Resul Cengiz Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Ant ...

  • necip fazıl kısakürek

    28.05.2003 - 11:45

    Seviyoruz Necip Fazıl'ı sevmeyenler olsada... Kendi düşüncesinde onun gibi bir şair bulamadıkları için kıskananlar hasedinden çatlayanlar olsada. O bir dağın zirvesinde. Çukurda olanlar bağırarak sesini yükseltmeye çalışıyorlar...

  • necip fazıl kısakürek

    22.05.2003 - 16:21

    Necip Fazılın uslubuyla yazılmış güzel bir yazı okumak isteyenlere...

    Zarafet

    Zarafet kelimesinin içini doldurabilecek özellikler nelerdir? Acaba hiç düşündünüz mü, zarif insan kime denir?
    Zarif kelimesi zarf kelimesi ile aynı köktendir. Zarf, “içine bir şey konulan kap” anlamını taşır. Mektup zarfı gibi. O halde zarif insan da, “içinde latif ve hoş şeyler bulunan kişi” anlamına gelecektir. Soru şu: Zarafetin içini dolduran bu latif ve hoş şeyler acaba nelerdir? ! ..
    Zarif olmanın ilk şartı hiç şüphesiz nazik olmaktır. Nazik olmanın ilk şartı da hatayı kendinde aramak. Konfüçyüs, insaniyeti tanımlarken “Kendine hakim olmak ve nezaketli olmak.” der. Bu bir bakıma zarafetin de tanımıdır. Çünki zarif kişi hiç kimseye zararı dokunmayan, bilakis kendisinden çevresine güzellik ve iyilik yansıyan kişidir. Zarafeti olmayan, nezaketle terbiye edilmeyen bütün varlıklar, gitgide canavarlaşır. O halde zarafet haddi aşmamak da demektir. Haddi aşan her şey çevresine zarar verir çünki.
    Rüzgar, saba yeli yahut meltem iken güzeldir de haddini aşıp şiddetlenince fırtınaya, boraya, kasırgaya durur. Dalgalar belli bir ahenkle sahile vururken hoşa gider de şiddetini artırınca çevresini yıkmaya başlar. Sevgi belli ölçülerde erdemdir de haddi aşınca adı aşk olur, cinnete varır. Yerinde bir öfke edep içindir de haddi aşınca insanı katil eder. Şakanın normali nükte ve mizahtır; ama aşırısı maskaralık olur. Velhasıl zarafet bir itidaldir. Hani mevsimler içinde bahar gibi. Kış ve yaz haddi aşan hava şartlarıyla vardır; ama baharda sıcak ile soğuğun, gece ile gündüzün, belki tabiattaki ölüm ile canlılığın eşit ve dengeli olduğu görülür. Bunun insan ruhuna yansıması da aslında insanın itidali, fıtratın en beğenilen yüzüdür. İnsan ruhu iyilik ve güzellik ile gerçek kimliğine kavuştuğuna göre, bir bahar zarafeti de insana en uygun olan tavrı sunar. Ne buyrulduğunu biliriz: “İşlerin hayırlısı, orta hallice olanıdır. “Bu düstur, derinine bakıldığında, aşırılıktan kaçmaktan öte zarafeti bize telkin etmektedir.
    Her tavrın bir zarafeti vardır. Oturmanın, kalkmanın, iş görmenin, eşyaya bakmanın, sosyal ilişkilerin, çalışmanın, dinlemenin ve tabii söz söylemenin... Gönüllerdeki zarafet dışa yansıdıkça hayat güzelleşir ve kalite kazanır. Söz gelimi sanat eserleri ancak zarif bir duyuş, zarif bir bakış ile ortaya çıkabilir. Sözün zarafeti şiir, rengin zarafeti resim, taşın zarafeti mimari, sesin zarafeti beste olarak dışa yansıdığı vakit eşya da zarafet kazanır ve sanat olur. O halde sanatın kullandığı yöntem, baştan başa bir zarafetten ibarettir. Ortaya çıkan şey edepten sıyrılmış olsa bile yöntemin zarafetine halel getirmez.
    Eşyanın zarafeti insanın ona yüklediği anlam ile ölçülür. Çivi, iğne, çengel, giyotin, mengene, kerpeten vb. eşya bir zindanda da bulunabilir, bir ciltevinde de. Zindanda aynı eşya ile işkence yapılır ama ciltevinde onlar bir sanat eseri için vardır. Yani birisi nezaket ve zarafet adına kullanılır, diğeri nezaketsizlik ve zulüm adına. Birinden estetik, diğerinden kötülük çıkar. Bunlardan ilki insan tabiatına uygun olan, diğeri onu insanlıktan çıkaran tavırlar olduğuna göre insanlığın da ölçüsü zarafete vabeste kalır. İnsaniyetli olmak demek, önce zarif olmak demektir.
    Zarif kişide bulunması gereken özellikler arasında yüzün aydınlığı, vücut ve elbisenin temizliği, güzel koku sürünme, görünümün iç açıcı oluşu, konuşmanın düzgün ve akıcılığı, fikirlerin mantık ve akıl çerçevesinde olması, müstehcenlikten kaçınma ve pis şeylerden uzaklaşma gibi özellikler vardır.* Buna gülümseme, kararlılık, samimiyet, tek yüzlülük, sevgi, takdir hissi vs. de eklenebilir. Ama bizce hepsinden önemlisi sözün güzel olmasıdır. Sözün güzel olmasından kasıt, onu düzgün ve akıcı ifade etmekten, süslemekten ziyade içinin dolu olması, değerli bir fikri ifade etmesi, yüksek anlamlar taşıması, yapıcı olması, gönül almasıdır. Yerinde bir teşekkür, uygun bir selamlaşma, gerektiğinde özür dileyiş, takdir ve sevgiyi ifade gibi. Bunlar yoksa mutluluk yoktur çünki. Yani ki söz, candan ibarettir. Ve canın tek gıdası zarafettir.

  • necip fazıl kısakürek

    14.05.2003 - 11:50

    Necip Fazılın büyüklüğünü bilen düşmanları hasedinden çatlayacak...

  • mevlana

    09.05.2003 - 20:57

    MEVLANA'DAN
    'Öldüğüm gün, tabutumu götürürlerken, bende bu dünyâ derdi var sanma! '
    'Benim için ağlama, yazık, 'vâh, vâh! ' deme! Beni toprağa verdiklerinde de 'vedâ, vedâ! ' (ayrılık, ayrılık!) deme! '
    'Mezar bir perdedir ki, onun arkasında (Hakk'ın rızâsını kazananlar için) cennetin huzûru vardır.'
    'Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret! Güneş'le Ay'a gurûbdan hiç ziyân gelir mi? '

  • necip fazıl kısakürek

    29.04.2003 - 12:32

    Necip Fazıl Kısakürek
    1904 yılında İstanbul’da doğdu. Çeşitli okullarda, bu arada Amerikan Koleji'nde okudu ve orta öğrenimini Bahriye Mektebi'nde yaptı(1922) . Bu askeri okulda, din derslerini, Aksekili Ahmed Hamdi, tarih derslerini Yahya Kemal'den görmüş, ama asıl anlamda 'edebiyat ve felsefeden riyaziyeye ve fiziğe kadar iç ve dış bir çok ilimde derin ve mahrem mıntıkalara kadar nüfuz edebilmiş' dediği İbrahim Aşkî'nin etkisinde kalmıştır.İbrahim Aşkî, verdiği kitaplarla onun 'deri üstü deri bir plânda da olsa' tasavvufla ilk temasını sağlamıştır. Kısakürek Bahriye Mektebi'nin 'namzet ve harp sınıflarını bitirdikten sonra' Darülfünun Felsefe Bölümü'ne girmiş ve oradan mezun olmuştur (1921-1924) . Felsefedeki en yakın arkadaşlarından biri Hasan Ali Yücel'dir. Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile bir yıl Paris'te gitmiştir. (1924-1925) . Yurda döndükten sonra Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında memurluk ve müfettişlik gibi görevlerde bulunmuş (1926-1939) , Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Devlet Konservatuvarı ile İstanbul'da Güzel Sanatlar Akademisi'nde dersler vermiştir (1939-1942) . Daha gençlik yıllarında basınla ilişkiye geçen Kısakürek, bu tarihten sonra memurlukla ilişkisini kesmiş, hayatını yazarlık ve dergicilikten kazanmaya başlamıştır.Necip Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1983 tarihinde Erenköy'deki evinde öldü.Naşı, Eyüp sırtlarındaki kabristana defnedilmiştir.

  • necip fazıl kısakürek

    29.04.2003 - 12:04

    Şair, his cephesinden, daha ilk nefeste vecd çözülüşleriyle yere seriliveren bir afyon, tiryakisi; fikir cephesinden de, bu afyonu esrarlı havanlarda hazırlayan ve tek miligramının tek hücre üzerindeki tesirini hesaplayan bir simyacı...

    Şiir, tek kelimeyle üstün idraktir; ve idrak yolunda basit ve kuru fikrin koltuk değneklerini elinden alıp onu en karanlık sezişlerin üzerine çeken ve ışık hızıyle uçuran sihirli seccadedir.
    Necip Fazıl

  • hz.muhammed

    28.04.2003 - 20:00

    Onu özlüyorum....

  • mevlana

    28.04.2003 - 18:32

    Herkes mevlananın hoşgörüsünden insan sevgisinden bahseder. Ama uygulamaya geldimi bildiğini yapar...

  • necip fazıl kısakürek

    23.04.2003 - 11:51

    NECİP FAZILIN ÖDÜLLERİ

    1980 Türk Edebiyat Vakfı Türkçenin Yaşayan En Büyük Şairi
    1980 Kültür Bakanlığı Büyük Kültür Armağanı

  • necip fazıl kısakürek

    22.04.2003 - 10:44

    O GELSİN

    Akan suları çevir,
    Sıra dağları devir!
    O gelsin!

    Gönüllerde bir tasvir...
    Güneşi batmaz devir...
    O gelsin!

  • necip fazıl kısakürek

    22.04.2003 - 10:44

    BEKLENEN

    Ne hasta bekler sabahı,
    Ne taze ölüyü mezar.
    Ne de şeytan, bir günahı,
    Seni beklediğim kadar.

    Geçti istemem gelmeni,
    Yokluğunda buldum seni;
    Bırak vehmimde gölgeni,
    Gelme, artık neye yarar?

  • necip fazıl kısakürek

    16.04.2003 - 17:41

    Necip fazıl Türkçemizi şiirlerinde en iyi kullanan bir şairimizdir. Çile kitabı mükemmel...

  • mevlana

    16.04.2003 - 17:38

    Mevlana ne olursan ol gel demiş ama geldiğin gibi git dememiş. Gidergen dolu git manası vardır sözde

  • necip fazıl kısakürek

    08.03.2003 - 15:15

    Necip Fazıl Kısakürek (1905 - 1983)

    26 Mayıs 1905'da doğdu. Maraş'lı bir soydan gelen Necip Fazıl'ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'ta ki konağında geçti. İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki) , İbrahim Aşkı gibi isimler vardı.

    İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris'te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı(1939-43) . Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.

    Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı. Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü

    Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. Bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazıl' ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır.

    Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir. Haftalık Ağaç dergisi(1936,17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi, Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı.1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferanslarla büyük ilgi topladı.

    1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981) , Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır.

  • felsefe

    04.03.2003 - 12:40

    Bütün felsefeciler birbirini yalanlamaktan ve fikirklerini çürütmekten başka bie iş yapmazlar. Her felsefi akım diğerini çürütür. O halde hiç bir felsefeci doğru yolu bulabilmiş değildir. Çünkü kendinden sonraki de onun felsefesini yok edecektir. Bu acıdan insan aklıyla her zaman doğru yolu bulamaz

  • aşk

    04.03.2003 - 12:33

    Aşk Rubaileri / Mevlana

    Aklın gücü, cennetteki sırlarla ulu:
    Aşktan deliren, akıllıdır, sağduyulu.
    Sevdaya kapılmış yüreğin zorlu yolu,
    Görkemli yabancılıkla, özlemle dolu.
    *******
    Gitsin, güzelim, hepsi de, tek sen gitme.
    Ey dost, ey gam ortağı-bizden gitme.
    Ey gülbeşeker, şarap koy, iç, doldur, gül.
    Dünya süsü saki, allasen gitme.
    *******
    Bir gün şu çiçekli dal, dolar meyvayla;
    Bir gün döner istek adlı şahin, avla...
    Aşk imgesi, şimdi, bir gelip gitse bile,
    Bir gün gelir... artık hiç gitmez-asla!
    *******
    Bir tane canım var ama, yüz bin bedenim.
    Can neymiş? Neymiş ki beden? İşte ben’im.
    Bir başkası var ya: işte ben, ben! O, beni
    Sevsin diye bir başkası oldum kendim.
    *******
    Cennet gelecek, derler, içersin bade,
    Çevrende gülüp oynar huriler de...
    Madem sonumuz bu, şimdiden hem içeriz,
    Hem ellerimiz sevgilinin üzerinde.
    *******
    Biz aşkta reziliz: Bize hep yanlışlar,
    Sarhoşluk, cinnet ve günah yazmışlar.
    Sensin yaşamak, amaç, zaman sen-bu budur;
    Ey dost, madem sen varsın, her şey var.
    *******
    Ben aşıkım aşka; aşk da sevdalı bana.
    Aşık tene can-ten ise sevdalı cana.
    Bazen dolarım boynuna ben kollarımı,
    Bazen de sürükler beni canan yanına.
    *******
    Ben, işte dağım: sesim sözüm sevglimin.
    Ben, işte resim: ressamı sensin resmin.
    Benden geliyor sanma bu sözler-asla:
    Ses, işte, anahtarla açılmış kilidin.
    *******
    Aşk, özge ateştir: ısınır onda ayaz;
    Yandıkça o, taşlar yumuşar, sert kalamaz.
    Varsın aşık günaha girsin, hoş gör:
    Sevda şarabından içmiş-arlanmaz.
    *******
    Dön aşkın çevresinde: gün işte bu gün.
    Dön. Dön. Çılgın kalbini yermez dönüşün.
    Yangınla sınav-ölüm kalım-özge savaş:
    Vuslat bu, kucaklaşma, zifaf, mutlu düğün.
    *******
    'Aşk bir kuru ses, ' derler.-Sunturlu yalan.
    'Aşk umdun, 'derler, 'buldun, var oyalan.'
    Bizlerde saadet hep can içre olur...
    'Cennet yedi kat arşta' mı derler? Bu yalan.
    *******
    Aşkın gönlümle cenkleşirken-tam o an-
    Çırçıplak, yalnayak kaçıp gitti bu can.
    Kim bende akıl var sanmaktaysa deli...
    Benden sakınan: işte odur aklı olan.

  • osmanlı

    25.02.2003 - 19:01

    Osmanlı Devletinde İnsana ve Hukuka saygı

    Osmanlı Devleti'nde, insana ve hukuka saygının, bize anlatılan ve peşin fikirli bir kısım ilim adamlarının kitaplarında yazılan gibi olmadığını, zikredilen misâllerden anlıyoruz. Ancak bütün bu anlatılanlardan kasdımız, Osmanlı Devleti'nin 600 senelik ömrü boyunca aynı seviyede insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı gösterdiğini iddia etmek değildir.Zaten yükselme dönemindeki hukuka ve insana saygı aynen devam etseydi, Osmanlı Devleti bugüne kadar devam ederdi ve yıkılmazdı. Ancak biz, mevcut suiistimalleri ve uygulama hatalarını kabul etmekle beraber, zikrettiğimiz belge ve olaylarla, yapılan bir yanlışı düzeltmek istiyoruz. O da, sanki Osmanlı Devleti'nde insana ait hak ve hürriyetlerin,1839 tarihli Tanzimat,1856 tarihli Islâhât ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî ile, o da eksik olarak kabul edildiği şeklindeki iddialardır. Halbuki yapılan izahlar göstermiştir ki, bu fermanlar ve Kanun-ı Esasî, eskiden beri var olan hak ve hürriyetleri, sadece yazılı hale getirmiş ve uygulamadaki hatalara ve suiistimallere dikkat çekerek eskiden olduğu tarzda hak ve hukuka ri‘âyet edilmesini ısrarla tekrar etmişlerdir. Bu anlattıklarımızı teyid etmek açısından, Hollandalı bir gayr-ı müslim hukukçunun,1895 yılında, 'şer‘-i şerif' ve 'kanun-ı münif' diye özetlenebilecek Osmanlı Hukuku hakkında, II Abdülhamid'e sunduğu bir rapordan bazı cümleler nakletmek istiyoruz:
    'şer‘-i şerifde ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, bir çok hukukî hükümler vardır ki, bazıları pek yakın bir zamanda Avrupa'ya girebilmiş ve daha bir çok insânî hükümler vardır ki, asrımızdan sonra girecektir. Bu iddiamıza delil olmak üzere, insana ve hukuka saygının ifadesi olan şu hükümleri sayabiliriz: Ehlî hayvanların himaye ve korunması; mahkemelerde davaların meccânen görülmesi; evli bir kadının kocasına müracaat etmeksizin tasarrufunda bulunan mal varlığını istediği gibi idare etmesi; müslümanların ve gayr-ı müslümlerin kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıklardan ikrar ve itiraf gibi beyanlar almak için işkence icrasının kesinlikle yasak oluşu ve benzeri hükümler....'.
    O halde 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, hukukî hükümlerin icra edilmemesinden dolayı devletin felâketlere sürüklendiğini, mevcut şer‘î hükümlerin icrası ve hukukun hâkim kılınması gayesiyle yeni hukukî düzenlemeler yapılması gerektiğini ve özellikle can, mal ve namus güvenliği için askerî, cezaî ve malî düzenlemelerin yapılması icabettiğini vurgulamaktadır ki, zaten bunlar, eski Osmanlı Hukukunda yani şer‘-i şerif ve kanun-ı münifde de vardır. Eksik olan uygulamadır.1856 tarihli Islâhât Fermanı olarak vasıflandırılmış ve sadece gayr-ı müslimlere bazı imtiyazlar verilmesi için Batılı devletlerin siyasî baskıları sonucu ilan edilmiştir. Zira muhtevasında istenen haklar, zaten şer‘-i şerif ve kanun-ı münif denilen Osmanlı Hukukunda da vardır. Arzu edilen, gayr-ı müslimlerin Osmanlı Devleti'nde hâkim sınıf haline gelmeleridir ve maalesef zamanla gelmişler ve Osmanlı Devleti'ni yıkmışlardır.1876 tarihli Kanun-ı Esâsî'nin ise, eskiden beri var olan insana ait hak ve hürriyetleri, Batılı devletlerin istediği üslupla yazılı hale getirilmesinden ibaret olduğunu esefle müşahede ediyoruz.
    Netice olarak, insana ve hukuka saygı konusunda, Osmanlı Devleti'nin arşivleri açılsa, Türk Milletinin yüzünü kızartacak tek bir belgeye rastlanılamayacaktır. Çağdışı olan gayr-ı müslim devletlerde ise, yüzlerini ağartacak belgelerin sayısı, maalesef bir elin parmaklarından daha azdır. Belgeler ve tarihî olaylar böyle konuşmaktadır.

  • osmanlı

    25.02.2003 - 18:52

    Fâtih devrinden itibaren Osmanlı Padişahları, nikâh ile ve özellikle de hür kadınlar ile evlenmeyi terketmişler; bunun yerine Kadın Efendi, İkbal, Gözde veya Peyk denilen câriyeler ile yaşamayı tercih etmişlerdir. Bu teâmülün Osmanlı Devletinin yıkılış zamanına kadar devam ettiğini ve pek az istisnâlarının bulunduğunu görüyoruz. Fâtih’den itibaren hür kadınlar ile veya câriyeler ile nikâh akdi icra ederek Padişahların evlenmeleri tamamen istisnâi bir durum haline gelmiştir. Bu istisnalar şunlardır:

    1- Fâtih’in henüz tahta geçmeden Dulkadiroğlu Süleyman Beğ’in kızı Sitti Hâtun ile evlenmesi, saltanattan önce olması hasebiyle pek istisna da sayılmayabilir.

    2- Oğlu II. Bâyezid’in Karaman Oğlu Nasuh Bey’in kızı Hüsnüşah Hâtûn ile ve nikâh akdi yaptırarak evlenmesi ilk istisnâdır denilebilir.

    3- Kanunî’nin câriye olan Hürrem Sultân’ı, bir görüşe göre âzâd edip hürriyetine kavuşturdukdan sonra ve bir görüşe göre de câriye kalmakla beraber nikâh akdiyle evlenmesi, söz konusu kaidenin ilk câriyeden olan istisnasıdır.

    4- Genç Osman’ın Şeyhül-İslâm Esad Efendi’nin kızı Âkile Hanım’ı hür bir kadını nikâh akdiyle alması şeklinde değerlendirirsek, önemli bir olaydır.

    5- Sultân İbrahim’in Telli Haseki de denen Hümaşah’ı debdebeli bir düğün ile ve nikâh akdi ile eşliğine kabul etmesi de önemli bir istisnâdır. Ancak câriye olan bu kadını, âzâd ederek hür olarak mı evlendiği yoksa yukarıda izah ettiğimiz gibi câriye olarak mı onunla nikâh kıydığı tam belli değildir.

    6- Sultân Abdülmecid, Mısırlı Bezmiârâ Hanım’ı nikâh akdiyle zevceleri arasına sokmuştur ve muhtemelen hür olarak nikâh akdini icra eylemiştir. Sultân Abdülaziz’in Mehmed Ali Paşa ailesinden gelen Tevhîde Hanım ile evlenme arzusunu ise Keçeci-zâde Fuad Paşa engellemiştir.

Toplam 42 mesaj bulundu