Başbakan Erdoğan demokratik açılım kavgası verdiğini ilan ediyor.
Ayrılıkçı Kürt teröründen hareketle Kürt sorununa yükselttiği ve benimsettiğini çözeceğinin iddiasındadır.
Açılımla ilgili hiç bir anlayış belli değilken, toplumun her kesiminden destek istiyor.
AKP lideri olarak DTP lideriyle görüşüyor.
Medyadaki yandaşlarıyla toplumu istediği sınırlar içinde tutmaya çalışıyor.
Şimdilik hiçbir anlayışını açıklamadan süreci götürüyor çünkü açılımın bedelinin bir siyasal kayba dönüşmemesinde dikkatlidir.
Ne ki karanlıkta göz kırmak Türkiye' ye kaybettiriyor.
*
Başbakan süreci elinde tutmanın kaygısını yaşarken muhatabı DTP' ye şunları söylüyor.
'DTP ye sesleniyorum. Zaman zaman aralarından bazı temsilcilerin tahrik edici, kışkırtıcı, süreci bulandıran açıklamalardan, tavırlardan kaçınmalarını rica ediyorum.
Türkiye genelinde oluşmuş mutabakat iklimini zedeleyecek girişimlerden lütfen kaçının.'
*
Türkiye, AKP ve DTP' nin Kürt Açılımı ile ilgili anlayışlarını belirleyen ' yol haritası ' nı bekliyor.
DTP; ' 3.5 milyon Kürt, Abdullah Öcalan' ı siyasi irade olarak görüyor. Görüşlerini dikkate almak zorundasınız.' açıklamasında bulunduğu andan beri gözler İmralı' dadır.
Abdullah Öcalan'ın ' yol haritası ' nın üniter yapı ve ulus devlet sınırlarında ki talepleri merak uyandırıyor.
Yol haritasının 15 Ağustos' ta verileceği beklentisi yayılıyor.
15 Ağustos!
*
15 Ağustos 1984, Eruh ve Şemdinli ilçelerimize PKK tarafından yapılan baskının tarihidir.
O gün, 21.30 da aynı anda iki ilçemize yapılan baskın ilk olması bakımından önemlidir.
Kürdistan Kurtuluş Birliği (HRK) kurulmuş ve sıra birliğin tanıtılmasına gelmiştir.
Abdullah Öcalan' ın emir ve talimatıyla Mahsun Korkmaz ve adamları Eruh'u, Abdullah Ekici ve adamları Şemdinli' yi basacaklardır.
Eruh Jandarma Bölük Komutanlığının krokisi düz bir arazide taşlarla çizilir.
Çalışırlar ve ilçeye hareket ederler.
Bir kısmı camiye girer ve ses yayın cihazıyla HRK 'nin kuruluş bildirisini okurlar.
Askere teslim ol, çağrısında bulunurlar.
Bölüğe silahlı ve bombalı saldırı yapılır.
Türk askeri yüzükoyun yere yatırılır.
Bir asker şehit olur, sivil-asker 12 yaralı.
Bölüğün tüm silahına, mühimmatına, malzemesine el korlar.
Aynı anda Şemdinli' de Askerlik Şubesine girilir.
Subay Gazinosu ateş altına alınır.
Bir astsubayımız şehit olur.
Eruh' a ve Şemdinli'ye pankartlar asılır.
' Biz geldik. Kürdistan'ı kurduk. Gelin bizimle yaşayın. Yaşasın PKK- Kürdistan! '
*
1984 Eruh ve Şemdinli' de başlatılan bölücü terör bu güne kadar 45.000 can aldı.
Binlerce ' gazi ' aramızda.
Verdiği hesapsız maddi zarar cabasıdır.
*
Ulusal Bayramlar, toplumun temel alanlarda kurumlaşması ve sağlamlaşması işlevini görüyor.
Ortak üstün değerler, ölçüler ve gerekçelerinin bireylerin bilinçlerinde benimsenilerek yeni kuşaklara aktarılması isteniyor.
Ulus pekişmesinin temini hedef alınıyor.
*
1. Eruh Çırav Kültür, Sanat ve Doğa Festivali kutlamaları 15 Ağustos 2009 da Eruh' ta yapıldı.
Kendilerine ' 15 Ağustos Yürüyüşçüleri ' adını taktıkları binlerce insan Eruh' a geldi.
DTP milletvekilleri de katılımcılar arasındaydı.
1984 yılında baskın yapılan yerleri rehberleri eşliğinde ziyaret ettiler.
' Ölümden direnişe,
tutsaklıktan özgürlüğe,
kendini yeniden külünden yaratmak ' şiarından yola çıkıyorlar.
Şarkılar söylediler ve sloganlar attılar.
'Eruh Kahramanlık Destanını' yeniden yaşadılar!
Kürt Geçlik Örgütü ' Komolen Ciwan Koordinasyonu ', 15 Ağustos' u, Kürt Ulusuna ' Direniş Bayramı ' olarak ilan etti!
Bugünün şerefine Kürt Gençliği, gerillaya katılım için davetlendirildi.
*
Kürdistan ideali durmuyor, o ya da bu şekilde yükseliyor.
O esnada Başbakan Erdoğan Büyükada'da ' 71.5 milyon vatan evladının birbiri ile sevgi içinde kucaklaşması artık bizim olmazsa olmazımız' diyerek Rum, Ermeni, Musevi ve Süryani cemaatleriyle toplanıyor.
Rumların 'Megola İdeası', Ermeninin 'Büyük Ermenistanı', Musevinin ' Tanrı Krallığı düşü' ve Süryanilerin 'doğu Helenizmi' idealleri okşanıyor, beklenti yaratılıyor.
Demokrasi Açılımı altında Türkiye' nin hassasiyetleri taa Lozan Anlaşmasından başlamak üzere bölük-pörçük ediliyor.
Başbakan ne kadar kamufle ederse etsin niyet sırıtıyor.
O ve taraftarları kendilerini müslüman azınlık olarak görüyor!
Teröriste ' Teslim Ol! ' demiyor yerine Kürtleri o azınlık potasına alıyor ve diğer azınlıklarla birlikte Türkiye' nin;
Ulus Devlet,
Üniter Devlet ve
Laik yapısını tağyir ve tebdil etmeye çalışıyor.
*
Onlar bayram kutluyor,
Türkiye mütemadiyen kan kaybediyor...
Dil meselesi tartışılırken bir gerçek her zaman göz ardı edilmiştir. Bu, Türkçenin başka dillerde olan on binlerce kelimesinin hiç akla dahi getirilmemesidir. Moğolca, Urduca gibi artık epey uzakta kalmış diller ile Farsça, Ermenice, Gürcüce gibi Önasya dilleri, Yunanca, Bulgarca, Makedonca, Arnavutça, Romence, Sırpça-Hırvatça, Macarca ve hatta Rusça gibi Balkan, Orta ve Kuzey Avrupa dillerinde on binlerce Türkçe kelime vardır. Türkçe sadece sözlükleri etkilemekle kalmamış, bütün Balkan dillerinin morfoloji ve sentaksını da etkilemiştir.
Sırp-Hırvatçadaki Türkçe kelimeler
Abdullah Skaljiç, Sırp-Hırvat Dilinde Türkçe Kelimeler (Turcizmu u srpskohrvatskom jeziku) isimli birinci baskısı 1957, ikinci baskısı 1962’de Saraybosnada yapılan eserinde, Türkçeden Sırp-Hırvat diline 8.742 kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir Tabii ki Sırp-Hırvatçadaki Türkçe kelimelerin sayısı bu kadar değildir. Nitekim kitabın ilk baskısında 6.500 kelime yer almıştı (Milan Adamovic, “Tanıtma”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1969, 289. s. vd.) .
Macarcadaki Türkçe kelimeler
Alimler Macarcaya geçen Türkçe kelimeleri üç tabaka halinde incelerler. Birincisi Hun-Hazar-Bulgar tabakası, ikincisi Peçenek-Uz-Kuman-Kıpçak tabakası, üçüncüsü ise Osmanlı tabakasıdır.
Osmanlı tabakasını inceleyen Macar alimi Suzanne [Zsuzsa] Kakuk, 16 ve 17. asırlarda Osmanlı dili tarihi araştırmaları, Macar dilinde Osmanlı unsurları (Budapeşte, 1973 Recherches sur l’histoire de la langue Osmanlie des XVI et XVII siecles, les eléments Osmanlis de la langue Hongroise) isimli eserinde, 16-17. asırlarda Osmanlılar vasıtasıyla Macarcaya 1.382 cins isminin, 402 şahıs adı ve lakabın, 224 yer isminin, toplam 2.008 kelimenin nakledildiğini ortaya koymuştur (Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1973-74, 356 s.) .
Kakuk, daha sonraki bir yazısında bunu 1.500’e çıkarmıştır (Zsuzsa Kakuk, “Macar dilinde Osmanlı-Türk unsurları”, Bilimsel Bildiriler 1972, TDK y., Ankara 1975, 209. s. vd.) . (Bayan Kakuk, 1960’da Çindeki Salar Türklerini ziyaret ederek metinler derlemiştir. Bu metinler Textes Salars, Acta Orientala, c. xııı, fas. 1-2, Budapest 1961’de yayımlanmıştır) . Kakuk, 13 ağustos 1925’te Macaristanın Heves şehrinin Nagytalya köyünde doğmuştur.
Türkçenin tesiri sadece kelime vermekle kalmamış, bazı şairler Türkçe şiir bile söylemişlerdir. Mesela ilk büyük Macar şairi sayılan Balint Balassa 1552-56 arasında bir çok Türkçe şiiri Macarcaya çevirmiş, kendisi de Türkçe şiir yazmıştır.
Macar kelimesi Manysi ve Türkçe eri (Manysi+eri) kelimelerinden meydana gelir ki, yarı yarıya Türkçedir (Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, TKAE y., Ankara 1971, 119. s.) . Macarlara sadece kendileri ve biz Türkler Macar deriz. Öbür milletlerin verdiği Hungarya adı da tamamiyle Türkçedir. Hungarya (Hungaria) çoklarının sandığı gibi Hun kelimesinden değil, Türkçe Onoğur kelimesinden gelir. Baştaki h türeme bir sestir. Kelime Hundan gelse sonraki gar unsurunu açıklamak mümkün olmazdı) . Macarlar Onoğur Bulgarlarıyla yakın münasebette bulundukları için Bizanslılar ve diğer halklar onları bu kelimeyle isimlendirip yaşadıkları ülkeye de Türkiye demişlerdir (Onoğur kelimesi Osmanlılarca az da olsa Engürüs veya Üngürüs şeklinde kullanılmıştır) .
Hatırlanacağı üzere Macaristan haricinde tarihte Türkiye ismini alan veya Türkiye ismi verilen bir çok ülke ve bölge vardır: Göktürk, Hazar, Anadolu Selçuklu, Mısır (Memlük devrinde) ve Türkistan coğrafyaları tarihte Türkiye olarak anılmıştır. Lakin devlet adı olarak Göktürkler, Mısır Memlükleri ve Türkiye Cumhuriyetinden başka Türkiye isimli Türk devleti yoktur. Yalnız Orta Asya coğrafyası son bin yıldır Türkistan adıyla tanınmaktadır.
Macar alimleri Türklük bilimi sahasında en çok çalışan alimlerdir. Zaten Türk bilimi sahasında Hıristiyan milletlerden iyi niyetle çalışan sadece Macar bilginleridir. Bunlara Bosna Hersekli ve Güneydoğu Asyalıları da ilave edebiliriz (Pakistan, Malezya vs) . Türklükle ilgilenen diğer bilim adamlarının bilim sıfatı sadece mesleklerinde olup esas amaçları Türk kültür ve medeniyetini başka köklere, bilhassa Çin, Hint, İran, Moğol, Arap ve sair kaynakla bağlamaktır.
Romencedeki Türkçe kelimeler
Aslen bir Gökoğuz Türkü olan Mihail Guboğlu bir makalesinde, Romen diline geçen Türkçe kelimeler üzerine çalışan Romen ve yabancı bilim adamlarının eserleri hakkında geniş bilgi vermiş, Romen dilinde mevcut 3.000 Türkçe kelimenin daha iyi araştırılması gerektiğini belirtmiştir (M. Guboğlu, “Rumanya Türkolojisi ve Rumen dilinde Türk sözleri hakkında bazı araştırmalar”, 11. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildirilir 1966, Ankara 1968, 271. s.) .
Kerim Altay isimli Türk asıllı Romanyalı bir bilim adamı da, 1925-87 arasında çıkan 4 Romence sözlükte yaptığı araştırmada 1.700 Türkçe kelime saymış, daha dikkatli bir araştırmayla bunun 2.000’i aşacağını söylemiştir (Kerim Altay, Türkçeden Romenceye giren sözler-Romencedeki Türkçe kelimeler”, Erciyes, Nisan 1996, 220. sayı, 1. s.) .
Bulgarcadaki Türkçe kelimeler
Türker Acaroğlu, Bulgaristanda Osmanlı Türklerinden kalma 5.000 Türkçe yer adının olduğunu yazmaktadır (M. Türker Acaroğlu, Bulgaristanda Türkçe Yer Adları Kılavuzu, Ankara 1988, 42, 75 ve 383. s.) . Bulgarcadan Türkçeye giren sözler ise yalnızca bir kaç tanedir ki bunların en çok kullanılanı çete kelimesidir. Bu da Bulgarların çetecilikte nam salmasından ileri gelmiştir. Ayrıca gocuk, kuluçka, kosa (uzun saplı bir tırpan) , ıştır (yaban pazısı) gibi bir iki söz daha vardır. Son ikisi ağızlarda kullanılır (Hasan Eren, “Bulgarlar ve Türk dili”, Bulgaristanda Türk Varlığı, TTK, Ankara 1985, 9. s.) .
Yaşar Yücel, Bulgar Bilimler Akademisi Bulgar Dili Enstitüsünce yayımlanan Bulgar Dilindeki Yabancı Kelimeler Sözlüğü (1982) ile Bulgarca Sözlüğün 3. baskısını tarayarak Bulgarcada 2.557 Türkçe kelimenin olduğunu tespitlemiştir. -ci, -li, -lik gibi Türkçe ekler de Bulgarcaya geçen lisan unsurları arasındadır (Yaşar Yücel, “Bulgarcaya Türkçeden ve Türklerden geçen sözcükler”, Belleten, ağustos 1991, 213. sayı, 529-562. s.) .
Tabii ki bu, eksik bir çalışmadır. Hakikatte başta Bulgar ve Balkan kelimeleri olmak üzere Bulgarların dilinde aslında on binden fazla Türkçe kelime vardır. Durum Makedonca için de aynıdır.
Melih Cevdet Anday seyahatlerini anlattığı bir eserinde şöyle bir fıkra nakletmektedir:
“Bir Bulgar bir Yugoslava sormuş:
‘-Sizin dilinizde çok Türkçe sözcük var mı? ’
Yugoslav Türkçe olarak:
‘-Yok be kardeşim’ demiş.
Bu soru bir Macara sorulsa ‘şok van’ karşılığı alınırdı ki, ‘çok var’ demektir.” (Melih Cevdet Anday, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan, Gerçek y., İstanbul 1965, 143. s.) .
Bu misalin bir benzerini Süreyya Yusuf da nakletmektedir (Süreyya Yusuf, “İvo Andriç’te Türkçe sözcükler”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1969, 287. s.) .
Rusçadaki Türkçe kelimeler
Nikolay Aleksandroviç Baskakov Türk Kökenli Rus Soyadları (1979) isimli çalışmasında 300 Türkçe kökenli Rus soyadını etraflıca incelemiştir. Baskakovun eseri Türkçeye tercüme edilmiştir (N.A. Baskakov, çev. Samir Kâzımoğlu, Türk Kökenli Rus Soyadları, Ankara 1997, 234 s.) .
Tatar alimi A.H. Halikov da Rus Tanınan 500 Bulgar-Tatar-Türk Asıllı Sülale isimli eserinde bugün Rusçada kullanılan 500 soy adını tesbit ederek bir kitap halinde yayımlamıştır (A. H. Halikov, çev. Mustafa Öner, Rus Tanınan 500 Bulgar-Tatar-Türk Asıllı Sülale, TDAV y., İstanbul 1995) . Bunların hepsi aslen Türk-Tatar asıllı olup içlerinden alimler, yazarlar, diplomatlar, bilim ve devlet adamları çıkmıştır. Mesela Yeltsin (Türkçe elçi kelimesinden gelir) bunlardan biridir. Zaten “Rusu kazısan altından Tatar (Türk) çıkar” sözü herkesçe bilinen bir sözdür.
Tabii bunlar özel isimlerdir. Rusçada Türkçeden alınma sözlerin bir listesi henüz yapılmamıştır. Bu yapıldığında Rusçada 10 bin civarında Türkçe kelimenin bulunduğu katiyetle açığa çıkacaktır.
Kerim Altay, Rusçadaki Türkçe sözlerin sayısının da şimdilik 2.000 olarak tesbit edildiğini bildirmiştir.
Farsçadaki Türkçe sözler
Farsça yabancı kelimelerin çok olduğu bir dildir ve bu dilde binlerce Türkçe kelime vardır. 1942’de Fuad Köprülü yazdığı bir makalede Farsçadaki Türkçe kelimelere dikkati çekmiş, 280 Türkçe kelime tesbit etmiştir (Fuad Köprülü, “Yeni Fariside Türkçe unsurlar”, Türkiyat mecmuası, 1942-45, 7-8, sayı, 1-6.) .
Alman alimi Gerhard Doerfer, Farsçanın yüzde seksenini Arapça kelimelerin oluşturduğunu, lakin bu yüzden Farsçanın bir Sami dili sayılamayacağını söyler. F. K. Timurtaş da Farsçadaki Arapça kelimelerin Farsçadan fazla olduğunu kaydeder (F. K. Timurtaş, Osmanlıca Grameri, İstanbul 1964, 248. s.) .
Doerfer, Yeni Farsçada Türkçe ve Moğolca Unsurlar (Turkische und Mongolische elemente im Neupersischen, Wiesbaden, 1963, 1965, 1967, 1975) isimli 4 ciltlik eserinde bunlardan binlercesini tesbit etmiştir.
Doerfer’in kitabının 1. cildi Moğolca kelimelere ayrılmıştır. Burada Farsçaya giren 409 Moğolca söz yer almaktadır. 2, 3 ve 4. ciltler ise Farsçadaki Türkçe kelimelere ayrılmıştır. Burada da 2.000’e yakın Türkçe kelimeye yer verilmiştir. Ne yazık ki 4 ciltlik bu eser halen Türkçeye tercüme edilmeyi beklemektedir.
Arapçadaki Türkçe sözler
Türkçe en çok etkilendiği dil olan Arapçaya da binlerce kelime vermiştir. Cezayirli bir bilim adamı olan Mohammed ben Cheneb, 1922’de yaptığı “Cezayir konuşma dilinde muhafaza edilen Türkçe ve Türkçe aracılığı ile gelen Farsça kelimeler” adlı araştırmasında (Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1966, 157-213. s.) isimli çalışmasında Cezayir Arapçasında 634 Türkçe kelime tesbit etmiştir.
Bu kelimelerin 72’si askerî, 31’i denizcilik, 39’u besin maddelerine ait kelimeler, 59’u alet ve kap kacak kelimeleri, 55‘i giyecek, 65’i sanatlarla alakalı, 313’ü ise çeşitli sahalara ait kelimelerdir. Cheneb, Türkçe özel adları çalışmasına dahil etmemiştir.
Ahmet Ateş, Cheneb’den müstakil olarak yaptığı bir araştırmada Arap edebî dilinde 539 Türkçe kelime tesbit etmiştir. Ateş Türkçe örnek kelimesinin dahi urnîk şeklinde ve “örnek, model, şekil” manasında Arapçaya geçtiğini de (çoğulu arânîk) kaydetmiştir (Ahmet Ateş, “Arapça yazı dilinde Türkçe kelimeler üzerine bir deneme”, Türk Kültürü Araştırmaları, 1965, 2. yıl, 1-2. sayı, 5-25. s.) .
Hüseyin Ali Mahfuz, Bağdad Arapçasındaki 500 Türkçe kelimenin listesini yayımlamıştır (Ahmet Ateş, “Arapça yazı dilinde Türkçe kelimeler, 10. yüzyıla kadar”, Reşit Rahmeti Arat İçin, Ankara 1966, 26. s.) .
Erich Prokosch adında bir Alman alimi de Sudan Arapçasına 259 Türkçe kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir. Bunların içinde ağa, balta, baklava, basma, bastırma, başıbozuk, binbaşı, birinci, bohça, boru, bölük, burma, burgu, damga, demir, doğru, dolap, dondurma, cebehana, çizme, gümrük, hekimbaşı, kanca, karakol, kavun, kavurma, kazan, kılavuz, kışlak, orta, sancak, şiş, tabur, temelli, topçu, yüzbaşı gibi kelimelerle –cı eki de vardır (Erich Prokosch, Osmanisches Wortgut in Sudan-Arabischen [Sudan Arapçasında Osmanlı Kelimeleri], Klaus Schwarz verlag, Berlin 1983, 75 s.) .
Son zamanlarda bu mevzuda çalışan Bedrettin Aytaç, Arap Lehçelerindeki Türkçe Kelimeler (İstanbul 1994) isimli eserinde Arapçaya şimdilik 941 kelimenin geçtiğini meydana koymuştur (Bedrettin Aytaç, Arap Lehçelerinde Türkçe Kelimeler, TDAV y., İstanbul 1994, 159 s.) .
Aytacın çalışmasında Arapçaya geçen kelimelerin 179’unun meslek ismi, 75’inin yiyecek içecek ismi, 97’sinin çeşitli sıfatlar, 45’inin askerlikle ilgili kelimeler, 24’ünün özel isim, lakap ve unvan, 40’ının mekân ismi, 89’unun araç gereç ismi, 15’inin fiil, 52’sinin giyim kuşam ve dokumacılıkla ilgili isimler, 8’inin akrabalıkla, 6’sının madenlerle, 7’sinin hayvanlarla ilgili olduğu görülmektedir. (Toplamı 657’dir) . Geri kalan 284’ü sair isimlerdir. Bunların içinde çavuş (çaviş veya şaviş şeklinde) , topçu gibi çok kullanılan kelimelerle beraber, çapçak (kulplu ve madeni bir kap, eski Türkçede çamçak) ile sagu (ağıt) , sagucu (ağıtçı) gibi günümüz lisanında kullanılmayan eski Türkçe kelimeler bile vardır.
Arnavutçadaki Türkçe kelimeler
Arnavutçadaki Türkçe kelimelerin sayısı 5 ila 10.000 bin arasındadır. Bu mevzuda da yapılmış bir çalışma yoktur.
Yunancadaki Türkçe kelimeler
Yunancada 5.000 ila 7.000 civarında Türkçe kelimenin olduğu tahmin edilmektedir. Yunanlılarda Türk kompleksi olduğu için Yunan ilim adamları her hangi bir çalışma yürütmemişlerdir.
Ermenicedeki Türkçe kelimeler
Ermenilerin henüz Türk kompleksine sahip olmadıkları bir zamanda 1902’de H. Açaryan isimli bir Ermeni, Türkçeden Ermeniceye 4.200 (dört bin iki yüz) kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir (Hasan Eren, “Türkçedeki Ermenice alıntılar üzerine”, Türk Dili, ağustos 1995, 524. sayı, 862. s) . Hatta bu tesir o derecededir ki, Türkçenin etkisiyle Ermeni dili yapı ve sentaksını (söz dizimini) dahi değiştirmiştir (Bahtiyar Vahabzade, haz. Yusuf Gedikli, Ömürden Sayfalar, Ötüken n., İstanbul 2000, 196-197. s.) .
Robert Dankoff, yukarıdaki rakama ilave olarak Ermeni diyeleklerinde 150 Türkçe sözün varlığını tesbit etmiştir. Halbuki Türk yazı dilindeki Ermenice kelimeler, sadece 5-10 tanedir (Hasan Eren, “Türkçedeki Ermenice alıntılar üzerine”, 903-904. s.) .
Ancak bu bir asır evvel yapılmış eksik bir çalışmadır. Ermenicedeki Türkçe kelimelerin sayısı 10 binden az değildir. Sadece şu kadarını belirtelim ki Türk kamu oyunda çok yaygın olan örnek kelimesinin Ermenice olduğu inanışı yanlıştır. Örnek batı Türklerinden doğudaki Altaylılara, Doğu Türkistanlılardan Tatarlara kadar bütün Türk lehçelerinde mevcuttur (Örnek hakkındaki yazımız için Türk Dilinin eylül 2003 tarihli sayısına bakılabilir) .
Netice
Türkçe eski, köklü, zengin, yaygın ve çok konuşulan bir dildir. Tarih boyunca bir çok lisan ve halkla alış veriş içinde olmuştur. Hem kelime almış, fakat aldığından ziyadesini vermiştir (Sanırız aldığından az verdiği diller Arapça, Farsça ve Fransızcadır. Geri kalan bütün dillere aldığından fazlasını vermiştir) .
Lakin Türkçenin yabancı lisanlara etkisi henüz gerektiği kadar araştırılıp incelenmemiştir. Bilhassa Arnavutça, Yunanca, Ermenice ve hatta Gürcücedeki Türkçe kelimelerin bir an evvel araştırılması gerekmektedir. Tabii ki bu, herkesten evvel bize düşen mühim ve kutsal bir vazifedir.
Aynı vazife Kafkas dilleri, Moğolca, Çince, Korece, Urduca için de variddir. Urduca zaten Türkçe ordu kelimesinden gelmektedir. Binlerce kelime verdiğimiz bir dildir.
1. Türk Dili Kurultayını açarken, “Öyle bir Türkçe yapalım ki bunu Kaşgardaki Türk de konuşsun, anlasın; Baküdeki, Türkiyedeki de” diyen Atatürkün emrini yerine getirmek için var gücümüzle çalışmamız gerekiyor (Hasan Eren, “Dilde birlik”, Bilimsel Bildiriler 1972, 159. s.)
Yüzyıllar boyunca vatan edindikleri topraklardan bin bir türlü işkence ve zorlukla uzaklaştırılan, yollarda milyonlarcası ölen Türklerin son 150 yılı büyük acılarla dolu. Bu büyük sürgün sırasında 5,5 milyon Türk ve Müslüman hayatını kaybetti. 10 milyona yakını evinden, yurdundan oldu. 150 yılda yaşanan acılar, ‘Sürgün ve Ölüm’ belgeseliyle ilk kez gün yüzüne çıkıyor.
Türklerin başta Balkanlar olmak üzere Kafkasya, Kırım ve Doğu Türkistan’dan tehciri, ilk kez bu kadar kapsamlı bir çalışmayla dile geliyor. ‘Sürgün ve Ölüm’ adını taşıyan belgeselde, Osmanlı’nın son 150 yıllık döneminde soykırım, baskı ve işkence yapılarak göçe zorlanan insanların dramı anlatılıyor.
Ahmet Okur’un yönettiği belgesel filmin senaryosu Cemil Yavuz’a, müzikleri Ali Otyam’a ait. Üç yılda 130 kişilik ekiple çekilen film için özel araçla Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Romanya, Ukrayna, Kırım, Avusturya, Moldova ve Macaristan’da 114 bin km yol kat edildi. 13 ülke, 53 şehir ve 169 köyde çekimler gerçekleştirildi. 9 bölümden oluşan belgesel için göçü yaşayan 350 kişiyle röportaj yapıldı.
Aralarında Prof. Dr. Kemal Kapat, Prof. Dr. Yusuf Hamzaoğlu, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ve Prof. Dr. Mehmet Saray gibi isimlerin bulunduğu birçok bilim adamının görüşüne başvuruldu.
93 Harbi, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı... Osmanlı, bu savaşlarda yenilmekle kalmadı; çok önemli toprak kayıpları yaşadı. Bu toprak kayıpları da toplumsal travmaları getirdi. Üç kıtada hüküm süren Osmanlı, Rumeli’yi yani Balkanlar’ı kaybetmenin ızdırabını hissetti en çok da..
Balkanlar’dan tehcir edilen insanların yaşadığı acılar, üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ hissediliyor. Göç aslında Türk insanına çok yabancı bir kavram değil; bu, vatanlarından zorla sürülmenin acısı...
Yaşadıkları topraklarda baskı ve zulum gördükleri için göç etmek zorunda kalan milyonlarca Türk ve Müslüman Anadolu’ya sığındı.
Göç rüzgârı ilk Kırım’dan esti
1349’da Rumeli’ye ayak basan Osmanlılar için 1683’te Viyana Kuşatması’ndan sonra tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Bu kuşatmadan yaklaşık 100 yıl sonra 1774’te Kırım kaybedildi. Sadece 1783-84 tarihleri arasında 80 bine yakın Kırımlı, Kırım’dan kaçarak Osmanlı’ya sığındı. 19. yüzyıl Osmanlı için felaketler yüzyılıydı.
1856-1864 yılları arasında yaklaşık 500 bin Kafkas Müslüman da Osmanlı topraklarına göç etti. 1864’ten sonrasını da sayarsak bu şekilde Kafkasya’dan göçe zorlanan 1 milyon 200 bin Kafkasyalıdan ancak 800 bin kadarı Osmanlı topraklarına ulaşabildi. Ama asıl büyük göç ya da sürgün 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 savaşından sonra yaşandı. Balkanlar’da sonuç felaketti. Balkan savaşında 1 milyon 253 bin insan muhacir durumuna düşmüş, 261 bin 937 kişi yani eski nüfusun yüzde 17’si katledilmiş ya da sürgünlerde ölmüştü. Savaştan önce Rumeli’de 2 milyon 315 bin Müslüman nüfus yaşıyordu.
Savaşlar ve göç yollarında bu insanların 632 bini hayatını kaybetti. Sonuçta Balkanlar’da kalan Türk nüfusu bir milyon 445 bine düştü. Hakimiyet kurduğu yerlerde asimilasyon yerine insanî bir politika izleyen Osmanlı, doğduğu topraklara kağnıların üzerinde geri dönüyordu.
Kafkaslar ve Balkanlar’da yaşanan acılardan yıllar sonra Doğu Türkistan’da da Rusya ve Çin’in baskısından ve işkencesinden bunalan Türkler zorunlu bir göç yaşadı. Daha doğrusu anavatanını terk etmek zorunda kaldı. Doğu Türkistanlıların bir kısmı, 1930 ve 40’lı yıllarda ata topraklarını bırakarak, kafileler halinde insanlık tarihinin en zorlu yolculuklarından birine çıktılar.
Kızgın çölleri, geçit vermez Himalaya Dağları’nı aşarak, savaşa savaşa, öle öle, azala azala Hindistan’a ulaştılar. Yola çıktıktan yaklaşık yirmi yıl sonra Menderes’in davetiyle Hindistan’dan Türkiye’ye geçtiklerinde sayıları milyonlardan sekiz yüz bine düşmüştü.
Türklerin yaşadıkları acılar, 20. yüzyılın ortalarında bile devam etti. Daha önceki göçlerden dolayı sayıları bir hayli azalan Kırımlı Türkler ve Müslümanlar bu sefer Stalin’in zulmüne uğruyordu. Stalin, 1944 yılında Kırım Türklerinin hepsini sürme kararı verdi.
Bir gece vakti yataklarından kaldırılarak hazırlanmaları için sadece 15 dakika verilen bu zavallılar, yanlarında birkaç parça eşya ile hayvan vagonlarına tıkıldılar. Yolda çoğunluğu hayatını kaybetti, hayatta kalabilenler ise Sibirya içlerine kadar götürüldüler.
Avrupa’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni rejimler kuruldu, ama Türklere ve Müslümanlara karşı tavır değişmedi. Burada yapılanlardan dolayı Türkler 1950 ve 1980’lerde büyük göç dalgalarıyla Türkiye’ye geldiler. 1989’da ise II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük göç dalgası yaşandı. Bulgaristan’dan 313 bin Türk doğduğu toprakları terk edip Türkiye’ye geldi.
1990’lı yılların ortasında Bosna’da yüz binlerce Müslüman Boşnak öldürüldü. Sadece Birleşmiş Milletler’in koruması altındaki Srebrenitsa’da Sırplar 12 bin silahsız insanı vahşice öldürdü. 2001 yılında da Müslüman Arnavutlar ve Kosovalılar sıkıntıya düştüler. Türkiye, hem onlardan göçmek isteyenleri kabul etti hem de güvenliklerini sağlamak için askerî gücüyle oraya gitti.
Fakat geçtiğimiz 150 yıllık süreçte, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla başlayan göçler sırasında çok acılar yaşandı. Ama maalesef yaşananları ancak yaşayanlar bildi. Dünya, Türklerin, onların akrabalarının ve diğer Müslümanların çektiklerine kayıtsız kaldı. 1800’lü yılların başından günümüze kadar en vahşi yöntemlerle öldürülen beş milyondan fazla insanımızın hesabını soran olmadı.
Şimdi ise bugüne kadar hep içimizde ‘dindirdiğimiz’ bu büyük acıyı, insanlık ayıbını dünya kamuoyuna anlatacak bir film var karşımızda. Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın, yapımcılığını üstlendiği belgeseli Zeytinburnu’nda yaşayan insanlara vefa borcu olarak görüyor.
Çünkü Zeytinburnu, Balkanlar’dan, Kırım ve Doğu Türkistan’dan binbir çileyle göç eden muhacirlerin kurduğu bir semt. Sözde Ermeni soykırımına atfen “Son 150 yıllık tarihi incelediğimizde en az yüzü kızaracak olan, hatta yüzü kızarmayacak olan bizleriz.” diyen Aydın, “O zamanlar dehşetli savaşlar yaşanıyormuş, dolayısıyla herkes sıkıntı çekmiş. Ama en çok sıkıntı çeken Türkler ve Müslümanlar olmuş. Çok büyük acılar çekmişler.” diyor.
Balkanlar’dan ve Kırım’dan göç eden yüz binlerce muhacir İstanbul sokaklarını doldurmuştu. Sirkeci ve Zeytinburnu garlarının yanı sıra Tuzla, zorlu bir yolculukla gelenlerin konakladığı yerlerdi.
Torunlar, geldikleri yeri tanımıyor
Tüm bu bilgiler ve belgesel, akıllara, bu kara lekenin neden yabancı hatta Türk tarih kitaplarında hakkıyla anlatılamadığı, insanların vicdanlarında gereken yankıyı bulamadığı sorusunu getiriyor. Cevabı, belgesel için yüzlerce göçmenle ve uzmanla görüşen yönetmen Ahmet Okur veriyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin göçmenleri karşılama, yerleştirme, onlara sosyal imkanlar ve iş olanakları sağlama açısından Osmanlı İmparatorluğu’ndan çok daha başarılı olduğu söylenebilir. Türkiye’dekiler göçmenlere kendi insanları olduğu için hiçbir sıkıntı hissettirmemiş. Anlatılmamasının sebebi bu toplumsal dayanışma olmuş.
Problem olmayınca yaşananlar yeni nesil tarafından zamanla unutulmuş. Dedesinin, babasının göç hikayesini bilmeyenler var. Ama Yunanistan’a gidenler İstanbul’u ve Türkçeyi unutmamışlar. Araştırma için Yunanistan’daydım. Bir şey almam gerekiyordu, yoldan geçen bir kadına İngilizce almam gereken şeyi nereden bulabileceğimi sormaya çalıştım. Kadın yüzüme baktı ve Türkçe olarak “Neden Türkçe konuşmuyorsun? ” dedi. Anne ve babası İstanbul’dan göç etmişler.O, Yunanistan’da doğmuş; ama Türkçe konuşmayı öğrenmiş. Buradan gidenler hâlâ oraya adapte olamamışlar. Ama Türkiye’de böyle bir sorun yok.” diyor.
Türk Milleti'nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. 'Türk' sözü tarihin en eski çağlarından beri kullanılıyordu ve belirli bir kavmin yada kavimler birliğinin adı olarak mevcuttu.
Türkler'in köklü ve çok zengin bir tarihe ve kültüre sahip olması nedeniyle birçok bilim adamı 'Türk' adının nereden geldiği hakkında araştırmalar yapmış, bu araştırmalar neticeside Türk adı ilk defa MÖ. XIV. yy'da 'Tik' vveya 'Tikler' adıyla geçmeye başlamıştır. Diğer bir görüşe göre ise Türk adı MÖ. XIV. yy'dan öncede varolduğudur. Zira Türk ırkının tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu gerçeği kavmi ve milli mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izaheden eski kayıtlarda görmek mümkün olmaktadır.
Türk ırkının çok eski olması nedeniyle Türk adının nerden geldiği hakkında birçok iddia ve görüşler ileriye sürmüşlerdir. Buna göre,
-Heredotos'un doğu kavimleri arasında zikrettiği TARGİTAB'lar.
-Eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen TURUKHA'lar veya THRAK'lar
-Esiki Ön Asya çivili metinleride görülen TURUKKU'lar.
-Çin Kaynaklarında MÖ. I.yy'da rol oynadıkları belirtilen TİK veya Dİ'ler
Bizzat 'Türk' adını taşıyab Türk kavimleri olarak gösterilmektedir.
İslam kaynaklarında yer alan İran menşeli 'Zend - Avesta' rivayetleri ile İsrail menşeli 'Tevrat' rivatetleride Nuh Peygamber'in torunu olan Yafes'in oğlu 'Türk' ile İran rivayetlerideki Feridun'un oğlu 'Türac' vveya 'Tur'un soyu türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir.
'Avesta'da yer alan 'Ebül Beşer'den (1) ,Cemil ve oğu Ferdiun'dan bahsedilmektedir. 'Ferdidun ülkesi Salm, Irak ve Turak (Türk) ismindeki üç oğlu arasında pay etmiştir. Salma! a bugünkü İran ve havalisi, Irak'a bugünkü Irak ve havalisi,Turak'a ise Orta Asya ve Çin havvalisi düşmüştür. Feridun ölünce Irak, Salm'a saldırarak İran ve havalisini almış,dahasonra Turak'a saldırmıştır.
Irak, Turak'ı yenememiş, savaş bunların torunlarına uzanan dek senelerce sürmüştür. Sonunda Turak'ın torunu 'Afrasyap'(2) Irak torunun 'Muncihir'i mağlup ederek Ceyhun nehri sınır kabul edilen bir anlaşma yapmıştır. Bu tarihten sonra ceyhun nehri doğusunda 'TURAN', batısına da 'İRAN' denmiştir.
Tevrat rivayetleride ise Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiş.Yafes'e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş,Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan 'TÜRK' e bırakmıştır.
Görülmektedirki Hz. Adem devrina yakın zamanlarda Turak(Türk) 'den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk Başbuğunndan ve Saka İmparatorluğu Kağa'nından bahsedilmektedir. Yukarıda mitoloji ve tarihi kayıtlar içerisinde yer alan 'Türk' kelimeleriden,Türk adının nekadar eski olduğu ortyaya çıkmaktadır
.
MÖ XIV. yy'da yer alna 'Tik'ler ile dünyada mevcut olan medeniyetlerin en eskisi olan MÖ. VII. yy. da Orta Asya'da kurulan 'Anav' medeniyeti de Türkler tarafından kurulmuştu. O halde Türkler MÖ. XIV. yy'da Tik'ler, MÖ. VII. yy'da Anavlar,MÖ IV yy'da Sakalr ile tarih kayıtlarında yer almaktadır.
Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide 'Tu-Kiu' şeklinde görülmektedir.
MÖ. I yy'da Roma'lı yazarlardan biri olan Pompeius Meala'nın Azak Denizi kuzeyinde yaşayan halktan 'Turcae' olarak bahsetmesi ile ilk defa yazılı olarak karşılaşıyoruz.
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy'da kurulan Kök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitablerinde yer alan 'Türk' adı daha çok 'Türük' şeklide gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti'nin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Kök-Türk imparatorluğu olduğu bilinmektedir. Kök-Türkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken,sonrada Türk millietini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
MS. 585 yılında Çin İmparatoru'nun KÖK-TÜRK Kağanı İşbara'ya yazdığı mektupta'Büyük Türk Kağanı' diye hitap etmesi, İşbara Kağan'ın ise Çin İmparatoruna vverdiği cevabi mektupta 'Türk Devleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti' hitapları Türk adını resmileştirmiştir.
Kök-Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok 'Türk Budun' şeklide geçmektedir. Türk Budun'un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade,siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Tarihte Türk ırkı hakkında çeşitli tasvirler yapılmıştır. Çin,Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Bunun sebebi ise Türkler'in tarih boyunca en çok temasının Mogollar'la olmasıdır. Moğol kitleleri yıllarca Türkler'in idaresinde yaşamış,göçlere,savaşlara Türkler'le beraber katılmışlardır. Bunun sonucunda bu kaynaklar Türk ile Moğol tipini birbirine karıştırmıştır.
Son yarım asır içinde yapılan ilmi çalışmalar ve araştırmalar sonucu Türkler'in beyaz ırka mensup bulundukları, yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan 'Europid' adı verilen grubun 'Turanid' tipine mensup bulundukları anlaşılmıştır. Kafa yapıları Brakisfal (yuvarlak kafalı) dır.
Türklerin kendilerini başta 'Mongolid' Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolik çizgilere sahip oldukları tespit edilmiştir. Türkler'in hakim vasfı beyaz renk,düz burun,değirmi çene,hafif dalgalı saç,orta gürlükte sakal ve bıyıktır.
Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünehir ve diğer Yakın Doğu Türkleri beyaz tenli,koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü,endamlı,sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Ortaçağ kaynaklarında güzelliğin timsali olarak gösterilmiş hatta İran edebiyatında Türk sözü 'Güzel İnsan' manasında kullanılmıştır. Tevrat'ta nakledilen bir rivayette ise Türk soyunun Ham ve Sam'dan değil, Yafes'den türemiş olarak beyaz ırktan geldiği gösterilmiştir.
Ermenilerin, Erzurum işgali sırasında bölge halkına yaptığı mezalim birkez daha kanıtlandı. Katliamın belgesi ise Rusya'da! Tarihi belge, günümüzde Erivan hükümeti ve diasporanın sloganı haline gelen 'Türkler 1915 yılında 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdü' iddiasını ilk elden çürüten bilgiler içeriyor.
Ermeni katliamına ilişkin Moskova kaynaklı bir belge daha ortaya çıktı. Moskova’daki Askeri Tarih Devlet Arşivi’nde bulunan Tuğgeneral Bolhovitinov’un 11 Aralık 1915’te tarihli raporunda, Ermeni gönüllü birliklerinin ırkçı duygularla Müslüman halka karşı vahşi kırımlara giriştiği bilgisine yer veriliyor.
Bugüne kadar birçok araştırmacı tarafından ortaya konulan Ermeni katliamı dönemin Rus genarali Bolhovitinov'un 11 Aralık 1915 tarihli raporla birkez daha kanıtlandı. Tarihi belge, günümüzde Erivan hükümeti ve diasporanın sloganı haline gelen 'Türkler 1915 yılında 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdü' iddiasını ilk elden çürüten bilgiler içeriyor.
Sorumlu kendileri
11 Aralık 1915’te Rus karargahına gönderilen 65 sayfalık rapor, 'Gerçek durum. Düzeltme' başlığını taşıyor.
Taşnak Partisi’nin, 'Kafkas cephesinde Ermeni gönüllü çetelerinin faaliyetleri' başlıklı bir mektubu Rus Çarı’na iletmesinden iki ay sonra yazılan raporun girişinde, Ermenilerin kaleme aldığı bu mektuptaki bilgilerin 'siyasi amaçlı' olduğu uyarısı yapıldıktan sonra, bölgedeki 'gerçek durum' özetleniyor. Bölgede patlak veren hadiselere, 'Ermeni problemi olarak tabir edilen mesele' tanımını uygun gören Rus general, Osmanlı içinde istenmeyen unsur haline gelmelerinde sorumluluğu Ermenilere yüklüyor. Yönetmeniliğini Haluk Ölçekçi'nin yaptığı 'Cehennem Adası Nargin' adlı belgeselde de belgelenen katliamın en büyük sorumluları ise bazı Avrupa devletleri.
İngiltere kışkırttı
Bölgede fitilin 1915’ten çok daha önce, 1890 tarihlerinde dış güçler tarafından ateşlendiğini merkeze bildiren Bolhovitinov, 'Özellikle İngiltere, Osmanlı ile Çarlık Rusya arasında ittifak kurulup Ortadoğu’da yeni güç merkezi oluşmaması için, Türkiye’nin doğusundaki Ermenileri kışkırtarak karışıklık çıkartmıştır. Bundan önce, Türkler, Ermeniler ve Kürtler barış içinde yaşıyordu. Hatta bölgedeki Ermenilerin hayat koşulları, Kürtler’den ve Türkler’den bile iyiydi' diyor.
Özetle şunu söylüyorum. Bugünlerde Türklerle yapılacak tartışmaları izleyin.
Kim ki Kürdlerin ilkokuldan üniversiteye kadar okumasına karşı çıkarsa o ırkçıdır. “Hayır, Türkçe okuyacaksınız” demenin anlamı ırkçılıktan başka bir şey değildir.
Kim ki Kürdlerin bayrağını kullanmasını istemiyorsa o ırkçıdır.
Kim ki Kürdlerin kendi televizyonlarını açmasını istemiyorsa o ırkçıdır.
Bu yazıyı okuyan arkadaşlardan ricam şu: Fazla teorik tartışmaya girmeyin. Bu haklarımızı kabul etmeyenlere, “Siz ırkçısınız” deyip yanından gidin.
Adam yerine koyup da ağzınızı yormayın. Bizim bu saatten sonra Türkleri ikna etme gibi bir lüksümüz olamaz. İkna çabası harcamak bir katile, bir yobaza saygı duymak anlamına gelir. İnsan düşmanına bile saygı duyar. Ama bir ırkçı düşman olarak değerlendirilemez. Hastadır. Haşa hasta adamla ülke meseleleri konuşulur mu?
Bu yazı bir kürt sitesinde aydın bir köşe yazarının fikirleri. Bunların aydınlarının zekası bu kadar.
Kürtler tarihi geçmişi olan bir halktır milattan beş bin yıl önce batı avrupadan göç ederek mezabotamyaya yerleşmiş mezabotamyanın gerçek sahipleridir mancılığı damayı tavlayı satrancı bulanlar kürtlerdir dünyada ilk yerleşimi tahılın ekimini ilk gerçekleştiren kürtlerdir kökeni hint arı ırkına dayanmaktadır yani vikinglerin torunlarıdırlar tanrı tarafından ilk vahiy kürtlere inmiştir melek cin ve şaytan kürt mitolojisinden din kitaplarına geçmiş ilk kurbanda kürtler tarafından kesilmiştir ashabi kef te kürtlerden oluşmaktadır tüm olaylar urfa hatay bölgesinde geçmektedir o dönemde urfa peygamberler diyarıdır nemrutun zumünden kaçıp israile orta doğuya göç eden kavimlerde kürtttür haz muhammet kürtlerin soyundan gelmektedir başta met imparatorluğu olmak üzere sasaniler pers imparatorluğunu kürtler kurmuşlardır persler kürttür farisi kürtçenin lehçelerinden biridir böylesine tarihi zenginliyi olan bir halkı yoksaymak aşağılamak cehaletin ürünüdür
bu masalın daha geniş versiyonu bakınız kürt siteleri
Türk Ülküsü
Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet, dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış, yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne erişmişlerdir. Bunun, neden, niçin böyle olduğu hakkındaki yüksek felsefi düşünceleri bir yana bırakıp gerçeği olduğu gibi kabul edersek, çarpışmaya hazır bulunmanın en hayati prensip olduğu sonucuna kendiliğinden varırız.
İnsanlar arasındaki çarpışma, birleşip düzene girmiş topluluklar arasında oluyor. Bu topluluklara millet diyoruz. Milletler, binlerce yıldan beri var. Amansız boğuşmalarda bazıları ortadan kalkmış, bazıları sonradan kurulmuş, fakat milletler her zaman var olmuş, her zaman birbiriyle savaşmıştır.
Savaşmak, yaşamak için gereklidir. Çünkü, milli çıkarların çatıştığı davaları bitirmek için, savaştan başka çare bulunamamıştır. Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna 'teknik' diyoruz. Biri ruhidir, 'ülkü' adını veriyoruz.
Uzun tarih göstermiştir ki, eşit maddi kuvvetler arasındaki çarpışmayı ruhi yönden üstün olan kazanır. Ruhi kuvvet, teknik kuvveti yaratabilir. Ruhi kuvvetten yoksunluk ise, maddi güç ne kadar büyük olursa olsun bozgun demektir.
Ruhi kuvvet nedir?
Milli üstünlük inancı, büyümek isteği, yani milli ülküdür. Milli ülküler, toplulukların yaratıcı kuvvetidir. Bütün yaratıcı güçler gibi de, aykırılıkları yok etmek özelliğine maliktir. Türk yaratıcı gücü, yani Türk ülküsü, yüzyıllardan beri prensip haline gelmiş, uğrunda çarpışılmış, birkaç kere gerçekleşmiş bir düşüncedir. Ona hayal diyenler, hayal içinde gevşeyip tembelleşmiş olanlardır. Dedikleri gibi hayal olsaydı, hiç gerçekleşir miydi?
Bununla beraber yirminci yüzyıl bir mucizeler zamanı olmuş, olmaz sanılanlar mümkün kılınmıştır. Bu bakımdan da Türk ülküsünün gerçekleşmesini ummak, insanlar için, haktır.Türk ülküsü, Türk büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancıdır. İnancın ne büyük ruhi amil olduğunu anlatmaya lüzum yok. İmanla, ümitsiz hastalar bile iyileşiyor.
Bir ülkünün çerçevesinde toplanmak ve onun için ölümü bile göze alarak savaşmak ne güzel şeydir! İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Milli bir ülkü olmadıktan sonra, insanın hayvandan ne farkı kalır? Hayvan, ölümden ve ızdıraptan kaçar, kuvvetliden korkar.
Ölümden korkmayan, ızdıraptan kaçmayan, kuvvetli ile savaşı göze alan yaratık, ancak ülkücü insandır.
Bir zamanlar, dinler, insanları hayvan olmaktan kurtarmak için çalıştı, onlara Tanrı'dan öğütler verdi. Bugünkü ülküler tamamıyla millidir. Dini inancı da içine almış olan milli ülkü, insanları sürükleyen, güçlendiren ve asilleştiren bu duygu ve düşüncedir.
Bugünkü kaba maddecilik arasında, Türk ülküsü sararmış, biraz küllenmiş gibi görünüyor. Maddecilik hastalığı geçtiği zaman, o, yine parlayacaktır. Onun için Türk ülküsüne sarılmaya mecburuz. Bütün Doğu milletlerini yendiği halde, yalnız Türklerle başa çakamayan Batı'nın içine sinmiş düşmanlığı ve hıncı karşısında, bizim silahımız, Türk ülküsüdür.
Arab'ı, Acem'i, Hind'i, Çin'i yenilirken, tek başına Avrupa'ya dalan ve yüzyıllarca tek başına bütün Avrupa milletlerine karşı Tanrının adının savunan Asya arslanları, zaman zaman gaflet uykusuna dalmışlar, fakat sonra sıçrayıp şahlanmışlardır.
Bu seferki dalgınlık biraz tehlikeli gibi görünüyor. Çünkü, içinde yabancıya hayranlık unsuru var. Tehlikeler nereden gelirse gelsin, ne kadar büyük olursa olsun, tek çare ve tek ilacı 'Türk ülküsüdür'.
Bir şair: Bu toprak için,
Bu bayrak için,
Ölelim..
Fakat bilelim.Diyor. Güzel bir düşünce. Türk ülküsünün yoluna girdiğimiz gün, bu şiiri biraz değiştirerek söyleyeceğiz:Bu toprak için,
Bu bayrak için,
Ölelim.
Ne düşünelim, ne de bilelim!
(10 Kasım 1955)
Atsız
2000 Kırgız yiğidi atlarla yola düşmüş Anadolu'ya.
6000 km. at sırtında. Biter mi o yol ya Rab.
Yardım etmek için Mustafa Kemal'in kahraman ordusuna.
Ne bekler o yollarda bilinmez,Türklüğün onurudur
belkide
Gazilerin göz yaşları silinmez akar ardısıra
Bir yol gider atayurttan Balkana,Adriyatikten Çin
Seddine
İşte o yolun sevdalısıydı atlılar bu biline
At sırtında doğmuştu,at sırtında ölmek yakışır
Üzengiye yapışmıştır kaderi vurulsada düşmez
2000 çelik yiğit taşırcasına binlerce yılı omuzunda
Katılacaklardı Mustafa Kemal'in ordusuna
Deh dediler bir tarihe yürü savaşa
Kandaşlarım vuruşurmuş ayrı düşmek yakışmaz kardaşa
Atlarımız yıkılsa da yayan yürür gideriz
Bu ulu dava bizim; ne yaza denk ne kışa
Kurtuluş Savaşının kahraman cengizleri
6000 kilometre atla da sar bizleri
Siz ki nurdan her akıncı tarihsiniz en baştan
Türkler korkmaz dediniz ne yoldan ne savaştan
Kimse geri dönmedi.Savaştan sağ çıkanlar İznik
bölgesine yerleşti.
Bu gün Anadolu'da aynı şeyler olsa ki
Yine kalkar gelirler bu kez 20000 belki
Kitapta Nevruz üzerinden tartışılan Kürtlerin sahiplendiği “Demirci Kava” efsanesi ile Türklerin türeyiş destanı olarak bilenen “Ergenekon’dan çıkış” efsanesinin kökeni de aranıyor. Kitapta olay şöyle anlatılıyor: Turan (Türkistan) ve İran topraklarının Cemşit’ten sonraki hükümdarı olan Dahhak adında zalim bir hükümdarın omuzlarında kanser hastalığı ortaya çıkar. Hükümdar, ülkenin tüm hekimlerini çağırarak hastalığına çare arar; fakat hekimler hükümdarı iyileştirmek isteseler de başarılı olamazlar. Bir gün hekim kılığına giren şeytan, Dehhak’a gelerek “Eğer genç insanlardan iki kişiyi her gün kurban edip beyinlerini yaralarına sürecek olursa iyileşeceğini” söyler. Bu şekilde yapılan tedavide, tesadüfî olarak ağrı dinmeye başlayınca, her gün İran ve Türkistan’da iki genç yakalanarak kurban edilir.
Daha sonra bu işi yapmakla görevli mutfak çalışanı vicdan azabı çektiğinden, her gün öldürülen iki gençten birini salıverip, yerine koyun beyni götürmeye başlar. Saraydan kaçan gençler ise, uzaklardaki dağlara sığınarak zamanla çoğalırlar. Nesilleri bu gençlerden oluşan topluluğa Kürt denilmiştir. Daha sonra içlerinden demircilik yapan Kava adında bir kişi, Kürtleri bu dağlardan kurtarıp Dehhak’a karşı isyan başlatır ve zalim Kralı öldürür.
Bu efsane Türklerin türeyiş destanın çağrıştırıyor: Çinliler tarafından esir edilen Türkler, zamanla kaçarak dağlara sığınmış ve orada çoğalarak millet haline gelirler. Daha sonra bir demirci, demirden dağı eritip Türkleri özgürlüğe kavuşturur. Daha sonra Türkler düşmanlarını öldürerek bölgeyi ele geçirirler. Ergenekon’dan çıkış zamanı bahar ayları olduğundan, bu efsaneden dolayı Türk zümreleri bahar bayramı adı verilen Nevruz’da, bir demirci temsili olarak demiri döverek, bayramın başlangıcını yapar. Akabinde günahlardan ve kirlerden temizlenmek için ateşten atlama törenleri yapılır. Hem Kürt hem de Türk efsanesindeki figürler ve törenler aynı.
Demirci Kava adlı kişinin aslında Türk veziri Bilge Tonyukuk olduğunu söyleyen Ömer Özüyılmaz, “Şerefname’de de bu geçer. Göktürk yazıtlarında, Bilge Tonyukuk’un adı Gave olarak geçer. Aslen Çin topraklarında yaşayan bir Türk ailenin çocuğu iken, Göktürk devletinde vezirlik yapmıştır. Doğu Türkistan Türklerinde, Çin’den gelen ailelere ‘Gave’ denmektedir. Göktürklerde ve Doğu Türkistan Türklerinde vezirlerin unvanı ‘demirci’dir. Dolayısıyla Bilge Tonyukuk’un Türkçe unvanı Demirci Gave’dir. Bu benzerliğin tesadüfle açıklanmasına imkân göremiyoruz. Ergenekon destanında anlatılan hadise tamamen Demirci Gave efsanesi ile aynıdır.” diyor. Bu ve benzeri birçok Türk efsanesi, Türklerin İran’a gelmelerinden sonra Fars edebiyatına geçer. Firdevsi’nin yazdığı Demirci Kava efsanesi, Türklerin İran’a gelmesinden sonra gerçekleşir. Firdevsi de Türklerden duyduğu bu efsaneyi kaleme alır. Hem demirci kava efsanesinde hem de Türklerin türeyiş destanında bir demircinin dağı erittiği ve halkı özgürlüğe kavuşturduğu ile demircinin zalim kralı öldürdüğü aynı benzerliklerle anlatılıyor.
Anadolu’daki Alevilik; özü itibarıyla Türk kimliklidir. Bu topraklardaki Aleviliğin kendisini anlatma aracı, ‘bağlama’dır. Bu saz Türk’e özgüdür. Aleviler, bağlamayı kutsamış; ona “Telli Kuran” denilmiştir. Kürtlerde bağlama olmadığı gibi onun kutsanması da yoktur.
Anadolu Alevileri’nin ibadeti olan cem töreni de Türkçe ibadet biçimidir. Bu topraklarda asla Kürtçe cem yapılmamıştır. Bugün Kürt Alevi diye bilinen veya kendilerini öyle sananlar bile cemlerini Türkçe yapmaktadırlar. Sadece bu olgu bile Kürt Alevi’nin, Türk Alevi olduğunu göstermeye yeter.
Yine Anadolu Aleviliği’nin “Yedi Ulular” diye kutsadığı ozanların tümü Türk’tür. Seyyit Nesimi, Hatayi (Şah İsmail) , Yemini, Virani, Pir Sultan Abdal, Fuzuli, Kul Himmet Türkçe yazan ozanlardır. Günümüzde bile Kürt kökenli bir Alevi ozanı yoktur. Anadolu Alevileri’nin kutsal kişileri arasında Kürt kökenli kimse bulunmamaktadır.
Kürtlerde kadının durumu ile Aleviler’de kadının durumu birbirine hiç benzememektedir. Ayrıca sivil yaşam modeli de birbirine taban tabana zıttır.
Bu yüzden Anadolu’da dikkat çekecek bir kitle olarak Kürt Alevisi veya Alevi Kürt olmamıştır. Bu terimler, son yirmi yılda ortaya çıkmıştır. Bir taraftan Osmanlı zihniyetindeki resmi tarihçiler; bir taraftan, Alevileri de Kürt göstermeye çabalayan PKK’lılar; Alevi Kürt terimini icat etmişlerdir.
Bazı Alevi’nin Ermeni olduğu iddiası da tamamen yanlıştır. Çünkü; Ermeni milleti, Hıristiyan olarak kalmıştır. Bunlardan İslam’ı seçenler de çok azdır. Bu gibi Ermenilerin Alevi nüfus içinde belirleyici olduğunu düşünmek, tarihi tersyüz etmekten başka şey değildir.
İnsanlari yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler'
Napoleon Bonaparte - Fransız İmparatoru
'Türklerden bahsediyorum... Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk; dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli yıldırma, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize çevirmek tabiatı da inciten bir gaflet olur.'
Tasso - İtalyan Şair
'Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir. Henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gidecek olursanız; gerçek misafirperverliğin ne demek olduğunu orada görüp öğrenirsiniz.'
William Martin
'Irk ve millet olarak Türkler, bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenedir. Dini, sosyal ve örfi faziletleri,tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır.'
Lamartine-Fransız Yazar, şair ve Devlet adamı.
'Poltava'da esir oluyordum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi; önümde su, ardımda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş... Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu; yine kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar, esir ettiler. Yalnız ayağımda zincir yok, zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum. Fakat bu defa da şefkatin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar alicenap, bu kadar asil, bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı.'
Demirbaş Şarl -İsveç Kralı (Ruslardan kaçıp Osmanlıya sığınmıştır)
'Türkler ölmeyi biliyorlar, hem de iyi biliyorlar. Ben de ölmeyi bilen bir milletin yenilmeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim. Burada hiç yoktan ordular kurmak ve bu orduları ölüme sürüklemek mümkün. Bu imkanlardan bol bol faydalanıyorum. Fakat, meydana getirdiğim orduları sendeleten bir engel var: Türklerin yaşayan hatıraları!
Üç-dört yüzyıl önce her kudreti ve her milleti yenen Türkler, şimdi de silinmez hatıralarıyla her teşebbüsü sendeletiyorlar. Hemen her yürekte bu korkuyu seziyorum. Demek ki yalnız Türkleri değil, onların tarihini de yenmek lazım. Bu durumda ben, Türklerin düzinelerle milleti idare etmelerindeki sırrı da anlıyorum. Onlar milletleri bir kere yeniyor fakat kazandıkları zaferleri ruhlara ve nesillere nakşedebiliyorlar.'
M. Montecuccoli (Avusturyalı Komutan)
'Seceat ve cesaret bakımından Türklerden üstün; büyük hedeflere ulaşmak bakımından da onlardan dirayetli hiç bir kavim yoktur. Cenab-ı Hak onları aslan sıfatında yaratmıştır.'
İbn-i Hassul
Türk, asillerin asilidir. yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir.
Pierre Loti
Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil, iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekası vardır. İşte Türk, bu zekasıyla zafer kazanır, uygarlıklar yaratır ve insanlık dünyasında en şerefli hizmeti başarır. Zaten Avrupa'nın yarısını yüzyıllarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı.
Çarnayev(Rus Komutan)
Silahlı milletin en canlı örneği Türklerdir. Bu diyar köylüsünün orak, katibinin kalem ve hatta kadınlarının etek tutuşunda silaha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. Türk ata biner gibi oturur, keşfe yollanan asker gibi uyanık yürür.
Moltke
Türkler bir ırk ve bir millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır.
La Martine
Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türklerle savaşmalıdır.
Towsend (İngiliz Komutan)
Doğulu önderler, milletlerinin başından ayrılmayarak her hükümetin temeli olan şu iki kanunu hakkıyla yapıyorlar: iyi yola götürmek ve kötülüklerden korumak. Bu asil hareket Ruslardan fazla özellikle Türklerde göze çarpıyor.
Auguste Comte
Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır.
Lady Mary Wortley Montagu
Türk'ün güzel yüzünü, kuvvetli endamını, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. Fakat pek güç olan, Türk'ün özünü göstermektir. Bu öz, ayışığı gibi görülür fakat gösterilemez.
Decamps (fransız ressam)
Türkler yaman binicidirler. Türkler hücumunda düşmanı bir yaprak gibi çevirip bozarlar.
Câhiz (Arap Bilgini)
Türklerin yürekleri temizdir. Onlarda batıl fikirler, basit düşünceler yoktur.
Semame İbn-i Eşreş (Arap Bilgini)
Türkler kahramandırlar. Dostlarına zarar vermezler. Fakat kazanç getirirler.
Comenius (Çek Bilgini)
Türklerin biricik sevdikleri şey hak ve hakikattir. Ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır.
William Pitt (İngiliz Devlet Adamı)
Türk, Heredot'tan, Tevrat'tan çok eski yüzyılların tanıdığı bir ulustur.
Sadelik içinde görkemi, sükunet içinde ihtişamı, tahakküm kabul etmeyen bir
yüreklilik, alabildiğine geniş bir fetih aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, bölgelere uymaktan çok bölgeleri kendine uydurma zevki ve alışkanlığı Türk milletinin asırlar dolduran tarihinde açıkça görülür.
(Ünlü Tarihçi) Hammer
Türkler kahramadırlar, dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir.
Comenius (Çek Bilgini)
Türkler muhakkak ki Avrupa tarihinin ve yakın Asya tarihinin bildiği en halis efendi millettir.
Kayzerling
Her Türk'ün bakışında silahın ruha verdiği güveni görmek mümkündür. O hayata ve olaylara güvenle bakmayı öğrenmiştir.
Molkte
Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türk'ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.
Lord Byron
Türk korkmaz, korkutur. Bir şey isterse onu yapmadıkça vazgeçmez. Hangi işe el atarsa başarır.
Semame İbn-i Eşreş
Türkçe’yi öğrenmek benim için büyük bir mutluluk oldu. Çünkü Türk'ü anlamak için kendisiyle mutlaka tercümansız konuşmalıdır. Tercüman, ışığı örten zevksiz bir perde oluyor.
Gelland (Fransız Bilgini)
Türk askeri cesurdur. Anavatanını sever ve onun için gerekirse çekinmeden canını feda eder.
Albert Einstein
Artık Türklerle savaşmam. Onlar çok cesur ve iyi insanlar.
Andreas Phitiades
Dünyada iki bilinmeyen vardır. Biri kutuplar, diğeri Türkler.
Albert Sorel
Türk toplumunda kişisel nitelik ve değer dışında hiçbir şeye önem verilmez.
Baron Büsbek
On ulusun, on yiğit adamının gücü tek bir kimsede toplansa yine bir Türk'e bedel olmaz. Türklerin en çok konuştuğu şey savaştır, zaferdir. Eğlenceleri ise attır, silahtır. Türklerin doğrulukları ve namuslulukları ne kadar övülse yeridir.
Charles Mcfarlene
Türk milleti ikibin yıldır profesyonel askerdir. Bütün Türklerin mesleği askerliktir.
Donaldson
Dünyanın hangi ordusuna sorarsanız sorun, Türk askerinin karşısında düşünmenin hiç de kolay olmadığını veya olamayacağını size söyler.
Donaldson
Türklerle dost ol ama düşman olma.
Gianni de Michelis
Dünyada, Türklerden başka hiçbir ordu bu kadar süre ayakta duramaz.
Hamilton
Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur.
Hamilton
Türkler devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf ustadır. Ülkeleri değil kıtaları altüst etmişler ve korkunç saldırışlar arasında sarsılması hiç de kolay olmayan egemenliklerini yaratmışlardır.
Tarih Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler vardır ki uygarlık için birer süs olmaktadır.
Hammer
Çanakkale'de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim.
Sir Julien Corbet
Türk gibi ölüme gülerek bakan bir eri başka hiçbir ulusta bulamazsınız. Yalnız ona iyi bir komutan gerektir.
Mulman
Toplumsal düzenin Türkler arasında kurmuş olduğu ilişkilerin hepsinde temiz yüreklilik ve iyi niyet hakimdir. Vatandaşların birbirlerine karşı borçlu oldukları işlemleri yapma ve yerine getirmeleri için başka ülkelerde olduğu gibi senetleşmeye yani yazılı belgeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların övülmeye değer hallerinden biri de verdikleri söze genellikle sadık kalmaları ve karşılarındakini aldatmaktan, güveni suistimal etmekten çekinmeleridir.
Monradgea D'ohsson
Kendi ulusuna karşı bu kadar dürüst ve cömert olan müslüman Türkler hangi mezhebe bağlı olursa olsun aynı dürüstlüğü yabancılara karşı da yapar ve yerine getirirler. Bu noktada müslümanla müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler.
Monradgea D'ohsson
Türk'ü anlamamak için tarihe göz yummak gerekir. Haksız saldırılar ve adi iftiralar önünde Türk'ün vakur kalışı, kuşku yok ki körlerin gerçeği, eşyayı anlamadıklarını düşündüklerinden ve körlere acıdıklarındandır. Bu soylu davranış o adi iftiralara ne açık bir cevap oluyor.
Pierre Loti
Türk'ün ahlaki seciyesi çocukluğunda aldığı iyilik telkinleriyle değil çevrelerinde fenalık görmemek suretiyle oluşur.
Thomas Thorsten
'Türklerin ruhu yeniden parlayacak ve silah kullanmak için doğan bu kahraman milletin tarihi eski ışığını bulacaktır.'
Feldmareşal von Moltke -Alman Genelkurmay Başkanı
Ülkücüler insanlık alemi icinde ne uşak olmayı ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyen.Şerefli bir bayrağın taşıyıcısıdır.Sizlere kolay bir başarı vaad etmiyorum.Kısa zamanda bir iktidar umanlar bizimle yola çıkmasınlar.Yolumuz uzun ve çetindir.Bu yolda karşınıza menfaat teklifleri tehditler ve daha bir yığın engel çıkacaktır.Bu çetin yolda dayanabilicekler bizimle gelsinler cesur olanlar kuvvetli olanlar gerçekten inananlar kafilemize katılsınlar.Dava adamları o davanın şartlarını ve gereklerini kendi kişiliklerinde yaşayamazlarsa o davayı bir adım ileri götüremezler.
Alparslan TÜRKEŞ
Türk islam davasının 22 yaşındaki ilk şehidi Ruhi KILIÇKIRAN'ın yetim olduğunu 4 ocak 1968 de Ankara Site Yurdu Katinin de iftarını açtıktan sonra hemen şehit edildiğini biliyormuydunuz...
17 Mart 1978 tarihinde Ömer BAYRAKLAR Salih ULU Bahri BİLGİN Cevat KOCA Sinan KOCA isimli 5 ülkücü işçinin aynı anda dev-yol militanları tarafından katledildiğini. Ümraniye de oturan bu ülkücülerinin hepsinin de Giresunlu olduklarını Sinan ile Cevat'ın kardeş olduğunu Sinan KOCA'nın henüz 10 günlük bebeği olduğunu biliyormuydunuz...
18 Eylül 1879 tarihinde Adana da 6 ülkücü öğretmenin arkalarından ateş açmak süretiyle şehit edildiğini ve bu öğretmenlerin katillerinin hala yakalanmadığını biliyormuydunuz...
8 Haziran 1970 tarihinde şehit edilen Yusuf İMAMOĞLU'nun yapılan otopsi sonucu 36 saattir yemek yemediğini şehit edilmeden önce okulun arka bahçesinde bulunun ağaçların altında son namazını kılan İMAMOĞLUN'UN cebinden 35 kuruş çıktığını biliyormuydunuz...
23 Kasım 1970 yılında ülkücü şehit ERTUĞRUL DURSUN ÖNKUZU' nun kominist militanlar tarafından ağır işkenceler sonucu şehit düştüğünü ÖNKUZU' nun kırılmadık kemiği patlamadık yerinin kalmadığını ve ağzından ciğerlerine bisiklet pompasıyla hava verilerek çiğerlerinin de patladıktan sonra okulun 3. katın penceresinden aşağı atıldığını biliyormuydunuz...
12 Eylül idaresi tarafından haklarında verilen idam hükmünün uygulanması sırasında yanlarında bulunan görevli imamın Selcuk Duracık ve Halil Esendağ için 'Hiç evliya gördünüz mü' diyenlere 'evet HALİL ile SELCUK' u gördüm' dediğini biliyormuydunuz...
12 Eylül idaresi tarafından idam edilen MUSTAFA PEHLİVANOĞLU nun son mektubunda
'şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki Mustafalar ölür ALLAH davası ölmez Milliyetçilik yaşar kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer ALLAH' a inananlarındır.'dediğini
biliyormuydunuz...
12 Eylül idaresi tarafından idam edilen Cevdet KARAKAŞ' ın avukat barolarından hiç bir avukatın savunmak istemediğini ve KARAKAŞIN savunmasını kendisi yapmak zorunda kaldığını biliyormuydunuz...
17 Nisan 1980 tarihinde Malatya belediye başkanı Hamit Fentoğunun evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucu FENTOĞLU, kızı ve 2 torunun ve torunu olan Selim BOZKURT FENTOĞLU nun daha 2,5 yaşında olduğunu ve babasının vatani görevini yapmakta olduğunu biliyormusunuz...
12 Eylül idaresi tarafından asılarak idam edilen Cengiz BAKTEMUR'UN korkusuzca idam sehpasına yürüyüşüne şahit olan cezaevi personelinin 'bizce şehitti o şehitlik mertebesine ermiş birinin karı değildir. Sevinerek ve koşarak ilmeği boynuna gercirmiştir. ' dediğini biliyormusunuz...
5 Eylül 1979 yılında şehit olan ADEM PEKMEZCİ isimli ülküdaşımızın henüz 15 yaşında olduğunu biliyormuydunuz...
Ülkücü şehit Ahmet Evcimen'in Bakırköy deki Sürmeli otelin önünde 20 den fazla kurşunla şehit edildiğini biliyormusunuz...
Tokat'ın Zile ilcesin den Mustafa Taştangil' in kitap ve defterlerinin her sayfasında büyük ülkü devi ERTUĞRUL DURSUN ÖNKUZU NUN isminin yazışı olduğunu ve mezarı ÖNKUZUNUN yanında bulunduğunu ve ailesinden son isteğinin bu olduğunu biliyormuydunuz...
Ülkücü şehitlerden Ahmet Sarpkaya' nın kurban bayramının son günü mahallelerine baskına gelen kominist militanları önce fark edip durumdan arkadaşlarına haberdar etmek için evlerini dolaşırken acılan ateş neticesi öldüğünü ve 18 yaşındaki SARPKAYA' nın SAĞIR VE DİLSİZ olduğunu biliyormusunuz...
Uşakta dokuma işcisi olarak calışan Alaaddin Gündüzün doğum yapmak üzere eşinin yanına giderken 27 kurşunla şehit edildiğini GÜNDÜZ' ünvefat ettiği gün bir oğlunun dünyaya geldiğini ve doğan bebeğinin adının Alaaddin olduğunu biliyormuydunuz...
Eşitlik olsun diye12 eylül idaresinin Selçuk Duracık,Halil Esendağ,Cengiz Baktemur İsmet Şahin,Mustafa Pehlivanoğlu,Fikri Arıkan,Cevdet Karakaş,Ali Bülent Orkan,Ahmet Kerse olmak üzere 9 ülkücüyü asarak şehit ettiğini biliyormusunuz...
Ali Can Karaosmanoğlu'nun 18 Haziran 1979 yılında Mimar Kemal Lisesi öğrencisiyken şehitlik mertebesine ulaştığını ve yaşının henüz 17 olduğunu biliyormuydunuz.
6 Ağustos 1979 da şehitlik mertebesine ulaşan Ali Çetin'in Vatani görevini Asteğmen olarak yaptığı sırada Kayseri'de bulunan ailesini ziyarete gittiğinde şehit düştüğünü evli ve 2 çocuk babası olan Çetin'nin kominist militanlar tarafından önce dişlerinin söküldüğünü sonra üzerine asit dökülerek bıçaklandığını ve sonra yakıldığını biliyormuydunuz.
3 Haziran 1980 tarihinde şehit edilen Ali Kuş'un henüz 18 yaşında olduğunu ve o yaşlarda Kayseri ülkücü gençler derneğinin mahalle başkanlığını yaptığını biliyormuydunuz.
Ali Osman Devecioğlu ülkücü şehidimizin yaşlı annesini emekli maaşını almaya götürürken Çeliktepe de kominstler tarafından silahlı saldırıya uğrayıp kafasına isabet eden tek kurşunla annesinin kolları arasında şehit düştüğünü biliyormuydunuz.
İsmail Tomaç'ın 5 Haziran 1980 de Bursa'nın Çınar mahallesindeki kırtasiye dükkanında Kuran-ı kerim okurken şehit edildiğini ve 13 günlük bir bebeği olduğunu biliyormuydunuz.
EY ÜLKÜCÜ HAREKET BUNLARI BİL VE UNUTMA
Başbuğ Atatürk,30'lu yıllarda Türk tarihinin gizli kalmış yönlerini ortaya çıkarmak için olağanüstü bir çaba harcadı ve 'Türk merkezli' yeni bir tarih tezi geliştirdi.Daha Cumhuriyet kurulmadan önce 1922 yılında TBMM'ni açarken yaptığı konuşmada Türk tarhinin derinliğinden bahsederek Türklerin kökeninin Nuh'a kadar dayandığını ileri sürüyordu.
Bu ilk işaretlerden ve ön hazırlıklardan sonra Atatürk, Türk tarihinin sadece Osmanlı Tarihi'nden oluşmadığını, Türklerin binlerce yıl önce de büyük devletler kurup,dünya uygarlığına büyük katkılarda bulunduğunu ileri sürerek, 1930 yılında sonradan çok tartışılacak olan Türk Tarih Tezini ortaya attı.
Şöyle diyordu yüce Başbuğ:
'Türk Irkı'nın kültür yurdu Orta Asya'dır.İlk çağlardan beri yüksek bir ziraat hayatına sahip olan,madenleri kullanan bu topluuk sonraları Orta Asya'dan doğuya,güneye,batıya,Hazar Denizi'nin kuzey ve güneyine yayıldı.Bu yayılma neticesinde Türk dili ve kültürü de yayıldı; gittiği yerlerde yabancı dillere ve kültürlere tesir ettiği gibi,onlardan tesirler de aldı.'(A. Afet İnan.'Atatürk'ün Tarih Tezi',Belleten III,10,1939,s.245-246)
Atatürk'ün geliştirdiği Türk Tarih Tezi'ne göre,uygarlıkların temeli doğal nedenlerle Orta Asya'daki anayurtlarından dünyaya yayılmak zorunda kalan Türkler tarafından atılmıştı.Türkler gittikleri her yere ulusal kültürlerini de götürmüşlerdi ve yüksek Türk Kültürünün etkisi altında kalan kültürler gelişip yükselmişti.
'Türk Ulusu Asya'nın batısında ve Avrupa'nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayrılmış dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar.Onun adına 'Türk eli' derler.Türk yurdu çok daha büyüktü.Yakın ve uzak çağlar düşünülürse Türk� e yurtluk etmemiş bir anakara(kıta) yoktur.Bütün yeryüzünde Asya,Avrupa,Afrika, Türk atalarına yurt olmuştur.Bu gerçekleri yeni tarih belgeleri göstermektedir.Fakat bugünkü Türk Ulusu varlığı için bugünkü yurdundan memnundur.Çünkü Türk derin ve ünlü geçmişinin,büyük ve güçlü atalarının kutsal katkılarını bu yurtta da koruyabileceğine,o katkıları şimdiye değin olduğundan çok daha fazla zenginleştirebileceğine inanmaktadır...'(A. Afet İnan,Medeni Bilgiler ve Atatürk'ün El Yazıları,Ankara,1969,s.14)
Ataürk ana hatlarını iyice belirginleştirdiği Türk Tarih Tezi'ni daha da güçlendirmek için 1931 yılında Türk Tarih Kurumu'nu,1932 yılında Türk Dil Kurumu'nu,1935 yılında ise Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kurdu.Tüm bu kuruluşların öncelikli amacı Türk Tarih Tezi'ni kanıtlayacak çalışmalar yapmaktı.
Türk Tarih Tezi,iç içe geçmiş ya da birbirine bağlı farklı tezlerin bir araya getirilmesinden oluşuyordu:
1.İlk Türklerin dünya uygarlığına öncülük edecek kadar güçlü ve köklü bir kültüre sahip oldukları,
2.Türklerin iklimde meydana gelen bozulma sonucunda Orta Asya'dan dünyanın dört bir yanına göç ettikleri ve gittikleri yerlere uygarlıklarını da götürdükleri,
3.Anadolu'nun ilk uygarlığı olan Hititlerin ve Mezopotamya'nın ilk uygarlığı olan Sümerlerin Türk oldukları,
4.Ege ve Yunan uygarlıklarının temelinde Türk kültürüne ait izlerin olduğu,
5.Antik Mısır Uygarlığını kuranların ve Roma İmparatorluğu'nun kurucusu Etrüsklerin Türk olduğu...
Ayrıca tüm dillerin Türkçe'den geldiğini ileri süren ve Türk tarih Tezi'nin tamamlayacağı düşünülen Güneş Dil Teorisi...
Atatürk'ün sofrasında Türk tarihi ve Türk dili konusundaki sohbetlere katılan Ruşen Eşref(Ünaydın) şöyle diyordu:
'Atatürk 1930'lu yıllarda Sümer,Akad,Babil,Myken,Eti(Hitit) , Sippililuyuma,Bask,Bröten,Kelt gibi sözleri diline dolamıştı.Türk'ü zaman ve mekan içinde arayıp bulmak,Türk'ün benliğini, yüceliğini, asilliğini ispat etmek istiyordu.Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorileri bu düşüncenin ürünüydü.Atatürk sofrasında oturmak mazhariyetine erişen kişilere bu konularda ödev verirdi.Türk Dili ve Türk tarihi konusundaki bu ödevler sofrada ciddi olarak tartışılırdı.'(Ruşe Eşref Ünaydın.Atatürk,Dil ve Tarih Kurumları, Hatıralar,Ankara,1954,s.51-60,61-65)
Atatürk kimsenin sorgulamaya cesaret edemediği Batı'nın çarpık tarihi iddialarının karşısına bu iddiaları altüst edecek,'ulusal tarih bilinciyle' çıktı.Atatürk sözde tarihi gerçeklere dayanarak Anadolu'nun ermenilerin ve rumların anayurdu olduğunu iddia eden ve böylece Türkleri Anadolu'da 'işgalci' durumuna düşürmek isteyen Avrupa'ya her fırsatta Anadolu'nun öteden beri Türk yurdu olduğunu haykırdı.
internetten alıntı
Kam kê aslê ho inkar keno, aqılra hero! ’ [= Kim ki aslını inkâr ediyor, akıl yönünden eşektir! ]. Bu deyim bir Zaza deyimidir.
Ama buradaki sözcüklerin kökenine bakacak olursak:
kim [ Eski Türkçe: kim [Bu sözcük Azerî, Başkurt,Kazak, Kırgız, Özbek, Kazan Tatar, Türkmen, Uygur gibi Türk lehçelerinde de kim biçimindedir. Mısır Arapçasında k±md±r? ; Suriye Arapçasında k±m k±ma; Kürtçede ki? , ké? (Kürtçe-Türkçe Sözlük, s. 213): Zazaca’da kam, kum; Çuvaşçada ad kam biçimlerindedir.]
ki [ Farsça
as(ı) l [ Arapça
inkar [ Arapça: inkâr
aqıl [ Arapça: akl
+ra [ Eski Türkçe: yön eki
hero [ Farsça: ker
olarak görürüz. Ortaya çıkan söz hazinesinin içinde Kürtçe ya da Zazaca kökenli bir sözcük yoktur. Bu konuda yapılan dil araştırmalarından Zazaların kökenleri hakkında bazı bilgilere ulaşılmıştır.
Doğu Anadolu’nun Elâzığ, Tunceli, Bingöl, Erzincan illerinin yayıldığı coğrafyada yaşayan Zazalar, Türk toplumunun içinde yaşayan aslı tarihî Türklüğe dayalı bir topluluktur. Batılı, Ermeni ya da Kürt araştırıcılar tarafından yazılan makale ve kitaplarda Zazalar ya Kürtlerin bir kolu ya da İranî (Guran-Zaza grubu) olarak gösterirler. Zaza-
ların ‘Zuzu, Zuza, Zozan, Zapsas, Mu-Zazir, Zou-Zou, Zizona, Zanzavina, Zerza, Zerzawe, Zuzaniye, Zawzan, Zazawa, Zazan’ gibi bir sürü uyduruk adlardan türemiş olabileceğini; hattâ Asur tabletlerinde adı geçen Zamza Krallığının adı olabileceğini iddia ederler. İngiliz tarih-
çisi Davik N. Mackenzie ise ‘Zazaların Hazar’dan gelerek, o sıralar Kürtlerin yerleşik olduğu bölgenin batısına yerleştikleri..’ görüşünü ileri sürer. Bazıları da onların M.Ö. 2350-2150 tarihleri arasında Anadolu’ya yerleşen Huriler olduğunu yazarlar. Yine bazılarına göre de Zazaların Kürtlerden çok önce bu topraklara yerleştikleri, bugün Kürtlerin yaşadıkları bölgelerin tarihsel olarak Zazaların anayurdu olduğudur.
Zazalar ve Kürtler üzerine araştırma yapan belirli bazı kişiler, Zaza adı verilen İnsanların menşeinin Türk olabileceği üzerinde hiç görüş belirtmemişlerdir. Bu teoriye neden sıcak bakmadıklarının sebebi, Türkiye’yi ve Türk kökenli insanlarımızı bölüp parçalamaktan
dolayıdır. Çünkü Zazalar Türk kökenli olursa, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu bölmeleri zorlaşacaktır.
Şimdi size bir anımı nakletmek istiyorum: 1988 yılı Temmuz ayında ‘Dede Korkut Sempozyumu’ için, Orhan Şaik Gökyay, Bahaeddin Ögel, Fikret Türkmen, Saim Sakaoğlu, Zeynep Korkmaz, Ahmet Bican Ercilasun ve Tuncer Gülensoy’dan oluşan bir TDK heyeti olarak Azerbaycan’ın başkenti Baku’ya gitmiştik. Rahmetli Elçi Bey de bu sempozde dinleyici olarak bulunuyordu. Sempozyum arasında bir gün bizi İsmailli adlı küçük bir dağ kasabasına götürdüler. Bu yemyeşil dağ kasabasında bizi sarışın, mavi ya da yeşil gözlü, beyaz tenli genç kız ve oğlanlar, ellerinde tepsi içinde pişmiş sıcacık ekmek ve tuz ile karşıladı-
lar. Anadolu’nun pek çok yöresine kaybolmuş olan ‘Tuz-Ekmek hakkı’ ağırlamasını burada görünce çok heyecanlanmıştık. O gezide yanımızda bulunan, Moskova Tarih Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk muallime ‘Bu gençler siz Azerîlerden farklı yapıdalar. Konuştukları
Türkçe de Azerîceden farklı, neden? ’ diye sorduğumda, aldığım cevap beni şaşırtmıştı. ‘Bu yörenin insanları eski Saka Türklerinin torunları. Sakaların en büyük boyu Partlar bu coğrafyaya yerleşmişler. Biz bunlara SAK deriz, sizler de ZAZA adını veriyorsunuz’ deyince, ka-
falarımızdaki pek çok sorunun cevabı bulunmuştu. Demek ki Anadolu’da yaşayan Zazaların köklerini Türk asıllı Sakalarda aramak da gerekiyormuş.Zazaların Kürt, Arap ya da İranî olamayacaklarının bir nedeni de bu kavimlerden farklı bir etnik yapıya sahip olmalarıdır. Kürtlerde, Araplarda ve Farslarda (İranlılarda) beyaz tenli, sarı saçlı ve mavi gözlü kadın ya da erkek bulunmazken, Zazalarda bu özellikler görülür. Bu da Peçenek, Kuman-Kıpçak ve Saka gibi Türk kavimlerinin bir özelliğidir ki bugün, Kazan, Başkurt, Çuvaş, Özbek, Kırgız gibi Türk boylarında da aynı özellikler görülür. Kırım ve Anadolu Türklerinin de büyük bir bölümünde bu özellikler vardır.
Zazaca, Kürtçe (Kürmançça) dan da farklı bir özelliğe ve kelime hazinesine sahiptir. Eğer bunlar ayrı birer dil olmasaydı, Zazalar ‘Zazaca-Türkçe Sözlük’, Kürtler de ‘Kürtçe-Türkçe Sözlük’ veya ‘Ferheng-i Kırdî i Tırkî’ diye sözlükler yayımlamazlardı. Zazaca-Türkçe Sözlük’ü incelediğiniz zaman pek çok eski Türkçe söz varlığının Zazacada aynen ya da bazı ses değişmelerine uğramış biçimleriyle yaşadığını görebilirsiniz. Türkçenin Zazaca ve Kürtçeye verdiği yüzlerce ödünç sözcük, TDK tarafından yayımlanacak olan ‘Türkiye Türkçesinde Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü’ adlı etimolojik sözlüğümüzde yer
almaktadır. Zazaların giyim-kuşam, mutfak, hayvancılık kültürleri, gelenek ve görenekleri Anadolu Türklüğünden farklı değildir. Fakat, başta gelenek-görenek olmak üzere birçok ba-
kımdan Kürtlerden farklı özellikler arz eder. Kuzey Irak, Batı İran, Kafkasya ve başka coğrafyalarda yaşayan Zaza aşiretleri bulunmamaktadır. Her ne kadar Zaza aşiretleri Koçgiri (1921) , Şeyh Said (1925) ve Dersim (1938) isyanlarını yaşadılarsa da bu isyanların bugün olduğu gibi dış güçlerin tahriki ile yapıldığı bilinmektedir. Bugün PKK içinde bulunan kandırılmış Zazaların sayısı Kürtlere göre oldukça azdır. Hattâ Anadolu’daki Türk birliğinin korunması için Türk ordusu ile birlikte savaşmışlar, bu ülkenin asıl soylarından olduğu gerçeğini görmüşlerdir. Bu vatan Türklerin olduğu kadar Zazaların, Kürtleşmiş Türklerin ve öteki toplumlarındır. Çünkü başka bir Türkiye ve Anadolu
yoktur.
Türkoloji (Türklük Bilimi, Türk Dil Bilimciliği, Türkiyat) bilimi Türklerle alakalı herşey ile ilgilenir. Bunlar arasında özellikle Türk dili ve Türk edebiyatı hususi bir yer tutar. Türk milletinin konuştuğu dil olan Türkçe yaklaşık 4.000 yıllık bir maziye sahiptir. Türkçenin şimdilik takip edilebilen yazılı tarihi ise milattan sonra 8. yüzyılda yazılan Orhun Kitabeleri’ne dayanır. O zamandan günümüze değin Türk dili üzerinden zengin bir edebiyat geleneği kurulmuş ve Türkçe’nin sınırları kıtaları boylayarak geniş coğrafyalara yayılmıştır.
Türk edebiyatının asıl malzemesi olan ve türkolojinin de mühim bir kısmını oluşturan “Türkçe” üzerine yapılan araştırmaların tarihi epey eskilere dayanmaktadır. Lakin modern anlamda türkoloji ilmi, bizim topraklarımızda değil enteresan bir şekilde Avrupa’da doğmuştur. Büyük Fransız İhtilali bütün Avrupa’nın ve hatta dünyanın politik hayatına tesir ettiği gibi milletlerin sosyal hayatını ve sosyal bilimlerini de etkilemiştir. İhtilalin doğurduğu milliyetçilik akımının dürttüğü Avrupa milletlerinin milli bünyeye dönüş çerçevesinde kendi tarihlerine yönelmeleri neticesinde folklor bilimiyle aynı anda milli (native) dil de aynı oranda önem kazanmıştır. Bu meyanda kadim Avrupa milletleri (Almanlar, Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar) kendi köklerine ulaşmak için Kıta Avrupasını didik didik ederken o zamanki bir kaç Avrupalı millet bu süreçte hayal kırıklığına uğramıştır. Bunlardan başlıcaları Macarlar, Bulgarlar ve Finlerdir. Zira bunlar kendi köklerini Avrupa’da araken tarihi hakikatler onları Asya’nın steplerine sürüklemiş ve hasbelkader “bizi” bulmuşlardır. Türkolojinin doğumu o zaman başlayan bu araştırma ve anlayışa dayanır. Daha sonra ilgi çeken bu trende diğer büyük Avrupa devletleri de katılmış ve oryantalizm ve Türk hayranlığının da etkisiyle Türkçe’ye ve Türklüğe yoğun bir ilgi başlamıştır. O yüzden ilk türkologların Alman, Macar, Fransız ve Rus gibi gayri Türk milletlerden olmaları bizleri şaşırtmamalıdır.
Bu yabancı türkologlar içerisinde Türkçe’ye en fazla hizmet eden ve Türklük bilimi dünyasına adını altın harflerle kazıyan iki Wilhelm, Wilhelm Radloff ve Wilhelm Thomsen’dir. Fahiş hatalarla da olsa Türkçe’nin bilinen ilk yazılı metinleri olan Orhun Abideleri’ni 1893’te ilk defa deşifre eden ve 20’den fazla dil bilen W. Radloff, Alman asıllı bir Rustur. Bu anıtları çözmede Radloff kadar acele etmeyip ihtiyatlı davranan ve bunun neticesinde mükemmele yakın bir okumaya ulaşan W. Thomsen ise İsveçlidir. Bunların yanında bu abidelerin varlığından Avrupa kamuoyunu ilk defa haberdar eden ve gene İsveçli olan Strahlenberg’i de unutmamakgerekir.
Bizde, o zamanki adıyla Osmanlı’da, Avrupa’ya nisbeten yavaş giden işler, 1900’lerin hemen başında Ali Emiri Efendi adında bir kitap kurdunun “Divan-ı Lügati’t-Türk” adlı paha biçilmez eseri İstanbul sahaflarını gezerken yaşlı bir kadında bulup 40 altına taksitle satın alması ile ivme kazanır. Kitaba gözü gibi bakan Emiri Efendi’den bu yegane nüshayı alıp baskıya hazırlama vazifesi Kilsli Rıfat Bey’e tevzi edilir. Lakin bu muazzam kitabı yanından bir lahza ayırmayan ve kimselere dahi göstermeyen Emiri Efendi’nin inadını kırmak için devrin sadrazamı(başbakanı) Talat Paşa devreye girmek zorunda kalır ve Paşa'yı kıramayan Emiri Efendi kitabı Rıfat Bey’e verir. Uzun müddet kitap üzerinde çalışan Rıfat Bey’in ömrü bu işe vefa etmeyince “Divan- ı Lügati’t-Türk”ü ilk neşretme şerefi Besim Atalay’ın olur.
İsmi geçen bu zatların ve sair nicelerinin hakkı mahfuz, o gün bu gündür Türkiye’de yetişen en büyük türkologlar aslen Kazan Türklerinden olan Reşit Rahmeti Arat ve soyu meşhur Köprülü ailesine dayanan Fuat Köprülü’dür. Abartarak söylersek bu ikisi, yeni nesil türkologlara yapacak çok iş bırakmamışlardır. Köprülü’nün daha 20 yaşında Yunus Emre ve Ahmet Yesevi’yi anlattığı şaheseri “Türk Edebiyatında ilk Mutasavıflar” ve Arat’ın neşrettiği yazılış tarihi ve hacmi ile dünya edebiyat tarihi açısından da çok mühim bir eser olan “Kutadgu Bilig” (Bundan muradımız Arat Hoca’nın Türkiye Türkçesi’ne aktardığı metindir. Okuyucularımız zaten Kutadgu Bilig’i Yusuf Has Hacib’in yazdığını bilirler) genç türkologların önünde aşılmaz birer eser olarak durmaktadır.
Türkoloji ilminin ilgi alanı ve coğrafyası o kadar geniştir ki üç beş satırla anlatmak mümkün değildir. Milletimiz ve dilimiz her milletin üstesinden gelemeyeceği nice badireler atlatarak mevcudiyetini hala sarsılmaz bir şekilde devam ettirmektedir. Bir zamanlar konjontür gereği fazlaca Arapça ve Farsça ile iştigal eden dilimiz, bir zaman sonra Fransızca ve şimdilerde İngilizce ile çokça haşır neşir olmaktadır. Bizim kanaatimizce bundan korkmaya hiçbir sebep yoktur. Dilimiz alacağını almış vereceğini vermiş, sair her dil gibi kendi doğal seyrinde devam etmektedir. Lakin kabul etmek gerekir ki günümüzün uluslararası bilim dili İngilizcedir ve bu bir müddet daha böyle devam edecektir. Bununla birlikte yakın gelecekte İngilizce'ye en büyük rakip 21. asra dalları budanarak girmiş olmasına rağmen gene Türkçedir. Biz inanıyoruzki yakın bir zamanda bu komplekslerinden kurtulan Türkçemiz kadim Doğu ve Batı dillerinden de aldığı destekle yeni bir dünyanın dili olacaktır. Bunun en sarih delili dünyanın dört bir yanına yayılan ve etrafındakilere Türkçe öğretmeyi kutsal bir meslek sayan gönül eri Türkçe sevdalılarıdır.
dersim kelimesi farscadir,der kapi sim de gumus,yani farsca gumus kapi anlamina gelir Amed kelimesi farscadir,hos gelen anlamina gelir hatta azericede bile ``hosh amed`` i hos geldin demektir.hakkari kelimesi suryanice kokenlidir...ekkareden gelir, ekkare suryanice koylu demektir.......van,mus kelimeleri ermenicedir......anadolunun hic bir yerinde kurtce kokenli il adi yoktur
M.S. 5. yy’la kadar Ortadoğu’da Kürt adına rastlanılmaması yukarıda anlatılan gerçeği doğrulamaktadır. Günümüzde Kürtler Sivas’tan Basra’ya kadar olan coğrafyada yaşayan bir halk olarak anlatılmaktadır. Bu bağlamda Ermeni, Gürcü, Arap, Süryani ve İran kaynaklarının bu bölge ve bölgede yaşayan halklar hakkında verdiği coğrafi ve tarihi kayıtları incelemek meselenin ortaya çıkarılmasında kuşkusuz faydalı olacaktır. Bu bölümde Kürdistan adı ve Kürt kelimesinin ne zaman kullanılmaya başlandığını irdeleyeceğiz.
Ortadoğu Kürtleriyle ilgili bilinen ilk kayıtlardan biri, 943 yılında Mürucü-z Zehab adlı eserini yazan Arap coğrafyacı Mesudi’nin verdiği bilgilerdir. Mesudi Kürt aşiretleri ve onların yaşadıkları bölgeler olarak şu yer isimlerini vermektedir:
Daynavar ve Hemedan’da (İran’da) Şuhcan Aşireti.
Kangavar’da Macurdan Aşireti.
Azerbaycan’da Hazbani ve Sarat aşiretleri.
Cibal bölgesinde, Şadancan, Lazba, Madacan, Mazdanakan, Barhükmen, Hali, Cabarki, Cavani, Mustakan.
Suriye’de, Babila.
Musul ve Cudi’de Hıristiyan Kürtler (Yakubiler ve Curkan/Gurugan) .
Aynı yazar Tanbih adlı eserinin 88-91. sayfalarında Bazincanları, Naşaviraleri, Büzikanları ve Kikanları da Kürt aşiretleri olarak saymaktadır. (Kikanların Kalaç kökenli olduğunu önceki sayfalarda anlatmıştık.)
Bununla beraber Kürtlerin yaşadıkları yerler olarak da;
-Fars
-Kirman
-Sicistan
-Horasan’ın Rumunlar bölgesindeki Asadabat nahiyesinde Kürt köyü
-İsfahan’da Bazencan kabilesinin bir kısmı ve Kurd isminde Bayındır Sir şehri
-Cibal bölgesinde Mah Küfa, Mah Basra, Mah Sabazan (Masabazan) ,İki Igar (Karaç Abi Dulaf ve Burc)
-Hemedan
-Şehrizur’a bağlı Daraband ve Şamghan (Zimkan)
-Azerbaycan ve Ermenistan’da Aras sahilinde Kürtlerin kerpiç ve taştan yapılmış evlerde oturduğu belirtilmektedir.
Aranda, Barda şehrinin kapılarından birinin adı Bab-al Akrad’dır. İbn Miskavayhi’nin iddiasına göre, Rusların 943’teki istilası sırasında valinin emrinde Kürtler bulunmaktadır.
Bab-al Abvad’da ve El Sugur’da Kürtler yaşamaktaydı. (Abbasiler, Müslüman olup Anadolu’ya gelen Türklere Sugur adını vermişlerdir.) Mesudi’nin anlattığı yerler içerisinde günümüz Türkiye’sinde var olan bir şehir ve bölge sayılmamıştır.
Mesudi eserini yazdığı zamanda Kürtlerin, Guz (Oğuzlar) ve Karluk Türkleriyle birlikte yaşadıklarını belirtmektedir. Bu Türkler göçebe Türkler olan Guzlar ve Karluklar, Kirmanşah, Garş, Sicistan, Bust, Bestam, Kofs, Beluc, Cet’te yaşamışlardır.
Paris Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Messoud Fany, la Nation Kurde et Son Evolution Sociale adlı eserinde, “Bazı haritalara baktığımızda Kürdistan terimi tahrif edilerek, özellikle Türkiye’nin doğu vilayetlerinde bir Kürt yurdu meydana getirmek hedeflenmektedir. Hâlbuki Kürdistan kelimesi 10 asır evvel Ardelan, Kirmanşah, Hemedan ve Luristan bölgelerini belirtmek gayesiyle kullanılmıştır. Tüm eserlerde Kürtlerden ve Kürdistan’dan söz edildiği zaman, bugün İran toprakları üzerinde bulunan bu Kürt bölgelerinden haber verilmekteydi” şeklinde bir tespitte bulunmuştur. Bu tespit, aslında ortaya konmaya çalışılan hayali Kürdistan’ı ortaya çıkarmaktadır.
Minorsky’ye göre, Selçuklular zamanına kadar Araplarda Kürdistan adına rastlanılmamıştır. İlk Kürdistan tabiri 12. yy.’da hüküm süren son büyük Selçuklu Sultanı Sencer zamanında telaffuz edilmiştir.12. yy.’daki Selçuklu kayıtlarında o zamanki söylenişiyle “Kurdistan”, bugünkü söylemle “Kürdistan” adına rastlıyoruz. Sultan Sencer tarafından kurulan ve merkezi İran’ın Hemadan şehrinin kuzey batısındaki Bahar Kalesi olan Kürdistan eyaleti, günümüz İran toprakları içerisinde kalan, Zağros sıradağlarının doğusunda Hemedan, Dinavar ve Kermanşah vilayetleri arasını ve batısında ise Şehrizor (Süleymaniye) ve Sincar vilayetlerini kapsıyordu. 12. yüzyıla kadar bu bölge sadece “Cibalül Cezire” adı altında tanınıyordu. Dolayısıyla Sencer İran'daki Hemedan şehrinin batısındaki Bahar Kalesini merkez alan eyalete Kürdistan adını vermiştir.
Diğer kaynaklarda ise Kürdistan adından ilk defa bahseden Hamdullah Mustafa Kazvini olup, onun ifadelerindeki Kürdistan coğrafyası; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap ve Kuzistan ile sınırlı olup, Nüzhet'ül Külub adlı eserinde (14.yy) Kürdistan'ı 16 kasaba olarak şöyle sıralamıştır;
1-Alani: Aynı adı taşıyan önemli bir şehre sahip olan bölgenin iklimi güzel ve avı boldur.
2-Alişter: Vaktiyle burada Aruhş veya Ardehş adı verilen bir Ateşgede (Zerdüşt tapınağı) vardı.
3-Bahar: Yukarıda zikredilen kale.
4-Kuftiyan: Zap kıyısında bulunan ve civarında birkaç kasabası olan kale.
5-Derbend-i Taç Hatun: Küçük bir şehir.
6-Derbend-i Zengi: İklimi güzel ancak halkının tamamı hayduttur.
7-Dezbil:
8-Dinever: Üzümü ile ünlü büyük bir şehir.
9-Sultan Abad-ı Cemcemal: Bisütün dağı eteğinde, Muhammed Hüdabende Olcaytu (14.yy) tarafından kurulmuştur.
10-Şehrizor: Tarihçi Yakuta göre Zurben-Zohhak adlı birisi tarafından kurulmuştur.
11-Kirmanşah: Önceleri Karmisin adını taşıyordu.
12-Krend ve Hoşan adlı iki köy (Sincan’da Hotan adlı bir yer vardır National Geographic, Temmuz, 2002 sayısı) .
13-Kengüver: Kars’ül Lesus yani Haydutlar kalesi denilen şehir.
14-Mahideşt veya Maideşt: Elli yerleşim birimi birimini ihtiva etmektedir.
15-Hersim: Müstahkem bir kale.
16-Vestam: Büyük bir köy.
Burada da açıkça görüldüğü gibi 14. yüzyılda Kürdistan adı sadece İran topraklarındaki bir bölgeyi ifade etmekte kullanılmaktadır. Bütün tarihi ve coğrafi kaynaklarda, Kuzey Irak’ın batısı, Suriye ve Anadolu’da yaşayan Kürt varlığından ve Kürt halkından söz edilmemektedir. Yine önemli Ermeni kaynaklarından olan ve Urfa’da yaşayıp, İran-Irak ve Doğu ile Güneydoğu Anadolu Bölgesinin 952–1162 yılları arasındaki tarihini yazan Urfalı Meteos’un Vakayiname’sinde, Anadolu’da Kürtlerin varlığından kesinlikle bahsedilmemekle birlikte, Semerkant civarında Sultan Alparslan’ı, 1073 yılında öldüren kişinin bir Kürt olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla o zamanda Semerkant’ta Kürtler bir millet olarak anlatılırken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürtlerden bahsedilmemiştir. Tarihi kayıtların tamamında Ortadoğu’daki Kürt yurdu olarak İran ülkesi gösterilmiştir.
(Nahçivan haritası)
İstahri, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyayı, “Kürtler, Fars (İran) ’ta; Kirman, Horasan, İsfahan, Asadabad, Cibal Kufe, Basra, Sabadhan, Hemadan, Şiraz, Azerbaycan’da; Ermenistan’da; Arran’da; Suriye’de; Cezirede ve Çukurova’da otururlar” şeklinde sıralamıştır. Burada çizilen coğrafyada Türkiye toprakları içerisinde sadece Çukurova (Adana-Kilis) tarafları vardır.
İbn Haldun da, Fırat ile Dicle arasındaki toprakları Musul Ceziresi (Mezopotamya) olarak adlandırır ve Huzistan’ın doğusunda Ekrad (Kürtler) dağlarının bulunduğunu ve bu kısmın İsfahan’a kadar uzandığını, Kürtlerin barındıkları ve göçebelik ederek dönüp dolaştıkları yerlerin buralar olduğunu ve bu dağların Fars ülkesi kısmındaki parçanın Resum (Zemum) adını taşıdığını ifade etmektedir.
İranlı Nizamüddin Şami, 15. asırda Türk hükümdarı Timur’un seferlerine katılarak o günün tarihini yazmıştır. Bu eser o dönemdeki Türkistan, Irak, İran ve Anadolu’nun tarihini bilmemizde bize ışık tutmaktadır. Günümüzden 600 yıl önce yazılmış bu eserdeki kayıtlar Kürdistan coğrafyasını ortaya koymamız açısından önemli bilgiler içermektedir. Eserde, “…Timur’un askerlerinin Tebriz’e gelmekte olduğunu işiten Sultan Ahmet (Celayirli sultanı) bir haftadan fazla durmayarak Nahcivan güneyinden Kürdistan yolundan Bağdat’a kaçtı…” denmektedir.
Nahcivan, bugün küçük bir bölge olarak gösterilmişse de İran Azerbaycan’ındaki Azeri topraklarına verilen addır. Haritada görüldüğü gibi Nahcivan-Bağdat arasında İran toprakları var olup, Kürdistan denilen bölgede İran’daki bir coğrafya olarak zikredilmiştir.
Kitabın devamında ise, “…emir Timur göç ederek Hoy ve Salmas tarafına geldi. Emir, Kürdistan vilayetini Melik İzzettin’e verdi” denilmektedir. Hoy ve Salmas şehirleri günümüz İran topraklarında olup, Urmiye gölü çevresinde bulunmaktadır.
Nizamettin Şami, Emir Timur’un Bağdat eyaletini veliaht Emirzade Ebubekir’e tevdi ederken, “Oranın mülhakatı olan Kürdistan, Diyarbekir ve Mardin’den Vasıt, Basra ve Uyrat’a kadar olan yerler onun idaresine bırakıldı,” demektedir. Şerefettin Ali Yezdi de aynı hadiseden bahsederken, Mirza Ebubekir’in Bağdat’ı imar ettiğini ve Irak-ı Arap’tan Vasıt’a, Basra’ya, Kürdistan’a, Mardin’e, Diyarbekir’e ve Uyrat İli’ne (Musul’dan Bağdat’a kadar olan yerler) kadar olan yerlerin ona bağlı olduğunu, Kara Yusuf (Karakoyunlu Türkmenlerinden) ve Diyarbekir bölgesinin ise ona muhalefet ettiğini yazmaktadır. Burada da görüldüğü gibi Mardin ve Diyarbakır Kürdistan’dan ayrı bir yer olarak anlatılmıştır. Yine Diyarbakır ve Mardin arasında yerleşen ikinci bir Moğol Uyrat bölgesi var olup Uyrat İli adıyla anılmıştır.
Yine başta Selçuklulara bağlı Türk topluluklarının Anadolu’ya gelmelerinin öncesinde ve sonrasındaki Ermeni kaynaklarını incelediğimizde hiçbir Ermeni tarih ve coğrafya kitabında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt adında bir topluluğa rastlanılmamaktadır. Mitolojik çağdan 1071 yılına kadar olan zaman diliminde Ermeni tarihini anlatan ve 1947 yılında René Grousset tarafından kaleme alınan eserde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt varlığından bahsedilmemekte olup, Ermeni tarihinde Kürt adına ancak 868 tarihinde rastlamaktayız. Ermeni kaynaklarında, Kürtlerin yaşadıkları alanlar olarak Urmiye gölünün güneydoğusu gösterilmiştir. Ermeni kayıtları, tıpkı Selçuklu, Gürcü ve Arap kayıtları gibi Kürtleri Irak ve Anadolu’da değil de İran’da ve K.Irak’ın doğusunda yaşayan bir topluluk olarak ifade etmiştir.
Nikitin’e göre, Moğol istilası sırasında ise Kurdistan dağlık Zağros bölgesini kapsıyordu. Kurdistan’ın merkezi olan Bahar bu zamanda önemini kaybetmiş ve yerini Sultan Abad-ı Cemcemal almıştır.15. yy.’da ise Safevilerin tahta çıkması ile Kurdistan eyaleti küçülmüş ve Hemadan ve Luristan bu eyaletten ayrılmıştır. Bu dönemden sonra Kurdistan merkezi Senneh (Senandac) olan Ardelan bölgesine verilmiştir ki burası yukarıda dediğimiz gibi Ardelan, İran Azerbaycan’ının güneyi ile günümüz Bağdat’ının doğusundaki Kermanşah arasındaki bölgeyi kapsamıştır. Burada Kürdistan bölgesinin daralmasındaki ana neden Safevi devleti ile birlikte Türkistan’dan ve özellikle de Anadolu’dan Türkmen ve diğer Türk unsurların İran’a, başta Hemadan, Kermenşah ve Azerbaycan’a yerleşmeleridir. Bu zamanda Türkmen boyları akın akın Kurdistan denilen bölgeye yerleştirilmiş ve Kürt bölgelerini ellerine geçirmişlerdir. Böylece bölgede çoğunluk olan Kürtler, Türkmen, Oğuz, Kalaç, Avşar v.b. Türk gruplarının gelişiyle azınlığa düşmüşlerdir.
Ebu Bekr-i Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserinde; Karakoyunluların Azerbaycan,
Irak-ı Arap, Kazvin, Hemadan sınırına kadar olan bölge, Diyarbakır, Erzincan, Tercan, İspir, Giresun Şebinkarahisar’a kadar olan yerler, Kürdistan, Mardin, Mezrin, Musul, Sincar, Siirt ve 32 Kale, Süleymani ve Zikri Kürtlerinin oturduğu Bitlis’in Hizan bölgelerinde hüküm sürdüklerini, Akkoyunluların ise ilk etapta Kemah, Ergani, Diyarbakır’da beylik yönettiklerini aktarmıştır. Dolayısıyla Kürdistan terimi günümüz Türkiye’sinin dışında İran’da bir alan olarak sıralanmıştır. Türkiye’de ise sadece Bitlis ilinde bir zümre Kürt’ün yaşadığı anlatılmıştır.
Carsten Niebuhr “Arabistan ve Komşusu Ülkelere Yolculuk” isimli eserinde Kürdistan’dan bahsederek, Kala-Tehelon şehrinin Osmanlı sultanına bağlı Kürdistan’ın en büyük ili olduğunu, Kürdistan’da yaşayanlara Soran dendiğini, Soranların ise Böbbelerin bir uzantısı olduğunu belirtmiştir. Günümüzde ise Soranlar Kuzey Irak ile İran sınırında ve Celal Talabani’ye bağlı olan bir alandır. Halkına da Soranlar denir. Niebuhr, Kürtleri Soran olarak anmış ve yaşam alanlarını da K. Irak olarak göstermiştir.
Ebu Bekr-i Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserinde, “1452 yılında Timurlu Devletinin Sultanı Şahruh Mirza, Karakoyunlular üzerine hareket edince Karakoyunlu Cihanşah Mirza Şiraz’dan İsfahan’a gelmiştir. Sultanın öncü birliklerinin kendisini takip ettiğini gören Cihanşah İsfahan’dan batıya, Kürdistan’a geçmiştir” şeklinde kayıt bulunmaktadır. İsfahan’ın batısına bakıldığında ise bahse konu bölgede Hemadan şehrinin olduğu görülmektedir. Dolayısıyla tarihte Kürdistan olarak zikredilen bölgenin burası olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Yine aynı eserde Şahruh Mirza ölünce yerine oğlu Muhammed Mirza’nın geçtiği yeni sultanın Kürdistan’dan Kum şehrine geçtiği belirtilmektedir. Kum şehri İran’da olup Kürdistan’ın sınırı Hemadan şehrinin 200 km doğusundadır. Ebu Bekr-i Tihrani’nin eserinde Rum sultanı Fatih Sultan Mehmet’in Ermeni diyarına hareket ettiği anlatılmaktadır. Burada anlatılan yer Sivas’tan başlayıp Diyarbakır’ı içine alan Kuzey Doğu Anadolu’dur. 1464 yılında Suriye Memlüklülerinin kalelerinden Gerger, buraya göç eden Bazkiye Kürtlerce ele geçirilmiştir. Bu durum Memlüklülerin tepkisini çekince Kürtler sayıca çok az olduklarından ve kaleyi savunmaya güçleri yetmediğinden, kaleyi Akkoyunlu Uzun Hasan’a devretmişlerdir. Türkmenler Gerger’i ellerine geçirmiş ve Kürtleri bu memleketten uzaklaştırmışlardır.
1468 yılında Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan başkenti Diyarbakır’dan çevre ülkelere mektuplar ve elçiler göndermiştir. Elçilerin gittikleri yerlerden birisi de Kürdistan’dır. 15. yy’da Diyarbakır’da Kürt varlığından söz edilmemektedir.
Daha öncede andığımız gibi Bitlis’in güneyinde Kürtlerin varlığından bahsedilmektedir. Bu Kürtlerin Reisi Hasan Ali adında birisidir. O tarihte Kürtler Bitlis bölgesinde iki aşiret olarak yaşamakta olup, sonradan Türkmenlerle karışık yaşamaya başlamışlardır.
1468 Karakoyunlulardan Ebu Yusuf Mirza tahta geçince Karakoyunlu emirleri Hemadan’a hareket etmiştir, buraya geldiklerinde Lur-i Kuçek şehri hâkimi Şah Hüseyinin Hemadan’a hücum ederek Baharlu ulusuna saldırmış ve onları yağmaladıklarını görmüşlerdir. Bu nedenle emirler, Şah Hüseyin’e saldırıp 500 adamını öldürmüşler ve Şah Hüseyin de kaçmak zorunda kalmıştır. Hemadan, tarihte Kürdistan’ın başkenti olarak zikredilmiştir. Ama burada da görüldüğü gibi bu şehrin halkının daha sonra Baharlu Türklerince de yurt olarak sahiplenildiği ortaya çıkmaktadır.
1518 tarihinde oluşturulan eyalet sisteminde Diyarbakır eyaletine bağlı iller ise; Amid, Mardin, Sincar, Birecik, Urfa, Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapkir, Kığı ve Çemişgezek illeridir.1526 tarihinde ise Musul, Hana, Hir, Deyr ve Rahbe de bu eyaletin sınırları içerisine alınmıştır. 1518 tarihinde Musul, Ana, Hit, Dyr, Rahbe, Hasankeyf ve Siirt’in de bu eyalete bağlı olması gerekmektedir. Lakin elimizde bu yönlü bir kayıt yoktur. Kürdistan ise bu eyaletin dışında, İran’ın bir bölgesi olarak zikredilmiştir.
Osmanlı döneminde Kürdistan adı verilerek yazılan fermanlar sayesinde bu coğrafya ile açıklanan yerlerin neresi olduğunu anlayabiliriz. Kanuni Sultan Süleyman’a ait 18.10.1525 tarihli fermanda; ”Akdeniz’in ve Karadeniz’in Rum-Elinin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilayet-i Zülkadriye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’în ve Mısır’ın…”denilmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın 01.08.1553 tarihli başka bir fermanında şu ifadeler yer alır: “Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Şam ve Halep ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilayet-i Zülkadriye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Van’ın ve Budin ve Tamışvar vilayetlerinin…”
Sultan I.Ahmet’e ait 20.05.1604 tarihli fermandaysa şunları görürüz: “…Haremeyn-i şerifeyn hadimi ve Kuds-i mübarekin hami ve hâkimi ve Rumeli ve Tamışvar ve Vilayet-i Bosna ve zigetvar ve vilayet-i Anadolu ve Karaman ve eyaleti İmadiye (Hakkâri’nin güneyi) ve diyar-ı Arabistan ve umumen Kurdistan ve Kars ve Gürcistan ve Demirkapı… Zülkadriye ve Şehr-i Zor (Süleymaniye) ve Diyarbekir ve Halep ve Rum ve Çaldır ve Erzurum ve Şam...” Bu fermanlarda Kürdistan denilen yer; Şam’ın, Diyarbakır’ın, Azerbaycan’ın, Van’ın, Kars’ın, Erzurum’un, Süleymaniye’nin, Hakkâri’nin güneyindeki İmadiye’nin dışında olan bir yerdir. Burada da görüldüğü üzere bu dönemde Kürdistan olarak yine Irak ve İran sınırındaki Zap’ın doğusu ve İran topraklarının kuzey batısındaki Urmiye gölünün güneyi tarif edilmektedir.
1609 tarihinde Şah Abbas, Silsüpür Türkmenlerinden Halil Beyi sultanlık unvanı vererek onu Kürdistana göndermiştir. Bu sultan Urmiye’ye yakın Dumdum kalesinin fethine iştirak etmiştir. Bu arada Kürdistan denilen yer Türkiye’den hiçbir alanı kapsamamaktadır.
18. yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Maraş, Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Kars, Van, Rakka eyaletleri mevcut olup daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi Kürdistan adlı idari ve coğrafi bir bölüm söz konusu değildir.
Osmanlılar Irak’ı aldıklarında Musul, Erbil ve Kerkük şehirleri de Osmanlıların eline geçmiştir. Bu dönemin eserlerinde Kuzey Irak’ta Türkmen ve Türk nüfusu çoğunlukta bulunurken, Arapların ve Kürtlerin sayıca az oldukları vurgulanmıştır.
Şemsettin Sami, 1802 yılında yazmış olduğu Kamusu’l A’lam adlı eserinde (el-Cezire, s-3) Musul eyaletini şöyle anlatmaktadır. “…hemen hemen her tarafı nehirle çevrilmiş olan bölge doğuda Kürdistan, güneyde Irakı Arap, batıda Şam çölü yani Halep, kuzeyde Anadolu ve Van bölgeleri ile sınırlıdır.” Bu ifadeye göre günümüzden 100 yıl önce dahi Musul, Van ve Güney Doğu Anadolu Kürdistan toprakları içerisinde değildir.
Nikitin Kürtlerin 18. yy.’da Kerkük, Erbil, Köysancak, Karaçolan, Revanduz ve Harir’de yaşadığını söylemektedir. Bu bölgelerin adının Türkçe oluşu ve Irak ile İran ülkesinde bulunmaları da Kürt yöresini bizlere anlatmaktadır.
Kürdistan konusunda en enteresan bilgi, yine Nikitin’in Kürtler adlı eserinde mevcuttur. Nikitin’e göre Kürtlerin anayurtları Botan ve Zağroslar’dır. Nikitin Sivas’a kadar, şimdiki söylemiyle Kürdistan topraklarının varlığını açıklayamadığından, Hoybun örgütünün bir bildirisine dayanarak kendince bir tez ileri sürmüştür. Nikitin’e göre Kürtler İran’da yaşarlarken, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin içerisinde kalan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yerleştirilmişlerdir. Bu cümle Anadolu’da Kürdistan diye ülke oluşturma niyetinde olanların gayretlerini göstermektedir. Hiçbir tarihi vesika böyle bir göç olayını anlatmamaktadır. Dahası 80 yıl önce olacak böyle büyük bir hadisenin hiçbir devletin arşivinde olmamasıdır.
Anadolu’ya hiçbir zaman Kürdistan denilmemesine karşın 1842 yılında Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı ve yabancı danışmaların yönlendirdiği yeni idari düzenlemeler Türk siyasi hayatına yeni idari terimler getirmiştir. Bunlar arsında 1847 yılında Kürdistan vilayeti ile 1850 yılında Lazistan Sancağının kurulmasını vurgulayabiliriz.
Özoğlu’da, “Kürdistan terimi coğrafi bir alandan ziyade Osmanlıda ve öncesinde idari bir alanı tarif etmek amacıyla kullanılmıştır. Selçukluda da bu böyledir” diyerek gerçeği itiraf etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda 1847 yılında yabancı baskılarla kurulan Kurdistan eyaletine, ertesi yıl Van, Muş ve Bitlis illeri Kürdistan’ın alt vilayetleri olarak dahil edilmiş, 1849 yılında ise bu illere Hakkâri-Dersim ve Diyarbakır eklenmiştir. Görülüyor ki bu eklemeler baskılarla olmuş, yabancıların baskıları Osmanlıyı 150 yıldır devam edecek zor bir sürece sokmuştur.
Kürdistan coğrafyası ile ilgili olarak Avrupa’daki haritaların yetersiz olduğunu belirten M. Fany, batılı yazarların Kürdistan’ı değişik adlarla zikrettiklerini, Kürdistan terimini tahrif ederek (bozarak) , özellikle Türkiye’nin doğu vilayetlerinde bir “Kürt yurdu” meydana getirmeyi amaçladıklarını vurgulamaktadır.
Avrupalı seyyahlar, dini misyonerler ve bilim adamları Kürtleri ve Ermenileri Türklere karşı tahrik etmek için yıllarca uğraşmışlardır. Bu gaye ile hayali Ermenistan ve Kürdistan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisine yerleştirilmeye çalışılmıştır. Şimdiye kadar Rusların sınırları içerisinde bulunan ananevi Ermenistan diyarının büyük bir kısmını ve İran’da bulunan gerçek Kürdistan’ı talep etmedikleri gibi, sürekli Türkiye topraklarına hedeflemişlerdir. Bu durum dahi amacın Kürdistan oluşturmaktan ziyade, yüzyıllarca dünyaya adaleti öğretip, Ortadoğu’nun koruyuculuğunu yapan Türkleri etkisizleştirmektir.
İyilikten maraz doğar demiş atalarımız. Tarihin hiçbir döneminde yurt edinmemiş ordan oraya sürülenlere acı getir yurt edinmelerini sağla 300-500 sene sonra seni kovmaya kalksın. Kürtler beraber yaşadıkları tüm milletlere ihanet etmişler İranlılara, ıraklılara, Türklere eminim bu karakter başka kimsede yoktur Kürdistan varmış. Kürtler devlet kurmak köklerini araştırmak tarihten izler bulmak istiyorsa gitsin oralarda arasınlar. Kimse kimseye avanta toprak falan vermez. Bu böyle biline.
TÜRÜK BİL KONFEDERASYONU
TÜRÜK BİL Konfederasyonu’nun yapılanması, yeni hükümdar İÇUUM APAM BUUMİN İSTEMİ’nin M.Ö. 879 yılında başkenti İDİL-URALLAR’daki UÇUŞ BAŞI’na nakletmesiyle başlar... İL ETİRİŞ KAĞAN, başkenti M.Ö.779’da URKUN BOLIK’a (ORHUN) taşır. TÜRÜK BİL konfederasyonu’nu oluşturan devletler ise
şunlardır:
- ÖTÜKİN YIŞ (ana devlet) ,
- ES-TABİGAÇ (orta çin Hanlığı, ÖTÜKİN YIŞ’a dahil)
- ALTUN YIŞ (ALTAY devleti) ,
- YİR BUYURGU YİR (Kuzey kabileleri)
- UCUĞUY YIŞ (IÇKI TÜRKİSTAN devleti) ,
- ÖKÜGİMİN YIŞ (URAL devleti) ,
- BU TÜRÜK BİL (BERİ TÜRKİSTAN devleti)
- OK-UDURİKİN YIŞ (KORE ve MANÇURYA’daki devlet, başkenti UŞUNTİN BOLIK,
daha sonra HAN BALIK olmuştur, şimdiki PEKİN)
- UŞUNTİNG UYUZ (GÜNEY ÇİN Federasyonu, (uy-maktan UYUZ..)
- TÜRGİŞ
- ÖK-İRİGUN US-OK UŞUN (MESSAGET krallığı, bir İSKİT kolu)
O dönemde esas ÇİNLİLER, TABGAÇ BUDUN (barbar kavim) olarak güneybatıda yaşamaktadırlar. ÇİN’de yazı C. HOPKINS’e göre M.Ö. 3000’lerde, T. DE LACOUPERIE göre M.Ö. 2300’de bulunmuştur. Son tesbitlere göre M.Ö.1700’lerdedir... E. EKREM Hacettepe Üniversitesi için hazırladığı doktora tezinde “TÜRK kavimlerinin M.Ö.2600-M.S.318 tarihleri arasında ÇİN’de bulunduklarını” yazar.,, Bu bilgiler ÇİN ALFABESİ’nde neden 41 adet PROTO-TÜRKÇE tamga bulunduğunu açıklamaktadır.
TÜRÜK BİL Konfederasyonu’nun 1400 yıllık egemenliği süresince 5 AT-OĞ (hanedan) hüküm sürmüştür. KAĞAN adlarından bazıları şunlardır:
- İÇUUM APAM BUUMİN KAGAN İSTEMİ (M.Ö.. 879-822)
- İNİŞİ KAĞAN
- OĞLİ KAĞAN
İKİNT AT-OĞ (2. Hanedan)
- KANİM İL-ETİRİŞ (M.Ö.565-538)
- KANGİM KÜL BİLGE KAĞAN (M.Ö.536-525)
- ÖKÜL TİGİN (M.Ö.524-514)
- 2. KANGİM TÜRÜK BİLGE KAĞAN (M.Ö.512-494)
- 2. EÇİM KAĞAN (M.Ö.488-?)
ÜÇÜNC AT-OĞ (3. Hanedan)
- 3. TENGRİTİĞ TENRİDE BOLMİŞTÜRÜK BİLGE KAĞAN (M.Ö.356-?)
- BENGİGÜ KAĞAN
TÖRTİNÇ AT-OĞ (4. Hanedan)
- TENRİDE KUT BULMUŞ ALP BİLGETENRİ UYUĞUR KAĞAN (? -M.S.318)
- 4. EÇİM KAĞAN
- 4. KANİM KAĞAN
BEŞİNÇ AT-OĞ (5. Hanedan)
- 5. KANİM KAĞAN (? -M.S.536)
- KÜL TİGİN (M.S.544-575)
- NİNÇU APA OYURİĞİN TURGAN (M.S.576-?)
NİNÇU APA OYİRİĞİN TURGAN’ın KAĞAN olması ile Konfederasyon AT-OY BİL dönemindeki gücüne ulaştı. M.S. 641’de HAZAR ve OK-UŞUY (İSKİT) TÜRKLERİ’nin birleşmesi ile OZUM ON-OK (Federe HAZAR) devleti kuruldu. Devletin başkenti İDİL idi. Bu devletin egemenlik alanı KAFKASLAR, KUZEY KARADENİZ, TURLA OGİZ (Dinyester) ile OZU ÖGÜZ (Dinyeper) arasından İTİL ırmağına, KİEV’den MOSKOVA’nın güneyine kadar idi.
Bu devletin halkı 7. Asırdan itibaren MUSEVÎ oldu. 1016’da devletin yıkılmasıyla bu TÜRK MUSEVİLERİ bütün AVRASYA’ya yayıldılar. KARAYİM ve KARAİT TÜRKLERİ’ni oluşturdular.
675 yılında VOLGA bölgesinde yaşıyan BUY-URUKLAR’ın (Bulgar) bir kolu TUNA’yı aşarak şimdiki BULGARİSTAN bölgesine yerleştiler.
840 yılında ilk TÜRK-MÜSLÜMAN devlet olan KARAHANLILAR (İLEK HANLAR) devleti kuruldu. Çinliler bu boyun T’UÇÜE AŞİNA dedikleri KARLUKLAR’dan geldiğini yazarlar. Devleti kuran BUĞRA KARA HAKAN ünvanlı BİLGE KÜL KADİR HAN idi.
KARLUKLAR ise 744-840 arasında UYGUR federasyonuna girmişler ve TÜRKMEN adını almışlardı. UYGUR TÜRKLERİ liderliğindeki Federasyon zayıflayınca, KARLUK YAGBUSU kendini “bozkırların hâkimi” ilan etti. Ve “Büyük Hakan” anlamında KARA HAKAN ünvanını aldı. Hatırlatalım ki, KARA kelimesi “siyah” anlamında değildir, OK-ARA’dan gelmektedir. Yani yaradılıştan beri varolan OK TÜRKLERİ ARASINDA demektir. Böylece KARLUK YAGBUSU, “bütün TÜRKLER’in Hakanı” olduğunu ilân etmiş oluyordu! .. ALTAY TÖRESİ’ne göre devlet ikiye ayrıldı. Doğu bölgesinin hâkimi ARSLAN KARA HAKAN diye anılıyordu. Başkenti KARAORDU idi. Batı bölgesinin hâkimi ise BUĞRA KARA HAN diye anılıyordu. İşte bu Batının ilk hakanı BİLGE KÜL KADİR HAN, ilk Müslüman TÜRK devletinin kurucusu oldu.
879’da NORMANLAR’dan RURİK’in YANGA KAL’A (Ninji Novgorod) şehrinde bir prenslik kurması ile şimdiki Rusya’nın temeli atılmış oldu... Bu devlet önce bölge TÜRKLER’ine, sonra da OSMANLI DEVLETİ’ne rakip olarak büyüdü, gelişti. Aynı tarihlerde İSKANDİNAV asıllı ASKOLD da KİEV’de bir prenslik kurmuştu. RUS-BEYAZ RUS ayırımı buradan gelir.
RUSLAR’ın hükümdarları için kullandıkları ÇAR kelimesi, aslında PROTO-TÜRKÇE’de kral anlamına gelen ÇUR’dan gelir. Bu kelime İSKİTLER aracılığıyla (CAERE-ÇERE) İTALYA’ya gitmiş, ROMA İMPARATORLUĞU’nda CEASAR (Sezar) olarak kullanılmış, ve RUSLAR tarafından TZAR kelimesine dönüştürülmüştür.
900’lerde ASYA’daki BOY-URUKLAR (Orak Bulgarları) Konfederasyon yönetimine hâkim oldular. 976 yılında UÇUŞ BAŞI’da para bastırdılar.
1236’da OK-UŞUY ve ISUB-URA BİL’den oluşan DEŞT-İ KIPÇAK devleti, CENGİZ HAN ordularına yenildi. 1237’de ÖKÜGİMİN YIŞ (Oral Bulgarları’nın devleti): yine 1237’de ON-UYUĞUR YIŞ (Kazan Tatarları’nın devleti) 1238’de OĞUZLAR (KASİM ve OKA TATARLARI) yenildi. Aynı yıl ALTIN-UR (That ili, ALTINORDU diye bilinen devlet) ÖTÜGİN YIŞ’a (geçerli anayasa) göre kuruldu... Bu devlette TÜRK-MOĞOL soyundan 25 HAN hüküm sürdü. Rusların baskısı ile zayıfladı ve 1505’de silindi gitti.
1395’de DEŞT-İ KIPÇAK (OK-UŞUY ve ISUB-URA BİL) , yine bir TÜRK HAKANI olan TİMUR’a yenildi ve yıkıldı.
1436’da ALTIN-UR devletinin hakanı ULUĞ MUHAMMED HAN, mevcut anayasanın (ÖTÜGİN YIŞ) yürümediğini görerek, BİR OY BİL Konfederasyonu’nu yeniden canlandırmak için KAZAN HANLIĞI’nı kurdu. HAN armasında binlerce yıl öncesine ait UŞ(HAN) tamgası vardı! ..
Ne yazık ki, binlerce yıllık TÜRK TARİHİ’nin belgelerini muhafaza eden KAZAN KÜTÜPHANESİ, 1552 yılında RUS ÇARI KORKUNÇ İVAN tarafından yakıldı! ..
YIŞ kelimesi “anayasa” demektir. UYUŞ’tan gelir ki, “uyuşturan, birliği sağlayan kurallar” anlamındadır...
Bazı TÜRK devletlerinin adında kullanılmasının sebebi, TÜRK TÖRESİ’ne göre kurulduğunu, “ileri seviyede bir organizasyon” olduğunu belirtmek içindir.
YIŞ kelimesi “ağaç” olarak alınmış, ve ORHUN KİTABELERİ'ndeki ÖTÜGİN YIŞ ifadesi, “ Ötügen Ormanları” şeklinde tercüme edilmiştir ki, son derece yanlıştır. Bir milletin darda kalınca ormana kaçması düşünülebilir mi? .. Orada kastedilen 'darda kalınca ANA DEVLET'e, TÜRK TÖRESİ'ne sığın' anlamındadır! . Kaldı ki, kitâbelerde sefer yapıldığında sık sık başka 'yış'lara girilir. Bunların hepsinin orman olması mümkün değildir. Diğer TÜRK devletleri kastedilmektedir.
1449’da GİRAY HAN, KIRIM HANLIĞI’nı kurdu. KIRIM HANLIĞI bir süre sonra OSMANLI DEVLETİ’ne bağlandı. 1800'lerde Ruslar'ın eline geçti.
ASYA’da kurulan diğer HANLIKLAR, 1800’lerde RUS yayılmacılığı sonucu birer birer yıkıldı.
kürt açılımı
09.10.2009 - 11:39Başbakan Erdoğan demokratik açılım kavgası verdiğini ilan ediyor.
Ayrılıkçı Kürt teröründen hareketle Kürt sorununa yükselttiği ve benimsettiğini çözeceğinin iddiasındadır.
Açılımla ilgili hiç bir anlayış belli değilken, toplumun her kesiminden destek istiyor.
AKP lideri olarak DTP lideriyle görüşüyor.
Medyadaki yandaşlarıyla toplumu istediği sınırlar içinde tutmaya çalışıyor.
Şimdilik hiçbir anlayışını açıklamadan süreci götürüyor çünkü açılımın bedelinin bir siyasal kayba dönüşmemesinde dikkatlidir.
Ne ki karanlıkta göz kırmak Türkiye' ye kaybettiriyor.
*
Başbakan süreci elinde tutmanın kaygısını yaşarken muhatabı DTP' ye şunları söylüyor.
'DTP ye sesleniyorum. Zaman zaman aralarından bazı temsilcilerin tahrik edici, kışkırtıcı, süreci bulandıran açıklamalardan, tavırlardan kaçınmalarını rica ediyorum.
Türkiye genelinde oluşmuş mutabakat iklimini zedeleyecek girişimlerden lütfen kaçının.'
*
Türkiye, AKP ve DTP' nin Kürt Açılımı ile ilgili anlayışlarını belirleyen ' yol haritası ' nı bekliyor.
DTP; ' 3.5 milyon Kürt, Abdullah Öcalan' ı siyasi irade olarak görüyor. Görüşlerini dikkate almak zorundasınız.' açıklamasında bulunduğu andan beri gözler İmralı' dadır.
Abdullah Öcalan'ın ' yol haritası ' nın üniter yapı ve ulus devlet sınırlarında ki talepleri merak uyandırıyor.
Yol haritasının 15 Ağustos' ta verileceği beklentisi yayılıyor.
15 Ağustos!
*
15 Ağustos 1984, Eruh ve Şemdinli ilçelerimize PKK tarafından yapılan baskının tarihidir.
O gün, 21.30 da aynı anda iki ilçemize yapılan baskın ilk olması bakımından önemlidir.
Kürdistan Kurtuluş Birliği (HRK) kurulmuş ve sıra birliğin tanıtılmasına gelmiştir.
Abdullah Öcalan' ın emir ve talimatıyla Mahsun Korkmaz ve adamları Eruh'u, Abdullah Ekici ve adamları Şemdinli' yi basacaklardır.
Eruh Jandarma Bölük Komutanlığının krokisi düz bir arazide taşlarla çizilir.
Çalışırlar ve ilçeye hareket ederler.
Bir kısmı camiye girer ve ses yayın cihazıyla HRK 'nin kuruluş bildirisini okurlar.
Askere teslim ol, çağrısında bulunurlar.
Bölüğe silahlı ve bombalı saldırı yapılır.
Türk askeri yüzükoyun yere yatırılır.
Bir asker şehit olur, sivil-asker 12 yaralı.
Bölüğün tüm silahına, mühimmatına, malzemesine el korlar.
Aynı anda Şemdinli' de Askerlik Şubesine girilir.
Subay Gazinosu ateş altına alınır.
Bir astsubayımız şehit olur.
Eruh' a ve Şemdinli'ye pankartlar asılır.
' Biz geldik. Kürdistan'ı kurduk. Gelin bizimle yaşayın. Yaşasın PKK- Kürdistan! '
*
1984 Eruh ve Şemdinli' de başlatılan bölücü terör bu güne kadar 45.000 can aldı.
Binlerce ' gazi ' aramızda.
Verdiği hesapsız maddi zarar cabasıdır.
*
Ulusal Bayramlar, toplumun temel alanlarda kurumlaşması ve sağlamlaşması işlevini görüyor.
Ortak üstün değerler, ölçüler ve gerekçelerinin bireylerin bilinçlerinde benimsenilerek yeni kuşaklara aktarılması isteniyor.
Ulus pekişmesinin temini hedef alınıyor.
*
1. Eruh Çırav Kültür, Sanat ve Doğa Festivali kutlamaları 15 Ağustos 2009 da Eruh' ta yapıldı.
Kendilerine ' 15 Ağustos Yürüyüşçüleri ' adını taktıkları binlerce insan Eruh' a geldi.
DTP milletvekilleri de katılımcılar arasındaydı.
1984 yılında baskın yapılan yerleri rehberleri eşliğinde ziyaret ettiler.
' Ölümden direnişe,
tutsaklıktan özgürlüğe,
kendini yeniden külünden yaratmak ' şiarından yola çıkıyorlar.
Şarkılar söylediler ve sloganlar attılar.
'Eruh Kahramanlık Destanını' yeniden yaşadılar!
Kürt Geçlik Örgütü ' Komolen Ciwan Koordinasyonu ', 15 Ağustos' u, Kürt Ulusuna ' Direniş Bayramı ' olarak ilan etti!
Bugünün şerefine Kürt Gençliği, gerillaya katılım için davetlendirildi.
*
Kürdistan ideali durmuyor, o ya da bu şekilde yükseliyor.
O esnada Başbakan Erdoğan Büyükada'da ' 71.5 milyon vatan evladının birbiri ile sevgi içinde kucaklaşması artık bizim olmazsa olmazımız' diyerek Rum, Ermeni, Musevi ve Süryani cemaatleriyle toplanıyor.
Rumların 'Megola İdeası', Ermeninin 'Büyük Ermenistanı', Musevinin ' Tanrı Krallığı düşü' ve Süryanilerin 'doğu Helenizmi' idealleri okşanıyor, beklenti yaratılıyor.
Demokrasi Açılımı altında Türkiye' nin hassasiyetleri taa Lozan Anlaşmasından başlamak üzere bölük-pörçük ediliyor.
Başbakan ne kadar kamufle ederse etsin niyet sırıtıyor.
O ve taraftarları kendilerini müslüman azınlık olarak görüyor!
Teröriste ' Teslim Ol! ' demiyor yerine Kürtleri o azınlık potasına alıyor ve diğer azınlıklarla birlikte Türkiye' nin;
Ulus Devlet,
Üniter Devlet ve
Laik yapısını tağyir ve tebdil etmeye çalışıyor.
*
Onlar bayram kutluyor,
Türkiye mütemadiyen kan kaybediyor...
türkçe
28.09.2009 - 14:50TÜRKÇENİN YABANCI DİLLERDEKİ ON BİNLERCE KELİMESİ
Dil meselesi tartışılırken bir gerçek her zaman göz ardı edilmiştir. Bu, Türkçenin başka dillerde olan on binlerce kelimesinin hiç akla dahi getirilmemesidir. Moğolca, Urduca gibi artık epey uzakta kalmış diller ile Farsça, Ermenice, Gürcüce gibi Önasya dilleri, Yunanca, Bulgarca, Makedonca, Arnavutça, Romence, Sırpça-Hırvatça, Macarca ve hatta Rusça gibi Balkan, Orta ve Kuzey Avrupa dillerinde on binlerce Türkçe kelime vardır. Türkçe sadece sözlükleri etkilemekle kalmamış, bütün Balkan dillerinin morfoloji ve sentaksını da etkilemiştir.
Sırp-Hırvatçadaki Türkçe kelimeler
Abdullah Skaljiç, Sırp-Hırvat Dilinde Türkçe Kelimeler (Turcizmu u srpskohrvatskom jeziku) isimli birinci baskısı 1957, ikinci baskısı 1962’de Saraybosnada yapılan eserinde, Türkçeden Sırp-Hırvat diline 8.742 kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir Tabii ki Sırp-Hırvatçadaki Türkçe kelimelerin sayısı bu kadar değildir. Nitekim kitabın ilk baskısında 6.500 kelime yer almıştı (Milan Adamovic, “Tanıtma”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1969, 289. s. vd.) .
Macarcadaki Türkçe kelimeler
Alimler Macarcaya geçen Türkçe kelimeleri üç tabaka halinde incelerler. Birincisi Hun-Hazar-Bulgar tabakası, ikincisi Peçenek-Uz-Kuman-Kıpçak tabakası, üçüncüsü ise Osmanlı tabakasıdır.
Osmanlı tabakasını inceleyen Macar alimi Suzanne [Zsuzsa] Kakuk, 16 ve 17. asırlarda Osmanlı dili tarihi araştırmaları, Macar dilinde Osmanlı unsurları (Budapeşte, 1973 Recherches sur l’histoire de la langue Osmanlie des XVI et XVII siecles, les eléments Osmanlis de la langue Hongroise) isimli eserinde, 16-17. asırlarda Osmanlılar vasıtasıyla Macarcaya 1.382 cins isminin, 402 şahıs adı ve lakabın, 224 yer isminin, toplam 2.008 kelimenin nakledildiğini ortaya koymuştur (Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1973-74, 356 s.) .
Kakuk, daha sonraki bir yazısında bunu 1.500’e çıkarmıştır (Zsuzsa Kakuk, “Macar dilinde Osmanlı-Türk unsurları”, Bilimsel Bildiriler 1972, TDK y., Ankara 1975, 209. s. vd.) . (Bayan Kakuk, 1960’da Çindeki Salar Türklerini ziyaret ederek metinler derlemiştir. Bu metinler Textes Salars, Acta Orientala, c. xııı, fas. 1-2, Budapest 1961’de yayımlanmıştır) . Kakuk, 13 ağustos 1925’te Macaristanın Heves şehrinin Nagytalya köyünde doğmuştur.
Türkçenin tesiri sadece kelime vermekle kalmamış, bazı şairler Türkçe şiir bile söylemişlerdir. Mesela ilk büyük Macar şairi sayılan Balint Balassa 1552-56 arasında bir çok Türkçe şiiri Macarcaya çevirmiş, kendisi de Türkçe şiir yazmıştır.
Macar kelimesi Manysi ve Türkçe eri (Manysi+eri) kelimelerinden meydana gelir ki, yarı yarıya Türkçedir (Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, TKAE y., Ankara 1971, 119. s.) . Macarlara sadece kendileri ve biz Türkler Macar deriz. Öbür milletlerin verdiği Hungarya adı da tamamiyle Türkçedir. Hungarya (Hungaria) çoklarının sandığı gibi Hun kelimesinden değil, Türkçe Onoğur kelimesinden gelir. Baştaki h türeme bir sestir. Kelime Hundan gelse sonraki gar unsurunu açıklamak mümkün olmazdı) . Macarlar Onoğur Bulgarlarıyla yakın münasebette bulundukları için Bizanslılar ve diğer halklar onları bu kelimeyle isimlendirip yaşadıkları ülkeye de Türkiye demişlerdir (Onoğur kelimesi Osmanlılarca az da olsa Engürüs veya Üngürüs şeklinde kullanılmıştır) .
Hatırlanacağı üzere Macaristan haricinde tarihte Türkiye ismini alan veya Türkiye ismi verilen bir çok ülke ve bölge vardır: Göktürk, Hazar, Anadolu Selçuklu, Mısır (Memlük devrinde) ve Türkistan coğrafyaları tarihte Türkiye olarak anılmıştır. Lakin devlet adı olarak Göktürkler, Mısır Memlükleri ve Türkiye Cumhuriyetinden başka Türkiye isimli Türk devleti yoktur. Yalnız Orta Asya coğrafyası son bin yıldır Türkistan adıyla tanınmaktadır.
Macar alimleri Türklük bilimi sahasında en çok çalışan alimlerdir. Zaten Türk bilimi sahasında Hıristiyan milletlerden iyi niyetle çalışan sadece Macar bilginleridir. Bunlara Bosna Hersekli ve Güneydoğu Asyalıları da ilave edebiliriz (Pakistan, Malezya vs) . Türklükle ilgilenen diğer bilim adamlarının bilim sıfatı sadece mesleklerinde olup esas amaçları Türk kültür ve medeniyetini başka köklere, bilhassa Çin, Hint, İran, Moğol, Arap ve sair kaynakla bağlamaktır.
Romencedeki Türkçe kelimeler
Aslen bir Gökoğuz Türkü olan Mihail Guboğlu bir makalesinde, Romen diline geçen Türkçe kelimeler üzerine çalışan Romen ve yabancı bilim adamlarının eserleri hakkında geniş bilgi vermiş, Romen dilinde mevcut 3.000 Türkçe kelimenin daha iyi araştırılması gerektiğini belirtmiştir (M. Guboğlu, “Rumanya Türkolojisi ve Rumen dilinde Türk sözleri hakkında bazı araştırmalar”, 11. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildirilir 1966, Ankara 1968, 271. s.) .
Kerim Altay isimli Türk asıllı Romanyalı bir bilim adamı da, 1925-87 arasında çıkan 4 Romence sözlükte yaptığı araştırmada 1.700 Türkçe kelime saymış, daha dikkatli bir araştırmayla bunun 2.000’i aşacağını söylemiştir (Kerim Altay, Türkçeden Romenceye giren sözler-Romencedeki Türkçe kelimeler”, Erciyes, Nisan 1996, 220. sayı, 1. s.) .
Bulgarcadaki Türkçe kelimeler
Türker Acaroğlu, Bulgaristanda Osmanlı Türklerinden kalma 5.000 Türkçe yer adının olduğunu yazmaktadır (M. Türker Acaroğlu, Bulgaristanda Türkçe Yer Adları Kılavuzu, Ankara 1988, 42, 75 ve 383. s.) . Bulgarcadan Türkçeye giren sözler ise yalnızca bir kaç tanedir ki bunların en çok kullanılanı çete kelimesidir. Bu da Bulgarların çetecilikte nam salmasından ileri gelmiştir. Ayrıca gocuk, kuluçka, kosa (uzun saplı bir tırpan) , ıştır (yaban pazısı) gibi bir iki söz daha vardır. Son ikisi ağızlarda kullanılır (Hasan Eren, “Bulgarlar ve Türk dili”, Bulgaristanda Türk Varlığı, TTK, Ankara 1985, 9. s.) .
Yaşar Yücel, Bulgar Bilimler Akademisi Bulgar Dili Enstitüsünce yayımlanan Bulgar Dilindeki Yabancı Kelimeler Sözlüğü (1982) ile Bulgarca Sözlüğün 3. baskısını tarayarak Bulgarcada 2.557 Türkçe kelimenin olduğunu tespitlemiştir. -ci, -li, -lik gibi Türkçe ekler de Bulgarcaya geçen lisan unsurları arasındadır (Yaşar Yücel, “Bulgarcaya Türkçeden ve Türklerden geçen sözcükler”, Belleten, ağustos 1991, 213. sayı, 529-562. s.) .
Tabii ki bu, eksik bir çalışmadır. Hakikatte başta Bulgar ve Balkan kelimeleri olmak üzere Bulgarların dilinde aslında on binden fazla Türkçe kelime vardır. Durum Makedonca için de aynıdır.
Melih Cevdet Anday seyahatlerini anlattığı bir eserinde şöyle bir fıkra nakletmektedir:
“Bir Bulgar bir Yugoslava sormuş:
‘-Sizin dilinizde çok Türkçe sözcük var mı? ’
Yugoslav Türkçe olarak:
‘-Yok be kardeşim’ demiş.
Bu soru bir Macara sorulsa ‘şok van’ karşılığı alınırdı ki, ‘çok var’ demektir.” (Melih Cevdet Anday, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan, Gerçek y., İstanbul 1965, 143. s.) .
Bu misalin bir benzerini Süreyya Yusuf da nakletmektedir (Süreyya Yusuf, “İvo Andriç’te Türkçe sözcükler”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1969, 287. s.) .
Rusçadaki Türkçe kelimeler
Nikolay Aleksandroviç Baskakov Türk Kökenli Rus Soyadları (1979) isimli çalışmasında 300 Türkçe kökenli Rus soyadını etraflıca incelemiştir. Baskakovun eseri Türkçeye tercüme edilmiştir (N.A. Baskakov, çev. Samir Kâzımoğlu, Türk Kökenli Rus Soyadları, Ankara 1997, 234 s.) .
Tatar alimi A.H. Halikov da Rus Tanınan 500 Bulgar-Tatar-Türk Asıllı Sülale isimli eserinde bugün Rusçada kullanılan 500 soy adını tesbit ederek bir kitap halinde yayımlamıştır (A. H. Halikov, çev. Mustafa Öner, Rus Tanınan 500 Bulgar-Tatar-Türk Asıllı Sülale, TDAV y., İstanbul 1995) . Bunların hepsi aslen Türk-Tatar asıllı olup içlerinden alimler, yazarlar, diplomatlar, bilim ve devlet adamları çıkmıştır. Mesela Yeltsin (Türkçe elçi kelimesinden gelir) bunlardan biridir. Zaten “Rusu kazısan altından Tatar (Türk) çıkar” sözü herkesçe bilinen bir sözdür.
Tabii bunlar özel isimlerdir. Rusçada Türkçeden alınma sözlerin bir listesi henüz yapılmamıştır. Bu yapıldığında Rusçada 10 bin civarında Türkçe kelimenin bulunduğu katiyetle açığa çıkacaktır.
Kerim Altay, Rusçadaki Türkçe sözlerin sayısının da şimdilik 2.000 olarak tesbit edildiğini bildirmiştir.
Farsçadaki Türkçe sözler
Farsça yabancı kelimelerin çok olduğu bir dildir ve bu dilde binlerce Türkçe kelime vardır. 1942’de Fuad Köprülü yazdığı bir makalede Farsçadaki Türkçe kelimelere dikkati çekmiş, 280 Türkçe kelime tesbit etmiştir (Fuad Köprülü, “Yeni Fariside Türkçe unsurlar”, Türkiyat mecmuası, 1942-45, 7-8, sayı, 1-6.) .
Alman alimi Gerhard Doerfer, Farsçanın yüzde seksenini Arapça kelimelerin oluşturduğunu, lakin bu yüzden Farsçanın bir Sami dili sayılamayacağını söyler. F. K. Timurtaş da Farsçadaki Arapça kelimelerin Farsçadan fazla olduğunu kaydeder (F. K. Timurtaş, Osmanlıca Grameri, İstanbul 1964, 248. s.) .
Doerfer, Yeni Farsçada Türkçe ve Moğolca Unsurlar (Turkische und Mongolische elemente im Neupersischen, Wiesbaden, 1963, 1965, 1967, 1975) isimli 4 ciltlik eserinde bunlardan binlercesini tesbit etmiştir.
Doerfer’in kitabının 1. cildi Moğolca kelimelere ayrılmıştır. Burada Farsçaya giren 409 Moğolca söz yer almaktadır. 2, 3 ve 4. ciltler ise Farsçadaki Türkçe kelimelere ayrılmıştır. Burada da 2.000’e yakın Türkçe kelimeye yer verilmiştir. Ne yazık ki 4 ciltlik bu eser halen Türkçeye tercüme edilmeyi beklemektedir.
Arapçadaki Türkçe sözler
Türkçe en çok etkilendiği dil olan Arapçaya da binlerce kelime vermiştir. Cezayirli bir bilim adamı olan Mohammed ben Cheneb, 1922’de yaptığı “Cezayir konuşma dilinde muhafaza edilen Türkçe ve Türkçe aracılığı ile gelen Farsça kelimeler” adlı araştırmasında (Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1966, 157-213. s.) isimli çalışmasında Cezayir Arapçasında 634 Türkçe kelime tesbit etmiştir.
Bu kelimelerin 72’si askerî, 31’i denizcilik, 39’u besin maddelerine ait kelimeler, 59’u alet ve kap kacak kelimeleri, 55‘i giyecek, 65’i sanatlarla alakalı, 313’ü ise çeşitli sahalara ait kelimelerdir. Cheneb, Türkçe özel adları çalışmasına dahil etmemiştir.
Ahmet Ateş, Cheneb’den müstakil olarak yaptığı bir araştırmada Arap edebî dilinde 539 Türkçe kelime tesbit etmiştir. Ateş Türkçe örnek kelimesinin dahi urnîk şeklinde ve “örnek, model, şekil” manasında Arapçaya geçtiğini de (çoğulu arânîk) kaydetmiştir (Ahmet Ateş, “Arapça yazı dilinde Türkçe kelimeler üzerine bir deneme”, Türk Kültürü Araştırmaları, 1965, 2. yıl, 1-2. sayı, 5-25. s.) .
Hüseyin Ali Mahfuz, Bağdad Arapçasındaki 500 Türkçe kelimenin listesini yayımlamıştır (Ahmet Ateş, “Arapça yazı dilinde Türkçe kelimeler, 10. yüzyıla kadar”, Reşit Rahmeti Arat İçin, Ankara 1966, 26. s.) .
Erich Prokosch adında bir Alman alimi de Sudan Arapçasına 259 Türkçe kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir. Bunların içinde ağa, balta, baklava, basma, bastırma, başıbozuk, binbaşı, birinci, bohça, boru, bölük, burma, burgu, damga, demir, doğru, dolap, dondurma, cebehana, çizme, gümrük, hekimbaşı, kanca, karakol, kavun, kavurma, kazan, kılavuz, kışlak, orta, sancak, şiş, tabur, temelli, topçu, yüzbaşı gibi kelimelerle –cı eki de vardır (Erich Prokosch, Osmanisches Wortgut in Sudan-Arabischen [Sudan Arapçasında Osmanlı Kelimeleri], Klaus Schwarz verlag, Berlin 1983, 75 s.) .
Son zamanlarda bu mevzuda çalışan Bedrettin Aytaç, Arap Lehçelerindeki Türkçe Kelimeler (İstanbul 1994) isimli eserinde Arapçaya şimdilik 941 kelimenin geçtiğini meydana koymuştur (Bedrettin Aytaç, Arap Lehçelerinde Türkçe Kelimeler, TDAV y., İstanbul 1994, 159 s.) .
Aytacın çalışmasında Arapçaya geçen kelimelerin 179’unun meslek ismi, 75’inin yiyecek içecek ismi, 97’sinin çeşitli sıfatlar, 45’inin askerlikle ilgili kelimeler, 24’ünün özel isim, lakap ve unvan, 40’ının mekân ismi, 89’unun araç gereç ismi, 15’inin fiil, 52’sinin giyim kuşam ve dokumacılıkla ilgili isimler, 8’inin akrabalıkla, 6’sının madenlerle, 7’sinin hayvanlarla ilgili olduğu görülmektedir. (Toplamı 657’dir) . Geri kalan 284’ü sair isimlerdir. Bunların içinde çavuş (çaviş veya şaviş şeklinde) , topçu gibi çok kullanılan kelimelerle beraber, çapçak (kulplu ve madeni bir kap, eski Türkçede çamçak) ile sagu (ağıt) , sagucu (ağıtçı) gibi günümüz lisanında kullanılmayan eski Türkçe kelimeler bile vardır.
Arnavutçadaki Türkçe kelimeler
Arnavutçadaki Türkçe kelimelerin sayısı 5 ila 10.000 bin arasındadır. Bu mevzuda da yapılmış bir çalışma yoktur.
Yunancadaki Türkçe kelimeler
Yunancada 5.000 ila 7.000 civarında Türkçe kelimenin olduğu tahmin edilmektedir. Yunanlılarda Türk kompleksi olduğu için Yunan ilim adamları her hangi bir çalışma yürütmemişlerdir.
Ermenicedeki Türkçe kelimeler
Ermenilerin henüz Türk kompleksine sahip olmadıkları bir zamanda 1902’de H. Açaryan isimli bir Ermeni, Türkçeden Ermeniceye 4.200 (dört bin iki yüz) kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir (Hasan Eren, “Türkçedeki Ermenice alıntılar üzerine”, Türk Dili, ağustos 1995, 524. sayı, 862. s) . Hatta bu tesir o derecededir ki, Türkçenin etkisiyle Ermeni dili yapı ve sentaksını (söz dizimini) dahi değiştirmiştir (Bahtiyar Vahabzade, haz. Yusuf Gedikli, Ömürden Sayfalar, Ötüken n., İstanbul 2000, 196-197. s.) .
Robert Dankoff, yukarıdaki rakama ilave olarak Ermeni diyeleklerinde 150 Türkçe sözün varlığını tesbit etmiştir. Halbuki Türk yazı dilindeki Ermenice kelimeler, sadece 5-10 tanedir (Hasan Eren, “Türkçedeki Ermenice alıntılar üzerine”, 903-904. s.) .
Ancak bu bir asır evvel yapılmış eksik bir çalışmadır. Ermenicedeki Türkçe kelimelerin sayısı 10 binden az değildir. Sadece şu kadarını belirtelim ki Türk kamu oyunda çok yaygın olan örnek kelimesinin Ermenice olduğu inanışı yanlıştır. Örnek batı Türklerinden doğudaki Altaylılara, Doğu Türkistanlılardan Tatarlara kadar bütün Türk lehçelerinde mevcuttur (Örnek hakkındaki yazımız için Türk Dilinin eylül 2003 tarihli sayısına bakılabilir) .
Netice
Türkçe eski, köklü, zengin, yaygın ve çok konuşulan bir dildir. Tarih boyunca bir çok lisan ve halkla alış veriş içinde olmuştur. Hem kelime almış, fakat aldığından ziyadesini vermiştir (Sanırız aldığından az verdiği diller Arapça, Farsça ve Fransızcadır. Geri kalan bütün dillere aldığından fazlasını vermiştir) .
Lakin Türkçenin yabancı lisanlara etkisi henüz gerektiği kadar araştırılıp incelenmemiştir. Bilhassa Arnavutça, Yunanca, Ermenice ve hatta Gürcücedeki Türkçe kelimelerin bir an evvel araştırılması gerekmektedir. Tabii ki bu, herkesten evvel bize düşen mühim ve kutsal bir vazifedir.
Aynı vazife Kafkas dilleri, Moğolca, Çince, Korece, Urduca için de variddir. Urduca zaten Türkçe ordu kelimesinden gelmektedir. Binlerce kelime verdiğimiz bir dildir.
1. Türk Dili Kurultayını açarken, “Öyle bir Türkçe yapalım ki bunu Kaşgardaki Türk de konuşsun, anlasın; Baküdeki, Türkiyedeki de” diyen Atatürkün emrini yerine getirmek için var gücümüzle çalışmamız gerekiyor (Hasan Eren, “Dilde birlik”, Bilimsel Bildiriler 1972, 159. s.)
Türkiye'de Kürt olmak
09.09.2009 - 18:39(herşeyi) ben yapmam devlet yapsın (çocuk hariç)
türk olmak
09.09.2009 - 18:37türk olmanın çilesi
Yüzyıllar boyunca vatan edindikleri topraklardan bin bir türlü işkence ve zorlukla uzaklaştırılan, yollarda milyonlarcası ölen Türklerin son 150 yılı büyük acılarla dolu. Bu büyük sürgün sırasında 5,5 milyon Türk ve Müslüman hayatını kaybetti. 10 milyona yakını evinden, yurdundan oldu. 150 yılda yaşanan acılar, ‘Sürgün ve Ölüm’ belgeseliyle ilk kez gün yüzüne çıkıyor.
Türklerin başta Balkanlar olmak üzere Kafkasya, Kırım ve Doğu Türkistan’dan tehciri, ilk kez bu kadar kapsamlı bir çalışmayla dile geliyor. ‘Sürgün ve Ölüm’ adını taşıyan belgeselde, Osmanlı’nın son 150 yıllık döneminde soykırım, baskı ve işkence yapılarak göçe zorlanan insanların dramı anlatılıyor.
Ahmet Okur’un yönettiği belgesel filmin senaryosu Cemil Yavuz’a, müzikleri Ali Otyam’a ait. Üç yılda 130 kişilik ekiple çekilen film için özel araçla Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Romanya, Ukrayna, Kırım, Avusturya, Moldova ve Macaristan’da 114 bin km yol kat edildi. 13 ülke, 53 şehir ve 169 köyde çekimler gerçekleştirildi. 9 bölümden oluşan belgesel için göçü yaşayan 350 kişiyle röportaj yapıldı.
Aralarında Prof. Dr. Kemal Kapat, Prof. Dr. Yusuf Hamzaoğlu, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ve Prof. Dr. Mehmet Saray gibi isimlerin bulunduğu birçok bilim adamının görüşüne başvuruldu.
93 Harbi, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı... Osmanlı, bu savaşlarda yenilmekle kalmadı; çok önemli toprak kayıpları yaşadı. Bu toprak kayıpları da toplumsal travmaları getirdi. Üç kıtada hüküm süren Osmanlı, Rumeli’yi yani Balkanlar’ı kaybetmenin ızdırabını hissetti en çok da..
Balkanlar’dan tehcir edilen insanların yaşadığı acılar, üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ hissediliyor. Göç aslında Türk insanına çok yabancı bir kavram değil; bu, vatanlarından zorla sürülmenin acısı...
Yaşadıkları topraklarda baskı ve zulum gördükleri için göç etmek zorunda kalan milyonlarca Türk ve Müslüman Anadolu’ya sığındı.
Göç rüzgârı ilk Kırım’dan esti
1349’da Rumeli’ye ayak basan Osmanlılar için 1683’te Viyana Kuşatması’ndan sonra tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Bu kuşatmadan yaklaşık 100 yıl sonra 1774’te Kırım kaybedildi. Sadece 1783-84 tarihleri arasında 80 bine yakın Kırımlı, Kırım’dan kaçarak Osmanlı’ya sığındı. 19. yüzyıl Osmanlı için felaketler yüzyılıydı.
1856-1864 yılları arasında yaklaşık 500 bin Kafkas Müslüman da Osmanlı topraklarına göç etti. 1864’ten sonrasını da sayarsak bu şekilde Kafkasya’dan göçe zorlanan 1 milyon 200 bin Kafkasyalıdan ancak 800 bin kadarı Osmanlı topraklarına ulaşabildi. Ama asıl büyük göç ya da sürgün 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 savaşından sonra yaşandı. Balkanlar’da sonuç felaketti. Balkan savaşında 1 milyon 253 bin insan muhacir durumuna düşmüş, 261 bin 937 kişi yani eski nüfusun yüzde 17’si katledilmiş ya da sürgünlerde ölmüştü. Savaştan önce Rumeli’de 2 milyon 315 bin Müslüman nüfus yaşıyordu.
Savaşlar ve göç yollarında bu insanların 632 bini hayatını kaybetti. Sonuçta Balkanlar’da kalan Türk nüfusu bir milyon 445 bine düştü. Hakimiyet kurduğu yerlerde asimilasyon yerine insanî bir politika izleyen Osmanlı, doğduğu topraklara kağnıların üzerinde geri dönüyordu.
Kafkaslar ve Balkanlar’da yaşanan acılardan yıllar sonra Doğu Türkistan’da da Rusya ve Çin’in baskısından ve işkencesinden bunalan Türkler zorunlu bir göç yaşadı. Daha doğrusu anavatanını terk etmek zorunda kaldı. Doğu Türkistanlıların bir kısmı, 1930 ve 40’lı yıllarda ata topraklarını bırakarak, kafileler halinde insanlık tarihinin en zorlu yolculuklarından birine çıktılar.
Kızgın çölleri, geçit vermez Himalaya Dağları’nı aşarak, savaşa savaşa, öle öle, azala azala Hindistan’a ulaştılar. Yola çıktıktan yaklaşık yirmi yıl sonra Menderes’in davetiyle Hindistan’dan Türkiye’ye geçtiklerinde sayıları milyonlardan sekiz yüz bine düşmüştü.
Türklerin yaşadıkları acılar, 20. yüzyılın ortalarında bile devam etti. Daha önceki göçlerden dolayı sayıları bir hayli azalan Kırımlı Türkler ve Müslümanlar bu sefer Stalin’in zulmüne uğruyordu. Stalin, 1944 yılında Kırım Türklerinin hepsini sürme kararı verdi.
Bir gece vakti yataklarından kaldırılarak hazırlanmaları için sadece 15 dakika verilen bu zavallılar, yanlarında birkaç parça eşya ile hayvan vagonlarına tıkıldılar. Yolda çoğunluğu hayatını kaybetti, hayatta kalabilenler ise Sibirya içlerine kadar götürüldüler.
Avrupa’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni rejimler kuruldu, ama Türklere ve Müslümanlara karşı tavır değişmedi. Burada yapılanlardan dolayı Türkler 1950 ve 1980’lerde büyük göç dalgalarıyla Türkiye’ye geldiler. 1989’da ise II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük göç dalgası yaşandı. Bulgaristan’dan 313 bin Türk doğduğu toprakları terk edip Türkiye’ye geldi.
1990’lı yılların ortasında Bosna’da yüz binlerce Müslüman Boşnak öldürüldü. Sadece Birleşmiş Milletler’in koruması altındaki Srebrenitsa’da Sırplar 12 bin silahsız insanı vahşice öldürdü. 2001 yılında da Müslüman Arnavutlar ve Kosovalılar sıkıntıya düştüler. Türkiye, hem onlardan göçmek isteyenleri kabul etti hem de güvenliklerini sağlamak için askerî gücüyle oraya gitti.
Fakat geçtiğimiz 150 yıllık süreçte, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla başlayan göçler sırasında çok acılar yaşandı. Ama maalesef yaşananları ancak yaşayanlar bildi. Dünya, Türklerin, onların akrabalarının ve diğer Müslümanların çektiklerine kayıtsız kaldı. 1800’lü yılların başından günümüze kadar en vahşi yöntemlerle öldürülen beş milyondan fazla insanımızın hesabını soran olmadı.
Şimdi ise bugüne kadar hep içimizde ‘dindirdiğimiz’ bu büyük acıyı, insanlık ayıbını dünya kamuoyuna anlatacak bir film var karşımızda. Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın, yapımcılığını üstlendiği belgeseli Zeytinburnu’nda yaşayan insanlara vefa borcu olarak görüyor.
Çünkü Zeytinburnu, Balkanlar’dan, Kırım ve Doğu Türkistan’dan binbir çileyle göç eden muhacirlerin kurduğu bir semt. Sözde Ermeni soykırımına atfen “Son 150 yıllık tarihi incelediğimizde en az yüzü kızaracak olan, hatta yüzü kızarmayacak olan bizleriz.” diyen Aydın, “O zamanlar dehşetli savaşlar yaşanıyormuş, dolayısıyla herkes sıkıntı çekmiş. Ama en çok sıkıntı çeken Türkler ve Müslümanlar olmuş. Çok büyük acılar çekmişler.” diyor.
Balkanlar’dan ve Kırım’dan göç eden yüz binlerce muhacir İstanbul sokaklarını doldurmuştu. Sirkeci ve Zeytinburnu garlarının yanı sıra Tuzla, zorlu bir yolculukla gelenlerin konakladığı yerlerdi.
Torunlar, geldikleri yeri tanımıyor
Tüm bu bilgiler ve belgesel, akıllara, bu kara lekenin neden yabancı hatta Türk tarih kitaplarında hakkıyla anlatılamadığı, insanların vicdanlarında gereken yankıyı bulamadığı sorusunu getiriyor. Cevabı, belgesel için yüzlerce göçmenle ve uzmanla görüşen yönetmen Ahmet Okur veriyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin göçmenleri karşılama, yerleştirme, onlara sosyal imkanlar ve iş olanakları sağlama açısından Osmanlı İmparatorluğu’ndan çok daha başarılı olduğu söylenebilir. Türkiye’dekiler göçmenlere kendi insanları olduğu için hiçbir sıkıntı hissettirmemiş. Anlatılmamasının sebebi bu toplumsal dayanışma olmuş.
Problem olmayınca yaşananlar yeni nesil tarafından zamanla unutulmuş. Dedesinin, babasının göç hikayesini bilmeyenler var. Ama Yunanistan’a gidenler İstanbul’u ve Türkçeyi unutmamışlar. Araştırma için Yunanistan’daydım. Bir şey almam gerekiyordu, yoldan geçen bir kadına İngilizce almam gereken şeyi nereden bulabileceğimi sormaya çalıştım. Kadın yüzüme baktı ve Türkçe olarak “Neden Türkçe konuşmuyorsun? ” dedi. Anne ve babası İstanbul’dan göç etmişler.O, Yunanistan’da doğmuş; ama Türkçe konuşmayı öğrenmiş. Buradan gidenler hâlâ oraya adapte olamamışlar. Ama Türkiye’de böyle bir sorun yok.” diyor.
türk
07.09.2009 - 12:43Türk Milleti'nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. 'Türk' sözü tarihin en eski çağlarından beri kullanılıyordu ve belirli bir kavmin yada kavimler birliğinin adı olarak mevcuttu.
Türkler'in köklü ve çok zengin bir tarihe ve kültüre sahip olması nedeniyle birçok bilim adamı 'Türk' adının nereden geldiği hakkında araştırmalar yapmış, bu araştırmalar neticeside Türk adı ilk defa MÖ. XIV. yy'da 'Tik' vveya 'Tikler' adıyla geçmeye başlamıştır. Diğer bir görüşe göre ise Türk adı MÖ. XIV. yy'dan öncede varolduğudur. Zira Türk ırkının tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu gerçeği kavmi ve milli mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izaheden eski kayıtlarda görmek mümkün olmaktadır.
Türk ırkının çok eski olması nedeniyle Türk adının nerden geldiği hakkında birçok iddia ve görüşler ileriye sürmüşlerdir. Buna göre,
-Heredotos'un doğu kavimleri arasında zikrettiği TARGİTAB'lar.
-İskit topraklarında doğdukları söylenen TYRKAE'ler
-Tevratta adı geçen Togarma'lar.
-Eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen TURUKHA'lar veya THRAK'lar
-Esiki Ön Asya çivili metinleride görülen TURUKKU'lar.
-Çin Kaynaklarında MÖ. I.yy'da rol oynadıkları belirtilen TİK veya Dİ'ler
Bizzat 'Türk' adını taşıyab Türk kavimleri olarak gösterilmektedir.
İslam kaynaklarında yer alan İran menşeli 'Zend - Avesta' rivayetleri ile İsrail menşeli 'Tevrat' rivatetleride Nuh Peygamber'in torunu olan Yafes'in oğlu 'Türk' ile İran rivayetlerideki Feridun'un oğlu 'Türac' vveya 'Tur'un soyu türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir.
'Avesta'da yer alan 'Ebül Beşer'den (1) ,Cemil ve oğu Ferdiun'dan bahsedilmektedir. 'Ferdidun ülkesi Salm, Irak ve Turak (Türk) ismindeki üç oğlu arasında pay etmiştir. Salma! a bugünkü İran ve havalisi, Irak'a bugünkü Irak ve havalisi,Turak'a ise Orta Asya ve Çin havvalisi düşmüştür. Feridun ölünce Irak, Salm'a saldırarak İran ve havalisini almış,dahasonra Turak'a saldırmıştır.
Irak, Turak'ı yenememiş, savaş bunların torunlarına uzanan dek senelerce sürmüştür. Sonunda Turak'ın torunu 'Afrasyap'(2) Irak torunun 'Muncihir'i mağlup ederek Ceyhun nehri sınır kabul edilen bir anlaşma yapmıştır. Bu tarihten sonra ceyhun nehri doğusunda 'TURAN', batısına da 'İRAN' denmiştir.
Tevrat rivayetleride ise Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiş.Yafes'e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş,Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan 'TÜRK' e bırakmıştır.
Görülmektedirki Hz. Adem devrina yakın zamanlarda Turak(Türk) 'den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk Başbuğunndan ve Saka İmparatorluğu Kağa'nından bahsedilmektedir. Yukarıda mitoloji ve tarihi kayıtlar içerisinde yer alan 'Türk' kelimeleriden,Türk adının nekadar eski olduğu ortyaya çıkmaktadır
.
MÖ XIV. yy'da yer alna 'Tik'ler ile dünyada mevcut olan medeniyetlerin en eskisi olan MÖ. VII. yy. da Orta Asya'da kurulan 'Anav' medeniyeti de Türkler tarafından kurulmuştu. O halde Türkler MÖ. XIV. yy'da Tik'ler, MÖ. VII. yy'da Anavlar,MÖ IV yy'da Sakalr ile tarih kayıtlarında yer almaktadır.
Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide 'Tu-Kiu' şeklinde görülmektedir.
MÖ. I yy'da Roma'lı yazarlardan biri olan Pompeius Meala'nın Azak Denizi kuzeyinde yaşayan halktan 'Turcae' olarak bahsetmesi ile ilk defa yazılı olarak karşılaşıyoruz.
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy'da kurulan Kök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitablerinde yer alan 'Türk' adı daha çok 'Türük' şeklide gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti'nin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Kök-Türk imparatorluğu olduğu bilinmektedir. Kök-Türkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken,sonrada Türk millietini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
MS. 585 yılında Çin İmparatoru'nun KÖK-TÜRK Kağanı İşbara'ya yazdığı mektupta'Büyük Türk Kağanı' diye hitap etmesi, İşbara Kağan'ın ise Çin İmparatoruna vverdiği cevabi mektupta 'Türk Devleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti' hitapları Türk adını resmileştirmiştir.
Kök-Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok 'Türk Budun' şeklide geçmektedir. Türk Budun'un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade,siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
türkler
07.09.2009 - 12:40Tarihte Türk ırkı hakkında çeşitli tasvirler yapılmıştır. Çin,Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Bunun sebebi ise Türkler'in tarih boyunca en çok temasının Mogollar'la olmasıdır. Moğol kitleleri yıllarca Türkler'in idaresinde yaşamış,göçlere,savaşlara Türkler'le beraber katılmışlardır. Bunun sonucunda bu kaynaklar Türk ile Moğol tipini birbirine karıştırmıştır.
Son yarım asır içinde yapılan ilmi çalışmalar ve araştırmalar sonucu Türkler'in beyaz ırka mensup bulundukları, yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan 'Europid' adı verilen grubun 'Turanid' tipine mensup bulundukları anlaşılmıştır. Kafa yapıları Brakisfal (yuvarlak kafalı) dır.
Türklerin kendilerini başta 'Mongolid' Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolik çizgilere sahip oldukları tespit edilmiştir. Türkler'in hakim vasfı beyaz renk,düz burun,değirmi çene,hafif dalgalı saç,orta gürlükte sakal ve bıyıktır.
Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünehir ve diğer Yakın Doğu Türkleri beyaz tenli,koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü,endamlı,sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Ortaçağ kaynaklarında güzelliğin timsali olarak gösterilmiş hatta İran edebiyatında Türk sözü 'Güzel İnsan' manasında kullanılmıştır. Tevrat'ta nakledilen bir rivayette ise Türk soyunun Ham ve Sam'dan değil, Yafes'den türemiş olarak beyaz ırktan geldiği gösterilmiştir.
ermeni katliamı
06.09.2009 - 14:00Ermeni katliamı belgelendi!
Ermenilerin, Erzurum işgali sırasında bölge halkına yaptığı mezalim birkez daha kanıtlandı. Katliamın belgesi ise Rusya'da! Tarihi belge, günümüzde Erivan hükümeti ve diasporanın sloganı haline gelen 'Türkler 1915 yılında 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdü' iddiasını ilk elden çürüten bilgiler içeriyor.
Ermeni katliamına ilişkin Moskova kaynaklı bir belge daha ortaya çıktı. Moskova’daki Askeri Tarih Devlet Arşivi’nde bulunan Tuğgeneral Bolhovitinov’un 11 Aralık 1915’te tarihli raporunda, Ermeni gönüllü birliklerinin ırkçı duygularla Müslüman halka karşı vahşi kırımlara giriştiği bilgisine yer veriliyor.
Bugüne kadar birçok araştırmacı tarafından ortaya konulan Ermeni katliamı dönemin Rus genarali Bolhovitinov'un 11 Aralık 1915 tarihli raporla birkez daha kanıtlandı. Tarihi belge, günümüzde Erivan hükümeti ve diasporanın sloganı haline gelen 'Türkler 1915 yılında 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdü' iddiasını ilk elden çürüten bilgiler içeriyor.
Sorumlu kendileri
11 Aralık 1915’te Rus karargahına gönderilen 65 sayfalık rapor, 'Gerçek durum. Düzeltme' başlığını taşıyor.
Taşnak Partisi’nin, 'Kafkas cephesinde Ermeni gönüllü çetelerinin faaliyetleri' başlıklı bir mektubu Rus Çarı’na iletmesinden iki ay sonra yazılan raporun girişinde, Ermenilerin kaleme aldığı bu mektuptaki bilgilerin 'siyasi amaçlı' olduğu uyarısı yapıldıktan sonra, bölgedeki 'gerçek durum' özetleniyor. Bölgede patlak veren hadiselere, 'Ermeni problemi olarak tabir edilen mesele' tanımını uygun gören Rus general, Osmanlı içinde istenmeyen unsur haline gelmelerinde sorumluluğu Ermenilere yüklüyor. Yönetmeniliğini Haluk Ölçekçi'nin yaptığı 'Cehennem Adası Nargin' adlı belgeselde de belgelenen katliamın en büyük sorumluları ise bazı Avrupa devletleri.
İngiltere kışkırttı
Bölgede fitilin 1915’ten çok daha önce, 1890 tarihlerinde dış güçler tarafından ateşlendiğini merkeze bildiren Bolhovitinov, 'Özellikle İngiltere, Osmanlı ile Çarlık Rusya arasında ittifak kurulup Ortadoğu’da yeni güç merkezi oluşmaması için, Türkiye’nin doğusundaki Ermenileri kışkırtarak karışıklık çıkartmıştır. Bundan önce, Türkler, Ermeniler ve Kürtler barış içinde yaşıyordu. Hatta bölgedeki Ermenilerin hayat koşulları, Kürtler’den ve Türkler’den bile iyiydi' diyor.
kürt açılımı
04.09.2009 - 18:26Özetle şunu söylüyorum. Bugünlerde Türklerle yapılacak tartışmaları izleyin.
Kim ki Kürdlerin ilkokuldan üniversiteye kadar okumasına karşı çıkarsa o ırkçıdır. “Hayır, Türkçe okuyacaksınız” demenin anlamı ırkçılıktan başka bir şey değildir.
Kim ki Kürdlerin bayrağını kullanmasını istemiyorsa o ırkçıdır.
Kim ki Kürdlerin kendi televizyonlarını açmasını istemiyorsa o ırkçıdır.
Bu yazıyı okuyan arkadaşlardan ricam şu: Fazla teorik tartışmaya girmeyin. Bu haklarımızı kabul etmeyenlere, “Siz ırkçısınız” deyip yanından gidin.
Adam yerine koyup da ağzınızı yormayın. Bizim bu saatten sonra Türkleri ikna etme gibi bir lüksümüz olamaz. İkna çabası harcamak bir katile, bir yobaza saygı duymak anlamına gelir. İnsan düşmanına bile saygı duyar. Ama bir ırkçı düşman olarak değerlendirilemez. Hastadır. Haşa hasta adamla ülke meseleleri konuşulur mu?
Bu yazı bir kürt sitesinde aydın bir köşe yazarının fikirleri. Bunların aydınlarının zekası bu kadar.
kürt masalları
31.08.2009 - 19:19Kürtler tarihi geçmişi olan bir halktır milattan beş bin yıl önce batı avrupadan göç ederek mezabotamyaya yerleşmiş mezabotamyanın gerçek sahipleridir mancılığı damayı tavlayı satrancı bulanlar kürtlerdir dünyada ilk yerleşimi tahılın ekimini ilk gerçekleştiren kürtlerdir kökeni hint arı ırkına dayanmaktadır yani vikinglerin torunlarıdırlar tanrı tarafından ilk vahiy kürtlere inmiştir melek cin ve şaytan kürt mitolojisinden din kitaplarına geçmiş ilk kurbanda kürtler tarafından kesilmiştir ashabi kef te kürtlerden oluşmaktadır tüm olaylar urfa hatay bölgesinde geçmektedir o dönemde urfa peygamberler diyarıdır nemrutun zumünden kaçıp israile orta doğuya göç eden kavimlerde kürtttür haz muhammet kürtlerin soyundan gelmektedir başta met imparatorluğu olmak üzere sasaniler pers imparatorluğunu kürtler kurmuşlardır persler kürttür farisi kürtçenin lehçelerinden biridir böylesine tarihi zenginliyi olan bir halkı yoksaymak aşağılamak cehaletin ürünüdür
bu masalın daha geniş versiyonu bakınız kürt siteleri
türk düşmanları
25.08.2009 - 16:22çevremizdeki düşmanlar neysede hepimiz onları biliyoruz. birde yıllarca ekmeğimizi yiyipte ihanet edenler var.
türk olmak
20.08.2009 - 14:19Türk Ülküsü
Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet, dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış, yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne erişmişlerdir. Bunun, neden, niçin böyle olduğu hakkındaki yüksek felsefi düşünceleri bir yana bırakıp gerçeği olduğu gibi kabul edersek, çarpışmaya hazır bulunmanın en hayati prensip olduğu sonucuna kendiliğinden varırız.
İnsanlar arasındaki çarpışma, birleşip düzene girmiş topluluklar arasında oluyor. Bu topluluklara millet diyoruz. Milletler, binlerce yıldan beri var. Amansız boğuşmalarda bazıları ortadan kalkmış, bazıları sonradan kurulmuş, fakat milletler her zaman var olmuş, her zaman birbiriyle savaşmıştır.
Savaşmak, yaşamak için gereklidir. Çünkü, milli çıkarların çatıştığı davaları bitirmek için, savaştan başka çare bulunamamıştır. Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna 'teknik' diyoruz. Biri ruhidir, 'ülkü' adını veriyoruz.
Uzun tarih göstermiştir ki, eşit maddi kuvvetler arasındaki çarpışmayı ruhi yönden üstün olan kazanır. Ruhi kuvvet, teknik kuvveti yaratabilir. Ruhi kuvvetten yoksunluk ise, maddi güç ne kadar büyük olursa olsun bozgun demektir.
Ruhi kuvvet nedir?
Milli üstünlük inancı, büyümek isteği, yani milli ülküdür. Milli ülküler, toplulukların yaratıcı kuvvetidir. Bütün yaratıcı güçler gibi de, aykırılıkları yok etmek özelliğine maliktir. Türk yaratıcı gücü, yani Türk ülküsü, yüzyıllardan beri prensip haline gelmiş, uğrunda çarpışılmış, birkaç kere gerçekleşmiş bir düşüncedir. Ona hayal diyenler, hayal içinde gevşeyip tembelleşmiş olanlardır. Dedikleri gibi hayal olsaydı, hiç gerçekleşir miydi?
Bununla beraber yirminci yüzyıl bir mucizeler zamanı olmuş, olmaz sanılanlar mümkün kılınmıştır. Bu bakımdan da Türk ülküsünün gerçekleşmesini ummak, insanlar için, haktır.Türk ülküsü, Türk büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancıdır. İnancın ne büyük ruhi amil olduğunu anlatmaya lüzum yok. İmanla, ümitsiz hastalar bile iyileşiyor.
Bir ülkünün çerçevesinde toplanmak ve onun için ölümü bile göze alarak savaşmak ne güzel şeydir! İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Milli bir ülkü olmadıktan sonra, insanın hayvandan ne farkı kalır? Hayvan, ölümden ve ızdıraptan kaçar, kuvvetliden korkar.
Ölümden korkmayan, ızdıraptan kaçmayan, kuvvetli ile savaşı göze alan yaratık, ancak ülkücü insandır.
Bir zamanlar, dinler, insanları hayvan olmaktan kurtarmak için çalıştı, onlara Tanrı'dan öğütler verdi. Bugünkü ülküler tamamıyla millidir. Dini inancı da içine almış olan milli ülkü, insanları sürükleyen, güçlendiren ve asilleştiren bu duygu ve düşüncedir.
Bugünkü kaba maddecilik arasında, Türk ülküsü sararmış, biraz küllenmiş gibi görünüyor. Maddecilik hastalığı geçtiği zaman, o, yine parlayacaktır. Onun için Türk ülküsüne sarılmaya mecburuz. Bütün Doğu milletlerini yendiği halde, yalnız Türklerle başa çakamayan Batı'nın içine sinmiş düşmanlığı ve hıncı karşısında, bizim silahımız, Türk ülküsüdür.
Arab'ı, Acem'i, Hind'i, Çin'i yenilirken, tek başına Avrupa'ya dalan ve yüzyıllarca tek başına bütün Avrupa milletlerine karşı Tanrının adının savunan Asya arslanları, zaman zaman gaflet uykusuna dalmışlar, fakat sonra sıçrayıp şahlanmışlardır.
Bu seferki dalgınlık biraz tehlikeli gibi görünüyor. Çünkü, içinde yabancıya hayranlık unsuru var. Tehlikeler nereden gelirse gelsin, ne kadar büyük olursa olsun, tek çare ve tek ilacı 'Türk ülküsüdür'.
Bir şair: Bu toprak için,
Bu bayrak için,
Ölelim..
Fakat bilelim.Diyor. Güzel bir düşünce. Türk ülküsünün yoluna girdiğimiz gün, bu şiiri biraz değiştirerek söyleyeceğiz:Bu toprak için,
Bu bayrak için,
Ölelim.
Ne düşünelim, ne de bilelim!
(10 Kasım 1955)
Atsız
kurtuluş savaşı mücahitleri
20.08.2009 - 14:09KURTULUŞ SAVAŞIMIZDA 2000 KIRGIZ
2000 Kırgız yiğidi atlarla yola düşmüş Anadolu'ya.
6000 km. at sırtında. Biter mi o yol ya Rab.
Yardım etmek için Mustafa Kemal'in kahraman ordusuna.
Ne bekler o yollarda bilinmez,Türklüğün onurudur
belkide
Gazilerin göz yaşları silinmez akar ardısıra
Bir yol gider atayurttan Balkana,Adriyatikten Çin
Seddine
İşte o yolun sevdalısıydı atlılar bu biline
At sırtında doğmuştu,at sırtında ölmek yakışır
Üzengiye yapışmıştır kaderi vurulsada düşmez
2000 çelik yiğit taşırcasına binlerce yılı omuzunda
Katılacaklardı Mustafa Kemal'in ordusuna
Deh dediler bir tarihe yürü savaşa
Kandaşlarım vuruşurmuş ayrı düşmek yakışmaz kardaşa
Atlarımız yıkılsa da yayan yürür gideriz
Bu ulu dava bizim; ne yaza denk ne kışa
Kurtuluş Savaşının kahraman cengizleri
6000 kilometre atla da sar bizleri
Siz ki nurdan her akıncı tarihsiniz en baştan
Türkler korkmaz dediniz ne yoldan ne savaştan
Kimse geri dönmedi.Savaştan sağ çıkanlar İznik
bölgesine yerleşti.
Bu gün Anadolu'da aynı şeyler olsa ki
Yine kalkar gelirler bu kez 20000 belki
Murat KARAL
türk mitolojisi
19.08.2009 - 15:51DEMİRCİ KAVA BİR TÜRK EFSANESİ
Kitapta Nevruz üzerinden tartışılan Kürtlerin sahiplendiği “Demirci Kava” efsanesi ile Türklerin türeyiş destanı olarak bilenen “Ergenekon’dan çıkış” efsanesinin kökeni de aranıyor. Kitapta olay şöyle anlatılıyor: Turan (Türkistan) ve İran topraklarının Cemşit’ten sonraki hükümdarı olan Dahhak adında zalim bir hükümdarın omuzlarında kanser hastalığı ortaya çıkar. Hükümdar, ülkenin tüm hekimlerini çağırarak hastalığına çare arar; fakat hekimler hükümdarı iyileştirmek isteseler de başarılı olamazlar. Bir gün hekim kılığına giren şeytan, Dehhak’a gelerek “Eğer genç insanlardan iki kişiyi her gün kurban edip beyinlerini yaralarına sürecek olursa iyileşeceğini” söyler. Bu şekilde yapılan tedavide, tesadüfî olarak ağrı dinmeye başlayınca, her gün İran ve Türkistan’da iki genç yakalanarak kurban edilir.
Daha sonra bu işi yapmakla görevli mutfak çalışanı vicdan azabı çektiğinden, her gün öldürülen iki gençten birini salıverip, yerine koyun beyni götürmeye başlar. Saraydan kaçan gençler ise, uzaklardaki dağlara sığınarak zamanla çoğalırlar. Nesilleri bu gençlerden oluşan topluluğa Kürt denilmiştir. Daha sonra içlerinden demircilik yapan Kava adında bir kişi, Kürtleri bu dağlardan kurtarıp Dehhak’a karşı isyan başlatır ve zalim Kralı öldürür.
Bu efsane Türklerin türeyiş destanın çağrıştırıyor: Çinliler tarafından esir edilen Türkler, zamanla kaçarak dağlara sığınmış ve orada çoğalarak millet haline gelirler. Daha sonra bir demirci, demirden dağı eritip Türkleri özgürlüğe kavuşturur. Daha sonra Türkler düşmanlarını öldürerek bölgeyi ele geçirirler. Ergenekon’dan çıkış zamanı bahar ayları olduğundan, bu efsaneden dolayı Türk zümreleri bahar bayramı adı verilen Nevruz’da, bir demirci temsili olarak demiri döverek, bayramın başlangıcını yapar. Akabinde günahlardan ve kirlerden temizlenmek için ateşten atlama törenleri yapılır. Hem Kürt hem de Türk efsanesindeki figürler ve törenler aynı.
Demirci Kava adlı kişinin aslında Türk veziri Bilge Tonyukuk olduğunu söyleyen Ömer Özüyılmaz, “Şerefname’de de bu geçer. Göktürk yazıtlarında, Bilge Tonyukuk’un adı Gave olarak geçer. Aslen Çin topraklarında yaşayan bir Türk ailenin çocuğu iken, Göktürk devletinde vezirlik yapmıştır. Doğu Türkistan Türklerinde, Çin’den gelen ailelere ‘Gave’ denmektedir. Göktürklerde ve Doğu Türkistan Türklerinde vezirlerin unvanı ‘demirci’dir. Dolayısıyla Bilge Tonyukuk’un Türkçe unvanı Demirci Gave’dir. Bu benzerliğin tesadüfle açıklanmasına imkân göremiyoruz. Ergenekon destanında anlatılan hadise tamamen Demirci Gave efsanesi ile aynıdır.” diyor. Bu ve benzeri birçok Türk efsanesi, Türklerin İran’a gelmelerinden sonra Fars edebiyatına geçer. Firdevsi’nin yazdığı Demirci Kava efsanesi, Türklerin İran’a gelmesinden sonra gerçekleşir. Firdevsi de Türklerden duyduğu bu efsaneyi kaleme alır. Hem demirci kava efsanesinde hem de Türklerin türeyiş destanında bir demircinin dağı erittiği ve halkı özgürlüğe kavuşturduğu ile demircinin zalim kralı öldürdüğü aynı benzerliklerle anlatılıyor.
alevilik
19.08.2009 - 13:45ANADOLU ALEVİLİĞİ
Anadolu’daki Alevilik; özü itibarıyla Türk kimliklidir. Bu topraklardaki Aleviliğin kendisini anlatma aracı, ‘bağlama’dır. Bu saz Türk’e özgüdür. Aleviler, bağlamayı kutsamış; ona “Telli Kuran” denilmiştir. Kürtlerde bağlama olmadığı gibi onun kutsanması da yoktur.
Anadolu Alevileri’nin ibadeti olan cem töreni de Türkçe ibadet biçimidir. Bu topraklarda asla Kürtçe cem yapılmamıştır. Bugün Kürt Alevi diye bilinen veya kendilerini öyle sananlar bile cemlerini Türkçe yapmaktadırlar. Sadece bu olgu bile Kürt Alevi’nin, Türk Alevi olduğunu göstermeye yeter.
Yine Anadolu Aleviliği’nin “Yedi Ulular” diye kutsadığı ozanların tümü Türk’tür. Seyyit Nesimi, Hatayi (Şah İsmail) , Yemini, Virani, Pir Sultan Abdal, Fuzuli, Kul Himmet Türkçe yazan ozanlardır. Günümüzde bile Kürt kökenli bir Alevi ozanı yoktur. Anadolu Alevileri’nin kutsal kişileri arasında Kürt kökenli kimse bulunmamaktadır.
Kürtlerde kadının durumu ile Aleviler’de kadının durumu birbirine hiç benzememektedir. Ayrıca sivil yaşam modeli de birbirine taban tabana zıttır.
Bu yüzden Anadolu’da dikkat çekecek bir kitle olarak Kürt Alevisi veya Alevi Kürt olmamıştır. Bu terimler, son yirmi yılda ortaya çıkmıştır. Bir taraftan Osmanlı zihniyetindeki resmi tarihçiler; bir taraftan, Alevileri de Kürt göstermeye çabalayan PKK’lılar; Alevi Kürt terimini icat etmişlerdir.
Bazı Alevi’nin Ermeni olduğu iddiası da tamamen yanlıştır. Çünkü; Ermeni milleti, Hıristiyan olarak kalmıştır. Bunlardan İslam’ı seçenler de çok azdır. Bu gibi Ermenilerin Alevi nüfus içinde belirleyici olduğunu düşünmek, tarihi tersyüz etmekten başka şey değildir.
Türk tarihi
19.08.2009 - 12:33Türk Çocuğu;
Atalarını tanıdıkça
daha büyük işler yapmak için
kendinde kuvvet bulacaktır.
Mustafa Kemal ATATÜRK.
türkler
19.08.2009 - 12:23İnsanlari yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler'
Napoleon Bonaparte - Fransız İmparatoru
'Türklerden bahsediyorum... Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk; dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli yıldırma, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize çevirmek tabiatı da inciten bir gaflet olur.'
Tasso - İtalyan Şair
'Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir. Henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gidecek olursanız; gerçek misafirperverliğin ne demek olduğunu orada görüp öğrenirsiniz.'
William Martin
'Irk ve millet olarak Türkler, bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenedir. Dini, sosyal ve örfi faziletleri,tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır.'
Lamartine-Fransız Yazar, şair ve Devlet adamı.
'Poltava'da esir oluyordum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi; önümde su, ardımda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş... Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu; yine kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar, esir ettiler. Yalnız ayağımda zincir yok, zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum. Fakat bu defa da şefkatin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar alicenap, bu kadar asil, bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı.'
Demirbaş Şarl -İsveç Kralı (Ruslardan kaçıp Osmanlıya sığınmıştır)
'Türkler ölmeyi biliyorlar, hem de iyi biliyorlar. Ben de ölmeyi bilen bir milletin yenilmeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim. Burada hiç yoktan ordular kurmak ve bu orduları ölüme sürüklemek mümkün. Bu imkanlardan bol bol faydalanıyorum. Fakat, meydana getirdiğim orduları sendeleten bir engel var: Türklerin yaşayan hatıraları!
Üç-dört yüzyıl önce her kudreti ve her milleti yenen Türkler, şimdi de silinmez hatıralarıyla her teşebbüsü sendeletiyorlar. Hemen her yürekte bu korkuyu seziyorum. Demek ki yalnız Türkleri değil, onların tarihini de yenmek lazım. Bu durumda ben, Türklerin düzinelerle milleti idare etmelerindeki sırrı da anlıyorum. Onlar milletleri bir kere yeniyor fakat kazandıkları zaferleri ruhlara ve nesillere nakşedebiliyorlar.'
M. Montecuccoli (Avusturyalı Komutan)
'Seceat ve cesaret bakımından Türklerden üstün; büyük hedeflere ulaşmak bakımından da onlardan dirayetli hiç bir kavim yoktur. Cenab-ı Hak onları aslan sıfatında yaratmıştır.'
İbn-i Hassul
Türk, asillerin asilidir. yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir.
Pierre Loti
Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil, iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekası vardır. İşte Türk, bu zekasıyla zafer kazanır, uygarlıklar yaratır ve insanlık dünyasında en şerefli hizmeti başarır. Zaten Avrupa'nın yarısını yüzyıllarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı.
Çarnayev(Rus Komutan)
Silahlı milletin en canlı örneği Türklerdir. Bu diyar köylüsünün orak, katibinin kalem ve hatta kadınlarının etek tutuşunda silaha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. Türk ata biner gibi oturur, keşfe yollanan asker gibi uyanık yürür.
Moltke
Türkler bir ırk ve bir millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır.
La Martine
Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türklerle savaşmalıdır.
Towsend (İngiliz Komutan)
Doğulu önderler, milletlerinin başından ayrılmayarak her hükümetin temeli olan şu iki kanunu hakkıyla yapıyorlar: iyi yola götürmek ve kötülüklerden korumak. Bu asil hareket Ruslardan fazla özellikle Türklerde göze çarpıyor.
Auguste Comte
Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır.
Lady Mary Wortley Montagu
Türk'ün güzel yüzünü, kuvvetli endamını, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. Fakat pek güç olan, Türk'ün özünü göstermektir. Bu öz, ayışığı gibi görülür fakat gösterilemez.
Decamps (fransız ressam)
Türkler yaman binicidirler. Türkler hücumunda düşmanı bir yaprak gibi çevirip bozarlar.
Câhiz (Arap Bilgini)
Türklerin yürekleri temizdir. Onlarda batıl fikirler, basit düşünceler yoktur.
Semame İbn-i Eşreş (Arap Bilgini)
Türkler kahramandırlar. Dostlarına zarar vermezler. Fakat kazanç getirirler.
Comenius (Çek Bilgini)
Türklerin biricik sevdikleri şey hak ve hakikattir. Ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır.
William Pitt (İngiliz Devlet Adamı)
Türk, Heredot'tan, Tevrat'tan çok eski yüzyılların tanıdığı bir ulustur.
Sadelik içinde görkemi, sükunet içinde ihtişamı, tahakküm kabul etmeyen bir
yüreklilik, alabildiğine geniş bir fetih aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, bölgelere uymaktan çok bölgeleri kendine uydurma zevki ve alışkanlığı Türk milletinin asırlar dolduran tarihinde açıkça görülür.
(Ünlü Tarihçi) Hammer
Türkler kahramadırlar, dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir.
Comenius (Çek Bilgini)
Türkler muhakkak ki Avrupa tarihinin ve yakın Asya tarihinin bildiği en halis efendi millettir.
Kayzerling
Her Türk'ün bakışında silahın ruha verdiği güveni görmek mümkündür. O hayata ve olaylara güvenle bakmayı öğrenmiştir.
Molkte
Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türk'ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.
Lord Byron
Türk korkmaz, korkutur. Bir şey isterse onu yapmadıkça vazgeçmez. Hangi işe el atarsa başarır.
Semame İbn-i Eşreş
Türkçe’yi öğrenmek benim için büyük bir mutluluk oldu. Çünkü Türk'ü anlamak için kendisiyle mutlaka tercümansız konuşmalıdır. Tercüman, ışığı örten zevksiz bir perde oluyor.
Gelland (Fransız Bilgini)
Türk askeri cesurdur. Anavatanını sever ve onun için gerekirse çekinmeden canını feda eder.
Albert Einstein
Artık Türklerle savaşmam. Onlar çok cesur ve iyi insanlar.
Andreas Phitiades
Dünyada iki bilinmeyen vardır. Biri kutuplar, diğeri Türkler.
Albert Sorel
Türk toplumunda kişisel nitelik ve değer dışında hiçbir şeye önem verilmez.
Baron Büsbek
On ulusun, on yiğit adamının gücü tek bir kimsede toplansa yine bir Türk'e bedel olmaz. Türklerin en çok konuştuğu şey savaştır, zaferdir. Eğlenceleri ise attır, silahtır. Türklerin doğrulukları ve namuslulukları ne kadar övülse yeridir.
Charles Mcfarlene
Türk milleti ikibin yıldır profesyonel askerdir. Bütün Türklerin mesleği askerliktir.
Donaldson
Dünyanın hangi ordusuna sorarsanız sorun, Türk askerinin karşısında düşünmenin hiç de kolay olmadığını veya olamayacağını size söyler.
Donaldson
Türklerle dost ol ama düşman olma.
Gianni de Michelis
Dünyada, Türklerden başka hiçbir ordu bu kadar süre ayakta duramaz.
Hamilton
Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur.
Hamilton
Türkler devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf ustadır. Ülkeleri değil kıtaları altüst etmişler ve korkunç saldırışlar arasında sarsılması hiç de kolay olmayan egemenliklerini yaratmışlardır.
Tarih Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler vardır ki uygarlık için birer süs olmaktadır.
Hammer
Çanakkale'de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim.
Sir Julien Corbet
Türk gibi ölüme gülerek bakan bir eri başka hiçbir ulusta bulamazsınız. Yalnız ona iyi bir komutan gerektir.
Mulman
Toplumsal düzenin Türkler arasında kurmuş olduğu ilişkilerin hepsinde temiz yüreklilik ve iyi niyet hakimdir. Vatandaşların birbirlerine karşı borçlu oldukları işlemleri yapma ve yerine getirmeleri için başka ülkelerde olduğu gibi senetleşmeye yani yazılı belgeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların övülmeye değer hallerinden biri de verdikleri söze genellikle sadık kalmaları ve karşılarındakini aldatmaktan, güveni suistimal etmekten çekinmeleridir.
Monradgea D'ohsson
Kendi ulusuna karşı bu kadar dürüst ve cömert olan müslüman Türkler hangi mezhebe bağlı olursa olsun aynı dürüstlüğü yabancılara karşı da yapar ve yerine getirirler. Bu noktada müslümanla müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler.
Monradgea D'ohsson
Türk'ü anlamamak için tarihe göz yummak gerekir. Haksız saldırılar ve adi iftiralar önünde Türk'ün vakur kalışı, kuşku yok ki körlerin gerçeği, eşyayı anlamadıklarını düşündüklerinden ve körlere acıdıklarındandır. Bu soylu davranış o adi iftiralara ne açık bir cevap oluyor.
Pierre Loti
Türk'ün ahlaki seciyesi çocukluğunda aldığı iyilik telkinleriyle değil çevrelerinde fenalık görmemek suretiyle oluşur.
Thomas Thorsten
'Türklerin ruhu yeniden parlayacak ve silah kullanmak için doğan bu kahraman milletin tarihi eski ışığını bulacaktır.'
Feldmareşal von Moltke -Alman Genelkurmay Başkanı
ülkücü
18.08.2009 - 11:33Ülkücüler insanlık alemi icinde ne uşak olmayı ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyen.Şerefli bir bayrağın taşıyıcısıdır.Sizlere kolay bir başarı vaad etmiyorum.Kısa zamanda bir iktidar umanlar bizimle yola çıkmasınlar.Yolumuz uzun ve çetindir.Bu yolda karşınıza menfaat teklifleri tehditler ve daha bir yığın engel çıkacaktır.Bu çetin yolda dayanabilicekler bizimle gelsinler cesur olanlar kuvvetli olanlar gerçekten inananlar kafilemize katılsınlar.Dava adamları o davanın şartlarını ve gereklerini kendi kişiliklerinde yaşayamazlarsa o davayı bir adım ileri götüremezler.
Alparslan TÜRKEŞ
Türk islam davasının 22 yaşındaki ilk şehidi Ruhi KILIÇKIRAN'ın yetim olduğunu 4 ocak 1968 de Ankara Site Yurdu Katinin de iftarını açtıktan sonra hemen şehit edildiğini biliyormuydunuz...
17 Mart 1978 tarihinde Ömer BAYRAKLAR Salih ULU Bahri BİLGİN Cevat KOCA Sinan KOCA isimli 5 ülkücü işçinin aynı anda dev-yol militanları tarafından katledildiğini. Ümraniye de oturan bu ülkücülerinin hepsinin de Giresunlu olduklarını Sinan ile Cevat'ın kardeş olduğunu Sinan KOCA'nın henüz 10 günlük bebeği olduğunu biliyormuydunuz...
18 Eylül 1879 tarihinde Adana da 6 ülkücü öğretmenin arkalarından ateş açmak süretiyle şehit edildiğini ve bu öğretmenlerin katillerinin hala yakalanmadığını biliyormuydunuz...
8 Haziran 1970 tarihinde şehit edilen Yusuf İMAMOĞLU'nun yapılan otopsi sonucu 36 saattir yemek yemediğini şehit edilmeden önce okulun arka bahçesinde bulunun ağaçların altında son namazını kılan İMAMOĞLUN'UN cebinden 35 kuruş çıktığını biliyormuydunuz...
23 Kasım 1970 yılında ülkücü şehit ERTUĞRUL DURSUN ÖNKUZU' nun kominist militanlar tarafından ağır işkenceler sonucu şehit düştüğünü ÖNKUZU' nun kırılmadık kemiği patlamadık yerinin kalmadığını ve ağzından ciğerlerine bisiklet pompasıyla hava verilerek çiğerlerinin de patladıktan sonra okulun 3. katın penceresinden aşağı atıldığını biliyormuydunuz...
12 Eylül idaresi tarafından haklarında verilen idam hükmünün uygulanması sırasında yanlarında bulunan görevli imamın Selcuk Duracık ve Halil Esendağ için 'Hiç evliya gördünüz mü' diyenlere 'evet HALİL ile SELCUK' u gördüm' dediğini biliyormuydunuz...
12 Eylül idaresi tarafından idam edilen MUSTAFA PEHLİVANOĞLU nun son mektubunda
'şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki Mustafalar ölür ALLAH davası ölmez Milliyetçilik yaşar kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer ALLAH' a inananlarındır.'dediğini
biliyormuydunuz...
12 Eylül idaresi tarafından idam edilen Cevdet KARAKAŞ' ın avukat barolarından hiç bir avukatın savunmak istemediğini ve KARAKAŞIN savunmasını kendisi yapmak zorunda kaldığını biliyormuydunuz...
17 Nisan 1980 tarihinde Malatya belediye başkanı Hamit Fentoğunun evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucu FENTOĞLU, kızı ve 2 torunun ve torunu olan Selim BOZKURT FENTOĞLU nun daha 2,5 yaşında olduğunu ve babasının vatani görevini yapmakta olduğunu biliyormusunuz...
12 Eylül idaresi tarafından asılarak idam edilen Cengiz BAKTEMUR'UN korkusuzca idam sehpasına yürüyüşüne şahit olan cezaevi personelinin 'bizce şehitti o şehitlik mertebesine ermiş birinin karı değildir. Sevinerek ve koşarak ilmeği boynuna gercirmiştir. ' dediğini biliyormusunuz...
5 Eylül 1979 yılında şehit olan ADEM PEKMEZCİ isimli ülküdaşımızın henüz 15 yaşında olduğunu biliyormuydunuz...
Ülkücü şehit Ahmet Evcimen'in Bakırköy deki Sürmeli otelin önünde 20 den fazla kurşunla şehit edildiğini biliyormusunuz...
Tokat'ın Zile ilcesin den Mustafa Taştangil' in kitap ve defterlerinin her sayfasında büyük ülkü devi ERTUĞRUL DURSUN ÖNKUZU NUN isminin yazışı olduğunu ve mezarı ÖNKUZUNUN yanında bulunduğunu ve ailesinden son isteğinin bu olduğunu biliyormuydunuz...
Ülkücü şehitlerden Ahmet Sarpkaya' nın kurban bayramının son günü mahallelerine baskına gelen kominist militanları önce fark edip durumdan arkadaşlarına haberdar etmek için evlerini dolaşırken acılan ateş neticesi öldüğünü ve 18 yaşındaki SARPKAYA' nın SAĞIR VE DİLSİZ olduğunu biliyormusunuz...
Uşakta dokuma işcisi olarak calışan Alaaddin Gündüzün doğum yapmak üzere eşinin yanına giderken 27 kurşunla şehit edildiğini GÜNDÜZ' ünvefat ettiği gün bir oğlunun dünyaya geldiğini ve doğan bebeğinin adının Alaaddin olduğunu biliyormuydunuz...
Eşitlik olsun diye12 eylül idaresinin Selçuk Duracık,Halil Esendağ,Cengiz Baktemur İsmet Şahin,Mustafa Pehlivanoğlu,Fikri Arıkan,Cevdet Karakaş,Ali Bülent Orkan,Ahmet Kerse olmak üzere 9 ülkücüyü asarak şehit ettiğini biliyormusunuz...
Ali Can Karaosmanoğlu'nun 18 Haziran 1979 yılında Mimar Kemal Lisesi öğrencisiyken şehitlik mertebesine ulaştığını ve yaşının henüz 17 olduğunu biliyormuydunuz.
6 Ağustos 1979 da şehitlik mertebesine ulaşan Ali Çetin'in Vatani görevini Asteğmen olarak yaptığı sırada Kayseri'de bulunan ailesini ziyarete gittiğinde şehit düştüğünü evli ve 2 çocuk babası olan Çetin'nin kominist militanlar tarafından önce dişlerinin söküldüğünü sonra üzerine asit dökülerek bıçaklandığını ve sonra yakıldığını biliyormuydunuz.
3 Haziran 1980 tarihinde şehit edilen Ali Kuş'un henüz 18 yaşında olduğunu ve o yaşlarda Kayseri ülkücü gençler derneğinin mahalle başkanlığını yaptığını biliyormuydunuz.
Ali Osman Devecioğlu ülkücü şehidimizin yaşlı annesini emekli maaşını almaya götürürken Çeliktepe de kominstler tarafından silahlı saldırıya uğrayıp kafasına isabet eden tek kurşunla annesinin kolları arasında şehit düştüğünü biliyormuydunuz.
İsmail Tomaç'ın 5 Haziran 1980 de Bursa'nın Çınar mahallesindeki kırtasiye dükkanında Kuran-ı kerim okurken şehit edildiğini ve 13 günlük bir bebeği olduğunu biliyormuydunuz.
EY ÜLKÜCÜ HAREKET BUNLARI BİL VE UNUTMA
Türk Tarih Tezi
17.08.2009 - 17:34Türk Tarih Tezi'nin Doğuşu
Başbuğ Atatürk,30'lu yıllarda Türk tarihinin gizli kalmış yönlerini ortaya çıkarmak için olağanüstü bir çaba harcadı ve 'Türk merkezli' yeni bir tarih tezi geliştirdi.Daha Cumhuriyet kurulmadan önce 1922 yılında TBMM'ni açarken yaptığı konuşmada Türk tarhinin derinliğinden bahsederek Türklerin kökeninin Nuh'a kadar dayandığını ileri sürüyordu.
Bu ilk işaretlerden ve ön hazırlıklardan sonra Atatürk, Türk tarihinin sadece Osmanlı Tarihi'nden oluşmadığını, Türklerin binlerce yıl önce de büyük devletler kurup,dünya uygarlığına büyük katkılarda bulunduğunu ileri sürerek, 1930 yılında sonradan çok tartışılacak olan Türk Tarih Tezini ortaya attı.
Şöyle diyordu yüce Başbuğ:
'Türk Irkı'nın kültür yurdu Orta Asya'dır.İlk çağlardan beri yüksek bir ziraat hayatına sahip olan,madenleri kullanan bu topluuk sonraları Orta Asya'dan doğuya,güneye,batıya,Hazar Denizi'nin kuzey ve güneyine yayıldı.Bu yayılma neticesinde Türk dili ve kültürü de yayıldı; gittiği yerlerde yabancı dillere ve kültürlere tesir ettiği gibi,onlardan tesirler de aldı.'(A. Afet İnan.'Atatürk'ün Tarih Tezi',Belleten III,10,1939,s.245-246)
Atatürk'ün geliştirdiği Türk Tarih Tezi'ne göre,uygarlıkların temeli doğal nedenlerle Orta Asya'daki anayurtlarından dünyaya yayılmak zorunda kalan Türkler tarafından atılmıştı.Türkler gittikleri her yere ulusal kültürlerini de götürmüşlerdi ve yüksek Türk Kültürünün etkisi altında kalan kültürler gelişip yükselmişti.
'Türk Ulusu Asya'nın batısında ve Avrupa'nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayrılmış dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar.Onun adına 'Türk eli' derler.Türk yurdu çok daha büyüktü.Yakın ve uzak çağlar düşünülürse Türk� e yurtluk etmemiş bir anakara(kıta) yoktur.Bütün yeryüzünde Asya,Avrupa,Afrika, Türk atalarına yurt olmuştur.Bu gerçekleri yeni tarih belgeleri göstermektedir.Fakat bugünkü Türk Ulusu varlığı için bugünkü yurdundan memnundur.Çünkü Türk derin ve ünlü geçmişinin,büyük ve güçlü atalarının kutsal katkılarını bu yurtta da koruyabileceğine,o katkıları şimdiye değin olduğundan çok daha fazla zenginleştirebileceğine inanmaktadır...'(A. Afet İnan,Medeni Bilgiler ve Atatürk'ün El Yazıları,Ankara,1969,s.14)
Ataürk ana hatlarını iyice belirginleştirdiği Türk Tarih Tezi'ni daha da güçlendirmek için 1931 yılında Türk Tarih Kurumu'nu,1932 yılında Türk Dil Kurumu'nu,1935 yılında ise Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kurdu.Tüm bu kuruluşların öncelikli amacı Türk Tarih Tezi'ni kanıtlayacak çalışmalar yapmaktı.
Türk Tarih Tezi,iç içe geçmiş ya da birbirine bağlı farklı tezlerin bir araya getirilmesinden oluşuyordu:
1.İlk Türklerin dünya uygarlığına öncülük edecek kadar güçlü ve köklü bir kültüre sahip oldukları,
2.Türklerin iklimde meydana gelen bozulma sonucunda Orta Asya'dan dünyanın dört bir yanına göç ettikleri ve gittikleri yerlere uygarlıklarını da götürdükleri,
3.Anadolu'nun ilk uygarlığı olan Hititlerin ve Mezopotamya'nın ilk uygarlığı olan Sümerlerin Türk oldukları,
4.Ege ve Yunan uygarlıklarının temelinde Türk kültürüne ait izlerin olduğu,
5.Antik Mısır Uygarlığını kuranların ve Roma İmparatorluğu'nun kurucusu Etrüsklerin Türk olduğu...
Ayrıca tüm dillerin Türkçe'den geldiğini ileri süren ve Türk tarih Tezi'nin tamamlayacağı düşünülen Güneş Dil Teorisi...
Atatürk'ün sofrasında Türk tarihi ve Türk dili konusundaki sohbetlere katılan Ruşen Eşref(Ünaydın) şöyle diyordu:
'Atatürk 1930'lu yıllarda Sümer,Akad,Babil,Myken,Eti(Hitit) , Sippililuyuma,Bask,Bröten,Kelt gibi sözleri diline dolamıştı.Türk'ü zaman ve mekan içinde arayıp bulmak,Türk'ün benliğini, yüceliğini, asilliğini ispat etmek istiyordu.Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorileri bu düşüncenin ürünüydü.Atatürk sofrasında oturmak mazhariyetine erişen kişilere bu konularda ödev verirdi.Türk Dili ve Türk tarihi konusundaki bu ödevler sofrada ciddi olarak tartışılırdı.'(Ruşe Eşref Ünaydın.Atatürk,Dil ve Tarih Kurumları, Hatıralar,Ankara,1954,s.51-60,61-65)
Atatürk kimsenin sorgulamaya cesaret edemediği Batı'nın çarpık tarihi iddialarının karşısına bu iddiaları altüst edecek,'ulusal tarih bilinciyle' çıktı.Atatürk sözde tarihi gerçeklere dayanarak Anadolu'nun ermenilerin ve rumların anayurdu olduğunu iddia eden ve böylece Türkleri Anadolu'da 'işgalci' durumuna düşürmek isteyen Avrupa'ya her fırsatta Anadolu'nun öteden beri Türk yurdu olduğunu haykırdı.
zazaca
16.08.2009 - 17:48internetten alıntı
Kam kê aslê ho inkar keno, aqılra hero! ’ [= Kim ki aslını inkâr ediyor, akıl yönünden eşektir! ]. Bu deyim bir Zaza deyimidir.
Ama buradaki sözcüklerin kökenine bakacak olursak:
kim [ Eski Türkçe: kim [Bu sözcük Azerî, Başkurt,Kazak, Kırgız, Özbek, Kazan Tatar, Türkmen, Uygur gibi Türk lehçelerinde de kim biçimindedir. Mısır Arapçasında k±md±r? ; Suriye Arapçasında k±m k±ma; Kürtçede ki? , ké? (Kürtçe-Türkçe Sözlük, s. 213): Zazaca’da kam, kum; Çuvaşçada ad kam biçimlerindedir.]
ki [ Farsça
as(ı) l [ Arapça
inkar [ Arapça: inkâr
aqıl [ Arapça: akl
+ra [ Eski Türkçe: yön eki
hero [ Farsça: ker
olarak görürüz. Ortaya çıkan söz hazinesinin içinde Kürtçe ya da Zazaca kökenli bir sözcük yoktur. Bu konuda yapılan dil araştırmalarından Zazaların kökenleri hakkında bazı bilgilere ulaşılmıştır.
Doğu Anadolu’nun Elâzığ, Tunceli, Bingöl, Erzincan illerinin yayıldığı coğrafyada yaşayan Zazalar, Türk toplumunun içinde yaşayan aslı tarihî Türklüğe dayalı bir topluluktur. Batılı, Ermeni ya da Kürt araştırıcılar tarafından yazılan makale ve kitaplarda Zazalar ya Kürtlerin bir kolu ya da İranî (Guran-Zaza grubu) olarak gösterirler. Zaza-
ların ‘Zuzu, Zuza, Zozan, Zapsas, Mu-Zazir, Zou-Zou, Zizona, Zanzavina, Zerza, Zerzawe, Zuzaniye, Zawzan, Zazawa, Zazan’ gibi bir sürü uyduruk adlardan türemiş olabileceğini; hattâ Asur tabletlerinde adı geçen Zamza Krallığının adı olabileceğini iddia ederler. İngiliz tarih-
çisi Davik N. Mackenzie ise ‘Zazaların Hazar’dan gelerek, o sıralar Kürtlerin yerleşik olduğu bölgenin batısına yerleştikleri..’ görüşünü ileri sürer. Bazıları da onların M.Ö. 2350-2150 tarihleri arasında Anadolu’ya yerleşen Huriler olduğunu yazarlar. Yine bazılarına göre de Zazaların Kürtlerden çok önce bu topraklara yerleştikleri, bugün Kürtlerin yaşadıkları bölgelerin tarihsel olarak Zazaların anayurdu olduğudur.
Zazalar ve Kürtler üzerine araştırma yapan belirli bazı kişiler, Zaza adı verilen İnsanların menşeinin Türk olabileceği üzerinde hiç görüş belirtmemişlerdir. Bu teoriye neden sıcak bakmadıklarının sebebi, Türkiye’yi ve Türk kökenli insanlarımızı bölüp parçalamaktan
dolayıdır. Çünkü Zazalar Türk kökenli olursa, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu bölmeleri zorlaşacaktır.
Şimdi size bir anımı nakletmek istiyorum: 1988 yılı Temmuz ayında ‘Dede Korkut Sempozyumu’ için, Orhan Şaik Gökyay, Bahaeddin Ögel, Fikret Türkmen, Saim Sakaoğlu, Zeynep Korkmaz, Ahmet Bican Ercilasun ve Tuncer Gülensoy’dan oluşan bir TDK heyeti olarak Azerbaycan’ın başkenti Baku’ya gitmiştik. Rahmetli Elçi Bey de bu sempozde dinleyici olarak bulunuyordu. Sempozyum arasında bir gün bizi İsmailli adlı küçük bir dağ kasabasına götürdüler. Bu yemyeşil dağ kasabasında bizi sarışın, mavi ya da yeşil gözlü, beyaz tenli genç kız ve oğlanlar, ellerinde tepsi içinde pişmiş sıcacık ekmek ve tuz ile karşıladı-
lar. Anadolu’nun pek çok yöresine kaybolmuş olan ‘Tuz-Ekmek hakkı’ ağırlamasını burada görünce çok heyecanlanmıştık. O gezide yanımızda bulunan, Moskova Tarih Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk muallime ‘Bu gençler siz Azerîlerden farklı yapıdalar. Konuştukları
Türkçe de Azerîceden farklı, neden? ’ diye sorduğumda, aldığım cevap beni şaşırtmıştı. ‘Bu yörenin insanları eski Saka Türklerinin torunları. Sakaların en büyük boyu Partlar bu coğrafyaya yerleşmişler. Biz bunlara SAK deriz, sizler de ZAZA adını veriyorsunuz’ deyince, ka-
falarımızdaki pek çok sorunun cevabı bulunmuştu. Demek ki Anadolu’da yaşayan Zazaların köklerini Türk asıllı Sakalarda aramak da gerekiyormuş.Zazaların Kürt, Arap ya da İranî olamayacaklarının bir nedeni de bu kavimlerden farklı bir etnik yapıya sahip olmalarıdır. Kürtlerde, Araplarda ve Farslarda (İranlılarda) beyaz tenli, sarı saçlı ve mavi gözlü kadın ya da erkek bulunmazken, Zazalarda bu özellikler görülür. Bu da Peçenek, Kuman-Kıpçak ve Saka gibi Türk kavimlerinin bir özelliğidir ki bugün, Kazan, Başkurt, Çuvaş, Özbek, Kırgız gibi Türk boylarında da aynı özellikler görülür. Kırım ve Anadolu Türklerinin de büyük bir bölümünde bu özellikler vardır.
Zazaca, Kürtçe (Kürmançça) dan da farklı bir özelliğe ve kelime hazinesine sahiptir. Eğer bunlar ayrı birer dil olmasaydı, Zazalar ‘Zazaca-Türkçe Sözlük’, Kürtler de ‘Kürtçe-Türkçe Sözlük’ veya ‘Ferheng-i Kırdî i Tırkî’ diye sözlükler yayımlamazlardı. Zazaca-Türkçe Sözlük’ü incelediğiniz zaman pek çok eski Türkçe söz varlığının Zazacada aynen ya da bazı ses değişmelerine uğramış biçimleriyle yaşadığını görebilirsiniz. Türkçenin Zazaca ve Kürtçeye verdiği yüzlerce ödünç sözcük, TDK tarafından yayımlanacak olan ‘Türkiye Türkçesinde Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü’ adlı etimolojik sözlüğümüzde yer
almaktadır. Zazaların giyim-kuşam, mutfak, hayvancılık kültürleri, gelenek ve görenekleri Anadolu Türklüğünden farklı değildir. Fakat, başta gelenek-görenek olmak üzere birçok ba-
kımdan Kürtlerden farklı özellikler arz eder. Kuzey Irak, Batı İran, Kafkasya ve başka coğrafyalarda yaşayan Zaza aşiretleri bulunmamaktadır. Her ne kadar Zaza aşiretleri Koçgiri (1921) , Şeyh Said (1925) ve Dersim (1938) isyanlarını yaşadılarsa da bu isyanların bugün olduğu gibi dış güçlerin tahriki ile yapıldığı bilinmektedir. Bugün PKK içinde bulunan kandırılmış Zazaların sayısı Kürtlere göre oldukça azdır. Hattâ Anadolu’daki Türk birliğinin korunması için Türk ordusu ile birlikte savaşmışlar, bu ülkenin asıl soylarından olduğu gerçeğini görmüşlerdir. Bu vatan Türklerin olduğu kadar Zazaların, Kürtleşmiş Türklerin ve öteki toplumlarındır. Çünkü başka bir Türkiye ve Anadolu
yoktur.
Türkoloji
12.08.2009 - 17:03Türkoloji (Türklük Bilimi, Türk Dil Bilimciliği, Türkiyat) bilimi Türklerle alakalı herşey ile ilgilenir. Bunlar arasında özellikle Türk dili ve Türk edebiyatı hususi bir yer tutar. Türk milletinin konuştuğu dil olan Türkçe yaklaşık 4.000 yıllık bir maziye sahiptir. Türkçenin şimdilik takip edilebilen yazılı tarihi ise milattan sonra 8. yüzyılda yazılan Orhun Kitabeleri’ne dayanır. O zamandan günümüze değin Türk dili üzerinden zengin bir edebiyat geleneği kurulmuş ve Türkçe’nin sınırları kıtaları boylayarak geniş coğrafyalara yayılmıştır.
Türk edebiyatının asıl malzemesi olan ve türkolojinin de mühim bir kısmını oluşturan “Türkçe” üzerine yapılan araştırmaların tarihi epey eskilere dayanmaktadır. Lakin modern anlamda türkoloji ilmi, bizim topraklarımızda değil enteresan bir şekilde Avrupa’da doğmuştur. Büyük Fransız İhtilali bütün Avrupa’nın ve hatta dünyanın politik hayatına tesir ettiği gibi milletlerin sosyal hayatını ve sosyal bilimlerini de etkilemiştir. İhtilalin doğurduğu milliyetçilik akımının dürttüğü Avrupa milletlerinin milli bünyeye dönüş çerçevesinde kendi tarihlerine yönelmeleri neticesinde folklor bilimiyle aynı anda milli (native) dil de aynı oranda önem kazanmıştır. Bu meyanda kadim Avrupa milletleri (Almanlar, Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar) kendi köklerine ulaşmak için Kıta Avrupasını didik didik ederken o zamanki bir kaç Avrupalı millet bu süreçte hayal kırıklığına uğramıştır. Bunlardan başlıcaları Macarlar, Bulgarlar ve Finlerdir. Zira bunlar kendi köklerini Avrupa’da araken tarihi hakikatler onları Asya’nın steplerine sürüklemiş ve hasbelkader “bizi” bulmuşlardır. Türkolojinin doğumu o zaman başlayan bu araştırma ve anlayışa dayanır. Daha sonra ilgi çeken bu trende diğer büyük Avrupa devletleri de katılmış ve oryantalizm ve Türk hayranlığının da etkisiyle Türkçe’ye ve Türklüğe yoğun bir ilgi başlamıştır. O yüzden ilk türkologların Alman, Macar, Fransız ve Rus gibi gayri Türk milletlerden olmaları bizleri şaşırtmamalıdır.
Bu yabancı türkologlar içerisinde Türkçe’ye en fazla hizmet eden ve Türklük bilimi dünyasına adını altın harflerle kazıyan iki Wilhelm, Wilhelm Radloff ve Wilhelm Thomsen’dir. Fahiş hatalarla da olsa Türkçe’nin bilinen ilk yazılı metinleri olan Orhun Abideleri’ni 1893’te ilk defa deşifre eden ve 20’den fazla dil bilen W. Radloff, Alman asıllı bir Rustur. Bu anıtları çözmede Radloff kadar acele etmeyip ihtiyatlı davranan ve bunun neticesinde mükemmele yakın bir okumaya ulaşan W. Thomsen ise İsveçlidir. Bunların yanında bu abidelerin varlığından Avrupa kamuoyunu ilk defa haberdar eden ve gene İsveçli olan Strahlenberg’i de unutmamakgerekir.
Bizde, o zamanki adıyla Osmanlı’da, Avrupa’ya nisbeten yavaş giden işler, 1900’lerin hemen başında Ali Emiri Efendi adında bir kitap kurdunun “Divan-ı Lügati’t-Türk” adlı paha biçilmez eseri İstanbul sahaflarını gezerken yaşlı bir kadında bulup 40 altına taksitle satın alması ile ivme kazanır. Kitaba gözü gibi bakan Emiri Efendi’den bu yegane nüshayı alıp baskıya hazırlama vazifesi Kilsli Rıfat Bey’e tevzi edilir. Lakin bu muazzam kitabı yanından bir lahza ayırmayan ve kimselere dahi göstermeyen Emiri Efendi’nin inadını kırmak için devrin sadrazamı(başbakanı) Talat Paşa devreye girmek zorunda kalır ve Paşa'yı kıramayan Emiri Efendi kitabı Rıfat Bey’e verir. Uzun müddet kitap üzerinde çalışan Rıfat Bey’in ömrü bu işe vefa etmeyince “Divan- ı Lügati’t-Türk”ü ilk neşretme şerefi Besim Atalay’ın olur.
İsmi geçen bu zatların ve sair nicelerinin hakkı mahfuz, o gün bu gündür Türkiye’de yetişen en büyük türkologlar aslen Kazan Türklerinden olan Reşit Rahmeti Arat ve soyu meşhur Köprülü ailesine dayanan Fuat Köprülü’dür. Abartarak söylersek bu ikisi, yeni nesil türkologlara yapacak çok iş bırakmamışlardır. Köprülü’nün daha 20 yaşında Yunus Emre ve Ahmet Yesevi’yi anlattığı şaheseri “Türk Edebiyatında ilk Mutasavıflar” ve Arat’ın neşrettiği yazılış tarihi ve hacmi ile dünya edebiyat tarihi açısından da çok mühim bir eser olan “Kutadgu Bilig” (Bundan muradımız Arat Hoca’nın Türkiye Türkçesi’ne aktardığı metindir. Okuyucularımız zaten Kutadgu Bilig’i Yusuf Has Hacib’in yazdığını bilirler) genç türkologların önünde aşılmaz birer eser olarak durmaktadır.
Türkoloji ilminin ilgi alanı ve coğrafyası o kadar geniştir ki üç beş satırla anlatmak mümkün değildir. Milletimiz ve dilimiz her milletin üstesinden gelemeyeceği nice badireler atlatarak mevcudiyetini hala sarsılmaz bir şekilde devam ettirmektedir. Bir zamanlar konjontür gereği fazlaca Arapça ve Farsça ile iştigal eden dilimiz, bir zaman sonra Fransızca ve şimdilerde İngilizce ile çokça haşır neşir olmaktadır. Bizim kanaatimizce bundan korkmaya hiçbir sebep yoktur. Dilimiz alacağını almış vereceğini vermiş, sair her dil gibi kendi doğal seyrinde devam etmektedir. Lakin kabul etmek gerekir ki günümüzün uluslararası bilim dili İngilizcedir ve bu bir müddet daha böyle devam edecektir. Bununla birlikte yakın gelecekte İngilizce'ye en büyük rakip 21. asra dalları budanarak girmiş olmasına rağmen gene Türkçedir. Biz inanıyoruzki yakın bir zamanda bu komplekslerinden kurtulan Türkçemiz kadim Doğu ve Batı dillerinden de aldığı destekle yeni bir dünyanın dili olacaktır. Bunun en sarih delili dünyanın dört bir yanına yayılan ve etrafındakilere Türkçe öğretmeyi kutsal bir meslek sayan gönül eri Türkçe sevdalılarıdır.
Kürtçe
11.08.2009 - 08:20dersim kelimesi farscadir,der kapi sim de gumus,yani farsca gumus kapi anlamina gelir Amed kelimesi farscadir,hos gelen anlamina gelir hatta azericede bile ``hosh amed`` i hos geldin demektir.hakkari kelimesi suryanice kokenlidir...ekkareden gelir, ekkare suryanice koylu demektir.......van,mus kelimeleri ermenicedir......anadolunun hic bir yerinde kurtce kokenli il adi yoktur
kürdoloji
10.08.2009 - 09:03Ön Asya’da İlk Kürt Adının Kullanılması
M.S. 5. yy’la kadar Ortadoğu’da Kürt adına rastlanılmaması yukarıda anlatılan gerçeği doğrulamaktadır. Günümüzde Kürtler Sivas’tan Basra’ya kadar olan coğrafyada yaşayan bir halk olarak anlatılmaktadır. Bu bağlamda Ermeni, Gürcü, Arap, Süryani ve İran kaynaklarının bu bölge ve bölgede yaşayan halklar hakkında verdiği coğrafi ve tarihi kayıtları incelemek meselenin ortaya çıkarılmasında kuşkusuz faydalı olacaktır. Bu bölümde Kürdistan adı ve Kürt kelimesinin ne zaman kullanılmaya başlandığını irdeleyeceğiz.
Ortadoğu Kürtleriyle ilgili bilinen ilk kayıtlardan biri, 943 yılında Mürucü-z Zehab adlı eserini yazan Arap coğrafyacı Mesudi’nin verdiği bilgilerdir. Mesudi Kürt aşiretleri ve onların yaşadıkları bölgeler olarak şu yer isimlerini vermektedir:
Daynavar ve Hemedan’da (İran’da) Şuhcan Aşireti.
Kangavar’da Macurdan Aşireti.
Azerbaycan’da Hazbani ve Sarat aşiretleri.
Cibal bölgesinde, Şadancan, Lazba, Madacan, Mazdanakan, Barhükmen, Hali, Cabarki, Cavani, Mustakan.
Suriye’de, Babila.
Musul ve Cudi’de Hıristiyan Kürtler (Yakubiler ve Curkan/Gurugan) .
Aynı yazar Tanbih adlı eserinin 88-91. sayfalarında Bazincanları, Naşaviraleri, Büzikanları ve Kikanları da Kürt aşiretleri olarak saymaktadır. (Kikanların Kalaç kökenli olduğunu önceki sayfalarda anlatmıştık.)
Bununla beraber Kürtlerin yaşadıkları yerler olarak da;
-Fars
-Kirman
-Sicistan
-Horasan’ın Rumunlar bölgesindeki Asadabat nahiyesinde Kürt köyü
-İsfahan’da Bazencan kabilesinin bir kısmı ve Kurd isminde Bayındır Sir şehri
-Cibal bölgesinde Mah Küfa, Mah Basra, Mah Sabazan (Masabazan) ,İki Igar (Karaç Abi Dulaf ve Burc)
-Hemedan
-Şehrizur’a bağlı Daraband ve Şamghan (Zimkan)
-Azerbaycan ve Ermenistan’da Aras sahilinde Kürtlerin kerpiç ve taştan yapılmış evlerde oturduğu belirtilmektedir.
Aranda, Barda şehrinin kapılarından birinin adı Bab-al Akrad’dır. İbn Miskavayhi’nin iddiasına göre, Rusların 943’teki istilası sırasında valinin emrinde Kürtler bulunmaktadır.
Bab-al Abvad’da ve El Sugur’da Kürtler yaşamaktaydı. (Abbasiler, Müslüman olup Anadolu’ya gelen Türklere Sugur adını vermişlerdir.) Mesudi’nin anlattığı yerler içerisinde günümüz Türkiye’sinde var olan bir şehir ve bölge sayılmamıştır.
Mesudi eserini yazdığı zamanda Kürtlerin, Guz (Oğuzlar) ve Karluk Türkleriyle birlikte yaşadıklarını belirtmektedir. Bu Türkler göçebe Türkler olan Guzlar ve Karluklar, Kirmanşah, Garş, Sicistan, Bust, Bestam, Kofs, Beluc, Cet’te yaşamışlardır.
Paris Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Messoud Fany, la Nation Kurde et Son Evolution Sociale adlı eserinde, “Bazı haritalara baktığımızda Kürdistan terimi tahrif edilerek, özellikle Türkiye’nin doğu vilayetlerinde bir Kürt yurdu meydana getirmek hedeflenmektedir. Hâlbuki Kürdistan kelimesi 10 asır evvel Ardelan, Kirmanşah, Hemedan ve Luristan bölgelerini belirtmek gayesiyle kullanılmıştır. Tüm eserlerde Kürtlerden ve Kürdistan’dan söz edildiği zaman, bugün İran toprakları üzerinde bulunan bu Kürt bölgelerinden haber verilmekteydi” şeklinde bir tespitte bulunmuştur. Bu tespit, aslında ortaya konmaya çalışılan hayali Kürdistan’ı ortaya çıkarmaktadır.
Minorsky’ye göre, Selçuklular zamanına kadar Araplarda Kürdistan adına rastlanılmamıştır. İlk Kürdistan tabiri 12. yy.’da hüküm süren son büyük Selçuklu Sultanı Sencer zamanında telaffuz edilmiştir.12. yy.’daki Selçuklu kayıtlarında o zamanki söylenişiyle “Kurdistan”, bugünkü söylemle “Kürdistan” adına rastlıyoruz. Sultan Sencer tarafından kurulan ve merkezi İran’ın Hemadan şehrinin kuzey batısındaki Bahar Kalesi olan Kürdistan eyaleti, günümüz İran toprakları içerisinde kalan, Zağros sıradağlarının doğusunda Hemedan, Dinavar ve Kermanşah vilayetleri arasını ve batısında ise Şehrizor (Süleymaniye) ve Sincar vilayetlerini kapsıyordu. 12. yüzyıla kadar bu bölge sadece “Cibalül Cezire” adı altında tanınıyordu. Dolayısıyla Sencer İran'daki Hemedan şehrinin batısındaki Bahar Kalesini merkez alan eyalete Kürdistan adını vermiştir.
Diğer kaynaklarda ise Kürdistan adından ilk defa bahseden Hamdullah Mustafa Kazvini olup, onun ifadelerindeki Kürdistan coğrafyası; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap ve Kuzistan ile sınırlı olup, Nüzhet'ül Külub adlı eserinde (14.yy) Kürdistan'ı 16 kasaba olarak şöyle sıralamıştır;
1-Alani: Aynı adı taşıyan önemli bir şehre sahip olan bölgenin iklimi güzel ve avı boldur.
2-Alişter: Vaktiyle burada Aruhş veya Ardehş adı verilen bir Ateşgede (Zerdüşt tapınağı) vardı.
3-Bahar: Yukarıda zikredilen kale.
4-Kuftiyan: Zap kıyısında bulunan ve civarında birkaç kasabası olan kale.
5-Derbend-i Taç Hatun: Küçük bir şehir.
6-Derbend-i Zengi: İklimi güzel ancak halkının tamamı hayduttur.
7-Dezbil:
8-Dinever: Üzümü ile ünlü büyük bir şehir.
9-Sultan Abad-ı Cemcemal: Bisütün dağı eteğinde, Muhammed Hüdabende Olcaytu (14.yy) tarafından kurulmuştur.
10-Şehrizor: Tarihçi Yakuta göre Zurben-Zohhak adlı birisi tarafından kurulmuştur.
11-Kirmanşah: Önceleri Karmisin adını taşıyordu.
12-Krend ve Hoşan adlı iki köy (Sincan’da Hotan adlı bir yer vardır National Geographic, Temmuz, 2002 sayısı) .
13-Kengüver: Kars’ül Lesus yani Haydutlar kalesi denilen şehir.
14-Mahideşt veya Maideşt: Elli yerleşim birimi birimini ihtiva etmektedir.
15-Hersim: Müstahkem bir kale.
16-Vestam: Büyük bir köy.
Burada da açıkça görüldüğü gibi 14. yüzyılda Kürdistan adı sadece İran topraklarındaki bir bölgeyi ifade etmekte kullanılmaktadır. Bütün tarihi ve coğrafi kaynaklarda, Kuzey Irak’ın batısı, Suriye ve Anadolu’da yaşayan Kürt varlığından ve Kürt halkından söz edilmemektedir. Yine önemli Ermeni kaynaklarından olan ve Urfa’da yaşayıp, İran-Irak ve Doğu ile Güneydoğu Anadolu Bölgesinin 952–1162 yılları arasındaki tarihini yazan Urfalı Meteos’un Vakayiname’sinde, Anadolu’da Kürtlerin varlığından kesinlikle bahsedilmemekle birlikte, Semerkant civarında Sultan Alparslan’ı, 1073 yılında öldüren kişinin bir Kürt olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla o zamanda Semerkant’ta Kürtler bir millet olarak anlatılırken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürtlerden bahsedilmemiştir. Tarihi kayıtların tamamında Ortadoğu’daki Kürt yurdu olarak İran ülkesi gösterilmiştir.
(Nahçivan haritası)
İstahri, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyayı, “Kürtler, Fars (İran) ’ta; Kirman, Horasan, İsfahan, Asadabad, Cibal Kufe, Basra, Sabadhan, Hemadan, Şiraz, Azerbaycan’da; Ermenistan’da; Arran’da; Suriye’de; Cezirede ve Çukurova’da otururlar” şeklinde sıralamıştır. Burada çizilen coğrafyada Türkiye toprakları içerisinde sadece Çukurova (Adana-Kilis) tarafları vardır.
İbn Haldun da, Fırat ile Dicle arasındaki toprakları Musul Ceziresi (Mezopotamya) olarak adlandırır ve Huzistan’ın doğusunda Ekrad (Kürtler) dağlarının bulunduğunu ve bu kısmın İsfahan’a kadar uzandığını, Kürtlerin barındıkları ve göçebelik ederek dönüp dolaştıkları yerlerin buralar olduğunu ve bu dağların Fars ülkesi kısmındaki parçanın Resum (Zemum) adını taşıdığını ifade etmektedir.
İranlı Nizamüddin Şami, 15. asırda Türk hükümdarı Timur’un seferlerine katılarak o günün tarihini yazmıştır. Bu eser o dönemdeki Türkistan, Irak, İran ve Anadolu’nun tarihini bilmemizde bize ışık tutmaktadır. Günümüzden 600 yıl önce yazılmış bu eserdeki kayıtlar Kürdistan coğrafyasını ortaya koymamız açısından önemli bilgiler içermektedir. Eserde, “…Timur’un askerlerinin Tebriz’e gelmekte olduğunu işiten Sultan Ahmet (Celayirli sultanı) bir haftadan fazla durmayarak Nahcivan güneyinden Kürdistan yolundan Bağdat’a kaçtı…” denmektedir.
Nahcivan, bugün küçük bir bölge olarak gösterilmişse de İran Azerbaycan’ındaki Azeri topraklarına verilen addır. Haritada görüldüğü gibi Nahcivan-Bağdat arasında İran toprakları var olup, Kürdistan denilen bölgede İran’daki bir coğrafya olarak zikredilmiştir.
Kitabın devamında ise, “…emir Timur göç ederek Hoy ve Salmas tarafına geldi. Emir, Kürdistan vilayetini Melik İzzettin’e verdi” denilmektedir. Hoy ve Salmas şehirleri günümüz İran topraklarında olup, Urmiye gölü çevresinde bulunmaktadır.
Nizamettin Şami, Emir Timur’un Bağdat eyaletini veliaht Emirzade Ebubekir’e tevdi ederken, “Oranın mülhakatı olan Kürdistan, Diyarbekir ve Mardin’den Vasıt, Basra ve Uyrat’a kadar olan yerler onun idaresine bırakıldı,” demektedir. Şerefettin Ali Yezdi de aynı hadiseden bahsederken, Mirza Ebubekir’in Bağdat’ı imar ettiğini ve Irak-ı Arap’tan Vasıt’a, Basra’ya, Kürdistan’a, Mardin’e, Diyarbekir’e ve Uyrat İli’ne (Musul’dan Bağdat’a kadar olan yerler) kadar olan yerlerin ona bağlı olduğunu, Kara Yusuf (Karakoyunlu Türkmenlerinden) ve Diyarbekir bölgesinin ise ona muhalefet ettiğini yazmaktadır. Burada da görüldüğü gibi Mardin ve Diyarbakır Kürdistan’dan ayrı bir yer olarak anlatılmıştır. Yine Diyarbakır ve Mardin arasında yerleşen ikinci bir Moğol Uyrat bölgesi var olup Uyrat İli adıyla anılmıştır.
Yine başta Selçuklulara bağlı Türk topluluklarının Anadolu’ya gelmelerinin öncesinde ve sonrasındaki Ermeni kaynaklarını incelediğimizde hiçbir Ermeni tarih ve coğrafya kitabında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt adında bir topluluğa rastlanılmamaktadır. Mitolojik çağdan 1071 yılına kadar olan zaman diliminde Ermeni tarihini anlatan ve 1947 yılında René Grousset tarafından kaleme alınan eserde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt varlığından bahsedilmemekte olup, Ermeni tarihinde Kürt adına ancak 868 tarihinde rastlamaktayız. Ermeni kaynaklarında, Kürtlerin yaşadıkları alanlar olarak Urmiye gölünün güneydoğusu gösterilmiştir. Ermeni kayıtları, tıpkı Selçuklu, Gürcü ve Arap kayıtları gibi Kürtleri Irak ve Anadolu’da değil de İran’da ve K.Irak’ın doğusunda yaşayan bir topluluk olarak ifade etmiştir.
Nikitin’e göre, Moğol istilası sırasında ise Kurdistan dağlık Zağros bölgesini kapsıyordu. Kurdistan’ın merkezi olan Bahar bu zamanda önemini kaybetmiş ve yerini Sultan Abad-ı Cemcemal almıştır.15. yy.’da ise Safevilerin tahta çıkması ile Kurdistan eyaleti küçülmüş ve Hemadan ve Luristan bu eyaletten ayrılmıştır. Bu dönemden sonra Kurdistan merkezi Senneh (Senandac) olan Ardelan bölgesine verilmiştir ki burası yukarıda dediğimiz gibi Ardelan, İran Azerbaycan’ının güneyi ile günümüz Bağdat’ının doğusundaki Kermanşah arasındaki bölgeyi kapsamıştır. Burada Kürdistan bölgesinin daralmasındaki ana neden Safevi devleti ile birlikte Türkistan’dan ve özellikle de Anadolu’dan Türkmen ve diğer Türk unsurların İran’a, başta Hemadan, Kermenşah ve Azerbaycan’a yerleşmeleridir. Bu zamanda Türkmen boyları akın akın Kurdistan denilen bölgeye yerleştirilmiş ve Kürt bölgelerini ellerine geçirmişlerdir. Böylece bölgede çoğunluk olan Kürtler, Türkmen, Oğuz, Kalaç, Avşar v.b. Türk gruplarının gelişiyle azınlığa düşmüşlerdir.
Ebu Bekr-i Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserinde; Karakoyunluların Azerbaycan,
kürdoloji
10.08.2009 - 09:01Irak-ı Arap, Kazvin, Hemadan sınırına kadar olan bölge, Diyarbakır, Erzincan, Tercan, İspir, Giresun Şebinkarahisar’a kadar olan yerler, Kürdistan, Mardin, Mezrin, Musul, Sincar, Siirt ve 32 Kale, Süleymani ve Zikri Kürtlerinin oturduğu Bitlis’in Hizan bölgelerinde hüküm sürdüklerini, Akkoyunluların ise ilk etapta Kemah, Ergani, Diyarbakır’da beylik yönettiklerini aktarmıştır. Dolayısıyla Kürdistan terimi günümüz Türkiye’sinin dışında İran’da bir alan olarak sıralanmıştır. Türkiye’de ise sadece Bitlis ilinde bir zümre Kürt’ün yaşadığı anlatılmıştır.
Carsten Niebuhr “Arabistan ve Komşusu Ülkelere Yolculuk” isimli eserinde Kürdistan’dan bahsederek, Kala-Tehelon şehrinin Osmanlı sultanına bağlı Kürdistan’ın en büyük ili olduğunu, Kürdistan’da yaşayanlara Soran dendiğini, Soranların ise Böbbelerin bir uzantısı olduğunu belirtmiştir. Günümüzde ise Soranlar Kuzey Irak ile İran sınırında ve Celal Talabani’ye bağlı olan bir alandır. Halkına da Soranlar denir. Niebuhr, Kürtleri Soran olarak anmış ve yaşam alanlarını da K. Irak olarak göstermiştir.
Ebu Bekr-i Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserinde, “1452 yılında Timurlu Devletinin Sultanı Şahruh Mirza, Karakoyunlular üzerine hareket edince Karakoyunlu Cihanşah Mirza Şiraz’dan İsfahan’a gelmiştir. Sultanın öncü birliklerinin kendisini takip ettiğini gören Cihanşah İsfahan’dan batıya, Kürdistan’a geçmiştir” şeklinde kayıt bulunmaktadır. İsfahan’ın batısına bakıldığında ise bahse konu bölgede Hemadan şehrinin olduğu görülmektedir. Dolayısıyla tarihte Kürdistan olarak zikredilen bölgenin burası olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Yine aynı eserde Şahruh Mirza ölünce yerine oğlu Muhammed Mirza’nın geçtiği yeni sultanın Kürdistan’dan Kum şehrine geçtiği belirtilmektedir. Kum şehri İran’da olup Kürdistan’ın sınırı Hemadan şehrinin 200 km doğusundadır. Ebu Bekr-i Tihrani’nin eserinde Rum sultanı Fatih Sultan Mehmet’in Ermeni diyarına hareket ettiği anlatılmaktadır. Burada anlatılan yer Sivas’tan başlayıp Diyarbakır’ı içine alan Kuzey Doğu Anadolu’dur. 1464 yılında Suriye Memlüklülerinin kalelerinden Gerger, buraya göç eden Bazkiye Kürtlerce ele geçirilmiştir. Bu durum Memlüklülerin tepkisini çekince Kürtler sayıca çok az olduklarından ve kaleyi savunmaya güçleri yetmediğinden, kaleyi Akkoyunlu Uzun Hasan’a devretmişlerdir. Türkmenler Gerger’i ellerine geçirmiş ve Kürtleri bu memleketten uzaklaştırmışlardır.
1468 yılında Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan başkenti Diyarbakır’dan çevre ülkelere mektuplar ve elçiler göndermiştir. Elçilerin gittikleri yerlerden birisi de Kürdistan’dır. 15. yy’da Diyarbakır’da Kürt varlığından söz edilmemektedir.
Daha öncede andığımız gibi Bitlis’in güneyinde Kürtlerin varlığından bahsedilmektedir. Bu Kürtlerin Reisi Hasan Ali adında birisidir. O tarihte Kürtler Bitlis bölgesinde iki aşiret olarak yaşamakta olup, sonradan Türkmenlerle karışık yaşamaya başlamışlardır.
1468 Karakoyunlulardan Ebu Yusuf Mirza tahta geçince Karakoyunlu emirleri Hemadan’a hareket etmiştir, buraya geldiklerinde Lur-i Kuçek şehri hâkimi Şah Hüseyinin Hemadan’a hücum ederek Baharlu ulusuna saldırmış ve onları yağmaladıklarını görmüşlerdir. Bu nedenle emirler, Şah Hüseyin’e saldırıp 500 adamını öldürmüşler ve Şah Hüseyin de kaçmak zorunda kalmıştır. Hemadan, tarihte Kürdistan’ın başkenti olarak zikredilmiştir. Ama burada da görüldüğü gibi bu şehrin halkının daha sonra Baharlu Türklerince de yurt olarak sahiplenildiği ortaya çıkmaktadır.
1518 tarihinde oluşturulan eyalet sisteminde Diyarbakır eyaletine bağlı iller ise; Amid, Mardin, Sincar, Birecik, Urfa, Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapkir, Kığı ve Çemişgezek illeridir.1526 tarihinde ise Musul, Hana, Hir, Deyr ve Rahbe de bu eyaletin sınırları içerisine alınmıştır. 1518 tarihinde Musul, Ana, Hit, Dyr, Rahbe, Hasankeyf ve Siirt’in de bu eyalete bağlı olması gerekmektedir. Lakin elimizde bu yönlü bir kayıt yoktur. Kürdistan ise bu eyaletin dışında, İran’ın bir bölgesi olarak zikredilmiştir.
Osmanlı döneminde Kürdistan adı verilerek yazılan fermanlar sayesinde bu coğrafya ile açıklanan yerlerin neresi olduğunu anlayabiliriz. Kanuni Sultan Süleyman’a ait 18.10.1525 tarihli fermanda; ”Akdeniz’in ve Karadeniz’in Rum-Elinin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilayet-i Zülkadriye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’în ve Mısır’ın…”denilmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın 01.08.1553 tarihli başka bir fermanında şu ifadeler yer alır: “Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Şam ve Halep ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilayet-i Zülkadriye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Van’ın ve Budin ve Tamışvar vilayetlerinin…”
Sultan I.Ahmet’e ait 20.05.1604 tarihli fermandaysa şunları görürüz: “…Haremeyn-i şerifeyn hadimi ve Kuds-i mübarekin hami ve hâkimi ve Rumeli ve Tamışvar ve Vilayet-i Bosna ve zigetvar ve vilayet-i Anadolu ve Karaman ve eyaleti İmadiye (Hakkâri’nin güneyi) ve diyar-ı Arabistan ve umumen Kurdistan ve Kars ve Gürcistan ve Demirkapı… Zülkadriye ve Şehr-i Zor (Süleymaniye) ve Diyarbekir ve Halep ve Rum ve Çaldır ve Erzurum ve Şam...” Bu fermanlarda Kürdistan denilen yer; Şam’ın, Diyarbakır’ın, Azerbaycan’ın, Van’ın, Kars’ın, Erzurum’un, Süleymaniye’nin, Hakkâri’nin güneyindeki İmadiye’nin dışında olan bir yerdir. Burada da görüldüğü üzere bu dönemde Kürdistan olarak yine Irak ve İran sınırındaki Zap’ın doğusu ve İran topraklarının kuzey batısındaki Urmiye gölünün güneyi tarif edilmektedir.
1609 tarihinde Şah Abbas, Silsüpür Türkmenlerinden Halil Beyi sultanlık unvanı vererek onu Kürdistana göndermiştir. Bu sultan Urmiye’ye yakın Dumdum kalesinin fethine iştirak etmiştir. Bu arada Kürdistan denilen yer Türkiye’den hiçbir alanı kapsamamaktadır.
18. yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Maraş, Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Kars, Van, Rakka eyaletleri mevcut olup daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi Kürdistan adlı idari ve coğrafi bir bölüm söz konusu değildir.
Osmanlılar Irak’ı aldıklarında Musul, Erbil ve Kerkük şehirleri de Osmanlıların eline geçmiştir. Bu dönemin eserlerinde Kuzey Irak’ta Türkmen ve Türk nüfusu çoğunlukta bulunurken, Arapların ve Kürtlerin sayıca az oldukları vurgulanmıştır.
Şemsettin Sami, 1802 yılında yazmış olduğu Kamusu’l A’lam adlı eserinde (el-Cezire, s-3) Musul eyaletini şöyle anlatmaktadır. “…hemen hemen her tarafı nehirle çevrilmiş olan bölge doğuda Kürdistan, güneyde Irakı Arap, batıda Şam çölü yani Halep, kuzeyde Anadolu ve Van bölgeleri ile sınırlıdır.” Bu ifadeye göre günümüzden 100 yıl önce dahi Musul, Van ve Güney Doğu Anadolu Kürdistan toprakları içerisinde değildir.
Nikitin Kürtlerin 18. yy.’da Kerkük, Erbil, Köysancak, Karaçolan, Revanduz ve Harir’de yaşadığını söylemektedir. Bu bölgelerin adının Türkçe oluşu ve Irak ile İran ülkesinde bulunmaları da Kürt yöresini bizlere anlatmaktadır.
Kürdistan konusunda en enteresan bilgi, yine Nikitin’in Kürtler adlı eserinde mevcuttur. Nikitin’e göre Kürtlerin anayurtları Botan ve Zağroslar’dır. Nikitin Sivas’a kadar, şimdiki söylemiyle Kürdistan topraklarının varlığını açıklayamadığından, Hoybun örgütünün bir bildirisine dayanarak kendince bir tez ileri sürmüştür. Nikitin’e göre Kürtler İran’da yaşarlarken, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin içerisinde kalan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yerleştirilmişlerdir. Bu cümle Anadolu’da Kürdistan diye ülke oluşturma niyetinde olanların gayretlerini göstermektedir. Hiçbir tarihi vesika böyle bir göç olayını anlatmamaktadır. Dahası 80 yıl önce olacak böyle büyük bir hadisenin hiçbir devletin arşivinde olmamasıdır.
Anadolu’ya hiçbir zaman Kürdistan denilmemesine karşın 1842 yılında Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı ve yabancı danışmaların yönlendirdiği yeni idari düzenlemeler Türk siyasi hayatına yeni idari terimler getirmiştir. Bunlar arsında 1847 yılında Kürdistan vilayeti ile 1850 yılında Lazistan Sancağının kurulmasını vurgulayabiliriz.
Özoğlu’da, “Kürdistan terimi coğrafi bir alandan ziyade Osmanlıda ve öncesinde idari bir alanı tarif etmek amacıyla kullanılmıştır. Selçukluda da bu böyledir” diyerek gerçeği itiraf etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda 1847 yılında yabancı baskılarla kurulan Kurdistan eyaletine, ertesi yıl Van, Muş ve Bitlis illeri Kürdistan’ın alt vilayetleri olarak dahil edilmiş, 1849 yılında ise bu illere Hakkâri-Dersim ve Diyarbakır eklenmiştir. Görülüyor ki bu eklemeler baskılarla olmuş, yabancıların baskıları Osmanlıyı 150 yıldır devam edecek zor bir sürece sokmuştur.
Kürdistan coğrafyası ile ilgili olarak Avrupa’daki haritaların yetersiz olduğunu belirten M. Fany, batılı yazarların Kürdistan’ı değişik adlarla zikrettiklerini, Kürdistan terimini tahrif ederek (bozarak) , özellikle Türkiye’nin doğu vilayetlerinde bir “Kürt yurdu” meydana getirmeyi amaçladıklarını vurgulamaktadır.
Avrupalı seyyahlar, dini misyonerler ve bilim adamları Kürtleri ve Ermenileri Türklere karşı tahrik etmek için yıllarca uğraşmışlardır. Bu gaye ile hayali Ermenistan ve Kürdistan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisine yerleştirilmeye çalışılmıştır. Şimdiye kadar Rusların sınırları içerisinde bulunan ananevi Ermenistan diyarının büyük bir kısmını ve İran’da bulunan gerçek Kürdistan’ı talep etmedikleri gibi, sürekli Türkiye topraklarına hedeflemişlerdir. Bu durum dahi amacın Kürdistan oluşturmaktan ziyade, yüzyıllarca dünyaya adaleti öğretip, Ortadoğu’nun koruyuculuğunu yapan Türkleri etkisizleştirmektir.
İyilikten maraz doğar demiş atalarımız. Tarihin hiçbir döneminde yurt edinmemiş ordan oraya sürülenlere acı getir yurt edinmelerini sağla 300-500 sene sonra seni kovmaya kalksın. Kürtler beraber yaşadıkları tüm milletlere ihanet etmişler İranlılara, ıraklılara, Türklere eminim bu karakter başka kimsede yoktur Kürdistan varmış. Kürtler devlet kurmak köklerini araştırmak tarihten izler bulmak istiyorsa gitsin oralarda arasınlar. Kimse kimseye avanta toprak falan vermez. Bu böyle biline.
Türk Kültürü
04.08.2009 - 15:11TÜRÜK BİL KONFEDERASYONU
TÜRÜK BİL Konfederasyonu’nun yapılanması, yeni hükümdar İÇUUM APAM BUUMİN İSTEMİ’nin M.Ö. 879 yılında başkenti İDİL-URALLAR’daki UÇUŞ BAŞI’na nakletmesiyle başlar... İL ETİRİŞ KAĞAN, başkenti M.Ö.779’da URKUN BOLIK’a (ORHUN) taşır. TÜRÜK BİL konfederasyonu’nu oluşturan devletler ise
şunlardır:
- ÖTÜKİN YIŞ (ana devlet) ,
- ES-TABİGAÇ (orta çin Hanlığı, ÖTÜKİN YIŞ’a dahil)
- ALTUN YIŞ (ALTAY devleti) ,
- YİR BUYURGU YİR (Kuzey kabileleri)
- UCUĞUY YIŞ (IÇKI TÜRKİSTAN devleti) ,
- ÖKÜGİMİN YIŞ (URAL devleti) ,
- BU TÜRÜK BİL (BERİ TÜRKİSTAN devleti)
- OK-UDURİKİN YIŞ (KORE ve MANÇURYA’daki devlet, başkenti UŞUNTİN BOLIK,
daha sonra HAN BALIK olmuştur, şimdiki PEKİN)
- UŞUNTİNG UYUZ (GÜNEY ÇİN Federasyonu, (uy-maktan UYUZ..)
- TÜRGİŞ
- ÖK-İRİGUN US-OK UŞUN (MESSAGET krallığı, bir İSKİT kolu)
O dönemde esas ÇİNLİLER, TABGAÇ BUDUN (barbar kavim) olarak güneybatıda yaşamaktadırlar. ÇİN’de yazı C. HOPKINS’e göre M.Ö. 3000’lerde, T. DE LACOUPERIE göre M.Ö. 2300’de bulunmuştur. Son tesbitlere göre M.Ö.1700’lerdedir... E. EKREM Hacettepe Üniversitesi için hazırladığı doktora tezinde “TÜRK kavimlerinin M.Ö.2600-M.S.318 tarihleri arasında ÇİN’de bulunduklarını” yazar.,, Bu bilgiler ÇİN ALFABESİ’nde neden 41 adet PROTO-TÜRKÇE tamga bulunduğunu açıklamaktadır.
TÜRÜK BİL Konfederasyonu’nun 1400 yıllık egemenliği süresince 5 AT-OĞ (hanedan) hüküm sürmüştür. KAĞAN adlarından bazıları şunlardır:
- İÇUUM APAM BUUMİN KAGAN İSTEMİ (M.Ö.. 879-822)
- İNİŞİ KAĞAN
- OĞLİ KAĞAN
İKİNT AT-OĞ (2. Hanedan)
- KANİM İL-ETİRİŞ (M.Ö.565-538)
- KANGİM KÜL BİLGE KAĞAN (M.Ö.536-525)
- ÖKÜL TİGİN (M.Ö.524-514)
- 2. KANGİM TÜRÜK BİLGE KAĞAN (M.Ö.512-494)
- 2. EÇİM KAĞAN (M.Ö.488-?)
ÜÇÜNC AT-OĞ (3. Hanedan)
- 3. TENGRİTİĞ TENRİDE BOLMİŞTÜRÜK BİLGE KAĞAN (M.Ö.356-?)
- BENGİGÜ KAĞAN
TÖRTİNÇ AT-OĞ (4. Hanedan)
- TENRİDE KUT BULMUŞ ALP BİLGETENRİ UYUĞUR KAĞAN (? -M.S.318)
- 4. EÇİM KAĞAN
- 4. KANİM KAĞAN
BEŞİNÇ AT-OĞ (5. Hanedan)
- 5. KANİM KAĞAN (? -M.S.536)
- KÜL TİGİN (M.S.544-575)
- NİNÇU APA OYURİĞİN TURGAN (M.S.576-?)
NİNÇU APA OYİRİĞİN TURGAN’ın KAĞAN olması ile Konfederasyon AT-OY BİL dönemindeki gücüne ulaştı. M.S. 641’de HAZAR ve OK-UŞUY (İSKİT) TÜRKLERİ’nin birleşmesi ile OZUM ON-OK (Federe HAZAR) devleti kuruldu. Devletin başkenti İDİL idi. Bu devletin egemenlik alanı KAFKASLAR, KUZEY KARADENİZ, TURLA OGİZ (Dinyester) ile OZU ÖGÜZ (Dinyeper) arasından İTİL ırmağına, KİEV’den MOSKOVA’nın güneyine kadar idi.
Bu devletin halkı 7. Asırdan itibaren MUSEVÎ oldu. 1016’da devletin yıkılmasıyla bu TÜRK MUSEVİLERİ bütün AVRASYA’ya yayıldılar. KARAYİM ve KARAİT TÜRKLERİ’ni oluşturdular.
675 yılında VOLGA bölgesinde yaşıyan BUY-URUKLAR’ın (Bulgar) bir kolu TUNA’yı aşarak şimdiki BULGARİSTAN bölgesine yerleştiler.
840 yılında ilk TÜRK-MÜSLÜMAN devlet olan KARAHANLILAR (İLEK HANLAR) devleti kuruldu. Çinliler bu boyun T’UÇÜE AŞİNA dedikleri KARLUKLAR’dan geldiğini yazarlar. Devleti kuran BUĞRA KARA HAKAN ünvanlı BİLGE KÜL KADİR HAN idi.
KARLUKLAR ise 744-840 arasında UYGUR federasyonuna girmişler ve TÜRKMEN adını almışlardı. UYGUR TÜRKLERİ liderliğindeki Federasyon zayıflayınca, KARLUK YAGBUSU kendini “bozkırların hâkimi” ilan etti. Ve “Büyük Hakan” anlamında KARA HAKAN ünvanını aldı. Hatırlatalım ki, KARA kelimesi “siyah” anlamında değildir, OK-ARA’dan gelmektedir. Yani yaradılıştan beri varolan OK TÜRKLERİ ARASINDA demektir. Böylece KARLUK YAGBUSU, “bütün TÜRKLER’in Hakanı” olduğunu ilân etmiş oluyordu! .. ALTAY TÖRESİ’ne göre devlet ikiye ayrıldı. Doğu bölgesinin hâkimi ARSLAN KARA HAKAN diye anılıyordu. Başkenti KARAORDU idi. Batı bölgesinin hâkimi ise BUĞRA KARA HAN diye anılıyordu. İşte bu Batının ilk hakanı BİLGE KÜL KADİR HAN, ilk Müslüman TÜRK devletinin kurucusu oldu.
879’da NORMANLAR’dan RURİK’in YANGA KAL’A (Ninji Novgorod) şehrinde bir prenslik kurması ile şimdiki Rusya’nın temeli atılmış oldu... Bu devlet önce bölge TÜRKLER’ine, sonra da OSMANLI DEVLETİ’ne rakip olarak büyüdü, gelişti. Aynı tarihlerde İSKANDİNAV asıllı ASKOLD da KİEV’de bir prenslik kurmuştu. RUS-BEYAZ RUS ayırımı buradan gelir.
RUSLAR’ın hükümdarları için kullandıkları ÇAR kelimesi, aslında PROTO-TÜRKÇE’de kral anlamına gelen ÇUR’dan gelir. Bu kelime İSKİTLER aracılığıyla (CAERE-ÇERE) İTALYA’ya gitmiş, ROMA İMPARATORLUĞU’nda CEASAR (Sezar) olarak kullanılmış, ve RUSLAR tarafından TZAR kelimesine dönüştürülmüştür.
900’lerde ASYA’daki BOY-URUKLAR (Orak Bulgarları) Konfederasyon yönetimine hâkim oldular. 976 yılında UÇUŞ BAŞI’da para bastırdılar.
1236’da OK-UŞUY ve ISUB-URA BİL’den oluşan DEŞT-İ KIPÇAK devleti, CENGİZ HAN ordularına yenildi. 1237’de ÖKÜGİMİN YIŞ (Oral Bulgarları’nın devleti): yine 1237’de ON-UYUĞUR YIŞ (Kazan Tatarları’nın devleti) 1238’de OĞUZLAR (KASİM ve OKA TATARLARI) yenildi. Aynı yıl ALTIN-UR (That ili, ALTINORDU diye bilinen devlet) ÖTÜGİN YIŞ’a (geçerli anayasa) göre kuruldu... Bu devlette TÜRK-MOĞOL soyundan 25 HAN hüküm sürdü. Rusların baskısı ile zayıfladı ve 1505’de silindi gitti.
1395’de DEŞT-İ KIPÇAK (OK-UŞUY ve ISUB-URA BİL) , yine bir TÜRK HAKANI olan TİMUR’a yenildi ve yıkıldı.
1436’da ALTIN-UR devletinin hakanı ULUĞ MUHAMMED HAN, mevcut anayasanın (ÖTÜGİN YIŞ) yürümediğini görerek, BİR OY BİL Konfederasyonu’nu yeniden canlandırmak için KAZAN HANLIĞI’nı kurdu. HAN armasında binlerce yıl öncesine ait UŞ(HAN) tamgası vardı! ..
Ne yazık ki, binlerce yıllık TÜRK TARİHİ’nin belgelerini muhafaza eden KAZAN KÜTÜPHANESİ, 1552 yılında RUS ÇARI KORKUNÇ İVAN tarafından yakıldı! ..
YIŞ kelimesi “anayasa” demektir. UYUŞ’tan gelir ki, “uyuşturan, birliği sağlayan kurallar” anlamındadır...
Bazı TÜRK devletlerinin adında kullanılmasının sebebi, TÜRK TÖRESİ’ne göre kurulduğunu, “ileri seviyede bir organizasyon” olduğunu belirtmek içindir.
YIŞ kelimesi “ağaç” olarak alınmış, ve ORHUN KİTABELERİ'ndeki ÖTÜGİN YIŞ ifadesi, “ Ötügen Ormanları” şeklinde tercüme edilmiştir ki, son derece yanlıştır. Bir milletin darda kalınca ormana kaçması düşünülebilir mi? .. Orada kastedilen 'darda kalınca ANA DEVLET'e, TÜRK TÖRESİ'ne sığın' anlamındadır! . Kaldı ki, kitâbelerde sefer yapıldığında sık sık başka 'yış'lara girilir. Bunların hepsinin orman olması mümkün değildir. Diğer TÜRK devletleri kastedilmektedir.
1449’da GİRAY HAN, KIRIM HANLIĞI’nı kurdu. KIRIM HANLIĞI bir süre sonra OSMANLI DEVLETİ’ne bağlandı. 1800'lerde Ruslar'ın eline geçti.
ASYA’da kurulan diğer HANLIKLAR, 1800’lerde RUS yayılmacılığı sonucu birer birer yıkıldı.
Toplam 40 mesaj bulundu