“Büyüyorum, her geçen gün biraz daha büyüyorum yokluğunla sevdiğim. Tut beni ki, içimde kaybolmasın peygamberlerin soluklandığı bakir semalar.” Gözlerin gözlerime sustuğu günden beri sözcüklerim sayfalara sığmıyor, kelimeler başını başıma yaslayarak saçlarını örüyor satır aralarında şiirlerimin. Ceylanlar su içmeye inerken, içinden içime saklanıyor gölgelerinin çocuk tarafı. Her sabah yıldızlara saklanan varlığını sobeliyor ay ışığı. Gel dersem s/aklan, git dersem çık, bulamasın seni rüyalar. Tenine sığınan gece, yakamozlar düşürüyor kristal gözlerinin sahillerine. Berekete dursun diye coğrafyalar, dudaklarının çatlağına dokunuyor Nil Nehri’nin kuzeyden geçen mavi renkleri. Yoksa sen bu yüzden mi Akdeniz kokuyorsun ey rüzgârları koynunda saklayan yosun sesli martı çığlığım? Gecenin karanlığında kopan fırtınalarla yola çıkmış bir muhacir, elindeki birkaç sayfa ayetle seni anlatmaya çalışan tutkulu bir havariyim yollarda. Ardından çığlık çığlık dağlara düşen bir çift kumru sesiyim. Yoo, rengi olmaz bakışın, ezberlenmiş alfabelerle senin saçlarına dokunmasın şairler. Her bir teli denizlerle yıkanıp, rüzgârlarla taranmış, berrak bir yağmur suyu, elest âleminin kutsal kokusu onlar, anlatıl/a/mamalı. Ben, sabah vakti postallarını giyip yola çıkan arsız bir muhtırayım şimdi, yapayalnız ve silahsız ihlale geldim seni. Seni daha fazla sevmenin bin yolunu bulurdum, ama sevemem. Çünkü biraz daha seversem, hiç acımaz kendine, uzanır gözlerime ölürsün usulca, kıyamam. Bu gün aklımı yele verdim sevdiğim. Bir yengecin zehriyle yıkayıp yokluğunun kurşunlarıyla infaz ettim günahkâr bedenimi. Tüm gülüşlerini ruhların militan bakışlarına adayarak büyüttüm. Sana uğrasın diye kuşların kanatlarında rüzgârı, meleklerin ellerinde yağmurları yürüttüm. Sen, sırrı ayan etmek için mi geldin dünyaya, bu nasıl sevilmek Allah aşkına? Gözlerine bakarak büyüttüğüm dünden kalma acılarım şahit olsun ki cennete girsen bile, bana bir kere daha sevilmek için geriye dönmeyi isteyeceksin. Sen, yeni bir dünyanın bencil aşklarını solurken, ben her gece ellerinin sıcaklığını ellerimin üstüne koyup öyle uyuttum. İki yüz on yıl oldu ben bu çöllere düşeli, bu kadar fazla yaşatma beni, ben bu taşıdığın tabuta fazla gelirim. Bakışlarının ateşini dök üzerime, tenime ellerinle bir kefen ört, ölmezsem eğer orada taş olayım sevdiğim. Ey İstanbul’un sınır boylarında aşkıma kurban giden güvercin gülüşlü sevgili! Ey bulutlarından beni doğuran, yıldız kuşağı sonsuzluğun aşk’a alkış tutan gök dili! Seni güvercinlerle göğe kaldırmayı ben mi istedim ki bana bu kadar uzun küsüyor, sınıyorsun ayrılığın mahzenlerinde aşkımı? Alışığım ben güneşi gökyüzünden ç/almaya, yanmam. Sınama sadakatimi, kaybeder ellerin bağrında kalakalırsın. Üç yüz dokuz yıl uyuyarak mağaralarda, kalkıp kapında ölmeye gelen o deli Kıtmir benim. Korkmuyorum sana iman etmekten. Dilersen beni kâfir ilan et, yak ateşinin cehenneminde, dilersen yaşat sonsuza dek gönlünün cennetinde. Senin her yerin hayat, senin her yerin gül patlamasına tutulan kıyamet, senin her yerin cennet bana sevdiğim. Ben seni bir celselik sevmedim ki biten namazımın ardından selam vererek kalkıp gideyim. Ben seni, iki secde arasında edilen dua gibi, iki zaman arasında sonsuzlaşan kara bir sevdayla sevmişim, bu yüzden günübirlik aşk’ı çocuklara, ihaneti hainlere bıraktım. Katransı gecelerde ay ışığını, teninin beyazına yedirerek büyüttüm seni. Sureleri kaderine not düşüp, ayetleri gözlerinin rahlelerinde okuyarak bulutlarda uyuttum. Şimdi güllere düşen çiy tanesinin güneşe dokunması gibi dokunuyorum kanıma bulanmış günah ellerinin faşist yanlarına. Hangi elinden su içsem susuzluğumu alır dağlarının çağlayan ırmakları? Söyle, hangi sevabı örtsem ısıtabilirim bencil utançlarımızın soğuk dağ başı yalnızlığını? Sen gittin ve gök hiçbir zaman mavi olmayacak bir daha. Bir daha yağmur yağmayacak biliyorum üstüme. Ben çölün üstünden değil, çöller benim içimden geçecek bin sene. Eroine batırılmış gövdemi hangi monitöre bağlarsa bağlasınlar çıkmayacak içimdeki hasrete duran zehrin. Biliyorum sana inandım diye “günahkâr” diye anılmaktan kurtulamayacağım. Anneme söyle de bir daha doğurmasın beni ne olur. Saçlarını rüzgârlarla taradıktan sonra senden ayrılmak istemiyorum bir daha. Bir daha aynı mezara gömülmek istemiyorum, sığmam ben. Kuşlara söyle de bu kadar uzun kanat çırpmasınlar içime, ben her sabah ezanlar okunurken bu kadar uzun çıldırmayı kaldıramam sevdiğim. Taptuk’tan kaçan Yunus gibi benden kaçtın gurbet, Medine’ye dönen gibi döndün, vuslat oldun her gece. Kapat gözlerini sevgilim, görme eflak-ı kıskandıran gülüşünün boşluklara bıraktığı bin yıllık eflatuni şuleyi. Yüreğimde bir güneş büyüyor, sonsuza kadar aydınlanmaya hamile şimdi ruhum. Ey gönlümün imamesi, kalbimin süveydası yeminim, sende yitirdiğim gençliğimi geri ver ki seni bir daha aynı yaşta seveyim. Bana ölümü getir ki hiç usanmadan senin için milyon kez dirilmenin sırrını öğreteyim. Yine telef olmaya doğru gidiyor kalbimin çıldıran atları uçurum boylarında. Beni tut ki izhar etmeyeyim kundakta ağlayan bebeklerin neden ağladıklarını. Tut ki kalbimden, Âdem’e secde edenlerin gördükleri şeyin ne olduğunu, cennette yediği meyvenin şakağında ne gördüğünü söylemeyeyim ölümlülere. Sen gülüşünü ay ışığına bakarak büyüt, ellerini koynuna sokup da sesini öyle uyut. Umut et, hayatı tespih tanelerine dizip kokunu secdelerde nihan et. Sana, böyle beklemek, vakitsiz uyumak yakışmaz yakamoz gülüşlü yârim. Hadi, ara bul beni yitirdiğin yerde ki, peygamberlerin ağlamaları kuşatmasın bu şehri. Ey gözleri Kudüs, duruşu hicaz, yürüyüşü Medine sevdiğim! Sen secdelerden toplamaya kıyamadığım dualarım, görmeye doyamadığım rüyalarımsın benim. Her sabah sıcaklığınla sevişip gündoğumlarında rengini tanımlamaya çalışıyorum sesinin. Senin adın aşk’tı, senin adın ihanet. Senin adın bir yemin, senin adın umuttu. Seni gören yıldızlar güzelliğin karşısında kendini semalarda unuttu. Limanlar kayboldu, martılar boğuldu, balıklar çöllere vurdu sensizliği. Neden böyle gider gibi yapıp içimin göklerinde mitolojik bir tanrıçaya döndün sevdiğim? Sen, yaşamın gizini kalbinde harmanlayan ab-ı hayat cenneti, ütopik tanrıların direnişine aç gökyüzü ziynetisin. Hadi, kalk kapat şu şehrin ışıklarını, ölecek var ey aşkın yeryüzüne düşen beyaz renkli semavi hikâyesi. En son gördüğün düşü düşür ağlayan yüreğimin düşüne ki, melekût fırtınasına tutulsun içimin kurumuş ovaları. Gülüşünün zekâtını kırk fakire dağıt, kırk ereni eteklerinden dökülen marifet tomurcuklarıyla avut, Azrail’i dizlerine yatırıp uyut da öyle gel bana ki ölüm bize uğramasın bir daha.(Nail Varal)
“Büyüyorum, her geçen gün biraz daha büyüyorum yokluğunla sevdiğim. Tut beni ki, içimde kaybolmasın peygamberlerin soluklandığı bakir semalar.”
Gözlerin gözlerime sustuğu günden beri sözcüklerim sayfalara sığmıyor, kelimeler başını başıma yaslayarak saçlarını örüyor satır aralarında şiirlerimin. Ceylanlar su içmeye inerken, içinden içime saklanıyor gölgelerinin çocuk tarafı. Her sabah yıldızlara saklanan varlığını sobeliyor ay ışığı. Gel dersem s/aklan, git dersem çık, bulamasın seni rüyalar. Tenine sığınan gece, yakamozlar düşürüyor kristal gözlerinin sahillerine. Berekete dursun diye coğrafyalar, dudaklarının çatlağına dokunuyor Nil Nehri’nin kuzeyden geçen mavi renkleri. Yoksa sen bu yüzden mi Akdeniz kokuyorsun ey rüzgârları koynunda saklayan yosun sesli martı çığlığım?
Gecenin karanlığında kopan fırtınalarla yola çıkmış bir muhacir, elindeki birkaç sayfa ayetle seni anlatmaya çalışan tutkulu bir havariyim yollarda. Ardından çığlık çığlık dağlara düşen bir çift kumru sesiyim. Yoo, rengi olmaz bakışın, ezberlenmiş alfabelerle senin saçlarına dokunmasın şairler. Her bir teli denizlerle yıkanıp, rüzgârlarla taranmış, berrak bir yağmur suyu, elest âleminin kutsal kokusu onlar, anlatıl/a/mamalı. Ben, sabah vakti postallarını giyip yola çıkan arsız bir muhtırayım şimdi, yapayalnız ve silahsız ihlale geldim seni. Seni daha fazla sevmenin bin yolunu bulurdum, ama sevemem. Çünkü biraz daha seversem, hiç acımaz kendine, uzanır gözlerime ölürsün usulca, kıyamam.
Bu gün aklımı yele verdim sevdiğim. Bir yengecin zehriyle yıkayıp yokluğunun kurşunlarıyla infaz ettim günahkâr bedenimi. Tüm gülüşlerini ruhların militan bakışlarına adayarak büyüttüm. Sana uğrasın diye kuşların kanatlarında rüzgârı, meleklerin ellerinde yağmurları yürüttüm. Sen, sırrı ayan etmek için mi geldin dünyaya, bu nasıl sevilmek Allah aşkına? Gözlerine bakarak büyüttüğüm dünden kalma acılarım şahit olsun ki cennete girsen bile, bana bir kere daha sevilmek için geriye dönmeyi isteyeceksin. Sen, yeni bir dünyanın bencil aşklarını solurken, ben her gece ellerinin sıcaklığını ellerimin üstüne koyup öyle uyuttum. İki yüz on yıl oldu ben bu çöllere düşeli, bu kadar fazla yaşatma beni, ben bu taşıdığın tabuta fazla gelirim. Bakışlarının ateşini dök üzerime, tenime ellerinle bir kefen ört, ölmezsem eğer orada taş olayım sevdiğim.
Ey İstanbul’un sınır boylarında aşkıma kurban giden güvercin gülüşlü sevgili! Ey bulutlarından beni doğuran, yıldız kuşağı sonsuzluğun aşk’a alkış tutan gök dili!
Seni güvercinlerle göğe kaldırmayı ben mi istedim ki bana bu kadar uzun küsüyor, sınıyorsun ayrılığın mahzenlerinde aşkımı? Alışığım ben güneşi gökyüzünden ç/almaya, yanmam. Sınama sadakatimi, kaybeder ellerin bağrında kalakalırsın. Üç yüz dokuz yıl uyuyarak mağaralarda, kalkıp kapında ölmeye gelen o deli Kıtmir benim. Korkmuyorum sana iman etmekten. Dilersen beni kâfir ilan et, yak ateşinin cehenneminde, dilersen yaşat sonsuza dek gönlünün cennetinde. Senin her yerin hayat, senin her yerin gül patlamasına tutulan kıyamet, senin her yerin cennet bana sevdiğim.
Ben seni bir celselik sevmedim ki biten namazımın ardından selam vererek kalkıp gideyim. Ben seni, iki secde arasında edilen dua gibi, iki zaman arasında sonsuzlaşan kara bir sevdayla sevmişim, bu yüzden günübirlik aşk’ı çocuklara, ihaneti hainlere bıraktım. Katransı gecelerde ay ışığını, teninin beyazına yedirerek büyüttüm seni. Sureleri kaderine not düşüp, ayetleri gözlerinin rahlelerinde okuyarak bulutlarda uyuttum. Şimdi güllere düşen çiy tanesinin güneşe dokunması gibi dokunuyorum kanıma bulanmış günah ellerinin faşist yanlarına. Hangi elinden su içsem susuzluğumu alır dağlarının çağlayan ırmakları? Söyle, hangi sevabı örtsem ısıtabilirim bencil utançlarımızın soğuk dağ başı yalnızlığını?
Sen gittin ve gök hiçbir zaman mavi olmayacak bir daha. Bir daha yağmur yağmayacak biliyorum üstüme. Ben çölün üstünden değil, çöller benim içimden geçecek bin sene. Eroine batırılmış gövdemi hangi monitöre bağlarsa bağlasınlar çıkmayacak içimdeki hasrete duran zehrin. Biliyorum sana inandım diye “günahkâr” diye anılmaktan kurtulamayacağım. Anneme söyle de bir daha doğurmasın beni ne olur. Saçlarını rüzgârlarla taradıktan sonra senden ayrılmak istemiyorum bir daha. Bir daha aynı mezara gömülmek istemiyorum, sığmam ben. Kuşlara söyle de bu kadar uzun kanat çırpmasınlar içime, ben her sabah ezanlar okunurken bu kadar uzun çıldırmayı kaldıramam sevdiğim.
Taptuk’tan kaçan Yunus gibi benden kaçtın gurbet, Medine’ye dönen gibi döndün, vuslat oldun her gece. Kapat gözlerini sevgilim, görme eflak-ı kıskandıran gülüşünün boşluklara bıraktığı bin yıllık eflatuni şuleyi. Yüreğimde bir güneş büyüyor, sonsuza kadar aydınlanmaya hamile şimdi ruhum. Ey gönlümün imamesi, kalbimin süveydası yeminim, sende yitirdiğim gençliğimi geri ver ki seni bir daha aynı yaşta seveyim. Bana ölümü getir ki hiç usanmadan senin için milyon kez dirilmenin sırrını öğreteyim.
Yine telef olmaya doğru gidiyor kalbimin çıldıran atları uçurum boylarında. Beni tut ki izhar etmeyeyim kundakta ağlayan bebeklerin neden ağladıklarını. Tut ki kalbimden, Âdem’e secde edenlerin gördükleri şeyin ne olduğunu, cennette yediği meyvenin şakağında ne gördüğünü söylemeyeyim ölümlülere. Sen gülüşünü ay ışığına bakarak büyüt, ellerini koynuna sokup da sesini öyle uyut. Umut et, hayatı tespih tanelerine dizip kokunu secdelerde nihan et. Sana, böyle beklemek, vakitsiz uyumak yakışmaz yakamoz gülüşlü yârim. Hadi, ara bul beni yitirdiğin yerde ki, peygamberlerin ağlamaları kuşatmasın bu şehri.
Ey gözleri Kudüs, duruşu hicaz, yürüyüşü Medine sevdiğim! Sen secdelerden toplamaya kıyamadığım dualarım, görmeye doyamadığım rüyalarımsın benim. Her sabah sıcaklığınla sevişip gündoğumlarında rengini tanımlamaya çalışıyorum sesinin. Senin adın aşk’tı, senin adın ihanet. Senin adın bir yemin, senin adın umuttu. Seni gören yıldızlar güzelliğin karşısında kendini semalarda unuttu. Limanlar kayboldu, martılar boğuldu, balıklar çöllere vurdu sensizliği. Neden böyle gider gibi yapıp içimin göklerinde mitolojik bir tanrıçaya döndün sevdiğim? Sen, yaşamın gizini kalbinde harmanlayan ab-ı hayat cenneti, ütopik tanrıların direnişine aç gökyüzü ziynetisin.
Hadi, kalk kapat şu şehrin ışıklarını, ölecek var ey aşkın yeryüzüne düşen beyaz renkli semavi hikâyesi. En son gördüğün düşü düşür ağlayan yüreğimin düşüne ki, melekût fırtınasına tutulsun içimin kurumuş ovaları. Gülüşünün zekâtını kırk fakire dağıt, kırk ereni eteklerinden dökülen marifet tomurcuklarıyla avut, Azrail’i dizlerine yatırıp uyut da öyle gel bana ki ölüm bize uğramasın bir daha.(Nail Varal)