerinde olduğu gibi bende de çok derin bir etki yapmıştı. Onlar da ileri sürülen tezlerle uzun süreden beri uyuşmadığım halde bu kitaplara büyük saygı duyarım.
Hegel yanlılarının görüşleri, gerçek dünya hakkında bizlere sadece mantığın çok şeyler anlatabileceği inancına dayanır. Mr. Bradley de bu düşünceye katılmaktadır. Görünür deki dünyanın kendi kendisiyle çeliştiğini; bu nedenle de aldatıcı olduğunu; gerçek dünyanın ise, mantıksal olma zorunluluğu yüzünden, şaşırtıcı bazı özelliklere sahip olmasının doğal olduğunu öne sürmektedir. Gerçek dünya zamanda ve uzayda olamaz; birbiriyle içiçe ilintili çeşitli şeyler içeremez; ayrı ayrı benlikler içeremez; hatta bilme olgusundaki özne ve nesne arasındaki ayrılık şeklinde bir bölünme içeremez. Bu nedenle o, düşünceden ve istemden çok duyguya benzeyen bir şeyle bağlantılı olan, zamandan bağımsız, tek bir Mutlak'tan ibarettir.Şu dünyamız bütünüyle bir görüntüdür; ve de üstünde oluyor gibi görünen şeylerin gerçekte bir önemi yoktur. Bu doktrin ahlak kavramını yok edebilir.Ancak ahlak duygusaldır; mantıkla bağdaşmaz. Gerçekten de Hegel yanlıları,temel ilkeleri olarak, Hegel felsefesini doğru kabul ederek davranmamız
gerektiğini ısrarla vurgularlar; ancak şunu gözden kaçırıyorlar: eğer bu felsefe doğru ise nasıl davrandığımızın da hiç önemi yoktur.
Bu felsefe iki yönden eleştirilmişti. Bir yanda mantıkçılar vardı; bunlar Hegel'in yanlış larına dikkat çektiler; ilişkilerin ve çokluğun, zaman ve uzayın gerçekte kendileriyle çelişir şeyler olmadığını ileri sürdüler. Öte yanda da mantık ürünü bir dünyada var olan kalıplaşmayı ve düzenliliği beğenmeyenler vardı; onların başında da William James ve Bergson yer alıyordu. Bu iki ayrı eleştirinin yandaşları, önemli olmayan bazı rastlantısal durumlar dışında, mantıksal açıdan birbirlerine aykırı düşmüyorlardı; ancak mizaçları farklıydı ve başka başka bilgilerden esinleniyorlardı. Bunun yanısıra ilgi alanları da farklıydı; birinin ilgisi akademik, ötekinin ise insancıldı. Akademik açıdan bakanlara göre Hegelcilik doğru değildi; insancıl açıdan bakanlara göre ise hoş değildi. Doğal olarak bu ikinciler daha yaygın bir başarıya ulaştılar.
İngilizce konuşulan dünyada Alman idealizminin tahttan indirilmesinde en büyük etken William James olmuştur. Bunu Psychology (Psikoloji) adlı eserinde söyledikleriyle değil, yaşamının son yıllarında ve ölümünden sonra yayınlanan bir dizi küçük kitapta ortaya koyduklarıyla başarmıştır. 1884 yılında Mind dergisinde yayınlanmış olup ölümünden sonra basılan Essays in Radical Empiricisim (Radikal Deneycilik Üzerine Denemeler) kitabında yer alan bir makalesinde(sayfa 276-8) kişisel eğilimini olağanüstü bir sevimlilikle dile getirmektedir:
'Bizler temelde kuşkucu olmadığımıza göre,çeşitli inançlarımızın arkasında yatan güdüleri birbirimize açıkta itiraf edebiliriz. Ben kendiminkini içtenlikle itiraf ediyor ve bütün güdülerimin mantıksal değil, estetik türden olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. İnceden inceye detaylı olan evren,yanılmaz ve kusursuz enginliğiyle sanki nefesimi kesiyor. Olanakları olmayan gerekliliği, özneleri olmayan ilişkileri sanki bana hiçbir çekince hakkı bırakmayan bir anlaşma yapmışım, veya daha doğrusu, sanki diğer konuklardan kaçarak sığınabileceğim kişisel bir odası olmayan büyük bir sahil pansiyo nunda yaşamak zorunda kalmışım hissini veriyor. Ayrıca günahkarlarla ferisiler (Yazılı yasalara ve örf hukukuna titizlikle uymayı öngören eski bir Musevi tarikatı mensubu. (Ç.N.)) arasındaki eski anlaşmazlığın da bu konuyla bir ilişkisi olduğunu açıkça görmek teyim. Bildiğim kadarıyla, Hegelcilerin hepsi kendini beğenmiş ukalalar değildirler; ancak öyle sanıyorum ki bütün kendini beğenmiş ukalalar geliştikçe sonunda Hegelci oluyorlar. Aynı cenaze için tören yapmak üzere yanlışlıkla çağrılan iki papazla ilgili bir fıkra vardır:Önce birisi gelir ve duada Ben Yeniden-dirilişim; ben Yaşamım sözcüklerin den öteye gidemeden ikincisi içeri girer: O da Yeniden-diriliş benim, Yaşam benim, diye bağırır. İnceden inceye felsefesi,gerçekte var olduğu haliyle, çoğumuza bu papazı çağrış tırır. Korkunç derinlikleri, bilinmeyen akıntılarıyla ağır ağır nefes alan engin,bilinçsiz Kozmos'u temsil etmek için fazla sıkı düğmeli olduğu söylenebilir.
William James gibi, Hegelciliği bir sahil pansiyonuna benzeten başka bir kimse olmadı ğına bahse girilebilir sanırım. Bu makale 1884 yılında hiçbir etki yaratmadı; çünkü o zamanlar Hegelcilik giderek artan bir saygınlık görmekteydi; filozoflar da kendi mizaç ları ile kanıları arasında bir bağlantı olabileceğini kabullenmeyi hala öğrenmemişlerdi. 1912'de (ikinci baskı tarihi) ortam çeşitli nedenlerle değişmiş bulunuyordu. William James'in öğrencileri üzerindeki etkisi de bu nedenlerden biridir.Yazıları dışında onu sadece yüzeysel olarak tanıdım; ancak, onun doğasında,görüşlerini oluşturmakta katkısı olan üç öğenin ayırdedilebilir olduğu kanısındayım. Bunlardan, zaman açısından en sonda, felsefi katkı açısından ise en önde geleni, gördüğü fizyoloji ve tıp eğitiminin etkisidir. Bu ona esinlerini Platon'dan, Aristoteles'ten, ve Hegel'den alan tümüyle yazınsal filozoflara kıyasla daha bilimsel ve biraz da materyalist bir eğilim vermiştir.
Özgür iradeyi irdelediği bölüm gibi önemli birkaç bölüm dışında Psychology kitabında bu öge egemendir. Felsefi yapısındaki ikinci etken,babasından geçen ve kardeşinde de var olan mistik ve dindar eğilimdir. Bu eğilim onun Will to Believe (İnanma Arzusu) kitabına ve psişik araştırmalara olan ilgisine yol açmıştır. Üçüncü etken, yine kardeşiyle paylaştığı aşırı titiz yapısından kurtulup yerine Walt Whitman usulü demokratik bir yaklaşım benimsemek için, New Englandlı benliğinin bütün içtenliğiyle giriştiği bir çabadır. Yukarıdaki alıntıda hiç bir kişisel odası olmayan pansiyondan duyduğu dehşet (Walt Whitman buna bayılırdı) , titiz yapısını açıkça ortaya koyuyor. Demokratik olma arzusu da kendisini bir ferisi değil bir günahkar yerine koymasında görülmektedir. Bir ferisi olmadığı kesindi; ancak en az günah işlemiş kimselerden biri olsa gerek. Bu konudaki tutumu her zamanki alçakgönüllülüğüne pek de uymamaktadır.
En kusursuz insanlar genellikle bu kusursuzluklarını birbiriyle bağdaşmaz sayılan bazı özelliklerin karışımına borçludurlar; bu, çağdaşlarının çoğunun farkettiğinden daha önemli bir kişi olan James için de geçerlidir. Kendisi faydacılığı, dinsel umutları bilimsel varsayımlar olarak ifade etmenin yöntemi olarak savundu; ve, madde ile ruh arasındaki karşıtlığı, bunlardan birine üstünlük tanımadan önlemenin bir aracı olarak 'bilinç' diye bir şeyin var olmadığı yolundaki devrimci bir görüşü benimsedi. Felsefesinin bu iki bölümünde farklı yandaşları oldu. Birincisini Schiller ve Bergson, ikincisini yeni gerçekçiler destekledi. Ünlüler arasında yalnızca Dewey(1859-1952) her ikisinde de ona katılıyordu.
Farklı tarihçeleri ve farklı bağlantıları olduğu için bu iki bölümün ayrı olarak ele alın maları gerekir. James'in yapıtlarından Will to Belieue 1897, Pragmatism 1907 tarihlidir. Schiller'in Humanism, Dewey'in Theories in Logical Theory (Mantık Teorisi Üzerinde İncelemeler) kitapları ise 1903 tarihlidir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında felsefe dünyası
faydacılık konusuyla canlanmıştı; daha sonraları aynı beğenilere hitap eden Bergson onun tahtına geçti. Faydacılığın üç kurucusu kendi aralarında büyük farklılıklar gösterirler; James, Schiller ve Dewey'i bu felsefenin, sırasıyla dinci, edebi ve bilimsel temsilcileri olarak tanımlayabiliriz. Çünkü James her ne kadar çok-yönlü idiyse de faydacılıkta, onun dindar yönü kendine bir çıkış yolu bulmuştur.
Şimdi bu farklılıkları bir yana bırakarak savı bir bütün olarak ele alalım.Savın temeli belli bir tür kuşkuculuktur. Geleneksel felsefe, dinin temel savlarını kanıtladığı iddiasın daydı. Bu felsefenin karşıtları ise bu kanıtlamanın geçersiz olduğunu kanıtlayabilecek lerini; veya, en azından Spencer (1820-1903) gibi, bunların kanıtlanamaz olduğunu kanıtlayabileceklerini iddia ettiler. Ancak, eğer bunlar kanıtlanamazlarsa geçersizlikleri de kanıtlanamaz gibi görünüyordu. Spencer gibi kişilerin çok sağlam saydıkları birçok sav; nedensellik, hukukun üstünlüğü, belleğin genel güvenirliği,tümevarımın geçerliği gibi doktrinler bu durumdaydı. Bütün bunlar rasyonel bir bakış açısından bilinmezcilik (agnostisizm) kapsamına girmeli,hüküm vermekten kaçınılmalıdır. Çünkü, görebildiği miz kadarıyla bunlar doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanabilir şeyler değildirler. James, pratik kişiler olarak, eğer yaşamayı sürdüreceksek, bu konularda kuşku içinde kalmamı zın olanaksız olduğu savını ileri sürdü. Örneğin, geçmişte bizi beslemiş olan yiyeceklerin gelecekte bizi zehirlemeyeceklerini varsaymamız gerekir. Bazen de yanılırız; ve de ölü rüz. Bir fikrin doğruluğu onun 'gerçek-olgu'larla' uyum içinde olup olmasıyla sınana maz; çünkü bu gerçek-olgulara hiçbir zaman ulaşamayız. Sınama onun yaşamımızı
iyileştirmedeki ve arzularımızı gerçekleştirmedeki başarısını ölçmekle yapılır. Bu bakış açısıyla James Varieties of Religious Experience (Dinsel Deneyimlerde Çeşitlilik) kita bında dinsel inançların çoğunlukla bu sınamayı başarıyla geçtiğini; bu nedenle de 'doğru' olarak nitelendirilmeleri gerektiğini göstermeye çalıştı. Ona göre, en genel kabule kavuşmuş olan bilimsel teorilere de ancak bu anlamda 'doğru' denebilir: uygulamada geçerli sonuçlar verirler; haklarında bildiğimiz tek şey de budur.
Bu görüşün bilim ve dinin genel varsayımlarına uygulanması konusunda söylenecek çok şey vardır. Geçerli olmanın anlamı dikkatle tanımlanır ve yalnızca gerçeğin, gerçekten bilinmediği durumların söz konusu olması koşulu eklenirse, o zaman bu konularda bu savla tartışmaya gerek yoktur. Ancak,şimdi gerçek doğruyu saptamanın zor olmadığı daha basit örnekleri ele alalım. Bir şimşek çaktığını gördünüz. Gök gürültüsünü duymayı bekleyebilirsiniz; veya ışığın, gürültüsü duyulamayacak kadar uzakta olduğunu düşünebilirsiniz; ya da bu konuyu hiç düşünmezsiniz. En akla yakını bu sonuncu olasılık olmakla beraber ilk iksinden birini seçtiğinizi varsayalım. Gök gürültüsünü işittiğinizde düşüncenizin doğruluğu ya da yanlışlığı ortaya çıkmış olur. Bu da size sağlanan bir avantaj veya dezavantaj nedeniyle değil, bir 'gerçek-olgu nedeniyle, yani gök gürültüsünü duyup duymama olgusuyla gerçekleşir.Faydacılar dikkatlerini, da ha çok, hakkında deneyim sahibi olduğumuz olgularla doğrulanamayan inançlar üzerin de toplarlar. Günlük uğraşlar hakkındaki inançlarımızın çoğunun -örneğin filanca kişi nin adresinin filanca olduğu- doğru olup olmadığı, deneyimlerimizle ortaya çıkarılabilir; ve bu gibi durumlarda bir faydacının kullandığı ölçütlere gerek yoktur. Yukarıdaki gök gürültüsü örneğinde olduğu gibi,birçok durumda bu ölçütün uygulanma olanağı yoktur; çünkü doğru olan inancın yanlış olana göre pratik bir avantajı bulunmadığı gibi, ikisi de başka birşey düşünmek kadar yarar sağlamaz. Günlük yaşamda karşılaştıklarımıza değil de 'büyük' örneklere sempati duymak felsefecilerin ortak bir kusurudur.
Faydacılık, nihai felsefi gerçeği içermese de bazı önemli meziyetlere sahiptir. Birincisi bizim ulaşabileceğimiz gerçeğin yalnızca insani gerçek olduğunu; bu gerçeğin de, insani olan her şeyde olduğu gibi yanılınabilir ve değişebilir olduğunu görmesidir. İnsana özgü olanlarının dışında kalan olaylar gerçek değil, gerçek-olgulardır (belirli türlerden) . Gerçeklik inançlara özgü bir özelliktir, inançlar da psikolojik olaylardır. Bundan başka, inançların olgularla olan bağlantılarında mantığın varsaydığı sistematik basitlik yoktur; buna da işaret etmiş olması faydacılığın ikinci meziyetidir. İnançlar belirsiz ve karmaşık tır; kesin tek bir olguya değil,birçok ve belirsiz türden olgularla ilintilidirler. Bu nedenle, mantığın sistematik önermelerinden farklı olarak, inançlar doğru veya yanlış gibi iki mutlak karşıt değil, doğru ve yanlışın bir karışımıdır. Hiçbir zaman siyah ya da beyaz değildirler; grinin değişik tonlarını taşırlar. 'Gerçek'ten büyük bir saygıyla söz edenler gerçek-olgu dan söz etseler ve önünde eğildikleri saygın özelliklerin insan inanç larında bulunmadığını görseler daha yerinde olur. Bunun teorik olduğu kadar pratik yararları da vardır. Çünkü insanlar 'gerçeği' kendilerinin bildiklerini sandıkları için birbirlerine zulmederler.Psikanalitik açıdan bakıldığında, insanların büyük saygıyla söz ettikleri herhangi bir 'büyük ideal'in, gerçekte düşmanlarına eziyet etmek için bulduk ları bir bahane olduğu söylenebilir.
Uygulamada ise faydacılığın daha da karanlık bir yönü ortaya çıkıyor. Bu felsefeye göre, doğru olan inanç çıkar sağlayan inançtır. Ceza yasalarıyla oynayarak bir inanç kazançlı hale getirilebilir. Onyedinci yüzyılda Protestan ülkelerde protestanlık, katolik ülkelerde de katoliklik avantajlıydı. Enerjik insanlar hükümeti ele geçirip kendilerinden farklı düşünenleri cezalandırarak'gerçek' üretebilirler. Bu sonuçlar faydacılığın içine düştüğü abartıdan kaynaklanmaktadır. Gerçeklik faydacıların işaret ettiği gibi, bir derece sorunu ve salt beşeri olayların, yani inançların bir niteliği ise, bu bir inançta var olan doğruluğun derecesinin salt beşeri koşullara bağımlı olması anlamına gelmez.İnanç larımızdaki doğruluk derecesini artırırken bir ideale yaklaşmaktayız.Bu ideali de gerçek, yani ancak çok sınırlı ölçüde kontrolümüz altında olan, bir gezegenin üzerinde ya da yüzeyine yakın bir yerindeki bazı önemsiz koşullarla ilişkili gerçek-olgu saptamış olur.
Faydacıların kuramı reklamcıların uygulamalarının bir soyutlamasıdır. Reklamcı,hapla rın gerçek değerinin, kutu başına bir guinea olduğunu tekrar tekrar söyleyerek insan ları altı-peni ödemeye ikna eder (1 guinea = 42 tane altı peni) : böylece de söylediklerini, daha az güvenle söylendiği duruma göre, gerçeğe yakınlaştırmış olur. Bu tür insan ürünü 'gerçek' örnekleri ilginçtir; ancak kapsamları çok sınırlıdır. Bunların kapsam larını genişletmekle insanlar kendilerini çılgın bir propagandaya kaptırır, bu çılgınlık da sonunda savaş, salgın hastalık, kıtlık şekillerinde kendini gösteren acı gerçeklerle birdenbire son bulur. Avrupa'nın yakın tarihi bu tür bir faydacılığın yanlışlığını ortaya koyan bir ibret dersidir.
Bergson'un faydacı görüş yanlısı olarak alkışlanması tuhaftır; çünkü yüzeysel olarak onun felsefesi faydacıların tezinin tam tersidir. Faydacıların öğretisine göre gerçeğin ölçütü yararlılık olduğu halde Bergson bunun tam tersini öğretir.Pratik gereksinmelerle şekillenmiş olan aklımız, dünyanın çıkarımıza olmayan bütün yönlerini yok sayar ve gerçeğin algılanmasını engeller. 'Önsezi' denilen bir yeteneğimiz olduğunu; istersek onu kullanabileceğimizi; ve onun, en azından teorik olarak, gelecek için olmasa da, geçmiş ve şimdiki zaman hakkında her şeyi bilmemizi sağlayabileceğini öne sürer. Bu kadar bilgiyi taşımak pek elverişli olmayacağı için, işlevi unutmak olan bir beyin geliştirdik. Beyin olmasaydı her şeyi hatırlayacaktık; onun bir süzgeç gibi çalışması sayesinde genellikle yalnızca yararlı olan şeyleri ve yanlışları hatırlıyoruz. Bergson'a göre fayda hataların kaynağıdır ve gerçeğe ancak pratik yararın tümüyle dışlandığı mistik düşünceyle erişilebilir. Ancak yine de, faydacılar gibi, eylemi akıl yürütmeye, Othello'yu Hamlet'e tercih eder. Önsezi ile Desdemona'yı öldürmenin, akıllıca davrana rak kralın yaşamasına izin vermekten daha iyi olduğu kanısındadır. Faydacıların ona bir yandaş gözüyle bakmalarının nedeni budur.
Bergson'un Donnes Immediates de la Conscience (Bilincin Dolaysız Verileri) kitabı 1898'de, Matiere et Memoire (Madde ve Bellek) kitabı da 1896'da yayınlandı. Ancak onun büyük ünü 1907'de yayınlanan L'Evolution Creatrice(Yaratıcı Evrim) ile başladı -bu kitap diğerlerinden daha iyi olduğu için değil, daha az tartışma ve daha çok retorik içerdiği, böylece de daha ikna edici olduğu için. Bu kitap baştan sona hiçbir tartışma, dolayısıyla da tatsız tartışmalar içermez; sadece, düşgücünü okşayan şiirsel resimler çizer.İçinde bizi, öngördüğü felsefenin doğru mu yanlış mı olduğu sorusuna götüren hiç bir şey yoktur. Önemsiz sayılamayacak bu soruyu Bergson başkalarına bırakmıştır. Ancak kendi felsefesine göre böyle yapmakta haklıdır da; çünkü gerçek, akılla değil önseziyle elde edilir; bu nedenle de bir tartışma konusu değildir.
Bergson'un felsefesinin büyük bölümü geleneksel mistisizmin biraz yeni bir dille ifade sinden ibarettir. Farklı şeylerin gerçekte farklı olmadığı, ancak analitik akıl tarafından öyle algılandığı yolundaki doktrin Parmenides (İ.S. beşinci yüzyıl) 'ten Mr. Bradley (1846-1924) 'e kadar bütün Doğu ve Batı mistiklerinde görülür. Bergson iki yolla bu sava bir yenilik havası getirmiştir. İlk olarak, 'önsezi' ile hayvanların içgüdüleri arasında bir bağlantı kurar. Bir Ammophila arısının, içine yumurtalarını bıraktığı larvayı etkisiz hale getirecek, ama öldürmeyecek bir şekilde sokabilmesini sağlayan şeyin önsezi olduğu nu ileri sürmektedir (Bu talihsiz bir örnektir; çünkü Dr. ve Mrs. Peckham bu zavallı arının şaşkın bir bilimciden daha kusursuz davranmadığını göstermişlerdir) . Bu yakla şım onun savlarına modern-bilim havası vermekte ve, verdiği örneklerle dikkatsiz kişilerde, görüşlerinin en son biyolojik araştırmalara dayandığı sanısının uyanmasını sağlamaktadır.İkinci olarak, nesnelerin analitik zekaya göründükleri durumlarındaki ayrılığa 'uzay' adını, onların önseziye görünümlerinin yorumlanmasına da'zaman' ya da 'süre' adını vermektedir. Bu da onun 'zaman' ve 'uzay' hakkında kulağa çok hoş ve derin gelen, ancak bu sözcüklerin normal anlamlarınca çağrıştırılan birçok şey söyle mesine olanak vermektedir.'Uzay'da olan şey olarak tanımlanan 'madde' kuşkusuz aklın yarattığı bir kurgudur; öyle olduğu da, kendimizi önsezinin bakış açısına uyarlayınca hemen görülür.
Felsefesinin bu bölümünde Bergson, ifade tarzı dışında, Plotinus (İ.S.205-270) 'a hiçbir şey eklememiştir. Bu ifade biçiminin keşfedilmesi gerçekten büyük bir yeteneğin sonu cuysa da bu yetenek bir filozofunkinden çok bir ortaklık yöneticisinin yeteneğidir. Ancak ona yaygın bir popülerlik kazandıran, felsefesinin bu bölümü değildir. Bu popülerliği elan vital(yaşama coşkusu) ve gerçek oluşum savlarına borçludur. Onun getirdiği önemli ve ilginç yenilik zamanın ve ilerlemenin gerçek olduğu inancını mistisizm ile birleştirmesindedir. Bunu nasıl başardığını görmek için biraz zaman harcamaya değer.
Geleneksel mistisizm derin düşünceye dayanır; zamanın gerçek dışı olduğuna inanır; ve temelde bir tembel insan felsefesidir. Mistik aydınlanmanın başlangıcı 'ruhun karanlık gecesi'dir; bu da insanın günlük eylemlerinde umutsuzca engellendiği, veya bazı nedenlerle onlara olan ilgisini yitirdiği zamanlar ortaya çıkar. Eylem böylece söz konusu olmaktan çıkınca o da kendini derin düşünceye verir. Koşullar elverdiğinde kendimize olan saygıyı korumamızı sağlayacak inançlara sarılmak, özbenliğimizin bir yasasıdır.Psikanalitik yazın bu yasanın çarpıcı örnekleriyle doludur. Böylece, derin düşünceye yönelen kişi, çok geçmeden, bunun yaşamın gerçek amacı olduğunu; gerçek dünyanın günlük işlerle uğraşan kişilerden gizlendiğini keşfeder.Geleneksel mistisizmin diğer savları da bu temelden çıkarılabilir. Büyük mistiklerin belki de ilki olan Lao-Tze (İ.Ö. 604-531) 'nin, kitabını bir gümrük binasında bagajının muayene edilmesini beklerken yazdığı rivayet edilir. Kitap tahmin edilebileceği gibi, her türlü eylemin yararsız olduğu savı ile doludur.
Bergson ise mistisizmi eyleme, 'yaşam'a, gelişmenin gerçekliğine inanan ve bu dünya da bulunmaktan düş kırıklığına uğramamış olan kişilere uyarlamayı amaçladı. Mistik, genel olarak, mizaç bakımından hareketli, ancak hareketsizliğe zorlanmış olan kişidir; vitalist de mizaç yönünden hareketsiz, ancak eyleme romantik bir hayranlık duyan kişidir. 1914 öncesinde dünya böyle insanlarla,'Kırık Kalpler Yuvası' insanlarıyla doluydu. Bu insanların mizaçlarının temelinde can sıkıntısı ve kuşkuculuk vardır. Bu da heyecan tutkusuna ve irrasyonel bir inanca özlem duymaya yol açar. Sonunda bu inancı buldular; o da görevlerinin insanları birbirine kırdırmak olduğu inancında saklıydı. Ancak 1907'de bu çıkış yolu daha bulunmamıştı; Bergson ise bu boşluğu iyi doldurdu.
Bergson görüşlerini bazen yanlışlığa yol açabilecek bir dille ifade etmiştir; çünkü kurgu sal olarak tanımladığı şeylerden, arada bir, onların gerçek olduklarını düşündürecek bir şekilde söz eder. Eğer bu yanlış anlaşılabilecek şeyleri bir yana bırakırsak zaman savı sanırım şöyledir: Zaman ayrı ayrı anlar ya da olaylar serisi değil, gerçekte sürekli bir
oluşumdur. Bu gelişme sırasında geleceği önceden görmek olanaksızdır; çünkü gelecek, gerçekten yenidir ve bu nedenle de kestirilemez. Ağacın büyümesinde oluşan içiçe halkalar gibi gerçekten vuku bulan her şey kalıcıdır (bu benzetme ona ait değildir) . Yani dünya hiç durmadan daha dolu ve daha zengin olacak şekilde gelişir.Vuku bulan her şey önsezinin katıksız belleğinde saklanır; beyindeki bellek ise, tersine, aldatıcıdır. Önsezi belleğindeki bu saklama 'kalıcılık'tır; yeni yaratma güdüsü de elan vital'dir.Önsezinin katıksız belleğindekileri tekrar su üstüne çıkarmak bir kendini eğitme konusudur. Bunun nasıl yapılacağı anlatılmıyor; herhalde Yogi'lerin yaptığına benzer bir şekilde olsa gerek.
Eğer Bergson'un felsefesine mantık gibi yeterince ulu olmayan bir şey uygulamaya kalkışılırsa bu değişim felsefesi bazı sıkıntılarla karşılaşır. Bergson, zamanı birbirinden bağımsız parçalardan oluşan bir seri olarak gören matematikçileri aşağılamaktan hiç usanmaz. Ancak, eğer dünyada onun öne sürdüğü gibi, gerçek yenilik gerçekten de varsa -eğer yoksa onun felsefesi çekici özelliklerini yitirir- ve eğer dünyaya gerçekten gelen her şey kalıcı ise -kalıcılık savının yalın özü de budur- daha önceki bir zamandaki toplam varlık daha sonra gelen herhangi bir zamandaki toplamın bir parçası olur. Bütün ile parça arasındaki bu ilişki nedeniyle, dünyanın farklı zamanlardaki toplam durumları bir seri oluşturur ve bu da matematikçilerin aradığı ve Bergson'un reddettiği serinin bütün özelliklerine sahiptir.Dünyanın daha sonraki durumlarında devreye giren unsurlar eski unsurların dışında değilse gerçek bir yenilik yoktur; yaratıcı gelişim bir şey yaratmamıştır; biz de Plotinus sistemine geri dönmüş oluruz. Bergson'un bu ikilem karşısında vardığı yanıt şudur: olan şey, her şeyin değiştiği ve yine de aynı kaldığı bir 'gelişim'dir.Bu kavram sıradan insanların anlamayı umut edemeyecekleri ölçüde derin bir gizemdir. Temelinde mantık değil, mistik inanca çağrı yatar; ancak biz inancın mantıktan üstün olduğu alanlara,onun peşi sıra gidemeyiz.
Bu arada, birçok yerde 'gerçekçilik' adı verilen bir felsefe gelişti. Gerçekte bu felsefenin özelliği yöntem olarak analizci, metafizik olarak da çoğulcu (plüralist) olmasıdır. Bu felsefe tam olarak gerçekçi değildir; çünkü bazı yönleri Berkeley (1685-1735) idealizmi ile uyum içindedir. Kant ve Hegel idealizmi ile bağdaşmaz; çünkü bu sistemlerin temel aldığı mantığı reddeder. Bu felsefe James'in görüşünü gittikçe daha çok benimsemeye ve onu geliştirmeye yönelmektedir:dünyanın temel içeriği ne maddesel ne de zihinseldir; madde ve aklın kendisinden yapıldığı daha basit ve daha temel bir şeydir.
Doksanlı yıllarda, çok yaşlı filozoflar dışında, Alman idealizmine karşı durmakta karar lı olan yegane sima James'di.Schiller ve Dewey kendilerini duyurmaya daha başlamamış lardı; James bile felsefede pek de ciddiye alınması gerekmeyen bir psikolog olarak görülüyordu.Ancak 1900 yılı ile birlikte Alman idealizmine karşı bir ayaklanma başladı. Bu karşı gelme faydacı bakış açısından değil,ciddi teknik nedenlerden kaynaklanıyordu. Almanya'da Frege'nin övgüye değer çalışmalarının (bu çalışmalar 1879'da başlamış, ancak son yıllara kadar hiç okunmamışlardı) yanısıra, Husserl'in 1900'da yayınlanan anıtsal bir eseri olan Logische Untersuchungen (Mantık İncelemeleri) kitabı kısa sürede büyük etkiler doğurmaya başladı. Meinong'un Ueber Annahmen (Varsayımlar Hakkında-1902) ve Gegenstands-theorie und Psychologie (Nesne Kuramı ve Nesne Psikolojisi-1904) aynı yönde etkili oldular. G.E.Moore ve ben, benzer görüşleri savunmaya başladık. Onun Nature of Judgement(Hükümlerin Yapısı) makalesi 1899'da, Principia Ethica (Etik İlkeleri) 1903'te yayınlandı. Benim yazdığım Philosophy of Leibniz (Leibniz Felsefesi) 1900'de, Principles of Muthematics (Matematik İlkeleri) 1903'te basıldı.Fransa'da da aynı tür felsefe Couturat tarafından güçlü bir şekilde temsil edildi.
Amerika'da William James'in radikal görgücülüğü (ampirizmi) –faydacılığı içermeden- yeni mantıkla karışarak Yeni Gerçekçilerin felsefesini doğurdu. Bu felsefe, yukarıda sözü geçen Avrupa'daki çalışmalardan biraz daha sonra, ancak daha devrimci nitelikte ortaya çıktı. Yalnızca Mach'ın Anczlyse der Empfindungen (Sanıların Analizi) bu felsefenin öğretilerinin bir kısmını daha önceden haber vermişti.
Böylece başlayan yeni felsefe henüz son şeklini almamış, bazı bakımlardan hala olgunlaşmamıştır. Bundan başka, savunucuları arasında bir hayli görüş ayrılıkları vardır. Bazı bölümlerinin anlaşılması oldukça güçtür. Bütün bu nedenlerle onun çarpıcı bazı özelliklerini belirtmekten öte yapılabilecek bir şey yoktur.
Yeni felsefenin birinci özelliği yeni bir felsefi yöntem geliştirme; ya da öyle bir yöntem kullanarak yeni bir tür bilgi getirme gibi iddiaları terketmesidir. Felsefeyi temelde bilimden farklı olarak görmez; sadece,problemlerinin genel olmasıyla ve deneysel kanıtların henüz bulunmadığı alanlarda varsayımlar oluşturmasıyla özel bilimlerden ayrılır. Bütün bilgileri bilimsel bilgi olarak; bilimsel yöntemlerle saptanıp kanıtlanabilen bilgi olarak kabul eder. Daha önceki felsefenin genellikle yaptığı gibi,bütün evreni kapsayan sonuçlar bulmayı, veya her şeyi içeren bir sistem kurmayı amaçlamaz. Kendi mantığına dayanarak, dünyanın bölük pörçük,karman çorman görünen doğasını reddetmek için bir neden olmadığına inanır.Dünyayı 'organik' olarak ele almaz; şu anlamda ki, tek bir kemiğe bakarak nesli tükenmiş bir hayvanın iskeletini zihnimizde canlandırabildiğimiz gibi,yeterince anlaşılmış bir parçayı ele alarak ondan bütünün anlaşılabileceğini düşünmez. Özellikle de Alman idealistlerinin yaptığı gibi, bilginin yapısından, bir bütün olarak dünyanın doğasını çıkarmaya çalışmaz. Bilgiye,mistik bir anlamı ve kozmik önemi olmayan herhangi bir doğa olgusu gözüyle bakar.
Yeni felsefe başlangıçta üç temel kaynağa dayanıyordu:bilgi teorisi, mantık ve matema tik ilkeleri. Kant'tan bu yana bilgi bizim onu bilmemizle bir değişime uğrayan, bu nedenle de bilgimizden kaynaklanan bazı özelliklere sahip, karşılıklı bir etkileşim olarak algılanmıştır.Ayrıca,bilinmeyen bir şeyin var olabilmesinin mantıksal bakımdan olanak sız olduğu kabul edilmiştir(Kant buna katılmamıştır) . Bu nedenle, bilindikleri için sahip olunan nitelikler her şeyde bulunması zorunlu olan özelliklerdir. Bu yolla,yalnızca bilgi nin koşullarını inceleyerek gerçek dünya hakkında çok şey öğrenebileceğimiz ileri sürül müştü.Yeni felsefe, tam tersine, kural olarak,bilginin bilinen şeyi hiç etkilemediğini, ve hiç kimsenin bilmediği şeylerin var olmaması için en ufak bir neden olmadığını kabul etmektedir. Bunun sonucu olarak, bilim teorisi evrenin gizemlerine giden kapının sihirli anahtarı olmaktan çıkmıştır ve bizler de bilimin zahmetli ve ağır ilerleyen araştırmala rına geri dönmüşüzdür.
Bunun gibi, mantıkta da organik görüşün yerini atomizm almıştır. Daha önce,her şeyin öz doğasının, diğer her şeyle olan ilişkisinden etkilendiği; böylece, bir şey hakkında tam bilginin tüm evren hakkındaki tam bilgiye bağımlı olduğu düşüncesi kabul görmekteydi. Yeni mantık, bir şeyin öz karakterinin, onun başka şeylerle olan ilintilerini mantıksal olarak bulmamız olanağını bize sağlamadığı görüşündedir.Bir örnek bu noktayı açıklığa kavuşturacaktır. Leibniz (1646-1716) bir yazısında, Avrupa'daki bir adamın karısının Hindistan'da ölmesi durumunda, karısının öldüğü anda adamın öz-doğasında bir deği şim olacağını öne sürer (Bu konuda modern idealistlerle aynı düşüncededir) . Sağduyu da, karısını kaybettiğini öğreninceye kadar adamın öz-doğasında bir değişim olmayaca ğını söyler.Yeni felsefe bu görüşü benimsemiştir; bunun da sonuçları ilk göründüğünden çok daha ötelere uzanır.
Matematik ilkelerinin, her zaman felsefe ile önemli bir bağlantısı olmuştur. Matematik büyük ölçüde kesinliği olan önsel bilgiler içerir; filozofların çoğu da önsel bilgiye çok heveslidirler. Elealı Zeno (İ.Ö. beşinci yüzyıl) 'dan bu yana idealist eğilimli filozoflar matematikçilerin gerçek matematiksel doğruya ulaşamadıklarını; filozofların daha iyisini yapabileceklerini göstermek için çelişkiler üreterek matematikçileri gözden düşürmeye uğraşmışlardır.
Kant felsefesi bu türden birçok şey içerir; Hegel felsefesi ise daha fazlasını. Ondokuzun cu yüzyılda matematikçiler Kant felsefesinin bu yönünü çürüttüler. Kant'ın deney-üstü (transcendental) estetik hakkındaki matematiksel savları Lobatchevski (1793-1856) 'nin Euclid-dışı geometriyi icadetmesiyle temelinden sarsıldı; Weierstrass (1815-1897) sürek liliğin sonsuz-küçükleri içermediğini kanıtladı; George Cantor (1845-1918) bir süreklilik, bir de sonsuzluk teorisi geliştirerek filozofların pek de işlerine gelen bütün eski para doksları ortadan kaldırdı. Frege aritmetiğin mantığın bir sonucu olduğunu gösterdi; Kant ise bunu reddetmişti. Bütün bu sonuçlar normal matematiksel yöntemlerle elde edildiler ve bir çarpım tablosu kadar da kesindirler. Filozoflar bu duruma, söz konusu yazarların yapıtlarını okumayarak karşılık verdiler.Sadece yeni felsefe bu yeni sonuçları özümsedi; böylece de sürmekte olan bilgisizliğin yandaşlarına karşı kolay bir tartışma zaferi kazandı.
Yeni felsefe sadece eleştirel değil, yapıcıdır; ama bilimin yapıcı olduğu anlamda, yani adım adım ve deneyerek. Özel bir yapılanma yöntemi vardır; o da, matematiğin yeni bir kolu olan ve felsefeye diğer bütün geleneksel kollardan daha yakın olan, matematiksel mantıktır. Matematiksel mantık,belli bilimsel savların felsefe yönünden hangi sonuçlara yol açtığını,nelerin varsayılması gerektiğini ve aralarında ne gibi bağlantılar olduğunu bulmaya, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde olanak sağlar. Bu yöntem sayesinde matematik ve fizik felsefesi çok büyük ilerlemeler kaydetmiştir.Fizikteki sonuçların bir kısmı Dr. Whitehead (1861-1947) 'in son üç çalışmasında ortaya konulmuştur.
Yöntemin diğer alanlarda da aynı ölçüde verimli olacağını ummak için yeterli neden vardır; ancak bu, burada ele alınamayacak kadar teknik bir konudur. Modern çoğulcu felsefenin büyük bir bölümü önermelerin mantıksal analizinden esinlenmiştir. Bu yön tem önceleri gramer kurallarına büyük önem verilerek uygulandı. Örneğin, Meinong şunu ileri sürüyordu: 'yuvarlak kare yoktur,' diyebildiğimize göre, yuvarlak kare diye bir şey var olmalıdır-her ne kadar o, var olmayan bir şey olsa da. Bu satırların yazarı başlarda bu tür usavurmalara bağışık sayılmazdı. Ancak 1905'te 'betimleme' kuramı sayesinde bundan nasıl kaçınacağını keşfetti.
Bu kurama göre, 'yuvarlak kare yoktur,' dediğimizde yuvarlak kareden söz edilme diği anlaşılıyor. Yuvarlak kare gibi saçma konularla zaman harcamak anlamsız buluna bilir; ne var ki, bu gibi konular çoğu kez mantık teorilerini sınamak için en iyi yöntemi oluşturur. Birçok mantık teorisi saçma sonuçlara yol açmakla suçlanırlar. Öyleyse, mantıkçı da bu anlamsız sonuçları görmeli ve onlara karşı tetikte bulunmalıdır. Çoğu laboratuvar deneyleri konuyla ilgisini bilmeyen kişilere önemsiz görünür; saçmalıklar da mantıkçının deneyleridir.
Yeni felsefe ilk dönemlerinde, önermelerin mantıksal analizleriyle uğraşırken Platon ve Ortaçağ gerçekçiliğinden güçlü izler taşıyor, soyutların da somutlarla aynı tür varlığa sahip olduğunu kabul ediyordu. Kendi mantık sistemi kusurlardan arındıkça felsefesi de yavaş yavaş bu görüşten kurtuldu. Geriye de sağduyuya çok ters gelecek bir tortu kalmadı.
Yeni felsefenin ilk dönemlerinde en etkilenen bilim matematik olduysa da günümüzde en büyük etkisi fizik üzerinedir. Bu durum, en başta uzay, zaman, madde kavramlarını değiştiren Einstein'ın çalışmaları ile ortaya çıkmıştır.Görecelik teorisini açıklamanın ye ri burası olmamakla beraber onun felsefi sonuçlarından biraz söz etmek kaçınılmazdır. Görecelik teorisinde felsefi bakış açısından özellikle önemli olan iki öge şunlardır: (1) İçinde evrendeki bütün olayların kendi yerlerini aldığı,her şeyi kucaklayan tek bir zaman yoktur. (2) Fiziksel olguların tarafımızdan gözlenmesi sürecinde geleneksel, ya da öznel (sübjektif) ögeler, her ne kadar önceleri sanıldığından daha fazla olsalar da, Tensor hesabı denilen matematiksel yöntemle yok edilebilirler. Aşırı teknik olması
nedeniyle bu son konuya girmeyeceğim.
Zaman konusuna gelince, ilk olarak, felsefi spekülasyonlarla değil, deneysel sonuçların gerektirdiği ve matematiksel bir formülle ifade edilen bir teoriyi ele aldığımız unutul mamalıdır. Montesquieu'nün teorileriyle Amerikan Anayasası arasındaki fark ne kadarsa, bu ikisi arasındaki fark da o kadardır. Ortaya çıkan şudur: Belli bir madde parçacığıyla birlikte hareket eden bir gözlemcinin bakış açısından, bu parçacığa etki yapan olayların belirli bir zaman sıralaması olduğu halde, farklı yerlerdeki madde parçacıklarına etki yapan olaylar her zaman belirli bir sıraya sahip değildirler.
Daha açık bir örnek alalım: Eğer bir ışık sinyali dünyadan güneşe gönderilir ve tekrar dünyaya yansıtılırsa, gönderildikten 16 dakika kadar sonra dünyaya varacaktır. Bu 16 dakika içinde dünyada gerçekleşen olaylar ışık sinyalinin güneşe varmasından ne daha önce, ne de daha sonra yer almıştır. Güneşe ve dünyaya göre olası her yönde hareket eden, bu 16 dakika içinde dünyadaki olayları ve sinyalin güneşe varmasını izleyen gözlemciler olduğunu; bütün bu gözlemcilerin ışığın hızını dikkate aldıklarını ve zamanı tam olarak doğru gösteren kronometreleri olduğunu varsayalım. O zaman, bazı gözlem ciler bu 16 dakika içinde dünyada geçen herhangi bir olayın ışık sinyalinin güneşe var masından önce, bazıları aynı anda, bazıları da daha sonra gerçekleştiği sonucuna vara caklardır. Hepsi de aynı ölçüde haklı ya da aynı ölçüde haksızdırlar. Fiziğin tarafsız bakış açısından bakıldığında, bu 16 dakika içinde dünyada geçen olaylar ışık sinyalinin güneşe varmasından ne daha önce, ne daha sonra, ne de eş zamanlıdır. Bir cisimdeki bir A olayında ve başka bir cisimdeki B olayında, eğer ışık A'dan B'ye doğru ilk olay olduğu anda -A'nın saatine göre- yola çıkıp daha sonraki olay olduğu anda -B'nin saatine göre varmışsa, bir cisimdeki A olayının başka bir cisimdeki B olayından daha önce olduğunu söyleyemeyiz. Veya, bu iki olayın zaman sıralaması gözlemciye göre değişecek ve bu nedenle de fiziksel bir gerçeği temsil etmeyecektir.
Işık hızına yakın hızdaki şeyler yaşantımızda yaygın olsaydı, fiziksel dünya bilimsel yöntemlerle başedilemeyecek ölçüde karmaşık olurdu; biz de hala büyücü-hekimlerle yetinmek durumunda kalırdık. Ama eğer fizik daha önce keşfedilmiş olsaydı, bu fizik Einstein fiziği olmak zorunda olurdu; çünkü Newton fiziğinin uygulama olanağı olmadığı açıkça görülürdü.Radyoaktif maddeler ışık hızına yakın hızla hareket eden parçacıklar salarlar. Yeni görecelik fiziği olmadan bu parçacıkların davranışları açıklanamazdı. Eski fiziğin kusurlu olduğu konusunda kuşku yoktur; bunun 'yalnızca küçük bir kusur' olduğunu söylemek de felsefi yönden bir mazeret değildir.
Farklı yerlerde gerçekleşen olaylar için, belli sınırlar içinde, belirli bir zaman sıralaması olmadığı gerçeğine kendimizi alıştırmalıyız. 'Uzay' ve'zaman' denilen iki ayrı kavram yerine bir 'uzay-zaman' kavramının ortaya atılmasına yol açan da işte bu gerçektir. Evrensel olarak düşündüğümüz zaman,gerçekte 'yerel zaman'dır; dünyanın hareketine bağımlı olan bir zaman için'evrenseldir' demek, Atlantiği geçerken saatlerini değiştirmeyen bir geminin evrensellik iddiasından farksızdır.
Bütün günlük kavramlarımızda zamanın oynadığı rolü düşündüğümüzde, fizikçilerin yaptığı şeyin ne olduğunu düş gücümüzü kullanarak gerçekten algılayabilirsek, bakış açımızın çok derinden etkileneceği ortadadır.'İlerleme' kavramını ele alalım: Zaman-sıralaması rastgele olursa, zaman ölçümü için kabul edilen düzene bağlı olarak, bir ilerleme veya gerileme olacaktır. Kuşkusuz, uzaydaki uzaklık kavramı da değişmiştir:
Dakik ölçümler için olanaklı her aygıtı kullanan iki gözlemci, eğer göreceli olarak hızlı hareket halinde iseler, iki yer arasındaki uzaklık için farklı değerler bulacaklardır. Uzaklık kavramının kendisinin çok belirsizleştiği açıkça görülüyor; çünkü uzaklık boş uzaydaki noktalar –bu noktalar hayalidir- arasında değil, somut şeyler arasında olmalıdır; belirli bir zamandaki uzaklık olmalıdır; çünkü herhangi iki cismin arasındaki uzaklık sürekli değişir. Belirli bir zaman öznel bir kavramdır; gözlemcinin nasıl hareket ettiğine bağlıdır. Belirli bir zamandaki bir cisimden artık söz edemeyiz; sadece bir olaydan söz edebiliriz.
İki olay arasında, herhangi bir gözlemciden bağımsız olan 'aralık' denilen belirli bir ilişki vardır. Farklı gözlemcilerce yapılan analizlerle bu aralığın uzay ve zaman bileşen leri hesaplandığında sonuçlar farklı olacaktır; ancak bu analizlerin hiçbir nesnel geçerli liği yoktur. Aralık, nesnel bir fiziksel gerçektir; ancak onun uzay ve zaman bileşenlerine ayrıştırılması nesnel değildir.
Bizim eski, alışılmış 'katı madde' kavramının da varlığını artık sürdüremeyeceği ortadadır. Bir madde parçası belirli yasalara bağımlı olan bir olaylar dizisinden başka bir şey değildir. Madde kavramı, filozofların töz (substance) kavramının geçerliliği konusunda hiçbir kuşkuları olmadığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Madde, uzay ve zamanda var olan töz, akıl ise sadece zaman içinde var olan töz idi. Daha sonraları, töz kavramı metafizikte berraklığını kaybetti; ama fizikte varlığını sürdürdü. Çünkü bir zararı yoktu -görecelik ortaya çıkıncaya kadar. Töz, geleneksel olarak, iki ögeden oluşan bir kavramdır.
Birincisi tözün bir önermede, yüklem olarak değil, yalnız özne olarak yer alabileceği yolundaki mantıksal özelliktir. İkincisi de zaman içinde kalıcı olması, Tanrı için ise, tümüyle zaman dışında olmasıydı. Bu iki özellik arasında bir bağıntı gerekli değildir. Ancak bunun farkına varılmamıştı; çünkü fizik, madde parçalarının ölümsüz olduğunu, teoloji de ruhun ölümsüz olduğunu öğretiyordu. Bu nedenle, her ikisinin de tözün her iki özelliğini taşıdığı düşünülüyordu.
Ancak şimdi fizik bizi çok kısa ömürlü olaylara, mantıksal anlamda töz olarak, yani yüklemi olmayan özneler olarak bakmaya zorluyor. Tek bir kalıcı varlık sandığımız bir madde parçası, tıpkı sinemada kalıcı görünen nesneler gibi, gerçekte bir dizi varlıktır. Akıl için de aynı şeyi söylememek için bir neden yoktur; kalıcı benlik, kalıcı atom kadar düş ürünü gibidir. Her ikisi de, birbirleriyle ilginç ilişkileri olan olaylar dizisinden ibarettir.
Modern fizik bizlere Mach ve James'in, zihinsel ve fiziksel dünyaların'içeriğinin' birbirinin aynı olduğu yolundaki önerilerini şekillendirme olanağı veriyor. 'Katı madde'nin düşüncelerden ve kalıcı egodan çok farklı olduğu açıktır. Ancak eğer madde ve ego uygun olaylar dizileri iseler, onların aynı şeyden yapılmış olduklarını düşünmek çok daha kolaydır. Bundan başka, şimdiye kadar aklın en belirgin özelliği olarak görü nen öznellik, ya da bir görüşe sahip olma, şimdi fiziğe de yayılmış ve akıl içermediği ortaya çıkmıştır; farklı konumlardaki fotoğraf makinaları 'aynı' olayı görüntüler; ancak çıkan fotoğraflar birbirinden farklıdır. Modern fizikte kronometreler ve cetveller bile öznelleşmektedir; doğrudan gösterdikleri şey, fiziksel bir durum değil, fiziksel durumla olan ilişkileridir. Böylece fizik ve psikoloji birbirlerine yakınlaşmış, akıl ve madde arasındaki eski ikilik (dualizm) ortadan kalkmıştır.
Modern fiziğin eski veya popüler anlamdaki 'kuvvet' diye bir şey tanımadığına da dik kat çekmek yerinde olur. Eskiden güneşin dünya üzerinde bir 'kuvvet' uyguladığını düşünürdük. Şimdi ise şöyle düşünüyoruz: uzay-zaman güneşin yakınlarında öyle şekil lenmiştir ki dünya böyle hareket etmeyi diğer bütün yollara göre daha az zahmetli bul maktadır.Modern fiziğin büyük ilkesi 'en az eylem ilkesi'(principle of least action) yani bir yerden bir yere giderken cismin en az eylem içeren yolu seçmesi ilkesidir (Eylem teknik bir terimdir; ancak anlamı bizi şimdilik ilgilendirmiyor) .Gazeteler ve güçlü görün mek isteyen bazı yazarlar 'dinamik' sözcüğünü kullanmaktan hoşlanırlar. Dinamik biliminde 'dinamik' olan hiçbir şey yoktur; tersine bu bilim her şeyin bir evrensel tembellik yasasından çıkarılabileceğini dile getirir. Ayrıca, bir cismin hareketini 'idare eden' başka bir cisim diye bir şey de yoktur. Modern bilimin evreni 'büyük yasalar' ve 'doğal kuvvetler'den söz edenlerin değil, daha çok Lao-Tze'nin evrenine benzer.
Modern çoğulculuk ve gerçekçilik felsefeleri bazı bakımlardan eski felsefelerden daha az şeyler sunuyorlar. Ortaçağ'da felsefe teolojinin bir yardımcısıydı; günümüzde bile kitap kataloglarında aynı başlık altında yer alırlar. Dinin büyük doğrularını kanıtlama nın genellikle felsefenin görevi olduğu düşünülmüştür. Yeni gerçekçilik onları kanıtlaya bileceğini, hatta yanlış olduklarını kanıtlayabileceğini söylemez. Onun amacı sadece, bilimlerin temel ereklerini açıklığa kavuşturmak ve çeşitli bilimlerin bir sentezini yaparak dünyanın, bilimin incelemeyi başardığı bölümünün, geniş kapsamlı bir görünümünü elde etmekten ibarettir.
Daha ötelerde ne olduğunu bilmez; cehaleti bilgiye dönüştürecek bir tılsımı yoktur. Anlayanlara entellektüel coşkular sunar; ancak çoğu felsefenin yaptığı gibi insanların büyüklük duygularını okşamaya kalkışmaz. Eğer biraz yavan ve teknik ise, bunun suçunu, şair ve mistiklerin arzu ettikleri gibi değil de, matematiksel çalışmayı seçen evrene atar. Bu belki üzülecek bir şey; ancak bir matematikçinin bu üzüntüye katılmasını beklemek de haksızlık olur.
6- MAKİNELER VE DUYGULAR
Makineler mi duyguları, yoksa duygular mı makineleri yok edecek? Bu soru uzun zaman önce Samuel Butler tarafından Erewhon'da ortaya atılmış ve makine İmparator luğunun büyümesiyle de gittikçe daha güncel bir hal almıştır.İlk bakışta, makineler ile duygular arasında neden bir karşıtlık olması gerektiği sorusunun yanıtı açık değildir. Her normal erkek çocuk makinelere bayılır; büyüyüp güçlendikçe de onları daha çok sever. Japonlar gibi uzun ve yetkin bir sanat geleneğine sahip uluslar, ilk karşılaştıkla rında, Batı'nın mekanik yöntemlerinin büyüsüne kapılır ve bizleri olabildiğince çabuk taklit etmeye can atarlar. Eğitim görmüş ve dünyayı dolaşmış bir Asyalıyı hiçbir şey
'Doğu'nun bilgeliği'nden, ya da Asya uygarlığının geleneksel erdeminden söz edilmesi kadar sinirlendiremez; kendini oyuncak otomobiller yerine bebeklerle oynaması istenmiş bir erkek çocuk gibi hisseder.Ve her erkek çocuk gibi, oyuncak otomobil yerine gerçeğini ister, ezilebileceğini hiç düşünmeden.
Makineler henüz yeniyken, birkaç şair ve estetikçiyi saymazsak, Batı'da da aynı coşku vardı. Ondokuzuncu yüzyıl kendini daha çok mekanik ilerleme nedeniyle öncekilerden daha üstün sayardı. Peacock (Thomas Love Peacock (1785-1866) : İngiliz şair ve romancı. (Ç.N.) gençliğinde 'buhar beyinli toplum' ile alay eder; çünkü kendisi bir yazın adamıdır ve ona göre uygarlığı Grek ve Romalı yazarlar temsil ederler. Ancak, o dönemde yaygın olan eğilimlerden uzak olduğunun da farkındadır. Doğaya dönüşleri ile Rousseau'nun (Jean Jacques Rousseau (1712-1778) : Fransız yazar, filozof ve toplum teorisyeni. (Ç.N.) müritleri, Ortaçağlılıkları ile Göl Şairleri (Göl Şairleri: İngiltere'de Göller Bölgesi'nde yaşamış İngiliz şairleri Wordsworth (1770-1850) , Coleridge (1772-1834) ve Southey (1774-1843) . (Ç.N)) , News from Nowhere (Olmayan Ülkeden Haberler) (zamanın hep haziran olduğu ve herkesin harman kaldırdığı bir ülke) kitabı ile William Morris: (William Morris (1834-1896) : İngiliz şair, ressam ve sosyalist. (Ç.N.) bunların hepsi tümüyle duygusal ve tepkisel olan bir çıkışı temsil ederler. Makinelere karşı duygusal olmayan rasyonel bir karşıtlığı ilk ortaya koyan Samuel Butler olmuştur. Ancak bu onun için belki de bir jeu d'esprit'den (kelime oyunundan) başka bir şey değildi -bunun köklü bir kanı olmadığı kesindir. Onun gününden bugüne, en çok makineleşmiş uluslardan çok kişi Erewhon-vari' bir görüşü içtenlikle benimseme eğilimindedir; yani bu görüş, uygulanmakta olan sanayi yöntemlerine karşı olanların tavırlarında, açık veya kapalı şekilde, kendini gösterir.
Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler. Bu tutumlardan birinin 'doğru' ötekinin 'yanlış' olduğunu düşünmeyelim. Bu, insanların kafası olduğu doğrudur ama ayakları olduğu yanlıştır demeye benzer; gerçi Lilliput luların bu soruyu Gulliver hakkında tartıştıkların kolayca düşleyebiliriz. Bir makine Binbir Gece Masallarındaki Cin gibidir; sahibi için güzel ve yararlı; düşmanları için çirkin ve tehlikeli. Ancak günümüzde hiç bir şeyin kendisini bu denli belirgin bir yalınlıkla göstermesine izin verilmez. Makine sahibinin, ondan uzakta oturduğu, gürültüsünü işitmediği, gözleri rahatsız eden atık yığınlarını görmediği, zararlı dumanlarını koklamadığı doğrudur; eğer makineyi görmüşse, o da çalıştırılmaya başlamadan önce, çıkardığı toz ve sıcaktan rahatsız olmasına gerek kalmadan, gücü ya da bir saat gibi işlemesini gururla seyrettiği zamandır. Makineye, onunla yaşayıp onunla çalışanların görüş açısından bakması istenirse de cevabı hazırdır. Makinenin çalışması sayesinde bu insanların, büyük dedelerinden daha fazla -çoğu zaman çok çok daha fazla- şey satın alabildiklerine dikkat çekebilir. Öyleyse, hemen herkesçe yapılan bir varsayımı kabul edersek, büyük dedelerinden daha mutludurlar.
Bu varsayıma göre insanları mutlu eden, maddi şeylere sahip olmaktır. İki odası, iki yatağı ve iki ekmeği olan bir kişinin bir odası, bir yatağı ve bir ekmeği olan kişiden iki kat mutlu olduğu; kısacası, mutluluğun gelirle orantılı olduğu düşünülmektedir. Bazı kişiler, her zaman da tam içtenlikle olmadan, din ve ahlak adına bu fikre karşı çıkar; ama vaazlarının dokunaklılığı sayesinde gelirleri artarsa ona da sevinirler. Benim karşı çıkmak istemem din ya da ahlak bakımından değil, psikoloji ve yaşamın gözlemlenmesi açısındandır.
Eğer mutluluk gelirle orantılı ise makinenin üstünlüğü kuşku götürmez; değil ise sorunun tümüyle irdelenmesi gerekir. İnsanların fiziksel gereksinimleri, ayrıca bir de duyguları vardır. Fiziksel gereksinimler karşılanmamışsa, onlar önceliklidir; ama eğer karşılanmışlarsa, bir insanın mutlu ya da mutsuz olmasını saptamada, gereksinimlerle bağlantısı olmayan duygular önem kazanır. Bugünkü sanayi toplumlarında zorunlu fiziksel gereksinimleri karşılanmamış pek çok kadın, erkek ve çocuk vardır; onlar bakımından mutluluğun ilk koşulunun gelir artışı olduğunu inkar etmiyorum. Ancak öyle kimseler azınlıktadırlar; hepsinin yaşamsal gereksinimlerini sağlamak da zor değildir. Ben onlar hakkında değil, yaşamlarını sürdürmek için gerekenden fazlasına sahip olanlar -sadece çok fazlasına değil, aynı zamanda biraz fazlasına sahip olanlar- hakkında konuşmak istiyorum.
Hemen hepimiz, gelirimizi artırmayı gerçekte neden isteriz? İsteklerimiz ilk bakışta maddi şeyler gibi görünebilir. Gerçekte ise bunları daha çok komşularımızı etkilemek için isteriz. Daha iyi bir mahallede daha büyük bir eve taşınan bir adam karısını 'daha iyi' insanların ziyaret edeceğini; eski ve yoksul komşularla ilişkilerin artık kesilebilece ğini düşünür. Oğlunu iyi bir okula ya da pahalı bir üniversiteye gönderdiğinde, ödediği yüksek harçlara karşılık kazanılacak sosyal saygınlığı düşünerek kendini teselli eder.
Amerika'da olsun Avrupa'da olsun bütün büyük şehirlerde bazı mahallelerdeki evler, sadece kibar insanlar arasında revaçta oldukları için, öteki mahallelerdeki aynı nitelik leri taşıyan evlerden daha pahalıdır. En güçlü tutkularımızdan biri de başkalarının takdir ve saygısını kazanma arzusudur. Bugünlerde takdir ve saygı, zengin görünen insanlara karşı duyulmaktadır. İnsanların zengin olmak istemelerinin başlıca nedeni budur. Paraları ile satın aldıkları mallar ikinci dereceden önem taşır. Örneğin, bir resmi ötekinden ayırdedemeyen ve uzmanlar yardımıyla eski ustaların bir galeri dolusu resmini toplamış olan bir milyoneri ele alalım. Aldığı yegane zevk, başkalarının onların kaça mal olduğunu bilmesidir. Halbuki dergilerin Noel sayılarındaki dokunaklı posterlerden daha dolaysız ve daha çok zevk alabilir; ancak o yolla egosu için aynı doyumu elde edemez.
Bütün bunlar başka türlü de olabilir; birçok toplumda olmuştur da. Aristokratik dönemlerde insanlara soylarına bakarak değer biçilirdi. Tuhaf gelebilir ama Paris'te bazı çevrelerde insanlar resim ve edebiyat alanlarındaki yetkinlikleri nedeniyle değerli görülürler. Bir Alman üniversitesinde, insan, bilgisinden dolayı takdir edilir.
Hindistan da ermişlik, Çin de bilgelik saygınlık uyandırır. Bu değişik örneklerin incelenmesi tanımızın doğru olduğunu gösteriyor; çünkü hepsinde insanların büyük bir yüzdesi, yaşamlarını sürdürecek ölçüde sahip olduklarında, paraya karşı ilgisizdirler. Ancak onlar da çevrelerinde saygınlıklarını sağlayacak meziyetlere sahip olmayı yürekten arzu ederler.
Bu örneklerin önemi, günümüzdeki zenginlik özleminin insan doğasından gelmeme sinde, çeşitli sosyal kuruluşlarca ortadan kaldırılabilir olmasında yatar. Yasa gereği hepimizin geliri aynı olsaydı komşularımızdan üstün olmanın başka yollarını arardık; maddi şeylere sahiplenmeye olan şimdiki şiddetli arzularımızın çoğu da son bulurdu. Bu arzular rekabet niteliği taşıdıklarından, rakibimize üstünlük sağladığımız zaman bize mutluluk, ona da aynı ölçüde acı verir. Gelirlerde yapılacak genel bir artış rekabet açısından bir avantaj sağlamaz; bu yüzden de rekabetten kaynaklanan bir mutluluk vermez. Kuşkusuz, satın alınan şeyleri kullanmaktan bir ölçüde zevk de alınır; ancak, gördüğümüz gibi bu, zenginliği isteme nedenimizin önemsiz bir bölümüdür. Arzumuz rekabete dayalı olduğu sürece zenginliğin artması, ister genel olarak ister belli konular da, sonuçta insan mutluluğunu artırmaz. -Makinelerin mutluluğu artırdığını savunacak sak, yukarıdaki nedenlerden dolayı makinelerin getirdiği maddi refah artışı, mutlak yoksulluğu önlemede kullanıldıkları durumlar dışında, önemli bir etken değildir. Yoksulluğu gidermek için kullanılmalarını gerektiren zorunlu bir neden de yoktur.
Nüfusun durağan olması halinde yoksulluk makine olmadan da önlenebilir; Fransa bunun bir örneğidir; orada Amerika'dan, İngiltere'den ve savaş öncesi Almanya'sından çok daha az makine olduğu halde yoksulluk çok azdır. Tersine, makinenin çok olduğu bir yerde yoksulluk da çok olabilir.
Bunun da örnekleri yüz yıl kadar öncesi İngiltere’sinin sanayi bölgeleri ile bugünkü Japonya'dır. Yoksulluğun önlenmesi makineye değil başka etkenlere bağlıdır -kısmen nüfus yoğunluğuna, kısmen de siyasal koşullara. Serveti artırmanın yoksulluğu önleme dışında fazla bir değeri yoktur.
Makineler bizi insan mutluluğunun önemli ögeleri olan iki şeyden, doğal davranma rahatlığından ve çeşitlilikten yoksun bırakır. Makinelerin kendilerine özgü bir işleyişleri ve kendilerine özgü vazgeçilmez istemleri vardır: pahalı bir fabrikası olan bir kimse onu sürekli çalıştırmak durumundadır. Duygular açısından, makinenin yarattığı en büyük sıkıntı onun düzenliliğidir. Ve doğaldır ki makineler açısından da, duygularda bulunan en büyük kusur, tersine, düzensiz olmalarıdır. Kendilerini 'ciddi' sayan kişilerin düşün celerine makineler egemen olduğundan bu kişilerin bir insan hakkında dile getirecekleri en büyük övgü onun makine gibi olması; yani güvenilir, dakik, kesin olmasıdır. Artık 'düzensiz' bir yaşam kötü bir yaşamla eş anlamlı olmuştur. Bergson'un felsefesi bu görüşe karşı bir protestoydu; entellektüel açıdan çok sağlam olmamakla beraber sanırım, insanların gittikçe daha çok makineye dönüştürülmelerine karşı duyulan sağlıklı bir endişeden esinlenmişti.
Yaşamımızda, makineleşmenin egemenliğine karşı içgüdülerimizin şimdiye kadar gösterdiği başkaldırı talihsiz bir doğrultuya yönelmiştir. İnsanlar toplum halinde yaşamaya başladığından bu yana savaş dürtüsü her zaman var olmuştur. Ancak bu, geçmişte, günümüzdeki kadar yoğun ve kahredici değildi. Onsekizinci yüzyılda İngiltere ve Fransa dünya egemenliğini elde etmek için sayısız savaşlara girdiler; ancak birbir lerini hep sevip saydılar. Esir subaylar, kendilerini esir alanların sosyal yaşantılarına katıldı; ziyafetlerde onur konukları oldular.
1665'te Hollanda ile yaptığımız savaşın başlarında, Afrika'dan gelen bir kişi Hollandalı ların orada yaptıkları zulmü anlatmıştı. Biz -İngilizler bu hikayenin düzmece olduğuna kendimizi inandırdık; adamı cezalandırdık ve Hollandalıların yalanlamasını yayınladık. Son savaşta olsaydı o adama şövalyelik verir, söylediklerinin doğruluğuna kuşkuyla bakanları da hapse atardık. Modern savaşlarda vahşetin artması üç yönden makinelerin etkisine bağlanabilir. İlk olarak, daha büyük ordular kurulmasına olanak sağlarlar.
İkinci olarak, insanların daha alt düzey duygularına hitabeden ucuz yayınları kolaylaş tırırlar. Üçüncü olarak -bizi ilgilendiren de bu noktadır- insan doğasının derinlerinde yatan, içinden geldiği gibi ve kuralsız yaşamak isteyen yönünü baskı altında tutarlar; Bu, belirsiz bir huzursuzluğa yolaçar; bu huzursuzluktan kurtulmanın olası yolu olarak da akıllara savaş fikri gelir.
Son savaş gibi büyük bir kargaşayı yalnızca politikacıların makineleşmesine yüklemek yanlış olur. Belki Rusya için böyle bir açıklama yerinde olabilir. Rusya'nın isteksiz savaşmasının ve barışı sağlamak için devrim yapmasının bir nedeni de budur. Ancak İngiltere, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yaygın savaş arzusunun -1917'de-önünde hiçbir hükümet duramazdı. Bu tür bir genel isteğin içgüdüsel bir temeli olmalıdır ve ben şahsen günümüzdeki savaş yanlısı güdülerin artmasının, modern yaşamdaki düzenlilik, monotonluk ve güdümlü yaşamanın yol açtığı -genellikle bilinç dışı- hoşnutsuzluktan kaynaklandığına inanıyorum.
Bu duruma makineleri yok ederek çare bulamayacağımız açıktır. Böyle bir yöntem tepkisel olur ve uygulama olanağı hiç yoktur. Günümüzde makineleşmenin beraberinde gelen sakıncaları önlemenin tek yolu, çalışma aralarında heyecan verici uğraşlar için olanak sağlayarak monotonluğu kırmaktır. Alplere tırmanma yoluyla yaşamlarını tehlikeye atma olanağı bulsalar çoğu insanın savaş özlemi de yok olur. Tanımak mutluluğuna eriştiğim en gayretli ve yetenekli barış gönüllülerinden biri, yazlarını Alplerin en tehlikeli doruklarına tırmanarak geçirmeyi adet edinmişti. Eğer çalışan herkese yılda bir aylık zaman vererek kendi arzusu doğrultusunda, uçak kullanmak öğretilse; veya Büyük Sahra'da zümrüt aramaya yöneltilse; ya da kendi insiyatifini kullanacağı herhangi başka bir tehlikeli ve heyecan verici uğraşa olanak sağlansa, yaygın savaş arzusu sadece kadınlarla ve eli ayağı tutmayanlarla sınırlı kalır. Bu kişileri de barışçıl yapacak bir yöntem bilmediğimi itiraf ederim; fakat eğer işi ciddiyetle ele alırsa, bilimsel psikolojinin bir yöntem bulacağından eminim.
Makineler yaşam tarzımızı değiştirmiştir ama içgüdülerimizi değil. Bunun sonucunda uyum bozukluğu yaşanmaktadır. Duygu ve içgüdü psikolojisi henüz bebeklik evresinde. Psikanalizle bir başlangıç yapılmış bulunuyor; ancak bu sadece bir başlangıç. Psikanaliz den öğrendiklerimize göre şu gerçeği kabul edebiliriz ki, insanların hareketlerinde yönel dikleri amaçlar, bilinçli olarak seçtikleri amaçlar değildir; bu bütünüyle irrasyonel bir takım fikirleri de beraberinde getirir ve insanlara neden öyle yaptıklarının farkında olmaksızın, bu amaçların peşinden gitme olanağı verir. Ancak, geleneksel psikanaliz çok çeşitli olan ve kişiden kişiye değişen bilinç-dışı amaçlarımızı gereğinden çok basitleş tirmiştir.
Yakın zamanda sosyal ve siyasal olguların bu bakış açısından anlaşılması; böylece de insan doğasına ışık tutması umulur.Anarşik güdülerimizle başetmek için istem kullan mak ve zararlı eylemlere dış yasaklar koymak elverişli yöntemler değildirler. Elverişsiz olmalarının nedeni de bu güdülerin Ortaçağ efsanelerindeki Şeytan kadar çok kılığa
girebilmeleri ve bu kılıklardan bazılarının en aklı başında olanları bile yanıltmasıdır. Elverişli olacak tek yöntem önce içgüdüsel doğamızın gereksinimlerini saptamak; sonra da onları karşılamanın en zararsız yolunu aramaktır. Makinelerin en çok engellediği şey içten geldiği gibi davranmak olduğuna göre, yapılabilecek tek şey fırsat sağlamaktır; fırsatı değerlendirmek de kişinin isteğine bırakılmalıdır.Bu,kuşkusuz, bir hayli masraf gerektirir; ama bu bedel bir savaşın giderleriyle kıyaslanamaz. Bilim fiziksel dünyanın yasalarını kavramakta harikalar yaratmıştır; ama şimdiye kadar, kendi doğamızı, yıldızların ve elektronların doğasına kıyasla çok daha az anlamış bulunuyoruz. Bilim, insanın doğasını anlamayı öğrendiğinde, makinelerin ve fiziksel bilimlerin yaratamadığı mutluluğu yaşamımıza getirebilir.
7- DAVRANIŞÇILIK VE DEĞERLER
Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek davranışçı olduğu,onun da Dr. Watson (John Broadus Watson (1878-1958) : Amerikalı Psikolog. (Ç.N) olduğu yolunda bir ifadeye rastlamıştım. Ben, çağdaş düşünceli olan ne kadar insan varsa o kadar da davranışçı olduğunu söylerdim. Bu, davranışçıların üniversitelerde daha yaygın olduğu, ya da bizzat benim bir davranışçı olduğum anlamına gelmez -Rusya ve Çin'i gördükten sonra, zamana ayak uyduramamış olduğumu farkettim. Ancak nesnel (objektif) özeleştiri beni çağdaşlaşmamın yerinde olacağını kabule zorluyor. Bu makalede, benim gibi, bilimde çağdaş olan şeyleri kabul ettikleri halde, yaşamaya değer şeyler konusunda kendini Ortaçağlılıktan kurtaramayan kişilerin karşılaştıkları bazı güçlükleri ortaya koymak istiyorum. Davranışçılığın yalnızca değerler ile olan mantıksal ilişkisini değil; ana hatlarıyla benimsenmesi durumunda bu doktrinin sıradan insanlar üzerindeki etkisinin ne olacağını da sorgulamak istiyorum.
Davranışçılık, psikanaliz gibi bir çılgınlık haline henüz gelmemiştir; ancak bir gün gelirse, popüler şekli, kuşkusuz, Dr. Watson'un öğretilerinden değişik olacaktır -popüler Freudculuk Freud'dan ne kadar farklıysa o kadar farklı.
Davranışçılığın popüler versiyonu sanırım şöyle bir şey olacak: Eskiden hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç işlevi yürütebilen akıl diye bir şeyin var olduğu düşünülürdü. Şimdi ise, akıl diye bir şeyin var olmadığı, yalnızca bedenin var olduğu kesinlik kazan mıştır. Bütün eylemlerimiz bedensel süreçlerden ibarettir. 'Hissetme' özellikle iç salgı bezleri gibi iç organlarla ilgili bir olaydır. 'Bilme' gırtlağın hareketlerinden ibarettir. 'İsteme' ise uzun kaslara bağımlı bütün diğer hareketlerden oluşur.Geçenlerde, ünlü bir entellektüel ile bir dansöz evlendiğinde, onların birbirlerine uygunluğu konusunda kuşkularını dile getirenler oldu. Bir davranışçının bakış açısından bu kuşku yersizdir; biri kol ve bacak kaslarını, öteki de gırtlak kaslarını geliştirmiştir.
Demek oluyor ki, mesleğin farklı dallarında olmakla beraber, her ikisi de birer akrobattır.Yapabildiğimiz tek şey bedenimizi hareket ettirmek olduğuna göre, bu öğretinin popüler yandaşlarının, bundan, vücudumuzu olabildiğince çok hareket ettirmemiz gerektiği sonucuna varmaları beklenebilir. Bu noktada göreceliğe ilişkin bazı güçlükler ortaya çıkacaktır. Bedenin değişik bölümleri birbirlerine göre mi hareket edecektir; yoksa beden bir bütün olarak içinde bulunduğu araca göre mi hareket edecektir? Veya, erdemin ölçütü dünyaya göre olan hareket midir? İdeal insan birinciye göre bir akrobat; ikinciye göre, aşağıya doğru hareket eden bir yürüyen merdivenden yukarıya koşan bir insan; üçüncüye göre de, yaşamını bir uçak içinde geçiren insandır.
Ortaya çıkacak anlaşmazlıklarda hangi ilkeye göre karar verileceğini bilmek kolay değildir; ancak ben şahsen pilotlardan yanayım.
En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen olan, insanın kusursuzluğu anlayı şının değişik biçimlerine bakarsak, davranışçılığın temelde var olan inançlara teorik bir gerekçe sağlamaktan öteye gitmediği sonucuna varırız. Beden eğitimine inananlara ve bir ulusun 'erkekliğinin' onun sporculuğuna bağlı olduğu görüşünü benimseyenlere göre akrobat ideal insandır; İngiliz yönetici sınıfında yaygın olan görüş de böyledir. Yürüyenmerdivenlerden yukarıya koşan kişi, zevklerden uzak durabilmek koşuluyla, kasları geliştirmeyi en yüce erdem olarak gören hıristiyanların beau ideal'idir. Bu, YMCA'in (YMCA: Genç Erkekler Hıristiyan Birliği. (Ç.N.)) Çin'de yerleştirmeye çalıştığı ve yöneticilerimizin egemenliğimiz altında olan bütün ırklar ve sınıflar için uygun bulduğu görüştür. Pilot, mekanik güç kullananlara özgü, daha aristokratça bir idealin temsilcisidir. Ancak, bütün bunların üstünde, Aristoteles'in hareketsiz-olan-hareket ettiricisini anımsatan yüce bir kavram vardır.Ona göre, merkezde hareketsiz duran bir ulu varlık vardır; geriye kalan her şey ve herkes onun çevresinde değişik hızlarla dönerler ve böylece o kişiye mutlak en büyük göreceli hareketi sağlarlar. Bu merkezde olma rolü süpermenlerimiz için, özellikle de finans kesimi mensupları için ayrılmıştır.
İnsanın kusursuzluğu konusunda Greklerden ve Ortaçağ'dan günümüze kadar gelen değişik bir kavram daha vardır; ancak makinelerin düş gücüne egemen olması sonucu ortaya çıkan görüş yavaş yavaş onun yerini almaktadır. Kanımca bu eski görüş mantık sal olarak, davranışçılıkla bağdaştırılabilir; ancak, psikolojik açıdan, sade vatandaşın davranışıyla bağdaştırılamaz. Bu eski görüşe göre hissetmek ve bilmek eylem kadar önemlidir; sanat ve derin düşüncenin, uzayda büyük miktarda kütlenin yerini değiştir mek kadar övgüye değer olduğu düşünülür. Cheribum (Tevrat'ta adı geçen bir melek. (Ç.N)) Tanrı'yı sever, Seraphim (İncil'de adı geçen üç çift kanatlı melek. (Ç.N.)) Tanrı'yı derin düşünce yoluyla anlamaya çalışır; onların yüce kusursuzlukları da bunda yatar. Bu ideal tümüyle statiktir. Cennette ilahiler söylenip arp çalındığı doğrudur. Ancak her gün aynı ilahiler söylenir; arpların yapısında hiçbir gelişmeye izin yoktur. Böyle bir yaşam çağdaş insana sıkıcı gelir. Teolojinin ilgi yitirmesinin bir nedeni de, cenneti her gün gelişen makinelerle donatmamasında yatar; Milton5 cehennem için bunu başarmıştı.
Her etik sistemin bir tür non sequitur'a (önerme veya kanıtlara uygun olmayan sonuç) dayandığı söylenebilir. Filozof önce nesnelerin doğası hakkında yanlış bir teori icadeder; bundan da, kendi teorisinin yanlış olduğunu gösteren eylemlerin kötü eylemler olduğu sonucunu çıkarır.İlk olarak geleneksel hristiyanlığı ele alalım. Her şey her zaman Tanrı' nın iradesine tabi olduğundan, günahkarlığın Tanrı iradesine karşı gelmek olduğunu iddia eder. Hegel yandaşlarına gelince, onlar da evrenin kusursuzca örgütlenmiş, uyum içindeki parçalardan oluştuğunu; bu nedenle, kötülüğün bu uyumu azaltan davranışlar bütünü olduğunu iddia ederler. Ne var ki, uyum metafiziksel bir sorun olduğu halde uyum dışı davranışların nasıl olanaklı olduğunu anlamak zordur. Fransız halkı için yazan Bergson, davranışları ile kendisine karşı çıkanları ahlaki suçlamadan daha korkunç birşeyle, yani gülünç olmayla tehdit ediyor. Önce insanların asla mekanik davranmadıklarını gösteriyor; sonra da gülme üzerine yazdığı kitabında (Lczughter) bizi güldüren şeyin mekanik olarak davranan bir insan görmek olduğunu ileri sürüyor. Bu demektir ki, Bergson felsefesinin yanlış olduğunu gösteren bir şey yaparsanız o zaman ve ancak o zaman gülünç olursunuz.
Umarım bu örnekler metafiziğin, herhangi bir etik sonuca yol açamayacağını, varabile ceği tek sonucun, kendi yanlışlığının yol açtığı aşağıdaki sonuç olduğunu açıkça göster miştir: Eğer metafizik doğru olsaydı günah olarak tanımladığı eylemler olanaksız olurdu.
Bu açıklamaları davranışçılığa uygulayarak şu sonucu çıkarıyorum: Etik sonuçları varsa ve olduğu ölçüde metafiziğin yanlış olması gerekir; öte yandan, doğru ise de davranışlarla hiçbir ilişkisi olamaz. Popüler davranışçılığa -tam anlamıyla bilimsel şekline değil- bu açıdan baktığımızda onun yanlış olduğuna ilişkin çeşitli kanıtlar buluyorum. İlk olarak, eğer destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadığını düşünselerdi, hemen hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi.
Burada bir ayrım yapma gereği doğuyor. Doğru bir doktrinin pratik sonuçlar doğur ması olasıdır; ama etik sonuçlar yaratması olanak dışıdır.İki madeni para atarak çalıştırılan bir makineden siz tek bir para atarak birşey almak isterseniz gerçeğin pratik bir sonucu olur; yani bir para daha atmanız gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu 'etik' olarak değerlendirmez; bu sadece arzumuzu nasıl gerçekleştirebileceğimizle ilgilidir. Bunun gibi, Dr. Watson'un kitabında bu başlık altında işlendiği şekliyle davranışçılığın, özellikle eğitim alanında pek çeşitli ve önemli sonuçları vardır. Eğer bir çocuğa belirli bir şekilde davranmayı öğretmek istiyorsanız, örneğin Freud'un değil de Dr. Watson'un öğütlediği yola başvurmanız çoğu zaman akıllıca olur.Ancak bu da etik değil, bilimsel bir konudur. Etik, sadece, bir eylem belli bir hedefi amaçladığı zaman; veya bazı eylemler, getirdikleri sonuçlara bakılmaksızın, iyi ve kötü olarak sınıflandırıldıkları zaman söz konusu olur.
Burada davranışçılığın -mantığa ters düşse de- sözcüğün gerçek anlamında bir ahlak kuralı koyma eğiliminde olduğu sonucuna varıyorum. Konu şöyle görünüyor; yapabile ceğimiz tek şey maddeyi hareket ettirmek olduğuna göre, olabildiğince çok şey hareket ettirmeliyiz; bu nedenle sanat ve düşünce maddeyi harekete geçirmeye yardımcı oldukları ölçüde değerli sayılırlar. Bu, günlük yaşam için aşırı ölçüde metafiziksel bir ölçektir; pratik ölçek ise gelirdir. Dr. Watson'dan aşağıdaki alıntıyı ele alalım:'Kişilik, karakter ve yeteneği değerlendirmede en önemli öğelerden biri,kanımca, bir kimsenin yıllık başarısının tarihçesidir. Bunu, kişinin değişik işlerde kaldığı süreler ve gelirindeki yıllık artışlarla nesnel olarak ölçebiliriz...
Eğer bu kişi bir yazarsa, yazılarına ödenen ücretin yıllara göre bir grafiğini çizmek isteriz. Eğer otuz yaşındayken yazıları için önde gelen dergilerden kelime başına aldığı ortalama ücret, yirmi dört yaşındayken aldığının aynı ise, onun sudan bir yazar olması, daha öteye de gidemeyeceği olasıdır.'
Bu ölçütü, Buda, İsa ve Muhammed'e; Milton ve Blake'e uygularsak, bu kişilerin değerleri hakkındaki görüşlerimizde ilginç değişiklikler yapmak gerektiğini görürüz. Daha önce değinilenler dışında bu alıntıda iki ahlaki özdeyiş saklıdır. Bir -kusursuzluk kolayca ölçülür olmalıdır; iki -yasalarla uyumlu olmalıdır. Bunların ikisi de etiği fiziğe dayalı bir sistemden elde etmeye çalışmanın doğal sonuçlarıdır. Yukarıdaki paragrafta Dr. Watson'un öne sürdüğü etik, benim kabul edebileceğim etik değildir. Erdemin gelir le orantılı olduğuna; kalabalığa uyum sağlamakta güçlük çekmenin günah olduğuna inanmam olanaksızdır. Yoksul ve aksi bir kişi olduğumdan, bu konularda önyargılı düşündüğüm kuşku götürmez; bunun bilincinde olmama rağmen düşüncelerim yine de değişmiyor.
Şimdi de davranışçılığın bir başka yönünü, eğitim konusundaki görüşlerini ele alaca ğım. Burada, eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu konudaki görüşleri kusursuz görü nen Dr. Watson'dan alıntı yapamıyorum. O eğitimin daha sonraki aşamalarına değinmi yor; benim en çok kuşku duyduğum konular ise orada. Açık bir şekilde davranışçı olmamakla beraber davranışçılıkla ilintili görüşten çokça etkilenmiş olan bir kitabı ele alacağım: The Child: His Nature and His Needs (Çocuk: Doğası ve Gereksinimleri) 6. Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok değerli olması nedeniyle oldukça takdir ettiğim bir kitaptır; ancak bana göre, estetik ve etik yönden eleştiriye açıktır. Estetik eksikliği göstermek için aşağıdaki bölümü alıyorum (sayfa 384) :
'Yirmi beş yıl önce öğrencilere on ila on beş bin kelimenin nasıl yazıldığı öğretiliyordu. Son yirmi yılda yapılan araştırmalar göstermiştir ki, tipik bir lise mezununun, okul çalışmalarında, eğer özel ve teknik sözcük bilgisi gerektiren teknik bir işle ayrıca uğraşmıyorsa, daha sonraki yaşamında da üç bin sözcükten fazlasını öğrenmesine gerek yoktur. Tipik bir Amerikalı, mektuplarında ve gazetelere yazdığı yazılarda çoğu zaman bin beş yüzden fazla değişik sözcük kullanmamaktadır; çoğu kişi ise bunun yarısından fazlasını hiç kullanmaz. Bu gerçeklerden dolayı günümüzde, okullardaki yazın kuralları dersleri günlük yaşamda kullanılan sözcüklerin, otomatik olarak yazılabilecek şekilde, iyice öğretilmeleri ilkesine göre düzenlenmekte; daha önceleri öğretilen ve belki de hiç kullanılmayan teknik ve alışılmış sözcükler eğitim programından çıkarılmaktadır. Bugünkü yazın derslerinde hiç bir sözcüğe, belleği geliştirmek bakımından yararlı olacağı düşüncesiyle, yer verilmemektedir.'
Son cümlede, ezberleme yanlısı eski gerekçenin yanlışlığını ortaya koymak için, psikolojiye yerinde bir yardım çağrısı yapılıyor. Anlaşılan ezberleme belleği geliştirmiyor. Öyleyse, hiçbir şey, o şeyin bilinmesi gerekliliği dışında bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu belirledikten sonra yukarıdaki alıntının akla getirdiği bazı şeyleri irdeleyelim. İlk olarak, bir şeyin nasıl yazılacağını bilmenin hiçbir yararı yoktur.
Shakespeare ve Milton doğru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve Alfred Austen ise bunu yapabilirlerdi. Doğru heceleme, biraz, 'eğitimli'yi ' eğitimsiz'den ayırdetmenin kolay bir yolu olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi giyinmek gibi, kalabalığın baskısıyla; biraz da, doğal-yasa düşkünü kimselerin, kişisel özgürlüğün hala var olmayı sürdürdüğü bir alan görmekten acı duymalarına bağlı olarak aranan bir şeydir. Hiç olmazsa, yazılı basının, sözcükleri alışılmış biçimde yazması gerektiği düşünülürse bu amaç için okuyucu sağlamak her zaman olanaklıdır.
İkinci olarak, Çin dışındaki ülkelerde yazı dili, edebiyatın bütün estetik güzelliğini içeren konuşma dilinin yerini almıştır. İnsanlar,dilin güzel olabileceği ve olması gerektiği duygusunu korudukları çağlarda yazın kurallarına pek aldırmazlardı; ama telaffuza dikkat ederlerdi. Şimdilerde üniversite eğitimi görmüş kişiler bile en sıradan sözcükler dışındaki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar; ve bu nedenle de şiirlerin
çoğunu vezne uygun olarak okuyamıyorlar. Profesyonel edebiyat öğrencileri dışında, kırk yaşının altında olup da bazı şiirleri veznine uygun olarak okuyabilecek belki de tek bir Amerikalı yoktur. Eğer eğitimde bir ölçüde,estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme öğretileceğine yüksek sesle okuma öğretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin İncil'i yüksek sesle okuması bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak şimdilerde bu uygulamanın nesli neredeyse tükenmiştir.
Doğru telaffuzu öğrenmek önemli olduğu gibi, estetik yönden, geniş bir sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnızca bin beş yüz sözcük bilenler, basit konular ve şansın yaver gittiği ender durumlar dışında, kendilerini tam olarak ve güzel bir şekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan nüfusunun yarısı eğitimi için, Shakespeare'in harcamış olduğu zaman kadar zaman harcar; ama sözcük sayısı onunkinin onda birine ancak varır. Yine de, onun sözcükleri, ticari başarı sağlamak zorunda olan oyunlarında kullanıldığına göre, zamanın sıradan vatandaşları tarafından da anlaşılıyor olmalıydı. Çağdaş görüşe göre, eğer kişi kendisini anlaşılır kılabiliyorsa dile yeterince hakim sayılır; eski görüşte ise, kişinin konuşma ve yazma dilinde estetik zevk sağlaması aranırdı.
Bu satırların yazarı gibi, pratik nedenlerle davranışçılığın bilimsel yanını kabul edip, etik ve estetik sayılan sonuçlarını reddeden bir kişi sonunda nereye varır? Dr. Watson'u çok takdir ederim; kitaplarını da son derece önemli bulurum.
Günümüzde teorik uğraşların en önemlisinin fizik, sosyal olguların en önemlisinin sanayileşme olduğu görüşündeyim. Ama yine de, 'yararsız' bilgiye ve haz vermek dışında bir amacı olmayan sanata hayranlık duymaktan kendimi alamıyorum. Sorun mantıksal değildir; çünkü gördüğümüz gibi, eğer davranışçılık doğruysa, hangi amaç için ne gibi araçlar kullanılacağını göstermeye yardım etme gibi ikincil konular dışında, değer yargılarına ilişkin konularda bir etkisi olamaz. Sorun, geniş anlamda politiktir:
İnsanoğlunun büyük bölümünün hata yaptığı kesin ise, doğru önermelerden yanlış sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru sonuçlar çıkarmak mı daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek doğru çözüm, sanırım sıradan insanlara mantık öğretmek; böylece onlara yalnızca doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma olanağı vermektir.
Örneğin, Fransızların 'mantıklı' olduğu söylendiğinde kastedilen şudur: bir önermeyi kabul ediyorlarsa; incelikli mantıktan yoksun bir kişinin, yanlış olarak bu önermeden çıkaracağı yanlış her türlü sonucu da kabul ederler. Bu en istenmeyecek türden bir özelliktir; İngilizce konuşan uluslar geçmişte, genel olarak, bu duruma diğer uluslardan daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu duruma düşmemeye devam edeceklerse eskiden olduğundan daha çok felsefe ve mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren işaretler vardır.Eskiden mantık çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak, yapma alışkanlığında olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru olduğu anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma sanatı olmuştur. Bu nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl yürütmemeyi öğretmek amacıyla öğretilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü akıl yürütürlerse yanlış yürütecekleri kesin gibidir.
8- DOĞU'NUN VE BATI'NIN MUTLULUK İDEALLERİ
Wells'in Zaman Makinesi'ni herkes bilir; makine, ona sahip olan kişinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmişin neye benzediğini, geleceğin nasıl olacağını şahsen görmesini sağlar. İnsanlar Wells'in makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günü müzde de, dünyanın çeşitli yerlerine seyahat ederek sağlanabileceğini pek fark etmiyor lar. New York'a ya da Chicago'ya giden bir Avrupalı geleceği, eğer ekonomik bir felaket ortaya çıkmazsa Avrupa'nın ulaşması olası geleceği görecektir. Öte yandan,eğer Asya'ya gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre Hindistan'da Ortaçağ'ı, Çin' de (1920) onsekizinci yüzyılı görecektir.
Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattığı ülke onu da şaşırtırdı. İngiltere'de biraz daha az, Fransa'da ise ondan daha da az yabancılık çekerdi. Ancak Çin'e ulaşmadan kendini tam olarak ülkesinde hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada, 'yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı'na hala inanan, bunları Bağımsızlık Savaşı'nın Amerikalılarına benzer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı. Çin'e cumhurbaşkanı olması da sanırım pek uzun zaman almazdı.
Batı uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika'yı, Rusya dışındaki Avrupa'yı ve özerk İngiliz dominyonlarını içine alır.Bu uygarlıkta Amerika başı çeker; Batı'yı Doğu'dan ayırdeden bütün özellikler en çok Amerika'da belirgin ve gelişmiş durumdadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya alışkınız: Son yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğun dan, iyiye doğru başka değişimlerin de hep süregeleceğinden hiç kuşku duymuyoruz. Savaş ve onun sonuçları Kıta Avrupasında bu güvenli inanca bir darbe indirdi; insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu tekrar dönmeyecek bir altın çağ gözüyle bakmaya başladılar.
İyimserliğin uğradığı bu sarsıntı İngiltere'de daha hafif, Amerika'da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde,ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan kişilerin, bizim yüz elli yıl önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret etmeleri ve geçirdiğimiz değişikliklerin bize gerçek bir iyileşme getirip getirmediğini kendi kendi lerine sormaları özellikle ilginç olacaktır. Herkesin bildiği gibi Çin uygarlığı, Confucius' un İsa'dan beş yüz yıl önce yaygınlaşan öğretilerini temel almıştır.Grekler ve Romalılar gibi Confucius da insan toplumunun gelişmesinin doğa gereği olduğu görüşünde değildi; tersine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge kişiler olduğuna ve de insanların, yozlaş mış günümüzün hayranlık duyduğu ancak ulaşamadığı ölçüde mutlu olduklarına inanı yordu. Bu kuşkusuz bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun Confucius, çağının diğer hoca ları gibi, hep yeni başarılar peşine düşmek yerine, belli bir nitelik düzeyini koruyan kararlı bir toplum yaratılmasını amaçlıyordu. Bu konuda, şimdiye kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı oldu. Kişiliği o çağlardan günümüze dek Çin uygarlığına damga sını vurmuştur.
Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız küçük bir bölümünü kaplıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş durumdaydı. inliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin olarak bilinen topraklara yayıldılar ve son elli yıla gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus bakımından dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların işgallerine,Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa süreli iç savaş ve karışıklıklara karşın Confucius'un sistemi varlığını sürdürdü; beraberinde sanat, edebiyat ve uygar bir yaşama biçimi getirdi. Batı ve batılılaşmış Japonya ile temaslar sonucunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye başlamıştır.
Bu kadar olağanüstü bir varolma gücüne sahip bir sistemin pek üstün nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de hakeder. Bu sistem kelimenin bizim algıladığımız anlamında bir din değildir; çünkü doğa üstü veya mistik inançlarla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla beraber kuralları, hıristiyanlığın kurallarından farklı olarak, sıradan insanların uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Confucius'un öğretileri, temelde, modası geçmiş onsekizinci yüzyıl 'beyefendi' idealine benzer şeylerdir.
Deyişlerinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles'in Sayings of Confucius
- Confucius'un Deyişleri-'nden alıntı) : 'Gerçek beyefendi hiçbir zaman kavgacı değildir. Eğer ortada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu bir atış-yarışması gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve kaybettikten sonra rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse ceremesini de çeker. Böylece, çekişirken bile gerçek beyefendiliğini korur.'
Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği gibi, sorumluluktan, erdemden ve bu tür şeylerden söz eder; ancak kişiyi, doğaya ve doğal sevgiye aykırı olan herhangi bir şeye zorlamaz. Bu da aşağıdaki konuşmada görülüyor:
'She Dükü Confucius'a şunları söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam var. Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı tanıklık etti. Confucius şöyle yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan farklı bir şeydir. Baba oğlunun suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak böyle davranışlarda bulunur.' Confucius her şeyde, hatta erdem konusunda bile, ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız gerektiğine inanmazdı. Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi hakkındaki düşüncesi sorulduğunda yanıtı şu olmuştu: 'O zaman iyiliğin karşılığı ne olacak?
Haksızlığa adaletle, iyiliğe iyilikle karşılık vermelisiniz.' Onun zamanında Çin'de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi, öğretileri Hıristiyanlığa Confucius'unkinden daha yakın olan taoistlerce öğütleniyordu. Taoizmin kurucusu Lao-Tze (Confucius'un daha yaşlı bir çağdaşı olduğu sanılır) şöyle diyor: 'İyiye iyi, iyi olmayana da, onu iyiliğe yöneltmek için, yine iyi davranmalıyım. İnanç sahibi olanlara saygı duyarım; olmayan lara da saygı duyarım; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan kötü bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi? Kötülüğe iyilikle karşılık veriniz.'Lao-Tze'nin bazı sözleri Dağdaki Vaaz'ın (İsa tarafından müritlerine verilen, hıristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz. (Ç.N)) bazı bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor:
'Alçakgönüllü olanlar oldukları gibi kalacaklardır. Eğriler düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar yenilenecektir.Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip olanlar yollarını şaşıracaktır.'
Lao-Tze'nin değil de Confucius'un ulusal bilge haline gelmesi Çin'e has bir özelliktir. Taoizm de varlığını sürdürdü: ancak cahil halk arasında ve sihir niteliğinde. Onun öğretileri İmparatorluğu yöneten uygulamacılara hayal ürünü gibi geliyordu. Confucius 'un öğretileri ise sürtüşmeleri önleme bakımından çok iyi hesaplanmıştı.
Lao-Tze eylem karşıtı bir sav öğütlüyor, şöyle diyordu: 'İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline bırakılmasıyla kazanılmıştır. Her zaman bir şeyler yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya layık değildirler.' Ancak, doğal olarak, Çin'in yöneticileri Confucius'un, kendine hakim olma, hayırseverlik, nezaket ilkelerini yeğle diler; aynı zamanda, bilge hükümetlerin sağlayacağı yararlara büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup modern ulusların hepsinin yaptığı gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak sistemini, uygulamada ise başka bir ahlak sistemini benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman akıllarına getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarına uygun davranmış lardır demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya çaba göstermişler, kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir.Halbuki hıristiyan ahlak kurallarının büyük bir bölümü nün, bu günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngördüğü, genelde kabul edilen bir husustur.
Gerçekte, bizim yanyana giden iki tür ahlak sistemimiz vardır: birisi öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öteki de uyguladığımız ama sadece arasıra öğütlediğimiz ahlak. Mormonizm dışındaki bütün dinler gibi hıristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıris tiyanlık, ilk yüzyıllarında, Asya mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavram larına ağırlık vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıldığında bir anlam
taşıyordu. Ancak hıristiyanlık güçlü Avrupa prensiplerinin resmi dini olunca bazı metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli görüldü.
Öte yandan, 'Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz' gibilerinden bazı ifadeler çok yaygın laştı. Günümüzde ise rekabete dayalı sanayinin etkisiyle,karşı-koymama ilkesine en ufak bir eğilim aşağılanmakta, herkesin kendi yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada, geçerli olan ahlak ilkemiz mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler için olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey bize safdillik ve saçma olarak görünür.
Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarımızı benimsiyorlar. Teoride, kavganın yerinde olacağı durumların varlığını; uygulamada ise bu hale çok ender rastlandığını kabul ediyorlar. Bizlere gelince, teorik olarak, dövüşmeyi gerektirecek hiç bir durum olamayacağını; pratikte ise, bu durumların sık sık ortaya çıktığını düşünü yoruz. Çinliler de bazan kavga ederler; ancak savaşçı bir ırk değillerdir. Savaşta olsun iş yaşamında olsun başarıyı uzun boylu övmezler. Geleneksel olarak, öğrenmeye her şey den çok değer verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla birlikte, inceliğe ve nezakete.
Çok uzun yıllar boyunca, Çin'de yönetim görevlerine atamalar yarışma sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula geçen bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek istisnası Confucius ailesidir,aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı saygının yanısıra, feodal Avrupa'da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygıya kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin klasiklerinin ve
onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreniminden ibaretti. Batı'nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.'nin eski çağların ahlak öğretilerinden daha pratik yararları olduğu farkedildi. Yeni Çin (yani Avrupa standartları doğrultu sunda eğitim görmüş olan gençler) çağdaş gereksinimlerin farkındadır ve belki de, eski geleneklere yeterince saygı duymamaktadır. Ancak yine de, en modern olanları bile, az sayıda istisna dışında, ılımlılık, nezaket ve barışçılık gibi geleneksel erdemlerini korumaktadırlar. Önümüzdeki birkaç on-yıllık süre içinde Batı'dan ve Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarını sürdürmeleri ise kuşku götürür.
Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse şunu söyleye bilirim ki, temelde, zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise,temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa ya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikincisi için de Bilimi geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla tembel ve fazlasıyla yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnız bu anlamda doğrudur. Rusların olduğu türden tembel değildirler; yani geçimlerini kazanmak için çok çalışırlar. Patronları onları olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar Batı Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için veya salt koşuşturmayı sevdikleri için çalışmazlar. Geçimlerine yetecek kadar kazandıklarında onunla yetinir ler; daha çok çalışarak kazançlarını artırmaya çaba göstermezler. Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski çağlardaki Çin sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak gibi eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim düşünce tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden çok rehavet ifade eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana, orada yaptığı işler zararlı da olsa, daha çok saygı duyarız.
Beyazlar için Doğu'da yaşamanın belki de kötü bir etkisi oluyor.Ancak itiraf etmeliyim ki, Çin'i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların toplu olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya başladım.Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu başardığımız şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulan maya değer. Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin de bir bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka gereçleri olarak kullanıyo ruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu halde öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçakla ra ayırıyoruz. Çok iyi bir yönetim ve vergi sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim, sağlık ve benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için kullanıl maktadır.
Günümüz İngilteresinde milli gelirin en büyük bölümü geçmiş ve gelecek savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan geri kalan bölüm harcanmaktadır. Kıta Avrupasındaki ülkelerin çoğunda oran daha da kötüdür.Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü suçu ortaya çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıcı siyasal düşünceleri olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar Çin de bunların hiçbiri yoktu.
Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar verimsiz, devlet kendi vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke insanlarını öldüremeyecek kadar etkisiz; polis haydutları veya bolşevikleri yakalamayacak kadar güçsüzdü.Bunların sonucu olarak Çin'de, hiçbir beyaz adamın ülkesinde bulunmayan ölçüde, herkes için özgürlük; ufak bir azınlık dışındaki bütün insanların fakir olduğu düşünüldüğünde çok çarpıcı olan, yaygın bir mutluluk vardı. Orta sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Batılının olaylara bakış açılarını karşılaştırdığımızda iki farklılık göze çarpar: Birincisi, Çinlilerin yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiçbir eyleme değer vermemeleri; ikincisi, kendi itilerimizi kontrol altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tartışmış bulunuyoruz; ancak ikincisi de sanırım aynı ölçüde önemlidir.
Ünlü sinolog Profesör Giles'ın 'Confucianizm ve Karşıtları' konusunda Gifford'da verdiği konferanslarda savunduğu görüşe göre, Hıristiyan misyonerlerin Çin'deki başarılarının başlıca engeli, doğuştan günahkarlık doktrini olmuştur. Uzak Doğu'da çoğu misyonerler tarafından hala öğretilmekte olan kalıplaşmış hıristiyan doktrinine göre hepimiz günahkar olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hakedecek ölçüde günahkar olarak doğmuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını kolaylıkla kabul edebiliyorlar. Ancak kendi ana-babalarının ve büyük ana-babalarının cehennem ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Confucius insanların iyi olarak doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü örneklerden ya da kötü terbiyeden kaynaklandığını öğretmişti.
Batı'nın geleneksel katı inançları ile bunun arasındaki farklılığın Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır. Bizde, ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini normal zevklerden mahrum eden ve bunun acısını başkalarının zevklerine karışarak çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda başkalarının işine burun sokma özelliği vardır: Bir kimse eğer kalabalığın rahatını bozmuyorsa onun olağanüstü iyi bir insan olabileceğini düşünmeyiz. Bu bizim Günah anlayışımızdan kaynaklanıyor.
Bu tavır yalnızca özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; ikiyüzlülüğe de yol açıyor.Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak çoğu kişiye fazlasıyla güç geliyor. Çin de ise durum böyle değildir. Orada ahlak kuralları olumsuz yönde değil, olumlu yöndedir.İnsanın ana - babasına saygılı, çocuklarına şefkatli, fakir akrabalarına cömert ve herkese nazik dav ranması beklenir.Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir; halkın çoğun luğu tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da, galiba, çoğumuzun yerine getiremediği bizim ölçütlerimize göre daha olumludur.
Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da insanların, aralarındaki görüş ayrılıklarını, Batı'da olduğundan daha fazla, mantığa ve tartışmaya açık tutma eğilimin de olmalarıdır. Bizde fikir ayrılıkları hemen bir 'ilke' sorununa dönüşür: iki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvur mayı akla getirir. Çin'de kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen kansız denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı'daki daha şiddetli çatışmalarımızdan edin diğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az zarar vermişlerdir. Sivil yöne tim de dahil olmak üzere halkın çoğunluğu sanki bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi günlük yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her iki tarafın da aşağılanmaması gereklidir.Bazı yönleri yabancılara komik gelse bile, bu görünüşü-kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal bir kurumdur; sosyal ve siyasal yaşamı, bizdekinden çok daha az acımasız kılar.
Çin sisteminde tek bir kusur, ama önemli bir kusur vardır ve bu da sistemin, Çin'in daha kavgacı uluslara karşı koymasını engellemesidir. Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgacı ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de, eğer ulusal bağımsızlıklarını koruyacaklarsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olma dıkları için, bizim kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu taklidin bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkışmamalıyız.
9- İYİ İNSANLARIN YOL AÇTIKLARI KÖTÜLÜKLER
1
Yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı Jeremy Bentham adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum anı bugüne kadar hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith'in, Bentham'ın insanların ölmüş büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşündüğü yolundaki sözlerini duyduğum andı. Böyle bir uygulama bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanla rın erdem uğruna söyleme alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok sonraları keşfettim. Bundan başka, Bentham'a karşı gerçek suçlamanın ne olduğu nu da anladım. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi:
'İyi' insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında bir okuyucunun hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini altüst eden birşeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından esinlenmişse erdemli olduğunu ortaya koyan Kant'ın düşün cesi çok daha yücedir. Aynı kurallar, doğaldır ki, ters yönde, acımasız hareketlere de yol açabilir. Erdemli olmanın ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba şu sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu nedenle Kant, Bentham'dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.
Bentham'ın kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok iyilik yapmıştır. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl, İngiltere'nin maddi yönden, fikir ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği yıllardır. Bu dönemin başlarında, daha önce aristokrasiyi temsil eden Parlamento'yu, orta sınıfı temsil eder duruma getiren Reform Yasası çıkmıştır.
Yasa İngiltere'de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru olmuştur. Hemen arkasından da, Jamaica'da köleliğin kaldırılması gibi, başka önemli reformlar gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası asılarak idamdı. Çok geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve vatana ihanet suçlarıyla sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını korkunç sefalete yol açacak ölçüde artıran Hububat Yasaları 1846'da yürürlükten kalktı. 1870'de zorunlu eğitim getirildi. Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gelmiştir; ama ben bizim çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not almasını dilerim. Ancak şimdiki konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim nokta şudur: o yıllar daki ilerlemenin çok büyük bir bölümünün Bentham'ın etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de yaşayan insanların onda dokuzunun, Bentham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadıkları kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona yaptıklarının bir gerekçesi olarak bakmış olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda, onun fikirlerinin abes olduğunu görebi liriz. Ancak, Bentham'ınki gibi pek de onurlu olmayan bir faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi yüreklendirebilir.
2
Hepimiz 'iyi' insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan içki ve sigara içmez, küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplantıda orada hanımlar varmış gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda isabetli fikirleri vardır. Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar ve Günah'ı cezalandırmanın bizim acı bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret duyar ve genellikle orta yaşlı başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin isabetli olup olmadığını sorgu layan kişilerden gençleri korumanın bir devlet görevi olduğu kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında hayır işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların gereğince cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin mütevelli heyeti üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere görev vermeyerek eğitime yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her şeyden çok da, dar anlamıyla 'kişisel ahlakı' kusursuzdur.
Bu anlamda 'iyi' olan bir adamın, genelde,'kötü' bir adamdan daha çok iyilik yaptığı kuşku götürür. 'Kötü' adam ile yukarıda tanımlananın tersi olan adamı kastediyorum. 'Kötü' bir adam sigara, arada bir de içki içer; hatta damarına basıldığında ağzını bile bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda bazı pazar günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri de vardır; örneğin, barış istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız gerektiğini düşünebilir. Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan otomobiline olan tutumu gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil lastiğinin tamirine yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının o kadar olduğunu iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre 'yanlış düşünme' sadece düşünme, 'doğru düşünme' de sözcükleri papağan gibi tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere yakınlık duymasına yol açar.
Çalışma saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle uğraşmaktan; ya da, daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına dokunmayan bazı önlenebilir kötülükler konusunda huzursuzluk yaratıp ortalığı karıştırmaktan ibarettir. Ve hatta olasıdır ki, 'kişisel ahlak' konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış bir düşünce ile savunur. Sıradan ve saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu nitelik lerin bir veya birkaçını taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir öğretmen veya bir vali gibi yetkileri olan görevler almasına izin verilmez. Bu tür işler yalnız 'iyi' insanlara açıktır.
Bütün bu durum son zamanlara özgüdür.Cromwell zamanında Püritenlerin kısa süren egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika'ya aşılanmıştı. İngiltere'de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi'nden sonra, Jacobinizm'e –yani şimdi lerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye- karşı mücadelede yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth'ün yaşamı bu değişikliğe bir örnektir.
Gençliğinde Fransız Devrimi'ne yakınlık duymuş,Fransa'ya gitmiş, güzel şiirler yazmış ve evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde 'kötü'adamdı. Daha sonra 'iyi' oldu; kızını terketti, doğru ilkeler edindi ve kötü şiirler yazdı. Coleridge de benzer bir değişimden geçmiştir:kötü olduğu zaman Kubl Khan'ı yazdı; iyi olduğu zamanlar da teolojik yazılar.
İyi şiirler yazdığı zamanlar 'iyi' olan bir şair örneği bulmak zordur.Dante yıkıcı propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti. Sonelerine bakarak hüküm verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare'e New York'da karaya çıkma izni verilemezdi. 'İyi' insanın özünde hükümet yanlısı olması yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell'in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve sonraki dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve sonraki dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir bolşevik olarak idam edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dönemde yazılmıştır. Donne, St.Paul Katedrali ruhani meclis başkanlığına getirildikten sonra erdemli oldu; ancak bütün şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle,atanması bir skandala yol açtı. Swinburne gençliğinde, özgürlük için savaşanları öven Songs Before Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar) 'ı yazdığı dönemde kötü adamdı; yaşlılığında, aşağılık tecavüzlere karşı özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça saldırgan yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri artırmaya gerek yok; günümüzde geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle bağdaşmadığına işaret eden yeterince söz söylenmiş bulunuyor.
Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve Darwin kötü kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar Spinoza'nın çok günahkar bir adam olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya uğrayacağı korkusuyla yurt dışına kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara gelince, önlenebilir ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben Londra'nın bir bölümü çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde oturdum. Burada bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler rüşvet veya yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler güçlerini kamu sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle yarı-zamanlı çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin sofralarının zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli saymayan hiç kimse o yöredeki önemli kişilerin saygısını kazanamaz.
Dünyanın bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir insanı oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan, düşünceleri ve eylemleri iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.
3
Geçmişte kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar üzerinde durmamız hayli üzücü oldu. Şimdi de, daha iç açıcı bir konu olan erdemli insanlara geçelim.
3. George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806) : 1783-1801 ve1804-1806 yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan katoliklere özgürlük vermesini istediğinde -o dönemde katoliklerin oy hakları yoktu- taç giyme töreninde yaptığı yemine ters düşeceği düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak 'doğru' olup olmamaktı. Amerika'nın bağımsızlık istemine yol açan siyasette onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür; ancak müdahalesi her zaman en yüce amaçlardan kaynaklanmıştır.Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar Tanrı'nın kendi tarafında olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla- kişisel kötülüklerden tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de söylenebilir. Ama yine de, insanların acı çekmesine ondan daha çok yol açmış olan başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir.
İyi insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yararların başında da, başkala rının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak veren bir duman perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan arkadaşlarının karanlık işler yapabileceğini aklına getir mez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir insanın, iyiliğini kötüleri gizlemek -için kullana bileceğini hiç düşünmez; bu da onun yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hakeden zenginlerin eline geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her durum da bu iki özelliğin iyi insanı son derece çekici kılacağı ortadadır. Bana söylendiğine göre -ama ben kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan ve bu amaca göre hareket eden bir Amerika Cumhurbaşkanı varmış. İngiltere'de de Whittaker Wright ününün doruğunda olduğu sıralarda, çevresini, erdemleri onun aritmetiğini anlamalarını ve anlamadıkla rını farketmelerini önleyen kusursuz soylular doldurmuştu.
İyi insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri skandallarla politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan dokuzu ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz. Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi içinde gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür doksan sekizi de, kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla,onun peşinden giderler. Bu nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan bir kimse politikaya atılıyorsa, toplumun geleneksel kurumlarını korumayı amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda yeni politikacının kariyerini sona erdirecek birşeyler bulana kadar o kimsenin özel yaşamını geriye doğru adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç seçenekleri olacaktır:gerçekleri açıklayarak onun bir utanç bulutu içinde gözlerden uzaklaşmasını sağlamak; veya açıklama tehditleriyle onu politikadan çekilmeye zorlamak; ya da şantaj yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu seçeneklerden ilk ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu nedenle her üçü de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi insanların varlığıdır.
Şimdi de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun önceden alınacak uygun önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği bilinmektedir. Ancak iyi insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün olduğunca dar bir alana yayılır ve uygulanmasında her türlü engel yaratılır.Sonuçta günah yine 'doğal' cezasına çarptırılır ve yine İncil'in emirleri uyarınca çocuklar babalarının günahlarını çekmeyi sürdürürler. Bunun tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu. Çünkü eğer günah cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak kadar ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da kapsamazsa o denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim adamlarının edindikleri derme çatma bilgilere rağmen, Doğa'nın bizler daha cehalet çağındayken koyduğu katı ceza yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi adam lara ne kadar minnettar olsak azdır.
Acılara neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle'min kötü olduğunu, doğru düşünen herkes bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun hareket etmesi olanaklı olmadığına göre, erdemin güvence altına alınması açısından, günahı acının izlemesi çok arzulanan birşeydir. İnsanların günahlara bilim öncesi çağlarda verilen cezalardan kaçınma yollarını öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever insanlar bizleri bu tehlikeli bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve zihinsel sağlığın korunması konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi düşünmek beni dehşete düşürüyor.İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek yararlı olabilirler. Almanya Çin'in Shantung eyaletini iki misyonerin orada öldürülmesi sayesinde ele geçirmiştir. Saraybosna'da öldürülen Arşidük sanırım iyi bir insandı; ona ne kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi savaş çıkmayabilirdi; dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi; militarizm yıkılmazdı; şimdi de İspanya, İtalya, Macaristan, Bulgaristan ve Rusya'daki askeri despotizmin keyfini çıkarıyor olmazdık.
Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören 'iyilik' ölçütleri dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun çeşitli nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.
Ondan sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu, haksız güçler gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa benziyor; bunlar başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız olan bazı eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek yemek- bilinmez yollarla felakete yol açtıkları düşüncesiyle yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde başladı ve başlangıçta varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların duyguları üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak kurallarının büyük bir bölümü hala bu türdendir: bazı davranış biçimleri, etkilerinin kötü olup olmadıklarına bakılmak sızın, dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda, dehşet uyandıran bu davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.
Örneğin, uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı ortadadır; ancak cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey, tümüyle boş-inandır. Öldürülen kişinin kanının -veya daha sonra hayaletinin- öç almak isteyeceği ve yalnız suçluyu değil, ona yakınlık gösteren herkesi cezalandıracağı düşünülüyordu. Cinayetin yasaklanmasının boş-inan niteliği şundan da anlaşılıyor ki, belli dini ayinlerle kan suçundan temizlenmek olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin amacı ise, hayaletin kendisini tanımaması için suçlunun kılık değiştirmesini sağlamaktı. En azından Sir J. G. Frazex'in teorisi böyledir. Pişmanlığın, suçu 'arındırmasından' söz ederken yaptığımız mecaz çok eski zamanlar da kan lekelerini temizlemek için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. 'Suç' ve 'günah' gibi kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal bir kökeni vardır.
Rasyonel bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir açıdan bakacak; hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine önleme ve iyileştirme ile ilgilene cektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan ve rasyonalizmin garip bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur; ona uzun yıllar ötesine uzanan nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis perdesi arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel bakış açısıyla ele alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları, canilere
yaptığımız gibi, tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız.Teoride nasıl düşünürsek düşünelim, toplumsal yaşamda erdemi, birşeyi yapmak olarak değil, yapmamak olarak algılarız. 'Günah' olarak adlandırılan şeylerden kaçınan bir kimse, başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da, iyi insandır. İncil'de telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: 'Komşunu kendini sevdiğin gibi sev' olumlu bir yönergedir. Ancak bütün hırıstiyan toplumlarda bu emre uyan kişi kovuşturulur; en azından yoksulluk, genellikle hapis ve bazen de ölümle cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve cezaları
verecek konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar sağlayanlardır. Ödüller eşitsizlik için çok ustaca gerekçeler bulanlara, cezalar ise ona çare arayanlara verilir. Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın yergisinden uzun süre kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa da savaştan hemen önce Fransa'nın en iyi yurttaşı olan Jean Jaures öldürülmüş, katil ise,bir kamu hizmeti yaptığı gerekçesiyle, beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir örnektir; ancak bu tür şeyler dünyanın her yerinde olagelmektedir.
Geleneksel ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul ederler; ancak herhangi bir eleştirinin ahlakı toptan çökerteceğini ileri sürerler. Eleştiri olumlu ve yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez; ancak, bir anlık bir zevkin ötesinde birşey için yapılmamış olması koşuluyla. Bentham'a dönersek, o ahlak kurallarına temel olarak 'en çok insanın en fazla mutluluğu'nu savundu.Bu ilke doğrultusunda davranan bir kimsenin, yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok daha çetin bir yaşamı olacaktır.
Kendisini ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin düşmanlığına hedef olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak istediği gerçekleri açıklayacak; şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum etmek için uydurulmuş yalanları reddedecektir. Böyle bir davranış gerçek ahlakın çöküşüne yol açmaz. Resmi ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı olmuştur; 'yapmayacaksın' der ve kuralların yasaklamadığı eylemlerin etkisini araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük mistikler ve din öğreticileri böyle bir ahlak anlayışına boşuna karşı gelmişlerdir: müritleri onların en açık beyanlarını bile dikkate almamışlardır. Bu nedenle, onların yöntemlerinin büyük ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek olası görünmüyor.
Düşünce ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha umut verici olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine varacaklardır ki, kurumları haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya, mutluluğu yaratma olasılığı en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş az sayıda kişiye bu dersi öğretmiştir; eğer beraberlikle sonuç lanmasaydı daha fazlasını da öğretebilirdi. Bizler için gerekli olan, yaşama sevinci, gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu başarılar üzerine kurulmuş bir ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir insan eğer mutluysa, coşkuluysa, cömertse ve başkalarının mutluluğuna seviniyorsa 'iyi' insan sayılmalıdır.Bu durumda, ufak tefek kabahatler pek de önemsenmemelidir. Fakat sömürü ve gaddarlık yoluyla servet kazanan bir kişiye, şimdi 'ahlaksız'olarak nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli olarak kiliseye gitse de, kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu amaçlarına bağışla sa da aynı şekilde değerlendirilmelidir.
Bunu sağlamak için,önemli kişiler arasında hala geçerli olan boş-inan ve baskı karışımı bir 'erdem' yerine, ahlak sorunlarına karşı rasyonel bir tutum getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife alınmaktadır; ancak ben yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta direniyorum.Mantık belki zayıf bir güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı yönde işler. Mantıksızlığın kuvvetleri ise boş yere didişerek birbirlerini yok eder. Bu nedenle mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık yanlılarını güçlendirir ve insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu tekrar tekrar gösterir.
16.04.2007 - 22:14
SEVGİ
Ben seviyorum, ama o beni sevmiyor. Sevgim karşılıksız kalıyor.
Sevgi, bir insana seni seviyorum demek değildir... Bir annenin çocuğuna seni seviyorum demesi, aslında çocuğuna karşı duyduğu koruma veya şımartma dürtüsüdür. İki yetişkin insanın birbirine seni seviyorum demesi birbirlerine karşı duydukları cinsel dürtüdür. Bir insanın hiç bir karşılık almadan birine karşı sözde seni seviyorum demesiyse tamamen aptallıktır, yani yanlış bilinçlenme veya biyolojik bir arıza demektir. Kısacası, bir insanın başka bir insana seni seviyorum demesinin temelinde kimyasal, yani biyolojik programdan kaynaklanan bir etkileşim vardır. Bu etkileşim insanoğlu da dahil tüm canlılarda vardır. Bitkide, hayvanda hatta cansız(!) dediğimiz mıknatısta bile vardır. Bu eylem bir etkileşim ve iletişimdir sadece. Aksi olsaydı, yani hemen her gün yüzlerce kez duyduğumuz seni seviyorum sözcükleri gerçek sevgiden kaynaklansaydı bugün yeryüzünde barış ve huzur olurdu... Sizce bugün, yeryüzünde barıştan ve huzurdan bahsedebilir miyiz? Hayır! Peki neden? Yanlış bilinçlenme üzerine montaj edilen temel değerlerin yaşamı tamamen bireyin görüşlerine bağlı otoriter bir sistemin yönetmesine sebep olarak beraberinde rüşvet, adam kayırma, bencillik, adaletsizlik, bu vesileyle hırsızlık, sahtekarlık, iki yüzlülük, güçlü olana yaranma, bastırılmış duyular, vb... sorunları meydana getirmektedir. Oysa, biraz düşünüp de doğal sistemi çözen insan anlar ki gerçek sevgi temeli kimyasal etkileşim olan sevgi değildir, sevgi temeli elektromanyetik etkileşim ve iletişime dayalı olarak işleyen ve bir makrobilgisayar olan doğal sistemin kendisidir. Doğal sistem vareder, hareket verir; hareket yaşatır, öldürür; hareket, bilgiyi okur-yazar, okunan bilgi seni, beni vareder, sen ve ben kendimizi birden bir yaşam ortamında buluruz ki bu yaşam ortamında renk var, gece-gündüz var, iş var, aş var, koku var, koklayan var, üreme var, ah var, oh var,... Bu sistem, insanoğluna mikro-bilgisayar sistemiyle işleyen bir akıl vermiş ve insanoğlu evrimini tamamlayıp da belirli bir süreye gelince bu akla a, b, c, 1, 2 yüklenmiş ve oku demiş ve kişi okumaya başlayınca kendini bir şey sanmış...
Sevgili arkadaşlar, gönlümüz sürekli sevgiyi arıyor. Bu çok önemli ve bundan dolayı, hani deriz ya Karşıdan sevgi alamıyorum. Sebebi şudur ki, sevgi içimizde olan bir duygu değil, bir takım arınma çalışmalarıyla ulaşılabilen barış ve huzur halidir.
Huzur ve barış hali ne demektir?
Huzur ve barış hali kişinin kendini varetmesidir.
Varolmak ne demektir?
Varolmak, insanoğlu sıfatından insan sıfatına tekamül etmektir. Hani Yunus Emre der ya:... Cennet dedikleri bir kaç huri ile birkaç ırmak; İsteyene ver sen onları; Bana seni gerek, seni! Hep düşünürdüm, Yahu, bu değerli insan bu sözlerle ne demek istiyor? diyerek. Anlamak zor oldu ama sonunda anladım... 'VAROLMAK' İnsanoğlu sıfatından insan olmaya tekamül etmek... Peki Yunus Emre, bir hacı, hoca, imam, din bilgini ya da filozof muydu? Hayır! Sadece tüm ömrünü Sevgi ve Bilgiye adamış birisiydi ve sonunda, tam arındığında her türlü olumsuzluktan artık diyordu ki: Beni bende sanmayın.... Bende bir ben var, benden çok içeri! Kısaca artık o, sevgili Yunus, bir İNSAN idi, gönlü sevgiyle ve bilgiyle dolu olan...
Bu çalışmada başarılı olmak kolay değildir ancak imkansız da değildir! Bu çalışmanın temelinde sevgi ve bilgi vardır.
Sevgi ve bilgi ne demektir?
Sevgi, bir arınma çalışması neticesinde kişinin doğal sistemin (yaşamın) titreşim sevisiyle aynı seviyede titreşmesi demektir. Kişinin bunu başarabilmesi için takip etmesi gereken disiplinler iyi âhlak, hukuk ve zikir veya meditasyondur. Bununla birlikte kişi bilgi sahibi olmadan bu bütünleşmeyi başaramaz... Bilgi ise, kişinin kendini ve içerisinde yaşatıldığı yaşam sistemini, yani doğal sistemin işleyişini anlamasıdır. Bu sistemin işleyişini anlayan ve kendisinin bir hiç olduğunu idrak ve kabul eden kişi bilgi sahibi olmuştur artık... İşte kişi, sevgiyi ve bilgiyi bir araya getirip yaşamını bu temel prensipler üzerine montaj ettiğinde yaşam birden bire değişecektir.
Peki, kişinin gelişimi nasıl takip edilecektir, yani kişi kendisinin gelişip gelişmediğini nasıl anlayacaktır?
Şüphesiz ki doğal sistemin işleyişinde bu sorunun cevabı vardır. Şöyle ki bilgi sahibi olan kişi şunu çok iyi anlar ki kişinin beyni bir alıcı-verici telsiz sistemiyle işleyen elektromanyetik cihaz gibidir. ‘Enerji düşünceyi izler’ yasası gereği, kişi kendini bir şey veya belli bir tekamül seviyesine ulaştığını sandığında doğal yaşam sistemi bunu bir istek/komut mesajı olarak okur ve kişi hemen bir başka kişi veya olayla denenir. Şimdi kişinin başına gelen olaydaki davranışları kişinin gelişim takip formuna işlenerek kişinin tekamül seviyesi belirlenir. Kısaca bu işler lafla değil, bizzat yaşanarak test edilir.
Peki, gelişim takip referanslarımız nedir? Hangi bilgiye veya kaynağa göre evet sen artık erdin diyeceğiz?
Şüphesiz ki bu sorunun cevabı ikidir: (1) Din, (2) İdeolojiler.
Nasıl seçeceğiz veya hangisini izleyeceğiz zira bugüne kadar gerek dinler gerekse ideolojilerin hepsi denendi ama yine barış ve huzur yok!
Doğru, peki siz, ben din deyince neden bu ya da şu dini işaret ettiniz? Burada önemli olan din kavramından ne anlaşılması gerektiğidir.
Diyelim ki öyle, sizce ne anlamalıyız?
Anlamamız gereken asıl din, doğal yaşam sisteminin işleyişidir. Bizi vareden doğal yaşam sisteminin işleyişini anlamadan, kendimizi bilmeden, tanımadan biz sözde dünya dışından gelen hangi inanca/sisteme din diyebiliriz? ... Dememeliyiz! Kısacası dinden anlaşılması gereken yaşamın kendisidir. Yaşam enerji ve bilgi temelli iki kuvvetin etkileşimi ve iletişimi sayesinde varolmuştur. Bundan dolayı, kimse kimseden üstün değildir. Birisinin malca zengin veya fakir olması sorun olmamalıdır çünkü ortada ne sahip olunacak mal var ne de mala sahip olabilecek bir kişi var. Bununla birlikte, şüphesiz ki bizim ve evrendeki diğer yaşam sistemlerini vareden enerji ve bilginin kaynağı nedir sorusunun cevabı henüz yoktur fakat bunu bilmek bizim öncelikli görevimiz değildir. Bu soruya cevap aramak için içerisinde yaşadığımız doğal sistemi çözmüş ve bu sistem verileriyle yaşamış ve barışı ve huzuru bulmuş olmamız gerekiyor ki astral olan bir üst madde boyutuna geçebilelim. Günümüze kadar gelen inançların yorumcularının hiç biri doğal sistemi anlamadılar. Anlamadıkları doğal sistemi bırakıp hiç ama hiç bilmedikleri konularda yorumlar ve açıklamalar yaparak insanların yanlış mantık sahibi olmalarına sebep oldular. Ah, ki Ah! Sizce bir makine hata yaparsa suçlu makine midir yoksa makineyi yapan mı? Şüphesiz ki üretici suçludur! Bu durumda suç işlemeye meyilli olarak varedilen insanoğlu herhangi bir suç işlediğinde neden cezalandırılır? ...
İnsan haklarını oluşturan temel yasaları ihlal ettiği için!
Peki, insanoğlu yemek, içmek zorunda kalmadan varedilseydi sizce suç olur muydu?
Sanırım hayır..!
Bu durumda insanoğlu suç işlediğinde suçun muhatabı varedici midir yoksa varedilen midir? Bence Varedilen... Varediciye karşı kimse bir suç işleyemez... Bu durumda insanoğlu yaratıcısına karşı suç işleyemezse yaratıcı onu sorumlu tutmayacaktır, bu durumda varlığın varediliş nedeni amaçlı değildir, eğer var edilen makinenin işlediği suçlar yaratıcı için bir saygısızlık, hata arzediyorsa bu durumda kişi suçludur ancak bu durumda da yaratıcı kendisine karşı suç işleyecek bir varlığı niçin yarattığının hesabını vermek zorunda kalır, yani ben bana sorun çıkaracak birini neden varedeyim...? Şimdi yaratıcıdan geldiğini iddia eden dinler bu sorulara cevap verememektedir. Veremedikleri gibi sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirerek sözde ‘Allah, melek’ tartışması örneği vererek derler ki: Allah ben sizin bilmediklerinizi bilirim dedi! Dedi de, peki bu sözleri söyleyen kim? Belli değil! Bu durumda, demek ki bu dinler bu doğal sistemin gerçek sahibinden değil, durumdan faydalanan birileri tarafından anlatılan hikayelerdir. Şimdi soru şu, peki bunlar kimdi, dünyalı mıydı, dünya dışından mıydı? Cevap yok! Peki şu elimizdeki bilgiler gerçekten ilk hallerini koruyor mu yoksa birileri o bilgileri değiştirdi mi?
Bilmiyorum...
O zaman biz yine doğal sisteme dönelim... Peki, insanoğlu yemek, içmek zorunda kalmadan varedilseydi sizce suç olur muydu?
Sanırım hayır! Ancak insanın yeme içme zorunluluğu yaşamak içindir.
Doğru, ancak yaşama içgüdüsü de bir biyolojik programdır, yani kişi kendisini bu şekilde programlamamıştır, programlayamazdı da!
Bununla birlikte insanı vareden doğal sistem değil midir?
Evet! Ve bu durumda, doğal sistemin akıllı hareket etmesi kendisinden midir yoksa doğal sistem akıllı biri/ya da düzenek tarafından işletilen bir makine midir? (...!) Sistemin programlanmış bir makroişlemci olduğu kesin ancak bu mutlak akıl sistemin işleyişine bireysel olarak müdahale etmemektedir... Şimdi, sistemi işleten programın ve gücün sahibi bir akıllı varlıksa ve bu varlık bu kadar mükemmelse bizi vareden programın sahibi kendisi midir?
Neden?
Şimdi, bu kadar mükemmel bir varlık, mutlak güç ve bilgi (mutlak akıl) ile, yani makro ve mikro bilgisayar sistemiyle varettiği bu düzeneklerin birinde yaşayan bir aptal insanla neden kavga eder, tartışır?
Bir yanlışlık var!
Evet, var! Bu Yüce sahip, melek, resul, veli, vs., hiç bir varlığın varlığına muhtaç değil ki bir din göndersin de zavallı yaratık olan insan da gelen bu elçileri öldürsün de ve sonra da Ulu Sahip çıkıp Yazıklar olsun size,...onları gördüğünüz yerde kafalarını kopartınız! desin, olacak şey mi bu... Hayır, hayır, şüphesiz ki Ulu, Yüce vardır ama O hiç bir zaman ne elçi gönderdi ne de kitap... yaşasın doğal sistem ki insan aklı melektir, kitaptır, resuldur; atom enerjisi ruhtur; biyolojik programsa candır, canlılıktır, ama özde hepsi sadece enerji ve bilgidir ve bu iki kuvvet birleşmiş, bölünmüş, milyarlarca alem ve varlık olmuş fakat özde nitel çokluk içerisinde nicel teklik vardır ve bu hiç birimizce anlaşılamaz... Bana hikaye anlatmayınız! Dünya barışı için yaşamımızı, kültürümüzü, doğal sisteminin üzerine kuralım...
Ben bilimle devam ediyorum... Netice itibariyle, diyorum ki: İnsan da hayvan da ağaç da taş da hepsi birer elementer ve moleküler programdır. Ve biz insanlar ara-bilgi-işlemci beynimize yüklenen verilerle/sistem bilgileriyle kendimize 'BEN' diyor ve kendimizi varlık sanıyoruz! İşte bu düzeneğin adına AKIL denir.
Şimdi beyin ara-bilgi-işlemciyse, ana-bilgi-işlemci nedir? Şüphesiz ki bizleri, yaratan, büyüten, öldüren kısacası programı okuyarak canlı-cansız tüm maddeleri üreten ama kendisi de aynı yolla varedilmiş olan makrobilgisayar YAŞAM SİSTEMİ’MİZ: Güneş-Ay-Dünya'dır. Yani bizleri vareden işte bu dev düzenektir. Koordinatlar ve kuarksal programın okunması ve yazılması ve işte ben, sen, o, onlar, at, eşek, dinazor, hepsi sadece bir programdır özü enerjinin maddeleşmesi olan değişim-dönüşüm...
Bu yaşamın temeli 'Etkileşim ve iletişimdir'.
Nasıl?
Şimdi, insanoğlunun aklı (beyin) bir ara-bilgi-işlemcidir. Bu işlemciyi işleten bilgi + elektromanyetizma + yerçekimidir. 'Enerji düşünceyi izler' yasası gereği insan ne düşünürse başına gelir. Sistem böyle işlediği için Sevgi ve Bilgi sahibi olmak zorundayız!
Neden?
İnsanoğlunun aklı bir telsiz tekniğiyle işler, yani alıcı-verici. Ben düşündüğüm herhangi bir konuda elektromanyetik yayın yaparım ve beyin dalgaları aynı frekansta titreşen birisi bu yayını alır ve etkileşim başlar ve kişi farkında olmadan örneğin geçtiği yeri, gördüğü kişiyi daha önceden gördüğünü sanır veya üzerinde cevap, çözüm beklediği bir konuda birden bire bilgi sahibi olur. Bununla birlikte menfi, kötü düşünceler de aynı sistemle yayınlanırlar. Kötü dalgalardan etkilenen zayıf iradeli (sevgisiz) ve bilgisiz kişiler çözüm bulmak için olmadık yollara başvurarak bazı kişilere maddi zenginlik kazandırırlar. Ne yazık ki doğal yaşam sisteminin işleyişi çoğu kişi tarafından bilinmediği içindir ki falcılar, büyücüler, hocal, şeyhler, politikacılar veya zavallı “astrologlar” insanların duygularıyla oynayarak kişilerin ara-bilgi-işlemci akıllarında yanlış mantık kurgusu oluşturup kişileri gerçek SEVGİ & BİLGİ’den uzaklaştırıyorlar... Kısacası... Bilgi paylaşıldıkça mutluluk artar; mutluluk paylaşıldıkça sıkıntılar azalır; sıkıntılar azaldıkça ben sen olurum sen de ben! Demek ki öncelikli görevimiz doğal yaşam sisteminin işleyişini çözerek hem kendimizi hem de doğal yaşam sistemimizi tanımaktır. Bu ödevleri yapan kişi sevgiyi ve bilgiyi temel prensip olarak hayatında birinci sıraya koyar...
Peki, sevgi ve bilgiden ne anlamalıyız?
Dana önce de bahsettiğim gibi, sevgiden iyi âhlakı ve bilgiden doğal sistemin işleyişini anlarız... çünkü işlemcisi kötü, menfi ahlak ve doğal sistemin işleyişinin haricindeki bilgilerle dolu olan kişide gerçek huzur ve barış olmaz...
Bu konuyla ilgili sevgili Ella May Miller, Barışı Yaratanlar kitabında der ki:
If there is righteousness in the heart, there will be beauty in the character;
If there is beauty in the character, there will be harmony in the home;
If there is harmony in the home, there will be order in the nation;
If there is order in the nation, there will be peace in the world.
Eğer kalbinizde doğruluk varsa, karakteriniz güzel olur;
Eğer karakteriniz güzelse, evde uyum olur;
Eğer evinizde uyum varsa, ulusta düzen olur;
Eğer ulusta düzen olursa, dünyada barış olur. (27.04.2006 16:35)
26.03.2007 - 20:23
9- İYİ İNSANLARIN YOL AÇTIKLARI KÖTÜLÜKLER
1
Yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı Jeremy Bentham adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum anı bugüne kadar hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith'in, Bentham'ın insanların ölmüş büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşündüğü yolundaki sözlerini duyduğum andı. Böyle bir uygulama bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanla rın erdem uğruna söyleme alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok sonraları keşfettim. Bundan başka, Bentham'a karşı gerçek suçlamanın ne olduğu nu da anladım. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi:
'İyi' insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında bir okuyucunun hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini altüst eden birşeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından esinlenmişse erdemli olduğunu ortaya koyan Kant'ın düşün cesi çok daha yücedir. Aynı kurallar, doğaldır ki, ters yönde, acımasız hareketlere de yol açabilir. Erdemli olmanın ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba
şu sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu nedenle Kant, Bentham'dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.
Bentham'ın kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok iyilik yapmıştır. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl, İngiltere'nin maddi yönden, fikir ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği yıllardır. Bu dönemin başlarında, daha önce aristokrasiyi temsil eden Parlamento'yu, orta sınıfı temsil eder duruma getiren Reform Yasası çıkmıştır.
Yasa İngiltere'de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru olmuştur. Hemen arkasından da, Jamaica'da köleliğin kaldırılması gibi, başka önemli reformlar gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası asılarak idamdı. Çok geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve vatana ihanet suçlarıyla sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını korkunç sefalete yol açacak ölçüde artıran Hububat Yasaları 1846'da yürürlükten kalktı. 1870'de zorunlu eğitim getirildi. Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gelmiştir; ama ben bizim çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not almasını dilerim. Ancak şimdiki konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim nokta şudur: o yıllar daki ilerlemenin çok büyük bir bölümünün Bentham'ın etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de yaşayan insanların onda dokuzunun, Bentham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadıkları kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona yaptıklarının bir gerekçesi olarak bakmış
olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda, onun fikirlerinin abes olduğunu görebi liriz. Ancak, Bentham'ınki gibi pek de onurlu olmayan bir faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi yüreklendirebilir.
2
Hepimiz 'iyi' insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan içki ve sigara içmez, küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplantıda orada hanımlar varmış gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda isabetli fikirleri vardır. Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar ve Günah'ı cezalandırmanın bizim acı bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret duyar ve genellikle orta yaşlı başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin isabetli olup olmadığını sorgu layan kişilerden gençleri korumanın bir devlet görevi olduğu kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında hayır işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların gereğince cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin mütevelli heyeti üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere görev vermeyerek eğitime yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her şeyden çok da, dar anlamıyla 'kişisel ahlakı' kusursuzdur.
Bu anlamda 'iyi' olan bir adamın, genelde,'kötü' bir adamdan daha çok iyilik yaptığı kuşku götürür. 'Kötü' adam ile yukarıda tanımlananın tersi olan adamı kastediyorum. 'Kötü' bir adam sigara, arada bir de içki içer; hatta damarına basıldığında ağzını bile bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda bazı pazar günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri de vardır; örneğin, barış istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız gerektiğini düşünebilir.Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan otomobiline olan tutumu gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil lastiğinin tamirine yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının o kadar olduğunu iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre 'yanlış düşünme' sadece düşünme, 'doğru düşünme' de sözcükleri papağan gibi tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere
yakınlık duymasına yol açar.
Çalışma saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle uğraşmaktan; ya da, daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına dokunmayan bazı önlenebilir kötülükler konusunda huzursuzluk yaratıp ortalığı karıştırmaktan ibarettir. Ve hatta olasıdır ki, 'kişisel ahlak' konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış
bir düşünce ile savunur. Sıradan ve saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu nitelik lerin bir veya birkaçını taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir öğretmen veya bir vali gibi yetkileri olan görevler almasına izin verilmez. Bu tür işler yalnız 'iyi' insanlara açıktır.
Bütün bu durum son zamanlara özgüdür.Cromwell zamanında Püritenlerin kısa süren egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika'ya aşılanmıştı. İngiltere'de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi'nden sonra, Jacobinizm'e –yani şimdi lerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye- karşı mücadelede yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth'ün yaşamı bu değişikliğe bir örnektir.
Gençliğinde Fransız Devrimi'ne yakınlık duymuş,Fransa'ya gitmiş, güzel şiirler yazmış ve evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde 'kötü'adamdı. Daha sonra 'iyi' oldu; kızını terketti, doğru ilkeler edindi ve kötü şiirler yazdı. Coleridge de benzer bir değişimden geçmiştir:kötü olduğu zaman Kubl Khan'ı yazdı; iyi olduğu zamanlar da teolojik yazılar.
İyi şiirler yazdığı zamanlar 'iyi' olan bir şair örneği bulmak zordur.Dante yıkıcı propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti. Sonelerine bakarak hüküm verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare'e New York'da karaya çıkma izni verilemezdi. 'İyi' insanın özünde hükümet yanlısı olması yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell'in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve sonraki dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve sonraki dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir bolşevik olarak idam edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dönemde yazılmıştır. Donne, St.Paul Katedrali ruhani meclis başkanlığına getirildikten
sonra erdemli oldu; ancak bütün şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle,atanması bir skandala yol açtı. Swinburne gençliğinde, özgürlük için savaşanları öven Songs Before Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar) 'ı yazdığı dönemde kötü adamdı; yaşlılığında, aşağılık tecavüzlere karşı özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça saldırgan yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri artırmaya gerek yok; günümüzde
geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle bağdaşmadığına işaret eden yeterince söz söylenmiş bulunuyor.
Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve Darwin kötü kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar Spinoza'nın çok günahkar bir adam olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya uğrayacağı korkusuyla yurt dışına kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara gelince, önlenebilir ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben Londra'nın bir bölümü çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde oturdum. Burada
bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler rüşvet veya yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler güçlerini kamu sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle yarı-zamanlı çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin sofralarının zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli saymayan hiç kimse o yöredeki önemli kişilerin saygısını kazanamaz.
Dünyanın bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir insanı oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan, düşünceleri ve eylemleri iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.
3
Geçmişte kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar üzerinde durmamız hayli üzücü oldu. Şimdi de, daha iç açıcı bir konu olan erdemli insanlara geçelim.
3. George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806) : 1783-1801 ve1804-1806 yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan katoliklere özgürlük vermesini istediğinde -o dönemde katoliklerin oy hakları yoktu- taç giyme töreninde yaptığı yemine ters düşeceği düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak 'doğru' olup olmamaktı. Amerika'nın bağımsızlık istemine yol açan siyasette onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür;
ancak müdahalesi her zaman en yüce amaçlardan kaynaklanmıştır.Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar Tanrı'nın kendi tarafında olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla- kişisel kötülüklerden tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de söylenebilir. Ama yine de, insanların acı çekmesine ondan daha çok yol açmış olan başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir.
İyi insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yararların başında da, başkala rının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak veren bir duman perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan arkadaşlarının karanlık işler yapabileceğini aklına getir mez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir insanın, iyiliğini kötüleri gizlemek -için kullana bileceğini hiç düşünmez; bu da onun yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hakeden zenginlerin eline geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her durum da bu iki özelliğin iyi insanı son derece çekici kılacağı ortadadır. Bana söylendiğine göre -ama ben kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan ve bu amaca göre hareket eden bir Amerika Cumhurbaşkanı varmış. İngiltere'de de Whittaker Wright ününün doruğunda olduğu sıralarda, çevresini, erdemleri onun aritmetiğini anlamalarını ve anlamadıkla rını farketmelerini önleyen kusursuz soylular doldurmuştu.
İyi insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri skandallarla politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan dokuzu ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz. Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi içinde gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür doksan sekizi de, kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla,onun peşinden giderler. Bu nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan bir kimse politikaya atılıyorsa, toplumun geleneksel kurumlarını korumayı amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda yeni politikacının kariyerini sona erdirecek birşeyler bulana kadar o kimsenin özel yaşamını geriye doğru adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç seçenekleri olacaktır:gerçekleri açıklayarak onun bir utanç bulutu içinde gözlerden uzaklaşmasını sağlamak; veya açıklama tehditleriyle onu politikadan çekilmeye zorlamak; ya da şantaj yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu seçeneklerden ilk
ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu nedenle her üçü de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi insanların varlığıdır.
Şimdi de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun önceden alınacak uygun önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği bilinmektedir. Ancak iyi insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün olduğunca dar bir alana yayılır ve uygulanmasında her türlü engel yaratılır.Sonuçta günah yine 'doğal' cezasına çarptırılır ve yine İncil'in emirleri uyarınca çocuklar babalarının günahlarını çekmeyi sürdürürler. Bunun
tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu. Çünkü eğer günah cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak kadar ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da kapsamazsa o denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim adamlarının edindikleri derme çatma bilgilere rağmen, Doğa'nın bizler daha cehalet çağındayken koyduğu katı ceza yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi adam lara ne kadar minnettar olsak azdır.
Acılara neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle'min kötü olduğunu, doğru düşünen herkes bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun hareket etmesi olanaklı olmadığına göre, erdemin güvence altına alınması açısından, günahı acının izlemesi çok arzulanan birşeydir. İnsanların günahlara bilim öncesi çağlarda verilen cezalardan kaçınma yollarını öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever insanlar bizleri bu tehlikeli
bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve zihinsel sağlığın korunması konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi düşünmek beni dehşete düşürüyor.İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek yararlı olabilirler. Almanya Çin'in Shantung eyaletini iki misyonerin orada öldürülmesi sayesinde ele geçirmiştir. Saraybosna'da öldürülen Arşidük sanırım iyi bir insandı; ona ne kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi savaş çıkmayabilirdi; dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi; militarizm yıkılmazdı; şimdi de İspanya, İtalya, Macaristan, Bulgaristan ve Rusya'daki askeri despotizmin keyfini çıkarıyor olmazdık.
Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören 'iyilik' ölçütleri dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun çeşitli nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.
Ondan sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu, haksız güçler gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa benziyor; bunlar başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız olan bazı eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek yemek- bilinmez yollarla
felakete yol açtıkları düşüncesiyle yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde başladı ve başlangıçta varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların duyguları üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak kurallarının büyük bir bölümü hala bu türdendir: bazı davranış biçimleri, etkilerinin kötü olup olmadıklarına bakılmak sızın, dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda, dehşet uyandıran bu davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.
Örneğin, uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı ortadadır; ancak cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey, tümüyle boş-inandır. Öldürülen kişinin kanının -veya daha sonra hayaletinin- öç almak isteyeceği ve yalnız suçluyu değil, ona yakınlık gösteren herkesi cezalandıracağı düşünülüyordu. Cinayetin yasaklanmasının boş-inan niteliği şundan da anlaşılıyor ki, belli dini ayinlerle kan suçundan temizlenmek
olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin amacı ise, hayaletin kendisini tanımaması için suçlunun kılık değiştirmesini sağlamaktı. En azından Sir J. G. Frazex'in teorisi böyledir. Pişmanlığın, suçu 'arındırmasından' söz ederken yaptığımız mecaz çok eski zamanlar da kan lekelerini temizlemek için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. 'Suç' ve 'günah' gibi kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal bir kökeni vardır.
Rasyonel bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir açıdan bakacak; hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine önleme ve iyileştirme ile ilgilene cektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan ve rasyonalizmin garip bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur; ona uzun yıllar ötesine uzanan nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis perdesi arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel bakış açısıyla ele alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları, canilere
yaptığımız gibi, tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız.Teoride nasıl düşünürsek düşünelim, toplumsal yaşamda erdemi, birşeyi yapmak olarak değil, yapmamak olarak algılarız. 'Günah' olarak adlandırılan şeylerden kaçınan bir kimse, başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da, iyi insandır. İncil'de telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: 'Komşunu kendini sevdiğin gibi sev' olumlu bir yönergedir. Ancak bütün hırıstiyan toplumlarda bu emre uyan kişi kovuşturulur; en azından yoksulluk, genellikle hapis ve bazen de ölümle cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve cezaları
verecek konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar sağlayanlardır. Ödüller
eşitsizlik için çok ustaca gerekçeler bulanlara, cezalar ise ona çare arayanlara verilir. Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın yergisinden uzun süre kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa da savaştan hemen önce Fransa'nın en iyi yurttaşı olan Jean Jaures öldürülmüş, katil ise,bir kamu hizmeti yaptığı gerekçesiyle, beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir örnektir; ancak bu tür şeyler dünyanın her yerinde olagelmektedir.
Geleneksel ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul ederler; ancak herhangi bir eleştirinin ahlakı toptan çökerteceğini ileri sürerler. Eleştiri olumlu ve yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez; ancak, bir anlık bir zevkin ötesinde birşey için yapılmamış olması koşuluyla.Bentham'a dönersek, o ahlak kurallarına temel olarak 'en çok insanın en fazla mutluluğu'nu savundu. Bu ilke doğrultusunda davranan bir kimsenin,yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok daha çetin bir yaşamı
olacaktır.
Kendisini ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin düşmanlığına hedef olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak istediği gerçekleri açıklayacak; şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum etmek için uydurulmuş yalanları reddedecektir. Böyle bir davranış gerçek ahlakın çöküşüne yol açmaz. Resmi ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı olmuştur; 'yapmayacaksın' der ve kuralların yasaklamadığı eylemlerin etkisini araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük mistikler ve din öğreticileri böyle
bir ahlak anlayışına boşuna karşı gelmişlerdir: müritleri onların en açık beyanlarını bile dikkate almamışlardır. Bu nedenle, onların yöntemlerinin büyük ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek olası görünmüyor.
Düşünce ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha umut verici olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine varacaklardır ki, kurumları haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya, mutluluğu yaratma olasılığı en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş az sayıda kişiye bu dersi öğretmiştir; eğer beraberlikle sonuç lanmasaydı daha fazlasını da öğretebilirdi. Bizler için gerekli olan, yaşama sevinci,
gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu başarılar üzerine kurulmuş bir ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir insan eğer mutluysa, coşkuluysa, cömertse ve başkalarının mutluluğuna seviniyorsa 'iyi' insan sayılmalıdır.Bu durumda, ufak tefek kabahatler pek de önemsenmemelidir. Fakat sömürü ve gaddarlık yoluyla servet kazanan bir kişiye, şimdi 'ahlaksız'olarak nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli olarak kiliseye gitse de, kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu amaçlarına
bağışlasa da aynı şekilde değerlendirilmelidir.
Bunu sağlamak için,önemli kişiler arasında hala geçerli olan boş-inan ve baskı karışımı bir 'erdem' yerine, ahlak sorunlarına karşı rasyonel bir tutum getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife alınmaktadır; ancak ben yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta direniyorum.Mantık belki zayıf bir güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı yönde işler. Mantıksızlığın kuvvetleri ise boş yere didişerek birbirlerini yok
eder. Bu nedenle mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık yanlılarını güçlendirir ve insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu tekrar tekrar gösterir.
26.03.2007 - 20:23
8- DOĞU'NUN VE BATI'NIN MUTLULUK İDEALLERİ
Wells'in Zaman Makinesi'ni herkes bilir; makine, ona sahip olan kişinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmişin neye benzediğini,geleceğin nasıl olacağını şahsen görmesini sağlar. İnsanlar Wells'in makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günü müzde de, dünyanın çeşitli yerlerine seyahat ederek sağlanabileceğini pek fark etmiyor lar. New York'a ya da Chicago'ya giden bir Avrupalı geleceği, eğer ekonomik bir felaket ortaya çıkmazsa Avrupa'nın ulaşması olası geleceği görecektir. Öte yandan,eğer Asya'ya gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre Hindistan'da Ortaçağ'ı, Çin' de (1920) onsekizinci yüzyılı görecektir.
Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattığı ülke onu da şaşırtırdı. İngiltere'de biraz daha az, Fransa'da ise ondan daha da az yabancılık çekerdi. Ancak Çin'e ulaşmadan kendini tam olarak ülkesinde hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada, 'yaşam,özgürlük ve mutluluk arayışı'na hala inanan, bunları Bağımsızlık Savaşı'nın Amerikalılarına benzer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı. Çin'e cumhurbaşkanı olması da sanırım pek uzun zaman almazdı.
Batı uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika'yı, Rusya dışındaki Avrupa'yı ve özerk İngiliz dominyonlarını içine alır.Bu uygarlıkta Amerika başı çeker; Batı'yı Doğu'dan ayırdeden bütün özellikler en çok Amerika'da belirgin ve gelişmiş durumdadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya alışkınız: Son yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğun dan, iyiye doğru başka değişimlerin de hep süregeleceğinden hiç kuşku duymuyoruz. Savaş ve onun sonuçları Kıta Avrupasında bu güvenli inanca bir darbe indirdi; insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu tekrar dönmeyecek bir altın çağ gözüyle bakmaya başladılar.
İyimserliğin uğradığı bu sarsıntı İngiltere'de daha hafif, Amerika'da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde,ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan kişilerin, bizim yüz elli yıl önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret etmeleri ve geçirdiğimiz değişikliklerin bize gerçek bir iyileşme getirip getirmediğini kendi kendi lerine sormaları özellikle ilginç olacaktır. Herkesin bildiği gibi Çin uygarlığı, Confucius' un İsa'dan beş yüz yıl önce yaygınlaşan öğretilerini temel almıştır.Grekler ve Romalılar gibi Confucius da insan toplumunun gelişmesinin doğa gereği olduğu görüşünde değildi; tersine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge kişiler olduğuna ve de insanların, yozlaş mış günümüzün hayranlık duyduğu ancak ulaşamadığı ölçüde mutlu olduklarına inanı yordu. Bu kuşkusuz bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun Confucius, çağının diğer hoca ları gibi, hep yeni başarılar peşine düşmek yerine, belli bir nitelik düzeyini koruyan kararlı bir toplum yaratılmasını amaçlıyordu. Bu konuda, şimdiye kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı oldu. Kişiliği o çağlardan günümüze dek Çin uygarlığına damga sını vurmuştur.
Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız küçük bir bölümünü kaplıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş durumdaydı.Çinliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin olarak bilinen topraklara yayıldılar ve son elli yıla gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus bakımından dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların işgallerine,Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa süreli iç savaş ve karışıklıklara karşın Confucius'un sistemi varlığını sürdürdü; beraberinde sanat, edebiyat ve uygar bir yaşama biçimi getirdi. Batı ve batılılaşmış
Japonya ile temaslar sonucunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye başlamıştır.
Bu kadar olağanüstü bir varolma gücüne sahip bir sistemin pek üstün nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de hakeder. Bu sistem kelimenin bizim algıladığımız anlamında bir din değildir; çünkü doğa üstü veya mistik inançlarla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla beraber kuralları, hıristiyanlığın kurallarından farklı olarak, sıradan insanların uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Confucius'un öğretileri, temelde, modası geçmiş onsekizinci yüzyıl 'beyefendi' idealine benzer şeylerdir.
Deyişlerinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles'in Sayings of Confucius
- Confucius'un Deyişleri-'nden alıntı) : 'Gerçek beyefendi hiçbir zaman kavgacı değildir. Eğer ortada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu bir atış-yarışması gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve kaybettikten sonra rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse ceremesini de çeker. Böylece, çekişirken bile gerçek beyefendiliğini korur.'
Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği gibi, sorumluluktan, erdemden ve bu tür şeylerden söz eder; ancak kişiyi, doğaya ve doğal sevgiye aykırı olan herhangi bir şeye zorlamaz. Bu da aşağıdaki konuşmada görülüyor:
'She Dükü Confucius'a şunları söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam var. Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı tanıklık etti. Confucius şöyle yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan farklı bir şeydir. Baba oğlunun suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak böyle davranışlarda bulunur.' Confucius her şeyde, hatta erdem konusunda bile, ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız gerektiğine inanmazdı. Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi hakkındaki düşüncesi sorulduğunda yanıtı şu olmuştu: 'O zaman iyiliğin karşılığı ne olacak?
Haksızlığa adaletle, iyiliğe iyilikle karşılık vermelisiniz.' Onun zamanında Çin'de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi, öğretileri Hıristiyanlığa Confucius'unkinden daha yakın olan taoistlerce öğütleniyordu. Taoizmin kurucusu Lao-Tze (Confucius'un daha yaşlı bir çağdaşı olduğu sanılır) şöyle diyor: 'İyiye iyi, iyi olmayana da, onu iyiliğe yöneltmek için, yine iyi davranmalıyım. İnanç sahibi olanlara saygı duyarım; olmayan lara da saygı duyarım; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan kötü
bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi? Kötülüğe iyilikle karşılık veriniz.'Lao-Tze'nin bazı sözleri Dağdaki Vaaz'ın (İsa tarafından müritlerine verilen, hıristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz. (Ç.N)) bazı bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor:
'Alçakgönüllü olanlar oldukları gibi kalacaklardır. Eğriler düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar yenilenecektir.Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip olanlar yollarını şaşıracaktır.'
Lao-Tze'nin değil de Confucius'un ulusal bilge haline gelmesi Çin'e has bir özelliktir. Taoizm de varlığını sürdürdü: ancak cahil halk arasında ve sihir niteliğinde. Onun öğretileri İmparatorluğu yöneten uygulamacılara hayal ürünü gibi geliyordu. Confucius 'un öğretileri ise sürtüşmeleri önleme bakımından çok iyi hesaplanmıştı.
Lao-Tze eylem karşıtı bir sav öğütlüyor, şöyle diyordu: 'İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline bırakılmasıyla kazanılmıştır. Her zaman bir şeyler yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya layık değildirler.' Ancak, doğal olarak, Çin'in yöneticileri Confucius'un, kendine hakim olma, hayırseverlik, nezaket ilkelerini yeğle diler; aynı zamanda, bilge hükümetlerin sağlayacağı yararlara büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup modern ulusların hepsinin yaptığı gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak sistemini, uygulamada ise başka bir ahlak sistemini benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman akıllarına getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarına uygun davranmış lardır demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya çaba göstermişler, kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir.Halbuki hıristiyan ahlak kurallarının büyük bir bölümü nün, bu günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngördüğü, genelde kabul edilen bir husustur.
Gerçekte, bizim yanyana giden iki tür ahlak sistemimiz vardır: birisi öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öteki de uyguladığımız ama sadece arasıra öğütlediğimiz ahlak. Mormonizm dışındaki bütün dinler gibi hıristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıris tiyanlık, ilk yüzyıllarında, Asya mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavram larına ağırlık vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıldığında bir anlam
taşıyordu. Ancak hıristiyanlık güçlü Avrupa prensiplerinin resmi dini olunca bazı metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli görüldü.
Öte yandan, 'Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz' gibilerinden bazı ifadeler çok yaygın laştı. Günümüzde ise rekabete dayalı sanayinin etkisiyle,karşı-koymama ilkesine en ufak bir eğilim aşağılanmakta, herkesin kendi yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada, geçerli olan ahlak ilkemiz mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler için olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey bize
safdillik ve saçma olarak görünür.
Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarımızı benimsiyorlar. Teoride, kavganın yerinde olacağı durumların varlığını; uygulamada ise bu hale çok ender rastlandığını kabul ediyorlar. Bizlere gelince, teorik olarak, dövüşmeyi gerektirecek hiç bir durum olamayacağını; pratikte ise, bu durumların sık sık ortaya çıktığını düşünü yoruz. Çinliler de bazan kavga ederler; ancak savaşçı bir ırk değillerdir. Savaşta olsun iş yaşamında olsun başarıyı uzun boylu övmezler. Geleneksel olarak, öğrenmeye her şey den çok değer verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla birlikte, inceliğe ve nezakete.
Çok uzun yıllar boyunca, Çin'de yönetim görevlerine atamalar yarışma sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula geçen bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek istisnası Confucius ailesidir,aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı saygının yanısıra, feodal Avrupa'da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygıya kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin klasiklerinin ve
onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreniminden ibaretti. Batı'nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.'nin eski çağların ahlak öğretilerinden daha pratik yararları olduğu farkedildi. Yeni Çin (yani Avrupa standartları doğrultu sunda eğitim görmüş olan gençler) çağdaş gereksinimlerin farkındadır ve belki de, eski geleneklere yeterince saygı duymamaktadır. Ancak yine de, en modern olanları bile, az sayıda istisna dışında, ılımlılık, nezaket ve barışçılık gibi geleneksel erdemlerini korumaktadırlar. Önümüzdeki birkaç on-yıllık süre içinde Batı'dan ve Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarını sürdürmeleri ise kuşku götürür.
Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse şunu söyleye bilirim ki, temelde, zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise,temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa ya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikincisi için de Bilimi geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla tembel ve fazlasıyla yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnız bu anlamda doğrudur. Rusların olduğu türden tembel değildirler; yani geçimlerini kazanmak için çok çalışırlar. Patronları onları olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar Batı
Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için veya salt koşuşturmayı sevdikleri için çalışmazlar. Geçimlerine yetecek kadar kazandıklarında onunla yetinir ler; daha çok çalışarak kazançlarını artırmaya çaba göstermezler. Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski çağlardaki Çin sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak gibi eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim düşünce tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden çok rehavet ifade eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana, orada yaptığı işler zararlı da olsa, daha çok saygı duyarız.
Beyazlar için Doğu'da yaşamanın belki de kötü bir etkisi oluyor.Ancak itiraf etmeliyim ki, Çin'i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların toplu olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya başladım.Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu başardığımız şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulan maya değer. Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin de bir bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka gereçleri olarak kullanıyo ruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu halde öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçakla ra ayırıyoruz. Çok iyi bir yönetim ve vergi sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim, sağlık ve benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için kullanıl maktadır.
Günümüz İngilteresinde milli gelirin en büyük bölümü geçmiş ve gelecek savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan geri kalan bölüm harcanmaktadır. Kıta Avrupasındaki ülkelerin çoğunda oran daha da kötüdür.Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü suçu ortaya çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıcı siyasal düşünceleri olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar Çin de bunların hiçbiri yoktu.
Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar verimsiz, devlet kendi vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke insanlarını öldüremeyecek kadar etkisiz; polis haydutları veya bolşevikleri yakalamayacak kadar güçsüzdü.Bunların sonucu olarak Çin'de, hiçbir beyaz adamın ülkesinde bulunmayan ölçüde, herkes için özgürlük; ufak bir azınlık dışındaki bütün insanların fakir olduğu düşünüldüğünde çok çarpıcı olan, yaygın bir mutluluk vardı. Orta sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Batılının olaylara bakış
açılarını karşılaştırdığımızda iki farklılık göze çarpar: Birincisi, Çinlilerin yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiçbir eyleme değer vermemeleri; ikincisi, kendi itilerimizi kontrol altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tartışmış bulunuyoruz; ancak ikincisi de sanırım aynı ölçüde önemlidir.
Ünlü sinolog Profesör Giles'ın 'Confucianizm ve Karşıtları' konusunda Gifford'da verdiği konferanslarda savunduğu görüşe göre, Hıristiyan misyonerlerin Çin'deki başarılarının başlıca engeli, doğuştan günahkarlık doktrini olmuştur. Uzak Doğu'da çoğu misyonerler tarafından hala öğretilmekte olan kalıplaşmış hıristiyan doktrinine göre hepimiz günahkar olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hakedecek ölçüde günahkar olarak doğmuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını kolaylıkla kabul edebiliyorlar. Ancak kendi ana-babalarının ve büyük ana-babalarının
cehennem ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Confucius insanların iyi olarak doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü örneklerden ya da kötü terbiyeden kaynaklandığını öğretmişti.
Batı'nın geleneksel katı inançları ile bunun arasındaki farklılığın Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır. Bizde, ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini normal zevklerden mahrum eden ve bunun acısını başkalarının zevklerine karışarak çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda başkalarının işine burun sokma özelliği vardır: Bir kimse eğer kalabalığın rahatını bozmuyorsa onun olağanüstü iyi bir insan olabileceğini düşünmeyiz. Bu bizim Günah anlayışımızdan kaynaklanıyor.
Bu tavır yalnızca özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; ikiyüzlülüğe de yol açıyor.Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak çoğu kişiye fazlasıyla güç geliyor. Çin de ise durum böyle değildir. Orada ahlak kuralları olumsuz yönde değil, olumlu yöndedir.İnsanın ana - babasına saygılı, çocuklarına şefkatli, fakir akrabalarına cömert ve herkese nazik dav ranması beklenir.Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir; halkın çoğun luğu tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da, galiba, çoğumuzun yerine getiremediği bizim ölçütlerimize göre daha olumludur.
Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da insanların, aralarındaki görüş ayrılıklarını, Batı'da olduğundan daha fazla, mantığa ve tartışmaya açık tutma eğilimin de olmalarıdır. Bizde fikir ayrılıkları hemen bir 'ilke' sorununa dönüşür: iki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvur mayı akla getirir. Çin'de kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen kansız
denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı'daki daha şiddetli çatışmalarımızdan edin diğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az zarar vermişlerdir. Sivil yöne tim de dahil olmak üzere halkın çoğunluğu sanki bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi günlük yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her iki tarafın da aşağılanmaması gereklidir.Bazı yönleri yabancılara komik gelse bile, bu görünüşü-kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal bir kurumdur; sosyal ve siyasal yaşamı, bizdekinden çok daha az acımasız kılar.
Çin sisteminde tek bir kusur, ama önemli bir kusur vardır ve bu da sistemin, Çin'in daha kavgacı uluslara karşı koymasını engellemesidir.Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgacı ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de, eğer ulusal bağımsızlıklarını koruyacaklarsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olma dıkları için, bizim kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu taklidin bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkışmamalıyız.
Toplam 46 mesaj bulundu