Bilal Büyükılgaz Adlı Üyenin Nedir Yazıları - ...

  • fethullah gülen

    01.09.2007 - 04:12

    Bediüzzaman Said-i Nursi

    Hazretleri’nin Bir Beyanı:

    “Ey hitabet-i umumiye sıfatı ile, gazete lisanıyla konferans veren muharrir (yazar) ! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye (İslâm’ın sembolü olan hususlara) zıd ve muhalif olan herzeler (saçmalıklar) ile İslâmiyeti lekelendirmeğe katiyyen hakkın yoktur.

    Seni kim tevkil etmiştir (vekil kılmıştır) ? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll (hak yoldan sapmış) zannetme.

    Dalâletini (sapıklığını) kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mümininin (müminlerin ekserisinin) kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete (ümmetin haklarına) tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı (kanuni ruhsat verilmediği) halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat! ..” (Mesnevî-i Nuriye sh: 89)

    Biz bunlara narcı diyoruz, nurcu demiyoruz. Narcı başka, nurcu başka.

    NURCULAR O BÜYÜK ZEVÂT-I KİRAM’IN İZİNDEN YÜRÜYEN, NURU TAKİP EDEN, ALLAH-U TEÂLÂ’NIN NURUNU YAYMAYA ÇALIŞANLARDIR.

    NARCILAR İSE MÜNAFIKTIR, KÜFÜR İZİNİ TAKİP EDERLER, KÜFRÜ YAYMAYA ÇALIŞIRLAR. BUNLAR BİR TUTULMASIN VE BİR SANILMASIN

    Hıristiyan Haçlılar Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yazı ve karikatür yolu ile çok çirkin iftira ve yakıştırmalar yaptılar. Bu yüzden İslâm dünyası ayağa kalktı. Çünkü onlar İslâm’ı küçük düşürmek için böyle yaptılar.

    Fetullah Gülen ise şöyle söylüyor:
    “Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru, 131. sh)

    Bu adam böyle söylüyor. Bu doğrudan doğruya inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
    Bu adam resmen inkâr ediyor da kılınız kıpırdamıyor! Bu söz bu karikatürlerden çok daha büyüktür. Hem inkâr ediyor, hem de bütün etrafını küfre sevkediyor.
    Ey müslüman kardeş! Sizler de bu adama ve ona tâbi olanlara bu nazarla bakın!


    Resulullah Aleyhisselâm’ı methetmeye beşerin gücü yetmez. Zira onu bizzat Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri methetmiştir. Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’de onun hususiyetleri zikredilmiştir. O madden manen bütün alemlere bir rahmettir. Zira bütün alemler onun nurundan yaratılmıştır. O olmasaydı felekler yaratılmazdı.

    Bunlar ve bunlar gibi daha nice hakikatleri Allah ve Resul’ünün beyanlarından öğreniyoruz.

    Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ı kabul etmeyen hiçbir kimsenin imanını kabul etmeyecektir. Bu çok açık bir İslâm düsturu ve akaididir.

    Bütün bu hakikatler ortada iken Resulullah Aleyhisselâm’ı kabul etmeyen hıristiyan ve yahudilere iman ehli muamelesi yapanlar Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr etmişlerdir.

    Bunlar Hakk’ın huzurunda; Resulullah Aleyhisselâm’ın sahibi Rabb’in huzurunda hesap verme günü geldiğinde ne kadar büyük cürüm işlediklerini anlarlar. Ancak iş işten geçmiştir.

  • muhammed

    01.09.2007 - 04:08

    Nur Saçan Kandil”

    Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecellî ettiği için: “Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil” olmuştur.

    Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ın bizzat mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır.

    Mübarek vücudu serâpâ nurdur. Bu nur ile körler bile görür, duymayan kulaklar duyar, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar yol bulur.

    Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî’yi muhatap kılarak şöyle buyuruyor:

    “Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)

    Bunun içindir ki vücud-ı şerif’leri, ruhları, lisanları, kalpleri, ahlâk ve amelleri, ilim ve fehimleri nur kaynağıdır.

    Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ’nın nurudur. Bu öyle bir kandil ki, bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.

    Her ne kadar görünüşü beşer ise de, fıtrî yapısı ayrıdır.

    Cismin beşer oluşu hakkında Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

    “Resul’üm! De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor.” (Kehf: 110)

    İşte onun hakkındaki bütün yanılmalar bu noktadan doğuyor.

    “Ben de sizin gibi bir beşerim.” beyanı, onun beşer yönüdür, zâhirî görünüşüdür, dışıdır.

    İşte bu perdenin ötesine geçemeyenler:

    “Allah’tan size bir NUR ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Mâide: 15)

    Âyet-i kerime’sinde geldiği haber verilen bu “Nur”u göremediler, cisimde takılıp kaldılar, “Nur”a inemediler, hidayete eremediler ve iman etmiş de olmadılar. Onlar öteye geçemedikleri için, ilâhî nurdan, rahmetten, merhametten mahrum kaldılar.

    Âyet-i kerime’de geçen; “Nur” Muhammed Aleyhisselâm’dır, zira ancak onun vasıtası ile hidayete erilir.

    “Kitap” ise Kur’an-ı kerim’dir, o da hidayet rehberidir.

    “Ben de sizin gibi bir beşerim.” Âyet-i kerime’sini görerek: “O da bizim gibi bir insandır.” diyenler, onun:

    “Asluhu nur, cismuhu âdem” olduğunu, “Sirâc-ı münîr” olduğunu, “Nur saçan kandil” olduğunu bildiren ve buna benzer Âyet-i kerime’leri görememektedirler. Nefisleri onlara onu göstermiş, diğerini göstermemiş. Hakikati göremediklerinden ötürü de Âyet-i kerime’lere iman etmediler ve imandan kaydılar. Bu ise Allah-u Teâlâ’nın onların kalplerini döndürmesinden ileri gelmektedir.

    Resulullah Aleyhisselâm’ı hükümsüz ve hiçe sayanlar;

    “Aslıhu kâfir, cismuhu necis”tir.

    Bu necasetliklerinden ötürü o “Nur”a leke sürmeye çalışıyorlar. Bu necaset halleri ile o “Nur”u görmeleri mümkün değildir. Amma kendilerinin necis olduğunu da bilmiyorlar.

  • fethullah gülen

    31.08.2007 - 21:33

    İmanı ve İslâm’ı kabul etmeyen kimse apaçık kâfirdir. Artık onu İslâm kardeşliğinin içerisine dahil etmek, müslüman demek, Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’lerini inkâr etmek demektir.

    “Bir kimse müslüman kardeşine fısk ve küfür isnad etmesin. Zira o kimsede bu haller yoksa, sözler sahibine döner.” (Buhari)

    Hadis-i şerif’i mucibince inanan bir müslümana küfür isnad etmek insanı küfre götürdüğü gibi, iman dairesinde olmayan bir kâfiri iman hudutları içine koymak da insanı küfre götürür. Neden küfre götürür? Karşıdaki alenen küfrettiği halde İslâm dairesine sokmak istediği için, bile bile söylediği için, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları kaldırdığı için kâfir olur.

    Onların dediği olsaydı, Allah-u Teâlâ’nın melekler ve peygamberler göndermesine, kitaplar salmasına lüzum kalmazdı.

    Bunların inişi, iman ile küfrün ayrılmasıdır. Onlar ise iman ile küfrü birleştirmeye çalıştıkları için otomatik olarak küfre giriyorlar.

    Bunun içindir ki, küfrünü alenen ilân eden ve küfrü ile iftihar eden bir kimseye bile bile ‘Bu müslümandır.’ demek küfürdür.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

    “Resulüm! De ki: Size amelce en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? Dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar iyi yaptıklarını sanıyorlardı.

    İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü biz onlar için bir terazi kurmayız. (Onlara hiç değer vermeyiz.) ” (Kehf: 103-104-105)

    Bir ayeti inkar eden kafirdir tum mahlukat bir araya toplansa bir harfini inkar etseler dahi yoldan cikar Artik fettullahin durumunu dusunun

  • fethullah gülen

    31.08.2007 - 21:30

    Bunlara aldanmayin bunlar dis dusmanidir ayet ve hadisle beyan yazanlara iftira etmekten cekinmezler ayet ve hadisleri ifira ve hakaret olarak algilarlar mesela Karabuklu78 gibi insanlar cunku Allah bunlar hakkinda hukmunu veriyor

    Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
    'Heva ve hevesini ilâh edinen, Allah'ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız? '
    (Câsiye Suresi, 23. Ayet-i kerime)

  • cuma namazı

    28.08.2007 - 05:30

    Cuma Namazı kılmak Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir, inkâr eden dinden çıkar kâfir olur.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

    “Ey iman edenler! Cuma günü namaz kılmak için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikretmeye koşun, alış-verişi, işi-gücü bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

    Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın, Allah’ın fazlından nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma: 9-10)

    Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

    “Özürsüz olarak üç cuma namazını terkedenler münâfıklar topluluğundan yazılırlar.” (Tirmizî)

    “Her kim cuma namazını üç kere zaruretsiz terkederse Allah onun kalbini mühürler.” (Tirmizî)

    “Bir takım kimseler ya cuma namazlarını terk etmekten vazgeçerler veya Allah-u Teâlâ onların kalblerini muhakkak ki mühürleyecektir. Sonra da onlar gafillerden olurlar.” (Müslim)

    Namaz vakitlerinin başlangıç ve sonları Hadis-i şerif ile belirlenmiştir.

    Rivayet olunur ki Ebu Mesud Ensâri -radiyallahu anh- Irak’ta iken bir gün Muğire bin Şûbe -radiyallahu anh-ın yanına girdi. O gün Muğire nasılsa ikindi namazını geç vakte bırakmıştı. Ona dedi ki:

    “Ya Muğire! Bu yaptığın nedir? Bilmiyor musun ki, Cebrâil inip namaz kıldı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında) kıldı.

    Sonra (bir daha) kıldı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında bir daha) kıldı.

    Sonra (bir daha) kıldı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında bir daha) kıldı.

    Sonra (bir daha) kıldı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında bir daha) kıldı.

    Sonra (bir daha) kıldı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında bir daha) kıldı.

    Sonra ‘İşte ben bununla emrolundum.’ dedi.” (Buhari, Tecrid-i sarih: 315)

    Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

    “Cebrâil Aleyhisselâm iki defa Beyt-i muazzama’nın yanında bana imam oldu. İlk defasında zeval vaktinde güneşin verdiği gölge bir nalın tasması kadar uzandığında bana öğle, her şeyin gölgesi birer misli uzadığında ikindi, oruçlu orucu bozduğu vakitte akşam, şafak kaybolduğunda yatsı, oruçluya yemek-içmek haram olduğu vakitte sabah namazlarını kıldırdı.

    Ertesi gün öğle namazını her şeyin gölgesi bir misli, ikindi namazını iki misli olduğu, akşam namazını oruçlu iftar ettiği zamanda, yatsı namazını gecenin üçte birine doğru, sabah namazını da ortalık iyice aydınlandığı vakitte kıldırdı.

    Sonra bana döndü ve ‘Ya Muhammed! Bu senden evvelki Enbiyâ’nın vaktidir. Namaz vakti işte bu ikişer vakitler arasındadır.’ dedi.” (Ebu Davud, Nesâi, Tirmizî) , (Tecrid-i Sarih, cild: 2. sh: 462)

    Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri namaz kılmayı farz kılmıştır. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerde namazın vakitleri, nasıl kılınacağı beyan edilmiştir.

    Cebrâil Aleyhisselâm gelerek Resulullah Aleyhisselâm’a tarif etmiştir.

    “Namaz üç vakittir.” diyenlere sorun:

    1. Siz namaz kılıyor musunuz? Kılıyorsunuz da mı hükm-ü ilâhîyi ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirlerini tahrib ve tahrif ederek değiştirmek istiyorsunuz?

    2. Biz de kılıyoruz derlerse “Kaç vakit kılıyorsunuz? Resulullah Aleyhisselâm’a Cebrâil Aleyhisselâm beş vakti tâlim etti, size üç vakti kim tâlim etti? ”

    3. Onlara sorun asıl gayeniz nedir? Size ne cevap vereceklerine dikkat edin.

  • berat kandili

    28.08.2007 - 05:20

    Şaban-ı şerif'in on beşinci Berat gecesinde, o sene cereyan edecek bütün hâdiseler Levh-i mahfuz'dan dünya semâsına indirilip, vazifeli meleklere teslim ediliyor.

    Şöyle ki; kâtip melekler bu geceden gelecek senenin aynı gecesine kadar olacak hâdiseleri birer birer defterlere yazarlar. Kimlerin zengin veya fakir, aziz veya zelil olacakları, başa gelecek ibtilâlar, rızıklar, ölümler, doğumlar, hülâsa bütün işler ilm-i ilâhiden topluca meleklere yazdırılır ve hükme bağlanır. Kadir gecesinde ise vazifeli meleklere teslim edilir.

    Rızıkların dağıtımı ile ilgili defter Mikâil Aleyhisselâm'a, amellerle ilgili defter İsrâfil Aleyhisselâm'a, zelzelelerle harplere ait olan nüsha Cebrâil Aleyhisselâm'a, musibetlere ve ecellere ait olan ise Azrâil Aleyhisselâm'a tevdi olunur. Böylece her müvekkil melek vazifesini bilmiş oluyor.

    Bu mevzuda İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri'nden bir rivayette Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

    'Hazret-i Allah Şaban ayının yarısı gecesinde, olacak şeylerin hükümlerini verir. Kadir gecesinde ise onları vazifeli meleklere teslim eder.'

    Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:

    'Şaban-ı şerif ayının yarısı gecesi olunca, onu ibadetle geçirin, gününde de oruç tutun.

    Zirâ Hakk Celle ve Alâ Hazretleri o gece güneşin batmasından itibaren dünya semâsına rahmetiyle tecellî edip, buyurur ki:

    'Yok mu benden mağfiret dileyen, onu affedeyim! Yok mu rızık isteyen, onu rızıklandırayım! Bir musibete uğrayan yok mu, onu kederden kurtarayım! Yok mu şunu isteyen, yok mu bunu isteyen! '

    Bu ilâhî sesleniş sabaha kadar devam eder.' (Tirmizî)

  • fethullah gülen

    28.08.2007 - 05:18

    İlâh edindikleri adamın daha evvel de Papa’ya gönderdiği mektup tetkik edildiğinde;

    “Papa 6. Paul tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için Papalık konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz.” sözünden hıristiyan, yahudi yakınlaşması ile Papa misyonuna hizmet ettiği görülmektedir.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ise;

    “Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi? Onlar ne sizdendir, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücadele: 14)

    Bu Âyet-i kerime’yi inkâr etmekte ki, küfrünü ilân etmekte ki, kaynağı nereden aldı? Bu küfür değil midir?

    Bunlar kaynağı görüldüğü üzere küfürden alıyorlar.

    Onlarla öyle bir dostluk kurdu ki Vatikan’a kadar gitti ve devamlı olarak hoşgörü, diyalog adı altında hıristiyan ve yahudileri müslümanlara dost olarak tanıttı.

    Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim’inde:

    “Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)

    Âyet-i kerime’si ile inananlarla inanmayanları ayırmıştır. Hâl böyle olunca bir müminin kâfirleri ve münafıkları dost edinmesi kesinlikle yasaklanmıştır.

    Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hüküm ve hudut budur. Bunu inkâr ediyorlar, bu hududu kaldırıyorlar. Bu küfür değil midir?

    Hem de alenen küfürdür. Bu Âyet-i kerime’leri inkârdır.

    İlâh edindikleri adam daha evvel de hıristiyan papazları, yahudi hahamları ile hoşgörü toplantıları yaparak “Keşke her köşeye bir hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü soluklasa.” dedi.

    Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

    “Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki, şeref ve kudret tamamen Allah’a aittir.” (Nisa: 139)

    “Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz? ” (Nisa: 144)

    Şimdi onlara soralım. İlâh edindikleri adam:

    Yahudi hahamları ve hıristiyan papazları ile hoşgörü toplantıları yapmakla bu Âyet-i kerime’leri hiçe saydığından, nefsini ilâh edindiğinden bu hakikatı inkâr etmiştir. Bu küfür değil midir? Peki siz bunun kaynağını nereden aldınız?

    “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)

    Gerçek iman budur. Bu, İslâm dinine göredir.

    Günümüzde kâfirden daha tehlikeli olan münafıklar içten türedi, iman kalesini içten yıkmaya başladılar. Bunlar diğerlerinden daha tehlikelidirler. Çünkü kâfirin hedefi var, bunların hedefi yok. Bu sapıtıcı imamlar sûret-i haktan göründüler, hepsi de müslümanları kurdukları dinlerine ayrı ayrı dâvet ettiler.

    Nitekim bu tehlikeyi gören Bediüzzaman Hazretleri buyururlar ki:

    “Bana ızdırap veren, yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi, şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye vaktim bile yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbâli selâmet olsa.” (Bediüzzaman Said Nursi: Eşref Edip; sh. 16)

    Uyan be kardeş! Bu feryat senin içindir. Senin imanın için feryat ediyor. Dost ve düşmanını tanı artık! Koyun postuna bürünen kurtlardan sakın artık!

    Bu mübarek zât nasıl da bu münafıklıkları görmüş ve ne kadar üzülmüş. Artık bu feryadın karşısında uyanmanız lâzım.

    Uyan be kardeş! Düşmanını tanı! Bunlar daha evvel de kazancınızı aldılar, kanlarınızı emdiler, sizi imanınızdan ettiler.

    Bir bak, ipin ucu kimin elinde! Küfür diyarından kumanda ediyor, küffara yaranmak için peşkeş çekiyor. Din-i İslâm’dan ve güzel vatanımızdan seni mahrum etmek için çalışıyor.

    Dinini, imanını, güzel vatanını kurtarman için; bombasını keşfet artık ve başına patlat.

  • fethullah gülen

    28.08.2007 - 05:04

    Ben yazilarimi hakikat sitesinden alirim beyanlar ayet ve hadistir zerre kadar imani olan ibret almaldir kimseye de dusmanligim yoktur karabuklu sen de dahil lutfen iftirayi birakalim ic ve dis dusmanlarmizi
    bilelim vatansiz iman imansiz vatan muhafaza edilmez
    www.hakikat.com da tum bu dusmanlarin ic yuzu ayet ve hadislerin isigi altinda beyan edilmistir
    Siz sanirim baska dine mensupsunuz o da fetttullahcilik fettullahcilik dinine gore haklisiniz ben de islam dinine gore sizin dininiz size olsun en buyuk dusman olarak nefsiniz size yeter Ayet ve hadisler muhatabamiz degil demek ben artik islam dininden degil demek oluyor kendi beyaninizla kendi icyuzunuz ortaya konulmus sana yazilarim hakikat sitesinden alirim dendigi halde yalancilikla sucluyorsun sen de ispatlamak zorundasin bunu Alim ilmiyle cahil kufruyle cevap verir sasirmamak gerekir

  • fethullah gülen

    25.08.2007 - 04:29

    İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri Mektubat adlı eserinin 163. Mektub’unda kâfirlere itaat eden, hoşgörü ile bakan, hatta “Hazret” diyenlere çok ağır cevap veriyor ve buyuruyor ki:

    “...

    İslâm ve küfür birbirinin zıddıdır, bir arada olamazlar. Ta kıyamete kadar, hatta kıyamette dahi. Bunlardan birini isbat etmek, diğerini kaldırmaktır. Birini ağırlamak, diğerini küçük düşürmektir.

    Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, Peygamber’ine hitaben şöyle buyurdu:

    “Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür! ” (Tevbe: 73)

    Sübhan Allah, en güzel huyla sıfatlanan Resul’üne “Küffarla cihad et ve onlara sert davran.” emrini verdiğine göre, bundan bilinir ki; onlara sert çıkmak en güzel huylar arasındadır.

    İslâm dininin izzet bulması küfrün ve küfür ehlinin zelil düşmesindedir. Buna göre bir kimse, küfür ehlini ağırlarsa İslâm ehlini zelil düşürmüş olur.

    Kâfirleri ağırlamak yalnız onlara tazim edip baş köşeye oturtmak değildir. Onları meclislere almak, onlarla sohbet etmek, onların dili ile konuşmak gibi hareketler dahi onları ağırlamaktır. Asıl uygun olanı; köpekleri uzaklaştırır gibi onları uzaklaştırmaktır.

    Eğer onlarla alâka peyda etmek, dünya işlerine ait zaruretler icabı ise... başka türlü de olmuyorsa... o zaman uygun olan, ancak zaruret mikdarı onlarla olmaktır. Bu arada onları bir şey yerine koymamaya ve kendilerine lüzumsuz yere iltifatta bulunmamaya riayet etmelidir.

    Ama İslâm’ın kemali, böyle bir garazı dahi tamamen terk edip onlara iltifat etmemek ve onlarla karışıp durmamaktır. Zira noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, onları (yani küfür ehlini) , Kelâm-ı Mecid’inde zâtının ve Resul’ünün düşmanı olarak tanıttı:

    “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Oysa onlar size gelen hakkı inkâr etmişlerdir.” (Mümtehine: 1)

    “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara: 98)

    Allah’ın ve Allah’ın Resul’ünün düşmanı olan kimselerle karışık durmak, cinayetlerin en büyüklerindendir.

    Bu düşmanlarla karışık durmanın, onlarla arkadaşlık etmenin en azından zararı; Şer’i hükümlerin icrasındaki kuvvette zaaf ve gevşeklik hâsıl olmasıdır. Bundan başka, onlarla olan arkadaşlığı dolayısıyle küfre sebep olacak şeylerden kaçınmaya utanır. Böyle bir zarar, cidden büyüktür. Kaldı ki, Allah’ın düşmanlığını, Resul’ünün düşmanlığını çeker.

    Böyle bir uygunsuz insan sanır ki, kendisi müslümanlardandır; Allah’a ve Resul’üne imanı vardır. Ama bilmez ki, bu gibi kötü ameller kendisinden İslâm devletini giderir.

    Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah’a sığınırız.

    Bir şiir:

    ‘Kendini hem âlim, hem din adamı sanır,

    Dinle bütün ilgisi böyle sanmasıdır.’

    Bu din düşmanı mel’unların işi İslâm’ı istihzaya ve müslümanları maskaralığa almaktır. Aynı zamanda onlar, eğer bir fırsatını bulsalar bizi İslâm dininden çıkaracaklar ve hepimizi öldüreceklerdir.

    Müslümanlara yakışan utanıp hamiyet sahibi olmaktır. Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

    ‘Hayâ imandandır.’

    Hamiyet-i İslâmiye zaruridir. Baştaki emir sahiplerine düşer ki; daima bu hizlana düşen kimselerin baş kaldırmalarına fırsat vermeyeler.

    .....

    İslâm devletinin husülünün alâmeti: Küfür ehline buğzedip onları kerih görmektir.

    Allah-u Teâlâ Kelâm-ı Mecid’inde onları “Necis” diye isimlendirdi:

    “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik) tir.” (Tevbe: 28)

    Bir başka Âyet-i kerime’de ise onlara “Murdar” ismini verdi.

    “Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)

    Eğer o kâfirleri böyle görmüş olsalardı, hiç şüphe yok ki, onlarla arkadaşlık etmekten kaçınır ve onlarla oturmayı kerih görürlerdi.

    Herhangi bir şeyde bu düşmanlara müracaat etmek, onların reyi ve hükmü ile iş tutmak, kendilerini tam mânâsıyla ağırlamaktır. Bunlardan himmet talep edip onları bir vesile bilenin hali n’olur ki? ”

    Gördüğünüz gibi İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri bunların içyüzünü ne güzel tarif buyuruyorlar.

    Pinar ayet ve hadislere itibarin yok bari bu zata kulak ver itibarin olsun

  • fethullah gülen

    24.08.2007 - 02:16

    Gulenin durumu diyalog mevzusu

    Ibrahim Aleyhisselâm ne yahudi, ne de hıristiyandı. O Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı.

    Asr-ı saâdet’te Medine'deki yahudi ve hıristiyanlar İbrahim Aleyhisselâm'ın dini hakkında münakaşaya tutuşmuşlardı. Her grup en iyi 'İbrahimî Din'in kendi dîni olduğunu iddiâ ediyordu. Durumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e götürdüler. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onların bu iddiâlarını dinledi ve:

    “Hiçbirinizin dini İbrahimî değildir! ” cevâbını verdi.

    Resulullah'ın bu cevabını beğenmeyen yahudi ve hıristiyanların, buna itirâza kalkışıp;

    “Verdiğin bu hükmü kabul etmiyoruz, dînine de inanmıyoruz! ”

    Demeleri üzerine Allah-u Teâlâ:

    “Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? ” (Âl-i İmrân: 83)

    Âyet-i kerîme'sini inzâl buyurdu. (Kurtubî, “Ahkâmü'l-Kur’an, c. 3, s. 82.)

    Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:

    “İbrahim ne yahudi, ne de hıristiyandı. O Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi.” (Âl-i imrân: 67)

    İman Birliği Başka, Akrabalık Başka Şeydir!

    Kureyş’in reisi Ebu Süfyân, Hudeybiye anlaşmasının müddetini uzatmak için Medine-i münevvere’ye gelmişti. Ancak Resulullah Aleyhisselâm'la doğrudan görüşmeye cesaret edemiyordu. Ne yapacağını düşünürken, daha önce iman edip Resulullah Aleyhisselâm'la evlenen kızı Ümmü Habîbe -radiyallâhu anhâ-nın yanına gitti. Ondan Resulullah Aleyhisselâm'la kendisi arasında aracılık yapmasını isteyecekti.

    Ümmü Habîbe -radiyallâhu anhâ- babasını karşıladı, içeriye aldı. Fakat Resulullah Aleyhisselâm'ın oturduğu yere onu oturtmak istemediği için, minderi toplayıp kaldırdı. Bunun farkına varan Ebu Süfyan içerleyerek: “Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin? ” diye sordu.

    Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: “O Resulullah'a âittir. Sen ise müşriksin, pissin. O mindere oturmaya lâyık değilsin! ” diye cevap verdi. Çünkü bir müslümana göre akrabalık başka şey, iman birliği daha başka şeydi.

    Kızının bu davranışı karşısında Ebu Süfyan: “Vallâhi kızım, bizden ayrılalı sana bir hâl olmuş, sen çok değişmişsin! ” demek zorunda kaldı.

    'Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.'

    İbn Sîrîn -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri'ne evini kilise yapılmak üzere hıristiyanlara satan bir adamın hâli sorulduğunda, soranlara: 'Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.' Âyet-i kerimesini okuyarak cevap vermişti. (Taberî, “Tefsîr-i Taberî”, c. 4, s. 618)

    İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri 'Rûhu'l-Beyân Tefsiri”nde bu Âyet-i kerime'yi şöyle tefsir etmiştir:

    'Bil ki nefis, şeytan ve insan vücudunda bulunan diğer şerler, yahudi ve hıristiyanlar gibidir. Nasıl ki yahudi ve hıristiyanlarla dost olmamak, onlardan uzak durmak gerekiyorsa; aynı şekilde nefis ve yarımcılarıyla dostluk da câiz değildir. Çünkü onların arzularına uymak, hem cehennem ateşine, hem de Allah'tan uzaklık ateşine sevkeder. Mü'min kim olursa olsun Allah'ın düşmanlarına düşman olmakla memurdur; yoksa imânı aslâ geçerli olmaz! ”

    Gerçek İman

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ederek onun şahsında bütün beşeriyete şu gerçeği ferman buyurmaktadır:

    “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)

    Gerçek iman budur, bu İslâm dinine göredir.

    Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.

    İslâm tarihinde bunun birçok canlı örnekleri vardır. Şöyle ki:

    Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- Bedir savaşında babası Cerrah’ı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayısı As bin Hişam’ı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- de yakın akrabalarını katletmişlerdi. Mus’ab -radiyallahu anh- ise Uhud savaşında kardeşi Ubeyd’i öldürmüştü.

    Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah’a ve ahiret gününe inanmanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi göstermektir. Kim Allah’ı severse, O’nun düşmanlarına düşman olur. Nur ile karanlık bir araya gelmediği gibi; bir kalpte hem Allah sevgisi, hem de O’nun düşmanlarının sevgisi beraber bulunmaz. Küfre muhabbet ile iman bir arada barınmaz. Bir kimseyi sevenin, onun düşmanını sevmesi mümkün değildir. Bu iki şey kalpte birleşmez. Kalpte Allah düşmanlarının sevgisi yerleşince orada iman bulunmaz. Binaenaleyh hiçbir müminin hiçbir halde onlarla dostluk kurmasına cevaz yoktur.

    “İnşâallah Müşriklerle Oturup Kalkmıyorsunuzdur? ”

    Rivâyete göre Hâris bin Muâviye Medine’ye, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in yanına geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:

    — Şam’da durum nasıl?

    — Allah’a hamdolsun iyi!

    — İnşâallah müşriklerle oturup kalkmıyorsunuzdur?

    — Hayır ey müminlerin emîri!

    — Eğer sizler müşriklerle hemhâl olursanız, bunun neticesinde çok sürmez onlarla berâber yemek de yer, içecek de içersiniz! Onlarla-oturup kalkmadığınız müddetçe bilin ki dâima hayır içinde olursunuz! ” (Kandehlevî, “Hayâtü's-Sahâbe”, c. 3, s. 259.)

    Hakk’a Yönelen Bir Müslüman Kâtip Edinseydin Ya!

    Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- in hilâfeti yıllarında Basra vâlisi Ebu Musa el-Eş'arî -radiyallahu anh- bazı mühim hususları görüşmek üzere Medine-i münevvere'ye gelmişti. Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl düzenlendiği mevzu edilirken dedi ki:

    'Yâ Emirel-müminin! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde tutuyor.'

    O anda halifenin rengi birden değişiverdi. Şöyle konuştular:

    - Allah cezanı versin! Hakk'a yönelen bir müslüman kâtip edinseydin ya! Allah'ın şu buyruğunu işitmedin mi?

    ‘Ey inananlar! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin! ’ (Mâide: 51)

    - Onun dini ona, kâtipliği bana.

    - Allah'ın aşağıladığına ikram etme, Allah'ın hor gördüğünü aziz ve şerefli kılma, Allah'ın uzaklaştırdığını yaklaştırma.

    - Ne yapalım! Basra'nın yazı işleri ancak onunla yoluna giriyor.

    - Farzedelim ki hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın? ' (Mefâtihü’l-gayb)

    Onlarla hala hoşgörü yapan birlikte ramazan sofralarında oturan diyalogçu münafıkların işini bu ayet ve hadisler bitirir.Cevap verecekseler ayet ve hadisle cevap versinler.Kendi zanlarıyla değil. (18.10.2006 17:30) (26.11.2006 15:27)

    Pinar61 sen sefilsin beyanlarinda ayeti kerime ve hadisi serif yok kafirleri hosgorenlerin durumu ortada gulen gibi Bir de peygamberimize iftira atmaya kalkiyon

  • kafir

    16.08.2007 - 15:50

    Onlar Dini Yıkmaya Çalıştıkça
    Allah-u Teâlâ Dünyayı Yıkacak:

    Bu dini yikmaya çalişanlar; ön safta gibi görünen sapitici imamlar, münafiklar ve kâfirlerdir.

    Insanlar günâ gün dini yikmaya çaliştikça, Allah-u Teâlâ da günâ gün dünyayi yikacak.

    Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:

    “Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)

    Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fâsıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.

    “Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)

    Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.

    Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

    “Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb’in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildi.” (Hûd: 117)

    Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim’dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helak etmez, böyle bir ihtimal yoktur.

    Çünkü Âyet-i kerime’sinde:

    “Rabbin kullarına zulmedici değildir.” buyuruyor. (Fussilet: 46)

    Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizin bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır. Şöyle buyurmuşlar:

    “Ey insanlar! Sizden önce helak olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen alimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır.

    Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.

    Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.

    Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır.” (İbn-i kesir)

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

    “İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)

    Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.

    Bir topluluğun başına felâketler gelip belalara uğrayacakları zaman, oranın ileri gelen mütekebbir ve müstekbirleri azgınlaşır.

    Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Biz bir memleketi yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helake müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz. “ (İsrâ: 16)

    Abdullah İbn-i Abbas -radiyallahu anh- bu Âyet-i kerime’ye şu şekilde mânâ vermiştir:

    “Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder.”

    Yani halkın helâkine vesile olurlar.

    Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler.” (En’am: 123)

    Hususiyetle ileri gelenlerin mevzu edilmesi, onların sahip oldukları geniş imkânların daha çok olmasından; başkalarına kıyasla kendilerini hile ve tuzaklara, isyan ve tuğyana, küfür ve inkâra daha çok yöneltmiş olmasındandır.

    Her biri koyun postuna bürünmüş bir kurda benzer. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.

    Bu ise imtihanın tam olarak yapılabilmesi, ilâhi takdirin bütünüyle yerine gelmesi, herkesin kendisine kolaylaştırılan yolda yürümesi ve en sonunda herkesin hak ettiği karşılığı bulması içindir.

    Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:

    “Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar.” (En’am: 123)

    Hiç şüphesiz ki bunun vebali kendilerini kuşatacaktır.

  • Siyah Bayraklılar

    15.08.2007 - 19:26

    Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

    “Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar’ın çıkmasıdır.” (Suyûtî, Kitabu’l-Arfi’l-Verdi fî Ahbâri’l-Mehdi; Cârullah, no: 1494, s. 99. Bl. 7, Hadis no: 13)

    Aslında görebilen için bu Hadis-i şerif’te her şey çok âyân bir şekilde belli edilmişti. Mühim olan, geleceği haber verilen bu zâtı bu Hadis-i şerif’te görebilmekti. Fakat bu herkese müyesser olmadı. Çünkü her bilginin özü Hadis-i şerif’lerde gizlidir.

    Şu kadar var ki, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de “Şifâu’l-Alîl” adlı eserinde şöyle buyurmuştu:

    “O’nun, velilerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u Teâlâ’ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil kılacağı bir ‘Bayraklılar ashâbı’ vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği ‘Hassü’l-Has’; yâni ‘Seçkinlerin de seçkini’dir.” (5b yaprağı)

  • hatemül evliya

    15.08.2007 - 19:06

    Hâtemü'l-Evliyâ'nın,
    Halkın Fesada Düştüğü Bir Devirde Türk'e Gönderilmesi:

    Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı 'Hatmü'l-Evliyâ' adlı eserinde, kırkların tümünün zuhurundan sonra 'Hâtemü'l-evliyâ' olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri (v. 932) , yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı 'Büdüvv-ü Şe'n' adlı risâlesinde belirttiğine göre, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk'e gönderileceğini keşfetmişti.

    Hazret sanki âhir zamanın fitne, sıkıntı ve buhranla dolu karanlık günlerinde yaşayan insanların, isyanları nedeniyle belâya maruz kaldıkları bir âna nazar edercesine, mânâ âleminde; 'halkın hepsini susmuş, korkudan dehşete düşmüş' ve 'kimileri kimini tanımaz ve korkudan garipleşmiş' bir hâlde müşâhade etmiş; kendisine Allah tarafından 'emrolunmuş bir kimse'nin, 'hiç kimse farkına varmadan' böyle bir ortamda 'yardımcılarıyla birlikte' yeryüzüne geldiği haber verilmişti.

    Bu kişi diğer veliler üzerinde söz ve tasarruf sahibi bir zât olmalıydı ki, tanımadığı bir kimse kendisine; 'Şu acâipliği görüyor musun? Emrolunan kişi kendileriyle konuşmak için tüm dünya ehlinden kırk kişiyi istemiş! ' diyerek, onun 'hepsi dünya ehlinden olan bu kırklar'ı mânevî bir toplantıya çağırdığını bildirmişti. Toplantı emri yalnız kırklar'a gelmiş, ancak bu zâtı, yanındaki bazı velîlerle birlikte Hazret de merâk edip görmeyi istemişti. Öyle ki; 'Emrolunan kişiyi ben hangi şeyle tanıyacak ve (onunla) ne zaman tanışacağım? ' diyerek, bu arzusunu açıkça da dile getirmekteydi. Bunun üzerine Hazret'e: 'Kırkların henüz tamamı mevcud değilken; emrolunan kişinin bunların üzerine, Türk'e geleceği haber' verildi.

    Nitekim Hazret, bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra; halkı içinde bulundukları çalkantı ve karışıklıktan kurtaran bir de ordu bulunduğunu müşâhade ederek; 'Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu.' diyor ve ardından 'Kendilerini korkuttuğunu görmüş olduğum şeyden onlar sayesinde tesellî buluyorlardı.' buyurarak, halkın içine düştükleri fesaddan bu ordu sayesinde kurtulduklarına işaret ediyordu. Çünkü bu zât 'Türk'e geleceği' sırada, henüz 'kırklar tamamına ermeden bu halk fesâda düşmüş'tü.

    Hazret nihayet kırklarla birlikte bu toplantıya katılacağını haber aldı ve kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. O an kendisine: 'Niye ağlıyorsun? Biz onunla konuşup sırlaşacağız ya! ' diyen bir kimseye; 'Ben başka bir yere konulacağım diye ağlamıyorum. Kalbimin merhametinden ötürü ağlıyorum. Bana insan topluluklarının içine konulacak olan kırklar daha bu devirde seyrettirildi ya, işte bunun için ağlıyorum! ' demiş ve yine kendisine heyecanla: 'Emrolunan kişiyi gördün mü? Emrolunan kişiyi gördün mü? ' diyen başka bir kişiye ise: 'Hayır! Lâkin kubbe kapısının sonuna kadar vardım, iki ayağımla sıçrayarak emrolunan kişinin kapısını çaldım. Emrolunan kişiyi bu kubbeden elini çıkarır gibi gördüm.' cevabını vermişti.

    Bunları söylerken, birdenbire 'emrolunan kişi'nin 'kırklar'a işaret ederek; 'Bu kırkları şu hazîreye götürün, onları burada 'ayakta tutma'ya hapsedin! ' emrini verdiğini işitti. Hazret, o kişiyi görme lütfuna eriştiği bu andan sözederken; 'O bu dünya ehlinden daha farklı ve seçkindi. Ben emrolunan kişinin küçük ordusuyla ve Türk'le yürüyordum, bana hiç kimse zarar veremiyordu. O ben de dâhil olmak üzere, büyüklerin hepsini bu toplantıda biraraya topladı.' diyordu. Bundan sonra o zât, Hazret'e; 'Mescide çık, sana kendimle ilgili sırlar vereceğim! ' dedi ve ardından kendisine: 'Sen onların tümünün zuhuruyla kâim olacak kimseyi görüyorsun! ' şeklinde bir hitap geldi. (Hakîm et-Tirmizî, 'Risâle-i Büdüvv-i Şe'n', İsmâil Sâib, nr.: 1571, vr. 215b-216a-217a)

    Bu beldenin Türk beldesi olduğunu Allah-u Teâlâ ona bin küsur sene evvel bildirdi. Bu doğrudan doğruya ilâhî bir ilhamdır ve bir keramettir.

    Hazret arzettiğimiz beyanlarında; 'Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu.' buyuruyor.

    Bunun mânâsı;

    Osmanlı devleti bir zamanlar İslâm'ın bayrağını götürüyordu. Hilâfet onlardaydı. Allah-u Teâlâ onları her devirde velilerle destekledi. Fakat âhirzaman geldi, fesat devri başladı ve bu necip millet bozuldu, fesat hâline düştü. Öyle bir fesat ki, iman ile küfür birbirine karıştı.

    Böyle bir zamanda, bu necip milletin necip olanlarını kurtarmak için, Allah-u Teâlâ bu beldeye Hâtemü'l-velî'yi gönderdi. Bu milleti seviyor, neciplerini ayırıyor, onları desteklemek için bir lütuf veriyor.

    Daha evvel de arzetmiştik ki; bu birinci basamaktır. Hem Türk milletine, hem de Türk ordusuna gönderildi. Bu gönderilme Türk milletinin ıslâhı, ordunun mânevî desteğidir.

    Binaenaleyh bu destek ahirete çekilinceye kadar devam edecek. İşin nezaketi daha sonra başlayacak. Nasıl ki her çadırın bir direği olur, çadırı ayakta tutar, direk yıkılınca çadır da yıkılır.

    Allah-u Teâlâ bu direği çekince bu millet büyük bir perişanlık içine düşecek, bu perişanlık bütün İslâm âlemine sirayet edecek. İslâm âlemi bir müddet büyük bir çalkantı içinde bulunacak. Fitnenin en çok yayıldığı bir anda Allah-u Teâlâ çığır açmak için, bayrağı kaldırmak için Hazret-i Mehdi'yi gönderecek ve ona ruhsat verecek. O kendisine bahşedilen ruhsatla, mânevî destekle murad edilen noktaya kadar yürüyecek, vazifesini ifâ edecek. Sonra onun elindeki iradeyi de çekecek. Deccal'e salâhiyet vermeyi murad edince, onun kuvvetine karşı çok zayıf düşecek. Bunun sebebi, Hazret-i Mehdi uzağa açılacak, o ise istilâya başlayacak. Ortalık büsbütün karışacak. Hazret-i Mehdi çok zayıf düşünce, onun maiyetini kurtarmak ve İslâm'ı galebe çaldırmak için Allah-u Teâlâ üçüncü olarak da Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı gönderecek. Deccal ve yahudiler o şekilde temizlenecek. İslâm âlemi küffârdan, yahudinin zulmünden kurtarılmış olacak. Fakat bununla kalmayacak. Bu hâlâtı gören Çin harekete geçecek, o zamana kadar harplerle boşalan dünyayı istilâ edeyim diyecek. Üzerlerine tank gibi yürüyecek, fakat Allah-u Teâlâ onları da bir gecede helâk edecek ve böylece dünyayı boşaltmış olacak.

  • fethullah gülen

    15.08.2007 - 18:58

    Konuşmasında: “Patrik Hazretleri bu centilmenliği yapmışlardır.” demiştir.

    Allah-u Teâlâ’nın en büyük düşmanlarından birine Hazret dediği zaman içi titreyip hiç Hazret-i Allah’tan korkmadı mı?

    İmanın hiç mi eseri kalmadı, tamamen mi sukut etmiş? Siz bu ani dönüşün sebebini sorun ve araştırın. Bu sözü söylerken narcılık dini namına mı söyledi, yoksa kendisini müslüman imiş gibi mi gösterdi?

    Oysa İslâm dini böyle bir dalâleti kesinlikle reddeder.

    Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerifler’inde:

    “Münafık adamlara ‘Efendi’ diye hitap etmeyin. Zira o, efendi denilerek büyütülecek olursa, Allah’ın sevmediğini tâzim ettiğinizden dolayı, Aziz ve Celil olan Rabbinizin gadabını celbetmiş olursunuz.” buyurmuştur. (Ebu Dâvud)

    O ise bu emr-i nebevîyi hafife almış, göz göre göre Allah düşmanına Hazret demek küstahlığında bulunmuştur.

    Biz de diyoruz ki, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz. Hazretimiz Allah’tır. O ise papaza Hazret diyor. Bizim Mevlâmız Allah, onun mevlâsı ise papaz. Biz varlığımızdan utanıyoruz, Var ile övünüyoruz. O ise varlığı ile, kalabalığı ile övünüyor.

    Uhud savaşının son safhaları idi. Yetmiş kadar şehid verilmiş, bir çok mücahid ağır yaralar almış, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise takatsiz kalmıştı. Uhud dağındaki kayalığa çıkıp orada dinlenmek istiyordu. Fakat çok yorgun ve bitkin bir halde olduğu için yürümeye takati yoktu.

    Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh- hemen yere çöktü, sırtına alarak kayalığa kadar çıkardı.

    Ashab-ı kiram Resulullah Aleyhisselâm’ı görünce sevindiler, etrafında toplanınca üzüntüleri dinmişti.

    Müslümanların Uhud kayalığına çıktığını gören Ebu Süfyan da bir takım müşriklerle başka bir yoldan üst tarafa çıkıp ansızın üzerlerine hücum etmek istedi. Müslümanlar üzerlerine taş atarak müşriklerin dağa çıkmasına mani oldular.

    Ebu Süfyan Resulullah Aleyhisselâm’ın sağ olup olmadığı hakkındaki şüphesini gidermek için müslümanlara karşı üç kere “İçinizde Muhammed var mı, sağ mı? ” diye bağırdı. Resulullah Aleyhisselâm cevap verilmemesini söyledi. Ebu Süfyan “Ebu Bekir sağ mı, Ömer sağ mı? ” diye üç kere tekrarladı. Karşılık verilmeyince, ordusuna dönerek “Hepsi ölmüş! ” dedi. Sevindiler.

    Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamayıp “Ey Allah’ın düşmanı! Vallahi yalan söylüyorsun! ” dedi. Ashab da bunu tekrarladı. Ebu Süfyan “Bizim Uzzâ putumuz var, sizin yok! ” diye seslendi. Resulullah Aleyhisselâm ashabına “Buna cevap vermeyecek misiniz? ” buyurdu. “Ne diyelim? ” dediler. “Allah bizim sahibimizdir. Sizin sahibiniz ve Mevlânız yoktur deyiniz.” buyurdu. Onlar da bunu aynen söylediler.

    Bizim mevlamız var, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz.

    Sizinle bizim aramızda Hakk ile bâtıl berzahı var. Biz Hakk’a uyarız ve Hakk’ı tarif ederiz. Hazret-i Allah ve Resulullah ile övünürüz. Siz ise; bâtıla uyarsınız. Hazretiniz olan papazı tarif etmeye, halka sevdirmeye, bütün müslümanlara küfrü hoş göstermeye çalışırsınız. Hazret-i Allah’ın düşmanını taltif eder, karşısında eğilir büzülürsünüz. Aynaya bakarsanız kendinizi görürsünüz. Zira bu fotoğraflar içinizi dışarıya aksettiriyor. Siz hâlâ müslümanmış gibi görünmeye mi çalışıyorsunuz? Bu perde altında müslümanları soyup yolmuyor musunuz? Bilmeyenler sizin hâlâ müslüman yetiştirdiğinizi zannediyor. Oysa sizin kendi kurduğunuz dininiz için çalıştığınızı çok az kişi biliyor. Siz küfre hizmet etmiyor musunuz? Dininizi kurmuşsunuz, narcı yetiştirmiyor musunuz? Körpe dimağları zehirlemek ve küfre sokabilmek için yurtlar açıp, pansiyonlar kurmadınız mı? Bu vesile ile bir taraftan küfre kaydırıyor, diğer taraftan da bu çalışmaları büyük bir hizmet gibi göstererek, halkın paralarını rahat rahat yemiyor musunuz?

  • fethullah gülen

    15.08.2007 - 18:52

    f.gülen Allah,ın ayetlerini hiçe sayan,bazı ayetleri degiştiren[örnek.nahl suresi ayet 43] de ehli zikre sorun bilmiyorsanız kısmının yerine tevrat ve incil alimine sorun ibaresini koyandır.Delil.HAK DİNİ KURAN DİLİ kitabının 5.nci cildi.zaman gazetesinin verdigi kitap.

  • fethullah gülen

    15.08.2007 - 00:49

    İİman ve Küfür Berzahı:

    Merakla sorulan bir soru:

    “Fethullah bunlarla dostluğu yani küfrü hoş görmeyi Narcılık dininin namına mı yapıyor, yoksa kendisini müslümanmış gibi mi göstermeye çalışıyor? ”

    Böyle bir sapıtmayı İslâm dini reddeder. “O onlardandır” der. O halde bunun açığa çıkması lâzımdır. Narcılık dini namına yaptığını belirtmesi ve ilân etmesi gerekiyor.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde babalar ve oğullar dahi olsa, küfrü imana tercih ettiklerinde, onlarla dostluktan menederek şöyle buyurmuştur:

    “Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.

    Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)

    Yani, başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.

    Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde “Müminler yerine kâfirleri dost edinmek” sıfatı ile vasıflandırmıştır:

    “Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a aittir.” (Nisâ: 139)

    Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde şu duruma bir bakın!

    Bu Âyet-i kerime onların iç durumlarını ne kadar güzel beyan ediyor!

    Allah-u Teâlâ’nın izzet vermediği kimseler hiç bir şekilde şerefli olamazlar. O müminleri şerefli kılmıştır. Şu halde kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne kadar terstir!

    Allah-u Teâlâ değil onlarla dost olmayı, onlarla oturup kalkmayı bile yasaklamaktadır:

    “O size kitap’ta şunu indirdi:

    Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir söze geçmedikçe yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.

    Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.” (Nisâ: 140)

    Onlarla aralarında hiç bir fark kalmayacaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhal oldukları gibi cehennemde de beraber bulunacaklardır.

    Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde yahudi ve hıristiyanların, aralarında hüküm vermek üzere Allah’ın kitab’ına çağrıldıkları zaman yüz çevirip geri döndüklerini beyan buyurmaktadır. Bu yüz çevirip geri dönüşlerinin sebebi, onların Allah-u Teâlâ’nın aziz edici, zelil edici, mülkün sahibi, her şeye kâdir olduğunu kabul etmeyişleridir.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle duâ etmemizi emir buyurmaktadır:

    “De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 26)

    Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Kâfirlere ve münafıklara itaat etme! ” (Ahzab: 48)

    Bu Âyet-i kerime hakkında Elmalılı Hamdi Yazır Efendi tefsirinde şöyle söylemektedir:

    “Dâvet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak yasaklanıyor. Yasaklama ve uzlaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için mânâ ‘İtaat etme! ’ biçiminde olumsuz ifade edilmiş ve Allah’ın emirlerini tebliğde bir nebze hoşgörü, kâfirlere ve münâfıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır.”

  • fethullah gülen

    13.08.2007 - 20:29

    Ben yazilarimi hakikat sitesinden alirim beyanlar ayet ve hadistir zerre kadar imani olan ibret almaldir kimseye de dusmanligim yoktur karabuklu sen de dahil lutfen iftirayi birakalim ic ve dis dusmanlarmizi
    bilelim vatansiz iman imansiz vatan muhafaza edilmez
    www.hakikat.com da tum bu dusmanlarin ic yuzu ayet ve hadislerin isigi altinda beyan edilmistir

  • organ nakli

    13.08.2007 - 20:24

    Organların Şahitliği:

    Hazret-i Allah Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

    “O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şahitlik edecekler.” (Nur: 24)

    Bu dünyada organı alınan insanın organı kendisinde mi yoksa sonradan organı taşıyanda mı şehadet edecek?

    Elbette Hazret-i Allah herşeye kadirdir. Ancak Hazret-i Allah’ın nizamını, düzenini kimse bozamaz.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

    “Suçlular simalarından tanınırlar, alın saçlarından ve ayaklarından yakalanırlar.” (Rahman: 41)

    Ahirette insanlar yeniden dirildiği zaman, Cenâb-ı Hakk aynı sureti verecek ki, insanlar birbirlerini tanıyabilecekler. Sen âzânı başkasına verdiğinde o âzâ sende olmayacağına göre nasıl tanınacak?

    Diğer Âyet-i kerime’de ise:

    “O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” buyurmaktadır. (Yâsin: 65)

    Binaenaleyh mahşer gününde Hazret-i Allah ağızı mühürleyip âzâları kişinin lehine veya aleyhine konuşturduğu zaman, nakledilen o organ kimde konuşacak? İlk sahibinde mi konuşacak, nakli yapılan kimsede mi konuşacak? Böyle bir nakil yapıldığında o organ kimin hakkında şahitlik edecek? Her âzânın sahibinde olması gerekir. Bunun için aslâ vasiyet câiz değildir.

    “Onları diriltip bir araya getirerek toplayacağı gün, sanki dünyada gündüz bir saat kadar kalmış gibi olurlar. Kendi aralarında birbirlerini tanırlar.” (Yunus: 45)

    Kim ki bunca Âyet-i kerime’leri görüp caiz olduğunu söylerse küfre kayar.

    İfsad ediciler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

    “Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın.’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)

    Bu katliama cevaz vermek büyük bir dalâlettir, doğrudan doğruya bir ifsattır.

    Allah-u Teâlâ Secde sûresi 22. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

    “Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?

    Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız! ”

    Unutmayın ki Allah-u Teâlâ sizden öç alacağını bu Âyet-i kerime ile açık olarak beyan buyuruyor.

    Niçin? Bu kadar Âyet-i kerime’ler yüzünüze karşı okunup izah edildiği halde, gözü yumuk bakıyorsunuz, kılınız bile kıpırdamıyor. Artık kendi imanınızı kendiniz düşünün.

    Halbuki bir tek Âyet-i kerime’ye bütün insanlar, cinler, melekler dahi karşı çıksalar, hepsi kâfir olurlar.

    Siz ise kupkuru zanna dayanıyorsunuz.

  • organ nakli

    13.08.2007 - 20:22

    Hadis-i Şerif’e Dikkat! :

    Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:

    Tufeyl bin Amr ed-Devsî -radiyallahu anh- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek “Yâ Resulellah! Muhkem bir kal’aya ve muhafızların yanına gitmek ister misin? ” demiş. (Câbir ‘Cahiliye devrinde Devs kabilesine ait muhkem bir kal’a vardı.’ diyor.)

    Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buna râzı olmamıştı. Çünkü Allah muhafızlığı Medine’li Ensar’a ayırmıştı.

    Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine’ye hicret edince Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- de Medine’ye hicret etti. Onunla birlikte kavminden bir zât da hicret etti. Fakat Medine’de sıkıldılar. O zât hastalandı ve sabırsızlık ederek oklarını aldı, onlarla parmak eklerini kesti. Derken ellerinden kan fışkırmaya başladı, sonra da öldü.

    Daha sonraki günlerde Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- onu rüyasında gördü. Kılık kıyafeti güzel olmasına rağmen elleri sarılı idi. Tufeyl -radiyallahu anh- ona “Rabbin sana ne yaptı? ” diye sordu. O da “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına hicret ettiğim için beni affetti.” diye cevap verdi. Tufeyl -radiyallahu anh- “Neden seni ellerini sarmış görüyorum? ” deyince:

    “Bana ‘Senin bozduğun bir organını biz düzeltemeyiz.’ denildi.” cevabını verdi.

    Tufeyl -radiyallahu anh- bu rüyayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e anlattığında:

    “Allah’ım! Onun ellerini de affeyle! ” diye duâ etti. (Müslim: 116)

    Bunca Hadis-i şerif’leri görüp organ nakli ve vasiyetinin caiz olduğunu söylerse küfre kayar. Çünkü bu bir intihardır, intihar ise hem katliamdır, h

  • organ nakli

    13.08.2007 - 20:22

    ORGAN NAKLİ VE VASİYETİ CÂİZ MİDİR?

    Bu Hususta Mahlûkun Hükmü Yoktur.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Böyle Buyuruyor:

    “Kendi kendinizi katletmeyin.” (Nisâ: 29)
    Bu bir emr-i ilâhî’dir.

    “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara: 195)
    Bu da bir emr-i ilâhî’dir.

    “Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.” (Nisâ: 93)
    Bu ilâhî bir hükümdür.

    KİM BU ÂYET-İ KERİME’LERİ GÖRÜP CÂİZ OLDUĞUNU SÖYLERSE KÜFRE KAYAR.

    Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde
    şöyle buyuruyorlar:

    “Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.” (Ebu Dâvud: 3207)

    “Bir adamın yarası vardı. (Istırabına dayanamayıp) kendisini öldürünce Allah-u Teâlâ: ‘Kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım.’ buyurdu.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 668)

    İlahi Hüküm:

    Bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettiği için bu bir intihardır.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

    “Kendi kendinizi katletmeyin! ” (Nisa: 29)

    Bu bir emr-i ilâhi’dir.

    “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın! ”(Bakara: 195)

    Bu da bir emr-i ilâhi’dir.

    Bu mesuliyet organlarının alınmasını vasiyet edenlere âittir.

    İkinci mesuliyet ise vasiyet etmediği halde, vârisin de haberi olmadığı halde, öldü diye organlarını alan doktorlara ve bu fetvâyı verenlere âittir.

    Bu husustaki Âyet-i kerime’de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

    “Kim ki bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.”(Nisa: 93)

    İşte bunlar bu Âyet-i kerime’nin kapsamına girmektedirler. Hem bu fetvayı veren, hem de bu katli yapan aynı mesuliyetin içine girer. Bu bir katldir, bunlar katildir.

    İşte Âyet-i kerime! İtirazınız varsa Âyet-i kerime ile cevap verin! Bu böyledir!

  • amerika

    12.08.2007 - 10:45

    Amerika Irak harbinde Türkiye’yi harbe sokmak için ne lâzımsa yapıyordu. Onun plânı Türkiye’ye göre idi. Türkiye’den çıkarma yapacak, Türkiye asker yığacak, Türk askeri ile beraber harp yapacak ve bu saha kolaylaşacaktı ona. Yani mânen istilâ edecekti. Amma Allah-u Teâlâ ne murad ettiyse o oluyor. Hasbünallah ve ni’mel vekil.

    Türkiye harbe girmiş olsaydı çok büyük kayıp olurdu. Müslümanların nazarında bugünkü zulümlerin müsebbibi kabul edilirdi.

    Bugün de İran’ı vurmak için hazırlık yapıyor. Ve yine Türkiye’yi kullanmak istiyor.

    Şimdi bir temsil arzedelim.

    Amerika Türkiye’ye diyor ki: ‘Arabacı tekerleğini versene! ’, ‘Ben ne yapayım? ’, ‘Sen sürt! ’

    Hep ister ki Türkiye’yi hem bölsün, hem harbe soksun. “Sen sürt, ben yaşayayım” diyor. Türkiye kuvvet bulmasın parçalansın. Çünkü Türkiye’yi büyük görüyorlar. Türkiye içinden çökük amma, onlar büyük görüyorlar, parçalayalım diyorlar. ‘Yunan yutsun, şu yutsun, bu yutsun kâfir yutsun! ’ diyorlar. Allah’ım korusun, Allah’ım korusun, Allah’ım korusun! O koruyor zaten. İç düşman dış düşman.

    Kâfirden müslümana hiçbir zaman fayda gelmez. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, onların birbirleriyle dost olduklarını beyan buyuruyor.

    “Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)

    İslâm’a ve müslümanlara olan kinleri hiç sönmemiştir. Özellikle Türkler’e karşı ayrı bir garezleri vardır. Zira tarihte Allah-u Teâlâ en derin galebeyi İslâm’a vermiş. Asr-ı saâdet’te ve Osmanlı Devleti zamanında. Geçen ayki dergimizde bu konuyu uzun uzadıya izah etmiştik.

    Hiçbir sınır tanımayan açgözlülüklerini tatmin uğruna giriştikleri ifsat ve sömürgecilik gayretlerinin önündeki en büyük engel daima İslâm milletleri ve bilhassa Türkler olmuştur.

    Nitekim geçen ayki dergimizde “Batı Bizi Neden Sevmez? ” başlığı altında izah edilen 10 maddeyi sıralayan Prof. Neumark’ın son tespiti şuydu:

    “Sizler milli kimliğinize dönerseniz Avrupa’nın medeniyeti ve refahı yıkılır. Ama batı size bu imkânı vermez.”

    1930 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan bu yahudi profesör bunu söylüyor.

    Her ne kadar bu yahudi profesörü böyle diyorsa da;

    Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman bir ıslâh edicisini gönderir ve eski duruma getirir. Bu halka bırakılmaz, Hakk’ın işidir.

    “Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i imrân: 26)

    Binaenaleyh hasmımızı tanımamız ve çok uyanık olmamız icabediyor. Zira Amerika olsun, Batı olsun bu İslâm milletini silâh ile yıkamayacağına kani olduktan sonra yaklaşık 300 yıldır Haçlı seferlerinin şeklini değiştirmiş, öncelikle iç bünyemizi ve manevî değerlerimizi bozmak ve yıkmak için sinsice çok büyük bir gayret içerisine girmiştir. Bu veçhesiyle Haçlı seferleri büyük bir kin ve vahşetle devam etmektedir. Her türlü işkence vahşet yöntemini insan bedeni üzerinde pervasızca uygulayan Batı ülkeleri, benzer bir vahşet ve yok etme duygusuyla bizim dini ve manevî değerlerimizi, millî duygularımızı yıkmak, parçalamak için elinden gelen her yolu kullanmaktadır.

    Nitekim hususiyetle şu günlerde bütün dünya ibresini Türkiye’ye göre ayarlamaktadır. Zira Türkiye Amerika’nın yanında hareket ettiği zaman Amerika’ya diş bileyecek kuvveti kendilerinde görmüyorlar. Türkiye Amerikan boyunduruğundan kurtulabilmiş olsa, akıllı bir siyasetle Amerika’dan rahatsız olan birçok ülkenin maddi, manevî desteğini göreceği kesindir.

    Amerika bir plan çeviriyor, ancak ona da kalacak değil!

    Tarih boyunca bir iniş bir çıkış olmuş. Öyle murad etmiş. Bir galebe, bir mağlubiyet, bir galebe bir mağlubiyet... Bu mülkün padişahı bir tane, başka yok. Ve yarın da göçüp gideceğiz. Nereye? Murad ettiği yere. Murad-ı ilâhî ne ise o olur. Mülk O’nun çünkü.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyur ki:

    “Biz o sevinçli ve kederli günleri insanlar arasında (bazen lehe bazen aleyhe) döndürür dururuz. Bu da Allah’ın, ihlâslı ve azimli müminleri ayırt etmesi, içinizden şehidler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.” (Âl-i imrân: 140)

    Binaenaleyh Amerika’ya da kalacak değil.

  • fethullah gülen

    11.08.2007 - 10:56

    II. VATİKAN KONSİLİ VE
    HOŞGÖRÜ-DİYALOG TOPLANTILARI

    8-10 yıldır memleketimizde hoşgörü ve diyalog toplantıları ll. Vatikan Konsili’nde alınan kararların bulunduğu “Kilisenin Hıristiyanlık Dışındaki Dinlerle Münasebetlerine Dair Beyanname” çerçevesinde yapılan çalışmaların neticesidir.

    Nitekim 1965’te sona eren Vatikan Konsili ile Papalık, tarihinde ilk defa olarak Müslümanlarla diyalog kurmaktan bahsetmektedir.

    1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güç kullanma ve soykırım yöntemleri ile müslüman memleketleri istilâ edemeyeceğini anlayan hıristiyanlar misyonerlik faaliyetleri için yeni bir kisve bulmak zorunda kalmışlardır.

    ll. Konsil’in ürünü olan ve Papalıkça yayınlanan “Hıristiyanlarla Müslümanlar Arasında Kurulacak Diyalog İçin Yönlendirmeler” isimli kitap incelendiğinde görülecektir ki maksat hıristiyanlara müslümanlara yeni yaklaşım tarzını öğretmektir.

    1964 yılında II. Vatikan Konsili esnasında Papa VI. Paul’ün talimatıyla kurulan “Hıristiyan Olmayanlar Sekretaryası”nın 1973 yılında sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossan, Sekretarya’nın yayın organı Bulletin’deki bir yazısında, yine aynı amaçtan kıl payı sapmadan şunu belirtiyordu:

    “Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilisenin bütün faaliyetleri üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih’in sevgisini ve Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog kilisenin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.”

    1984 yılından beri “Hıristiyan Olmayanlar Sekretaryası”nın başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze ise, geçmişten bugüne gelinen noktayı anlatırken, “Papa VI. Paul’ün vizyonu gerçekleşmektedir. Çünkü dinlerarası diyalog, kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir.” diyordu.

    ll. Konsil’in yayınladığı metinde ısrarla ve itina ile İslâm kelimesi yerine Müslümanlar tabiri kullanılmıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, İslâm dinine hiçbir hoşgörü beslemedikleri halde müslümanlara yaklaşarak hıristiyanlığı aşılamak ve yaymak gayesi gütmektedirler.

    Papa II. Jean Paul’ün 1991 yılında ilân ettiği “Redemptoris Missio” (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle deniyordu:

    “Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı, Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir... Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyalogun evangelizasyon (misyon) dan ayrılmadığı gerçeği gözardı edilmemiştir.” (Jean Paul II. Redemptoris Missio Roma: 1991)

    Fetullah Gülen de Papaya gönderdiği mektupta bu amaca hizmet etmekten bahsediyordu: “Papa 6. Paul tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinlerarası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz.”

    Papa II. Jean Paul 2000 yılına girerken yayınladığı mesajda da şöyle diyordu: “Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım.”

    Hıristiyan olmayan insanlara karşı sıcak, sempatik, daha hoşgörülü ve sevgi ile yaklaşılmasına dair alınan prensip kararı bu faaliyetin misyonerlik boyutudur.

    Fetullah Gülen de Papaya gönderdiği mektubunda; “Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir.” diyor.

    Hıristiyan olmayanlarla münasebet Sekretaryası’nda görev alan ruhaniler eski uzman misyonerlerden seçilmiştir.

    İslâm’dan uzaklaşmış müslümanları diyalog ve sempati yoluyla kolayca hıristiyanlaştırmaya çalışmaktadırlar.

    Diğer taraftan istiklâl mücadelesi yapan müslümanları dünyaya kötü göstermek ve karalamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

    Hülâsa olarak; hıristiyan alemi müslüman memleketlerin üzerinde oynadıkları oyunlarla bu memleketlerin geri kalması, terakki etmemesi hatta anarşi ve terör ile parçalanması için her yolu denemişler, ülkemizde de dinimizi ve vatanımızı parçalamak isteyen bölücü ve yıkıcı faaliyetlere yıllar yılı destek vermişlerdir.

    Özellikle Güneydoğu Anadolumuz’da büyük bir misyonerlik faaliyeti yürütmekte, Kürtçe ve Türkçe incil dağıtmaktadırlar.

    Hıristiyanlığı kabul etmeleri için o yörede yaşayan vatandaşlarımıza deprem bölgesinde hayır ve yardım adı altında verdikleri paralar karşılığında hıristiyanlağı yaymaya çalışmaları, incil dağıtmaları bu amaca hizmettir. Hıristiyanlık ve misyonerlik adına müslüman halkımıza büyük maddi imkânlar sunan hıristiyan devletlerinin gizli gayesi belli iken, bu misyonerlerin daha rahat çalışması için zemin hazırlamak, aziz vatanımızı kafire peşkeş çekmek değil de nedir?

    Dünyadaki İslâm memleketlerinde faaliyetlerini vargüçleriyle sürdürmektedirler. Hıristiyan ve yahudilerin manevi ve temsili değer atfettikleri Harran, Tarsus gibi İslâm beldelerine, şimdi de Mardin’e bu papaz ve hahamları çağırmak onların gizli emellerine alet olmanın ta kendisidir.

    Tek kelimeyle siz de küfrü hoş görün diyorlar. Hayır! Biz küfrü hoş görenlerden değiliz.Fethullahin durumu budur gizli misyoner

  • islam

    11.08.2007 - 10:54

    İslâm Dini:

    İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

    “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)

    İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.

    Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân: 85)

    Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmişler ve cezâya müstehak olmuşlardır. İslâm’dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.

    Târık bin Şihâb -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre, bir yahudi Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- e gelmiş ve Mâide sûre-i şerif’inin 3. Âyet-i kerime’sini kastederek “Siz bir âyet okuyorsunuz ki, bu âyet bize indirilmiş olsa, o günü bayram yapardık.” demişti.

    Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şu cevabı verdi:

    “Ben bu âyetin nerede indirildiğini, hangi gün indirildiğini ve o indirilirken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in nerede olduğunu pekâlâ bilirim. Bu âyet Arafat’ta indirilmiştir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de vakfe halinde idi.” (Müslim: 3017)

    Böylece Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de müslümanların o günü bayram edindiğine işaret etmek istemiştir.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:

    “Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin.” (Bakara: 208)

    Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.

    İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiç biri birbirinden ayrılmaz.

    Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.

    Bu gibi ilâhi emirlere muhalif harekette bulunanlar için büyük bir tehdit olmak üzere diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Size açık açık deliller geldikten sonra ayağınız kayarsa, şunu iyi bilin ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Bakara: 209)

    Kendisine isyan edenlerden intikam almaktan aciz değildir. İntikam alırken bile ancak hak olarak intikam alır.

    Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

    “Ey iman edenler! Allah’a ve Resul’üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin.” (Enfâl: 20)

    Halbuki sizler, kendisine itaat edilmesinin gerekli olduğunu söyleyen Kur’an-ı kerim’i işitiyorsunuz, ona muhalefet etmeyi yasaklayan öğütleri de dinliyorsunuz.

    “İşitmedikleri halde ‘İşittik! ’ diyenler gibi olmayın.” (Enfâl: 21)

    “Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü akletmeyen o sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl: 22)

    Onlar, kabul etmemek ve yüz çevirmek için böyle söylerler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler.

    Bu Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın sözlerini, emir ve yasaklarını işitip de mühimsemeyen veya hafife alan kimseler hakkında bir ihtar mahiyetindedir. Bu gibi kimseler işittiklerini gerçek mânâda işitmedikleri için, söz anlamayan sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmişlerdir.

  • ilim

    11.08.2007 - 01:58

    Sadır İlmi - Satır İlmi:

    Bir zâhirî hoca vardır, öğretmeye “Elif”ten başlar. Kişi günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Açıklayabildiği kadar Âyet-i kerime’leri açıklar. Hadis-i şerif’leri izah edebildiği kadar izah eder, en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır. Satırdan aldığını nakletmeye çalışır.

    Bir de Allah-u Teâlâ’nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ’nın talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ an be an yeni tecelliyatlarda bulunur. Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor, bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benî beşer, sadırın muallimi ise Allah-u Teâlâ’dır.

    Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

    “Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14)

    Sana hakikatı bildirecek olan, herşeyden kemâliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.

    Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir. Koyana âittir.

    Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.

    İlim ikidir: Sadır ilmi, satır ilmi.

    Satır ilmi duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim ederler. Hakk’a vâsıl olmak bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir.

    Sadır ilmi Allah-u Teâlâ’nın kalbe koyduğu ilimdir. Buna “Marifetullah ilmi” de denir. Marifetullah ehli bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan marifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için çift kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.

    Sadır ilmi bâtınîdir, satır ilmi zâhirîdir.

    Sadır ilmi hususidir, satır ilmi umumidir.

    Sadır ilmi hallere mahsustur, satır ilmi fiillere mahsustur.

    Sadır ilmi murakaba içindir, satır ilmi muamele içindir.

    Sadır ilmi burhan ilmidir, satır ilmi beyan ilmidir.

    Sadır ilmi hidayet ilmidir, satır ilmi rivayet ilmidir.

    Sadır ilmi o bilgiyle hakikatte O’na O’ndan başka bir delil olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ’nın kâinattaki sanatını görmektir.

    Zâhir ehli; ilim okur, okutmak için okur. Okudukça büyür, kendisini dev gibi görür.

    Bâtın ehli; okur, okudukça küçülür, küçüldükçe küçülür.

    Birisi halk için okur, birisi Hakk için okur. Birisi halktan ücret alır, birisi Hakk’tan ücret alır.

    Birisi kendini görür Hakk’ı görmez, birisi Hakk’ı görür kendini görmez.

    Bir temsil: Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğudur, kabuk olmazsa yumurtanın hükmü olmaz. Tarikat ilmi beyazıdır, bu ilmi elde etmek için kabuktan içeriye intikal etmek gerekiyor. Hakikat ilmi sarısıdır, daha da ileriye nüfuz edilerek elde edilir. Civcivin çıkması ise marifetullahtır, civciv çıkınca kabuk atılır, artık yumurtadan eser kalmaz. Kudsî ruh ile desteklenmiş olanlar marifetullaha nâil olduğu zaman ene kabuğunu deler, hiç olduğunu anlar, misal âlemine uçar.

    Fenâfişşeyh tahsili esnasında birçok tecellilere mazhar olunur. Kişi bu tecelliyatlara mazhar olurken herşeyi bildiğini zanneder. Fenâfirrasul tahsiline geçtiği zaman hakikata ulaşır ve hiçbir şey bilmediğini burada öğrenir. Yumurta bir süre sıcakta kalıp, civcivin kabuğu delip çıktığı gibi; Fenâfillâh’a da geçtiği zaman vücut varlığını deler, yol bulur. Kudsî ruh ile desteklenen kimseler Lâhut âlemine kadar çıkar. Kabuk değersiz bir hiç olduğu gibi; o anda artık kendi varlığının hükümsüz ve bir kabuktan ibaret olduğunu, herşeyin O’nun ve O’ndan olduğunu gözü ile görür. Bu tahsilde hiç olduğunu öğrenir, var olan Allah-u Teâlâ insanda tecelli eder. Fakat bunu gören dünya yüzünde kaç kişidir?

    Zâhirde iken insan hep bildiğini söyler, hakikata geçince içeriye nüfuz eder, hiçbir şey bilmediğini itiraf eder. Marifetullah’a geçmesi ile de hiçbir şey olmadığını bilir. Çünkü kurbiyet ve sıddıkiyete nâil olmuş olur.

    Kabuk da O’nundur, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, beyazı da O’nun ihsanıdır, sarısı da O’nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, mârifetullah ilmi de O’nun lütf-u ihsanıdır.

    Aslında var olan Allah’tır. Var’ı bulunca varlık ifnâ olur, kişi hiç olduğunu öğrenir.

    Zâhirde olanların ilmi satır ilmidir, halktan alır. Yani satırdan okumakla, bir hoca tarafından öğretilmekle alır.

    Nasıl ki bin inşaat mühendisi bir araya gelse, bir doktorun işini yapamaz. Neden yapamaz? Branşları, tahsilleri ayrı olduğu için, birinin ilmini diğeri bilmez. Bu da böyledir.

    Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye.” (Hâkka: 12)

    Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır.

    Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir. Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir.

    “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)

    Hadis-i şerif’i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür.

    Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.

    Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.

    Onlar vâris-i enbiyadır. Onlara “Vâris-i enbiya” denir.

    Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

    “Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye)

    Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik bu noktadan doğuyor.

    Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.

    Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.

Toplam 50 mesaj bulundu