Berca Kaan Adlı Antoloji.com Üyesinin Hakkınd ...

  • Berca Kaan
    Berca Kaan

    25.01.2011 - 16:11

    1- Reinhold Niebuhr

    'Tanrım!

    Bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için Sükunet,

    Değiştirebileceğim şeyler için Cesaret,

    Ve bunu ayırdedebilmem için Akıl ver! ' (god, give us grace to accept with serenity the things that cannot be changed, courage to change the things which should be changed, and the wisdom to distinguish the one from the other.)

    Reinhold Niebuhr: 'born June 21, 1892, Wright City, Mo., U.S. died June 1, 1971, Stockbridge, Mass. U.S. theologian. The son of an evangelical minister, he studied at Eden Theological Seminary and Yale Divinity School. He was ordained in the Evangelical Synod of North America in 1915 and served as pastor of Bethel Evangelical Church in Detroit, Mich., until 1928. His years in that industrial city made him a critic of capitalism and an advocate of socialism. From 1928 to 1960 he taught at New York's Union Theological Seminary. His influential writings, which forcefully criticized liberal Protestant thought and emphasized the persistence of evil in human nature and social institutions, include Moral Man and Immoral Society (1932) , The Nature and Destiny of Man, 2 vol. (1941-43) , and The Self and the Dramas of History (1955) '

    'bataklık ve kıraç yerlerde, bir tarihi olan ve özgür yaşayan köylüler arasında, multu yaşayabileceğini ve hiçbir sanatın boşluğu hissetmeyeceğini açık kalplilikle açıklayan, insan beyni için sosyalizm ve komünizm gibi kendi deyimiyle teorilerin ütopik olduğuna inanan, 1971 yılında hayatını kaybetmiş abd'li ünlü din adamıdır.'




    ''Tanrım; değiştiremeyeceğim şeyler için huzur, değiştirebileceklerim için cesaret ve ikisi arasındaki farkı anlamam için akıl ver.' Reinhold Niebuhr (1892-1971) Amerikalı İlahiyatçı

    Böyle bir dileğin yerine gelmesini 'Tanrı'dan beklemek tarafı bir yana; bu söz, en derin metafizik doğrunun bir ifadesidir. Rasyonel bir insanın zihni tavrının ne olması gerektiğinin en veciz ifadesidir.

    Bir çok insan, bütün hayatlarını asla değiştiremeyecekleri şeylere karşı nafile bir isyan içinde geçirirken, değiştirebilecekleri şeyler karşısında ise pasif bir teslimiyet içinde bulunurlar; aradaki farkı öğrenmek için de hiçbir teşebbüste bulunmazlar.

    Niebuhr'un sözünde bulunan felsefi öncülleri inceleyelim:

    a) İnsanın değiştiremeyeceği, insan eyleminden etkilenmeyecek, onun seçeneğine konu olmayacak, bilincinden bağımsız şeyler vardır; bunlar, tabiatın dayattığı gerçeklerdir -yerçekiminin var olması, insanın akıllı bir canlı olması gibi.

    b) İnsan eylemiyle değiştirilebilecek, insan eyleminden etkilenebilecek şeyler vardır; bunlar, insan-yapısı şeylerdir. Fakat, bu değişikliği gerçekleştirmek için insanın belirli bir kuvvete (cesarete) ihtiyacı vardır; bu kuvvet, irade yeteneği denen bilinç olgusudur.

    c) Değiştirilemeyecek ve değiştirilebilecek şeyler arasındaki fark aşikar değildir; bu fark, akıl yoluyla bulunabilir.

    Niebuhr'un sözündeki öncüllere yukarıdaki şekilde yaklaşmak, mevcudiyetin önceliğini kabul etmek demektir. Buna zıt bir yaklaşım, bilincin önceliğini kabul etmekle mümkündür. Bu yaklaşımların farkını araştırmak; bizi, her felsefi sistemin kökünde yatan temel metafizik meseleye götürür: mevcudiyetin önceliği ve buna karşı bilincin önceliği. Mevcudiyetin (realitenin) önceliği, mevcudiyetin mevcut olduğu aksiyomudur; yani, evren, bilinçten (herhangi bir bilinçten) bağımsız olarak mevcuttur; şeyler neyse odur, belirli bir tabiata, kimliğe sahiptir. Bu aksiyomun epistemolojik pareleli, bir diğer aksiyomdur: bilinç, mevcut olandan haberder olma yeteneğidir; yani, insan, dışa bakarak bilgi elde eder.

    Bilincin önceliği ise; bu aksiyomları reddetmek ve tersine çevirmektir; yani, evrenin bağımsız bir mevcudiyeti olmadığı, bilincin (insani ve/veya ilahi bir bilincin) ürünü olduğu nosyonudur. Bunun epistemolojik pareleli ise, insanın içe bakarak (ya kendi bilincine, yada başka, üst bir bilinçden gelen vahiylere bakarak) bilgi elde edeceği nosyonudur.

    Mevcudiyet yerine bilince öncelik verme tersliğinin kaynağı, bir insanın iç dünyası (bilinci) ile dış dünya arasındaki ayrımı tam kavramaktaki yeteneksizliği veya isteksizliğidir. Böylece, algılayanla algılanan arasındaki sınır kaybolur; bilinç ve mevcudiyet, dolaşık bir yumak haline gelir.

    Her bilinçlilik hali, bilincinde olunan bir şeyi (yani, realitede var olan bir şeyi) ve bilinci (yani, bilinç sahibi bir canlıyı) içerir. Fakat, bilinç ve realite arasındaki ayrım otomatikman bilinmez; öğrenilmesi gerekir. Gözlemler göstermiştir ki; küçük çocuklar ve ilkel insanlar, bilinç-realite ayrımını tam kavrayamaz. Küçük bir çocuğun ayna içinde kendini araması veya ilkel bir insanın, çıkagelir korkusuyla düşmanının adını zikr etmemesi gibi gözlemler bunu anlatır. İlkel olmayanlar arasında dahi; çok az sayıda insan, bu ayrımı tam olarak kavrayıp kabul eder. Bu ayrımı tam kavrayıp kabul etmek ile, bu işi eksik başarmak arasındaki ayrım; tam bir zihin sağlığı içinde olmak ile olmamak arasındaki ayrımdır.

    İnsanların çoğu, mevcudiyetin önceliğini, bazı durumlarda zımnen kabul eder; fakat, bazı durumlarda inkar eder.

    Bunun epistemolojik sonucu, entellektüel menzillerinin kısalması, yani soyutlamalarla uğraşma yeteneklerinin azalmasıdır. Bugün artık çok az insan, yağmur duasıyla yağmur yağdırılabileceğine inanır; fakat, çoğu insan, 'Tanrı yoksa, evreni kim yarattı? ' gibi bir argümanı geçerli sayar. Evrenin bir yaratıcısı olup olmadığı sorusu üzerinde düşünme imkanını veren bilinçtir. Evren, mevcudiyettir (realitedir) . Bilince konu olan bir şeyin mutlaka realitede olması gerekmez. Nasıl ki, yukarıdaki örnekteki ilkel insan, sırf adını zikretti diye -bütün korkusuna rağmen- o düşman çıkagelmezse; aynı şekilde, sırf 'Tanrı yoksa, evreni kim yarattı? ' diye sorabilmek de, evrenin realitede bir yaratıcısı olduğunu göstermez.

    Metafiziken-verili olgulardan farklı olarak; insan kökenli şeyler (ister fiziki, isterse psikolojik olsun) 'insan-yapısı olgular' olarak nitelenebilir.

    Bir gökdelen, insan-yapısı bir olgudur; bir dağ, metafizik bir olgudur. Bir dağı olduğu gibi, bir gökdeleni de insan değiştirebilir veya havaya uçurabilir; fakat, varolduğu sürece o gökdeleni yok sayamaz veya onun ne olduğunu inkar edemez. Aynı prensip, insan eylemlerine ve karakterine de tatbik edilebilir. Bir insan, değersiz bir alçak olmak zorunda değildir; fakat, öyle olmayı seçtiği süre boyunca, değersiz bir alçaktır ve kendisine bu gerçeğe uygun olarak muamele edilmelidir; kendisine karşı bunun aksine davranmak, bir olgu ile çelişkiye düşmek, bir olguyu yok saymak demektir. İnsanlar bir gökdeleni inşa etmek zorunda değildir; fakat, bir kere inşa edildiğinde, onu bir dağ gibi metafiziken- verili bir olgu olarak görmek, onun ortaya konmasındaki insani görkemi yok saymak, realiteye karşı olmaktır.

    İrade yeteneği, insana iki hayati açıdan özel bir statü verir: birincisi, metafiziken-verili olandan farklı olarak, insan ürünleri, ister maddi olsun, ister entellektüel, asla tartışmasız olarak kabul edilmemelidir; ikincisi, metafiziken-verili olan tabiatı yüzünden, bir insanın iradesi, başka insanların, gücü dışındadır. Evrensel Çekim Kanunu gibi değişmez ögeleri, evren için ne demekse; iradi bir bilince sahip olma özelliği, 'insan' denen varlık için o demektir. Hiçbir şey, bir insanı düşünmeye zorlayamaz. Başkaları; düşünmesine teşvik veya engel koyabilir, mükafat veya ceza verebilir; beynini, ilaçlarla veya sopayla dağıtabilir; fakat, zihninin işlemesini sağlayamaz; zihni çalıştırmak, insanın sadece kendi hükümranlığında olan, sadece kendi iradesiyle harekete geçebilecek bir güçtür.

    Bu yüzden, insana, ne itaat etmeli (boyun eğilmeli) , ne de kumanda etmelidir.

    Tabiattaki diğer şeyler gibi; insan konusunda da 'İtaat' edilmesi gereken şey, insanın metafiziken-verili tabiatıdır. Tabiatta, kimlikleri tesbit edildikten sonra, bir istisna ile herşeye kumanda etmek mümkündür; tabiatın içinde olmakla birlikte hiçbir şekilde dışarıdan kumanda edilemeyecek bu şey, insanın metafiziken-verili tabiatının (kimliğinin) bir ögesi olan insan zihnidir. Tabii nesneler, insan amaçlarına uygun olarak, yeni şekillere sokulabilir ve insan amaçları için araçlar olarak görülebilir; fakat, insanlar, yeni şekillere sokulamaz ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez.

    Tabiatla ilgili olarak; 'değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek' metafiziken-verili olanı kabul etmektir; 'değiştirebileceklerimi değiştirmek' bilim yoluyla bilgi edinerek verili olan şeyleri insani amaçlara uygun olarak değiştirmeye çabalamak demektir; 'ikisi arasındaki farkı bilmek' tabiata isyan edilemeyeceğini bilmek ve karşısında hiçbir eylem mümkün değilse, tabiatın ortaya koyduğu şeyi huzurla kabul etmek demektir.

    İnsanla ilgili olarak ise; 'kabul etmek' hemfikir olmak demek değildir; 'değiştirmek' de zorlamak demek değildir. Kabul edilmesi gereken, başkalarının zihninin işleyişine senin gücünün, senin zihninin işleyişine de başkalarının gücünün kapalı olduğu gerçeğidir; yani, başkalarının kendi seçimlerini yapma hakkına sahip olduklarını kabul etmek ve senin, başkalarıyla çelişme veya hemfikir olma, onları kabul veya reddetme, onlara katılma veya karşı durma konusunda, sadece kendi zihninin dikte ettiği tarzda davranman demektir. 'Değiştirmek' konusunda anlaşılması gereken tek şey, tabiat konusunda olduğu gibidir: bilgi verme yoluyla ikna etmek; ki, bu, karşıdaki insanların aktif bir zihne sahip olduğunu varsayar; aktif bir zihne sahip olmayanlar, dinlemek istemeyenler, kendi hatalarının sonuçlarıyla başbaşa kalmak üzere rahat bırakılmalıdır. 'İkisi arasındaki farkı bilmek' insan-yapısı kötülükleri (esasen kötülükleri zaten sadece insanlar yapabilir) asla tevekkülle karşılamamak, onlara asla gönüllü olarak teslim olmamak demektir. Karşısında direnmek için hiçbir eylemin yapılamadığı, en zorba bir diktatörlüğe esir düşülmüş olunsa bile; böyle bir diktatörlüğün zindanlarında işkence altında olunsa bile; bu diktatörlüğün kötülüğünü görmenin ve bu kötülüğü kabul etmiyor olmanın bilgisi; o şartlarda dahi duyulabilecek bir 'huzur'un kaynağıdır.

    İnsanlarla zor yoluyla etkileşimde bulunmak, tabiatla ikna yoluyla etkileşimde bulunmak kadar imkansızdır. Bu yol, insanları zor yoluyla yönetirken; tabiata; dualarla, büyülerle, rüşvetlerle (kurbanlarla) yalvaran vahşi insanların siyasetidir. Bu siyaset işlemez ve tarih boyunca hiçbir insan toplumu için işlememiştir. Ne var ki, modern filozoflar; kendileri, bilincin önceliği nosyonuna geri dönerken, bütün insanlığı da böyle bir siyasete sevk etmektedirler. Modern filozofların bir gurubu; tabiata; pasif, mistik, 'ekolojik' bir boyun eğiş önerirken; müttefikleri bir başka gurup, insanların kaba kuvvetle yönetilmesini tavsiye etmektedir.

    Kimlik Kanunu'nu insana tatbik etmemek, insanın kimliğini belirsiz bırakır; böyle olunca, insanın insan-olarak hayatta kalmasının zorunlu kıldığı maddi ve entellektüel ihtiyaçlar tam keşfedilemez.' (http://www.bencil.org/Tanrim.htm)

    Bir cümle ile insan nasıl Tanrılaş'tırılır! Dünyanın merkezine nasıl oturturuluru anlatan bir metin! Modern Batı'nın insan anlayışını anlatan ve Ayn Rand kültünü temel alarak yazılmış bir felsefik inceleme!

  • Berca Kaan
    Berca Kaan

    25.01.2011 - 13:33

    First Things
    Reinhold Niebuhr
    Moral Man and Immoral Society (1932)

    Matthew Berke

    Copyright (c) 2000 First Things 101 (March 2000) : 41-42.

    From the 1930s through the 1950s, Reinhold Niebuhr achieved a singular stature among twentieth–century American theologians. The son of a German immigrant pastor, Niebuhr (1892–1971) was not a popular evangelist but rather a philosopher of public life, bringing the insights of biblical truth to bear on the great issues of politics and social ethics. He spoke to and within the Church, but also to a broader educated public. Yet at the beginning of the twenty–first century, Niebuhr seems, at least to his disciples, a classic instance of the prophet who is without honor in his own country. This is not alto gether surprising, for despite his stress on the possibilities for improving the temporal world, and, beyond that, his ultimate affirmation of hope and redemption, Niebuhr expressed a profoundly tragic sense of history that runs against the grain of American optimism.

    An outspoken progressive and reformer from the start, Niebuhr was nonetheless always unhappy with the sentimentality and pacifism that pervaded the social program of liberal Christianity—especially mainline Protestantism—which (to oversimplify somewhat) sought to correct political injustices mainly through appeals to reason and conscience. In Moral Man and Immoral Society, Niebuhr broke decisively with this 'social gospel' outlook, insisting that power is the principal ingredient in arbitrating the competing claims of nations, races, and social classes. According to Niebuhr, conflict and tension are permanent features of history. While social improvement is possible, the justice of this world is born in strife and is always provisional, fragmentary, and insecure.

    Niebuhr’s pessimistic account was based not merely on observation of the world as it is, but also on a theology which emphasized that sin is endemic to the human condition in history. Man, as a creature whose existence paradoxically combines spirit and matter, can sense his own 'finitude and fragility' in the universe; annihilation and meaninglessness threaten all of his hopes, achievements, and affections. Thus man is tempted to prideful assertions of his will that provide an illusion of control and meaning. While he can ease his anxiety and pretension through faith in God rather than self, that faith is always imperfect (imperfect faith being, for Niebuhr, the essence of 'original sin') . Reason can sharpen ethical sensitivity and practice, but, ironically, it can also sharpen the capacity to rationalize selfishness and the will to power—and, doubly ironic, sometimes both at the same time.

    The tendency to rationalize, Niebuhr argued, is especially pronounced in man’s 'collective life.' While individuals in their personal dealings often transcend self–interest (hence 'moral man') , nations dealing with other nations, or social classes with other social classes, have little or no capacity for self–transcendence ('immoral society') . Nations and classes have limited understanding of the people they harm by their unjust self–assertion; they lack appreciation for the often complicated laws and institutions through which such injustice is perpetuated; and they are more inclined to embrace rationalizations of self–interest than prophetic denunciations. These facts, for Niebuhr, explain why dominant groups rarely yield their privileges except when put under pressure by some countervailing social force.

    Niebuhr’s 'Christian realism' was not, however, a Darwinian or Machiavellian ethic of pure struggle and the will to power. Niebuhr stressed the relevance of agape, or Christian love, not as a directly practicable political principle, but as the ideal toward which justice strives and the standard of judgment on all political achievements in history. Moral, rational, and religious appeals might be subordinate factors in the struggle for justice, but Niebuhr still counted them as real: if rational and ethical considerations alone don’t make oppressors yield just concessions to the oppressed, they often do enable them to internalize rather than contest reforms once they are established.

    Political power is necessary in politics, Niebuhr insisted, but it should be exercised by men and women who possess prudence, self–knowledge, forgiveness, and charity. Equipped with these faculties and theological virtues, they will be better able to fight for justice in a way that makes reconciliation possible. (Lincoln and Churchill were Niebuhr’s models in this respect.) There is already in Moral Man and Immoral Society a hint of the appreciation Niebuhr later developed for the American constitutional system, with its checks and balances and its genius for recognizing—and thereby channeling and containing—society’s inevitable conflicts.

    For all that, the realism of Moral Man retains a tragic sense: the fear that struggles for justice can end up being destructive for all parties, that oppressed and oppressor can merely reverse roles, that even a relatively just peace can often sacrifice important values. Moreover, Niebuhr’s realism made it painfully clear that people of genuine good will, whether religious or not, sometimes have to employ distinctly unloving means in the service of love and justice. Most of all, Niebuhr in this book begins to recognize that our fondest hopes and ideals for society must inevitably be frustrated. To seek their enactment in history (or as others would say, to 'immanentize the eschaton') is to fall into utopianism and, ultimately, fanaticism.

    What finally prevents Niebuhrian realism from becoming a dark or even cynical vision is the promise of God’s kingdom—and His forgiveness. In history, men and women can only do what is possible within the specific and concrete circumstances of their time. For people to live with this terrible limitation on their moral impulses, Niebuhr thinks, they must believe that at the end of history God will complete, and thus give meaning to, their partial and ambiguous achievements. Perhaps even more important, they must rely on God’s forgiveness to bear the evil and guilt that political action inevitably entails. As in Aeschylus’ tragic drama, the lesser evil may still be so bad that the guilt it brings can be lifted only through divine intervention.

    In a sentimental and superficially optimistic culture, such gravitas often seems alien. It is perhaps ironic that Niebuhr’s most famous words, taken from a sermon given shortly after Moral Man was written, were intended as a guide for politics and history more than personal spiritual renewal—yet they have become a kind of national motto for individuals at their extremes: 'God, grant us grace to accept with serenity that which cannot be changed, courage to change that which can be changed, and wisdom to know the difference.'

    Matthew Berke is Managing Editor of First Things.

    (http://www.leaderu.com/ftissues/ft0003/articles/niebuhr.html)

  • Nehir Akkuş
    Nehir Akkuş

    20.08.2008 - 13:45

    Bazen bir konu hakkında ilk aklına geleni yazıyor, bazen de ciddi ciddi araştırıyor...eleştiriyor...
    profesyonel bir kitap okuyucusuyum demişti, sanal kütüphanesini gezince hak verdim.Anto kitap yedek sayfası gibi...
    hareketli, pozitif...Kısa süre içinde Antoloji'nin olmazsa olmazları arasına girdi.

Toplam 3 mesaj bulundu