Zaten bir çok kişi de köyde çobanlık yapardı.. Fakat o farklıydı.. Aslında çobanlık yapacak biri de değildi.. Ama kader mi diyelim, mecburiyet mi diyelim, bilemiyorum. Çobandı ama kimsenin bilmediğini bilirdi, kimsenin görmediğini görürdü.
Bu çobanlar tek başına yaşayan kişilerdi.Eskiler yumuş uşağı, derlerdi.. Hiç birinin akrabası yoktu.. Köye gelmişlerdi bir türlü... Toros Dağlarından, Çukurovaya inmişlerdi...Ne iş yaparsın, diyince, çobanlık; demişlerdi işte... Kimisi ağaların kapısında hizmetçilik yapardı, karın tokluğuna. Ağanın ineklerini güderler, her türlü ev işlerini ve ihtiyaçlarını da görürlerdi..
Zaten köylüler de bunları adam yerine koymazlardı. Herkes bunlarla gırgor geçerdi...
Bunların tipi köy insanlarından farklıydı. Genellikle gözleri renkliydi.. Çukurovanın kızgın güneşi sarı derilerini kavruk bir gön haline getirmişti.. Giydikleri şalvar bile köylülerin kullandığı kara bezden değildi. Giyim tarzları, hep dağdan inen insanları hatırlatırdı.. Çukurova insanlarının karakteristik özellikleri bunlarda görülmezdi.. Hiç de kendi kişiliklerini bozmadılar..
Hep birilerinin bir kap yemeğine bağımlıydılar. Para bilmezlerdi... Çalışırlar, çalışırlar, sadece karınlarını doyururlardı. Bir de ağaların ahırlarının yanında yatacak yerleri olurdu..
Bunlar hiç evlenmediler, hiç çoluk, çocuk sahibi olmadılar. Nerden geldiklerini hiç söylemediler, zaten kimse de, nerden geldiniz, diye sormadı onlara...
Ama o, farklıydı. Şalvarı bile beyazdı... Kimsenin bilmediğini bilirdi. Nereden bildiğini de kimse bilmezdi.. Oysa her şeyin en iyisini köyün ağaları bilirdi... O, bir çobandı.. Çoban ne bilebilirdi ki! ...Köydeki bütün ağaların bildiklerinden çok fazlasını bilirdi
oysa...Köylüler koyun beslerdi.. Yörükçülükten gelen bir hayvancılık işte... Hep dağlarda, ovalarda otlattılar hayvanlarını... Sonunda Çokurovayı mesken tuttular.. Akrabaların bir kısmı Mersinde, bir kısmı Konyada kaldı... Yerleşik hayata geçilmişti bir kere... Ama yerleşik hayat göçebe düzenle uyuşmuyordu..
Artık yazın yaylalarda, kışın ovalarda değillerdi... Yerleşik düzende yazın da Çukurova'nın sıcağını, nemli, boğucu havasını çekmek zorundaydılar... Yerleşik hayat yeni ve bilinmedik sorunları da beraberinde getirmişti...
Fakat O, farklıydı.. Her seferinde derdi ki hayvanlarınızı Üçtepe'de fazla yaymayın, hayvanlarınız ölür, derdi Üçtepe'de diz boyu üçgül diye bilinen üç yapraklı yoncalar vardı... Hayvanlar akşama kadar, büyük bir iştahla üçgül otlarını yerlerdi..
Onu kimse dinlemezdi.. Bu bir çobandı... Ne bilebilirdi ki? ! ...
Gerçekten de bir süre sonra hayvanlar birer ikişer ölmeye başladı... Kafalar karışmaya başlamıştı... Çoban hayvanlarınız ölür diyordu, kimse dinlemiyordu... Ama hayvanlar da birer, ikişer ölüyordu...
Çobanın akıllı olabileceğine ihtimal veremeyecek kadar da sabit fikirliydiler. Onun bilgili olacağı akıllarına bile gelmiyordu. Çünkü o, bir çobandı.
Çobandı, ama kimdi, nerden gelmişti, nasıl gelmişti, nerden biliyordu? sorularına cevap aramak, kimsenin aklına dahi gelmemişti.. Sabir fikirler ve ön yargılar zaten hep hareket halindeydi. Bu çoban olsa olsa bir büyücü olabilirdi... Başka izahı olamazdı..
Hiç kimse üçgül'ü neden hayvanlara yedirmeyelim? , diye sormak gereği dahi duymadı...Çünkü o, bir çobandı.. Çoban sadece karın tokluğuna hayvan yayardı.. Başka bir şey bilmezdi, bilemezdi... Hele ağalara akıl vermek, kimin haddine...
Fısıltı gazeteleri her gün bir kaç baskı yapmaya başlamıştı.. Bu çoban kötü niyetliydi ve kem gözlere sahipti.. Bu çobanın bu köyden gitmesi gerekti...Bu çoban köyün zenginiliğini ve hayvanları kıskanıyordu... Hayvanlara nazar değdiriyordu ve hayvanlar bundan dolayı ölüyordu... Veee bu çoban, bu köyden bir türlü gitmeliydi..
Oysa üçgül diye bilinen üç yapraklı yoncayı hayvanlar fazla yedikleri zaman; hayvanın karnı yoncayla doluyor ve hayvan geviş getiremediğinden; yani hazmedemediğinden dolayı ölüyordu...
ADANA CEYHAN BURHANLI KÖYÜ
27.03.2013 - 00:43KÖYÜN ÇOBANI
O çok akıllı bir adamdı..Köyde çobanlık yapardı..
Zaten bir çok kişi de köyde çobanlık yapardı.. Fakat o farklıydı.. Aslında çobanlık yapacak biri de değildi.. Ama kader mi diyelim, mecburiyet mi diyelim, bilemiyorum. Çobandı ama kimsenin bilmediğini bilirdi, kimsenin görmediğini görürdü.
Bu çobanlar tek başına yaşayan kişilerdi.Eskiler yumuş uşağı, derlerdi.. Hiç birinin akrabası yoktu.. Köye gelmişlerdi bir türlü... Toros Dağlarından, Çukurovaya inmişlerdi...Ne iş yaparsın, diyince, çobanlık; demişlerdi işte... Kimisi ağaların kapısında hizmetçilik yapardı, karın tokluğuna. Ağanın ineklerini güderler, her türlü ev işlerini ve ihtiyaçlarını da görürlerdi..
Zaten köylüler de bunları adam yerine koymazlardı. Herkes bunlarla gırgor geçerdi...
Bunların tipi köy insanlarından farklıydı. Genellikle gözleri renkliydi.. Çukurovanın kızgın güneşi sarı derilerini kavruk bir gön haline getirmişti.. Giydikleri şalvar bile köylülerin kullandığı kara bezden değildi. Giyim tarzları, hep dağdan inen insanları hatırlatırdı.. Çukurova insanlarının karakteristik özellikleri bunlarda görülmezdi.. Hiç de kendi kişiliklerini bozmadılar..
Hep birilerinin bir kap yemeğine bağımlıydılar. Para bilmezlerdi... Çalışırlar, çalışırlar, sadece karınlarını doyururlardı. Bir de ağaların ahırlarının yanında yatacak yerleri olurdu..
Bunlar hiç evlenmediler, hiç çoluk, çocuk sahibi olmadılar. Nerden geldiklerini hiç söylemediler, zaten kimse de, nerden geldiniz, diye sormadı onlara...
Ama o, farklıydı. Şalvarı bile beyazdı... Kimsenin bilmediğini bilirdi. Nereden bildiğini de kimse bilmezdi.. Oysa her şeyin en iyisini köyün ağaları bilirdi... O, bir çobandı.. Çoban ne bilebilirdi ki! ...Köydeki bütün ağaların bildiklerinden çok fazlasını bilirdi
oysa...Köylüler koyun beslerdi.. Yörükçülükten gelen bir hayvancılık işte... Hep dağlarda, ovalarda otlattılar hayvanlarını... Sonunda Çokurovayı mesken tuttular.. Akrabaların bir kısmı Mersinde, bir kısmı Konyada kaldı... Yerleşik hayata geçilmişti bir kere... Ama yerleşik hayat göçebe düzenle uyuşmuyordu..
Artık yazın yaylalarda, kışın ovalarda değillerdi... Yerleşik düzende yazın da Çukurova'nın sıcağını, nemli, boğucu havasını çekmek zorundaydılar... Yerleşik hayat yeni ve bilinmedik sorunları da beraberinde getirmişti...
Fakat O, farklıydı.. Her seferinde derdi ki hayvanlarınızı Üçtepe'de fazla yaymayın, hayvanlarınız ölür, derdi Üçtepe'de diz boyu üçgül diye bilinen üç yapraklı yoncalar vardı... Hayvanlar akşama kadar, büyük bir iştahla üçgül otlarını yerlerdi..
Onu kimse dinlemezdi.. Bu bir çobandı... Ne bilebilirdi ki? ! ...
Gerçekten de bir süre sonra hayvanlar birer ikişer ölmeye başladı... Kafalar karışmaya başlamıştı... Çoban hayvanlarınız ölür diyordu, kimse dinlemiyordu... Ama hayvanlar da birer, ikişer ölüyordu...
Çobanın akıllı olabileceğine ihtimal veremeyecek kadar da sabit fikirliydiler. Onun bilgili olacağı akıllarına bile gelmiyordu. Çünkü o, bir çobandı.
Çobandı, ama kimdi, nerden gelmişti, nasıl gelmişti, nerden biliyordu? sorularına cevap aramak, kimsenin aklına dahi gelmemişti.. Sabir fikirler ve ön yargılar zaten hep hareket halindeydi. Bu çoban olsa olsa bir büyücü olabilirdi... Başka izahı olamazdı..
Hiç kimse üçgül'ü neden hayvanlara yedirmeyelim? , diye sormak gereği dahi duymadı...Çünkü o, bir çobandı.. Çoban sadece karın tokluğuna hayvan yayardı.. Başka bir şey bilmezdi, bilemezdi... Hele ağalara akıl vermek, kimin haddine...
Fısıltı gazeteleri her gün bir kaç baskı yapmaya başlamıştı.. Bu çoban kötü niyetliydi ve kem gözlere sahipti.. Bu çobanın bu köyden gitmesi gerekti...Bu çoban köyün zenginiliğini ve hayvanları kıskanıyordu... Hayvanlara nazar değdiriyordu ve hayvanlar bundan dolayı ölüyordu... Veee bu çoban, bu köyden bir türlü gitmeliydi..
Oysa üçgül diye bilinen üç yapraklı yoncayı hayvanlar fazla yedikleri zaman; hayvanın karnı yoncayla doluyor ve hayvan geviş getiremediğinden; yani hazmedemediğinden dolayı ölüyordu...
Toplam 1 mesaj bulundu