yeni hali hiç eğlenceli diil..ztn Mehmet Ali Erbil'e bu fırlamış tipler tripler gitmiyor..deli ediyor adamı kasılıyorum izlerken..bi de eski Hababamlardaki oyuncular en azından liselilere benziyodu..e yani var tabi kuralı doğrulayan istisnalar da..burda gene; biri kel biri kart biri bilmemne..eğlenmiorum aksine esprileri olayları gördükçe içine etmişler diyorum..
film gerekli ilgiyi toplayamadan başrol oyuncusunun trafik kazasında öldüğü film..Mehmet Emin Toprak..
film enteresan cidden..hani derler ya bazı filmler için; abi sanki olaya kamera tutulmuş diye..hakkaten bunlar yaşanmışta sanki,biri kamera tutmuş film olmuş..
başkaraktere sinir oldum,evinde kaldığı adama sinir oldum..o oyuncağa sinir oldum..en çok da ev sahibi ve arkadaşının dialoglarına sinir oldum..o kadar gerçekti ki rahatsız etti :)) işte Mehmet Emin'in arkadaşı saatini kaybediyor,bunu arkadaşına söylüyor sen mi aldın diye,adamcağız yo diyo bn almadım..neyse aradan geçiyor biraz adam saati buluyor..Mehmet Emin de bundan bihaber sürekli adamı iknaya çalışıyor abi vallahi bn almadım..arkadaşı da tmm hadi tmm fln diyor ama saati bulduğunu söylemiyor..neden? arkadaşını kendisine mahçup bırakmak için..adam öyle kalsın da 'bak bn demiştim almadım diye' şeklinde bi gurura girmesin..ve ev sahibinin arkadışını defedip porno izlemeye çalıştığı bölümler,Mehmet Emin'in boşvermişliği,yüzsüzlüğü..gerçekten ii film.. Allah rahmet eylesin..
olaylara onun tarafından bakmalısınız..
kadınsılığını,sapkınlığının kökenlerini,mazoşistliğini-ve sonucunda aldığı cinsel hazzı-,çocukluk çatışmalarını,etyemezliğini,eşcinselliğini,aşk ilişkilerinden rahatsız olmasını,ölümsüzlük özlemini ve ölüm korkusunu,çekiciliğini,hitabet yeteneğini,öfkelerini,kutsal görev-mesih inancının kökenlerini vs. anlamalısınız..deli olmalısınız,psikopat gözüyle bakmalısınız..
o zaman anlarsınız..
film o kadar doğal ki yalnız izlemek durumunda kaldım :)) bi de filmci abim tutturdu vermicem diye..noldu abi niye vermicen yok diyo o sana göre diil..bin bir bela gittim başka bi yerden aldım..
Erkan Can gerçekten şahane oyuncu..ama film bile olsa,kıza tecavüz eden o karakteri sevmedim..dahası oyuncudan bile soğumama neden oldu-ki kendisini çok sempatik bulurdum..
filmdeki eksik parçalar Laleli'de Bir Azize filminde tamamalanıyor..paralel film yani..mesela fahişenin nası bakire olduğunu ya da karada kalan adamların başına ne geldiğini fln kızın gözünden izliyorsunuz..izleyin ya ii filmdir..hatta 98de sanırsam Altın Portakal Antalya'da en ii yönetmen ödülünü aldı..ve film yasaklı..
içinden çıkılamadı gitti..
sonsuz olduğu kabul edildi ve gittikçe genişlediği ispat edildi..
al sana paradox..bişeyin genişlemesi demek bir öncekinden büyük olması demek,kendisinin bir öncekinden büyük olabiliyorsa,bu sonsuz olmadığı anlamına gelir..
simge yoluyla anlatır derdini..gerçekten çirkin olmamasına rağmen böyle bi komplexe kapılıp kadınlardan uzak kalmıştır..tabi bunun küçük yaşta annesini kaybetmesiyle de büyük alakası olabilir..şiirlerinde sarı yeşil kızıl kırmızı hep geçer..
kelebek teorisi..hani bir çift kelebek kanadı titreşiminin yarattığı hava dalgalarının kar topu gibi büyüyerek Tayland açıklarında kasırgaya sebep olduğunu anlatan teori..
Kamyon Şöförü - 1980
Bir Günün Hikayesi - 1980
Çiçek Abbas - 1981
Çirkinler de Sever - 1982
14 Numara - 1986
Gökyüzü - 1986
Prenses - 1987
Berlin in Berlin - 1993
Bay E - 1994
Propaganda - 1999
Komiser Şekspir - 2000
Romantik - 2000
Banka 2002
YAPIMCI FİLMOGRAFİSİ
Berlin in Berlin 1993
Bay E 1995
Propaganda 1999
Komser Şekspir 2000
Romantik 2001
Okul 2003
Tramvay 2003
Avrupa Yakası (TV) 2004
SENARİST FİLMOGRAFİSİ
Bir Günün Hikayesi 1980
Çirkinler De Sever 1981
14 Numara 1985
Gökyüzü 1986
Prenses 1986
Berlin in Berlin 1993
Bay E 1995
Propaganda 1999
Romantik 2001
Banka 2002
KAMERAMAN FİLMOGRAFİSİ
Bay E - 1995
BELGESEL FİLMOGRAFİSİ
Baskın - 1978
Halk Türküsü - 1980
AKTÖR FİLMOGRAFİSİ
Gökyüzü - 1986
Robert'in Filmi - 1990
Propaganda - 1999.... Çoban
Banka - 2002
Avrupa Yakası (TV) 2004.... Konuk Oyuncu
KATILDIĞI FESTİVALLER VE ÖDÜLLERİ
Halk Türküsü - 1980 Moskova Film Festivali'nde gösterildi.
Bir Günün Hikayesi - 1982 Antalya Film Festivali En İyi Kadın Oyuncu
Çiçek Abbas - 1981 Antalya Film Festivali - En İyi Senaryo Ödülü
Çirkinler de Sever - 1982 Antalya Film Festivali - En İyi Film
14 Numara - Antalya Film Festivali - En İyi Yönetmen - En İyi İkinci Film - En İyi Erkek Oyuncu - En İyi Yardımcı Oyuncu
Berlin In Berlin - Moskova Film Festivali - En İyi Kadın Oyuncu
Ödüllü Tv ve Sinema Reklam Filmleri
1988 Emlak Bankası - Kristal Elma
1990 Renault 11 - Yılın En İyi Reklam Filmi
1964 yılında doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde Lisans öğrenimini tamamladıktan sonra, İngiltere Warwick Üniversitesi'nde kültürel çalışmalar dalında master yaptı.
TV yönetmenliği ve yazarlığı deneyimine sahip olan Derviş Zaim'in yayınlanmış bir romanı (Ares Harikalar Diyarında (1995)) bulunmaktadır. İlk filmi 'Tabutta Rövaşata (1996) ' ile yurtiçi ve yurtdışında birçok ödül kazandı. Filler ve Çimen ikinci filmidir.ve diğeri Çamur..
tek filmini izledim valla Filler&Çimen..
Savaş genemi kekeme oldum bak bu vakit alır var bir makinalım
Savaş yakınsa akıl aklımda buradadır biz sakınalım barışa çare bakınalım
Çok hasta o kanı akıtanın hesabı çoksa nakit alın pardon şu camı kapatalım
Bu çok soğuk bir dünya napalım biz patron üşümüş ortadoğudan yakıt alın
İyice kanıda akıtalım ki izimiz olsun kahrolun savaş bir sayfa kapatalım
Yoksa bizde yakılalım düşman hep markajımda sizde yakın alın hoop terörü yakın atın
Ceza adım ve acı tadım bir miğfer bir bomba bol mermi ve tüfek alın
Fakat ölen her masum çocuk içinse kına yakın bana bakın lan şimdi savaşı çizdim karaladım
Koca bir dünya paraladın iki seferde yaraladın hiçbir işede yaramadın çocuklar öldü kaldı
Hep sakat sorumluları paravanın sen arkasına mı sakladın...
Eşsiz perspektifi ve merhametsiliği, hikayelerindeki çoğu zaman nihilizme varan yaklaşımı ile Roman Polanski, sinema dünyasına silinmez bir iz bırakmıştır. Düşmanca, ironik bir dünyada var olmaya çabalayan sıradan insanların amoral hikayelerini, kara mizaha yakın, gerilim ve sürrealizm öğelerini rasgele kullanarak anlatışıyla Alfred Hitchcock’a benzetilse de Polanski, bir çok farklı türü denemesi bakımından Hitchcock’dan ayrılmaktadır. Yönetmen bu açıdan kendisini her çeşit film kategorisinin imkanlarını deneyen bir “sinema playboyu” olarak isimlendirmektedir. Neredeyse tüm filmlerinde karşılaşılan pesimist yaklaşımı, yönetmenin yıllarca süren çocukluk travmalarına bağlanabilir.
Polanski, 18 Ağustos 1933’de Polonyalı bir Yahudi ile bir Rus göçmeninin oğlu olarak Paris’te dünyaya gelir. Üç yaşında ailesi ile birlikte Krakov’un Polonya mahallesine taşınması, 1940’da şehrin Almanlar tarafından işgal edilmesi sebebiyle talihsiz bir karar olacaktır. Krakov’da bir Yahudi gettosu kurulması, ardından ailesinin bir toplama kampına gönderilmesi hayatlarını iyice zorlaştıracaktır.
Naziler tarafından götürülmesinden hemen önce babasının sayesinde kaçmayı başaran Polanski, iyiliksever Katolik ailelerin yardımı sayesinde hayatta kalmayı başarmıştır. Bulabildiği her filmi seyrederek yaşadığı hayatın gerçeklerinden biraz olsun uzaklaşmaya çalışan yönetmenin bir film meraklısı haline gelmesi bu döneme denk düşer. Sinema, ona gerçek dünyada bulamadığı sığınma ve korumayı sağlamaktadır.
Bir zaman Almanlar için adeta bir hedef haline gelen Polanski, bir patlama esnasında ağır yaralar almasının hemen ardından, annesinin Auschwitz’de öldüğünü öğrenecektir. Kamptan sağ olarak kurtulmayı başaran babası, oğluyla birlikte Krakov’a döner. Babasının tekrar evlenmesi üzerine, artık bir yetişkin olan Polanski, evden ayrılır. Kişisel bunalımları sürse de, sinemaya olan sevgisi bu kargaşa ortamından sağ çıkabilecektir.
O dönemde onu çok etkileyen iki film, Laurance Oliver’ın “Hamlet”i ile Carol Reed’in “Odd Man About” u olacaktır. 16 yaşında üç kişiyi öldüren bir katilin dördüncü kurbanı olmaktan kıl payı kurtulmasının ardından babası, Polanski’yi bir teknik okula gönderir. 1950’de bir sinema okuluna devam etmek üzere okulu terk eder. Aynı zamanda Krakov tiyatrosunda aktör olarak işe başlar. İlk sahneye çıkışı, 1954’de Andrezj Wajda’nın “Pokolenie / A Generation”ı ile olacaktır.
1954’te Lodz’un ünlü Devlet Film Okulu’ndaki yönetmenlik bölümüne girmeyi başarabilen altı kişiden biri arasında yer alan Polanski, üç yıl sonra öğrencilik döneminin ilk filmi olan “Rozbijemy Zabawe/ Break Up The Party” yi çeker. Bir gurup haydutun bir okul partisini yok etmesini konu alan film neredeyse okuldan atılmasına sebep olacaktır. Bir sonraki filmi “Two Men and A Wardrobe”, beş uluslarası ödül alarak yönetmenin en ünlü filmlerinden biri olacaktır. Bunlar ve ardından gelen “Le Gros et le Maigre”(The Fat and the Lean) (mezuniyetinin hemen ardından çekecektir) gibi kısa filmlerindeki kara mizah, yönetmenin sonraki filmlerinin de başlıca özelliklerinden biri haline gelir.
İlk başyapıtı 1962’de çektiği “ Knife in The Water” olur. Gelecekteki filmlerinin çoğunda olduğu gibi, bu filmde de senaryo üzerinde kendisi çalışmıştır. Belirsizliklerle dolu bir psikolojik dram olan film, karısını ve bir anlık hevesle aldıkları bir otostopçuyu (ki otostopçu rakibi haline gelecektir) etkileyebilmek için alçakça girişimlerde bulunan bir kocanın hikayesini konu alır. Görsel açıdan üstünlüğüyle adından söz edilen film (bu da yönetmenin eserlerindeki ortak özelliklerden biridir) , aynı zamanda yönetmenin tamamını Polonya’da çektiği tek filmdir.
Sonraki iki filmini çekmek üzere İngiltere’ye giden yönetmenin İngiltere’de yaptığı ilk film olan “ Repulsion”, box-office’de parlak bir başarı elde edememekle beraber, psikolojik gerilim filmleri arasında bir mihenk taşı haline gelir. Filmin, aynı zamanda yönetmenin en çok sevdiği filmi olduğu söylenmektedir. Polanski’nin Hollywood’a ayak basışı, 1968’de çektiği korku filmi “Rosemary’s Baby” ile olur. Önceki eserlerinde olduğu gibi bu filmde de yönetmen, çoğu yönetmenin uğraşıp da başaramadığı bir şeyi başararak uğursuzluklara işaret eden bir dehşet havası yaratacaktır.
Bir sonraki filmi “Macbeth”, aslına sadık kalmakla birlikte, ihtilaflı bir Shakespeare uyarlamasıdır. İkinci karısı Sharon Tate’in Manson Ailesi tarafından canice öldürülmesinin hemen ardından çekilmesi, yönetmenin hissettiği acı ve şiddetin filme yansımasına sebep olmuştur.
Bu filmin ardından kılık değiştiren yönetmen, İtalya’ya gidip bir seks komedisi çeker. Ardından, en iyi filmlerinden biri sayılan “Chinatown”u çekmek üzere tekrar Hollywood’a dönecektir (1974) . Can çekişmekte olan “Kara Film” akımını yeniden canlandıran film, Polanski’ye bir Oskar, bir de İngiliz Akademi Ödülü getirir. 1976 yılında çektiği heyecan verici ve gerçeküstü “ The Tenant” ile başarıları devam eder.uğursuz, paranoyak bir delilik, suistimal ve intikam hikayesini anlatan filmin Polanski’nin Paris’e geldiği ilk yıllarda yaşadığı mahallede çekildiği söylentileri vardır.
Bir yıl sonra, yönetmenin adı çok farklı bir sebeple gazete sayfalarında yer almaya başlayacaktır: Polanski, 13 yaşında bir kıza tecavüzden suçlu bulunacaktır. Bu olayın ardından çalışmalarına Hollywood’da devam etmesi imkansızlaşınca, Paris’e yerleşir ve Fransız vatandaşlığına geçer. 1979 yılına kadar da film yapmaz. Thomas Hardy’nin bir romanından uyarlanan üç saat uzunluğundaki “Tess” (17 yaşındaki Nastassja Kinski filmde rol alacaktır.) , Fransa’da o zamana kadar çekilen en pahalı film olur. Bunun karşılığını, Polanski’ye bir Oskar ödülü ve Cesar’da en iyi yönetmen ödülüyle ödeyecektir.
Bir sonraki filmi olan “Pirates” (1986) ise tam bir hayal kırıklığı yaratacaktır. Yönetmenin diğer komedi filmlerinde olduğu gibi, bu film de hiçbir başarı elde edemez. Gerçekte, “Tess”in sağladığı başarının ardından, Polanski’nin çalışmaları aralıklı olarak devam edecek ve eskisi kadar başarılı çalışmalar olmayacaktır. 1987’de çektiği ve Harrison Ford’un rol aldığı gerilim filmi “Frantic”, ne eleştirmenlerden, ne de işin ticari kısmıyla ilgilenenlerden olumlu puan alamadı.
1992’deki “ Bitter Moon” un dikkat çekmesinin tek sebebi de, Hugh Grant’ın filmde rol almasıydı. Polanski eleştirmenlerin övgüsünü ancak 1994’te çektiği “ Death and the Maiden” ile kazanabildi. Ariel Dorfman’ın oyunundan uyarlanan filmde Ben Kingsley ve Sigourney Weaver başrol oyunculuğu yaptılar. İki yıl sonra deneysel bir çalışma olan “ Gli Angeli”ye imza atan yönetmen, 1999’da “The Ninth Gate” ile esrarlı gerilim filmlerine dönüş yaptı.
Yönetmen, 2002 yılında, kendi yaşam öyküsünün aynası niteliğindeki “The Pianist”i çekti. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Varşova'nın varoş sokaklarında yaşam savaşı veren bir adamın hikayesini konu alan film, 55. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'ne layık görüldü.
Sinemada oyunculuk denemeleri de olan Polanski, 1994’de Giuseppe Tornatore’nin yönettiği “ A Pure Formality” de Gerard Depardieu ile birlikte rol aldı.
kara otlar boyadı yüzümü, kara oldum yüzüm kadar ben de.. kara günlerden bir gündü o gün. kara bulutların olduğu bir mevsimde, kara sürüldü yüzüme.. kara suların aktığı derenin yakınında, kara oldu içim.. kara sayfal ...
deniz akkaya
12.01.2005 - 21:12Allah için gzl şindi :)
estetik mestetik ama Liv Tyler gibi hatun..
hababam sınıfı
12.01.2005 - 21:07yeni hali hiç eğlenceli diil..ztn Mehmet Ali Erbil'e bu fırlamış tipler tripler gitmiyor..deli ediyor adamı kasılıyorum izlerken..bi de eski Hababamlardaki oyuncular en azından liselilere benziyodu..e yani var tabi kuralı doğrulayan istisnalar da..burda gene; biri kel biri kart biri bilmemne..eğlenmiorum aksine esprileri olayları gördükçe içine etmişler diyorum..
hala
12.01.2005 - 08:36düzeltme işaretinin azizliği..
uzak
12.01.2005 - 07:48film gerekli ilgiyi toplayamadan başrol oyuncusunun trafik kazasında öldüğü film..Mehmet Emin Toprak..
film enteresan cidden..hani derler ya bazı filmler için; abi sanki olaya kamera tutulmuş diye..hakkaten bunlar yaşanmışta sanki,biri kamera tutmuş film olmuş..
başkaraktere sinir oldum,evinde kaldığı adama sinir oldum..o oyuncağa sinir oldum..en çok da ev sahibi ve arkadaşının dialoglarına sinir oldum..o kadar gerçekti ki rahatsız etti :)) işte Mehmet Emin'in arkadaşı saatini kaybediyor,bunu arkadaşına söylüyor sen mi aldın diye,adamcağız yo diyo bn almadım..neyse aradan geçiyor biraz adam saati buluyor..Mehmet Emin de bundan bihaber sürekli adamı iknaya çalışıyor abi vallahi bn almadım..arkadaşı da tmm hadi tmm fln diyor ama saati bulduğunu söylemiyor..neden? arkadaşını kendisine mahçup bırakmak için..adam öyle kalsın da 'bak bn demiştim almadım diye' şeklinde bi gurura girmesin..ve ev sahibinin arkadışını defedip porno izlemeye çalıştığı bölümler,Mehmet Emin'in boşvermişliği,yüzsüzlüğü..gerçekten ii film.. Allah rahmet eylesin..
adolf hitler
11.01.2005 - 22:32olaylara onun tarafından bakmalısınız..
kadınsılığını,sapkınlığının kökenlerini,mazoşistliğini-ve sonucunda aldığı cinsel hazzı-,çocukluk çatışmalarını,etyemezliğini,eşcinselliğini,aşk ilişkilerinden rahatsız olmasını,ölümsüzlük özlemini ve ölüm korkusunu,çekiciliğini,hitabet yeteneğini,öfkelerini,kutsal görev-mesih inancının kökenlerini vs. anlamalısınız..deli olmalısınız,psikopat gözüyle bakmalısınız..
o zaman anlarsınız..
gemide
11.01.2005 - 19:00film o kadar doğal ki yalnız izlemek durumunda kaldım :)) bi de filmci abim tutturdu vermicem diye..noldu abi niye vermicen yok diyo o sana göre diil..bin bir bela gittim başka bi yerden aldım..
Erkan Can gerçekten şahane oyuncu..ama film bile olsa,kıza tecavüz eden o karakteri sevmedim..dahası oyuncudan bile soğumama neden oldu-ki kendisini çok sempatik bulurdum..
filmdeki eksik parçalar Laleli'de Bir Azize filminde tamamalanıyor..paralel film yani..mesela fahişenin nası bakire olduğunu ya da karada kalan adamların başına ne geldiğini fln kızın gözünden izliyorsunuz..izleyin ya ii filmdir..hatta 98de sanırsam Altın Portakal Antalya'da en ii yönetmen ödülünü aldı..ve film yasaklı..
nev
11.01.2005 - 09:36nevzat..
narsist
11.01.2005 - 09:30'kendisine olan aşkını gizlemek için aşkı kullanan zalim..'
ne güzel bi tabir bu ya..
enteresan diyaloglar
11.01.2005 - 01:30Savaş Ay: Arabesk söylüyorsun! ..
Anadolu Ateşi-Sedat Koç: Ben arabekks söylemiyorum! bakın,ismini bile teneffüs edemiyorum! ! ..
dua
11.01.2005 - 00:08Dua ve İbadet Allah ile olmaktır..Allah ile olan kimse için ölüm de,ömür de hoştur..
Mevlana
Evren
10.01.2005 - 22:35içinden çıkılamadı gitti..
sonsuz olduğu kabul edildi ve gittikçe genişlediği ispat edildi..
al sana paradox..bişeyin genişlemesi demek bir öncekinden büyük olması demek,kendisinin bir öncekinden büyük olabiliyorsa,bu sonsuz olmadığı anlamına gelir..
ahmet haşim
10.01.2005 - 19:45simge yoluyla anlatır derdini..gerçekten çirkin olmamasına rağmen böyle bi komplexe kapılıp kadınlardan uzak kalmıştır..tabi bunun küçük yaşta annesini kaybetmesiyle de büyük alakası olabilir..şiirlerinde sarı yeşil kızıl kırmızı hep geçer..
muzo
10.01.2005 - 19:38bu bnim bildiğim muzo ise radyo programcısı olmalı..
kadınlar hakında inanılmaz hakaretlerine tanık oldum..
izlemek
09.01.2005 - 19:53iz sürmek..
film replikleri
09.01.2005 - 19:30-hahaheha..bu oyun sandığımdan daha çabuk bitecek..
-belli olmaz zar yuvarlaktır..(fasulye filmi)
Mustafa Altıoklar
09.01.2005 - 18:16:))) süper..LSD planlasa bu kadar olmazdı ha!
Derviş Zaim
09.01.2005 - 18:15aynen..
filler tepişirken olan çimenlere olur..
kelebek
09.01.2005 - 10:54kelebek teorisi..hani bir çift kelebek kanadı titreşiminin yarattığı hava dalgalarının kar topu gibi büyüyerek Tayland açıklarında kasırgaya sebep olduğunu anlatan teori..
Sinan Çetin
09.01.2005 - 10:47SİNEMA FİLMOGRAFİSİ
Kamyon Şöförü - 1980
Bir Günün Hikayesi - 1980
Çiçek Abbas - 1981
Çirkinler de Sever - 1982
14 Numara - 1986
Gökyüzü - 1986
Prenses - 1987
Berlin in Berlin - 1993
Bay E - 1994
Propaganda - 1999
Komiser Şekspir - 2000
Romantik - 2000
Banka 2002
YAPIMCI FİLMOGRAFİSİ
Berlin in Berlin 1993
Bay E 1995
Propaganda 1999
Komser Şekspir 2000
Romantik 2001
Okul 2003
Tramvay 2003
Avrupa Yakası (TV) 2004
SENARİST FİLMOGRAFİSİ
Bir Günün Hikayesi 1980
Çirkinler De Sever 1981
14 Numara 1985
Gökyüzü 1986
Prenses 1986
Berlin in Berlin 1993
Bay E 1995
Propaganda 1999
Romantik 2001
Banka 2002
KAMERAMAN FİLMOGRAFİSİ
Bay E - 1995
BELGESEL FİLMOGRAFİSİ
Baskın - 1978
Halk Türküsü - 1980
AKTÖR FİLMOGRAFİSİ
Gökyüzü - 1986
Robert'in Filmi - 1990
Propaganda - 1999.... Çoban
Banka - 2002
Avrupa Yakası (TV) 2004.... Konuk Oyuncu
KATILDIĞI FESTİVALLER VE ÖDÜLLERİ
Halk Türküsü - 1980 Moskova Film Festivali'nde gösterildi.
Bir Günün Hikayesi - 1982 Antalya Film Festivali En İyi Kadın Oyuncu
Çiçek Abbas - 1981 Antalya Film Festivali - En İyi Senaryo Ödülü
Çirkinler de Sever - 1982 Antalya Film Festivali - En İyi Film
14 Numara - Antalya Film Festivali - En İyi Yönetmen - En İyi İkinci Film - En İyi Erkek Oyuncu - En İyi Yardımcı Oyuncu
Berlin In Berlin - Moskova Film Festivali - En İyi Kadın Oyuncu
Ödüllü Tv ve Sinema Reklam Filmleri
1988 Emlak Bankası - Kristal Elma
1990 Renault 11 - Yılın En İyi Reklam Filmi
Sinan Çetin
08.01.2005 - 23:59ne bu ya yünetmenler geçidi mi..
Derviş Zaim
08.01.2005 - 21:481964 yılında doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde Lisans öğrenimini tamamladıktan sonra, İngiltere Warwick Üniversitesi'nde kültürel çalışmalar dalında master yaptı.
TV yönetmenliği ve yazarlığı deneyimine sahip olan Derviş Zaim'in yayınlanmış bir romanı (Ares Harikalar Diyarında (1995)) bulunmaktadır. İlk filmi 'Tabutta Rövaşata (1996) ' ile yurtiçi ve yurtdışında birçok ödül kazandı. Filler ve Çimen ikinci filmidir.ve diğeri Çamur..
tek filmini izledim valla Filler&Çimen..
Clockwork Orange / otomatik portakal
08.01.2005 - 20:06A Clockwork Orange Stanley Kubrik'in en iyi filminden biri..her filminde olduğu gibi bunu izlerken de bi kasıldım yani..rahatsızlık verici..
savaş
08.01.2005 - 09:17Savaş genemi kekeme oldum bak bu vakit alır var bir makinalım
Savaş yakınsa akıl aklımda buradadır biz sakınalım barışa çare bakınalım
Çok hasta o kanı akıtanın hesabı çoksa nakit alın pardon şu camı kapatalım
Bu çok soğuk bir dünya napalım biz patron üşümüş ortadoğudan yakıt alın
İyice kanıda akıtalım ki izimiz olsun kahrolun savaş bir sayfa kapatalım
Yoksa bizde yakılalım düşman hep markajımda sizde yakın alın hoop terörü yakın atın
Ceza adım ve acı tadım bir miğfer bir bomba bol mermi ve tüfek alın
Fakat ölen her masum çocuk içinse kına yakın bana bakın lan şimdi savaşı çizdim karaladım
Koca bir dünya paraladın iki seferde yaraladın hiçbir işede yaramadın çocuklar öldü kaldı
Hep sakat sorumluları paravanın sen arkasına mı sakladın...
Roman Polanski
08.01.2005 - 09:08Eşsiz perspektifi ve merhametsiliği, hikayelerindeki çoğu zaman nihilizme varan yaklaşımı ile Roman Polanski, sinema dünyasına silinmez bir iz bırakmıştır. Düşmanca, ironik bir dünyada var olmaya çabalayan sıradan insanların amoral hikayelerini, kara mizaha yakın, gerilim ve sürrealizm öğelerini rasgele kullanarak anlatışıyla Alfred Hitchcock’a benzetilse de Polanski, bir çok farklı türü denemesi bakımından Hitchcock’dan ayrılmaktadır. Yönetmen bu açıdan kendisini her çeşit film kategorisinin imkanlarını deneyen bir “sinema playboyu” olarak isimlendirmektedir. Neredeyse tüm filmlerinde karşılaşılan pesimist yaklaşımı, yönetmenin yıllarca süren çocukluk travmalarına bağlanabilir.
Polanski, 18 Ağustos 1933’de Polonyalı bir Yahudi ile bir Rus göçmeninin oğlu olarak Paris’te dünyaya gelir. Üç yaşında ailesi ile birlikte Krakov’un Polonya mahallesine taşınması, 1940’da şehrin Almanlar tarafından işgal edilmesi sebebiyle talihsiz bir karar olacaktır. Krakov’da bir Yahudi gettosu kurulması, ardından ailesinin bir toplama kampına gönderilmesi hayatlarını iyice zorlaştıracaktır.
Naziler tarafından götürülmesinden hemen önce babasının sayesinde kaçmayı başaran Polanski, iyiliksever Katolik ailelerin yardımı sayesinde hayatta kalmayı başarmıştır. Bulabildiği her filmi seyrederek yaşadığı hayatın gerçeklerinden biraz olsun uzaklaşmaya çalışan yönetmenin bir film meraklısı haline gelmesi bu döneme denk düşer. Sinema, ona gerçek dünyada bulamadığı sığınma ve korumayı sağlamaktadır.
Bir zaman Almanlar için adeta bir hedef haline gelen Polanski, bir patlama esnasında ağır yaralar almasının hemen ardından, annesinin Auschwitz’de öldüğünü öğrenecektir. Kamptan sağ olarak kurtulmayı başaran babası, oğluyla birlikte Krakov’a döner. Babasının tekrar evlenmesi üzerine, artık bir yetişkin olan Polanski, evden ayrılır. Kişisel bunalımları sürse de, sinemaya olan sevgisi bu kargaşa ortamından sağ çıkabilecektir.
O dönemde onu çok etkileyen iki film, Laurance Oliver’ın “Hamlet”i ile Carol Reed’in “Odd Man About” u olacaktır. 16 yaşında üç kişiyi öldüren bir katilin dördüncü kurbanı olmaktan kıl payı kurtulmasının ardından babası, Polanski’yi bir teknik okula gönderir. 1950’de bir sinema okuluna devam etmek üzere okulu terk eder. Aynı zamanda Krakov tiyatrosunda aktör olarak işe başlar. İlk sahneye çıkışı, 1954’de Andrezj Wajda’nın “Pokolenie / A Generation”ı ile olacaktır.
1954’te Lodz’un ünlü Devlet Film Okulu’ndaki yönetmenlik bölümüne girmeyi başarabilen altı kişiden biri arasında yer alan Polanski, üç yıl sonra öğrencilik döneminin ilk filmi olan “Rozbijemy Zabawe/ Break Up The Party” yi çeker. Bir gurup haydutun bir okul partisini yok etmesini konu alan film neredeyse okuldan atılmasına sebep olacaktır. Bir sonraki filmi “Two Men and A Wardrobe”, beş uluslarası ödül alarak yönetmenin en ünlü filmlerinden biri olacaktır. Bunlar ve ardından gelen “Le Gros et le Maigre”(The Fat and the Lean) (mezuniyetinin hemen ardından çekecektir) gibi kısa filmlerindeki kara mizah, yönetmenin sonraki filmlerinin de başlıca özelliklerinden biri haline gelir.
İlk başyapıtı 1962’de çektiği “ Knife in The Water” olur. Gelecekteki filmlerinin çoğunda olduğu gibi, bu filmde de senaryo üzerinde kendisi çalışmıştır. Belirsizliklerle dolu bir psikolojik dram olan film, karısını ve bir anlık hevesle aldıkları bir otostopçuyu (ki otostopçu rakibi haline gelecektir) etkileyebilmek için alçakça girişimlerde bulunan bir kocanın hikayesini konu alır. Görsel açıdan üstünlüğüyle adından söz edilen film (bu da yönetmenin eserlerindeki ortak özelliklerden biridir) , aynı zamanda yönetmenin tamamını Polonya’da çektiği tek filmdir.
Sonraki iki filmini çekmek üzere İngiltere’ye giden yönetmenin İngiltere’de yaptığı ilk film olan “ Repulsion”, box-office’de parlak bir başarı elde edememekle beraber, psikolojik gerilim filmleri arasında bir mihenk taşı haline gelir. Filmin, aynı zamanda yönetmenin en çok sevdiği filmi olduğu söylenmektedir. Polanski’nin Hollywood’a ayak basışı, 1968’de çektiği korku filmi “Rosemary’s Baby” ile olur. Önceki eserlerinde olduğu gibi bu filmde de yönetmen, çoğu yönetmenin uğraşıp da başaramadığı bir şeyi başararak uğursuzluklara işaret eden bir dehşet havası yaratacaktır.
Bir sonraki filmi “Macbeth”, aslına sadık kalmakla birlikte, ihtilaflı bir Shakespeare uyarlamasıdır. İkinci karısı Sharon Tate’in Manson Ailesi tarafından canice öldürülmesinin hemen ardından çekilmesi, yönetmenin hissettiği acı ve şiddetin filme yansımasına sebep olmuştur.
Bu filmin ardından kılık değiştiren yönetmen, İtalya’ya gidip bir seks komedisi çeker. Ardından, en iyi filmlerinden biri sayılan “Chinatown”u çekmek üzere tekrar Hollywood’a dönecektir (1974) . Can çekişmekte olan “Kara Film” akımını yeniden canlandıran film, Polanski’ye bir Oskar, bir de İngiliz Akademi Ödülü getirir. 1976 yılında çektiği heyecan verici ve gerçeküstü “ The Tenant” ile başarıları devam eder.uğursuz, paranoyak bir delilik, suistimal ve intikam hikayesini anlatan filmin Polanski’nin Paris’e geldiği ilk yıllarda yaşadığı mahallede çekildiği söylentileri vardır.
Bir yıl sonra, yönetmenin adı çok farklı bir sebeple gazete sayfalarında yer almaya başlayacaktır: Polanski, 13 yaşında bir kıza tecavüzden suçlu bulunacaktır. Bu olayın ardından çalışmalarına Hollywood’da devam etmesi imkansızlaşınca, Paris’e yerleşir ve Fransız vatandaşlığına geçer. 1979 yılına kadar da film yapmaz. Thomas Hardy’nin bir romanından uyarlanan üç saat uzunluğundaki “Tess” (17 yaşındaki Nastassja Kinski filmde rol alacaktır.) , Fransa’da o zamana kadar çekilen en pahalı film olur. Bunun karşılığını, Polanski’ye bir Oskar ödülü ve Cesar’da en iyi yönetmen ödülüyle ödeyecektir.
Bir sonraki filmi olan “Pirates” (1986) ise tam bir hayal kırıklığı yaratacaktır. Yönetmenin diğer komedi filmlerinde olduğu gibi, bu film de hiçbir başarı elde edemez. Gerçekte, “Tess”in sağladığı başarının ardından, Polanski’nin çalışmaları aralıklı olarak devam edecek ve eskisi kadar başarılı çalışmalar olmayacaktır. 1987’de çektiği ve Harrison Ford’un rol aldığı gerilim filmi “Frantic”, ne eleştirmenlerden, ne de işin ticari kısmıyla ilgilenenlerden olumlu puan alamadı.
1992’deki “ Bitter Moon” un dikkat çekmesinin tek sebebi de, Hugh Grant’ın filmde rol almasıydı. Polanski eleştirmenlerin övgüsünü ancak 1994’te çektiği “ Death and the Maiden” ile kazanabildi. Ariel Dorfman’ın oyunundan uyarlanan filmde Ben Kingsley ve Sigourney Weaver başrol oyunculuğu yaptılar. İki yıl sonra deneysel bir çalışma olan “ Gli Angeli”ye imza atan yönetmen, 1999’da “The Ninth Gate” ile esrarlı gerilim filmlerine dönüş yaptı.
Yönetmen, 2002 yılında, kendi yaşam öyküsünün aynası niteliğindeki “The Pianist”i çekti. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Varşova'nın varoş sokaklarında yaşam savaşı veren bir adamın hikayesini konu alan film, 55. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'ne layık görüldü.
Sinemada oyunculuk denemeleri de olan Polanski, 1994’de Giuseppe Tornatore’nin yönettiği “ A Pure Formality” de Gerard Depardieu ile birlikte rol aldı.
bigglook.com
Toplam 942 mesaj bulundu