Bilal Büyükılgaz Adlı Üyenin Nedir Yazıları - ...

  • yecüc-mecüc

    11.08.2007 - 01:53

    Aslı ve nesebi belirsiz iki kabile, önlerine çekilmiş olan barajı aşıp yeryüzüne yayılacaklar. Bir müddet etrafı ifsad etmeye çalışacaklar. Daha sonra İsa Aleyhisselâm’ın duâsı ile mahvolacaklar. Bunlar Çinliler’dir.

    Üçüncü dünyâ harbi bir âfâttır, Allahu âlem bu olacak.

    Yahudiler Arabistan’ı istilâya hazırlanıyor. Çinliler ise dünyâyı istilâ etmek için hazırlanıyor. Çinlilerin istilâsı ise bir helâkiyettir.

    Âyet-i kerime’de:

    “Biz o gün onları (Ye’cüc ve Me’cüc’ü) bırakırız, dalgalar hâlinde birbirine girerler.” buyuruluyor. (Kehf: 99)

    Dalga dalga dünyanın üzerine hücum ederler ve memleketleri istilâ ederler.

    Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:

    “Nihayet Ye’cüc Me’cüc (sedleri) açıldığı zaman her tepeden saldırırlar.” (Enbiyâ: 96)

    Büyük bir âfât daha olacak. Hep temizlik bunlar. Bu üçüncü dünya harbi ve Çin harbi insanları perişan edecek. İnsan az kalacak.

    Çinliler kendilerini en sona saklıyor, hep o an için saklıyor. Dünyayı yutabilmek için hep hazırlık yapıyor. Büyük silâhlar patlamış, her şey mahvolmuş, insanlar yok olmuş. Dünya düzlenecek, sonra Cenâb-ı Hakk onlara izin ve ruhsat verecek, sel hâlinde dünyaya akın edecekler, selin önünde durulur mu? Bir müddet ifsattan sonra İsa Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Mehdi’nin ve yanındakilerin duâsı ile bir gecede helâk olacaklar. Harple değil, duâ ile.

    Hülâsa olarak deriz ki;

    Allah-u Teâlâ İsrâ sûre-i şerif’inin 58. Âyet-i kerime’sinde kıyametten evvel dünyayı harap edeceğini beyan buyuruyor. Vakit de çok yakın. Nihayet otuz seneye kadar bu işler olup bitti mi, daha sonra Hazret-i Mehdi’nin gönderilişi, Deccal’in zuhuru, İsa Aleyhisselâm’ın inişi, Ye’cüc Me’cüc’ün çıkışı, Çinliler’in dünyayı istilâya kalkması, bu da sürer Allahu âlem yedi-sekiz sene, iş bitti... Bu insanlar gitti. Tek tük insan kalacak, İslâm’dan iki-üç kumandan daha gelecek, daha sonra insanlar yine bozulacaklar, ondan sonra veleddâllin âmin, sonrası da kıyamet...

    “Kıyamet yalnız kötü insanların üzerine kopacaktır.” (Buhârî - Müslim

  • isa

    11.08.2007 - 01:52

    İsa Aleyhisselâm ölmemiş, semâya çekilmiştir. Cesedi ile birlikte semâda yaşamaktadır. Deccâlin fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada Allah-u Teâlâ onu yeryüzüne indirecek ve icraatlarını gerçekleştirecektir.

    İsa Aleyhisselâm’ın hâlen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed Aleyhisselâm’ın şeriatı ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele-mücahede edeceğine inanmak farzdır.

    Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:

    “Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)

    İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne inmesi de kıyametin en büyük ve en bariz alâmetlerinden birisidir. Onun belirmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu anlaşılır.

    İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

    “Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryem oğlu İsa âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1018)

    Allah-u Teâlâ üçüncü şaşkınlıkta İsa Aleyhisselâm’ı indirecek. Mehdi Resul Hazretleri Mescid-i Aksâ’da iken, İsa Aleyhisselâm gelerek onu takviye edecek. Deccal gibi büyük bir fitneyi yok etmekle büyük bir ıslahat yapacak.

    İsa Aleyhisselâm’ın gelmesine daha otuzbeş sene var.

    Hadis-i şerif’lerde ifade edildiğine göre İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Aleyhisselâm birbirine yakın zamanda çıkacak ve İsa Aleyhisselâm, Hazret-i Mehdi’ye yardımcı olacak. Hatta İsa Aleyhisselâm’ın Hazret-i Mehdi’nin arkasında namaz kılacağı rivayet olunmuştur.

    Asıl vazife yine İsa Aleyhisselâm’ın olacak. Çünkü o üçüncü basamaktır. Deccal’i o öldürecek, Allah-u Teâlâ hakimiyeti ona verecek.

    Üçüncü Dünya harbi, bütün yeryüzünün ateşle dolması, Hazret-i Mehdi’nin zuhuru ve fütuhatı, Deccal’e ruhsat verilmesi, İsa Aleyhisselâm’ın indirilmesi ve Deccal’i imha etmesi, ondan sonra da yahudilerin öldürülmesi, hepsi peşi sıra bu kısa zaman içinde olacak.

    Allah-u Teâlâ kime o lütuf nurunu koymuşsa İsa Aleyhisselâm’a tâbi olacak, kime koymamışsa olmayacak.

    Hadis-i şerif’lerde belirtildiği üzere İsa Aleyhisselâm zamanında yeryüzünde sükunet, emniyet meydana gelecektir. O kadar ki arslanlar develerle, panterler ineklerle ve kurtlar kuzularla serbestçe otlayıp geçinecekler, çocuklar da yılanlarla oynayacaklardır.

    İsa Aleyhisselâm vefat ettiği zaman cenaze namazını müslümanlar kılacaktır.

    Günümüzde türeyen sahte isalar ise artistlerin isasıdır. Bunların da aslı belli değil nesli belli değil. Bunlar aslını ne ile ispat ederler? Ya bu sahtelere ne demeli? Evine hâkim değil, nefsine hâkim değil, dünyaya hâkim olmaya çalışan bu sapıklara ne diyelim?

    Hakikat budur, bunlar sahtelerden ibarettir.

    Sayıları çoktur, itibarı yoktur.

  • mehdi

    11.08.2007 - 01:49

    Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

    “Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Dâvud, Tirmizî)

    O kendisini bile bilmiyor. Amma vakti gelince hem kendisini bilecek, hem de halk onu tanıyacak. Bu işler vakte saate bağlıdır.

    O daha kendisinin Mehdi olduğunu bilmezken, zamanı gelince Allah-u Teâlâ onu seçecek, çekecek, vazifelendirecek ve bizzat kendisi destekleyecek.

    Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

    “Mehdi bizden, ehl-i beyt’imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder.” (İbn-i Mâce: 4085)

    Hazret-i Mehdi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sülalesinden ve Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in aslındandır. Şu anda Mekke-i mükerreme’de yaşıyor, Medine-i münevvere’de vazifesini ilân edecek.

    Diğer birçok Hadis-i şerif’lerinde hülâsâ olarak; “Cihadı başlattığı zaman kırk yaşlarında olacağı, vasıfları, cennetle müjdelendiği, çıkışından ümitlerin kesildiği bir anda çıkacağı, zuhur şekli, o devirde İslâm’ın yeryüzüne tam mânâsı ile hâkim olacağı, benzeri görülmedik bir refah olacağı, insanlar tarafından çok sevileceği ve İsa Aleyhisselâm ile buluşacakları...” beyan buyurulmaktadır.

    İleriki bölümlerde görüleceği üzere Hicaz bölgesinde de çok büyük kargaşalık olacak.

    Büyük bir şaşkınlık ve boşluk içinde iken, Allah-u Teâlâ müslümanları toparlamak, şaşkınlığı önlemek için Mehdi Hazretleri’ni gönderecek. Çok büyük harplerden ve felâketlerden sonra Hicaz’da vazifeye başlayacak, adaleti ile hükmedecek.

    Allah-u Teâlâ mülkünü ne bu zâlimlerin arzusuna bırakacak, ne de gelecek olan âlim ve âdil olanlara bırakacak.

    Cebrail Aleyhisselâm sağ yanında, Mikâil Aleyhisselâm sol yanında olacak, Allah-u Teâlâ’nın emri üzere fütuhata başlayacak.

    İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Tuhfe-i Aliyye” isimli eserinin “Beklenen Mehdi Hakkında” adlı bölümünde Mehdi Hazretleri’nin Hazret-i Ali -kerremallahu veche- ve Hâtem-i veli’nin rûhâniyeti ile icraat yapacağını beyan buyurmaktadır:

    “Beklenen Muhammed Mehdi dahi muhtaçtır ve onun yeryüzünde kalma süresi vezirlerinin sayısı kadardır. Velâkin vüzerâsında ihtilâf ettiler. Üstün olan görüşe göre vezirleri dokuz olup, yedisi cismânî ve ikisi rûhânî olmaktır.

    Cismânîden murad Ashâb-ı Kehf ve rûhanîden kastedilen ise rûhaniyyet-i Murtazâ -kerremallahu veche-dir ve rûhâniyyet-i Hatm-i Evliyâ’dır.” (Tuhfe-i Aliyye. s. 229)

    Cihada başladığında etrafında Bedir ashabının sayısı olan üç yüz beş kadar askeri olacak ve ancak ihlas sahiplerini ordusuna alacaktır.

    Allah-u Teâlâ Hazret-i Mehdi’yi ümmet-i Muhammed’in başına dirayetli bir kumandan olarak gönderecek. Bu zât-ı muhterem doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm’ın vekâletini taşıyacak, onun icraatı gibi yepyeni bir icraat yapacak. Onun izinden yürüyecek, onun gibi din-i mübin’in icaplarını uygulayacak ve din-i İslâm’ı taptaze bir hale getirecek. Garip duruma düşen İslâm’ı gariplikten kurtaracak. İhyâ etmedik sünnet, kaldırmadık bid’at bırakmayacak. Çünkü bunun için gönderilecek.

    Allah-u Teâlâ onu muzaffer edecek. Ona öyle bir azamet verecek ki, karşısına çıkan her kuvveti devirecek. Allah-u Teâlâ’nın ezelden nasip ettiği kadar mücadele edecek. Yeryüzünün muhtelif yerlerinden gelen taraftarları toplanacaklar, fütuhatı tâ Amerika’ya kadar uzanacak, beldeler onun emrine girecek. Zâlimlerin zulmü olduğu gibi, o da geldiği zaman yeryüzünü adaletle dolduracak.

    Ümmet-i Muhammed’den memnun olmadık hiçbir fert kalmayacaktır. Yer ve gök sakinleri ondan râzı oldukları gibi; havadaki kuşlar, denizdeki balıklar, ormandaki yırtıcı hayvanlar bile memnunluk duyacaklar. Ömürler uzayacak, emanetler yerine teslim edilecek. Yeryüzü emniyet ve sükun bulacak.

    İyi ve kötü bütün insanlar onun zamanında görülmemiş bir nimete boğulacaklar. Gökten bol bol yağmur yağacak, yerlerde bereket artacak. Bütün ülkeler kapılarını ona açacaklar. Her taraftan, arıların kovanlarına gelip beylerine sığındığı gibi, ona gelip sığınacaklar.

    Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman, ona en çok buğz eden ve karşı gelen, imansız imamlarla türemeleri olacak. İmanları yok çünkü, imamları var imanları yok.

    İşte Mehdi Hazretleri o zamanki fukaha ile, o zamanki imansız imamlarla da çarpışacak.

    Ve biz şimdiden onu tarif ediyoruz. Nasibi olan bu hakiki imamı görür. Çıktığı zaman tereddütsüz biât edin.

  • bediüzzaman said nursi

    10.08.2007 - 18:22

    Bediüzzaman Hazretlerinin o devirleri ne güzel bir saâdet devri idi. Bütün gayeleri imanlı müslümanlar yetiştirmek idi. O bir iman âbidesi ve nümunesi idi.

    Nur Hakk’tan olduğu için, bu zât-ı âlî Bediüzzaman Hazretleri nûr-i imanı seçtiği için onu kendisine lâkap olarak aldı. Said-i Nursî denildi. Kitaplarına da “Risale-i Nur Külliyatı” ismini verdi. Aynı zamanda Bitlisin Hizan kasabasına bağlı Nurs köyündendir.

    O öyle bir zât-ı âlîdir ki, Allah-u Teâlâ onu zâhirî ilimle, tarikat ilmiyle, mârifetullah ilmiyle mücehhez kılmıştı. O Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği veli kullarından idi. Nur saçan kandildi, etrafını nurlandırdı. Daima nur saçtı. Bütün gayesi imanı kurtarmaktı. Allah-u Teâlâ’nın dostlarına, velilerine nasıl tazim edilmesi gerektiğinin izahını yapardı. Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve hükümlerine gönülden bağlı idi, istikametten ayrılmadı. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda yürüdü, bununla mücadele etti. Her cefâya katlandı ve fakat bu cefâlar onun imanını artırmaktan, azmini çoğaltmaktan başka bir şeye yaramadı. Hiçbir zaman haksızlığa boyun eğmedi. Canını hiçe saydı, dinde imanda aslâ en küçük taviz vermedi. Etrafı da öyle idi. Onun izinden gidenler harama ve helâle çok dikkat ederlerdi. Hapishaneden hapishaneye sürüklenirlerdi ve fakat her çıkan iman ile gürlerdi. Onları hiçbir tehdit yıldıramadı. Canlarını verdiler imanlarını vermediler. Bu yolun başlangıcı böyle idi. Her türlü eziyete katlanırlardı. Aç dururlar, hasır üstünde yatarlardı. Bu onların imanlarını artırıyordu. Cenâb-ı Hakk hidayetlerini artırıyordu. Aslâ kimseden para toplamaz, aslâ dilenmezlerdi.

    Ona tâbi olanlar, onun ahlâkını alanlar da yine aynı öyledir.

    İbadet ve taata çok düşkündü. Çok büyük feragat sahibi idi. Bütün hayatı feragat misalleri ile dolup taşmaktadır. Dünyaya aslâ meyil ve iltifat etmedi. Bir kap çorba, bir lokma ekmek, bir bardak su ile yetinirdi, elbisesi pek basit ve fakirâne idi. En sevmediği şey siyasetti, talebelerini de siyasetten şiddetle menederdi.

    Allah-u Teâlâ’nın koyduğu iman ile küfür arasındaki berzaha daima dikkat ederdi. Koyduğu hudutları muhafaza ederdi. Bunu en mühim vazife sayardı. Hakk ve hakikatı bildirmek için, bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda geçirdi.

    Ömrünü bu nurlu yolda geçirdiği gibi, iman edenler için de güzel bir iz bıraktı. Öylesine bir iz ki, Resulullah Aleyhisselâm’ın izinde idi. Nur kaynağı ancak Resulullah Aleyhisselâm’dır.

    Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Van’da bulunan Hazret, daha önce “Hazır olunuz, büyük bir musibet geliyor! ” diye haber verdiği savaşa talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek katıldı. Ruslarla yapılan savaşta pek çok talebesi şehid oldu, kendisi de esir düşerek ikibuçuk sene kadar Sibirya taraflarında esaret hayatı yaşadı. Nihayet firar ederek, Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla İstanbul’a geldi.

    İstanbul’da büyük bir teveccühle karşılandı ve “Dâr’ül-Hikmetü’l-İslâmiyye” âzâlığına tayin edildi. Bu devrede resmi vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırdı ve parasız olarak yaymaya çalıştı.

    Bütün ömrü Nûr-i Muhammedi’yi yaymakla geçti. Bu cihatla ömür geçirdi. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda ve bu uğurda yürüdü, bununla mücadele etti.

    1960 yılında vefatından sonra, ona tâbi olan yakınları, o zât-ı muhteremin izinden gitmeye ve yolunda yürümeye çalıştılar. Bir çok sahada hayırlı hizmetler yaptılar.

    Fakat bu gidişat çok sürmedi. Kimi takvâ yolunu tuttu, kimi siyaset çukuruna düştü, kimi nam, şöhret yolunu tuttu, kimi de dünyaya daldı. “O abi, o abi...” dediler, cemaat dağıldı, paramparça oldular. Bu birlik ve beraberlikleri bir çok parçalara, gruplara ayrıldı. Bu büyük zâtın izinden gidenler kurtuldu. Çok azı onun izini takip etmek istedi. Ona uyanlar nurlandı, küfrü hoş görenler ise narlandı. Uyanlara “Nurcu”, ayrılanlara “Narcı” denilmesi bundandır.

    Fethullah Gülen’in önceki halini ve tedrisatını biliyorum. Mütevazi bir hayatı vardı, kanaatkârdı. Dünyaya hiç meyletmez ve ehemmiyet vermezdi. Tedrisat ile meşguldü. Bediüzzaman Hazretlerinin temiz feyiz akışlarını bir kaç hocaefendi ile yürütüyorlardı. Ve fakat Bediüzzaman Hazretlerinin yalnız zâhirî yolunu takip ediyorlar, o yolda da fidan yetiştiriyorlardı.

    İzmir’de Akyazılı vakfı kuruldu. Bunlar bir kaç arkadaş idiler. Çocukları İslâmî bir terbiye ile, ibadet ve taat ile yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bu duruma İzmir’e gittiğimde bizzat şâhit olmuştum. Talebelerin hepsi namaz kılıyordu, bu gençlere teheccüd namazı dahi kıldırıyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın sevgilisi, veli kulu olan Bediüzzaman Hazretlerinin izini takip ediyorlar, zâhirî yolda yürüyorlardı.

    O zamanlar dâima derdik ki: “Bâtınî yolunu da ele alsalardı, o feyiz ve bereket ile hayat-ı hakikiye nâil olurlardı.” Zira ancak mânevî aşı ile ehil meyve verir. Böyle bir seyyiat zamanında mânevî destek ve feyiz olmadıkça yürümek çok güçtür, âdeta mümkün değildir, bunun için de fidanların aşılanması şarttır.

    İşte bu aşı olmadığı içindir ki:

    “Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

    Âyet-i kerime’sindeki emr-i ilâhî’yi yavaş yavaş kenara ittiler, gizli ve âşikâr para toplamaya başladılar, her emr-i ilâhî’yi unuttular. Aynı zamanda o büyük mürşidin izinden de ayrıldılar.

    Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onların da kalplerini çevirdi.

    Nam, şöhret, makam ve menfaatın yanında, başta madde geliyordu. Haram girince imanları tamamen gitti. Ve artık Allah-u Teâlâ bütün ulviyattan soydu onları. Bütün iman güzelliklerinden mahrum oldular.
    (bakınız: fethullah gülen, istanbul, dost, hayat, zaman, para, büyü, güzel, dünya, muhammed)
    Hakikat sitesinden alinmistir

  • çile

    10.08.2007 - 12:29

    Günahlar Yüzünden Gelen Musibetler:

    Zaman zaman toplumlar arasında bir takım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.

    Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

    “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ: 30)

    Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.

    “İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez.” (Enfâl: 51)

    Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.

    Geçmişte isyan eden bütün kavimlerin helâkına vesile olan isyan sebeplerinin günümüzde hepsi mevcut. Dünya kurulalı böylesine bir isyan görülmedi.

    Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

    “Muhakkak ki bu (zamanda) zulmedenlerin de (geçmişteki zâlim) arkadaşlarının paylarına benzer (azaptan) payları vardır.” (Zâriyat: 59)

    Takdir edilen zaman gelince, o korkunç ceza, hiç ummadıkları bir anda başlarına geliverir.

    Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

    “Biz öncekileri helâk etmedik mi? ” (Mürselât: 16)

    Uyarıcıları yalanlayanları daha dünyadalarken nice felâketlere uğratmadık mı?

    “Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız.” (Mürselât: 17)

    Bu Âyet-i kerime’ler bu ümmetler olup da isyan yolunu tutanlara ilâhî birtehdittir. Eğer bir ıslahat olmazsa, bu gibi felâketlerin geleceği muhakkaktır. Muhakkak ki isyan cezasız kalmaz, bu katı bir gerçektir. Bunu böyle bilin.

    Bu isyan bize her âfâtı getirebilir. İsyandan ihsana ve tevbeye dönelim.

    İsyan edip günah işleyen biziz. O ise sonsuz rahmetine, engin merhametine bizleri dâvet ediyor:

    “Rabb’inize yönelin, size azap gelip çatmadan evvel O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.

    Siz farkında değilken ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabb’inizden size indirilenin en güzeline uyun! ” (Zümer: 54-55)

    O mübarek Kitab-ı kerim’de beyan edilen emir ve yasakları gözetmek hususunda dikkatli olun. Azabın ne zaman geleceği belli olmadığı için, tedbir alıp hazırlık yapınız.

    Rabb’imize döndüğümüz zaman; isyan ve tuğyanlarından ötürü Yunus Aleyhisselâm’ın kavmine azap hak olduğu halde, derin bir pişmanlık duymalarından dolayı üzerlerinden azap kaldırıldığı gibi, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hürmetine bizden de kaldırmaya kâdirdir.

    Her şeyin iç yüzün bilen, gizli taraflarından haberi olan Allah-u Teâlâ’dır. En gizli halleri bilmek O’na mahsustur. İyilik yapanları mükâfatlandırır, kötülük yapanları cezalandırır.

    Âyet-i kerime’sinde:

    “Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” buyurmaktadır. (Fâtır: 14)

    Sana hakikatı bildirecek olan, her şeyden kemali ile haber olan Zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.

    Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

    “Onların sana getirdiği her misale karşı, mutlaka biz sana daha doğrusunu ve daha açığını getirdik.” (Furkan: 35)

    Seni her yönden tenvir eder hasımlarına karşı en mükemmel cevaplar vermeye muktedir yaparız.

    “Yüzükoyun cehennemde toplanacak olanlar var ya, işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.”(Furkan: 34)

    Onlar en ziyade sapıklığa düşmüş ve hidayetten uzak kalmış kimselerdir.

  • Sami Yusuf

    10.08.2007 - 11:06

    Icindeki guzelligi disina vurmus bir insan yaptigi ilahileri severim

  • fethullah gülen

    10.08.2007 - 03:18

    'Allah'ın âyetlerini az ve önemsiz bir pahaya değiştirmezler. Onların mükâfâtı da Rabbleri katındadır.'
    (Âl-i imran Sûresi, 119. Âyet-i kerime)

    Kur’an-ı kerim’de Müslümanların birleşmelerini emreden, tefrikayı bölücülüğü şiddetle yasaklayan pek çok Âyet-i kerime mevcuttur.

    E z c ü m l e:
    Hucurat Sûresi: 10.
    Mâide Sûresi: 2.
    Âl-i imran Sûresi: 103. ve 105.
    Rum Sûresi: 32.
    Enfâl Sûresi: 46.
    Yunus Sûresi: 19.
    En’am Sûresi: 153. ve 159.
    Şûrâ Sûresi: 13. 14. ve 15.
    Zuhruf Sûresi: 65.
    Enbiyâ Sûresi: 92. 93. ve 94.
    Müminun Sûresi: 52-56. Âyet-i kerime’leri; dinde ayrılık yapmanın mesuliyetinin, suç ve cezasının ne kadar ağır olduğunu beyan buyurmaktadır.

    İlâhi hükümleri hiçe sayan bu bölücüler bu Âyet-i kerime’leri görmüyorlar mı? Yoksa görmek işlerine gelmiyor da mı bize isnad ediyorlar?

    Allah-u Teâlâ onları En’am Sûresi 159. Âyet-i kerime’si ile kulluğuna kabul etmiyor, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ümmetliğine.

    Bu apaçık Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere rağmen “Niçin bize küfür isnad ediyorsunuz? ” diyorlar.

    Bunu bize söyleyeceklerine Hazret-i Kur’an’a karşı çıksınlar. Zira biz Kur’an-ı azîmüşan’daki Âyet-i kerime’leri önlerine koyuyoruz ve Allah-u Teâlâ’nın, haklarındaki hükmünü onlara bildiriyoruz. Tevbe edip bölücülükten vazgeçsinler diye.

    Bu Âyet-i kerime’ler Allah-u Teâlâ’nın kelâmı mı, yoksa bizim beyanımız mıdır?

    Elcevap Allah kelâmıdır. Şu halde niçin bana isnad ediyorsunuz? Allah-u Teâlâ’nın sizin hakkınızda verdiği küfür hükmünü niye bize atfediyorsunuz?

    Ya Âyet-i kerime’lere iman edip müslüman olacaksınız, veyahut dalâlet batağında olduğunuzu kabul edeceksiniz! Amma “Bize kâfir diyor! ” demeye hakkınız yoktur. Âyet-i kerime’lere bakın da hakkınızda verilen hükm-ü ilâhi’yi görün.

    İslâm dinini âlet ederek cep cihadcılığı yapacağınıza, İslâm dinine uyun da dalâlet ehliyle cihad edin!

    Hakikat ile dalâletin ayrılık noktası:

    Hâlık’ın kelâmı ile mahlûkun kelâmını cehalet ve küfr-i inâdî sebebiyle ayırt etmek istemiyorlar. Onların kitapları ayrı olduğu için kendi kitaplarına göre iş ve icraat yapıyorlar. Dinleri ayrı olduğu için kendi dinlerine göre hareket ediyorlar. Partileri ayrı olduğu için kendi tüzüklerine göre hareket ediyorlar.

    Bütün bölücüler yalancıdır. Kitaplarına ve sözlerine hiç itibarımız yoktur.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyuruyor:

    “Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.

    Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.

    Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak!

    Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller.” (Müminun: 52-56)

    İşte bakın Âyet-i kerime’lere! Hazret-i Allah sizin hakkınızdaki hükmünü vermiş. Kitabınızın ayrı olduğunu, dininizin ayrı olduğunu, partinizin ayrı olduğunu beyan etmiş. Ne diye bana isnad ediyorsunuz? İşte bak da gör!

    Doğru sözlü iseniz Âyet-i kerime’lere cevap verin. Bu Âyet-i kerime’ler sizin iç yüzünüzü bize öğretiyor, biz de çok rahat konuşuyoruz.

    Sizin kitabınızda bu Âyet-i kerime’ler yok ki! Bunun için daima susmak mecburiyetindesiniz. Âyet-i kerime’lere cevap veremezsiniz.

    Onlar bu Âyet-i kerime’leri bölücülere hitap etmiyormuş gibi, işi çevirip kendi kitaplarına göre yorum yapıyorlar. Böyle yapmakla Allah-u Teâlâ’nın emirlerini çevirmek ve değiştirmek istedikleri için de, dalâlet ve küfür batağına düşmüşlerdir.

    Bunca Âyet-i kerime’ler önlerine seriliyor. İmanları olsaydı yürekleri titrerdi. Onların ise kılları titremiyor, çünkü ruhları ölmüş.

    Müslüman oluncaya kadar onlarla mücadele etmeye azimliyiz. Zira bütün insanlar, cinler ve melekler dahi bir Âyet-i kerime’yi inkâr etseler, hepsi kâfir olurlar.

    Bölücüler ise önlerine serdiğimiz bunca Âyet-i kerime’leri, sanki onlara hitap etmiyormuş gibi, duymamazlıktan ve görmemezlikten geliyorlar, bu suretle de inkâr etmiş oluyorlar. Kendi mesnetsiz iddiâlarını -ahkâm yerine koymak istemekle- öne sürmeye çalışıyorlar. Halbuki her bölücü yalancıdır, sözüne de fetvâsına da itibâr edilmez.

    Âyet-i kerime’de buyuruluyor:

    “Onlara de ki: Yanınızda bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz! ” (En’am: 148)

    Onlar bunca Âyet-i kerime’leri hiçe saydıkları halde, bu bölücülerin hâlâ müslüman olduğu, doğru yolda bulunduğu zannındasınız.

    “Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

    Âyet-i kerime’sine bak! Bak da onların durumlarını açık açık gör!

    Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde de buyururlar ki:

    “Fakir ve ihtiyaç olmaksızın tese’ül eden kimsenin ahz ve tenavül ettiği (eline aldığı) şey ateştir.” (Ahmed bin Hanbel)

    “Üç günlük kut’a (azığa) malik olan kimse için dilenmek helâl olmaz.” (Münavî)

    Allah-u Teâlâ âhiret âlimleri hakkında şöyle buyurmaktadır:

    “Allah’ın âyetlerini az ve önemsiz bir pahaya değiştirmezler. Onların mükâfâtı da Rabb’leri katındadır.” (Âl-i imran: 199)

    Kötü âlimleri ise “ilmi ile dünyalık elde edenler” diye vasıflandırarak şöyle buyurur:

    “Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir dünyâlığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kötü! ” (Âl-i imran: 187)

    Kürsüye çıkar, çın çın öter, yani davulunu çalar parti toplamak için.

    İlâhi hükme bir bakın, bir de bunların icraatlarına bakın.

    “Âyet-i kerime’ye Âyet-i kerime ile cevap verilmez” diyorlar. Bu Âyet-i kerime’ler sizin iç yüzünüzü ortaya koyuyor ve açıyor, küfrünüzü ilân ediyor. Bu Allah kelâmıdır, bu Âyet-i kerime’lere tabii ki cevap veremezsiniz. Çünkü sizin kitabınızda bu Âyet-i kerime’ler yok.

    Hakk Celle ve A’lâ Hazretleri Kelâm-ı kadim’inde şöyle buyuruyor:

    “Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.

    Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler. Halbuki hepsi bize dönecekler.

    İnanmış olarak salih amel işleyenlerin ameli inkâr edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız.” (Enbiyâ: 92-93-94)

    Âyet-i kerime’lere bakın. Ya tevbe edip bölücülükten vazgeçip müslüman olun veya küfürde sabit kalın. Bize Allah-u Teâlâ’nın kelâmını isnad etmeyin, bizi söylüyor gibi göstermeyin.

    Hâlik-ı Azîmüşşân’ın apaçık beyanlarını hiçe sayan bölücülere sorun: Hangi Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar, hangisine itiraz ediyorlar, hangisini yersiz buldular da itiraza kalkıştılar? Onlara Âyet-i kerime’leri gösterin. İlâhi beyanlar onlara cevap versin. Âyet-i kerime’ler onların iç yüzünü ortaya koyuyor. Bu ilâhi beyanlarla onları öğrenmiş oluyoruz ve beşeriyete iç durumlarını ilân etmiş oluyoruz.

    Âyet-i kerime’de buyuruluyor:

    “İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Kim de tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Hucurat: 11)

    Onlara sorun: Hazret-i Allah ve Resulü’ne mi inanıp iman ediyorlar, yoksa liderlerine veyahut önderlerine mi inanıp iman ediyorlar?

    Eğer derlerse ki Hazret-i Allah’a iman ettik, o halde bu önünüze sürülen Hazret-i Allah’ın Âyet-i kerime’leridir. Ya bunlara inanıp iman edeceksiniz veyahut küfrünüzü ilân edeceksiniz. Üçüncü bir tevil yolu yok! Varsa siz söyleyin.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

    “Allah ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin! ’ der. Her ümmet girdikçe kendini sapıtan yoldaşına lânet eder. Hepsi birbiri ardından cehenneme toplanınca, sonrakiler öncekiler için ‘Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabını kat kat ver’ derler. Allah ‘Hepsinin kat kattır, amma bilmezsiniz’ der.

    Öncekiler sonrakilere ‘Sizin bizden üstünlüğünüz yoktu kazandığınıza karşılık azâbı tadın’ derler.

    Âyetlerimizi ve onlara iman etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler. Suçluları işte biz böyle cezalandırırız.

    Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Biz zâlimleri işte böyle cezalandırırız.” (A’raf: 38-41)

    Dikkat edin! Onların lâf kitabına inanmayın, itibar etmeyin. Siz onlarla muhatap değilsiniz. Daima kitaptan konuşun, lâfa boğulmayın ve onlarla sohbet etmeyin. Sizin elinizde Hazret-i Kur’an var iken onlarla savaş yapabilirsiniz. Tâ ki iman edip bu Âyet-i kerime’lere boyun eğinceye kadar savaşınızı yürütün.

    Hadis-i Şerif:

    “Ümmetimin âlimleri hak olmayan bir şeyde ittifak etmezler.” (Münâvî)

    İrancılar İran’a hayran, Saddam’cılar Irak’a hayran, dinsizler komünistliğe hayran... Hayran oldukları yerlere gidiversinler.

    Bu, dinimiz ve vatanımız için büyük bir ihanet ve nankörlüktür. Amma bunların şu güzel vatanımızda bölücülük ve bozgunculuk yapmaya hakları yoktur.

    Bunun içindir ki bu yetmişiki fırka dini ve vatanı paramparça ettiklerinden, dış düşmandan çok daha tehlikelidirler. Çünkü dış düşmandan daha çok tahrip ve tahrif yapabilirler, bunun için cehennemliktirler.

  • muhammed

    10.08.2007 - 03:15

    Hâtemü'r-Rüsul'ü Mîraç'ta Öne Geçiren Velâyet'in,
    'İlmullah'a Mazhar Olan Ârifteki Tecellîsi:

    Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri 'el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs'un başka bir noktasında Hâtemü'r-rüsul'ü Mîraç'ta öne geçiren şeyin 'Hâtemü'l-velâye' olduğuna işâret etmiş; bu velâyetin, âriflerden 'İlmullah'la desteklenen bir kimseye daha tevdî edildiğini haber vermiştir:

    'Âriflerden birinin makâmı hakkındaki bu üstünlük, zihnindeki kuvvetle ve keşfinin kendisine hükmetmesiyle bir tahsise sâhip olup, Mîrâç'ta onu ileriye geçiren velâyet-i Muhammediyye'nin Hâtem'inin iktizâsı olan ibârenin, zihinde zâhiren meydana getirdiği şeyin dışında anlaşılamaz. Zîrâ bu, Hakk'a mutâbık bir keşif karşılığında, Ömer'in Ebu Bekir üzerine -radıyallâhu anhümâ- Bedir esirleri hakkında hükmettiği şeye nisbetle tahsis edilmiştir ki, konuşma ilmi bakımından 'İlmullah'; yâni 'Allah'ın ilmi' hakkında âriflerden biri için de aynı şey geçerlidir.' ('el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs', İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 52a)

    'Kâf' Harfinin Sırrı, Hâtemü'r-Rüsul ve
    Hâtemü'l-Evliyâ'ya Verilmiştir:

    Velîlerin sonuncusu olan Hâtemü'l-evliyâ'nın, Allah'ı bilen âriflerin en üstünü olduğuna dikkati çeken Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri, onun tâbî olduğu Hâtemü'r-rüsul'le birlikte, etrâfı çepeçevre kuşatan hazîreye vâsıl ve 'Kâf' harfinin sırrına mazhar olduğunu ifşâ ederek, 'el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs' adlı eserinde şöyle buyurmuştur:

    'O, O'nu başka bir şeyle değil, kendi nefsiyle bilir. Allah'ı bilmenin en üstünü işte budur (ve bu) velîlerin hakîkatlerini tasvir eden Hâtem'e müyesser olmuştur. Dolayısıyla Allah'ı bilenlerin en üstünü de odur. Bu ilim, Hâtemü'r-rüsul ve Hâtemü'l-evliyâ'dan başkası için geçerli olamaz. Hâtemü'r-rüsul'ün Hâtemü'l-evliyâ'dan daha önde olduğu husûsunda, Hâtemü'l-evliyâ'nın 'tâbi' olması bir işârettir. Hâtem yalnız iki olduğu için, etrâfı çepeçevre kuşatan hazîreye ancak onlar vâsıl olmuşlar ve kendilerine 'Kâf'ı müşâhade ettiren 'Kâf' harfinin sırrına yalnız onlar vâkıf olmuşlardır.' ('el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs', İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 52b-53a)

    İlmi 'Kâf' Harfinden Çıkarılan ve
    Hâtemü'r-Rüsul'ün 'İhvân'ı Olan
    'Ezelî İnsan'ın Hakîkati:

    Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri yukarıdaki beyanlarının hemen ardından, tıpkı Hâtemü'r-rüsul gibi ilmi 'Kâf' harfinden çıkarılan Hâtemü'l-evliyâ'nın da; 'Âdem su ile toprak arasında iken ben peygamberdim.' sözünü söylemeye salâhiyetli, ezelî bir insan olduğuna işâret etmiş ve onun Resulullah Aleyhisselâm'ın 'İhvân'ından, nefsini görmeyen bir kişi olduğunu haber vermiştir:

    'Nebîlerden, resullerden ve onların dışındakilerden herhangi biri (bu sırrı) ancak, hakîkatlerin hakîkati ve ilmi 'Kâf' harfinden, mişkâtı ise ilk Nûr'un kandilinin içinden olan Hâtemü'r-rüsul'ün mişkâtından görebilir. O kadîm (ilk) insan sınıflarının ezelîsi olarak takdir edilmiş, bildirilmiş olan insandır ki, kendisinden:

    'Âdem su ile toprak arasında iken ben peygamberdim.' diye sözetmiştir.

    Onun mişkâtından iktibasta bulunanlarla ilgili olan bu sözü, onun 'İhvân'ından (kardeşlerinden) başkası söyleyemez. Onlardan biri kendi nefsini görmez ki, o da, ondan başka bir 'Kadîm' (ezelî) insandır. Onlar kısa bir dille o, uzun bir dille ondan başkası olmuşlardır. Onlara 'Hakîkatü'l-Muhammediyye'nin cüzleri', belki de 'O'nun sûretinin âzâları' denilir. O ise, kendisiyle tamamlanan bu sûretin kalbidir. İşte ilmi 'Kâf' harfinden vâr edilen Velâyet-i Muhammediyye'nin 'Hâtem'i de aynen böyledir.' ('el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs', İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 53a)

  • hristiyanlık

    10.08.2007 - 03:07

    'Hıristiyanlar tarihten gelen haçlı zihniyetini, barbarlığını, kinini, katliam ve işkencelerini günümüzde Irak'ta, Afganistan'da ve daha birçok yerde sürdürürken, Papa'nın bu açıklamaları yeni katliamların, savaşların habercisidir.

    Papa'nın Peygamber'imize hakareti, İslâm'ı akıl dışı din diye ilân etmesi, iftira ve yalanlara hakikati örtmeye çalışması köhne karanlık ortaçağ zihniyetinin tezahürüdür. Bugünün papazları aynı papazlar!

    'Aklını kilisenin kapısında bırak içeri öyle gir.' sözünü kilise amentüsü haline getiren bu papa ve papazlar böylece akıl almaz vicdana sığmaz işlerine karışılmasını, konuşulmasını engellemek isterler.

    1) Üç ilâh olur mu? İnsandan Allah olur mu? Bundan büyük akılsızlık olur mu? Papazları ilâhlaştıran da siz değil misiniz?

    2) Cennet-i âlâ satılır mı? Kimin malını kime satıyorsun? Bundan büyük ahmaklık olur mu?

    3) Yeni doğan çocukların vaftiz edilmeyenlerini cehehneme gönderiyorsunuz. Böyle bağnazlık, böyle vahşilik olur mu?

    4) Yüzyıllardır yaptığınız insanlık dışı katliamları hangi vicdana sığdırdınız? 6 milyon endülüslü müslümanı, Sicilya'yı, Kudüs'ü, Amerikalı yerlileri, Bosnayı nasıl izah edeceksiniz? Bu akıl işi değildir.

    5) Kilisenin gelirlerinin çoğalması için yaptığınız entrikaları, kendi papazlarınız açıklıyor. Her türlü gayr-i meşru işin altından kilise ve papazlar çıkmaktadır.

    Siz din adamı mısınız, mafya mısınız

  • Papa 16. BeneDICK

    10.08.2007 - 03:05

    'Hıristiyanlar tarihten gelen haçlı zihniyetini, barbarlığını, kinini, katliam ve işkencelerini günümüzde Irak'ta, Afganistan'da ve daha birçok yerde sürdürürken, Papa'nın bu açıklamaları yeni katliamların, savaşların habercisidir.

    Papa'nın Peygamber'imize hakareti, İslâm'ı akıl dışı din diye ilân etmesi, iftira ve yalanlara hakikati örtmeye çalışması köhne karanlık ortaçağ zihniyetinin tezahürüdür. Bugünün papazları aynı papazlar!

    'Aklını kilisenin kapısında bırak içeri öyle gir.' sözünü kilise amentüsü haline getiren bu papa ve papazlar böylece akıl almaz vicdana sığmaz işlerine karışılmasını, konuşulmasını engellemek isterler.

    1) Üç ilâh olur mu? İnsandan Allah olur mu? Bundan büyük akılsızlık olur mu? Papazları ilâhlaştıran da siz değil misiniz?

    2) Cennet-i âlâ satılır mı? Kimin malını kime satıyorsun? Bundan büyük ahmaklık olur mu?

    3) Yeni doğan çocukların vaftiz edilmeyenlerini cehehneme gönderiyorsunuz. Böyle bağnazlık, böyle vahşilik olur mu?

    4) Yüzyıllardır yaptığınız insanlık dışı katliamları hangi vicdana sığdırdınız? 6 milyon endülüslü müslümanı, Sicilya'yı, Kudüs'ü, Amerikalı yerlileri, Bosnayı nasıl izah edeceksiniz? Bu akıl işi değildir.

    5) Kilisenin gelirlerinin çoğalması için yaptığınız entrikaları, kendi papazlarınız açıklıyor. Her türlü gayr-i meşru işin altından kilise ve papazlar çıkmaktadır.

    Siz din adamı mısınız, mafya mısınız

  • fethullah gülen

    26.05.2007 - 19:10

    Başka bir beyanında ise “Tarikatlar bir dönemdeki misyonunu eda etmişlerdir, zaman böyle fert zamanı değil, cemaat zamanıdır.” diyerek necip tarikatlara karşı geliyor.

    Bu konuda, İman abidesi, büyük mücahid, hakikat güneşi, Bediüzzaman Hazretleri’nin 29. mektubu mevcuttur. Şöyle der:

    “Tarikatın dini ve uhrevî ve ruhânî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız Âlem-i İslâm içindeki kudsî bir râbıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, te’sirli ve hararetli vasıta tarikatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i hıristiyaniyyenin, Nûr-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyyeden bir kal’asıdır.

    Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u, beşyüz elli sene bütün âlem-i hıristiyaniyyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı Tevhid; ve o Merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde ‘ALLAH, ALLAH! ’ diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve Mârifet-i İlâhiyyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cuş-u huruşlarıdır.

    İşte ey akılsız hakimiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyet-perverler! Tarikatın hayat-ı içtimaiyenizde bu hanesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz? .”

    İşte o zât tarikatı böyle ifade ediyor. İman abidesi, büyük mücahid, Bediüzzaman Hazretlerinin izini takip edenler İslâm’da hizmet edenlerdir. Bunlar ise nurculuk dinini kuranlardır.

    Tarikata takındığı tavır ve sözleriyle Evliyaullah hazeratına da karşı gelmiş ve her zaman mevcut bulunan bu topluluğu yok saymıştır.

    Âyet-i kerime’de:

    “İyi bilin ki Allah’ın veli kulları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” buyuruluyor. (Yunus: 62)

  • fethullah gülen

    02.05.2007 - 18:37

    İman ve Küfür Berzahı:

    Merakla sorulan bir soru:

    “Fethullah bunlarla dostluğu yani küfrü hoş görmeyi Narcılık dininin namına mı yapıyor, yoksa kendisini müslümanmış gibi mi göstermeye çalışıyor? ”

    Böyle bir sapıtmayı İslâm dini reddeder. “O onlardandır” der. O halde bunun açığa çıkması lâzımdır. Narcılık dini namına yaptığını belirtmesi ve ilân etmesi gerekiyor.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde babalar ve oğullar dahi olsa, küfrü imana tercih ettiklerinde, onlarla dostluktan menederek şöyle buyurmuştur:

    “Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.

    Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)

    Yani, başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.

    Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde “Müminler yerine kâfirleri dost edinmek” sıfatı ile vasıflandırmıştır:

    “Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a aittir.” (Nisâ: 139)

    Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde şu duruma bir bakın!

    Bu Âyet-i kerime onların iç durumlarını ne kadar güzel beyan ediyor!

    Allah-u Teâlâ’nın izzet vermediği kimseler hiç bir şekilde şerefli olamazlar. O müminleri şerefli kılmıştır. Şu halde kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne kadar terstir!

    Allah-u Teâlâ değil onlarla dost olmayı, onlarla oturup kalkmayı bile yasaklamaktadır:

    “O size kitap’ta şunu indirdi:

    Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir söze geçmedikçe yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.

    Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.” (Nisâ: 140)

    Onlarla aralarında hiç bir fark kalmayacaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhal oldukları gibi cehennemde de beraber bulunacaklardır.

    Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde yahudi ve hıristiyanların, aralarında hüküm vermek üzere Allah’ın kitab’ına çağrıldıkları zaman yüz çevirip geri döndüklerini beyan buyurmaktadır. Bu yüz çevirip geri dönüşlerinin sebebi, onların Allah-u Teâlâ’nın aziz edici, zelil edici, mülkün sahibi, her şeye kâdir olduğunu kabul etmeyişleridir.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle duâ etmemizi emir buyurmaktadır:

    “De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 26)

    Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Kâfirlere ve münafıklara itaat etme! ” (Ahzab: 48)

    Bu Âyet-i kerime hakkında Elmalılı Hamdi Yazır Efendi tefsirinde şöyle söylemektedir:

    “Dâvet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak yasaklanıyor. Yasaklama ve uzlaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için mânâ ‘İtaat etme! ’ biçiminde olumsuz ifade edilmiş ve Allah’ın emirlerini tebliğde bir nebze hoşgörü, kâfirlere ve münâfıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır.”

  • fethullah gülen

    28.04.2007 - 23:42

    Konuşmasında: “Patrik Hazretleri bu centilmenliği yapmışlardır.” demiştir.

    Allah-u Teâlâ’nın en büyük düşmanlarından birine Hazret dediği zaman içi titreyip hiç Hazret-i Allah’tan korkmadı mı?

    İmanın hiç mi eseri kalmadı, tamamen mi sukut etmiş? Siz bu ani dönüşün sebebini sorun ve araştırın. Bu sözü söylerken narcılık dini namına mı söyledi, yoksa kendisini müslüman imiş gibi mi gösterdi?

    Oysa İslâm dini böyle bir dalâleti kesinlikle reddeder.

    Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerifler’inde:

    “Münafık adamlara ‘Efendi’ diye hitap etmeyin. Zira o, efendi denilerek büyütülecek olursa, Allah’ın sevmediğini tâzim ettiğinizden dolayı, Aziz ve Celil olan Rabbinizin gadabını celbetmiş olursunuz.” buyurmuştur. (Ebu Dâvud)

    O ise bu emr-i nebevîyi hafife almış, göz göre göre Allah düşmanına Hazret demek küstahlığında bulunmuştur.

    Biz de diyoruz ki, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz. Hazretimiz Allah’tır. O ise papaza Hazret diyor. Bizim Mevlâmız Allah, onun mevlâsı ise papaz. Biz varlığımızdan utanıyoruz, Var ile övünüyoruz. O ise varlığı ile, kalabalığı ile övünüyor.

  • cennet

    14.02.2007 - 20:01

    Cennet Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına, bir imtihan sahnesi olan dünyada samimiyetle inanıp sâlih ameller yapmaları, haram ve günahlardan sakınmaları karşılığında vâadettiği zevk ve sefâ yeridir, mükâfat yeridir.

    Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “İman edip de sâlih ameller yapanlar, Rabb’lerinin izniyle içinde ebedî kalacakları ve altlarından ırmaklar akan cennetlere sokuldular.” (İbrahim: 23)

    Cennetin genişliği yerle göğün genişliği kadardır.

    Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

    “Rabb’inizin bağışına ve Allah’tan korkanlar için hazırlanmış, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! ” (Âl-i imrân: 133)

    Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir. Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur.

    Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.

    Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanları ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.

    Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimet görür. Her kim nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen nimetleri seyreder. Hiç kimse hiç bir şeye hasret kalmaz.

    Hem bedenî, hem de rûhî bakımdan son derece güçlü ve kabiliyetli olacaklardır.

    Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde cennete giren her müminin, ataları Âdem Aleyhisselâm’ınki gibi bir bünyeye sahip olacaklarını, hatta altmış zira’ (yaklaşık kırk metre) boyunda olacaklarını beyan buyurmuştur.

    Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

    “Bir kimse cennetlik olarak ölünce, büyük veya küçük, yaşı ne olursa olsun, otuz yaşında bir kimse olarak cennete girer ve artık bu yaş ebediyen değişmez. Cehennemlikler için de durum böyledir.” (Tirmizî: 2565)

    Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise erkeklerin, bıyıkları yeni terlemiş gençler görünümünde olacaklarını, kadınların ise çok güzel tenli ve çok değerli elbiselere bürünmüş halde bulunacaklarını, onların da on altı yaşlarında olacaklarını beyan buyurmuşlardır.

    Rüyetullah:

    Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekandan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ’yı zaman zaman görme saâdetine nâil olacaklardır.

    Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

    “Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhi’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizî: 2556)

    Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:

    “Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâmet: 22-23)

    Allah-u Teâlâ kendi cemâlini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye liyakat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet, bu nimetin yanında bütün şâşâsı ile sönük kalır.

    Kadın, erkek herkes her cuma Allah-u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.

    Allah-u Teâlâ’dan Selâm:

    Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî’sini şân-ı uluhiyetine layık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.

    Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

    “Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb’leri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:

    “Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun! ” buyurmaktadır.

    İşte:

    “Çok merhametli bir Rabb olan Allah’tan onlara söz olarak selâm gelir.” (Yâsin: 58)

    Âyet-i kerime’si bunu belirtmektedir.

    Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O’na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hal araya perde girinceye kadar devam eder ve Rabb’lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır.” (İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)

    Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ’nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.

  • kabir azabı

    14.02.2007 - 19:56

    Kabir Hayatındaki Azap ve Felâket:

    Kâfir ve münafık bir kimse dünyadan ayrılıp ahirete yöneldiği zaman gökten siyah yüzlü melekler gelirler. Yanlarında getirdikleri can yakıcı elbise ile o kişinin etrafında göz alabildiğine bir topluluk halinde otururlar. Ölüm meleği de başucunda oturur.

    “Ey kötü ve pis rûh! Allah’ın gazabına doğru bedenden çık.” der.

    Ölüm meleği ıslanmış yünden kızgın şişin çıkarıldığı gibi ruhu bedeninden çıkarır alır. Ölüm meleği canı alır almaz, melekler onun elinde göz açıp kapanacak kadar bırakmaz, getirdikleri cehennemî elbiseye sararlar.

    Ondan yeryüzündeki cîfe kokularının en kokmuşu gibi bir koku çıkar. Onu alıp yükselirler. Karşılaştıkları melek toplulukları:

    “Bu kötü ruh da kimin? ” diye sorarlar. Refakatçı melekler, dünyada iken isimlendirilmekte olduğu isimlerin en çirkini ile:

    “Falan oğlu falandır.” der. Dünya semâsına geldiklerinde, melekler semânın bu ruha açılmasını isterler, fakat açılmaz.

    Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu kısımda;

    “Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara imân etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler.

    Suçluları işte biz böyle cezalandırırız.” (A’râf: 40)

    Âyet-i kerime’sini okumuştur

    Bu, bir devenin iğne deliğinden geçmesinin imkânsız olduğu gibi kâfirlerin de cennete girmelerinin imkânsız olduğunu ifade eden açık bir temsildir. Ve amellerinin kabul olunmayışından kinayedir.

    Onların ruhları o ulvî makamlara yükselmez.

    Allah-u Teâlâ:

    “Bunların amel kitabını yedi kat yerin en alt tabakasındaki mühürlü divana yazın.” buyurur.

    Sonra bu kötü ruh atılır.

    Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz daha sonra şu Âyet-i kerime’yi okumuştur:

    “Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgârın bir uçuruma attığı şeye benzer.” (Hacc: 31)

    İman; ulviyette semâ gibidir, imandan çıkan kimse semâdan düşüp de kuşların pençesi altında parçalanan ve cesedi lime lime edilen, yırtıcı kuşların kursaklarına lokma lokma giren bir kimse gibi olur.

    Neticede ruh kabirdeki cesedine döner. Kabir onu şu sözlerle karşılar.

    “Yazıklar olsun sana! Üzerimde gezenlerin bana en çirkini sendin. Seni şimdi teslim aldım.”

    O sırada Münker ve Nekir adlı melekler gelir. Arada hiçbir engel yoktur. Onu oturturlar. Müthiş bir korku ve feryat ile oturur.

    “Rabb’in kim? ” diye sorarlar. “Bilmiyorum! ” der. “Dinin ne? ” derler. “Bilmiyorum! ” der. “Size peygamber olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm hakkında ne dersin? ” diye sorarlar. “Onun hakkında bir şey bilmiyorum. Halk onun için peygamberdir derlerdi.” diye cevap verir. Melekler: “Senin dünyada böyle dediğini, burada da böyle diyeceğini biliyorduk.” derler.

    Bu arada çirkin yüzlü, kötü elbiseli, pis kokulu birisi gelir. “Seni Allah’ın gazabı ile müjdelerim.” der. O da: “Sen kimsin? ” diye sorar. “Ben senin çirkin amelinim.” diye karşılık verir.

    Sonra ona kör, sağır ve dilsiz bir melek musallat edilir. Elinde bütün insanların ve cinlerin kaldıramayacağı ağırlıkta demirden bir topuz vardır. Bu topuzla bir dağa vurulsa, dağ un ufak olurdu. Onunla öyle bir vuruş vurur ki, insan ve cinler hariç her canlı varlık onun bağırışını duyar.

    Daha sonra onun için cehenneme bir kapı açılır ve ateşten bir yatak hazırlanır. Cehennemin kavurucu harareti kabre dolar. Kabir ona daralır da daralır, kaburga kemiklerini sıkar da sıkar.

    Böylece Allah-u Teâlâ’nın huzurunda muhakeme olunmak üzere kabirden kalkacağı güne kadar bu azap devam eder.

    Kâfirler öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları için, kabirlerde yatan akrabaları ve dostları ile birleşip buluşmaktan ümitlerini kesmişlerdir. Ahireti hesaplarından çıkardıkları için, hep mutsuzluk içindedirler, ölülerinin tekrar yeni bir hayata erdirileceklerine kani değildirler.

    Hesap korkusu olmayınca da iblis gibi fırsat buldukça her fenalığı yaparlar, kendilerine yardaklık edenleri de ümitsizliğe düşürerek cehenneme sürüklerler.

  • dabbe'tül arz

    13.02.2007 - 20:51

    Gelelim Dabbet’ül-arz beyanına:

    Kur’an-ı kerim’de kıyametin yaklaştığını ifade eden Âyet-i kerime’ler olmakla birlikte bu müthiş hadisenin alâmetlerine genel olarak işaret eden Âyet-i kerime’ler de bulunmaktadır. (Muhammed: 10 gibi)

    Hadis-i şerif’lerde ise kıyamet alâmetleri büyük ve küçük fiilen vaki olanlar, kıyametle çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olanlar şeklinde çeşitli bölümlerle ifade edilmiştir.

    “Dabbet’ül-arz”ın çıkışı da kıyamet alâmetlerindendir. Dâbbet’ül-arz, âhir zamanda Allah-u Teâlâ’nın emirlerinin terkedildiği, insanların gerçek dini değiştirdikleri sırada çıkacak olan bir hayvandır. Tâkip edenin yetişemeyeceği, kaçanın kurtulamayacağı bir süratte olacaktır.

    Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

    “(Kıyametin kopacağına dair) O sözün tahakkuk zamanı yaklaşınca onlara yerden bir dabbe çıkarırız da insanların âyetlerimize yakînen iman etmemiş olduklarını söyler.” (Neml: 82)

    Allah-u Teâlâ bu Dabbe’yi kıyametin kopması gibi büyük bir hadisenin başlangıcı olarak, insanların Kur’an-ı kerim’e kesin olarak inanmayışları sebebiyle ortaya çıkaracaktır.

    Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

    “Dabbet’ül-arz, beraberinde Musa -aleyhisselâm-ın asası, Süleyman -aleyhisselâm-ın mührü bulunduğu halde çıkar. Mühür ile müminin yüzünü parlatır, asa ile kâfirin burnunu kırar. Öyle ki insanlar sofra üzerinde biraraya gelirler de, mümin kâfirden ayırt edilip tanınır.” (Tirmizi)

    Böyle bir gün yaklaştığı zaman tevbeler kabul edilmeyecek, içinde bulundukları duruma göre insanların hükümleri verilecek.

    Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

    “Üç şey vardır ki, bunlar çıktıkları zaman, daha önceden iman etmeyen veya imanında bir hayır kazanamayan hiç bir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez. Güneşin batıdan doğması, deccal ve Dabbet’ül-arz.” (Müslim: 158)

    Çünkü o zaman edilen imanla, işlenen amel-i salihin hükmü, can boğaza geldiği zaman edilen imanın hükmü gibidir.

    Bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:

    “Çıkış itibariyle kıyamet alâmetlerinin ilki, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine Dabbet’ül-arz’ın çıkmasıdır.

    Hangisi arkadaşından önce çıkarsa öteki de onun hemen peşindedir.” (Müslim: 2941)

    İki alâmetten hangisinin önce olacağına dair kesin bir ifade olmamakla beraber, biri çıkınca diğeri çok kısa bir zaman sonra onu takip edecektir.

    Bir diğer Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:

    “Altı şeyden; güneşin battığı yerden doğmasından, dumandan, Deccal’den, Dabbe’den, birinizin hususi olarak başına gelecek hadiseden ve umuma gelecek fitneden önce amellere koşunuz.” (Müslim: 2947)

    Bunca Âyet-i kerime’leri ve Hadis-i şerif’leri önlerine serdiğimiz halde bunlara iman etmeyişlerinden ötürü Allah-u Teâlâ onlara şöyle buyuruyor:

    “Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız.” (Secde: 22)

  • tasavvuf

    07.02.2007 - 18:04

    • Tasavvuf bir ilim-irfan mektebidir.

    Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş bir mektep. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Asıl mânâ süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmek. Koca bir adam olarak girdim, zerre hakir olduğumu bildim. Tasavvuftan gaye budur. Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir. Her müslüman için zaruri bir yoldur.

    Lüzumu ise Âyet-i kerime’lerle ispat edilmiştir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

    “Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” buyuruyor. (Mâide: 48)

    Fahrüddin-i Râzi Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime’ye “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat.” mânâsını vermişlerdir. Çünkü “Minhac” lügat itibariyle “Münevver bir yol” demektir.

    Ve buna benzer bir çok Âyet-i kerime’ler vardır.

    Allah-u Teâlâ:

    “Benim zikrim için namaz kıl! ” (Tâhâ: 14)

    Âyet-i kerime’si ile namazı emretmiş olduğu gibi;

    “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin! ” (Ahzab: 41)

    Âyet-i kerime’sinde kendisini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhi bir emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir.

    İnsanların mizaçları yaratılış itibarı ile değişik olduğundan, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah emrini alınca; Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz’e kalbi zikir yapmayı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’e de cehrî zikir yapmayı ve insanlara öğretmelerini emir buyurmuştur.

    Ve bu yol o günden bu güne, Piran-ı izam Hazeratının el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir. Bu silsile-i celile, tevatür ile sabit olmuştur. Her devirde büyük bir cemaat tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir.

    İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri:

    “Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür.” buyurdular.

    Bir Âyet-i kerime’de de:

    “Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken de Allah’ı zikredin.” buyuruluyor. (Nisa: 103)

    Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini kazanırlar.

    Zahirde kalanlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerdeki zikri, yalnız namaz olarak kabul ediyorlar. Bilmediklerinden hakikatlara gözü yumuk bakarlar. Halbuki bâtına intikâl edip, iç âlemine döndükleri zaman bunun hakikatını göreceklerdir.

    Allah-u Teâlâ:

    “Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)

    Âyet-i celile’si icabınca zikir ve fikirden gafil olan müminleri “Fâsık” kelimesi ile tabir buyuruyor.

    Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu sevmesi, muhakkak ki o kulun zikrullah’ı sevmesi ve onunla iştigal etmesi ile kaimdir.

    Yani zâhirimizi süslemek için Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in şeriatına, bâtınımızı ziynetlendirmek, iç dünyamızı nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir.

    İç âleme intikal ancak farz ve nafilelerle kazanılır. Çünkü farzların edası ile mükellef olan beden olduğu gibi, nafilelerle memur olan da ruhaniyettir.

    Bir insan söz ve davranışlarına şer-i şerif çerçevesinde yön vermezse onun tarikattan feyz alamayacağı açık bir gerçektir. Doktorun verdiği ilaçları kullanıp, perhize riayet etmeyen bir hasta gibi olur.

    Şurası çok iyi bilinmelidir ki, tarikatların hepsine Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerifi ile sülûk edilmiştir. Bütün tarikatların hangisi olursa olsun hepsinin de esası ve değeri şeriat-ı mutahhara’dır. İslâm’a muhalif olan bir tarikat, zaten tarikat da değildir.

    Tasavvuf sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır. Yaşanılmadıkça tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve anlatılmaz.

  • tarikat

    06.02.2007 - 19:51

    Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

    'Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.' (A'raf: 181)

    Bu tertemiz vazife mânevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyâullahtır.

    Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikât-ı Nakşibendiye'de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır. O has oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır.

    Bu kalpleri diri hakikat ehilleri Resulullah Aleyhisselâm'ın yolundan; Ashâb-ı Kiram'ın, selef-i sâlihin'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakim'den bir an bile ayrılmamışlardır.

    Bugüne kadar bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun saliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.

  • muhammed

    11.01.2007 - 21:39

    'O Hakk'ın Nûrudur. İlim irfan kaynağıdır.
    Hakk'tır onun özü, Hakk'tan gelir onun sözü.'

  • hristiyanlık

    11.01.2007 - 21:20

    İlahi Kitap Kuran-ı Kerim
    ve Bugünkü İncil:

    Kur’an-ı kerim son peygamber Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında Allah tarafından kendisine indirilmiş ve kayda geçirilmiştir. Daha sonra müslümanlar tarafından çoğaltılarak yayılmıştır. Bugün yeryüzündeki milyonlarca Kur’an-ı kerim nüshası arasında hiçbir harf farkı dahi yoktur. Kur’an-ı kerim’e iftira atarak eksikliğini iddia edenler dahi ikinci bir nüsha gösterememektedirler. Zira böyle bir şey söz konusu bile değildir. Nitekim Almanlar 2. Dünya Savaşı yıllarında çeşitli yüzyıllarda yazılmış binlerce nüshayı karşılaştırmışlar ve farklı bir Kur’an bulamamışlardır. İlk yıllardaki Kur’an ile bugünkü Kur’an nüshalarının aynı olduğunu rapor etmişlerdir.

    Oysa bugünkü İncil dört farklı kişinin kaleminden çıkmadır. Ve daha saklanan birçok İncil nüshalardan bahsedilir. İçinde Hazret-i Allah’a ve İsa Aleyhisselâm’a ait olmayan beyanlar, kişilerin hikâyeleri, mektupları ilave edilmiştir. Bu sebeple tenakuzlar, çelişkiler sayılamayacak kadar çoktur.

    Protestan papazı (Ordained Methodist Minister) C. Leslie Mitton Jesus: The Pact Behind the Faith (William B. Eerdmans Publishing Company Grand Rapids, Michigan, 1974 U.S.A, sh: 10) isimli kitabında şunları rapor ediyor:

    “İsa’ya saygıyla itibar edenler arasında bile, Kilisenin onun Tanrı’nın eşsiz oğlu olduğu iddiasını ciddiye almayan, fakat onu çok harikulade bir insan olarak değerlendiren pek çok insan vardır. Kitab-ı Mukaddes bile artık her sözü gerçekten doğru olan bir Tanrısal kitap olarak kabul görmemektedir, fakat diğer insanlar kadar hataya ve cehalete maruz kalabilen insanlar tarafından üretilmiş bir yazılar koleksiyonu olarak itibar görmektedir. ‘İsa hakkında neyi bilebiliriz? ’ sorusuna cevap olarak basit bir şekilde, Kilisenin resmi öğretisini veya ayet sözlerini aktarmak artık mümkün değildir. Çünkü hemen ardından daha fazla sorular yöneltilmektedir. ‘Kilisenin veya Kitab-ı Mukaddes’in öğrettiği şeylerin güvenilir olduğunu nasıl bilebiliriz’ İsa hakkındaki İncil kayıtları ne dereceye kadar gerçek addedilebilir, ya da ne dereceye kadar dindar İncil yazıcılarının hayal gücü tarafından değiştirilmiştir ve süslenmiştir ve hatta yaratılmıştır? ”

    Fransız Katolik papazı Roguet’in itiraflarını ise Prof. Dr. Maurice Bucaille’in kaleminden okuyalım:

    “İncil okuyucularının pek çoğu İncil’lerdeki belirli bazı itirafların manaları hakkında düşündükleri zaman utanırlar, hatta yüzleri de kızarır. Bu durum onlar çeşitli İncil’lerde aynı olayı anlatan değişik rivayetleri karşılaştırdıkları zaman da gerçekleşir. Bu gözlem papaz Roguet tarafından, yazdığı İncil’lere giriş isimli eserde açıklanmıştır. Haftalık bir Katolik dergisinde uzun yıllar (dini konularda) huzursuz okurlara cevap vermekle kazandığı geniş tecrübeyle, onların (Kitab-ı Mukaddes’den) okumuş oldukları şeylerden ne kadar çok endişelendiklerini ölçebilmektedir. Ona müracaat edenler geniş yelpazede sosyal ve kültürel kesimlerdendir. Papaz Roguet, onların anlaşılması güç, kavranamaz, hatta çelişkili veya skandallı olarak tanımlanan metinler hakkında açıklama talebinde olduklarını belirtmektedir.... Bu tespit hayli yakın bir tarihe aittir. Papaz Roguet’in kitabı 1973’de yayınlandı. Pek uzun olmayan bir zamana kadar Hıristiyanların çoğunluğu İncil’lerin sadece ayinlerde okunduğu veya vaazlarda yorumlandığı kadarını biliyordu. Protestanlar hariç, İncil’lerin tamamını okumak adet değildi....Şunda hiç kuşku yok ki, İncil’lerin tamamının okunması Hiristiyanları rahatsız edecek gibidir.” (The Bible, The Kur’an and Science, sh: 61, Paris)

    Görüldüğü gibi İncil tahrif edilmiştir. Akıl yürüten bir hıristiyanın şüphe ve kararsızlığa düşmemesi mümkün değildir. Bu sebeple kimi hıristiyan teologlar İsa Aleyhisselâm’a indirilmiş bir kitap olmadığını, İncil’in İsevî taraftarlarca kaleme alındığını söylemek zorunda kalmışlardır. İslâm inancına göre ise Hazret-i Allah dört büyük kitap göndermiştir. Bunlar Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’an’dır.

    Ey hıristiyan! İlahi özelliği tahrif edilmiş bir kitaba iman mümkün müdür? Böyle bir kitap üzerine bina edilen bir inancın ilâhi olduğunu kabul etmek mümkün müdür? Ahir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’ı hangi delile dayanarak inkâr ediyorsunuz. Halbuki o İsa Aleyhisselâm’ı yüceltmiş ve olması gerektiği gibi bütün inananlara tanıtmıştır.

    Son Peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın
    İncil’de Haber Verilmesi:

    Allah-u Teâlâ tarafından Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a verilen İncil’in asılları, daha sonraları insan sözü ile karıştırılıp tahrif edilmesine rağmen şu anda mevcut olan nüshalarda Peygamberimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in geleceğine dair bazı işaretlere rastlanmaktadır.

    “Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem Tecellici size gelmez. Fakat gidersem onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman günah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir.” (Yuhanna: 16/7-8)

    “Size söyleyecek daha çok şeyim var, fakat şimdi dayanamazsınız. Ama o Hakikat ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek, çünkü kendiliğinden söylemeyecektir. Fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir.” (Yuhanna: 16/12-13)

    “Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız ben de babaya yalvaracağım ve O size başka bir tecellici, hakikat ruhunu, verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun.” (Yuhanna: 14/15-16)

    “Fakat benim ismimle babanın göndereceği tecellici, ruhul-kudüs, O size her şeyi öğretecek ve size söylediği herşeyi hatırınıza getirecektir.” (Yuhanna: 14/26)

    “Babadan size göndereceğim tecellici, babadan çıkan hakikat ruhu, geldiği zaman, benim için o şehâdet edecektir.” (Yuhanna: 15/26)

    Bunlar İsa Aleyhisselâm’ın hıristiyanların bugün ellerinde bulunan İncil’deki bizzat kendi ifadeleridir. İsâ Aleyhisselâm yakınlarına kendinden çok daha faziletli bir peygamberin geleceğini ve ona iman etmeleri gerektiğini bildiriyor. Aynı zamanda onun fazilet ve meziyetinin yüksek olduğunu haber veriyor.

    İsâ Aleyhisselâm onun hakkında böyle buyururken, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onun hakkında şöyle buyuruyorlar:

    “İnsanlar arasında Meryem oğlu İsa’ya dünyada ve ahirette en yakın olan benim. Bütün peygamberler kardeştir, bir babanın ayrı kadınlardan doğmuş evlatları gibidir. Dinleri birdir.” (Buhârî, Tecrid-i sarih: 1403)

    Yani birbirlerini tasdik eden, birbirlerini doğrulayan, birbirlerini metheden ve Hazret-i Allah’ın yanındaki yüksek âli derecelerini belirten bir hitaptır.

    İsa’nın, geleceğini haber verdiği Yunanca Paraklit ile, Latince Paraklitos, Arapça tam olarak Ahmed kelimesinin karşılığıdır. Bundan da maksat, bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’dır.

    Paraklit lafzı hıristiyanlarca “Hamdedici” veya “Kurtarıcı” anlamında kullanılmaktadır ve bu lafız “İnsanları küfürden kurtaran” Peygamberimize uygun düşmektedir.

    Matta İncili’nin ve Luka İncili’nin “Göklerin melekûtunun yakın olduğu” şeklindeki ifadeleri (Matta: 13/31-32) Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm içindir.

    “Göklerin melekûtu, bir adamın alıp tarlasına ektiği bir hardal tanesine benzer. O tane ki, bütün tohumların gerçi en küçüğüdür; fakat büyüyünce, sebzelerden daha büyüktür ve ağaç olur; şöyle ki, göğün kuşları gelip onun dallarında yerleşirler.” (Matta: 13/31-32)

    Çünkü son nebi Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği İslâm, bidayette zayıftı fakat daha sonra çok kuvvetli hale gelmiştir.

    İsa Aleyhisselâm Hazret-i Allah’ın indinde çok âlî bir peygamberdir. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri onları çok sevdirdiği için onlar da seviyorlar. Yani bizim Enbiyâ-i İzam Hazerâtına sonsuz bir sevgi ile bağlılığımız ve onların fazilet ve meziyetini ortaya koymada kuvve-i beşeriyenin haricinde durumumuz var. Zira o peygamberdir.

    “Ey İsrâiloğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Saf: 6)

    İşte buradan da anlaşılıyor ki birbirlerine karşı bağlılıkları, muhabbetleri, kaynaşmaları artmış, kardeşliğin özü husule gelmiştir. Aynı zamanda Muhammed Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâm’ın bütün sır ve esrarını Hazret-i Allah’ın izni ve emri ile hiç kimseden çekinmeden açık açık arzedecektir.

    “O beni taziz edecektir. Çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir.” (Yuhanna: 16/14)

    Gerçekten demek istiyor ki:

    “Allah-u Teâlâ’nın bana bahşettiği birçok fazilet ve meziyetler var. Ben size bunları açıklamayacağım. Amma benim size duyurmadığımı, benim içyüzümü size olduğu gibi arzedecek. Allah-u Teâlâ’nın bana bahşettiklerini o size ifşa edecek.”

    Bu sebepledir ki, ehl-i kitap âlimlerinden bazıları, beklenen peygamber geliverince hemen iman ettiler.

    “Kendilerine kitap verdiklerimiz (Peygamber’i) , kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini hüsrana uğratanlara gelince, onlar iman etmezler.” (En’am: 20)

    Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne tekrar geleceğini haber vermiştir:

    “Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryem oğlu İsa âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhâri, Tecrid-i sarih: 1018)

    “Vallahi Meryem oğlu İsa âdil bir hakem olarak mutlaka inecek ve haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak, genç dişi develer başıboş bırakılarak onlara rağbet edilmeyecek, bütün düşmanlıklar, küsüşmeler ve hasetlikler muhakkak surette kalkacak.

    (İsa Aleyhisselâm) İnsanları mala dâvet edecek, fakat malı hiç kimse kabul etmeyecektir.” (Müslim: 155)

    İsâ Aleyhisselâm İsrâiloğulları peygamberlerinin sonuncusudur.

    Kendi zamanına kadar gelen dini hayatı tazelemiş, kendisinden sonra gelecek olan Ahmed-i Muhtar’ı açıkça ismiyle duyurmuş, fikir ve kanaatleri Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’a meylettirmiştir.

    İsâ Aleyhisselâm’ın Tevrat’ı tasdik etmesi, haber verme itibariyledir. Zira Tevrat’ta hem İsâ Aleyhisselâm’a hem de son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a dair haberler vardı. Bu sebepledir ki İsâ Aleyhisselâm, Ahmed Aleyhisselâm’ın gelmesinin yakın olduğunu müjdelemek suretiyle bu husustaki haberlerin doğru olduğunu ispatlamıştır.

    Ahmed; Allah-u Teâlâ’nın en çok methini yapan kişi mânâsına geldiği gibi, en çok methedilen veya kullar arasında en çok övülen kişi mânâsına da gelir.

    Tevrat’ta İsâ Aleyhisselâm’ın gönderilmesine dair verilen müjde, onun gelişiyle gerçekleşmiş oldu. Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair Tevrat’ın verdiği müjdeyi İsâ Aleyhisselâm tasdik ederek onun geleceğini müjdelemiş ve onun öncüsü olduğunu belirtmişti.

    Bu, İsâ Aleyhisselâm’ın peygamberlik vazifelerinden birisi idi.

    Ne gariptir ki; böyle söylediği halde, İsrâiloğulları’nın çoğu onu dinlemediği gibi, hıristiyanlardan birçoğu da bu hakikati gizlediler, tevil ve tahrif ettiler.

    Yahudiler bir peygamberin geleceğini beklemekteydiler. Bu peygamberin kendilerinden olmasını istiyorlardı. Hıristiyan rahiplerinin birçoğu da yeni gelecek peygamberi bekleşmekteydiler.

    Kendi kitaplarında müjdelenen peygamber, İsmail Aleyhisselâm’ın soyundan geliverince; çeşitli hilelerle, ithamlarla, düşmanlıklarla muhalefet ettiler.

    Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:

    “Müjdelenen peygamber onlara delillerle mucizelerle gelince ‘Bu apaçık bir sihirdir.’ dediler.” (Saf: 6)

    Gerek yahudiler gerek hıristiyanlar Hazret-i Allah’a iman ederek değil de kendi arzularına uyarak bu peygamberin kendi nesillerinden gönderilmesini bekliyorlardı.

    Vaktaki İsmail Aleyhisselâm’ın neslinden gönderildi. Onun apaçık bir peygamber olduğunu hakkıyla bildikleri halde yüz çevirdiler ve inkâra kalktılar.

    İşte ırkçılığın insanlara bu kadar zararı ve tahribatı oluyor, ebedi azaba maruz bırakıyor. Gerek yahudi gerekse hıristiyanlardan ancak iman edenler kurtulmuştur.

    Ey yahudi ve hıristiyanlar!

    Siz bugün de Allah’ın huzurunda bulunduğunuzu düşününüz. Elinizi vicdanınıza koyup bir düşünürseniz o peygamber henüz bize gelmedi diyemezsiniz. Fetret devrinde kalanlar gibi bir mazeret göstermeye de kalkışamazsınız.

    Allah-u Teâlâ size bütün hakikatleri açıklayan bir peygamber gönderdi. Siz bunu duydunuz ve bildiniz. Şimdi ne yüzle itiraz ediyorsunuz? Siz ilâhî hükmü arkaya attınız, nefsinizin arzusunu ilâh edindiniz. Kendi azabınızı kendi eliniz ve kendi isteğinizle bile bile hazırlamış oldunuz.

  • Dinler Arası Diyalog

    26.11.2006 - 15:46

    1.Diyalog sitesindekiler Diyor ki Hristiyanlar Kafir değilmiş.Ama Hz.ALLAH onlara da kafir buyuruyor.Delili ise Maide 72 ayeti 'Andolsun ki Meryemoğlu Mesihtir diyenler gerçekten kafir olmuşlardır.'
    2.Diyalog sitesindekiler Diyor ki Said-i Nursi Hazretleri de hristiyan ve yahudileri hoşgörürmüş.Asla hoşgörmezdi hatta onlara benzemeyin demiştir.Delili: Ecnebilerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle (tabiat fenleriyle) dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin (lânet) ve teessüfler!

    Ey bu vatan gençleri! Frenkleri (Avrupalıları) taklide çalışmayınız!

    Ãyâ (acaba) Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten (düşmanlıktan) sonra, hangi akılla onların sefahet (akılsızlık) ve bâtıl efkârlarına (fikirlerine) ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok yok! Sefihâne (akılsızca) taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip (dahil olup) kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz (yok ediyorsunuz) .

    Âgâh (uyanık) olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe (uydukça) , hamiyet (iman ve İslâm’ı savunma) dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibânız, milliyetinize karşı bir istihfattır (küçük görmedir) ve millete bir istihzâdır (alay etmedir) .

    (.......)

    İşte muzır (zararlı) kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler (akılsızlar) , Cenâb-ı Hakk’ın hayvanâtından bir nevi habistirler (pistirler) .” (Lem’alar)
    3.“İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı ne yücedir! ” (A’raf: 54) Hüküm onundur.
    Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz? ” (Nisâ: 144)
    “Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
    “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
    Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi.

    Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
    “Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120 Kim bu ayetlere ters şey söylerse
    İslam dininden olmadığını bilsin.Hep ayet. Lafla olan cevaplar kabul edilmez.

  • Dinler Arası Diyalog

    26.11.2006 - 15:27

    İbrahim Aleyhisselâm ne yahudi, ne de hıristiyandı. O Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı.

    Asr-ı saâdet’te Medine'deki yahudi ve hıristiyanlar İbrahim Aleyhisselâm'ın dini hakkında münakaşaya tutuşmuşlardı. Her grup en iyi 'İbrahimî Din'in kendi dîni olduğunu iddiâ ediyordu. Durumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e götürdüler. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onların bu iddiâlarını dinledi ve:

    “Hiçbirinizin dini İbrahimî değildir! ” cevâbını verdi.

    Resulullah'ın bu cevabını beğenmeyen yahudi ve hıristiyanların, buna itirâza kalkışıp;

    “Verdiğin bu hükmü kabul etmiyoruz, dînine de inanmıyoruz! ”

    Demeleri üzerine Allah-u Teâlâ:

    “Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? ” (Âl-i İmrân: 83)

    Âyet-i kerîme'sini inzâl buyurdu. (Kurtubî, “Ahkâmü'l-Kur’an, c. 3, s. 82.)

    Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:

    “İbrahim ne yahudi, ne de hıristiyandı. O Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi.” (Âl-i imrân: 67)

    İman Birliği Başka, Akrabalık Başka Şeydir!

    Kureyş’in reisi Ebu Süfyân, Hudeybiye anlaşmasının müddetini uzatmak için Medine-i münevvere’ye gelmişti. Ancak Resulullah Aleyhisselâm'la doğrudan görüşmeye cesaret edemiyordu. Ne yapacağını düşünürken, daha önce iman edip Resulullah Aleyhisselâm'la evlenen kızı Ümmü Habîbe -radiyallâhu anhâ-nın yanına gitti. Ondan Resulullah Aleyhisselâm'la kendisi arasında aracılık yapmasını isteyecekti.

    Ümmü Habîbe -radiyallâhu anhâ- babasını karşıladı, içeriye aldı. Fakat Resulullah Aleyhisselâm'ın oturduğu yere onu oturtmak istemediği için, minderi toplayıp kaldırdı. Bunun farkına varan Ebu Süfyan içerleyerek: “Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin? ” diye sordu.

    Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: “O Resulullah'a âittir. Sen ise müşriksin, pissin. O mindere oturmaya lâyık değilsin! ” diye cevap verdi. Çünkü bir müslümana göre akrabalık başka şey, iman birliği daha başka şeydi.

    Kızının bu davranışı karşısında Ebu Süfyan: “Vallâhi kızım, bizden ayrılalı sana bir hâl olmuş, sen çok değişmişsin! ” demek zorunda kaldı.

    'Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.'

    İbn Sîrîn -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri'ne evini kilise yapılmak üzere hıristiyanlara satan bir adamın hâli sorulduğunda, soranlara: 'Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.' Âyet-i kerimesini okuyarak cevap vermişti. (Taberî, “Tefsîr-i Taberî”, c. 4, s. 618)

    İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri 'Rûhu'l-Beyân Tefsiri”nde bu Âyet-i kerime'yi şöyle tefsir etmiştir:

    'Bil ki nefis, şeytan ve insan vücudunda bulunan diğer şerler, yahudi ve hıristiyanlar gibidir. Nasıl ki yahudi ve hıristiyanlarla dost olmamak, onlardan uzak durmak gerekiyorsa; aynı şekilde nefis ve yarımcılarıyla dostluk da câiz değildir. Çünkü onların arzularına uymak, hem cehennem ateşine, hem de Allah'tan uzaklık ateşine sevkeder. Mü'min kim olursa olsun Allah'ın düşmanlarına düşman olmakla memurdur; yoksa imânı aslâ geçerli olmaz! ”

    Gerçek İman

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ederek onun şahsında bütün beşeriyete şu gerçeği ferman buyurmaktadır:

    “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)

    Gerçek iman budur, bu İslâm dinine göredir.

    Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.

    İslâm tarihinde bunun birçok canlı örnekleri vardır. Şöyle ki:

    Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- Bedir savaşında babası Cerrah’ı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayısı As bin Hişam’ı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- de yakın akrabalarını katletmişlerdi. Mus’ab -radiyallahu anh- ise Uhud savaşında kardeşi Ubeyd’i öldürmüştü.

    Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah’a ve ahiret gününe inanmanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi göstermektir. Kim Allah’ı severse, O’nun düşmanlarına düşman olur. Nur ile karanlık bir araya gelmediği gibi; bir kalpte hem Allah sevgisi, hem de O’nun düşmanlarının sevgisi beraber bulunmaz. Küfre muhabbet ile iman bir arada barınmaz. Bir kimseyi sevenin, onun düşmanını sevmesi mümkün değildir. Bu iki şey kalpte birleşmez. Kalpte Allah düşmanlarının sevgisi yerleşince orada iman bulunmaz. Binaenaleyh hiçbir müminin hiçbir halde onlarla dostluk kurmasına cevaz yoktur.

    “İnşâallah Müşriklerle Oturup Kalkmıyorsunuzdur? ”

    Rivâyete göre Hâris bin Muâviye Medine’ye, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in yanına geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:

    — Şam’da durum nasıl?

    — Allah’a hamdolsun iyi!

    — İnşâallah müşriklerle oturup kalkmıyorsunuzdur?

    — Hayır ey müminlerin emîri!

    — Eğer sizler müşriklerle hemhâl olursanız, bunun neticesinde çok sürmez onlarla berâber yemek de yer, içecek de içersiniz! Onlarla-oturup kalkmadığınız müddetçe bilin ki dâima hayır içinde olursunuz! ” (Kandehlevî, “Hayâtü's-Sahâbe”, c. 3, s. 259.)

    Hakk’a Yönelen Bir Müslüman Kâtip Edinseydin Ya!

    Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- in hilâfeti yıllarında Basra vâlisi Ebu Musa el-Eş'arî -radiyallahu anh- bazı mühim hususları görüşmek üzere Medine-i münevvere'ye gelmişti. Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl düzenlendiği mevzu edilirken dedi ki:

    'Yâ Emirel-müminin! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde tutuyor.'

    O anda halifenin rengi birden değişiverdi. Şöyle konuştular:

    - Allah cezanı versin! Hakk'a yönelen bir müslüman kâtip edinseydin ya! Allah'ın şu buyruğunu işitmedin mi?

    ‘Ey inananlar! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin! ’ (Mâide: 51)

    - Onun dini ona, kâtipliği bana.

    - Allah'ın aşağıladığına ikram etme, Allah'ın hor gördüğünü aziz ve şerefli kılma, Allah'ın uzaklaştırdığını yaklaştırma.

    - Ne yapalım! Basra'nın yazı işleri ancak onunla yoluna giriyor.

    - Farzedelim ki hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın? ' (Mefâtihü’l-gayb)

    Onlarla hala hoşgörü yapan birlikte ramazan sofralarında oturan diyalogçu münafıkların işini bu ayet ve hadisler bitirir.Cevap verecekseler ayet ve hadisle cevap versinler.Kendi zanlarıyla değil. (18.10.2006 17:30)

  • hatemül evliya

    18.10.2006 - 13:48

    Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

    “Veliliğin tam zuhuru da Velilerin sonuncusu ile olacak. İki âlem de onunla tamamlanacak, onunla kemâl bulacak. Bütün velilerin varlıkları, son velinin âzâsına benzer. O küldür, öbürleri cüz. Onun Peygamberlerin sonuncusuyla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder. İki âlem de ona uyar, Âdemoğulları içinde Allah’ın halifesi odur.” (Gülşen-i Râz)

    Bâli-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

    “Zâtiyyet hazinelerinin anahtarlarını elinde bulunduran Hâtem’ül-evliyâ’nın rûhu, bunu kendi nefsinden akletmedi; rûhundan bütün rûhlara yaptığı bu istimdâdı, cesedinin unsurlarla olan terkibi zamanından bilmedi. O bunu, hakikat ve rütbesi yönünden bildi.”

    “Bu Hâtem’ül-evliyâ, Hâtem’ür-Rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in mertebe güzelliklerinden bir güzelliktir.” (Şerh-i Fusûsu’l-Hikem-i Bâlî)

  • hatemül evliya

    18.10.2006 - 13:46

    Saîdüddin-i Fergânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

    “Nübüvvet, dışta nebilerin noktasından oluşan bir alan meydana getirerek, bu Muhammedî nokta ile kemâle erdiği gibi; velâyet de velilerin noktasından oluşan bir alan meydana getirip, velâyetin Hâtem noktası ile kemâl bulur.

    Hâtemü’l-evliyâ, gerçekte Hâtemü’l-enbiyâ’dan başkası değildir.”

    “Nebi ile veli arasındaki fark, işte bu mevzu ile ortaya çıkar. Veli ancak nebîye tâbidir. ‘Veli nebiden üstündür.’ sözü mutlak anlamda değil, kayıtlı mânâda sahihtir.” (el-Mukaddimâtü’l-Fergânî, s. 13-14)

    Dâvud-ı Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

    “Nasıl ki nübüvvet, hariçte peygamberlerden müteşekkil bir dâire meydana getiriyor ve bu dâire Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ile tamamlanıyorsa, velâyet de hâriçte velilerden meydana gelen bir daire teşekkül eder ve bu daire, Son veli ile tamamlanır.” (Mukaddimetü Şerhü’l-Fusûs)

    Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

    “Bu ümmetin kutupları on ikidir, şu gördüğünüz âlemin burçları da on ikidir. Müfred (makâmında tek) olanlar çoktur, zaman boyunca devam ederler. İki Hatm de onlardandır.

    Kutuplar içinde Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kalbi üzre olan yoktur. Hatm de bunlar içindedir, yani Hâtemü’l-evliyâ-i has da bunlara dahildir.” (Faslu’l-Hitab Tercümesi; s. 584, trc: A. Hüsrevoğlu)

Toplam 50 mesaj bulundu