Ömrümün hangi baharıysa veya hangi duanın karşılığıysa gelişin,içime başka mevsimlerin güzelliklerini getirdin.Sevginin gücünü tanıdım seninle,sevgiye inandım.Senden önce yaşadığım ne varsa,hepsinin sana ulaşmak için geçilmesi gereken zorlu bir yolculuk olduğunu anladım.Sen benim en zor anlarımda sığındığım limanımsın.Fırtınalardan kaçıp saklandığım,kendimi güvende hissettiğim dağımsın.Seninle eksik olan bir yanımı tamamladım.Seninle ömrümün geri kalanını anlamlandırdım.Bir hayatı hediye etmek gibi,bir canı bağışlamak gibi; sana baktığımda kendi doğuşuma uyandım.Varlığın,başka hiçbir yerde bulunamayacak sihirli bir ırmağa ellerini değdirmek gibi..Yeniden ve yenilenerek hissediyorum bunu her gün.Her sabaha bunu düşünerek uyanmak günümü lezzetlendiriyor,güzel kılıyor,ömrümü güzelleştiriyor. Çoğaltıyor,değiştiriyor,geliştiriyor..Her yeni yaşında,her yeni yılında,her geçen gününde seninle olmak istiyorum.Saçlarının her uzayışını,tek tek beyazlayışını,gözlerinin kenarındaki her çizginin oluşumunu seyredebilecek kadar uzun zaman yanında olmak istiyorum.Seninle yaşlanmak istiyorum,seninle yaşamak istiyorum..Geçen her gününün şahitliğini istiyorum.Sen bana evrenin bir lütfusun..En değerli hediyemsin bana sunulan..Varlığın,varlığıma en büyük armağan..Doğum günün kutlu olsun bebeğim..Beraber daha nice sağlık,mutluluk,huzur,şans,bereket,aşk dolu yaşlara! Öpüyorum gülüşünün bütün kıyılarını..Islak ıslak,çilekli ve kıpkırmızı ;)
Sen! Sevda diyarının tutkulu prensi İyi ki öptün yüreğinden yorgun prensesi Çarmıha gerilmiş bir ömrün sürgünüyken ’Aşk’ dedi gözlerin; bir Aslı doğruldu asırlar evvelinden
Hüzünlü gözlerinde yıkanıyor zehir zemberek suskunluğum İklimsiz mevsimlerde dolaşıyorum / ki rehberisin yolculuğumun Sıratı andırıyor her bir kelamın,yalın ve narin Ve uzayan yollar / bir o kadar çetin
Emeklemek gerek,düşe kalka yürümeyi öğrenmek Ki tebessümünle çözülüyor ruhum ilmek ilmek Yaralı bir kuş misali konuverdin yüreğimin avuçlarına Ki farkında değildin, ne dermansız bir dertte deva bulduğunun
Oysa dalgaları kadar hırçındı bu ‘Asi’ kızın ruhu Meltem esintisini unutalı ne çok olmuştu Yanardağ misali ürkütürdü gözlerindeki öfkenin mührü Zira hayat yolunda hep yalnız yürüdü
Oysa biliyordu; bitmemişti şarkı,susturulmuştu melodi Düşünüyordu,iki yarım bir bütün edebilir miydi?
Lal olmuş dudakları ilk kez fısıldadı Gökyüzünü yorgan yapmalı göğsümüze ve yıldızlara göz kırpmalı Ay kıskanmalı,ellerin saçlarımda gezindikçe /ki terlemelisin avuçlarımda Çakıl taşlarında kaybolmalı,parmağındaki esaret prangası Gülümsemeli gözlerin haylaz bir çocuk edasıyla
Sarmalısın yüreğimi! Yar gibi Sen gibi Biz gibi
Dalgaların sesi yankılanmalı kulaklarımızda Susarak anlatmalısın sendeki beni Dokunma demelisin,yüzüme değen esintiye Kıskanırım saçının en titrek halini
Göğsümde saçların,yüreğimin sesini duymalısın Şebnemsi bir ürkeklikle anlatmalı kalbim,içimdeki seni Avuçlarıma düşmeli kirpiğine değen çiğ taneleri
İyi ki dediğimiz yanlışlarımızı Keşke dediğimiz yaşanmamışlarımızı Kırılgan çocukluğumuzu Kayıp gençliğimizi Büyümeyen bizi anlatmalıyız uzayan ufuklara
Bir gün batımı indiğimiz sahilde Doğan güneşe gülümsemeliyiz el ele, yürek yüreğe Kurşuni sevdalara inat Beklentisiz sevmenin hazzını sürmeliyiz Beşinci mevsimi yaşarcasına
Sen beni sevmelisin teninde can gibi Ben seni bilmeliyim damarımda kan gibi…
Hamiş: Gece olduğunda sesin kıvrım kıvrım tüterken kulağımda..Bir gece sıcak bir çikolata gibi sesinden aksın bu satırlar kulağıma..Yağmurum ol,yağ bana!
kimi sevsem benim gibi sınırda; benim gibi hiç durmadan haksızlık etmekte kendine. Kimi sevsem bir ülkeden,bir çağdan daha çok paramparca edilmiş kalbine inanmaya çalışıyor. Ne zaman derinden inanmak istesem hayata, orada köşeye sıkışmış, kanlar içinde varolmaya çalışan bi sevgili çıkıyor karşıma.
…yollardı evin senin…şehirler,insanlar…anlatıcıydın, yazdığın kadar; konuşmacıydın,sustuğun kadar…düşeceksin yola yine…menzilin yeni bir kent…gittiğin her kente seninle beraber gitmek,keşfe çıkmak çok güzel…beni tanıyorsun sen…sana kendimi anlatmama gerek yok..bir fotoğrafımdaki anlık bir bakışım bile beni tanımlamana yetiyor…bu ne demek biliyor musun? hiç kopmayacağız…insan ancak gerçekten tanıdığını bırakamaz..birini tanımak,bir bağ kurmaktır…düğümlenmektir…zaman geçer,mesafeler girer araya…ama o mesafelere inat,o bağ hiç kopmaz…beni tanıyorsun sen..benim seni tanıdığımdan daha çok…biz asla kopmayacağız…ben senin,kaçmak istediğinde açabileceğin ve sonrasında dünyanın yüzüne çarpıp gidebileceğin bir kapıyım! gel,aç ve kaç…bir gün bırakıp gitmek istediğinde her şeyi,kitaplar dolusu rafları,masa üstünde sayfalara meydan okuyan kalemini,duvarlara yapıştırılmış ve unutulmaya yüz tutmuş dipnotlarını,yalnızlık döşeli odanı,evini ve belki de kendini terk etmek istediğinde ardına geçebileceğin bir kapıyım..gel,aç ve kaç…insanın ihtiyaç duyduğu ‘biri’ hep vardır…benim ‘biri’m sensin sanırım…senin ‘biri’n olmak güzel…o ‘biri’ hep olsun..ve hep bana gelsin… ‘biri’ bana gelsin ;)
not: tanıdık değil mi? bize dair sanki ;) bu ciciyi bulduğumda parmaklarım otomatiğe bağlanmış gibi senin adresine doğru yol almaya başlamışlardı,engel olamadım..sanki benden bağımsız bir şekilde,bir çeşit refleks hareketi gibi oluyor bu,inan bana :) önüne geçemediğim,dizginleyemediğim hani…kontrol benden çıkıyor:P..her zaman yaptığım gibi mesaj kutuna bırakmak istemiştim bu güzelliği..ama ufak bir sorundan dolayı(sanırım sistem bir takım teknik arızalar yaşıyor) başaramadım…ama seninle paylaşmazsam da çatlardım:P…yazıda geçtiği üzere,beni tanıyorsun sen zaten ;) ama şu an emelime ulaşmanın eşsiz hazzını yaşıyorum ;) sen de yaşa istiyorum ve de…her zamanki gibi…yine,yeni,yeniden ;)
Kimi bekliyorsun hala, Evinden kitaplarından uzakta mısın Arada bir telefon et kendine Kendine mektuplar yaz yanıt beklemeden Kartlar gönder kendine her gittiğin uzaklardan Sevgilim diye başlayıp öperim diye biten Senin senden başka kimin var ki arasın
İnince trenden ya da uçaktan yalnızlığın Sevinçle karşıla yalnızlığını garlarda hava alanlarında Ayrılışlarda da sarılıp öpüş yanlızlığınla Uğurla kendi kendini dönüşsüz yolculuklara Bekle kendini uzak yolculuklardan dönersin diye Senin senden başka kimin var ki beklesin
İçki masalarında bir başına mısın Kendinleysen yetmelisin kendine Çoğaltıp yalnızlığını konuş bir çok kendinle Kaldır içki bardağını kendi şerefine Ağlaşarak gülüşerek tartışarak kendinle Senin senden başka kimin var ki bulasın
Düşmanlarının saldırılarından yuvarlandıkça yerlere Tutup kendi saçlarından kaldır kendini Seni sana bildirecek kimsen yok başka kendinden Ölünce senin bile haberin olmayacak öldüğünden Haber ver kendine ki öldüğünü bilesin Kimin var ki senin sana öldüğünü söylesin
Kendi kendinin hem konuğu hem ev sahibisin Zamanın varken ağırla kendini sarılıp öperek Biliyorsun nasıl olsa yakın o gelecek Kimileri diyecek Daha şimdiden sev kendini sev kendini SEVVVV Kimin var ki senin seni senden başka sevecek..
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de, kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar, ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller, Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım. Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya canım ellerini tutmak isterse...
Evet Sevgili, Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu, kim uzanmak isterdi ince parmaklarına, mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer! !
bi heves severiz, bi tuhaf severiz.. vuslata hasret, kıyılara çarpa çarpa da severiz.. ölmeden severiz, ağlamadan da.. hata yapmadan, günaha yakın severiz.. zincire vurmadan, vurulmadan da severiz.. hesapsız, formülsüz severiz.. katil olmadan, kadavra olmadan da severiz.. özlemeden, ağrımadan severiz..
danışıksız da oluruz biz şimdi.. görürsün sen!
* * *
e kanarım ben şimdi!
bi çocuğun elma şekerine kandığı gibi kanarım.. adım gibi, can gibi kanarım.. helalimmiş gibi, benmiş gibi kanarım.. gönüllü gönüllü, bile bile ladese kanarım.. nazarına kanarım, edana kanarım.. kerbelana da kanarım belki..
e yanarım da ben şimdi!
harına yanar, közüne eklenirim.. sözüne kanar, yamacına yanaşırım.. ülkene varır, güneşine yanarım.. yangın olur seni de yakarım belki..
e sorarım ben şimdi!
notalara, dizelere sorarım.. bebelere, ninelere sorarım.. ona, buna sorarım.. geçmişe, geleceğe sorarım.. şimdiki zamana yorarım herşeyi belki de..
e şımarırım da ben şimdi!
var'a, yok'a şımarırım.. gelene, gidene şımarırım.. bilene, bilmeyene şımarırım.. öfkene, sevmene şımarırım.. kalmana, gitmene şımarırım... bi fırsatını bulursam seni de şımartırım belki..
belli mi olur, buseleniriz de biz şimdi... bak gör!
Bilmem, Belki merhabamla aydınlanır günün Belki bir kelimeyle çoğalır gülüşün Bir parça mutluluk takılır belki gözlerine Belki bir başka açarsın defterini bugün Başka türlü bakarsın yaşamın tadına Bir başka gülücük yansır dudaklarına Umuda hoş geldin derken Umutsuzluğa yasak koyarsın belki Belki bir barış şarkısı takılır aklına Belki bir bebeğin ellerine tutunup Pembe bir bulutla oynarsın bu gün Belki de hiç bilmediğin o duyguyu yaşarken Yaşamın reset düğmesine basıp Yeniden başladığın o gün olur bugün…
Merhaba canım… Aylardan kasım,günlerden yedi…eee bu da ne demek oluyo,ağır romantiğimin doğumunun seneyi devriyesi…kutlamak gerek dimi? Sana öyle klasik mesajlardan atmak istemedim…çünkü biliyorum ki sıradanlığı sevmiyosun…ben de dedim kendi kendime şöyle güzel bi şiirle giriş yap…sonra kendini kelimelerin akışına bırak…onlar seni alıp götürürler zaten gitmek istediğin yere…seni ne zaman yarı yolda bırakıyolarki zaten:P… Aslında bazen mızıkçılıkları tutuyo ama neyse:P…
Şiirle girdik,sıra pastamızda dimi? ne dersin şöyle birazcık samimiyetten,bir tutam hoşgörüden,bi ölçü nezaketten,saygıdan,ama çokça sevgiden,umuttan koysak bi kaba,karıştırsak,harmanlasak güzelce,ağzımıza layık bi hayat pastası yapmış olur muyuz? Sonra da afiyetle yesek…en güzel,en kocaman dilimi benim olsaaaaaa :))))) sana hiç bırakmasaam :))) sonra da çocukluğumuza dönsek beraber,elimize bi dolu boya alsak,bi de fırça,dünyayı istediğimiz renge boyasak…bi tutam beyaz alsak tuvalimize,bize her daim saflık ve temizlik aşılaması için…bi tutam mavi alsak,hep umut dolu günlere yelken açmak için…bi tutam yeşil,bi tutam pembe,eflatun alsak,gökkuşağını kıskandırsak…veee biraz da kırmızı…her daim tutkuyla,aşkla,sevgiyle devam etmek için hayat yolumuza…sence umudun resmini çizmiş olur muyuz?
Neyse,benim gevezeliğim bitmez şimdi,böyle sabaha kadar yazarım,ama azı karar,çoğu zarar derizya hep,tadında bırakiim en iyisi…(hoş,tadında bırakmak bu oluyosa:P..) özetle en kocaman harflerimle şöyle sesleniyorum sana,hadi harflerim hazır mısınız? ne diyoruuuuuuuuuzzzz,biiiiir,ikiiiiiiiiiii,üüüüüüüç :))
Heeeeeeeeeeeeyyyy,ağır romantiiiiiiikkk! ! ! Sen varyaaaaaa,iyiki doğdun,iyiki varsın,iyiki tanıdım seni tamam mııııı,iyi yüreklim :)) Sağlıkla,esenlikle,huzurla dolu daha nice yaşlara… En önemlisi sevgiyle ve aşkla…
Pencerenden uzanan sıcacık ve tazecik gün ışıkları,
“Sen mühimsin” mesajını getiriyor sana.
Yaratıcın seni yeni bir “bugün”le önemsiyor.
Varlığımızı hissetmeyiz çoğu kez. Var edildiğimizi sık sık unuturuz.
“Sıradan” günlerin içinde “olağan” sıkıntıların kıskacında, “günübirlik” telaşların girdabında adeta sürüklenerek dahil oluruz günün içine. Var edenin varlığımızın her zerresinde her an sürdürdüğü eşsiz dokunuşa köreliriz.
Tıpkı üzerinde yıllar boyu oturup dilendiği sandığın kapağını kaldırmayı aklına getiremeyen dilenci gibiyiz.
İçi mücevher dolu bir sandık var yanımızda, ancak dönüp bakmadığımız için yoksul belliyoruz kendimizi, boş sanıyoruz sandığı.
Bu sabah aynaya baktığında göreceğin yüz ne kadar tanıdıksa, o kadar da farklıdır. Senin yüzün yeryüzünde geçmiş ve gelecek bütün yüzlerden farklıdır.
Sana özeldir, bir tek senin içindir. Bu sabah aynada, ayrı ve özel olarak yaratıldığını ve ayrıcalıklı “bir”i olduğunu gördün.
Şimdi yüzünün tüm detaylarında var edildiğini seyret.
Gözlerinin görmek üzere sana özel verildiğini gör.
Kulaklarının işitmek üzere sana verildiğini duy.
Ağzının seni konuşturmak üzere sırf sana verildiğini söyle.
Burnunun yalnız sen koklayasın ve nefes alasın diye sana verildiğinin kokusunu al.
İki dudağın arasında kıvranıp saklanan sade ve içten bir tebessümün Var edenin doğrudan sana lütfu olduğunu fısılda.
Var edenin, tenindeki sıcacık ve tanıdık yaratış dokunuşlarını duyumsa.
Nabızlarında O'nun hayat verişine dokun.
Şimdi burada olduğunu duyumsa, Var eden'in emriyle“Ol! ”durulduğunu bil; var edildiğini, bugüne gönderildiğini, bugünün gönderildiğini anımsa.
Bugün bi'tanedir.
Sen bi'tanesin.
Ve sen başkasın.
Unutma! Sandığının içinde sandığından fazlası var...
hediyen için teşekkürler,hediyeni beğenirsin inşallah,beğenmezsen de atma çöpe falan olur mu,çekerim kulaklarını sonra,karışmam bak :)) sen bilirsin beni,dimi ;)
Hayatın bir anlamı vardı, aradım, buldum, yoktum... /Kendine dönüyordu herkes yaşarken, çözdüm, buldum, sordum.../ Dünyanın merkezine seyahatti yaşamak, başlangıcı bedenden, gidişatı sevgiden, sonlanışı azalış... / Tam sona gelince az buluyordun, yaşadın, bitirdin, yoktun.../ Sevdiğin şeyler azalıyordu büyüyünce, manada çoktun. / Açken açgözlü, toksan kördün.. / Bir anlamı vardı yaşamın kördüğüm, çözdüm, ördüm, yoruldum... / Yaşamın tılsımı vardı, sevdim, sevildim; alevken hardım söndüm kor oldum./ Sonunda buldum yaşıyorken çoktum, ölümde muamma. /Bir dirilişi vardı mutlaka insanın yaşarken de; defalarca öldüğümde gördüm. / Olmaktan ötesi vardı dalda tatlanırken, elma dalda dururken kurtlanıyordu./Bir küçük kedi annesiz kalınca bir köpek büyütüyordu / Bir çiçek kış gelince gizleniyordu, kar beyazı seviyordu / Müziği duymasa da besteliyordu insan... Hayatın direği eğikti, kırılmıyordu... / Eğildiğini görenler korkuyordu, sorguluyordu.../ Yaşam her halükarda sürüyordu, sondan habersiz. / Hayatın anlamı vardı mutlaka... / Küçüktüm soruyordum, büyüdüm cevaplıyorum.../ Yaşadım, gördüm, gittim, bittim derken başlıyordun yeniden.../ Yaşamın yorganı kısa gelse de üşümüyordun, sıcağı çok gelse de yanmıyordun... / Gözyaşları kabuk olabiliyordu, gülümsemeler anlam... İnsan özünden kaybetmedikçe insan! / Merhameti aptallık, iyiliği hinlik,iyimserliği saflık sanıyorlardı., elbette yanılıyorlardı / Yaşamayan bilmezdi, kabul etmezdi yabanıllığını. / Yaşarken ehil oluyordun; doğru çok yoruluyordun. / Bir son vardı mutlaka... / Yaşarken belki de aslında dinleniyordun.../ Hayatın bir anlamı olmalı, yedin içtin doydun... Buldun… Yoktun bir yerde. / Kim bilir belki de yaşarken, buldum derken kayboldun. (M.İ)
Ben sende fenayım Adın yazılı avuçlarımda Gözlerime beyaz bulutlar senden gelir Gökyüzüm mavisini senden alır Denizler ötesine çekersin beni Hayat limanından demir alırken yelkenliler Binlerce dünya batar sularda Binlerce maverada bulurum seni
Ben senin saçlarında esen bir rüzgar Ben senin ellerinde filizlenen bir gül Ve ben sende fenalaştıkça Yüreğinde nefes alan bir can olmalıyım...
Ben sende fenayım Adın yazılı avuçlarımda Dudaklarım susuzluğunu sana sunar Gözlerime güneşler senden doğar Ölümlerin kıyısında tutarsın beni Çalınmış baharlarımı getirirsin Toprağımda papatyalar gülerken Sımsıcak cemrelerde bulurum seni
Ben de senin sızılarında bir bahar Ben de senin gecelerinde bir pembe Ve ben sende fenalaştıkça Acılarında bir gülüş olmalıyım
Hani seni bırakmayacağım demiştim bir gün. Ne olursa olsun, her koşulda ve ne zaman istersen sana sarılacağımı…Yaşam boyu sürecek birlikteliğimizin henüz başladığını…Tanırdın beni, sözlerin ağzımdan boşa çıkmadığını bilirdin ve inanırdın bana… O gün söylediğimiz bütün kelimeler, kurduğumuz bütün cümleler aklımda…Senin de kuvvetliydi hafızan benim gibi…Ben unutmadım hala, ama, sen unuttun besbelli… Hani, yıldızlar parladıkça gökyüzünde, çocuklar güldükçe nedensiz, bitmeyecekti umut? Asla çökmeyecekti üstümüze zifiri karanlık? Hani, her daim türkülerin olacaktı söyleyecek, şiirlerin olacaktı okunacak ve anlamı olacaktı yaşadığın her saniyenin? İnsanlar var oldukça, ölümsüz olacaktı sevgi, aşk ve sanat? Hani bilecektin değerini anların; her doğan günle yenilenmiş, her batan günle, biraz daha zenginleşmiş olacaktın? Hani her gece, eninde sonunda varacaktı sabaha? Hani azimli ve kararlıydın; kendini, insanları ve hayatı tanımakta? Bütün kitaplar okunacak, şarkılar dinlenecekti; üstünde yatılmamış çimen, zirvesine varılmamış dağ kalmayacaktı dünyada? Hani bir keresinde, bir ağacın dalına tünemiştik birlikte, güneşin batışını seyrederken söz vermiştin bana, insan olacaktık önce…Nasıl diye sorduğumda, ahlaklı yaşayacağız demiştin, ama her şeyden önce, seveceğiz…Neyi diye sormuştum, ilk olarak, güneşin batışını seyretmeyi demiştin, susmuştuk saygıyla ve tadına, ilk o an varmıştık sevmenin… Hani bilirdin güzele ulaşmak için dayanılmaz sancılar çekmek gerektiğini, gülmeyi hak etmek için, önce, ağlamalı insan derdin. Sevilmeyi beklememeli sevmek için ve almadan verebilmeli… Hani anlamsızdı hayata küsmek, başına gelen kötü şeyler yüzünden; insanla birlikte var olmuştu acı, ölüm ve keder…İşte bu nedenle sevmeliydik, dört yanı kötülükle kuşatılmış insanı derdin. Hani, inanacaktın insana, her yardım isteyene uzanacaktı elin, haklının avukatı; mazlumun koruyanı olup ta, zalimin celladı olmayacaktın? Hani mal, mülk, para ile gözleri kamaşan miyop yüreklere rağmen, kesmeyecektin ümidini insandan? Hani yaşamaktan vazgeçmek, bir anlamda ölümden; sevmekten vazgeçmek, kendinden vazgeçmek demekti; kalakalmak ortada, bir hiç olmak…Hani vazgeçmeyecektin? Hani, bir kere sevecektin; içten bir gülücüğe, anlayışlı bir bakışa, dünyaları verecektin? Hani, hiç terk etmeyecektin beni? Hani, sen hep, saf ve temiz kalacaktın, el değmemiş; sadece, ben büyüyecektim? Hani, ben seni akılsız bırakmayacaktım, sen de beni yüreksiz
Yepyeni bir denizi yüz yıl eskileştirsek İşte bu kadar yıldır seviyordum ben seni, Bir sahilin kumlarını tek tek okşamak gibi Deniz minaresini bir ömre dizmek gibi
Denizlerimdeki yeşili sen çaldın Rahat mısın bari? Yapılır mı? Korsan töresine aykırı Sana o yeşil bize çok gerekli demedik miydi, Hiç mi düşünmedin istiridyelerin yüreklerini?
Tut ki alaca karanlıkta bir şangırtı koptu şimdi, Bir adam denize bıraktı kendini usulca, Usulca ayaklarına bağlayarak sevgisini, İki damla göz yaşı istesek, yollar mısın ki?
Deniz ölülerine mezar taşı dikilmez bilirsin, Kaç yıl sonra da olsa bir deniz görsen, Yanında kocan da olsa bir deniz görsen Hala duruyorsa gözlerindeki o yeşil sevgi, Ve denize bakınca buğulanırsa yeşil gözlerin Kocandan sakla, kıskanır belki.
Şimdi kaç bin metre derindeyim bilmiyorum, İndiğimde bir perişandı deniz dipleri, Yosunlar yeşillerini unutmuşlardı Tuz buz olmuştu istiridyelerin yürekleri, Önce gözlerinin yeşilini anlattım yosunlara, Verdim yanımda ne getirdiysem hepsini Sonra, bir bir topladım istiridyelerin yüreklerini
Şimdi bir yeryüzü öyküsü ile ben onları avutuyorum, Bütün denizaltı güzellikleri ile onlar da beni.
'Düsünmek ama mantiklica Kizmak ama keyifle Sakalasmak ama kirmadan Gülmek ama kahkahayla dolu dolu Paylasmak ama büyük haz duyarak Anlayis ama hiç esirgemeden'
Karsinizda böyle bir insan var iste.....bir kötülük yapildiginda tek karsiligi unutmak olarak veren biri.... yok yok ondan bir tane daha yok! ! ! !
'Devler gibi eser birakmak için karincalar gibi çalismak lazim' NFK ben ona inaniyorum ilerde öyle güzel eserler birakacak ki herkes onunla gurur duyucak ve ben de onu tanidigim için kendimle :)
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de, kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar, ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller, Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım. Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya canım ellerini tutmak isterse...
Evet Sevgili, Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu, kim uzanmak isterdi ince parmaklarına, mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer! !
Henüz 18’ini yeni bitirmiştin, enerji ve umutla dolu hayata başlamaya hazırdın... Ne oldu? İstemediğin bir okula girdin. İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için... Sevmediğin bir bölümde senelerini harcadın... Ayaklarını sürüye sürüye gittin derslere... Çalışmak istemedin ama yine de zorladın kendini... Güç bela bitirdin sonunda... Ne ailen, ne de arkadaşların görmedi yaptığın fedakarlığı... Alkışlamadılar seni, omuzlarının üzerine çıkarmadılar, madalya takmadılar... Enerjin çoktan tükenmeye başladı bile... Kimse bilmez nasıl kendini feda ettiğini... Ruhunu teslim ettiğini... Gençliğini tükettiğini... Şimdi iş bulman gerek... Para kazanman, araba alman, ev alman gerek... İstemediğin bir işe girdin... Böyle olması gerekiyor diye... Sırf çevrendekiler bekliyor diye... İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için... Sabahın köründe gidiyorsun işe... Sevmediğin insanlar ile gününü harcıyorsun... Heyecan duymadığın işlerle zamanını geçiriyorsun... Yarının gelmesinden nefret ediyorsun... Sevildiğini hissettin mi peki? Ya saygı? Bitti mi insanların istekleri? Özgür müsün artık? Hayır, hala özgür değilsin... Şimdi evlenmen gerek... Öyle ya yaşın geçiyor, evde mi kaldın ne? Arıyorsun etrafında uygun birisini, artık evlenmeliyim diyorsun... Acaba gerçekten istiyor musun? Sana uygun birisini buldun işte, boyu boyuna, mesleği mesleğine, parası parana göre... Peki ya kalbin? Düğününden bir gece önce sessizce itiraf ettin kendine, ya doğru kişi değilse? Belli ki hazır değildin bu evliliğe... Evlenmek için evlendin... İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için... Mutlu oldun mu peki? Kalbin heyecanla doldu mu? Akşam eve koşarak döndün mü? Sevildiğini hissettin mi? Seviştin mi tüm varlığınla? Daha evleneli bir sene dolmadı, insanlar çocuk demeye başladılar... İstedin mi gerçekten bir çocuk sahibi olmayı? Hazır mısın bir canlıyı yetiştirmeye? Söyle bana, ne verebilirsin bu küçük insana? Hayatı kendi gözlerinle hiç yaşadın mı? Ne istediğini biliyor musun? Ya istemediğini? Hiç risk aldın mı? Sen hiç kendin için bir şey yaptın mı? Çocuğun bir gün sorarsa özgürlük nedir? Ne cevap vereceksin? Sen hiç özgürlüğü yaşadın mı? Korkuların seni hapsetmiş, her geçen gün etrafına bir duvar daha örüyorsun. Sevilmeme korkusu, yalnız kalma korkusu, başarısız olma korkusu, saygınlığını yitirme korkusu ve daha neler neler... Hayatında hiç korkmadığın bir gün oldu mu? Cesaretle atıldın mı hiç? Ya bilmediğin bir dünyaya girdin mi? Sevilmemeyi göze aldın mı hiç? Gülünç duruma düştün mü? Ağladın mı doyasıya, insanlara aldırmadan? Acı çektin mi hiç, hani öleceğini düşünecek kadar... Ve iyileşmeyi başarabildin mi hiç? Yaş erdi kemale diyorsun, bu saatten sonra benden ne köy olur ne kılavuz. Umutların tükenmiş, hayallerin yıkılmış... Koca bir ömür başka insanların kontrolü altında geçip gitmiş. Alışmışsın artık bu düzene, artık istesem de çıkamam diyorsun... Ve gene kendin için bir şeyler yapmaktan vazgeçiyorsun... Ne olurdu istediğin okula gitseydin... Kim ne derse desin, ressam olsaydın... Müzisyen, Arkeolog, Sanatçı, Sporcu olsaydın... Hayattaki büyük adımları ancak hazır olduğunda sen istediğin için atsaydın... Ne olurdu biraz risk alsaydın? Biraz kendine güvenseydin? Biraz kendine inansaydın? Ne olurdu seni çepeçevre saran zincirleri kırıp, önündeki duvarları aşıp, kendin olabilmeyi başarsaydın? Kim ne diyebilirdi sana? Gene kimse madalya takmazdı, gene kimse alkışlamazdı, gene kimse seni omuzlarının üzerine çıkarmazdı... Ama sen kendine saygı duyardın! Haydi, şu anda şu dakika bir daha bak hayatına... Bu sefer kendin için bir şeyler yap... Bırak insanlar sevmesin seni, bırak senin mutsuzluğundan mutlu olmayıversinler, bırak takdir etmesinler, onaylamasınlar, bırak dedikodunu yapsınlar, itiraz etsinler... Hayatında bir kere olsun bu riski al! İstediğin mesleği yap... Zevk al ürettiğin işten... Uçarak git işine... Keyif al birlikte çalıştığın insanlardan... Yaşamını kendin seç ve mutlu ol seçtiğin bu yaşamdan... İstediğin insan ile istediğin zamanda evlen... İster 20’inde ol, ister 50’inde... Senden başka kim bilir doğru insanın kim olduğunu ve doğru zamanın ne zaman olduğunu? Dinleme başkalarını... Evlenmek için hiçbir zaman geç sayılmaz... Ve hatta istiyorsan evlenme... Bu yaşam senin ve ızdırabını da, mutluluğunu da yaşayan tek sensin... İstediğin zaman çocuk yap... Kendini hazır hissettiğinde, yaşama bir canlı getirmek istediğinde ve o çocuğa verecek bir şeylerin olduğunda... Ve hatta istemezsen hiç çocuk yapma... İstiyorsan başka bir şehre taşın, başka bir ülkeye, başka bir kıtaya... Mecbur değilsin bu şehre tıkılıp kalmaya... İstiyorsan yeniden okula başla, yeni bir meslek, yeni bir hayat, yeni ben diyerek kendin için yaşa... Şimdi soruyorum sana... Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın? CAN DÜNDAR
Sahillerimde ayak izlerin kalıyor. Ayak izlerin sıradan değil, biliyormusun? “Demek, sıradan olmayanların ayak izleri de sıradan olmuyormuş” diyorum. Ayak izlerini seviyorum! ..
Ve içimdeki deniz; yalayıp durmakta, sahilimde kalan öpülesi ayaklarının izlerini! .. Ve de usul usul sokulup, sana dokunup durmakta... Güneş vurmuş gibi kızarmış yanaklarını; utanmış olmalı, diyorum! .. Tek aşinası sensin kumsallarımın... Nedendir bilmem, senden başka kimsecikler uğramaz buralara. Ya da tek sana açılıyor bu sahilin kapıları. Ve de olanca güzelliği bir tek sana sunmakta...
Makuldür... Sabahın ilk saatleri bu. Gecelerim; koyu lacivert renklerinden ilk sana soyunmakta. Ve; günün ilk ışıklarıyla birlikte; hayalinin rengiyle bütünleşip, pastel tonların, muhayyilendeki tonunu kuşanmakta... Yosun kokuyor martıların sesleri! ..
İyi ki, varsın diyorum. Zira yokluğunda, fırtınalarım kum savururdu buralarda... İyi ya; ya senin içindeki denizden ne haber? O da beni gezdiriyor mu kıyılarında? Ve ayak izlerime ve bana dokunup duruyor mu? .. Gizli gizli okşuyor mu hayallimi? .. Ve; uyutuverecekmiş gibi bağrında beni, mahmurlaştırıyor mu senin gözlerin gibi benim gözlerimi? ..
Suss... Konuşma... Sen hep sus! .. kokusunu duyduğun yosunlar gibi sus! .. Martıları kim anladı bugüne kadar? Üstelik de çığlıkla anlattıklarının sırrına kim erdi? Ama, sabahın bu ilk saatlerinde, martılarımın ilk çığlığını, bir demet halinde, iyot kokan sahillerimin ilk sana duyurmakta... Yosun kokuyor martıların sesleri...
Ayak izlerine bitiyorum... Sularım çalkantıda!
Ayak izlerine doluyorum! Ayak izlerine bir sandal, iki de martı düşürüyorum.
Seni seviyorum...
Bu yosun kokuları hiç bitmesin... Ve sen; gönlümün kıyılarından hiç eksik olma diyorum!
Terledikçe açıl denizlerime, zira ihtiyacımsın... Mahrum kalmasın suyum tuzundan, mahrum kalmasın sahillerim ve yosunlarım kokusundan.
ıııı.....ıhım ıhım :)) ses.... 1..2..3.. :)) o biiiiiiirrrrrrrr romantik(ağırlığı tescil edilmedi henüz :))) ...o biiiiiiirrrrrrrr şeytan tüyünü yanına almış diyar diyar dolaşan bi seyyah....o biiirrrrrr cana yakın...o biiirrrr sempatik.....o biiirrrr dinamik...o biiirrrrr espri kutusu....o biirrr show man.....o biiirrr dost canlısı.... o biirr eğitmen adayı...o biiiirrr kiii üüüüçççççç....o biirrrrrr uğur işte canım...şu bizim uğur :))) dilerim hayatındaki herkese adı gibi uğur getirir :)))
Divan Şiiri Öğretimi Üzerine Dr. Nilay IŞIKSALAN(*)
Edebiyat eğitiminde ve öğretim programlarında “Divan Edebiyatı” adıyla geçen ve XII ve XIX. yüzyıllar arasındaki sürecin ürünleri olan eski edebiyat metinleri, altı yüzyıllık Osmanlı kültür ve uygarlığının verileridir. Her ne kadar son yıllarda adı üzerinde klâsik şair, yazar ve eserler esas alınarak veya beslendiği kültür ve felsefî kaynaklar ölçüt alınarak tartışmalar yapılmış,“Klâsik Edebiyat”,“Klâsik Türk Edebiyatı”, “İslâmî Edebiyat”, “İslâmî Devir Türk Edebiyatı” (1) , gibi adlandırmalarla sınıflandırılmışsa da bizim amacımız, adla ilgili tartışmaları, alan uzmanı bilim adamlarına bırakarak, Divan Edebiyatını hangi metinlerle ne ölçüde öğretme olup işi, eğitim açısından ele almaktır. Bu nedenle, şimdilik yaygın kullanımı olan Divan Edebiyatı adını tercih ettik.
XVI. yüzyılın sonunda, önce duraklayan sonra da hızla çöküş dönemine giren Osmanlı Devleti’nin çöküşüne paralel olarak edebiyat da çöker. Vefasızlığından yakınılan, uğrunda acı çekilip göz yaşı dökülen hayalî sevgili tipi, mecaz, mezmun ve istiarelere dayalı kuralcı anlatımı, güncel ve gerçek yaşamdan uzak, yapay ve abartmalı kurgusuyla Divan Edebiyatı,Batıya yönelmeyi hedefleyen yeni edebiyat anlayışına ve esaslarına ters düşer. Nitekim, toplumun eğitimini ve medenileşmesini esas alan, halkın gerçeklerine dayanan somut eserler vermeyi amaçlayan Tanzimat Döneminin büyük şairleri Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat, Ai Suavi eski edebiyat yerine yeni edebiyat tarzını benimserler.
Yeni kurulacak edebiyatın esaslarını “Lisân-ı Osmanînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı uzun makalesinde açıklayanNamıkKemal, edebiyatın tanımını yaparak“Fikrin gelişmesine ve toplumun eğitilmesine olan büyük hizmetinden” söz eder. Divan Edebiyatının “realite ile ilgisizliğine, sunî’liğine ve boşluğuna”(2) değinir.
1868’de Hürriyet gazetesinde çıkan Şiir ve İnşa makalesinde, Divan Edebiyatını millî olmamakla suçlayan Ziya Paşa, “gerçek Türk edebiyatının halk edebiyatı olduğunu” (3) söyler. Altı yıl sonra yayımladığı üç ciltlik Harâbât antolojisinde ani bir dönüşle övdüğü Divan Edebiyatının propagandasını yaptığı gerekçesiyle de Namık Kemal’in Tahrib-i Harâbat ve Takip adlı eserlerinde ağır eleştirilere hedef olur.
Peki ama, günümüzde artık yaşamayan, Yahya Kemal’in deyişiyle “nadir insanların anlayıp zevkine vardığı bir tarihî çağrışım vasıtası” olan eski edebiyatımızdan geride kalan kalıcı değerler, güzellikler yok mu? Biz bunları genç kuşaklara nasıl aktarabiliriz. Onlara özellikle eski şiirimizi nasıl sevdirebiliriz?
Kuşkusuz, fikir ve sanat dokusu; teşbih, istiare ve mazmunlarla örülmüş, yaratıcılığı ses ve estetik üzerine kurulu, özgün şiir diliyle yazılan eserleri inceleyip yorumlamak uzmanlık işidir. Ancak, kültür ve uygarlık değişimine koşut olarak değişen zevk ve anlayışa, dil tasfiyesine rağmen, sanat ve söyleyiş mükemmelliğiyle kendisini kabul ettiren bu edebiyatı öğrencilere tanıtıp sevdirmek de edebiyat öğretiminin amaçları arasındadır. Peki ama, bu konuda niçin zorlanıyoruz? Önce, bunu irdeleyelim:
1. Dil Faktörü
Divan Edebiyatının büyük şairlerinin eserlerini,Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğunlukla kullanıldığı bir dille yazmaları, bu dili kültür ve sanat dili olarak yüzlerce yıl işlemeleri, sanat kaygısıyla Türkçe’ye gereken önemi vermemeleridir. Tanzimat döneminde, Maarif-i Umûmiye Nizamnamesiyle (1869) Türkçe öğretim dili kabul edilip bağımsız ders olarak öğretim programlarına girmiş, Cumhuriyet döneminde yapılan harf ve dil devrimiyle değer görmeye başlamışsa da daha önceki yüzyılların ürünü olan Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğun olarak yer aldığı metinlerle günümüz öğrencisi doğal olarak bağ kuramamıştır.
Bu metinlerin anlaşılmasını güçleştiren başlıca etken, açık olmayan şiirsel anlatımın Arapça, Farsça kelime ve kelime gruplarında iyice örtünmüş olmasıdır.”(4)
Kendi çağında anlaşılır bir şehirli Türkçesi kullanılmasına rağmen,Bâki’nin, liselerde de okutulan Kanunî Mersiyesinde yer alan,
Ey pây-bend-i dâmgeh-i kayd-ı nâm ü neng
Ta key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bidireng
beytinde tek Türkçe sözcük bulunmazken veya Nefî’nin,Sultan I.Osman’a yazdığı kasidedeki
Aftâb-ı bahr ü ber sâhip-kırân-ı şark ü garb
Şehsüvar-ı nâm-ver râyet-güşâ-yı safderi
beytinde gene tek Türkçe sözcük yer almazken, öğrencilerin bu ve benzeri metinlere ilgi duyup sevmeleri beklenemez.
Sorun, sadece Arapça ve Farsça’dan alınan sözcükler değildir. Çünkü, kültür etkileşimi sonucu, aşağı yukarı tüm dünya dillerinde yabancı sözcükler vardır, olması bir ölçüde de doğaldır.Ancak, Türkçe’ye sözü edilen dillerden sözcük alınmakla kalınmamış, dil kuralları da olduğu gibi alınmıştır.
Osmanlıca’nın sakatlığı yalnız üç dilin kelimelerinden toplanmış olmasından değil, bu dillerin kurallarının da olduğu gibi Türk diline aktarılmış bulunmasındadır. Bunun da adı “kavâid-i Osmaniye”dir (5) .
Medrese dili olan Arapça, Tanzimat döneminde rüşdiyeler açılınca bu okullara da “kavâid-i Osmaniye” adıyla girmiş; Emsile, Bina, Maksûd,Türkçe’ye çevrilerek okutulmuşsa da ağırlık gene Arapça’da olmuş, Türkçe gene ikinci plânda kalmıştır.
Böylelikle, “kavâid-i Osmaniye” dedikleri Türkçe dil bilgisinin ağırlık merkezi Arapça’nın kuralları olmuş, Farsça’nın kuralları da buna katılmış, Türkçe’nin kuralları ise, önemsiz bir bölüm olarak bunlara eklenmiştir”(6) .
Kur’an dili diye kutsal sayılan ve söz varlığı açısından zengin bir dil olan Arapça’nın tüm bâbları (kalıpları) alınmış, kamus ve ferhenglerden (Arapça ve Farsça sözlüklerden) sanat ve hüner amacıyla yığın yığın sözcük aktarılmıştır.
Canlı bir organizma olan dilin gerçek yaşamla bağlantısını dikkate almayan, onun toplumla iletişimini, millî birlik ve bütünlüğü sağlamadaki işlevini hesaba katmaya Divan şairleri, bunun bedelini unutulmakla ödemişlerdir.
“Dil üzerinde düşünmeyiş, dil ile edebiyat, dil ile hayat arasındaki derin münasebet hakkında sağlam bir görüşe sahip olmayış bize çok pahalıya mal olmuştur. Arapça ve Farsça ile Türkçe arasındaki farkı hesaba katmayan Divan şairleri, bu gafletlerinin cezasını unutulmakla, yani ölümle ödemişlerdir. Dil, sıkı sıkıya millî varlığa, hayata ve cemiyete bağlıdır. Bu basit hakikati Türk edebiyatçıları çok geç, yirminci yüzyılın başında öğrenmişlerdir”(7) .
2. Kültürel Değişim Faktörü
Eski metinlerin genç kuşaklar tarafından anlaşılmasını engelleyen veya zorlayan önemli bir neden kültür değişimidir.
Bilindiği üzere,Türklerin, müslümanlığı kabul edişlerinden sonra İran etkisiyle gelişen Divan Edebiyatı, “ümmet kültürüne” dayanmaktadır. Beslendiği toplumsal ve felsefî kaynaklar; Kur’ân ayetleri, hadisler, peygamber ve evliya kıssaları, tasavvuf ve tasavvufî motifler, İran ve Arap hikâyeleri, yerli ögeler, günlük yaşamdan sahneler, yer yer hurafelerle karışmış bilgilerdir.
Osmanlı kültür ve uygarlığının bir yansıması olan bu edebiyat, toplumun geçirdiği kültür ve uygarlık değişimine koşut olarakCumhuriyetin lâik ve millî kültür kaynağından yetişen günümüz kuşaklarına hitap edememektedir. Çünkü, artık eskiyen, ona yabancılaşan sadece Divan Edebiyatı değil, onu biçimlendirip ortaya çıkaran Osmanlı kültür kaynakları ve verileridir.
Günümüz kuşakları, genel olarak, söz konusu bu kültüre, bu arada doğallıkla divan şiirine yabancı düşmüştür. Çünkü onlar bu eski kültürle değil, yeni, değişik bir kültür kaynağından beslenmişlerdir. Divan şiirinin yukarıda belirttiğimiz temel kaynakları, onlara tanımadıkları bir dünyadan ses verir. Onlar, tarikatın da şeriatın da yabancısıdırlar. Oysa, bu şiire yaklaşabilmek için daha bu türden kavramlara gelmeden, söz konusu kültürün en ilkel verilerini bilmek gerekir.”(8)
Ayrıca, bu edebiyatı, kültür zenginliği ve yüksek zevki nedeniyle de anlayıp yorumlamak zordur.
“Evet, bu edebiyatı anlamak güçtür. Büyük bir kültür zenginliğine muhtaçtır. Bu kültürü elde edip bu sanat mahsullerini avucu içine almak, yüksek tefekkürün verdiği yüksek zevke erişmek demektir. Bu büyük nimetin külfeti de büyüktür.”(9)
Dünya görüşü, yaşam felsefesi, sanat anlayışı, konuların işleniş tarzı, imaj, söz ve ses oyunları, dil ve üslûbuyla tarihe karışan eski edebiyat metinleri, ihmalin dışında, geçirdiği medeniyet değişiminin doğal sonucu olarak zamanın tahribatına da uğramış, genç kuşakların kendisiyle bağlantı kurup anlamasına fırsat vermemiştir.
“... yüzyıllarla ifade edilen zaman farklılığının getirdiği tarihî, sosyal ve kültürel kopuklukları saymak gerekir. Eski Türk edebiyatı metinlerini bu engelleri aşabildiğimiz ölçüde anlayabiliriz.” (10)
3.Çeviri Faktörü
Eski metinlerin genç kuşaklara ulaştırılıp sevilmesinde zorluk çekilen bir başka husus da “çeviri” sorunudur. Kendine özgü sözcük ve söz gruplarından oluşan, çeşitli mecaz, istiare ve benzetmelerle anlamlandırılmış, estetik değer taşıyan sanatlı bir anlatımı düz yazıya çevirme, kuşkusuz uzmanlık gerektiren bir alandır.
Bilindiği üzere, eski edebiyatta manzum bir metin önce “düz yazıya” çevrilir. Ardından “günümüz Türkçesiyle” açıklanıp içeriği -söz ve anlam sanatlarının çağrıştırdıkları- okuyucuya aktarılır. Ancak, bu çevirilerde şiir, duygu, ahenk hatta anlam kaybına bile uğrayabilmektedir. Dili anlaşılır, günümüz kuşaklarının anlayabileceği kadar yalın metinler bu sorunu bir ölçüde ortadan kaldırabilir. Öğrencinin de şiirden doğrudan zevk almasına yardımcı olur.
“... eski şiiri anlamak için onu düz yazıya çevirip günümüz Türkçesiyle ifade etmek, dile çekilen yabancılıktandır. Ahmet Haşim’in,“şiir nesre kabil-i tahvîl olmayan nazımdır” tanımı elbette çok doğrudur. O yüzden de düz yazıya çevrilerek günümüz Türkçesiyle ifade edilmiş şiir, ahengi ve duygusal yönü kayıplara uğrayarak, şiirsel anlatımdan aldığı derinliği yitirerek okuyucuya ulaştırılmıştır. İşte bu yüzden seçilen metinler günümüz Türkçesine ne kadar yakın olursa, okuyucu şiiri o kadar doğrudan tatma imkânına kavuşacaktır.”(11)
Şairlerin anlatım güçlerini ve ustalıklarını büyük ölçüde yeni ve orijinal söyleyişlere bağladıkları eski şiirde ahenk, anlamdan daha fazla öneme sahiptir. Anlamın pek dikkate alınmadığı, söylenenin değil, söyleyiş tarzının önem taşıdığı bu şiirde “ses” unsuru ön plânda gelir. Bu nedenle şiirin ahengini bozmadan, sözcükler anlam açısından işlenebilir.
“Çünkü Divan şiiri yüzde seksen, bir ses edebiyatıdır. Onu elden geldiğince sesi, havası, arkaik dünyasıyla, bazen birkaç sözcük katarak bazen de çıkararak aktarmalıyız”(12) .
Özellikle metnin yazıldığı dönemin tarihî, toplumsal ve felsefî temelleri, kültürel dokusu, edebiyat ve dil özellikleri, şairin psikolojisi hakkında yeterli birikim edinmeden sırf yabancı sözcük ve deyimlere karşılıklar bularak yapılan çeviriler, yüzeysel ve basmakalıp olmakta, metnin içeriğini tümüyle öldürmekte, okuyucunun eski şiiri anlayıp sevmesine engel olmaktadır.
Günümüzde kimi izahlı veya açıklamalı Divan şiiri antolojileri, el kitapları veya yardımcı kitaplar bu olumsuz örneklerdendir.
Bunun dışında, “şerh” denilen metni açımlama vardır ki çoğunlukla, Osmanlı dönemi eğitim kurumlarında ders kitapları gibi okutulmuştur. Önceleri,Arapça ve Farsça eserler için yazılan şerhler, daha sonra Türkçe yazılmış, tasavvufî metinler ile eski edebiyat metinlerini günümüz okurlarına aktarmayı amaçlamıştır.
4.Öğretim Faktörü
Lise düzeyindeki öğrenciye eski metinleri tanıtma, özellikle düzyazıya çevirip günümüz Türkçesiyle açıklama bir yöntem işi olmakla birlikte büyük ölçüde öğretmenin bu edebiyatı öğrenciye sevdirme yeteneğiyle de ilgilidir.
Geleneksel bir yöntem olarak, eski metinlerde geçen Arapça ve Farsça sözcükler ile edebî sanatları ezberletmek, sanki bu edebiyatın öğretimini ezber üzerine kurmak, günümüz öğrencisini daha baştan soğutmakta, onun eski ama güzel metinlerden alması gereken estetik zevki tatmasına izin vermemektedir.
“Ölü sözcükleri, gereksiz sanat oyunlarını, bunların adlarını ve tanımlarını ezberletmek, şiirin onlardan oluştuğu kanısını uyandırmak da Divan şiirinden soğutuyor günümüz insanını. Okul kitapları, bu tür uygulamalarla doludur. Dolayısıyla Divan şiirine sevgi ile bakma, ona anlamlı yaklaşım olanağını da kaldırıyor ortadan. Örüler(metinler) birer taşıl gibi sunuluyor. Sevdirme yerine soğutmaya çalışılıyor sanki”(13) .
Özellikle de aruz kalıbı ezberletmek, bunu yazılı sınavlarda ölçme aracı yaparak öğrenciyi ürkütmek, onun eski şiirle bağ kurmasını daha baştan engellemektedir.
“... günümüz şartlarında orta öğretim kurumlarında aruz öğretilebileceği konusu umut verici değildir. En başarılı öğretmenlerin en başarılı öğrencileri aruzla yazılmış metinlerin ölçüsünü ezberlemekte, bunu isteyerek değil, öğretmeni istediği için, kendi eğitim açısından bir yararı bulunup bulunmadığını düşünmeden yapmaktadır” (14) .
Oysa, aruz kalıbı ezberletmek yerine her biri bir musikî makamı gibi olan vezinleri, metinler üzerinde seslendirerek öğrenciye bizzat uygulama yaptırmak, daha ilgi çekici ve zevk verici olabilir.
Öğrenciyi, bu edebiyattan soğutan bir başka önemli sorun da öğretim programları ve ders kitaplarına alınan metinlerle ilgilidir. Şair ve yazarları kronolojik sıraya göre dizip onlardan metin seçmek, her zaman beklenen sonucu vermemektedir. Edebiyat tarihinin temel ölçüt alındığı geleneksel anlayışta metin göz ardı edilebilmektedir. Oysa, eseri anlamak, ondaki sanatı ve vermek istediği iletiyi almak temel amaç olmalıdır.
Mazmun, mecaz ve istiarelerden örülü bir dünyası olan Divan şiirinden intikal eden kalıcı güzelliklerin nasıl yaşatılacağı, onlardaki sanat ve estetik zevkin genç kuşaklara nasıl tattırılacağının yanıtı şöyle verilebilir:
Bu, her şeyden önce, dil ve söyleyiş tarzı, ses yaratıları, söz oyunları, imaj ve buluşları, biçim özellikleri, sanat ve estetik anlayışıyla kendi koşulları içinde gelişen özgün bir edebiyat olduğunu kabul edip ondan alabileceğimiz güzellikleri almakla mümkündür.
“Unutmamalı ki, her devrin beşerî telâkkisi kendisine göredir. Mutlak bir insan tasavvur edemeyeceğimiz gibi, onun her zaman ve mekân için mutlak bir ifadesini de isteyemeyiz. Eski şairlerimiz güzel olmak haysiyetiyle beşerî olan eserler vücuda getirdiler. Bir tarafta olan eksikliklerini öbür taraftaki emsalsiz faikiyetleriyle tamamladılar.
Bize düşen şey, umumî mülâhazaları bir tarafa bırakıp, altı asır süren bir tecrübenin bu asil mahsullerinden alabileceğimizi almaktır” (15) .
Batı uygarlığına geçişte, Divan Edebiyatı, dili, kültürü ve ürünleriyle çoğu kez hak etmediği kadar suçlanmış, kötülenmiş, hatta “millî değildir” diye inkâra varan sert eleştiri ve karalamalara hedef olmuştur. Özellikle, Tanzimat döneminde yeni edebiyat anlayışını yerleştirmek için bu tavrı koyanlar olmuştur.
Bu suçlamada, Divan Edebiyatını bilimsel ölçütle inceleyip değerlendirmeme sorunu yatmaktadır. Önyargılı yaklaşımlardan uzak, bilimsel ve objektif değerlendirme yapıldığında, tek yanlı ve çekişmeli görüşlerden kurtulunacak, ortak paydalar çevresinde birleşilecektir. Bunun için de önce,Divan Edebiyatını günümüz anlayış ve ölçütleriyle değerlendirme yanlışından kurtulup ona, kendi döneminin koşulları ve sanat anlayışıyla bir bütün olarak bakmayı kabul etmemiz gerekecektir.
İkincisi, eski metinlerden yola çıkarak günümüz insanının yaşam gerçeğine ve beklentilerine cevap veremeyiz. Ancak, hoşumuza gitse de gitmese de, Arapça ve Farsça tamlamalarla yüklü dil, mezmun ve imajlarla bezenmiş sanatlı anlatımı, gerçekçilikten ve doğallıktan uzak, yapay ve abartmalı tarzı, şekilci ve kuralcı yapısıyla Divan Edebiyatı bizimdir. İslâm felsefesi ve kültür kaynaklarından beslense de Türk insanının ruhunu yansıtır.
“Saz şairlerimizin şiirlerini okumalıyız, ama divan şiirini de bırakamayız. Bizim dilimizi asıl onlar öğretecek, tadına asıl onlar erdirecektir.Fuzûlî’nin gazellerini okurken, Bâkî’nin gazellerini okurken o Arapça,Farsça sözlerin altında Türkçe’nin tatlı sesini duymuyor musunuz? Suçu onlarda değil, kendinizde arayın. Karacaoğlan’a bayılırım ama Nedim’i,Galip’i okurken de kelimeleri her zaman anlamasam dahi, gene benim dilim olduğunu seziyorum, gene kendi dilimi duyduğum için yüreğim çarpıyor. Divan şairlerimizin Arapçadan Farsçadan aldıkları sözler, onların dillerini Türkçe olmaktan çıkarmamıştır. O sözler birer yabancıdır ama salınıp gezdikleri bahçenin toprağı buram buram Türkçe kokar, Türk kokar” (16) .
Hoca Dehhanî, Âşık Paşa, Ahmedî,Necati,Fuzûlî, Bâkî,Nef’î, Şeyhülislâm Yahya, Nâilî, Neşatî, Nâbî,Nedim, Şeyh Galip gibi Türk şairlerinin mısra mısra, beyit beyit işledikleri şiirler, Türk kültür ürünleri olup edebiyat tarihimizde altı yüzyıl gibi uzun ve görkemli bir geçmişe sahiptirler. Bu ürünleri genç kuşaklara öğretmek, geçmişiyle köprü kurarak geleceklerini daha sağlam kurabilmelerini sağlamak da eğitimin görevidir.
Kaldı ki Divan Edebiyatından günümüze kalan pek çok kalıcı değer ve güzellikler vardır. Zirve şahsiyetlerin, “mısra-ı berceste”denilen en seçkin, en güzel mısra ya da beyitlerinden yola çıkarak bu metinleri sevdirip öğretmek mümkündür.
“Eski şiirimizin en muteber divanlarını ele almaya gelmez. Yeknesaklıktan Fuzûlî ve Nedim gibi şairler bile gözden düşer.En doğrusu bu büyük ruhların berceste mısralarını veyahut beyitlerini bir antolojide okutmaktır. Çünkü kestirme ve samimi bir hükümle denilebilir ki eski şiirimizde manzume yoktur, terkip yoktur, hasılı eser yoktur, yalnız mısralar ve beyitler vardır”(17) .
“İşte eski şiir hakkında hüküm vermek lâzım geldiği zaman asıl düşünülmesi lâzım gelen bu attıklarımız değil, değişen bir zevk ve anlayışı, dildeki bütün bir tasfiye ve tekâmüle rağmen, bize hâlâ kendilerini bir mükemmeliyet örneği gibi kabul ettiren mısralar ve beyitlerdir”(18) .
Şairin, “bazen bir mısra veya beyit, hatta bütün bir manzume, havada güneş vurmuş bir gemi küpeştesi gibi hafızamızda birden bire aydınlanır ve biz, bu eski şairlerin yaptıkları işi bir lâhzada görür ve şaşırırız” (19) dediği örnekler, öğrencilerin sevebileceği, onların duygu ve hayal dünyalarına girebilecek kadar lirik ve etkilidir.
Aşk derdiyle hoşam el çek ilâcımdan tabib
Kılma dermân kim helâkim zehr-i dermânındadır.
dizelerinde sevgilinin çektirdiği aşk acılarından hoşnut olan Fuzûlî’nin derman istemeyen ruh hâli, plâtonik aşkın söylemidir.
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı
beyti ise, şairin yoğun biçimde yaşadığı yalnızlık duygusunun lirik bir anlatımıdır.
Lise ders kitaplarında da yer alan Su Kasidesinde;
Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
Dest bûsî arzûsiyle ölürsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su
beyitlerinde gözüne seslenen şair, gönlünde tutuşan ateşlere, göz yaşından su saçmamasını, böylesine tutuşan ateşlere suyun fayda etmeyeceğini belirterek sevgilinin elini öpme arzusuyla ölürse, toprağından yapılan çanakla ona su verilmesini istemesi, ince ve zarif duyguları yansıtan eşsiz bir buluştur.
Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düştü çemende berk-i draht itibârdan
Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rûzgârdan
gazelinde Bâkî, giden yazın bıraktığı boşlukta esen sonbahar rüzgârlarının uğultularını, dört yana savurduğu yaprakların hışırtılarını duyurur. Ağaçların tepelerinde mağrur dururken yere düşen yaprakların, kendilerini düşüren rüzgâr ve zamandan (sonbahar mevsimi) şikâyetçi olmalarını -yüksek mevkilerden düşen insanların psikolojisiyle- zengin ve derin bir anlam içinde canlandırır.
Ders kitaplarının çoğunda yer alan, şairin renkli ve parıltılı hayal dünyasından ve güçlü duygularından yansıttığı bu gazelinin yanı sıra;
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
beytinde olduğu gibi atasözü hâline gelen hikmetli sözleri eğitici niteliktedir.
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı âl olmuş sana
dizelerinde sevgiliye, imbikten geçmiş nezaketle hitap edenNedim’in, onun gül yanaklarını, şarap rengiyle bir tutma inceliği ve zarafeti;
veya,
Erişdi nev-bahâr eyyâmı açıldı gül ü gülşen
Çerâğân vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen
Çemenler döndü rû-yı yâre reng-i lâle vü gülden
Çerâğân vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen
dizelerinde ilkbaharın gelişiyle neşelenip coşarak gül bahçesinde açan güllerin, sevgilinin yüzüyle bir tutması, lâle bahçesini müjdeleyerek eğlence vaktinin başlayacağına sevinmesi, kısacası coşkulu ve arzulu ruh hâlini, öğrencilere hissettirmek, onları Lâle devri eğlenceleriyle bilgilendirmek hem zevk verici hem de öğretici olabilir.
Gazel, kaside, mesnevî ve şarkı şekillerinde unutulmaz şiirleriyle günümüze kadar gelebilen, sanatsal yetenek ve güçleriyle Divan Edebiyatını zenginleştiren Fuzûlî,Bâkî, Nef’î, Nedim ve Galip’i tanımak, bir anlamda da saf şiiri (pure poem) tanımak, şiirin ne olduğunu da anlamak demektir. Divan şiirinin seçkin beyitleri, bu anlayışa uygun en güzel ve en anlamlı örnekler olup bilinmesi gerekir.
“... Fuzûlî çok derin ve tesirli lirizmiyle bu edebiyat içinde bir zirve olarak yer alıyor. Bâkî, renkli hayat tablolarıyla gözleri kamaştırıyor. Nef’î muhteşem ahengiyle parlak kahramanlık sahneleri yaşatıyor ve sanatkârın psikolojik âlemini tasvirde dehâya varıyor. Nedim sevimli edası ve ince ruhuyla Divan şiirini neredeyse halka mal edecek derecede millîleştiriyor ve bugünkü saf şiiri telâkkisine uygun mükemmel şiirler veriyor. Galip, modern sembolizmi andıran olgun mısralar işliyor. Bütün bunlar Türk edebiyatı içinde Divan şiirine ihmal edilemeyecek bir zenginlik kazandırıyor. Bu bakımdan Divan şiirinin hiç olmazsa seçilmiş mısralarını tanımak bizim için zaruridir”(20) .
Divan Edebiyatının sözü edilen parıltılarını, geçmiş yıllarda, liselerde iyi bir edebiyat kültürü almış, şimdi avukat, mühendis, doktor, banka müdürü gibi toplumda önemli görevlerde bulunan kişiler zevkle okurdu. Bir Su Kasidesini, bir Kanunî Mersiyesini, bir Nedim şarkısını tamamen bilirdi veya en az bir iki beyit ezberinde kalırdı.
Ancak, son yıllarda, çeşitli gerekçelerle eğitim sistemindeki ölçme-değerlendirme ölçütlerinin kolaylaştırılması, kimi öğretmenlerin eski edebiyat metinlerini, dili ve konuları sebebiyle gereksiz görüp üzerinde yeterince durmaması, sadece programdaki zorunluluk nedeniyle geçiştirerek vermesi, günümüz öğrencilerinin eski metinlerdeki özellikle şiirdeki sanatlı söyleyişin, ince ve zarif duyguların, orijinal imajların ve estetik değerin farkına varmasını âdeta engellemektedir. Buna, liselerde üç yıl boyunca ağırlıklı ders saatiyle okutulan Edebiyat dersine, üniversite giriş sınavlarında üç beş soru kadar yer verildiği de eklenirse öğrenciyi eski edebiyatı sevmiyor diye suçlamak haksızlık olur.
ÖNERİLER
1. Divan Edebiyatı hakkındaki önyargılı, küçümseyici ve karalayıcı tavrı ile anlayışı değiştirmek gerekir. Bu edebiyatı, günümüz anlayışı ve ölçütleriyle değil de kendi döneminin tarihî, toplumsal ve kültürel koşulları içinde kendine özgü sanat anlayışıyla kabullenmek, bin yıllık bir medeniyetin kültür varlığı olarak değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
2. Geleneksel öğretimde olduğu üzere, metinleri, kronolojik sıra gözeterek vermek, giderek terk edilen bir yaklaşımdır. Her yüzyıldan,Divan Edebiyatının özellikle nazım türlerinde -gazel, kaside, mesnevî, rubaî, terkib-i bend, terci-i bend, şarkı- önemli eserler vermiş büyük şairler veya nesir üstatları çıkmayabilir ve öğrencinin ilgi alanına girmeyebilir. Artık, yeni yaklaşımda öğretim programlarında şairden değil de eserden hareket edilmektedir. Eser merkezli yaklaşım giderek kabul görmektedir. Öğrenci düzeyine uygun, onu, duygu, düşünce ve hayal yönüyle geliştiren, sanat değeri taşıyan eserler, onun hem zevk almasını sağlayacak hem de, kitap okuma alışkanlığı kazanıp kültürü, eski-yeni ayrımı yapmadan bir bütün olarak görüp tanımasına olanak sağlayacaktır.
3.Zamanın,Divan Edebiyatı üzerindeki aşındırıcı ve yıpratıcı etkisi dikkate alınarak öğrenciyi bu edebiyatın metinlerini anlamaya düşünsel ve ruhsal açıdan hazırlamak yararlı olur.
4. Öğretim programlarına, öğrencilerin ilgi, ihtiyaç, zevk ve beklentilerine cevap verebilecek, dili ve anlatımı yalın, estetik ve didaktik değer taşıyan metinlerin seçilmesine özen gösterilmelidir.
5. Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin Divan Edebiyatıyla ilgili birikimleri, öğretme yöntemleri ve bu edebiyata yaklaşımları, öğrencilere bu edebiyatın metinlerini sevdirip öğretmede büyük önem taşır. Öğretmen “Metinler eski, dilleri anlaşılmaz” zihniyetiyle konuları geçiştirerek veya tek başına özetleyerek vermek yerine okutacağı metni döneminin veya yüzyılının kültürünü, zevkini, anlayış ve duyuşunu, dil ve anlatım özelliklerini, kısacası, bir sanat olayı olarak tanıtmayı amaçlamalıdır. Metni, soru-cevap tekniğiyle -eğer bağdaşıyorsa- günümüz yaşamıyla bağlantı kurarak öğrenciyle birlikte işlemesi etkin ve yararlı bir yoldur.
6. Özellikle aruz kalıplarını öğretmede izlenen ezber yöntemi terk edilmelidir. Öğrenci, aruz kalıbı ezberlemekle korkutulmamalı, önemli sayılan ve çok yaygın kullanılan aruz kalıpları, en güzel beyit ve dizelerde uygulamalı olarak verilmelidir. Bugün bazıları şarkı formunda okunan bazı beyitler, bellekte kalıcılığı açısından öncelikle tercih edilmelidir.
7. Sınavlarda, dili ağır, anlatımı mecazlı ve sanatlı, fikir dokusu karışık metinlerden sorular sorarak bu edebiyatı, öğrencinin başarısızlığına neden olabilecek bir malzeme yapmamalıdır.
8. Divan Edebiyatının en güzel beyitlerinden oluşan, öğrencinin anlama-kavrama kapasitesine uygun, dili yalın örneklerden oluşan, çevirisi sağlıklı, Millî Eğitim Bakanlığı tavsiyeli bir antoloji oluşturarak öğrencinin yararına sunulabilir.
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet, Yüreğini elime koyduğunda anladım..
”Sana ihtiyacım var, gel! ” diyebilmekmiş güçlü olmak, Sana “git” dediğimde anladım..
Biri sana “git” dediğinde, “kalmak istiyorum” diyebilmekmiş sevmek, Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan, büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım.. Özür dilemek değil, “affet beni” diye haykırmak istemekmiş pişman olmak, Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş, sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış, Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..
Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi, Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş, Emek ise vazgeçmeyecek ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş.. CAN YÜCEL
Artık gitme demeyeceğim, zaten iyice hazırsın bu sefer. Herşeyi yanında götür; anılarımızı, umutlarımızı, sevgimi de al belki lâzım olur. Tek kelime etmesem diyorum, ama etmeliyim, sana bilmediğin bir şeyden bahsetmeliyim; kendimden. Evet, onca zaman tanıdığını sandığın benden. Hırçın yanımı gördün daha çok, oysa öyle uysal bir çocukmuşum ki. Neydi beni zaman zaman hoyrat yapan? Sanırım, düşünmedin. Birini ayrı tutsam da renklerin hepsini sevdim, mevsimleri de. Aslında çok şey var sevdiğim, kavgalar ve savaşlar dışında bir de niye olursa olsun vedalaşma anları, İsterdim ki uyumlu halimi yaşasaydın daima ama bana hep vurgun saatlerinde geldin, ya da sen vurdun. Uzaklara bakardım uysal çocukluğumda içimde dolmayan derin boşluğumla, denizden gelecek bir gemi bekledim durdum, sonra yıldızlara baktım yıllarca ve sen sandığım bir yıldıza. Kadınlar, erkekler, çocuklar ve şehirler tanıdım, çoğunu da sevdim. Aşklarım da oldu, hem de uğruna ölebileceğim aşklar, ama en çok seni sevdim. Ve şimdi gidiyorsun, evet git içimdeki melek sana dua edecek. Sanırım kahrolmayacağım bu veda sahnesine - senin baban öldü mü? Bu gidiş ölümden beter olamaz. Hangisi doğru bilmiyorum, Seni uğurlayıp öylece kalmak mı? Yoksa, benim uyumamı bekleyip gitmen, benim de sensiz sabaha uyanmam mı? Bence şimdi git, hayır gitme! Yani git de önce üstümü ört, ben uzanayım şöyle, ışığı kapat ve git. Hayır hayır gitme! Yani git de ışığı yak git, ben karanlıktan korkuyorum da! Hem sensizlik hem karanlık bu kadarı fazla. Üstümü de örtme bu şevkat de fazla, ışıkların hepsi açık olsun. İçim burkuluyor sen nasıl gidersen git. Dur, burayı iyi dinle; birkez daha söylüyorum ve son kez. Seni seviyorum. Sen giderken ben içimden haykıracağım 'kusursuz bir aşktı bu' diye. Kusursuz bir aşktı benim sana büyüttüğüm sen ne yaşadın bilmiyorum...
07.11.2012 - 14:20
Ömrümün hangi baharıysa veya hangi duanın karşılığıysa gelişin,içime başka mevsimlerin güzelliklerini getirdin.Sevginin gücünü tanıdım seninle,sevgiye inandım.Senden önce yaşadığım ne varsa,hepsinin sana ulaşmak için geçilmesi gereken zorlu bir yolculuk olduğunu anladım.Sen benim en zor anlarımda sığındığım limanımsın.Fırtınalardan kaçıp saklandığım,kendimi güvende hissettiğim dağımsın.Seninle eksik olan bir yanımı tamamladım.Seninle ömrümün geri kalanını anlamlandırdım.Bir hayatı hediye etmek gibi,bir canı bağışlamak gibi; sana baktığımda kendi doğuşuma uyandım.Varlığın,başka hiçbir yerde bulunamayacak sihirli bir ırmağa ellerini değdirmek gibi..Yeniden ve yenilenerek hissediyorum bunu her gün.Her sabaha bunu düşünerek uyanmak günümü lezzetlendiriyor,güzel kılıyor,ömrümü güzelleştiriyor. Çoğaltıyor,değiştiriyor,geliştiriyor..Her yeni yaşında,her yeni yılında,her geçen gününde seninle olmak istiyorum.Saçlarının her uzayışını,tek tek beyazlayışını,gözlerinin kenarındaki her çizginin oluşumunu seyredebilecek kadar uzun zaman yanında olmak istiyorum.Seninle yaşlanmak istiyorum,seninle yaşamak istiyorum..Geçen her gününün şahitliğini istiyorum.Sen bana evrenin bir lütfusun..En değerli hediyemsin bana sunulan..Varlığın,varlığıma en büyük armağan..Doğum günün kutlu olsun bebeğim..Beraber daha nice sağlık,mutluluk,huzur,şans,bereket,aşk dolu yaşlara! Öpüyorum gülüşünün bütün kıyılarını..Islak ıslak,çilekli ve kıpkırmızı ;)
31.03.2012 - 00:14
Sen! Sevda diyarının tutkulu prensi
İyi ki öptün yüreğinden yorgun prensesi
Çarmıha gerilmiş bir ömrün sürgünüyken
’Aşk’ dedi gözlerin; bir Aslı doğruldu asırlar evvelinden
Hüzünlü gözlerinde yıkanıyor zehir zemberek suskunluğum
İklimsiz mevsimlerde dolaşıyorum / ki rehberisin yolculuğumun
Sıratı andırıyor her bir kelamın,yalın ve narin
Ve uzayan yollar / bir o kadar çetin
Emeklemek gerek,düşe kalka yürümeyi öğrenmek
Ki tebessümünle çözülüyor ruhum ilmek ilmek
Yaralı bir kuş misali konuverdin yüreğimin avuçlarına
Ki farkında değildin, ne dermansız bir dertte deva bulduğunun
Oysa dalgaları kadar hırçındı bu ‘Asi’ kızın ruhu
Meltem esintisini unutalı ne çok olmuştu
Yanardağ misali ürkütürdü gözlerindeki öfkenin mührü
Zira hayat yolunda hep yalnız yürüdü
Oysa biliyordu; bitmemişti şarkı,susturulmuştu melodi
Düşünüyordu,iki yarım bir bütün edebilir miydi?
Lal olmuş dudakları ilk kez fısıldadı
Gökyüzünü yorgan yapmalı göğsümüze ve yıldızlara göz kırpmalı
Ay kıskanmalı,ellerin saçlarımda gezindikçe /ki terlemelisin avuçlarımda
Çakıl taşlarında kaybolmalı,parmağındaki esaret prangası
Gülümsemeli gözlerin haylaz bir çocuk edasıyla
Sarmalısın yüreğimi!
Yar gibi
Sen gibi
Biz gibi
Dalgaların sesi yankılanmalı kulaklarımızda
Susarak anlatmalısın sendeki beni
Dokunma demelisin,yüzüme değen esintiye
Kıskanırım saçının en titrek halini
Göğsümde saçların,yüreğimin sesini duymalısın
Şebnemsi bir ürkeklikle anlatmalı kalbim,içimdeki seni
Avuçlarıma düşmeli kirpiğine değen çiğ taneleri
İyi ki dediğimiz yanlışlarımızı
Keşke dediğimiz yaşanmamışlarımızı
Kırılgan çocukluğumuzu
Kayıp gençliğimizi
Büyümeyen bizi anlatmalıyız uzayan ufuklara
Bir gün batımı indiğimiz sahilde
Doğan güneşe gülümsemeliyiz el ele, yürek yüreğe
Kurşuni sevdalara inat
Beklentisiz sevmenin hazzını sürmeliyiz
Beşinci mevsimi yaşarcasına
Sen beni sevmelisin teninde can gibi
Ben seni bilmeliyim damarımda kan gibi…
Hamiş: Gece olduğunda sesin kıvrım kıvrım tüterken kulağımda..Bir gece sıcak bir çikolata gibi sesinden aksın bu satırlar kulağıma..Yağmurum ol,yağ bana!
07.09.2011 - 13:54
kimi sevsem benim gibi sınırda; benim gibi hiç durmadan haksızlık etmekte kendine.
Kimi sevsem bir ülkeden,bir çağdan daha çok paramparca edilmiş kalbine inanmaya çalışıyor.
Ne zaman derinden inanmak istesem hayata,
orada köşeye sıkışmış,
kanlar içinde varolmaya çalışan bi sevgili çıkıyor karşıma.
05.10.2010 - 13:07
…yollardı evin senin…şehirler,insanlar…anlatıcıydın, yazdığın kadar; konuşmacıydın,sustuğun kadar…düşeceksin yola yine…menzilin yeni bir kent…gittiğin her kente seninle beraber gitmek,keşfe çıkmak çok güzel…beni tanıyorsun sen…sana kendimi anlatmama gerek yok..bir fotoğrafımdaki anlık bir bakışım bile beni tanımlamana yetiyor…bu ne demek biliyor musun? hiç kopmayacağız…insan ancak gerçekten tanıdığını bırakamaz..birini tanımak,bir bağ kurmaktır…düğümlenmektir…zaman geçer,mesafeler girer araya…ama o mesafelere inat,o bağ hiç kopmaz…beni tanıyorsun sen..benim seni tanıdığımdan daha çok…biz asla kopmayacağız…ben senin,kaçmak istediğinde açabileceğin ve sonrasında dünyanın yüzüne çarpıp gidebileceğin bir kapıyım! gel,aç ve kaç…bir gün bırakıp gitmek istediğinde her şeyi,kitaplar dolusu rafları,masa üstünde sayfalara meydan okuyan kalemini,duvarlara yapıştırılmış ve unutulmaya yüz tutmuş dipnotlarını,yalnızlık döşeli odanı,evini ve belki de kendini terk etmek istediğinde ardına geçebileceğin bir kapıyım..gel,aç ve kaç…insanın ihtiyaç duyduğu ‘biri’ hep vardır…benim ‘biri’m sensin sanırım…senin ‘biri’n olmak güzel…o ‘biri’ hep olsun..ve hep bana gelsin… ‘biri’ bana gelsin ;)
not: tanıdık değil mi? bize dair sanki ;) bu ciciyi bulduğumda parmaklarım otomatiğe bağlanmış gibi senin adresine doğru yol almaya başlamışlardı,engel olamadım..sanki benden bağımsız bir şekilde,bir çeşit refleks hareketi gibi oluyor bu,inan bana :) önüne geçemediğim,dizginleyemediğim hani…kontrol benden çıkıyor:P..her zaman yaptığım gibi mesaj kutuna bırakmak istemiştim bu güzelliği..ama ufak bir sorundan dolayı(sanırım sistem bir takım teknik arızalar yaşıyor) başaramadım…ama seninle paylaşmazsam da çatlardım:P…yazıda geçtiği üzere,beni tanıyorsun sen zaten ;) ama şu an emelime ulaşmanın eşsiz hazzını yaşıyorum ;) sen de yaşa istiyorum ve de…her zamanki gibi…yine,yeni,yeniden ;)
sevgiyle…
06.12.2009 - 16:11
KİMİN VAR Kİ
Kimi bekliyorsun hala,
Evinden kitaplarından uzakta mısın
Arada bir telefon et kendine
Kendine mektuplar yaz yanıt beklemeden
Kartlar gönder kendine her gittiğin uzaklardan
Sevgilim diye başlayıp öperim diye biten
Senin senden başka kimin var ki arasın
İnince trenden ya da uçaktan yalnızlığın
Sevinçle karşıla yalnızlığını garlarda hava alanlarında
Ayrılışlarda da sarılıp öpüş yanlızlığınla
Uğurla kendi kendini dönüşsüz yolculuklara
Bekle kendini uzak yolculuklardan dönersin diye
Senin senden başka kimin var ki beklesin
İçki masalarında bir başına mısın
Kendinleysen yetmelisin kendine
Çoğaltıp yalnızlığını konuş bir çok kendinle
Kaldır içki bardağını kendi şerefine
Ağlaşarak gülüşerek tartışarak kendinle
Senin senden başka kimin var ki bulasın
Düşmanlarının saldırılarından yuvarlandıkça yerlere
Tutup kendi saçlarından kaldır kendini
Seni sana bildirecek kimsen yok başka kendinden
Ölünce senin bile haberin olmayacak öldüğünden
Haber ver kendine ki öldüğünü bilesin
Kimin var ki senin sana öldüğünü söylesin
Kendi kendinin hem konuğu hem ev sahibisin
Zamanın varken ağırla kendini sarılıp öperek
Biliyorsun nasıl olsa yakın o gelecek
Kimileri diyecek
Daha şimdiden sev kendini sev kendini SEVVVV
Kimin var ki senin seni senden başka sevecek..
AZİZ NESİN
05.12.2009 - 10:55
EĞER
okadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.
Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.
Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer
Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.
Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.
O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.
Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.
Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.
Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.
Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.
Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.
Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.
O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.
Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse...
Evet Sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer! !
CAN YÜCEL
28.11.2009 - 23:26
e yazarım ben şimdi!
adını koymadan yazarım..
sana sormadan, seni bilmeden, sen gelmeden, tenine sinmeden, kokuna esir olmadan, ismini fısıldamadan, koynuna yazılmadan da yazarım...
gizine kanmadan, meşkine dolanmadan, kelamım sürçmeden, şarkım bitmeden, kafiye tutmadan, istemeden yazarım...
e çizersin sen şimdi!
usul usul çizersin..
bana sormadan, adımı anmadan, yamacıma sığınmadan, canın yanmadan, karşı koymadan, sevdayı yormadan da çizersin...
renkler incinmeden, tuval solmadan, gölgeler üşümeden, desenler düşmeden, portreler benzemeden, mezatlar bitmeden çizersin...
e biz severiz de şimdi!
geçmişi sile sile severiz..
bi heves severiz, bi tuhaf severiz.. vuslata hasret, kıyılara çarpa çarpa da severiz.. ölmeden severiz, ağlamadan da.. hata yapmadan, günaha yakın severiz.. zincire vurmadan, vurulmadan da severiz.. hesapsız, formülsüz severiz.. katil olmadan, kadavra olmadan da severiz.. özlemeden, ağrımadan severiz..
danışıksız da oluruz biz şimdi.. görürsün sen!
* * *
e kanarım ben şimdi!
bi çocuğun elma şekerine kandığı gibi kanarım.. adım gibi, can gibi kanarım.. helalimmiş gibi, benmiş gibi kanarım.. gönüllü gönüllü, bile bile ladese kanarım.. nazarına kanarım, edana kanarım.. kerbelana da kanarım belki..
e yanarım da ben şimdi!
harına yanar, közüne eklenirim.. sözüne kanar, yamacına yanaşırım.. ülkene varır, güneşine yanarım.. yangın olur seni de yakarım belki..
e sorarım ben şimdi!
notalara, dizelere sorarım.. bebelere, ninelere sorarım.. ona, buna sorarım.. geçmişe, geleceğe sorarım.. şimdiki zamana yorarım herşeyi belki de..
e şımarırım da ben şimdi!
var'a, yok'a şımarırım.. gelene, gidene şımarırım.. bilene, bilmeyene şımarırım.. öfkene, sevmene şımarırım.. kalmana, gitmene şımarırım... bi fırsatını bulursam seni de şımartırım belki..
belli mi olur, buseleniriz de biz şimdi... bak gör!
07.11.2008 - 15:17
Nice senelere kizimin romantik dayisi :))
07.11.2008 - 13:36
Bilmem,
Belki merhabamla aydınlanır günün
Belki bir kelimeyle çoğalır gülüşün
Bir parça mutluluk takılır belki gözlerine
Belki bir başka açarsın defterini bugün
Başka türlü bakarsın yaşamın tadına
Bir başka gülücük yansır dudaklarına
Umuda hoş geldin derken
Umutsuzluğa yasak koyarsın belki
Belki bir barış şarkısı takılır aklına
Belki bir bebeğin ellerine tutunup
Pembe bir bulutla oynarsın bu gün
Belki de hiç bilmediğin o duyguyu yaşarken
Yaşamın reset düğmesine basıp
Yeniden başladığın o gün olur bugün…
Merhaba canım…
Aylardan kasım,günlerden yedi…eee bu da ne demek oluyo,ağır romantiğimin doğumunun seneyi devriyesi…kutlamak gerek dimi?
Sana öyle klasik mesajlardan atmak istemedim…çünkü biliyorum ki sıradanlığı sevmiyosun…ben de dedim kendi kendime şöyle güzel bi şiirle giriş yap…sonra kendini kelimelerin akışına bırak…onlar seni alıp götürürler zaten gitmek istediğin yere…seni ne zaman yarı yolda bırakıyolarki zaten:P…
Aslında bazen mızıkçılıkları tutuyo ama neyse:P…
Şiirle girdik,sıra pastamızda dimi? ne dersin şöyle birazcık samimiyetten,bir tutam hoşgörüden,bi ölçü nezaketten,saygıdan,ama çokça sevgiden,umuttan koysak bi kaba,karıştırsak,harmanlasak güzelce,ağzımıza layık bi hayat pastası yapmış olur muyuz?
Sonra da afiyetle yesek…en güzel,en kocaman dilimi benim olsaaaaaa :))))) sana hiç bırakmasaam :))) sonra da çocukluğumuza dönsek beraber,elimize bi dolu boya alsak,bi de fırça,dünyayı istediğimiz renge boyasak…bi tutam beyaz alsak tuvalimize,bize her daim saflık ve temizlik aşılaması için…bi tutam mavi alsak,hep umut dolu günlere yelken açmak için…bi tutam yeşil,bi tutam pembe,eflatun alsak,gökkuşağını kıskandırsak…veee biraz da kırmızı…her daim tutkuyla,aşkla,sevgiyle devam etmek için hayat yolumuza…sence umudun resmini çizmiş olur muyuz?
Neyse,benim gevezeliğim bitmez şimdi,böyle sabaha kadar yazarım,ama azı karar,çoğu zarar derizya hep,tadında bırakiim en iyisi…(hoş,tadında bırakmak bu oluyosa:P..) özetle en kocaman harflerimle şöyle sesleniyorum sana,hadi harflerim hazır mısınız? ne diyoruuuuuuuuuzzzz,biiiiir,ikiiiiiiiiiii,üüüüüüüç :))
Heeeeeeeeeeeeyyyy,ağır romantiiiiiiikkk! ! !
Sen varyaaaaaa,iyiki doğdun,iyiki varsın,iyiki tanıdım seni tamam mııııı,iyi yüreklim :))
Sağlıkla,esenlikle,huzurla dolu daha nice yaşlara…
En önemlisi sevgiyle ve aşkla…
25.08.2008 - 17:23
Bugün güneş Senin için doğdu.
Gün senin için özel olarak gönderildi.
Pencerenden uzanan sıcacık ve tazecik gün ışıkları,
“Sen mühimsin” mesajını getiriyor sana.
Yaratıcın seni yeni bir “bugün”le önemsiyor.
Varlığımızı hissetmeyiz çoğu kez. Var edildiğimizi sık sık unuturuz.
“Sıradan” günlerin içinde “olağan” sıkıntıların kıskacında, “günübirlik” telaşların girdabında adeta sürüklenerek dahil oluruz günün içine. Var edenin varlığımızın her zerresinde her an sürdürdüğü eşsiz dokunuşa köreliriz.
Tıpkı üzerinde yıllar boyu oturup dilendiği sandığın kapağını kaldırmayı aklına getiremeyen dilenci gibiyiz.
İçi mücevher dolu bir sandık var yanımızda, ancak dönüp bakmadığımız için yoksul belliyoruz kendimizi, boş sanıyoruz sandığı.
Bu sabah aynaya baktığında göreceğin yüz ne kadar tanıdıksa, o kadar da farklıdır. Senin yüzün yeryüzünde geçmiş ve gelecek bütün yüzlerden farklıdır.
Sana özeldir, bir tek senin içindir. Bu sabah aynada, ayrı ve özel olarak yaratıldığını ve ayrıcalıklı “bir”i olduğunu gördün.
Şimdi yüzünün tüm detaylarında var edildiğini seyret.
Gözlerinin görmek üzere sana özel verildiğini gör.
Kulaklarının işitmek üzere sana verildiğini duy.
Ağzının seni konuşturmak üzere sırf sana verildiğini söyle.
Burnunun yalnız sen koklayasın ve nefes alasın diye sana verildiğinin kokusunu al.
İki dudağın arasında kıvranıp saklanan sade ve içten bir tebessümün Var edenin doğrudan sana lütfu olduğunu fısılda.
Var edenin, tenindeki sıcacık ve tanıdık yaratış dokunuşlarını duyumsa.
Nabızlarında O'nun hayat verişine dokun.
Şimdi burada olduğunu duyumsa, Var eden'in emriyle“Ol! ”durulduğunu bil; var edildiğini, bugüne gönderildiğini, bugünün gönderildiğini anımsa.
Bugün bi'tanedir.
Sen bi'tanesin.
Ve sen başkasın.
Unutma! Sandığının içinde sandığından fazlası var...
hediyen için teşekkürler,hediyeni beğenirsin inşallah,beğenmezsen de atma çöpe falan olur mu,çekerim kulaklarını sonra,karışmam bak :)) sen bilirsin beni,dimi ;)
28.07.2008 - 11:49
Hayatın bir anlamı vardı, aradım, buldum, yoktum... /Kendine dönüyordu herkes yaşarken, çözdüm, buldum, sordum.../ Dünyanın merkezine seyahatti yaşamak, başlangıcı bedenden, gidişatı sevgiden, sonlanışı azalış... / Tam sona gelince az buluyordun, yaşadın, bitirdin, yoktun.../ Sevdiğin şeyler azalıyordu büyüyünce, manada çoktun. / Açken açgözlü, toksan kördün.. / Bir anlamı vardı yaşamın kördüğüm, çözdüm, ördüm, yoruldum... / Yaşamın tılsımı vardı, sevdim, sevildim; alevken hardım söndüm kor oldum./ Sonunda buldum yaşıyorken çoktum, ölümde muamma. /Bir dirilişi vardı mutlaka insanın yaşarken de; defalarca öldüğümde gördüm. / Olmaktan ötesi vardı dalda tatlanırken, elma dalda dururken kurtlanıyordu./Bir küçük kedi annesiz kalınca bir köpek büyütüyordu / Bir çiçek kış gelince gizleniyordu, kar beyazı seviyordu / Müziği duymasa da besteliyordu insan... Hayatın direği eğikti, kırılmıyordu... / Eğildiğini görenler korkuyordu, sorguluyordu.../ Yaşam her halükarda sürüyordu, sondan habersiz. / Hayatın anlamı vardı mutlaka... / Küçüktüm soruyordum, büyüdüm cevaplıyorum.../ Yaşadım, gördüm, gittim, bittim derken başlıyordun yeniden.../ Yaşamın yorganı kısa gelse de üşümüyordun, sıcağı çok gelse de yanmıyordun... / Gözyaşları kabuk olabiliyordu, gülümsemeler anlam... İnsan özünden kaybetmedikçe insan! / Merhameti aptallık, iyiliği hinlik,iyimserliği saflık sanıyorlardı., elbette yanılıyorlardı / Yaşamayan bilmezdi, kabul etmezdi yabanıllığını. / Yaşarken ehil oluyordun; doğru çok yoruluyordun. / Bir son vardı mutlaka... / Yaşarken belki de aslında dinleniyordun.../ Hayatın bir anlamı olmalı, yedin içtin doydun... Buldun… Yoktun bir yerde. / Kim bilir belki de yaşarken, buldum derken kayboldun. (M.İ)
12.06.2008 - 23:56
BEN SENDE FENAYIM
Ben sende fenayım
Adın yazılı avuçlarımda
Gözlerime beyaz bulutlar senden gelir
Gökyüzüm mavisini senden alır
Denizler ötesine çekersin beni
Hayat limanından demir alırken yelkenliler
Binlerce dünya batar sularda
Binlerce maverada bulurum seni
Ben senin saçlarında esen bir rüzgar
Ben senin ellerinde filizlenen bir gül
Ve ben sende fenalaştıkça
Yüreğinde nefes alan bir can olmalıyım...
Ben sende fenayım
Adın yazılı avuçlarımda
Dudaklarım susuzluğunu sana sunar
Gözlerime güneşler senden doğar
Ölümlerin kıyısında tutarsın beni
Çalınmış baharlarımı getirirsin
Toprağımda papatyalar gülerken
Sımsıcak cemrelerde bulurum seni
Ben de senin sızılarında bir bahar
Ben de senin gecelerinde bir pembe
Ve ben sende fenalaştıkça
Acılarında bir gülüş olmalıyım
13.02.2008 - 23:07
HOŞÇAKAL SEVGİLİM
Hani seni bırakmayacağım demiştim bir gün. Ne olursa olsun, her
koşulda ve ne zaman istersen sana sarılacağımı…Yaşam boyu sürecek
birlikteliğimizin henüz başladığını…Tanırdın beni, sözlerin ağzımdan
boşa çıkmadığını bilirdin ve inanırdın bana…
O gün söylediğimiz bütün kelimeler, kurduğumuz bütün cümleler
aklımda…Senin de kuvvetliydi hafızan benim gibi…Ben unutmadım hala, ama,
sen unuttun besbelli…
Hani, yıldızlar parladıkça gökyüzünde, çocuklar güldükçe nedensiz,
bitmeyecekti umut? Asla çökmeyecekti üstümüze zifiri karanlık?
Hani, her daim türkülerin olacaktı söyleyecek, şiirlerin olacaktı
okunacak ve anlamı olacaktı yaşadığın her saniyenin? İnsanlar var
oldukça, ölümsüz olacaktı sevgi, aşk ve sanat?
Hani bilecektin değerini anların; her doğan günle yenilenmiş, her
batan günle, biraz daha zenginleşmiş olacaktın?
Hani her gece, eninde sonunda varacaktı sabaha?
Hani azimli ve kararlıydın; kendini, insanları ve hayatı tanımakta?
Bütün kitaplar okunacak, şarkılar dinlenecekti; üstünde yatılmamış
çimen, zirvesine varılmamış dağ kalmayacaktı dünyada?
Hani bir keresinde, bir ağacın dalına tünemiştik birlikte, güneşin
batışını seyrederken söz vermiştin bana, insan olacaktık önce…Nasıl diye
sorduğumda, ahlaklı yaşayacağız demiştin, ama her şeyden önce,
seveceğiz…Neyi diye sormuştum, ilk olarak, güneşin batışını seyretmeyi
demiştin, susmuştuk saygıyla ve tadına, ilk o an varmıştık sevmenin…
Hani bilirdin güzele ulaşmak için dayanılmaz sancılar çekmek
gerektiğini, gülmeyi hak etmek için, önce, ağlamalı insan derdin.
Sevilmeyi beklememeli sevmek için ve almadan verebilmeli…
Hani anlamsızdı hayata küsmek, başına gelen kötü şeyler yüzünden;
insanla birlikte var olmuştu acı, ölüm ve keder…İşte bu nedenle
sevmeliydik, dört yanı kötülükle kuşatılmış insanı derdin.
Hani, inanacaktın insana, her yardım isteyene uzanacaktı elin,
haklının avukatı; mazlumun koruyanı olup ta, zalimin celladı
olmayacaktın?
Hani mal, mülk, para ile gözleri kamaşan miyop yüreklere rağmen,
kesmeyecektin ümidini insandan?
Hani yaşamaktan vazgeçmek, bir anlamda ölümden; sevmekten vazgeçmek,
kendinden vazgeçmek demekti; kalakalmak ortada, bir hiç olmak…Hani
vazgeçmeyecektin?
Hani, bir kere sevecektin; içten bir gülücüğe, anlayışlı bir
bakışa, dünyaları verecektin?
Hani, hiç terk etmeyecektin beni? Hani, sen hep, saf ve temiz
kalacaktın, el değmemiş; sadece, ben büyüyecektim? Hani, ben seni
akılsız bırakmayacaktım, sen de beni yüreksiz
01.02.2008 - 23:26
Sevgi Denizi
Yepyeni bir denizi yüz yıl eskileştirsek
İşte bu kadar yıldır seviyordum ben seni,
Bir sahilin kumlarını tek tek okşamak gibi
Deniz minaresini bir ömre dizmek gibi
Denizlerimdeki yeşili sen çaldın
Rahat mısın bari?
Yapılır mı?
Korsan töresine aykırı
Sana o yeşil bize çok gerekli demedik miydi,
Hiç mi düşünmedin istiridyelerin yüreklerini?
Tut ki alaca karanlıkta bir şangırtı koptu şimdi,
Bir adam denize bıraktı kendini usulca,
Usulca ayaklarına bağlayarak sevgisini,
İki damla göz yaşı istesek, yollar mısın ki?
Deniz ölülerine mezar taşı dikilmez bilirsin,
Kaç yıl sonra da olsa bir deniz görsen,
Yanında kocan da olsa bir deniz görsen
Hala duruyorsa gözlerindeki o yeşil sevgi,
Ve denize bakınca buğulanırsa yeşil gözlerin
Kocandan sakla, kıskanır belki.
Şimdi kaç bin metre derindeyim bilmiyorum,
İndiğimde bir perişandı deniz dipleri,
Yosunlar yeşillerini unutmuşlardı
Tuz buz olmuştu istiridyelerin yürekleri,
Önce gözlerinin yeşilini anlattım yosunlara,
Verdim yanımda ne getirdiysem hepsini
Sonra, bir bir topladım istiridyelerin yüreklerini
Şimdi bir yeryüzü öyküsü ile ben onları avutuyorum,
Bütün denizaltı güzellikleri ile onlar da beni.
10.12.2007 - 15:49
'Düsünmek ama mantiklica
Kizmak ama keyifle
Sakalasmak ama kirmadan
Gülmek ama kahkahayla dolu dolu
Paylasmak ama büyük haz duyarak
Anlayis ama hiç esirgemeden'
Karsinizda böyle bir insan var iste.....bir kötülük yapildiginda tek karsiligi unutmak olarak veren biri.... yok yok ondan bir tane daha yok! ! ! !
10.12.2007 - 15:42
yüksekligi alçak gönüllülükte bulmus kocaman bir kalbi var benim de için küçücük minicik bir yerim var... galiba :)
10.12.2007 - 15:34
'Devler gibi eser birakmak için karincalar gibi çalismak lazim' NFK
ben ona inaniyorum ilerde öyle güzel eserler birakacak ki herkes onunla gurur duyucak ve ben de onu tanidigim için kendimle :)
18.11.2007 - 21:40
EĞER
okadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.
Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.
Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer
Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.
Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.
O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.
Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.
Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.
Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.
Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.
Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.
Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.
O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.
Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse...
Evet Sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer! !
CAN YÜCEL
18.11.2007 - 19:45
Henüz 18’ini yeni bitirmiştin, enerji ve umutla dolu hayata başlamaya hazırdın...
Ne oldu?
İstemediğin bir okula girdin. İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için...
Sevmediğin bir bölümde senelerini harcadın...
Ayaklarını sürüye sürüye gittin derslere...
Çalışmak istemedin ama yine de zorladın kendini...
Güç bela bitirdin sonunda...
Ne ailen, ne de arkadaşların görmedi yaptığın fedakarlığı...
Alkışlamadılar seni, omuzlarının üzerine çıkarmadılar, madalya takmadılar...
Enerjin çoktan tükenmeye başladı bile...
Kimse bilmez nasıl kendini feda ettiğini...
Ruhunu teslim ettiğini...
Gençliğini tükettiğini...
Şimdi iş bulman gerek...
Para kazanman, araba alman, ev alman gerek...
İstemediğin bir işe girdin...
Böyle olması gerekiyor diye...
Sırf çevrendekiler bekliyor diye...
İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için...
Sabahın köründe gidiyorsun işe...
Sevmediğin insanlar ile gününü harcıyorsun...
Heyecan duymadığın işlerle zamanını geçiriyorsun...
Yarının gelmesinden nefret ediyorsun...
Sevildiğini hissettin mi peki? Ya saygı? Bitti mi insanların istekleri? Özgür müsün artık?
Hayır, hala özgür değilsin...
Şimdi evlenmen gerek...
Öyle ya yaşın geçiyor, evde mi kaldın ne?
Arıyorsun etrafında uygun birisini, artık evlenmeliyim diyorsun...
Acaba gerçekten istiyor musun?
Sana uygun birisini buldun işte, boyu boyuna, mesleği mesleğine, parası parana göre...
Peki ya kalbin?
Düğününden bir gece önce sessizce itiraf ettin kendine, ya doğru kişi değilse?
Belli ki hazır değildin bu evliliğe...
Evlenmek için evlendin...
İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için...
Mutlu oldun mu peki?
Kalbin heyecanla doldu mu?
Akşam eve koşarak döndün mü?
Sevildiğini hissettin mi?
Seviştin mi tüm varlığınla?
Daha evleneli bir sene dolmadı, insanlar çocuk demeye başladılar...
İstedin mi gerçekten bir çocuk sahibi olmayı?
Hazır mısın bir canlıyı yetiştirmeye?
Söyle bana, ne verebilirsin bu küçük insana?
Hayatı kendi gözlerinle hiç yaşadın mı?
Ne istediğini biliyor musun? Ya istemediğini?
Hiç risk aldın mı?
Sen hiç kendin için bir şey yaptın mı?
Çocuğun bir gün sorarsa özgürlük nedir?
Ne cevap vereceksin?
Sen hiç özgürlüğü yaşadın mı?
Korkuların seni hapsetmiş, her geçen gün etrafına bir duvar daha örüyorsun.
Sevilmeme korkusu, yalnız kalma korkusu, başarısız olma korkusu, saygınlığını yitirme korkusu ve daha neler neler...
Hayatında hiç korkmadığın bir gün oldu mu?
Cesaretle atıldın mı hiç?
Ya bilmediğin bir dünyaya girdin mi?
Sevilmemeyi göze aldın mı hiç?
Gülünç duruma düştün mü?
Ağladın mı doyasıya, insanlara aldırmadan?
Acı çektin mi hiç, hani öleceğini düşünecek kadar...
Ve iyileşmeyi başarabildin mi hiç?
Yaş erdi kemale diyorsun, bu saatten sonra benden ne köy olur ne kılavuz.
Umutların tükenmiş, hayallerin yıkılmış...
Koca bir ömür başka insanların kontrolü altında geçip gitmiş.
Alışmışsın artık bu düzene, artık istesem de çıkamam diyorsun...
Ve gene kendin için bir şeyler yapmaktan vazgeçiyorsun...
Ne olurdu istediğin okula gitseydin...
Kim ne derse desin, ressam olsaydın...
Müzisyen, Arkeolog, Sanatçı, Sporcu olsaydın...
Hayattaki büyük adımları ancak hazır olduğunda sen istediğin için atsaydın...
Ne olurdu biraz risk alsaydın?
Biraz kendine güvenseydin?
Biraz kendine inansaydın?
Ne olurdu seni çepeçevre saran zincirleri kırıp, önündeki duvarları aşıp, kendin olabilmeyi başarsaydın?
Kim ne diyebilirdi sana?
Gene kimse madalya takmazdı, gene kimse alkışlamazdı, gene kimse seni omuzlarının üzerine çıkarmazdı...
Ama sen kendine saygı duyardın!
Haydi, şu anda şu dakika bir daha bak hayatına...
Bu sefer kendin için bir şeyler yap...
Bırak insanlar sevmesin seni, bırak senin mutsuzluğundan mutlu olmayıversinler, bırak takdir etmesinler, onaylamasınlar, bırak dedikodunu yapsınlar, itiraz etsinler...
Hayatında bir kere olsun bu riski al!
İstediğin mesleği yap...
Zevk al ürettiğin işten...
Uçarak git işine...
Keyif al birlikte çalıştığın insanlardan...
Yaşamını kendin seç ve mutlu ol seçtiğin bu yaşamdan...
İstediğin insan ile istediğin zamanda evlen...
İster 20’inde ol, ister 50’inde...
Senden başka kim bilir doğru insanın kim olduğunu ve doğru zamanın ne zaman olduğunu?
Dinleme başkalarını...
Evlenmek için hiçbir zaman geç sayılmaz...
Ve hatta istiyorsan evlenme...
Bu yaşam senin ve ızdırabını da, mutluluğunu da yaşayan tek sensin...
İstediğin zaman çocuk yap...
Kendini hazır hissettiğinde, yaşama bir canlı getirmek istediğinde ve o çocuğa verecek bir şeylerin olduğunda...
Ve hatta istemezsen hiç çocuk yapma...
İstiyorsan başka bir şehre taşın, başka bir ülkeye, başka bir kıtaya...
Mecbur değilsin bu şehre tıkılıp kalmaya...
İstiyorsan yeniden okula başla, yeni bir meslek, yeni bir hayat, yeni ben diyerek kendin için yaşa...
Şimdi soruyorum sana...
Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın?
CAN DÜNDAR
09.11.2007 - 19:42
Seni unutmadım tabii....
Gönlümün kıyılarına gezinip durmakta hayalin...
Sahillerimde ayak izlerin kalıyor.
Ayak izlerin sıradan değil, biliyormusun?
“Demek, sıradan olmayanların ayak izleri de sıradan olmuyormuş” diyorum.
Ayak izlerini seviyorum! ..
Ve içimdeki deniz; yalayıp durmakta, sahilimde kalan öpülesi ayaklarının izlerini! ..
Ve de usul usul sokulup, sana dokunup durmakta...
Güneş vurmuş gibi kızarmış yanaklarını; utanmış olmalı, diyorum! ..
Tek aşinası sensin kumsallarımın... Nedendir bilmem, senden başka kimsecikler uğramaz buralara.
Ya da tek sana açılıyor bu sahilin kapıları. Ve de olanca güzelliği bir tek sana sunmakta...
Makuldür...
Sabahın ilk saatleri bu.
Gecelerim; koyu lacivert renklerinden ilk sana soyunmakta. Ve; günün ilk ışıklarıyla birlikte; hayalinin rengiyle bütünleşip, pastel tonların, muhayyilendeki tonunu kuşanmakta...
Yosun kokuyor martıların sesleri! ..
İyi ki, varsın diyorum.
Zira yokluğunda, fırtınalarım kum savururdu buralarda...
İyi ya; ya senin içindeki denizden ne haber?
O da beni gezdiriyor mu kıyılarında?
Ve ayak izlerime ve bana dokunup duruyor mu? ..
Gizli gizli okşuyor mu hayallimi? ..
Ve; uyutuverecekmiş gibi bağrında beni, mahmurlaştırıyor mu senin gözlerin gibi benim gözlerimi? ..
Suss...
Konuşma...
Sen hep sus! .. kokusunu duyduğun yosunlar gibi sus! ..
Martıları kim anladı bugüne kadar?
Üstelik de çığlıkla anlattıklarının sırrına kim erdi?
Ama, sabahın bu ilk saatlerinde, martılarımın ilk çığlığını, bir demet halinde, iyot kokan sahillerimin ilk sana duyurmakta...
Yosun kokuyor martıların sesleri...
Ayak izlerine bitiyorum...
Sularım çalkantıda!
Ayak izlerine doluyorum!
Ayak izlerine bir sandal, iki de martı düşürüyorum.
Seni seviyorum...
Bu yosun kokuları hiç bitmesin...
Ve sen; gönlümün kıyılarından hiç eksik olma diyorum!
Terledikçe açıl denizlerime, zira ihtiyacımsın...
Mahrum kalmasın suyum tuzundan, mahrum kalmasın sahillerim ve yosunlarım kokusundan.
Esirgeme ayak izlerini sahillerimden.
Ayaklarını; izlerini, seviyorum! ..
05.11.2007 - 21:00
ıııı.....ıhım ıhım :)) ses.... 1..2..3.. :))
o biiiiiiirrrrrrrr romantik(ağırlığı tescil edilmedi henüz :))) ...o biiiiiiirrrrrrrr şeytan tüyünü yanına almış diyar diyar dolaşan bi seyyah....o biiirrrrrr cana yakın...o biiirrrr sempatik.....o biiirrrr dinamik...o biiirrrrr espri kutusu....o biirrr show man.....o biiirrr dost canlısı.... o biirr eğitmen adayı...o biiiirrr kiii üüüüçççççç....o biirrrrrr uğur işte canım...şu bizim uğur :))) dilerim hayatındaki herkese adı gibi uğur getirir :)))
05.11.2007 - 19:23
Divan Şiiri Öğretimi Üzerine
Dr. Nilay IŞIKSALAN(*)
Edebiyat eğitiminde ve öğretim programlarında “Divan Edebiyatı” adıyla geçen ve XII ve XIX. yüzyıllar arasındaki sürecin ürünleri olan eski edebiyat metinleri, altı yüzyıllık Osmanlı kültür ve uygarlığının verileridir. Her ne kadar son yıllarda adı üzerinde klâsik şair, yazar ve eserler esas alınarak veya beslendiği kültür ve felsefî kaynaklar ölçüt alınarak tartışmalar yapılmış,“Klâsik Edebiyat”,“Klâsik Türk Edebiyatı”, “İslâmî Edebiyat”, “İslâmî Devir Türk Edebiyatı” (1) , gibi adlandırmalarla sınıflandırılmışsa da bizim amacımız, adla ilgili tartışmaları, alan uzmanı bilim adamlarına bırakarak, Divan Edebiyatını hangi metinlerle ne ölçüde öğretme olup işi, eğitim açısından ele almaktır. Bu nedenle, şimdilik yaygın kullanımı olan Divan Edebiyatı adını tercih ettik.
XVI. yüzyılın sonunda, önce duraklayan sonra da hızla çöküş dönemine giren Osmanlı Devleti’nin çöküşüne paralel olarak edebiyat da çöker. Vefasızlığından yakınılan, uğrunda acı çekilip göz yaşı dökülen hayalî sevgili tipi, mecaz, mezmun ve istiarelere dayalı kuralcı anlatımı, güncel ve gerçek yaşamdan uzak, yapay ve abartmalı kurgusuyla Divan Edebiyatı,Batıya yönelmeyi hedefleyen yeni edebiyat anlayışına ve esaslarına ters düşer. Nitekim, toplumun eğitimini ve medenileşmesini esas alan, halkın gerçeklerine dayanan somut eserler vermeyi amaçlayan Tanzimat Döneminin büyük şairleri Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat, Ai Suavi eski edebiyat yerine yeni edebiyat tarzını benimserler.
Yeni kurulacak edebiyatın esaslarını “Lisân-ı Osmanînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı uzun makalesinde açıklayanNamıkKemal, edebiyatın tanımını yaparak“Fikrin gelişmesine ve toplumun eğitilmesine olan büyük hizmetinden” söz eder. Divan Edebiyatının “realite ile ilgisizliğine, sunî’liğine ve boşluğuna”(2) değinir.
1868’de Hürriyet gazetesinde çıkan Şiir ve İnşa makalesinde, Divan Edebiyatını millî olmamakla suçlayan Ziya Paşa, “gerçek Türk edebiyatının halk edebiyatı olduğunu” (3) söyler. Altı yıl sonra yayımladığı üç ciltlik Harâbât antolojisinde ani bir dönüşle övdüğü Divan Edebiyatının propagandasını yaptığı gerekçesiyle de Namık Kemal’in Tahrib-i Harâbat ve Takip adlı eserlerinde ağır eleştirilere hedef olur.
Peki ama, günümüzde artık yaşamayan, Yahya Kemal’in deyişiyle “nadir insanların anlayıp zevkine vardığı bir tarihî çağrışım vasıtası” olan eski edebiyatımızdan geride kalan kalıcı değerler, güzellikler yok mu? Biz bunları genç kuşaklara nasıl aktarabiliriz. Onlara özellikle eski şiirimizi nasıl sevdirebiliriz?
Kuşkusuz, fikir ve sanat dokusu; teşbih, istiare ve mazmunlarla örülmüş, yaratıcılığı ses ve estetik üzerine kurulu, özgün şiir diliyle yazılan eserleri inceleyip yorumlamak uzmanlık işidir. Ancak, kültür ve uygarlık değişimine koşut olarak değişen zevk ve anlayışa, dil tasfiyesine rağmen, sanat ve söyleyiş mükemmelliğiyle kendisini kabul ettiren bu edebiyatı öğrencilere tanıtıp sevdirmek de edebiyat öğretiminin amaçları arasındadır. Peki ama, bu konuda niçin zorlanıyoruz? Önce, bunu irdeleyelim:
1. Dil Faktörü
Divan Edebiyatının büyük şairlerinin eserlerini,Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğunlukla kullanıldığı bir dille yazmaları, bu dili kültür ve sanat dili olarak yüzlerce yıl işlemeleri, sanat kaygısıyla Türkçe’ye gereken önemi vermemeleridir. Tanzimat döneminde, Maarif-i Umûmiye Nizamnamesiyle (1869) Türkçe öğretim dili kabul edilip bağımsız ders olarak öğretim programlarına girmiş, Cumhuriyet döneminde yapılan harf ve dil devrimiyle değer görmeye başlamışsa da daha önceki yüzyılların ürünü olan Arapça ve Farsça sözcüklerin yoğun olarak yer aldığı metinlerle günümüz öğrencisi doğal olarak bağ kuramamıştır.
Bu metinlerin anlaşılmasını güçleştiren başlıca etken, açık olmayan şiirsel anlatımın Arapça, Farsça kelime ve kelime gruplarında iyice örtünmüş olmasıdır.”(4)
Kendi çağında anlaşılır bir şehirli Türkçesi kullanılmasına rağmen,Bâki’nin, liselerde de okutulan Kanunî Mersiyesinde yer alan,
Ey pây-bend-i dâmgeh-i kayd-ı nâm ü neng
Ta key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bidireng
beytinde tek Türkçe sözcük bulunmazken veya Nefî’nin,Sultan I.Osman’a yazdığı kasidedeki
Aftâb-ı bahr ü ber sâhip-kırân-ı şark ü garb
Şehsüvar-ı nâm-ver râyet-güşâ-yı safderi
beytinde gene tek Türkçe sözcük yer almazken, öğrencilerin bu ve benzeri metinlere ilgi duyup sevmeleri beklenemez.
Sorun, sadece Arapça ve Farsça’dan alınan sözcükler değildir. Çünkü, kültür etkileşimi sonucu, aşağı yukarı tüm dünya dillerinde yabancı sözcükler vardır, olması bir ölçüde de doğaldır.Ancak, Türkçe’ye sözü edilen dillerden sözcük alınmakla kalınmamış, dil kuralları da olduğu gibi alınmıştır.
Osmanlıca’nın sakatlığı yalnız üç dilin kelimelerinden toplanmış olmasından değil, bu dillerin kurallarının da olduğu gibi Türk diline aktarılmış bulunmasındadır. Bunun da adı “kavâid-i Osmaniye”dir (5) .
Medrese dili olan Arapça, Tanzimat döneminde rüşdiyeler açılınca bu okullara da “kavâid-i Osmaniye” adıyla girmiş; Emsile, Bina, Maksûd,Türkçe’ye çevrilerek okutulmuşsa da ağırlık gene Arapça’da olmuş, Türkçe gene ikinci plânda kalmıştır.
Böylelikle, “kavâid-i Osmaniye” dedikleri Türkçe dil bilgisinin ağırlık merkezi Arapça’nın kuralları olmuş, Farsça’nın kuralları da buna katılmış, Türkçe’nin kuralları ise, önemsiz bir bölüm olarak bunlara eklenmiştir”(6) .
Kur’an dili diye kutsal sayılan ve söz varlığı açısından zengin bir dil olan Arapça’nın tüm bâbları (kalıpları) alınmış, kamus ve ferhenglerden (Arapça ve Farsça sözlüklerden) sanat ve hüner amacıyla yığın yığın sözcük aktarılmıştır.
Canlı bir organizma olan dilin gerçek yaşamla bağlantısını dikkate almayan, onun toplumla iletişimini, millî birlik ve bütünlüğü sağlamadaki işlevini hesaba katmaya Divan şairleri, bunun bedelini unutulmakla ödemişlerdir.
“Dil üzerinde düşünmeyiş, dil ile edebiyat, dil ile hayat arasındaki derin münasebet hakkında sağlam bir görüşe sahip olmayış bize çok pahalıya mal olmuştur. Arapça ve Farsça ile Türkçe arasındaki farkı hesaba katmayan Divan şairleri, bu gafletlerinin cezasını unutulmakla, yani ölümle ödemişlerdir. Dil, sıkı sıkıya millî varlığa, hayata ve cemiyete bağlıdır. Bu basit hakikati Türk edebiyatçıları çok geç, yirminci yüzyılın başında öğrenmişlerdir”(7) .
2. Kültürel Değişim Faktörü
Eski metinlerin genç kuşaklar tarafından anlaşılmasını engelleyen veya zorlayan önemli bir neden kültür değişimidir.
Bilindiği üzere,Türklerin, müslümanlığı kabul edişlerinden sonra İran etkisiyle gelişen Divan Edebiyatı, “ümmet kültürüne” dayanmaktadır. Beslendiği toplumsal ve felsefî kaynaklar; Kur’ân ayetleri, hadisler, peygamber ve evliya kıssaları, tasavvuf ve tasavvufî motifler, İran ve Arap hikâyeleri, yerli ögeler, günlük yaşamdan sahneler, yer yer hurafelerle karışmış bilgilerdir.
Osmanlı kültür ve uygarlığının bir yansıması olan bu edebiyat, toplumun geçirdiği kültür ve uygarlık değişimine koşut olarakCumhuriyetin lâik ve millî kültür kaynağından yetişen günümüz kuşaklarına hitap edememektedir. Çünkü, artık eskiyen, ona yabancılaşan sadece Divan Edebiyatı değil, onu biçimlendirip ortaya çıkaran Osmanlı kültür kaynakları ve verileridir.
Günümüz kuşakları, genel olarak, söz konusu bu kültüre, bu arada doğallıkla divan şiirine yabancı düşmüştür. Çünkü onlar bu eski kültürle değil, yeni, değişik bir kültür kaynağından beslenmişlerdir. Divan şiirinin yukarıda belirttiğimiz temel kaynakları, onlara tanımadıkları bir dünyadan ses verir. Onlar, tarikatın da şeriatın da yabancısıdırlar. Oysa, bu şiire yaklaşabilmek için daha bu türden kavramlara gelmeden, söz konusu kültürün en ilkel verilerini bilmek gerekir.”(8)
Ayrıca, bu edebiyatı, kültür zenginliği ve yüksek zevki nedeniyle de anlayıp yorumlamak zordur.
“Evet, bu edebiyatı anlamak güçtür. Büyük bir kültür zenginliğine muhtaçtır. Bu kültürü elde edip bu sanat mahsullerini avucu içine almak, yüksek tefekkürün verdiği yüksek zevke erişmek demektir. Bu büyük nimetin külfeti de büyüktür.”(9)
Dünya görüşü, yaşam felsefesi, sanat anlayışı, konuların işleniş tarzı, imaj, söz ve ses oyunları, dil ve üslûbuyla tarihe karışan eski edebiyat metinleri, ihmalin dışında, geçirdiği medeniyet değişiminin doğal sonucu olarak zamanın tahribatına da uğramış, genç kuşakların kendisiyle bağlantı kurup anlamasına fırsat vermemiştir.
“... yüzyıllarla ifade edilen zaman farklılığının getirdiği tarihî, sosyal ve kültürel kopuklukları saymak gerekir. Eski Türk edebiyatı metinlerini bu engelleri aşabildiğimiz ölçüde anlayabiliriz.” (10)
3.Çeviri Faktörü
Eski metinlerin genç kuşaklara ulaştırılıp sevilmesinde zorluk çekilen bir başka husus da “çeviri” sorunudur. Kendine özgü sözcük ve söz gruplarından oluşan, çeşitli mecaz, istiare ve benzetmelerle anlamlandırılmış, estetik değer taşıyan sanatlı bir anlatımı düz yazıya çevirme, kuşkusuz uzmanlık gerektiren bir alandır.
Bilindiği üzere, eski edebiyatta manzum bir metin önce “düz yazıya” çevrilir. Ardından “günümüz Türkçesiyle” açıklanıp içeriği -söz ve anlam sanatlarının çağrıştırdıkları- okuyucuya aktarılır. Ancak, bu çevirilerde şiir, duygu, ahenk hatta anlam kaybına bile uğrayabilmektedir. Dili anlaşılır, günümüz kuşaklarının anlayabileceği kadar yalın metinler bu sorunu bir ölçüde ortadan kaldırabilir. Öğrencinin de şiirden doğrudan zevk almasına yardımcı olur.
“... eski şiiri anlamak için onu düz yazıya çevirip günümüz Türkçesiyle ifade etmek, dile çekilen yabancılıktandır. Ahmet Haşim’in,“şiir nesre kabil-i tahvîl olmayan nazımdır” tanımı elbette çok doğrudur. O yüzden de düz yazıya çevrilerek günümüz Türkçesiyle ifade edilmiş şiir, ahengi ve duygusal yönü kayıplara uğrayarak, şiirsel anlatımdan aldığı derinliği yitirerek okuyucuya ulaştırılmıştır. İşte bu yüzden seçilen metinler günümüz Türkçesine ne kadar yakın olursa, okuyucu şiiri o kadar doğrudan tatma imkânına kavuşacaktır.”(11)
Şairlerin anlatım güçlerini ve ustalıklarını büyük ölçüde yeni ve orijinal söyleyişlere bağladıkları eski şiirde ahenk, anlamdan daha fazla öneme sahiptir. Anlamın pek dikkate alınmadığı, söylenenin değil, söyleyiş tarzının önem taşıdığı bu şiirde “ses” unsuru ön plânda gelir. Bu nedenle şiirin ahengini bozmadan, sözcükler anlam açısından işlenebilir.
“Çünkü Divan şiiri yüzde seksen, bir ses edebiyatıdır. Onu elden geldiğince sesi, havası, arkaik dünyasıyla, bazen birkaç sözcük katarak bazen de çıkararak aktarmalıyız”(12) .
Özellikle metnin yazıldığı dönemin tarihî, toplumsal ve felsefî temelleri, kültürel dokusu, edebiyat ve dil özellikleri, şairin psikolojisi hakkında yeterli birikim edinmeden sırf yabancı sözcük ve deyimlere karşılıklar bularak yapılan çeviriler, yüzeysel ve basmakalıp olmakta, metnin içeriğini tümüyle öldürmekte, okuyucunun eski şiiri anlayıp sevmesine engel olmaktadır.
Günümüzde kimi izahlı veya açıklamalı Divan şiiri antolojileri, el kitapları veya yardımcı kitaplar bu olumsuz örneklerdendir.
Bunun dışında, “şerh” denilen metni açımlama vardır ki çoğunlukla, Osmanlı dönemi eğitim kurumlarında ders kitapları gibi okutulmuştur. Önceleri,Arapça ve Farsça eserler için yazılan şerhler, daha sonra Türkçe yazılmış, tasavvufî metinler ile eski edebiyat metinlerini günümüz okurlarına aktarmayı amaçlamıştır.
4.Öğretim Faktörü
Lise düzeyindeki öğrenciye eski metinleri tanıtma, özellikle düzyazıya çevirip günümüz Türkçesiyle açıklama bir yöntem işi olmakla birlikte büyük ölçüde öğretmenin bu edebiyatı öğrenciye sevdirme yeteneğiyle de ilgilidir.
Geleneksel bir yöntem olarak, eski metinlerde geçen Arapça ve Farsça sözcükler ile edebî sanatları ezberletmek, sanki bu edebiyatın öğretimini ezber üzerine kurmak, günümüz öğrencisini daha baştan soğutmakta, onun eski ama güzel metinlerden alması gereken estetik zevki tatmasına izin vermemektedir.
“Ölü sözcükleri, gereksiz sanat oyunlarını, bunların adlarını ve tanımlarını ezberletmek, şiirin onlardan oluştuğu kanısını uyandırmak da Divan şiirinden soğutuyor günümüz insanını. Okul kitapları, bu tür uygulamalarla doludur. Dolayısıyla Divan şiirine sevgi ile bakma, ona anlamlı yaklaşım olanağını da kaldırıyor ortadan. Örüler(metinler) birer taşıl gibi sunuluyor. Sevdirme yerine soğutmaya çalışılıyor sanki”(13) .
Özellikle de aruz kalıbı ezberletmek, bunu yazılı sınavlarda ölçme aracı yaparak öğrenciyi ürkütmek, onun eski şiirle bağ kurmasını daha baştan engellemektedir.
“... günümüz şartlarında orta öğretim kurumlarında aruz öğretilebileceği konusu umut verici değildir. En başarılı öğretmenlerin en başarılı öğrencileri aruzla yazılmış metinlerin ölçüsünü ezberlemekte, bunu isteyerek değil, öğretmeni istediği için, kendi eğitim açısından bir yararı bulunup bulunmadığını düşünmeden yapmaktadır” (14) .
Oysa, aruz kalıbı ezberletmek yerine her biri bir musikî makamı gibi olan vezinleri, metinler üzerinde seslendirerek öğrenciye bizzat uygulama yaptırmak, daha ilgi çekici ve zevk verici olabilir.
Öğrenciyi, bu edebiyattan soğutan bir başka önemli sorun da öğretim programları ve ders kitaplarına alınan metinlerle ilgilidir. Şair ve yazarları kronolojik sıraya göre dizip onlardan metin seçmek, her zaman beklenen sonucu vermemektedir. Edebiyat tarihinin temel ölçüt alındığı geleneksel anlayışta metin göz ardı edilebilmektedir. Oysa, eseri anlamak, ondaki sanatı ve vermek istediği iletiyi almak temel amaç olmalıdır.
Mazmun, mecaz ve istiarelerden örülü bir dünyası olan Divan şiirinden intikal eden kalıcı güzelliklerin nasıl yaşatılacağı, onlardaki sanat ve estetik zevkin genç kuşaklara nasıl tattırılacağının yanıtı şöyle verilebilir:
Bu, her şeyden önce, dil ve söyleyiş tarzı, ses yaratıları, söz oyunları, imaj ve buluşları, biçim özellikleri, sanat ve estetik anlayışıyla kendi koşulları içinde gelişen özgün bir edebiyat olduğunu kabul edip ondan alabileceğimiz güzellikleri almakla mümkündür.
“Unutmamalı ki, her devrin beşerî telâkkisi kendisine göredir. Mutlak bir insan tasavvur edemeyeceğimiz gibi, onun her zaman ve mekân için mutlak bir ifadesini de isteyemeyiz. Eski şairlerimiz güzel olmak haysiyetiyle beşerî olan eserler vücuda getirdiler. Bir tarafta olan eksikliklerini öbür taraftaki emsalsiz faikiyetleriyle tamamladılar.
Bize düşen şey, umumî mülâhazaları bir tarafa bırakıp, altı asır süren bir tecrübenin bu asil mahsullerinden alabileceğimizi almaktır” (15) .
Batı uygarlığına geçişte, Divan Edebiyatı, dili, kültürü ve ürünleriyle çoğu kez hak etmediği kadar suçlanmış, kötülenmiş, hatta “millî değildir” diye inkâra varan sert eleştiri ve karalamalara hedef olmuştur. Özellikle, Tanzimat döneminde yeni edebiyat anlayışını yerleştirmek için bu tavrı koyanlar olmuştur.
Bu suçlamada, Divan Edebiyatını bilimsel ölçütle inceleyip değerlendirmeme sorunu yatmaktadır. Önyargılı yaklaşımlardan uzak, bilimsel ve objektif değerlendirme yapıldığında, tek yanlı ve çekişmeli görüşlerden kurtulunacak, ortak paydalar çevresinde birleşilecektir. Bunun için de önce,Divan Edebiyatını günümüz anlayış ve ölçütleriyle değerlendirme yanlışından kurtulup ona, kendi döneminin koşulları ve sanat anlayışıyla bir bütün olarak bakmayı kabul etmemiz gerekecektir.
İkincisi, eski metinlerden yola çıkarak günümüz insanının yaşam gerçeğine ve beklentilerine cevap veremeyiz. Ancak, hoşumuza gitse de gitmese de, Arapça ve Farsça tamlamalarla yüklü dil, mezmun ve imajlarla bezenmiş sanatlı anlatımı, gerçekçilikten ve doğallıktan uzak, yapay ve abartmalı tarzı, şekilci ve kuralcı yapısıyla Divan Edebiyatı bizimdir. İslâm felsefesi ve kültür kaynaklarından beslense de Türk insanının ruhunu yansıtır.
“Saz şairlerimizin şiirlerini okumalıyız, ama divan şiirini de bırakamayız. Bizim dilimizi asıl onlar öğretecek, tadına asıl onlar erdirecektir.Fuzûlî’nin gazellerini okurken, Bâkî’nin gazellerini okurken o Arapça,Farsça sözlerin altında Türkçe’nin tatlı sesini duymuyor musunuz? Suçu onlarda değil, kendinizde arayın. Karacaoğlan’a bayılırım ama Nedim’i,Galip’i okurken de kelimeleri her zaman anlamasam dahi, gene benim dilim olduğunu seziyorum, gene kendi dilimi duyduğum için yüreğim çarpıyor. Divan şairlerimizin Arapçadan Farsçadan aldıkları sözler, onların dillerini Türkçe olmaktan çıkarmamıştır. O sözler birer yabancıdır ama salınıp gezdikleri bahçenin toprağı buram buram Türkçe kokar, Türk kokar” (16) .
Hoca Dehhanî, Âşık Paşa, Ahmedî,Necati,Fuzûlî, Bâkî,Nef’î, Şeyhülislâm Yahya, Nâilî, Neşatî, Nâbî,Nedim, Şeyh Galip gibi Türk şairlerinin mısra mısra, beyit beyit işledikleri şiirler, Türk kültür ürünleri olup edebiyat tarihimizde altı yüzyıl gibi uzun ve görkemli bir geçmişe sahiptirler. Bu ürünleri genç kuşaklara öğretmek, geçmişiyle köprü kurarak geleceklerini daha sağlam kurabilmelerini sağlamak da eğitimin görevidir.
Kaldı ki Divan Edebiyatından günümüze kalan pek çok kalıcı değer ve güzellikler vardır. Zirve şahsiyetlerin, “mısra-ı berceste”denilen en seçkin, en güzel mısra ya da beyitlerinden yola çıkarak bu metinleri sevdirip öğretmek mümkündür.
“Eski şiirimizin en muteber divanlarını ele almaya gelmez. Yeknesaklıktan Fuzûlî ve Nedim gibi şairler bile gözden düşer.En doğrusu bu büyük ruhların berceste mısralarını veyahut beyitlerini bir antolojide okutmaktır. Çünkü kestirme ve samimi bir hükümle denilebilir ki eski şiirimizde manzume yoktur, terkip yoktur, hasılı eser yoktur, yalnız mısralar ve beyitler vardır”(17) .
“İşte eski şiir hakkında hüküm vermek lâzım geldiği zaman asıl düşünülmesi lâzım gelen bu attıklarımız değil, değişen bir zevk ve anlayışı, dildeki bütün bir tasfiye ve tekâmüle rağmen, bize hâlâ kendilerini bir mükemmeliyet örneği gibi kabul ettiren mısralar ve beyitlerdir”(18) .
Şairin, “bazen bir mısra veya beyit, hatta bütün bir manzume, havada güneş vurmuş bir gemi küpeştesi gibi hafızamızda birden bire aydınlanır ve biz, bu eski şairlerin yaptıkları işi bir lâhzada görür ve şaşırırız” (19) dediği örnekler, öğrencilerin sevebileceği, onların duygu ve hayal dünyalarına girebilecek kadar lirik ve etkilidir.
Aşk derdiyle hoşam el çek ilâcımdan tabib
Kılma dermân kim helâkim zehr-i dermânındadır.
dizelerinde sevgilinin çektirdiği aşk acılarından hoşnut olan Fuzûlî’nin derman istemeyen ruh hâli, plâtonik aşkın söylemidir.
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı
beyti ise, şairin yoğun biçimde yaşadığı yalnızlık duygusunun lirik bir anlatımıdır.
Lise ders kitaplarında da yer alan Su Kasidesinde;
Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
Dest bûsî arzûsiyle ölürsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su
beyitlerinde gözüne seslenen şair, gönlünde tutuşan ateşlere, göz yaşından su saçmamasını, böylesine tutuşan ateşlere suyun fayda etmeyeceğini belirterek sevgilinin elini öpme arzusuyla ölürse, toprağından yapılan çanakla ona su verilmesini istemesi, ince ve zarif duyguları yansıtan eşsiz bir buluştur.
Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düştü çemende berk-i draht itibârdan
Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rûzgârdan
gazelinde Bâkî, giden yazın bıraktığı boşlukta esen sonbahar rüzgârlarının uğultularını, dört yana savurduğu yaprakların hışırtılarını duyurur. Ağaçların tepelerinde mağrur dururken yere düşen yaprakların, kendilerini düşüren rüzgâr ve zamandan (sonbahar mevsimi) şikâyetçi olmalarını -yüksek mevkilerden düşen insanların psikolojisiyle- zengin ve derin bir anlam içinde canlandırır.
Ders kitaplarının çoğunda yer alan, şairin renkli ve parıltılı hayal dünyasından ve güçlü duygularından yansıttığı bu gazelinin yanı sıra;
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
beytinde olduğu gibi atasözü hâline gelen hikmetli sözleri eğitici niteliktedir.
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı âl olmuş sana
dizelerinde sevgiliye, imbikten geçmiş nezaketle hitap edenNedim’in, onun gül yanaklarını, şarap rengiyle bir tutma inceliği ve zarafeti;
veya,
Erişdi nev-bahâr eyyâmı açıldı gül ü gülşen
Çerâğân vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen
Çemenler döndü rû-yı yâre reng-i lâle vü gülden
Çerâğân vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen
dizelerinde ilkbaharın gelişiyle neşelenip coşarak gül bahçesinde açan güllerin, sevgilinin yüzüyle bir tutması, lâle bahçesini müjdeleyerek eğlence vaktinin başlayacağına sevinmesi, kısacası coşkulu ve arzulu ruh hâlini, öğrencilere hissettirmek, onları Lâle devri eğlenceleriyle bilgilendirmek hem zevk verici hem de öğretici olabilir.
Gazel, kaside, mesnevî ve şarkı şekillerinde unutulmaz şiirleriyle günümüze kadar gelebilen, sanatsal yetenek ve güçleriyle Divan Edebiyatını zenginleştiren Fuzûlî,Bâkî, Nef’î, Nedim ve Galip’i tanımak, bir anlamda da saf şiiri (pure poem) tanımak, şiirin ne olduğunu da anlamak demektir. Divan şiirinin seçkin beyitleri, bu anlayışa uygun en güzel ve en anlamlı örnekler olup bilinmesi gerekir.
“... Fuzûlî çok derin ve tesirli lirizmiyle bu edebiyat içinde bir zirve olarak yer alıyor. Bâkî, renkli hayat tablolarıyla gözleri kamaştırıyor. Nef’î muhteşem ahengiyle parlak kahramanlık sahneleri yaşatıyor ve sanatkârın psikolojik âlemini tasvirde dehâya varıyor. Nedim sevimli edası ve ince ruhuyla Divan şiirini neredeyse halka mal edecek derecede millîleştiriyor ve bugünkü saf şiiri telâkkisine uygun mükemmel şiirler veriyor. Galip, modern sembolizmi andıran olgun mısralar işliyor. Bütün bunlar Türk edebiyatı içinde Divan şiirine ihmal edilemeyecek bir zenginlik kazandırıyor. Bu bakımdan Divan şiirinin hiç olmazsa seçilmiş mısralarını tanımak bizim için zaruridir”(20) .
Divan Edebiyatının sözü edilen parıltılarını, geçmiş yıllarda, liselerde iyi bir edebiyat kültürü almış, şimdi avukat, mühendis, doktor, banka müdürü gibi toplumda önemli görevlerde bulunan kişiler zevkle okurdu. Bir Su Kasidesini, bir Kanunî Mersiyesini, bir Nedim şarkısını tamamen bilirdi veya en az bir iki beyit ezberinde kalırdı.
Ancak, son yıllarda, çeşitli gerekçelerle eğitim sistemindeki ölçme-değerlendirme ölçütlerinin kolaylaştırılması, kimi öğretmenlerin eski edebiyat metinlerini, dili ve konuları sebebiyle gereksiz görüp üzerinde yeterince durmaması, sadece programdaki zorunluluk nedeniyle geçiştirerek vermesi, günümüz öğrencilerinin eski metinlerdeki özellikle şiirdeki sanatlı söyleyişin, ince ve zarif duyguların, orijinal imajların ve estetik değerin farkına varmasını âdeta engellemektedir. Buna, liselerde üç yıl boyunca ağırlıklı ders saatiyle okutulan Edebiyat dersine, üniversite giriş sınavlarında üç beş soru kadar yer verildiği de eklenirse öğrenciyi eski edebiyatı sevmiyor diye suçlamak haksızlık olur.
ÖNERİLER
1. Divan Edebiyatı hakkındaki önyargılı, küçümseyici ve karalayıcı tavrı ile anlayışı değiştirmek gerekir. Bu edebiyatı, günümüz anlayışı ve ölçütleriyle değil de kendi döneminin tarihî, toplumsal ve kültürel koşulları içinde kendine özgü sanat anlayışıyla kabullenmek, bin yıllık bir medeniyetin kültür varlığı olarak değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
2. Geleneksel öğretimde olduğu üzere, metinleri, kronolojik sıra gözeterek vermek, giderek terk edilen bir yaklaşımdır. Her yüzyıldan,Divan Edebiyatının özellikle nazım türlerinde -gazel, kaside, mesnevî, rubaî, terkib-i bend, terci-i bend, şarkı- önemli eserler vermiş büyük şairler veya nesir üstatları çıkmayabilir ve öğrencinin ilgi alanına girmeyebilir. Artık, yeni yaklaşımda öğretim programlarında şairden değil de eserden hareket edilmektedir. Eser merkezli yaklaşım giderek kabul görmektedir. Öğrenci düzeyine uygun, onu, duygu, düşünce ve hayal yönüyle geliştiren, sanat değeri taşıyan eserler, onun hem zevk almasını sağlayacak hem de, kitap okuma alışkanlığı kazanıp kültürü, eski-yeni ayrımı yapmadan bir bütün olarak görüp tanımasına olanak sağlayacaktır.
3.Zamanın,Divan Edebiyatı üzerindeki aşındırıcı ve yıpratıcı etkisi dikkate alınarak öğrenciyi bu edebiyatın metinlerini anlamaya düşünsel ve ruhsal açıdan hazırlamak yararlı olur.
4. Öğretim programlarına, öğrencilerin ilgi, ihtiyaç, zevk ve beklentilerine cevap verebilecek, dili ve anlatımı yalın, estetik ve didaktik değer taşıyan metinlerin seçilmesine özen gösterilmelidir.
5. Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin Divan Edebiyatıyla ilgili birikimleri, öğretme yöntemleri ve bu edebiyata yaklaşımları, öğrencilere bu edebiyatın metinlerini sevdirip öğretmede büyük önem taşır. Öğretmen “Metinler eski, dilleri anlaşılmaz” zihniyetiyle konuları geçiştirerek veya tek başına özetleyerek vermek yerine okutacağı metni döneminin veya yüzyılının kültürünü, zevkini, anlayış ve duyuşunu, dil ve anlatım özelliklerini, kısacası, bir sanat olayı olarak tanıtmayı amaçlamalıdır. Metni, soru-cevap tekniğiyle -eğer bağdaşıyorsa- günümüz yaşamıyla bağlantı kurarak öğrenciyle birlikte işlemesi etkin ve yararlı bir yoldur.
6. Özellikle aruz kalıplarını öğretmede izlenen ezber yöntemi terk edilmelidir. Öğrenci, aruz kalıbı ezberlemekle korkutulmamalı, önemli sayılan ve çok yaygın kullanılan aruz kalıpları, en güzel beyit ve dizelerde uygulamalı olarak verilmelidir. Bugün bazıları şarkı formunda okunan bazı beyitler, bellekte kalıcılığı açısından öncelikle tercih edilmelidir.
7. Sınavlarda, dili ağır, anlatımı mecazlı ve sanatlı, fikir dokusu karışık metinlerden sorular sorarak bu edebiyatı, öğrencinin başarısızlığına neden olabilecek bir malzeme yapmamalıdır.
8. Divan Edebiyatının en güzel beyitlerinden oluşan, öğrencinin anlama-kavrama kapasitesine uygun, dili yalın örneklerden oluşan, çevirisi sağlıklı, Millî Eğitim Bakanlığı tavsiyeli bir antoloji oluşturarak öğrencinin yararına sunulabilir.
01.11.2007 - 23:02
SÖYLEME ZAMANI OLMAYANLARA
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
”Sana ihtiyacım var, gel! ” diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana “git” dediğimde anladım..
Biri sana “git” dediğinde, “kalmak istiyorum” diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan, büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım.. Özür dilemek değil, “affet beni” diye haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş, sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..
Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş..
CAN YÜCEL
01.11.2007 - 17:21
KUSURSUZ AŞK..........
Artık gitme demeyeceğim, zaten iyice hazırsın bu sefer.
Herşeyi yanında götür; anılarımızı, umutlarımızı, sevgimi
de al belki lâzım olur.
Tek kelime etmesem diyorum, ama etmeliyim, sana bilmediğin
bir şeyden
bahsetmeliyim; kendimden. Evet, onca zaman tanıdığını
sandığın benden.
Hırçın yanımı gördün daha çok, oysa öyle uysal bir
çocukmuşum ki.
Neydi beni zaman zaman hoyrat yapan?
Sanırım, düşünmedin.
Birini ayrı tutsam da renklerin hepsini sevdim, mevsimleri
de.
Aslında çok şey var sevdiğim,
kavgalar ve savaşlar dışında bir de niye olursa olsun
vedalaşma anları,
İsterdim ki uyumlu halimi yaşasaydın daima ama bana hep
vurgun
saatlerinde geldin, ya da sen vurdun.
Uzaklara bakardım uysal çocukluğumda içimde dolmayan derin
boşluğumla,
denizden gelecek bir gemi bekledim durdum,
sonra yıldızlara baktım yıllarca ve sen sandığım bir
yıldıza.
Kadınlar, erkekler, çocuklar ve şehirler tanıdım, çoğunu da
sevdim.
Aşklarım da oldu, hem de uğruna ölebileceğim aşklar, ama en
çok seni sevdim.
Ve şimdi gidiyorsun, evet git içimdeki melek sana dua
edecek.
Sanırım kahrolmayacağım bu veda sahnesine - senin baban
öldü mü?
Bu gidiş ölümden beter olamaz.
Hangisi doğru bilmiyorum,
Seni uğurlayıp öylece kalmak mı?
Yoksa, benim uyumamı bekleyip gitmen, benim de sensiz
sabaha uyanmam mı?
Bence şimdi git, hayır gitme! Yani git de önce üstümü ört,
ben uzanayım şöyle, ışığı kapat ve git.
Hayır hayır gitme!
Yani git de ışığı yak git, ben karanlıktan korkuyorum da!
Hem sensizlik hem karanlık bu kadarı fazla.
Üstümü de örtme bu şevkat de fazla, ışıkların hepsi açık
olsun.
İçim burkuluyor sen nasıl gidersen git.
Dur, burayı iyi dinle; birkez daha söylüyorum ve son kez.
Seni seviyorum.
Sen giderken ben içimden haykıracağım 'kusursuz bir aşktı
bu' diye.
Kusursuz bir aşktı benim sana büyüttüğüm sen ne yaşadın
bilmiyorum...
Toplam 27 mesaj bulundu