'Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış.'
________________________________________________
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
Yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir.1876'da Bitlis'in Hizan kazâsına bağlı İspârit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş,23 Mart 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kabiliyetleriyle çok küçük yaşlardan îtîbâren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzalarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, ' Bediüzzaman, ' 'çağın eşsiz güzelliği' lakabı ile anılmaya başlamıştır.
Said Nurî medrese eğitimiyle dînî ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamıştır; bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarûri ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Bediüzzaman, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul'u çalkalayan hürriyet ve meşrûyet tartışmalarına katılmış; meşrûtiyete İslâm nâmına sahip çıkmıştır.1909'da patlak veren 31 mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hâdiseden sonra İstanbul'dan ayrılarak şarka dönmüştür.
Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta birçok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya'da esâret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul'a dönmüştür.
İstanbul'da devlet ricâlinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü'l-Hikmeti'l-İslamiye âzâlığına tâyin edilmiştir. Bu devrede, resmî vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul'un işgali sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını bozmuştur. Kezâ, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu'daki kûva-yı milliye hareketini 'isyan' olarak vasıflandıran şeyhülislam fetvâsına karşı, mukâbil Millet Meclisinin takdirini kazanmış ve Beziüzzaman bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara'ya dâvet edilmiştir.
Bu mükerrer dâvetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara'ya gelmiş ve Mecliste resmi bir 'hoşâmedî' merâsiminde karşılanmıştır. Ankara'da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mîmarlarını İslâm şeâirine sahip çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal'le birkaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umûmi vâizliği, milletvekilliği ve Diyânet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van'a dönmüştür.
O sıralarda çıkan şeyh Said hâdisesiyle hiçbir ilgisi olmadığı, hattâ öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Sais'i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman hâdise sonrasında, Van'a ikâmet ettiği uzlethânesinden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada 'mânevi cihad' hizmetini başlatmış, biribiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmânını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000'i i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935'te Eskişehir,1943'te Denizli,1947'de Afyon,1952'de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netine alınamamış, ancak Bediüzzaman yine rahat bırakılmamış; Kastamonu'da, Emirdağ'da, Isparta'da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman, buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur külliyatını tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Kur'an-ı bu asrın idrâkine uygun ve iknâ edici bir üslûpla izah ve ispat eden ve vehbî olarak, ilhâmen kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatının en güzel meyvesidir.
________________________________________________
Eserlerinden Bazıları:
Asayı-Musa Barla Lahikası
Mektubat Kastamonu Lahikası
Lemalar Emirdağ Lahikası
Sozler Sikke-i Tasdik-i Gaybi
Tarihçe-i Hayat Mesnevi-i Nuriye
Şualar İşarat-ül I'caz
Muhakemat İman ve Küfür Muvazeneleri
________________________________________________
ayrıca bkz.
www.sozler.com.tr/TR/bottom.htm
www.yeniasya.org.tr/
www.kimkimdir.gen.tr
www.saidnursi.com/turkce/hayati.html
www.geocities.com/barlanur22/hayati.html
isale-inur.8m.com/
vb.
________________________________________________
'Ahirette seni kurtaracak eserler bırakmadığın takdirde dünyada bırakmış olduğun eserlerede kıymet verme..'
'Nefsini suçlayan kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, bağışlanma diler. Bağışlanma dileyen Allah’a sığınır. Allah’a sığınan şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse affa müstehak olur.”
________________________________________________
Esasında 'gerekçesi ve kullanımı önemli, yoksa kötü sonuçlara sebeb olabilir' diyerek kısaca değinmiştim ama evet psikoloji de özel olarak' kısa süreli grup terapileri' konusuna girer.
Bu konuda çok bilgim olmadığımdan www.psikolog.org.tr/kitap/ksgt_contents.htm web sayfasında bahsedilen ilkeleri ve teknikleri şıklar halinde aktarabilirim ancak:
- “Şimdi ve Burada”nın Mantıksal Temeli
- “Şimdi ve Burada”nın Gerekçesi
- “Timdi ve Burada”nın İki Aşaması
- Hastahanede Yatan Hastalarla Yapılan Kısa Süreli Gruplarda “Şimdi ve Burada”nın Kullanımı İçin Bazı Özel Öneriler
- Gruptaki Tuhaf, Ortamı Bozucu Davranışların, Grup İçi Etkileşime Hizmet Eder Biçimde Kullanılması
- ve Sonuç
Tahminimce bireysel vizyonun belirlenmesinde etkili bir teknik...
Yine de bu konuda geniş bir bilgisi olan daha iyi bilgi verebilir... Bana, aşağıda belittiğim gibi, daha çok latince olarak kullanılan anlamını çağrıştırıyor... Tabi bu da benim psikolojim :)
Matematikçiler, pi sayısı ve benzeri matematiksel sabitlerin hangi kurala göre ortaya çıktığına dair yeni bir araştırma yaptılar. Yapılan açıklamada pi sayısının hiçbir zaman kendini tekrar etmediği ve tamamen tesadüfi bir sayı olduğu belirtildi. Bu kuralın matematiksel sabitler için de geçerli olduğu açıklandı. Yapılan bu açıklamayla, matematiksel sabitlerin ve irrasyonel sayıların belli bir kurala göre, yani belli bir sıklıkta ve belli ortalama değerlerde olamayacağı anlaşılmış oldu. Bu ispatın bir başka önemli sonucu da sayı teorisinin ilk defa kaos teorisiyle ilişkilendirilebilmesi oldu.
Şüphesiz ki, pi sayısı, en ünlü sayılar arasındadır... Pi sayısı, çemberin çevresinin, çapına oranıdır. Tüm çemberler için bu oran sabittir. Pi sayısını ünlü yapan, sayının irrasyonel bir sayı olması, hatta, irrasyonel sayılardan da öte bazı özelliklerinin olmasıdır.
Bence ünlem işareti olmadan kendini vurgulayan, üstüne basarak kendini belli eden ve de insanı gaza getirebilecek bir söz. Right here, right now gibi sanki hemen diye bağrıyor... Bir yandan meydan okurken diyer yandan da davet ediyor. Yerinde ve zamanında söylenirse halkları ayağa kaldıracak güce sahip... Ama her güç gibi gerekçesi ve kullanımı önemli, yoksa kötü sonuçlara sebeb olabilir.
Şimdi ve burada olmasa bile bir gün ve bir yerde elbette karşına çıkacak diye de uyaran bir yapıya sahip. Lakin şimdi ve burada diye başlayan politikacıların yalan vadeterini de duyar gibiyim acaba kaç defa bu lafla insanlar kandırıldı?
Tabi sözün içersindeki iki kelime de sıradan anlamları ile kullanılırsa anlam basitleşir... Bana çağrıstırdıkları ise Hic Et Nunc olarak deyimsel anlamıdır.
Latince bir terim olan Hic Et Nunc, olayların ve nesnelerin mekan (yer, uzay...) ve zaman yönünden açık ve kesin olarak sınırlanmış veya kararlaştırılmış olduğunu göstermek icin kullanılır. Daha çok anlaşılmaya varılmayan konularda kişilerin kararlı (emin, kesin) olduklarını göstermek için teoriye de pratiğe dayandırılmasına gerek duymadıkları tavır.
Mecazi anlamda düşünce, niyet, maksat ve tasavvur anlamına gelen bu kelime yapı, eser, hareket, yapmak-etmek gibi istelinen işlerin gerçekleştirilmesi için uyulan ve tasarlanan düzene denir. Sinemada çekim anlamına da gelen plan yapılması istenen bir şeyin düşüncede, kağıtta ya da konuşmada aldığı biçimdir.
Hayvanların bile avlarını yakalamak için yaptığı bu iş eğer olasılıkları göze alınmadan yapılırsa düşmanla savaşarak değil, soğukdan donarak ölen askerlerin durumuna benzer...
Yaradılış da bir plandır, yanlışım yoksa derler ki yaradılıştan önce Allah düşündü, planladı ve uyguladı ve devamını sağladı... Bize verilen bu yeteneği doğru bir biçimde uygulamak yine bize verilen duyular gibi yeteneklerimizi iyi uygulanmasıyla olur. Bu açıdan, plan kelimesi bana bir fıkrayı çağrıştırdı:
Yeni akıl hastanesinde deliler bir araya gelip kaçış planı yaparlar. Elebaşları planı anlatır: Büyük bir kütük bulup ilk önce 1. kapıyı,2. kapıyı ve daha sonra 3. kapıyı kıracağız ve herkes başının çaresine bakıp kaçacak. Sabah olunca bir kütük bulurlar doğruca 1. kapıyı kırarlar,2. kapıya koşup onu da kırdıktan sonra 3. kapıya yönelirler.3. kapının açık olduğunu gören elebaşları der ki: Arkadaşlar plan bozuldu geri dönün.
Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde
halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak
zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman
gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır. (Babayef, Nâzım Hikmet, ss.140-141)
Dünyalara değişemem sandığım
Bahçelerden çiçekleri çaldığım
Onun için ateşlere yandığım
Bir zalimin ihanetiyle yandım
Dağlar, dağlar
Geceleri benim için kim ağlar
Bu gece ben ölmezsem ölmem ölmem hiç bir vakit
Dağ gibi bir yiğide kıydı geçti sanki vakit
Ne demeli şu zalime kal bu gece kal yada git
Azrail'im şu canımı al bu gece al yada git
Güvendiğim şu dağlara kar yağdı
Ayrılık pusuda kaldı gün saydı
Azrail'im şu canımı alsaydı
Bir zalimin ihanetiyle yandım
Dağlar, dağlar
Geceleri benim için kim ağlar
Bu gece ben ölmezsem ölmem ölmem hiç bir vakit
Dağ gibi bir yiğide kıydı geçti sanki vakit
Ne demeli şu zalime kal bu gece kal yada git
Azrail'im şu canımı al bu gece al yada git
Olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayalî söylencelere, hikayelere, yazıtlara ve arkolojiye dayanan Mitoloji geçmişe ışık tutar. Bu ışıktan yararlanmak tabi ki bizim elimizde. Düşünsenize, Tolkien kendi ülkesinin mitolojisi olmadığı için, bu boşluğu doldurmak için Orta Dünya adlı fantastik bir dünya yaratmış. Yaradılışa kadar olan efsanelerimize, destanlarımıza, hikayelerimize bakıyorum da ne kadar şanslı olduğumuzu görüyorum. Diğer mitlojilere göre sade olan mitolojimiz gurur kaynaklarımızdandır. Ve de İslamyet'e olan yakınlığı ile nasıl müslüman olduğumuz sorularını çok kolay cevaplıyor...
Kimliğimizi ve tarihimizi daha iyi anlamamız için elimden geldiğince türk mitolojisine ait efsaneleri nedire bölümüne aktarmaya çalışacağım.
Sadece türk mitolojisi olarak da ayırmamız lazım. Anadolomuz mediyetlerin doğdu yer olunca bize bırakılan mirasların değerini bilmemiz gerekiyor.
Amacım dinimize bidat sokmak değil. Mitoloji tamamen efsane bilimidir... On binlerce yıla dayanan hikayelerden gerçeklik beklemek zaten saçma olur. Ama altın çamura düşmüş diye çöpe atmamamız gerekir. Bilim yani inceleme konusu olan mitoloji Hilmi Yavuz'un dediği gibi 'Dünya'yı açıklayan ve temellendiren hiçbir düşünce irrasyonel olamaz'. Yobazlar ve dar kafalılar ne kadar üstlerine beton dökmeye çalıssa da duyarlı olan kişiler ne demek istediğimi anladıklarına eminim.
Mitlerin, doğuşlarını, anlamlarını yorumlayan, inceleyen bilim olan mitoloji, İlim Çin'de bile olsa gidin sözünü çağrıştırıyor bana..
Vurun vurun ağaçlarımızın köküne baltayı, ama bilin ki köklerine saldırdıkça, bu vatan kalacak oksijensiz. O ağaçlar ki yunus, mevlana, uğur, gülen, said, nazım, necip, cemil, orhan, veli, ahmet, mehmet, adları saymakla bitmez. Onlar bizim topraklarımız, bizim ormanlarımız, bizim insanlarmız, kökleri taa gönle kadar iner ki yoktur artık onların mekanı... Bari güzel anın...
Nefretimiz gözümüzü tamamen kör etmeden, kalbimizi çürütmeden, kulaklarımızı sağır etmeden güzele, iyiye, hayra yoralım düşüncelerimizi.
Ülkemizin refahı için üretim bilinci artırılmalıdır. Batının yüksek yaşam standarlarının lüksüne sahip olamadığımız halde malesef onların tüketim kültürünün etkisi altındayız. Bu yüzden kişiler tüketime değil, üretime teşvik edilmelidir.
Tabi çağımızda ağustos böcekleri zengin olurken karıncılığa teşvik etmek karın doyurmuyor. Hep üretelim üretilim anlamına gelmesin dediklerim... Üretim bilinci bir anlayıştır, bu anlayış yoksa her emek boşa gider.
Üretim bilinci hile, rantçılık, hak yemek, rüşvet gibi haksızlıklara karşı engeldir. Bu bilinçlenme karınca gibi hababam çalışmakla değil, karıncaların birlikteliği yani milli beraberlikle gelinir. Bilinçlenmede, eğitim en başta olsa da gelişmeye götüren esas temel, izlenilen politikalardır
Uygulanmış yanlış politiklara en büyük örnek, başka bir ülekenin uyguladığı sistemleri direk (aynen) adepte etmeye çalışmaktır. Esas ülkemize uyan ve yararlı olacak politkaların uygulanması gerekir. Bu konu da en güzel örnek yine kendi tarihimizdir ki sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı gelişmedir. Bu başarı sadece Devletçilik ilkesinin eseri değil, Atatürk'ün Türkiye'ya ait bir politika uygulması sayesindedir. Yani akılcı ve uygun politikaların uygulanmasının bir eseridir.
Allah, insanoğlu'na denizlerden, akarsulardan, rüzgârdan, topraktan, hatta uzaydan bile yani her türlü kaynaklardan yararlanabilmesi için yeryüzünü ve gökleri insanın emrine vermiş ve bunlardan yararlanmaya teşvik etmiştir.(el Mülk,67/15) . Hal böyleyken ister sosyalist olsun, ister kapitalist sinekteki bile mucizeleri bliyorsak artık bilinç süzgeçimizi kullanmamız lazım.
Bir ülke için en büyük tehlike beyin göçüyken daha iyi üretim için motivasyonu oluşturbilecek olguları kendi elimizle yok etmeye çalışıyoruz. Tarihimizin, çevremizin, kaynaklarımızın zenginliği yanında aydınlarımızın, alimlerimizin, gençlerimizin, kısacası beyinlerimizin, yani elimizdekilerinin değerini bilelim. Aşık Veyselin dediği gibi sapmayalım sağa sola, dava insanlık davası....
Esas çözüm çatı akarken altına kova koymak değildir, çatının akan yerini bulup örtmektir. ve sürekli bakımla sağlam tutmatır. Bundan dolayı sırf üretmek sadece kovadır. Esas sorunu görmek için gözlerin açılması gerekir, aklın gözü de bilinçtir, açmak ise idrak etmeyle başlar. Bu yüzden üretim kelimesi bana Peygamberimizin dediği gibi yarın ölecekmişiz gibi ibadet etmeyi, hiç ölmeyecekmişiz gibi çalışmayı çağrıştırıyor...
Sözlükteki anlamı: İnsanların, toplumun varlığı ve gelişmesi için gerekli olan nesneleri sağlamak üzere, amaçlı etkinlikleriyle doğal çevrelerini değiştirmeleri, istihsal. Ve Bu etkinlikler sonucu elde edilen nesnelerdir.
*****
İktisadi faydayı, yani insan ihtiyaçlarını tatmin etme kabiliyetini arttıran her türlü faaliyet.
İktisat kıt kaynaklılarla sonsuz ihtiyaçlar arasında dengeyi kurmaya çalıştığı için önemli ve faydalı malların üretimine gidilir. Mal ve hizmet üretimi ise dört faktörün bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilir. Bu faktörler toprak, emek, sermaye ve müteşebbistir.
Bir üretim meydana gelmesinde kullanılan unsurlar olan üretim faktörleri dört grupta toplanır:
1. Doğal kaynaklar, insan eliyle yaratılmamış faktörlerdir. Örneğin toprak, denizler, göller vb.
2. Emek, her türlü insan çabnasına verilen addır.
3. Sermaye insan eliyle yaratılmış üretim unsuru demektir. Örneğin makineler, fabrika binaları, yollar vb.
4. Girişim, doğal kaynaklar, emek ve sermayeyi üretinm sürecinde bir araya getiren unsurlardır. Üretim organize eden kişiye mühteşebbis (girişimci) denir.
Aşağıdaki efsaneye göre dünya üzerinde sudan başka bir şey göze çapmazken büyük efsanevi tanrı Kara Han önce insanı yaratmıştır:
Önceleri yalnız büyük tanrı Kara Han vardır. Kara Han'ın karşısında sudan başka bir şey yoktur. Kara Han ilk insanı yarattı, ama bu insan hileci ve haindi. Sular üzerinde uçmaya başladı. Sonra Kara Han onun yaşaması için suların dibinden bir yıldız çıkardı, insana yıldızdan bir avuç toprak, bunu suyun üzerine serpmesini bildirdi. İnsan yıldızdan bir avuç toprak aldı. Bir avuç da gizlice kendisi için ayırdı, ağzına sakladı.
Karan Han'nın emri ile insan toprağı suyun üzerine serpti. Bu toprak büyüyerek ada oldu. Öbür taraftan insanın ağzındaki toprak da büyümeye, ağzına sığmamaya başladı. Ağzı parçalanacaktı. Kara Han bunu sezdi, ona: 'Türükür! ' dedi. O da tükürdü. Bundan dağlar meydana geldi.
Kara Han bu adaya bir çam dikti. Bu çamın dokuz dalı vardı.
Bundan sonra Kara Han bunları kendi haline bıraktı. Yukarda önyedi kat göğü yarattı. On yedinci katta kendisi, onaltıncı katta oğlu Ülgen oturdu. Yer altında yarattığı alemde de öbür oğlu Erlik'i oturttu.
Aşağıda ki roportajı okumanızı tavsiye ederim. Alman psikolog Michaela'nin 40 günlük halvet deneyimi üzerine çok ilginç bir soyleşi çıkmış ortaya:
__________________________________________________
Aman başlığı sakın yanlış anlamayın, bu halvetin şu bildiğimiz ‘‘halvet olmak’’la uzak yakın alakası yok. Zaten okuyunca göreceksiniz. Bir avuç hurma, bir torba dolusu elma, birkaç kitap, küçük bir elektrikli ısıtıcı ile Üsküdar'ın arka sokaklarındaki bir eve kapanıyor Alman psikolog ve terapist Michaela Mihriban Özelsel.
Öyle birkaç günlüğüne de değil, tam kırk gün. Arada kapıya bırakılan bir tas çorba ve küçük bir kase zeytin sayılmazsa eğer, öyle dış dünyayla kayda değer ilişkisi de yok. Ama 'içerden' bir başka mekanizma çalışıyor. Terapiyle hastalarının sorunlarına çare arayan Özelsel, intiharın eşiğinde adım attığı 'halvet' kapısından, kırk gün sonra bambaşka bir insan olarak çıkıyor. İçtiği suyla, yediği zeytinle, odaya hafif bir ılıklık veren elektrikli ısıtıcıyla, sokaktan gelen çocuk sesleriyle, yeryüzüyle ve gökyüzüyle, daha da önemlisi kendisiyle barışık bir insandır artık o. Kırk gün boyunca bol bol düşünmüş, bol bol ağlamış, bol bol kendisiyle hesaplaşmış ve bir bakıma, kalbine vurulan mührün kilidini kırmayı başarmıştır. Her anlamda Batılı bir bireyin bu içsel serüveninin, kişisel tarihinin satır aralarında kalmasını istemez Michaela. Kırk gün boyunca yaşadıklarını not ettiği günlüğü ‘‘Halvette Kırk Gün’’ başlığıyla Almanca ve İngilizle olarak yayımlar. Batılı bilim çevrelerinde büyük yankılar uyandıran bu önemli deneyim, şimdi Türkçe olarak okurun karşısında duruyor. Halen Almanya'da çalışan Michaela, internet aracılığıyla sorularımızı cevaplandırdı.
Halvete girmeye nasıl karar verdiniz? Bu deneyimden ne gibi beklentileriniz vardı?
- Çok ümitsiz olduğum bir zamanda karar verdim. Bir yıl kadar önce çok acı bir kayıp yaşamış ve intiharın eşiğine gelmiştim. Ancak ne kendi çabalarım, ne de Batı'daki modern psikoterapi yöntemleri hayata tekrar bağlanmamı sağlayamadı. Gündelik işlerimi sürdürebilsem de, sanki canlı rolü oynayan bir ceset gibi hissediyordum kendimi. O sıralarda katıldığım bir tasavvuf sohbetinde, biri çok eski bir ritüel olan halvetten söz etti. Bir anda içimde bunun tekrar hayata dönmek için bir şans olabileceği hissi uyandı. Ya kendimi sadece Allah'a vererek tekrar yaşamayı öğrenecek ya da halvetin zor koşullarına dayanamayıp ölecektim. Her iki ihtimali de kabul etmeye hazırdım.
Batılı mantığınıza nasıl kabul ettirdiniz bunu?
-Psikolog olarak kullandığımız yöntemler nevrotik vakalar veya fobi gibi sorunlarda işe yarıyordu. Zamanımızın önde gelen Batılı psikologlarının çoğu da bu gerçeğin farkındaydı. Bunlar arasında, Ken Wilber gibi, tasavvufu psikoterapi yöntemleri arasında birinci sıraya oturtanlar da var.
Sufizmi, bir tür psikoloji olarak değerlendiriyor ve Batı psikolojisinden daha eski olduğunu savunuyorsunuz...
- Burada nefsin gelişim sisteminden bahsediyorum. İnsanın psikolojik olgunlaşma süreci hakkında Freud ve Erik Erickson'un çok daha yeni ve nispeten daha üstünkörü modellerinden, daha kapsamlı ve ileri düzeyde bir bakış açısıdır. Ayrıca, Freud'un sunduklarının çok daha ötesine geçtikleri için Batı dünyasında ‘‘modern’’ kabul edilirler. Ne var ki, Türk üniversiteleri, bu çok zengin psikoloji/psikoterapi mirasının üzerine eğilmek yerine, Freud'un öğretileriyle ilgilenmeyi tercih ediyor.
KURBAN KESİMİNDEN RAHATSIZ OLMUYORUM
Halvete girmeden önce bir kurban töreni gerçekleşiyor ve siz, ‘‘Batılı bir bilim insanı olarak bu akaik gelenekler ve törende ne işim vardı’’ diyorsunuz. Sahi ne işiniz vardı?
- Başlangıçta kurban törenini çok yadırgadım. Ancak İslam'a duyduğum güven, bu hissin üstesinden gelmeme yardım etti. Kurban töreninde benim henüz sınırlı olan anlayışımı aşan bir hikmet olduğunu düşündüm. O güne kadar kurban bayramında koyun kestirmek yerine, parasını vererek yükümlülüğümü yerine getirmeyi tercih etmiştim. Halvetten sonra, çeşitli kültürlerdeki antropolojik araştırmaları içeren birçok kitap okudum. Artık İslam'a uygun koşullarda yapılan kurban kesiminin gerekli bir şey olduğuna inanıyorum ve kurbandan rahatsız olmuyorum.
Halvet bir tür terapi mi sizce?
- Evet, bunu birçok Müslüman olmayan Alman hastamda uyguladım. Sonuçlar çok iyiydi. Meslektaşlarım, halvetin hapishanelerdeki hastalarda da faydalı sonuçlar verebileceğini söylüyorlar. Ancak şu haliyle Alman kanunları bir pilot çalışmaya izin vermiyor.
Halvetin beyin yıkamak için bire bir olduğunu belirtiyorsunuz. Beyin yıkamak, sağlıklı bir şey olarak değerlendirilebilir mi?
- Beyin yıkama yöntemi, tıpkı bıçak kullanmaya benzer. Bıçak, ekmek keserken faydalı, adam öldürürken zararlıdır. Beyin yıkamayı da, kimin hangi şartlarda ne amaçla yaptığı çok önemlidir. Beyin yıkama, zihni şartlanmalardan arındırarak, yeni önermelere açık hale getirmektir. Şayet şartlanmaları kişiyi sınırlandırıp engelliyorsa ve bunlardan kurtulmak kişinin daha geniş açılı, daha iyi seçenekleri benimsemesini sağlıyorsa, beyin yıkama kişiyi özgürleştirir. Halvet gönüllü olarak yapılan bir ibadettir. Allah'a yakınlaşmak isteyen kişi, böylesi bir beyin yıkamayı, Allah'a giden 'kestirme bir yol' olarak değerlendirecektir.
DERS KİTABI YAPILDI
Halvetten çıktığınızda hissettiğiniz en somut değişim neydi? Modern dünyaya uyum sağlamakta herhangi bir güçlük çektiniz mi?
- ‘‘Her şey Allah'tan gelir’’ düşüncesiyle, ‘‘hayatı akışına bırakma’’ arzusu çok cazipti. Zaten tasavvufta inzivanın zamanla sınırlandırılmış olmasının sebebi, bu cazip arzuya uymayı engellemektir. Halvetten çıkınca, öncelikle aktif bir şekilde dünyevi işlerle ilgilenmeye zorladım kendimi.
Bu deneyim, Batılı meslekdaşlarınız tarafından nasıl değerlendirildi?
- ‘‘Halvette Kırk Gün, ’’ manevi yolları takip edenlerin dikkatini çekmekle kalmadı, üniversitelerin karşılaştırmalı din bilimleri ve etno-psikoloji bölümlerinde ders kitabı olarak da okutuldu. İslam'a dair gazete başlıklarının genellikle sadece terörizmden bahsettiği bir dönemde, bu kitap birçoklarınca, Anne Marie Schimmel'in ifadesiyle, ‘‘İslam'a yeni bir bakış açısıyla yaklaşmaya giden kapı' olarak değerlendirildi. İnşallah öyledir.
------
1949'da Almanya'da doğdum.13 yaşımdayken, babam Dr. Günther Jantzen, İstanbul'daki Alman İrtibat Bürosu'na başhekim olarak atandı. Genç kızlığa adım attığım bir dönemde Türkiye'ye yerleştik.60'lı yıllarda Türkiye'de yaşayan çoğu yabancı ailenin aksine, babam, o zamanların ‘‘yabancı kolonileri’’nde oturmak istemedi ve ‘‘Türkiye'de yaşayacaksak, Türklerle beraber yaşarız, Almanlarla değil’’ dedi. Böylece Nişantaşı'nda sadece Türk komşularımızın yaşadığı bir apartmana yerleştik. Türkçe öğrendim, yazlarımı, o zamanlar yolu, elektriği, suyu olmayan Anadolu köylerinde geçirdim. Şimdi de Afyon'da küçük bir ahşap evim var.15 yaşımdayken, ‘‘görücü usulüyle’’ Dr. Mehmet Özelsel'le tanıştırıldım.19 yaşında liseden mezun olur olmaz evlendik ve üniversiteyi okumak için ABD'ye gittik. Üç harika çocuğumuz oldu. Ama 26 yıllık evliliğimizin ardından, Mehmet'le ayrılmaya karar verdik. Ben daha sonra Almanya'ya yerleştim ve burada ikinci evliliğimi yaptım. Klinik psikolog olarak çalışıyorum, hastalarımın çoğu Türk.
Zorla örtünmeye de karşıyım, örtü yüzünden mağduriyete de İbadet sırasında örtünmek gerektiğini düşünüyorum. Ben İran ve Afganistan'da kadınların zorla örtünmesine karşı çıktığım kadar, Türkiye'de başörtüsüyle üniversiteye giremeyen kadınları da destekliyorum. Bence iki durum birbiriyle çelişmiyor. Dıştan görünen şekliyle yaşamımda, yaşadığım yerdeki 'edepli' kadınların çoğu nasıl giyiniyorsa ona göre başımı örtüyorum ya da açıyorum. İbadet ederken de yalnız da olsam insanlarla beraber de olsam mutlaka başımı örtüyorum.
ZİKİR SIRASINDA EROTİK ÇAĞRIŞIMLAR
Zikir sırasında cinsel hazza benzer duygular yaşadığınızı söylüyorsunuz. Nasıl açıklıyorsunuz bunu?
- Başlangıçta bu hislere bir anlam veremedim. Sadece böyle şeyler hissettiğimi kabul ettim. Halvetten sonra Doğu dinleri hakkında birçok kitap okudum ve 'Kundalini' kavramıyla tanıştım. Kundalini, insanda da mevcut olan yaradılış enerjisi, yani ilahi enerjidir. Maddi dünyada cinsellik, yeni bir hayat yaratan enerjidir. 'Kundalini, ' harekete geçmemiş potansiyel haliyle, bütün varlıklarda mevcuttur, insan vücudunda omurganın en aşağı noktasında 'kıvrılmış uyuyan bir yılan' şeklinde tanımlanabilir. Manevi nitelikli bazı egzersizler, bu enerjiyi 'uyandırır, ' yani harekete geçirir. Harekete geçen 'Kundalini, ' omurga boyunca yukarı tırmanır. Bu arada da 'kalbi' ve diğer manevi-psikolojik duyu merkezlerini açar. Tasavvuf bir yandan da zikir, namaz, oruç, halvet ve sema gibi uygulamalarla 'kalbin aynasını parlatarak, ' bu duyuların aşamalı olarak açılmasını sağlar. Doğu dinlerine göre, 'Kundalini'nin uyanma' sürecinde (benim deneyimimde olduğu gibi) cinsel olarak uyarılmaya benzeyen hisler duyulur, ancak buna cinsellik denilemez. Doğulu yazarlar, tasavvuf ya da diğer hakiki manevi yollarda yürüyenlerin, bu gerçeğin farkında olmalarını, ancak bu konuda fazla konuşmamalarını önerirler. Çünkü böyle bir deneyime sahip olmayan insanlar anlatılanları yanlış anlayabilir. Benim deneyimim ve tasavvuf edebiyatının erotik çağrışımlarla dolu olması, zihnimde bu fikri pekiştirdi. Kısa süre önce vefat eden tasavvuf uzmanı Anne Marie Schimmel bana, hayatı boyunca tasavvuf eserlerini incelediğini, ancak tasavvuf eserlerinde rastladığı erotik çağrışımları, ancak benim kitabımı okuduktan sonra anlamlandırmaya başladığını söylemişti.
Sefa KAPLAN
(Alman psikolog Michaela Üsküdar’da 40 gün halvete girdi - Hurriyet - 8 Subat 2003)
__________________________________________________
bir ses duyulsa...koşsam sesin geldiği yere...katılsam o seslere...o sesleri çıkarsam...duyulsa seslerimiz...katılsa bütün sesler...ah keşke bir olsa sesler sessizliğin içinde de...bir ses duyulsa...sessizliği bozsak
bediüzzaman said nursi
21.05.2003 - 15:46'Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış.'
________________________________________________
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
Yüzyılımızın yetiştirdiği önde gelen İslâm mütefekkirlerinden biridir.1876'da Bitlis'in Hizan kazâsına bağlı İspârit nâhiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş,23 Mart 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kabiliyetleriyle çok küçük yaşlardan îtîbâren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlar altında yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzalarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, ' Bediüzzaman, ' 'çağın eşsiz güzelliği' lakabı ile anılmaya başlamıştır.
Said Nurî medrese eğitimiyle dînî ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamıştır; bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarûri ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da da ilim dünyasına kendisini kısa sürede kabul ettiren Bediüzzaman, çeşitli gazetelerde yazdığı makalelerle, o günlerde Osmanlıyı ve İstanbul'u çalkalayan hürriyet ve meşrûyet tartışmalarına katılmış; meşrûtiyete İslâm nâmına sahip çıkmıştır.1909'da patlak veren 31 mart Olayında yatıştırıcı bir rol oynamış; buna rağmen, haksız ithamlarla Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılmış, ancak beraat etmiştir. Bu hâdiseden sonra İstanbul'dan ayrılarak şarka dönmüştür.
Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdâfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta birçok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdâfaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür. Yaklaşık üç yıl Rusya'da esâret hayatı yaşadıktan sonra Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla İstanbul'a dönmüştür.
İstanbul'da devlet ricâlinin ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmış; Dârü'l-Hikmeti'l-İslamiye âzâlığına tâyin edilmiştir. Bu devrede, resmî vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastıran ve bunları parasız dağıtan Bediüzzaman, İstanbul'un işgali sırasında neşrettiği Hutuvât-ı Sitte adlı broşürle büyük hizmet etmiş ve işgal kuvvetlerinin plânlarını bozmuştur. Kezâ, işgalcilerin baskısı altında verilen ve Anadolu'daki kûva-yı milliye hareketini 'isyan' olarak vasıflandıran şeyhülislam fetvâsına karşı, mukâbil Millet Meclisinin takdirini kazanmış ve Beziüzzaman bizzat Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara'ya dâvet edilmiştir.
Bu mükerrer dâvetler neticesinde 1922 sonlarında Ankara'ya gelmiş ve Mecliste resmi bir 'hoşâmedî' merâsiminde karşılanmıştır. Ankara'da kaldığı günlerde, yeni kurulan devlete hâkim olan kadronun dîne bakış tarzının menfî olduğunu görünce, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak Meclis âzâlarına dağıtmıştır. Bu beyannâmede yeni inkılâbın mîmarlarını İslâm şeâirine sahip çıkmaya çağırmış; akabinde Mustafa Kemal'le birkaç görüşmesi olmuştur. Kendisine şark umûmi vâizliği, milletvekilliği ve Diyânet âzâlığı teklif edilmiş; ancak Bediüzzaman bu teklifleri kabul etmeyerek Van'a dönmüştür.
O sıralarda çıkan şeyh Said hâdisesiyle hiçbir ilgisi olmadığı, hattâ öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Sais'i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman hâdise sonrasında, Van'a ikâmet ettiği uzlethânesinden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada 'mânevi cihad' hizmetini başlatmış, biribiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir. Bu eserler, îmânını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000'i i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935'te Eskişehir,1943'te Denizli,1947'de Afyon,1952'de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netine alınamamış, ancak Bediüzzaman yine rahat bırakılmamış; Kastamonu'da, Emirdağ'da, Isparta'da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Ömrünün son günlerine kadar keyfî muâmele ve eziyetlerden kurtulamayan Bediüzzaman, buna rağmen, îman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş; o zor şartlar altında telif ettiği 6000 küsur sayfalık Risâle-i Nur külliyatını tamamlamaya ve yaymaya muvaffak olmuştur. Kur'an-ı bu asrın idrâkine uygun ve iknâ edici bir üslûpla izah ve ispat eden ve vehbî olarak, ilhâmen kaleme alınan bu eserler, onun çileli hayatının en güzel meyvesidir.
________________________________________________
Eserlerinden Bazıları:
Asayı-Musa Barla Lahikası
Mektubat Kastamonu Lahikası
Lemalar Emirdağ Lahikası
Sozler Sikke-i Tasdik-i Gaybi
Tarihçe-i Hayat Mesnevi-i Nuriye
Şualar İşarat-ül I'caz
Muhakemat İman ve Küfür Muvazeneleri
________________________________________________
ayrıca bkz.
www.sozler.com.tr/TR/bottom.htm
www.yeniasya.org.tr/
www.kimkimdir.gen.tr
www.saidnursi.com/turkce/hayati.html
www.geocities.com/barlanur22/hayati.html
isale-inur.8m.com/
vb.
________________________________________________
'Ahirette seni kurtaracak eserler bırakmadığın takdirde dünyada bırakmış olduğun eserlerede kıymet verme..'
'Nefsini suçlayan kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, bağışlanma diler. Bağışlanma dileyen Allah’a sığınır. Allah’a sığınan şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse affa müstehak olur.”
________________________________________________
edgar allan poe
20.05.2003 - 20:06bkz. Bir Düşün İçinde Düş
hic et nunc
18.05.2003 - 14:34Esasında 'gerekçesi ve kullanımı önemli, yoksa kötü sonuçlara sebeb olabilir' diyerek kısaca değinmiştim ama evet psikoloji de özel olarak' kısa süreli grup terapileri' konusuna girer.
Bu konuda çok bilgim olmadığımdan www.psikolog.org.tr/kitap/ksgt_contents.htm web sayfasında bahsedilen ilkeleri ve teknikleri şıklar halinde aktarabilirim ancak:
- “Şimdi ve Burada”nın Mantıksal Temeli
- “Şimdi ve Burada”nın Gerekçesi
- “Timdi ve Burada”nın İki Aşaması
- Hastahanede Yatan Hastalarla Yapılan Kısa Süreli Gruplarda “Şimdi ve Burada”nın Kullanımı İçin Bazı Özel Öneriler
- Gruptaki Tuhaf, Ortamı Bozucu Davranışların, Grup İçi Etkileşime Hizmet Eder Biçimde Kullanılması
- ve Sonuç
Tahminimce bireysel vizyonun belirlenmesinde etkili bir teknik...
Yine de bu konuda geniş bir bilgisi olan daha iyi bilgi verebilir... Bana, aşağıda belittiğim gibi, daha çok latince olarak kullanılan anlamını çağrıştırıyor... Tabi bu da benim psikolojim :)
osmanlı imparatorluğu
18.05.2003 - 10:26bkz. Osmanlı
allah (c.c)
18.05.2003 - 09:44pi sayısı
18.05.2003 - 09:36Pİ SAYISI TESADÜF MÜ?
Matematikçiler, pi sayısı ve benzeri matematiksel sabitlerin hangi kurala göre ortaya çıktığına dair yeni bir araştırma yaptılar. Yapılan açıklamada pi sayısının hiçbir zaman kendini tekrar etmediği ve tamamen tesadüfi bir sayı olduğu belirtildi. Bu kuralın matematiksel sabitler için de geçerli olduğu açıklandı. Yapılan bu açıklamayla, matematiksel sabitlerin ve irrasyonel sayıların belli bir kurala göre, yani belli bir sıklıkta ve belli ortalama değerlerde olamayacağı anlaşılmış oldu. Bu ispatın bir başka önemli sonucu da sayı teorisinin ilk defa kaos teorisiyle ilişkilendirilebilmesi oldu.
www.sanalmatematik.com/d/ptsd.html
pi sayısı
18.05.2003 - 09:36Şüphesiz ki, pi sayısı, en ünlü sayılar arasındadır... Pi sayısı, çemberin çevresinin, çapına oranıdır. Tüm çemberler için bu oran sabittir. Pi sayısını ünlü yapan, sayının irrasyonel bir sayı olması, hatta, irrasyonel sayılardan da öte bazı özelliklerinin olmasıdır.
www.sanalmatematik.com/d/p.html
matlab.s5.com/pi%20sayisi.htm
hic et nunc
18.05.2003 - 09:32Bence ünlem işareti olmadan kendini vurgulayan, üstüne basarak kendini belli eden ve de insanı gaza getirebilecek bir söz. Right here, right now gibi sanki hemen diye bağrıyor... Bir yandan meydan okurken diyer yandan da davet ediyor. Yerinde ve zamanında söylenirse halkları ayağa kaldıracak güce sahip... Ama her güç gibi gerekçesi ve kullanımı önemli, yoksa kötü sonuçlara sebeb olabilir.
Şimdi ve burada olmasa bile bir gün ve bir yerde elbette karşına çıkacak diye de uyaran bir yapıya sahip. Lakin şimdi ve burada diye başlayan politikacıların yalan vadeterini de duyar gibiyim acaba kaç defa bu lafla insanlar kandırıldı?
Tabi sözün içersindeki iki kelime de sıradan anlamları ile kullanılırsa anlam basitleşir... Bana çağrıstırdıkları ise Hic Et Nunc olarak deyimsel anlamıdır.
hic et nunc
18.05.2003 - 09:12HERE AND NOW
Burada ve şimdi
Latince bir terim olan Hic Et Nunc, olayların ve nesnelerin mekan (yer, uzay...) ve zaman yönünden açık ve kesin olarak sınırlanmış veya kararlaştırılmış olduğunu göstermek icin kullanılır. Daha çok anlaşılmaya varılmayan konularda kişilerin kararlı (emin, kesin) olduklarını göstermek için teoriye de pratiğe dayandırılmasına gerek duymadıkları tavır.
plan
18.05.2003 - 06:56Mecazi anlamda düşünce, niyet, maksat ve tasavvur anlamına gelen bu kelime yapı, eser, hareket, yapmak-etmek gibi istelinen işlerin gerçekleştirilmesi için uyulan ve tasarlanan düzene denir. Sinemada çekim anlamına da gelen plan yapılması istenen bir şeyin düşüncede, kağıtta ya da konuşmada aldığı biçimdir.
Hayvanların bile avlarını yakalamak için yaptığı bu iş eğer olasılıkları göze alınmadan yapılırsa düşmanla savaşarak değil, soğukdan donarak ölen askerlerin durumuna benzer...
Yaradılış da bir plandır, yanlışım yoksa derler ki yaradılıştan önce Allah düşündü, planladı ve uyguladı ve devamını sağladı... Bize verilen bu yeteneği doğru bir biçimde uygulamak yine bize verilen duyular gibi yeteneklerimizi iyi uygulanmasıyla olur. Bu açıdan, plan kelimesi bana bir fıkrayı çağrıştırdı:
Yeni akıl hastanesinde deliler bir araya gelip kaçış planı yaparlar. Elebaşları planı anlatır: Büyük bir kütük bulup ilk önce 1. kapıyı,2. kapıyı ve daha sonra 3. kapıyı kıracağız ve herkes başının çaresine bakıp kaçacak. Sabah olunca bir kütük bulurlar doğruca 1. kapıyı kırarlar,2. kapıya koşup onu da kırdıktan sonra 3. kapıya yönelirler.3. kapının açık olduğunu gören elebaşları der ki: Arkadaşlar plan bozuldu geri dönün.
necip fazıl kısakürek
18.05.2003 - 06:31...
Nefes alırken bile inkisar ve pişmanlık;
Kimse edemez bana, benim kadar düşmanlık.
...
(Halim - Necip Fazıl Kısakürek - 1982)
_______________________________________
akıl
18.05.2003 - 06:17'Akılsızlar hırsızların en zararlılarıdır: Zamanınızı ve neşenizi çalarlar.' Goethe
www.geocities.com/harikasozler/akil.htm
şair
17.05.2003 - 20:10Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde
halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak
zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman
gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır. (Babayef, Nâzım Hikmet, ss.140-141)
nedir ?
17.05.2003 - 20:01bkz. Tüyolar
dağlar
17.05.2003 - 18:55DAĞLAR
Söz: Servet Kocakaya
Dünyalara değişemem sandığım
Bahçelerden çiçekleri çaldığım
Onun için ateşlere yandığım
Bir zalimin ihanetiyle yandım
Dağlar, dağlar
Geceleri benim için kim ağlar
Bu gece ben ölmezsem ölmem ölmem hiç bir vakit
Dağ gibi bir yiğide kıydı geçti sanki vakit
Ne demeli şu zalime kal bu gece kal yada git
Azrail'im şu canımı al bu gece al yada git
Güvendiğim şu dağlara kar yağdı
Ayrılık pusuda kaldı gün saydı
Azrail'im şu canımı alsaydı
Bir zalimin ihanetiyle yandım
Dağlar, dağlar
Geceleri benim için kim ağlar
Bu gece ben ölmezsem ölmem ölmem hiç bir vakit
Dağ gibi bir yiğide kıydı geçti sanki vakit
Ne demeli şu zalime kal bu gece kal yada git
Azrail'im şu canımı al bu gece al yada git
deniz
17.05.2003 - 18:50BULUT MU OLSAM
Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.
Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa? ..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.
Nazım Hikmat Ran
mitoloji
16.05.2003 - 22:26Olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayalî söylencelere, hikayelere, yazıtlara ve arkolojiye dayanan Mitoloji geçmişe ışık tutar. Bu ışıktan yararlanmak tabi ki bizim elimizde. Düşünsenize, Tolkien kendi ülkesinin mitolojisi olmadığı için, bu boşluğu doldurmak için Orta Dünya adlı fantastik bir dünya yaratmış. Yaradılışa kadar olan efsanelerimize, destanlarımıza, hikayelerimize bakıyorum da ne kadar şanslı olduğumuzu görüyorum. Diğer mitlojilere göre sade olan mitolojimiz gurur kaynaklarımızdandır. Ve de İslamyet'e olan yakınlığı ile nasıl müslüman olduğumuz sorularını çok kolay cevaplıyor...
Kimliğimizi ve tarihimizi daha iyi anlamamız için elimden geldiğince türk mitolojisine ait efsaneleri nedire bölümüne aktarmaya çalışacağım.
Sadece türk mitolojisi olarak da ayırmamız lazım. Anadolomuz mediyetlerin doğdu yer olunca bize bırakılan mirasların değerini bilmemiz gerekiyor.
Amacım dinimize bidat sokmak değil. Mitoloji tamamen efsane bilimidir... On binlerce yıla dayanan hikayelerden gerçeklik beklemek zaten saçma olur. Ama altın çamura düşmüş diye çöpe atmamamız gerekir. Bilim yani inceleme konusu olan mitoloji Hilmi Yavuz'un dediği gibi 'Dünya'yı açıklayan ve temellendiren hiçbir düşünce irrasyonel olamaz'. Yobazlar ve dar kafalılar ne kadar üstlerine beton dökmeye çalıssa da duyarlı olan kişiler ne demek istediğimi anladıklarına eminim.
Mitlerin, doğuşlarını, anlamlarını yorumlayan, inceleyen bilim olan mitoloji, İlim Çin'de bile olsa gidin sözünü çağrıştırıyor bana..
değerli insanlar
16.05.2003 - 22:19Vurun vurun ağaçlarımızın köküne baltayı, ama bilin ki köklerine saldırdıkça, bu vatan kalacak oksijensiz. O ağaçlar ki yunus, mevlana, uğur, gülen, said, nazım, necip, cemil, orhan, veli, ahmet, mehmet, adları saymakla bitmez. Onlar bizim topraklarımız, bizim ormanlarımız, bizim insanlarmız, kökleri taa gönle kadar iner ki yoktur artık onların mekanı... Bari güzel anın...
Nefretimiz gözümüzü tamamen kör etmeden, kalbimizi çürütmeden, kulaklarımızı sağır etmeden güzele, iyiye, hayra yoralım düşüncelerimizi.
ırak savaşı
16.05.2003 - 21:55Bosna, Çeçenistan, Somali, Afganistan, Irak ve niceleri UYANIN tokatı, UYANIN! ! !
üretim
16.05.2003 - 21:42Ülkemizin refahı için üretim bilinci artırılmalıdır. Batının yüksek yaşam standarlarının lüksüne sahip olamadığımız halde malesef onların tüketim kültürünün etkisi altındayız. Bu yüzden kişiler tüketime değil, üretime teşvik edilmelidir.
Tabi çağımızda ağustos böcekleri zengin olurken karıncılığa teşvik etmek karın doyurmuyor. Hep üretelim üretilim anlamına gelmesin dediklerim... Üretim bilinci bir anlayıştır, bu anlayış yoksa her emek boşa gider.
Üretim bilinci hile, rantçılık, hak yemek, rüşvet gibi haksızlıklara karşı engeldir. Bu bilinçlenme karınca gibi hababam çalışmakla değil, karıncaların birlikteliği yani milli beraberlikle gelinir. Bilinçlenmede, eğitim en başta olsa da gelişmeye götüren esas temel, izlenilen politikalardır
Uygulanmış yanlış politiklara en büyük örnek, başka bir ülekenin uyguladığı sistemleri direk (aynen) adepte etmeye çalışmaktır. Esas ülkemize uyan ve yararlı olacak politkaların uygulanması gerekir. Bu konu da en güzel örnek yine kendi tarihimizdir ki sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı gelişmedir. Bu başarı sadece Devletçilik ilkesinin eseri değil, Atatürk'ün Türkiye'ya ait bir politika uygulması sayesindedir. Yani akılcı ve uygun politikaların uygulanmasının bir eseridir.
Allah, insanoğlu'na denizlerden, akarsulardan, rüzgârdan, topraktan, hatta uzaydan bile yani her türlü kaynaklardan yararlanabilmesi için yeryüzünü ve gökleri insanın emrine vermiş ve bunlardan yararlanmaya teşvik etmiştir.(el Mülk,67/15) . Hal böyleyken ister sosyalist olsun, ister kapitalist sinekteki bile mucizeleri bliyorsak artık bilinç süzgeçimizi kullanmamız lazım.
Bir ülke için en büyük tehlike beyin göçüyken daha iyi üretim için motivasyonu oluşturbilecek olguları kendi elimizle yok etmeye çalışıyoruz. Tarihimizin, çevremizin, kaynaklarımızın zenginliği yanında aydınlarımızın, alimlerimizin, gençlerimizin, kısacası beyinlerimizin, yani elimizdekilerinin değerini bilelim. Aşık Veyselin dediği gibi sapmayalım sağa sola, dava insanlık davası....
Esas çözüm çatı akarken altına kova koymak değildir, çatının akan yerini bulup örtmektir. ve sürekli bakımla sağlam tutmatır. Bundan dolayı sırf üretmek sadece kovadır. Esas sorunu görmek için gözlerin açılması gerekir, aklın gözü de bilinçtir, açmak ise idrak etmeyle başlar. Bu yüzden üretim kelimesi bana Peygamberimizin dediği gibi yarın ölecekmişiz gibi ibadet etmeyi, hiç ölmeyecekmişiz gibi çalışmayı çağrıştırıyor...
üretim
16.05.2003 - 20:32Sözlükteki anlamı: İnsanların, toplumun varlığı ve gelişmesi için gerekli olan nesneleri sağlamak üzere, amaçlı etkinlikleriyle doğal çevrelerini değiştirmeleri, istihsal. Ve Bu etkinlikler sonucu elde edilen nesnelerdir.
*****
İktisadi faydayı, yani insan ihtiyaçlarını tatmin etme kabiliyetini arttıran her türlü faaliyet.
İktisat kıt kaynaklılarla sonsuz ihtiyaçlar arasında dengeyi kurmaya çalıştığı için önemli ve faydalı malların üretimine gidilir. Mal ve hizmet üretimi ise dört faktörün bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilir. Bu faktörler toprak, emek, sermaye ve müteşebbistir.
Bir üretim meydana gelmesinde kullanılan unsurlar olan üretim faktörleri dört grupta toplanır:
1. Doğal kaynaklar, insan eliyle yaratılmamış faktörlerdir. Örneğin toprak, denizler, göller vb.
2. Emek, her türlü insan çabnasına verilen addır.
3. Sermaye insan eliyle yaratılmış üretim unsuru demektir. Örneğin makineler, fabrika binaları, yollar vb.
4. Girişim, doğal kaynaklar, emek ve sermayeyi üretinm sürecinde bir araya getiren unsurlardır. Üretim organize eden kişiye mühteşebbis (girişimci) denir.
yaradılış destanı
16.05.2003 - 18:54Türk mitolojisinden bir yaradılış efsanesi daha:
Aşağıdaki efsaneye göre dünya üzerinde sudan başka bir şey göze çapmazken büyük efsanevi tanrı Kara Han önce insanı yaratmıştır:
Önceleri yalnız büyük tanrı Kara Han vardır. Kara Han'ın karşısında sudan başka bir şey yoktur. Kara Han ilk insanı yarattı, ama bu insan hileci ve haindi. Sular üzerinde uçmaya başladı. Sonra Kara Han onun yaşaması için suların dibinden bir yıldız çıkardı, insana yıldızdan bir avuç toprak, bunu suyun üzerine serpmesini bildirdi. İnsan yıldızdan bir avuç toprak aldı. Bir avuç da gizlice kendisi için ayırdı, ağzına sakladı.
Karan Han'nın emri ile insan toprağı suyun üzerine serpti. Bu toprak büyüyerek ada oldu. Öbür taraftan insanın ağzındaki toprak da büyümeye, ağzına sığmamaya başladı. Ağzı parçalanacaktı. Kara Han bunu sezdi, ona: 'Türükür! ' dedi. O da tükürdü. Bundan dağlar meydana geldi.
Kara Han bu adaya bir çam dikti. Bu çamın dokuz dalı vardı.
Bundan sonra Kara Han bunları kendi haline bıraktı. Yukarda önyedi kat göğü yarattı. On yedinci katta kendisi, onaltıncı katta oğlu Ülgen oturdu. Yer altında yarattığı alemde de öbür oğlu Erlik'i oturttu.
Kaynak: Muraz Uraz
halvet olmak
15.05.2003 - 19:13Aşağıda ki roportajı okumanızı tavsiye ederim. Alman psikolog Michaela'nin 40 günlük halvet deneyimi üzerine çok ilginç bir soyleşi çıkmış ortaya:
__________________________________________________
Aman başlığı sakın yanlış anlamayın, bu halvetin şu bildiğimiz ‘‘halvet olmak’’la uzak yakın alakası yok. Zaten okuyunca göreceksiniz. Bir avuç hurma, bir torba dolusu elma, birkaç kitap, küçük bir elektrikli ısıtıcı ile Üsküdar'ın arka sokaklarındaki bir eve kapanıyor Alman psikolog ve terapist Michaela Mihriban Özelsel.
Öyle birkaç günlüğüne de değil, tam kırk gün. Arada kapıya bırakılan bir tas çorba ve küçük bir kase zeytin sayılmazsa eğer, öyle dış dünyayla kayda değer ilişkisi de yok. Ama 'içerden' bir başka mekanizma çalışıyor. Terapiyle hastalarının sorunlarına çare arayan Özelsel, intiharın eşiğinde adım attığı 'halvet' kapısından, kırk gün sonra bambaşka bir insan olarak çıkıyor. İçtiği suyla, yediği zeytinle, odaya hafif bir ılıklık veren elektrikli ısıtıcıyla, sokaktan gelen çocuk sesleriyle, yeryüzüyle ve gökyüzüyle, daha da önemlisi kendisiyle barışık bir insandır artık o. Kırk gün boyunca bol bol düşünmüş, bol bol ağlamış, bol bol kendisiyle hesaplaşmış ve bir bakıma, kalbine vurulan mührün kilidini kırmayı başarmıştır. Her anlamda Batılı bir bireyin bu içsel serüveninin, kişisel tarihinin satır aralarında kalmasını istemez Michaela. Kırk gün boyunca yaşadıklarını not ettiği günlüğü ‘‘Halvette Kırk Gün’’ başlığıyla Almanca ve İngilizle olarak yayımlar. Batılı bilim çevrelerinde büyük yankılar uyandıran bu önemli deneyim, şimdi Türkçe olarak okurun karşısında duruyor. Halen Almanya'da çalışan Michaela, internet aracılığıyla sorularımızı cevaplandırdı.
Halvete girmeye nasıl karar verdiniz? Bu deneyimden ne gibi beklentileriniz vardı?
- Çok ümitsiz olduğum bir zamanda karar verdim. Bir yıl kadar önce çok acı bir kayıp yaşamış ve intiharın eşiğine gelmiştim. Ancak ne kendi çabalarım, ne de Batı'daki modern psikoterapi yöntemleri hayata tekrar bağlanmamı sağlayamadı. Gündelik işlerimi sürdürebilsem de, sanki canlı rolü oynayan bir ceset gibi hissediyordum kendimi. O sıralarda katıldığım bir tasavvuf sohbetinde, biri çok eski bir ritüel olan halvetten söz etti. Bir anda içimde bunun tekrar hayata dönmek için bir şans olabileceği hissi uyandı. Ya kendimi sadece Allah'a vererek tekrar yaşamayı öğrenecek ya da halvetin zor koşullarına dayanamayıp ölecektim. Her iki ihtimali de kabul etmeye hazırdım.
Batılı mantığınıza nasıl kabul ettirdiniz bunu?
-Psikolog olarak kullandığımız yöntemler nevrotik vakalar veya fobi gibi sorunlarda işe yarıyordu. Zamanımızın önde gelen Batılı psikologlarının çoğu da bu gerçeğin farkındaydı. Bunlar arasında, Ken Wilber gibi, tasavvufu psikoterapi yöntemleri arasında birinci sıraya oturtanlar da var.
Sufizmi, bir tür psikoloji olarak değerlendiriyor ve Batı psikolojisinden daha eski olduğunu savunuyorsunuz...
- Burada nefsin gelişim sisteminden bahsediyorum. İnsanın psikolojik olgunlaşma süreci hakkında Freud ve Erik Erickson'un çok daha yeni ve nispeten daha üstünkörü modellerinden, daha kapsamlı ve ileri düzeyde bir bakış açısıdır. Ayrıca, Freud'un sunduklarının çok daha ötesine geçtikleri için Batı dünyasında ‘‘modern’’ kabul edilirler. Ne var ki, Türk üniversiteleri, bu çok zengin psikoloji/psikoterapi mirasının üzerine eğilmek yerine, Freud'un öğretileriyle ilgilenmeyi tercih ediyor.
KURBAN KESİMİNDEN RAHATSIZ OLMUYORUM
Halvete girmeden önce bir kurban töreni gerçekleşiyor ve siz, ‘‘Batılı bir bilim insanı olarak bu akaik gelenekler ve törende ne işim vardı’’ diyorsunuz. Sahi ne işiniz vardı?
- Başlangıçta kurban törenini çok yadırgadım. Ancak İslam'a duyduğum güven, bu hissin üstesinden gelmeme yardım etti. Kurban töreninde benim henüz sınırlı olan anlayışımı aşan bir hikmet olduğunu düşündüm. O güne kadar kurban bayramında koyun kestirmek yerine, parasını vererek yükümlülüğümü yerine getirmeyi tercih etmiştim. Halvetten sonra, çeşitli kültürlerdeki antropolojik araştırmaları içeren birçok kitap okudum. Artık İslam'a uygun koşullarda yapılan kurban kesiminin gerekli bir şey olduğuna inanıyorum ve kurbandan rahatsız olmuyorum.
Halvet bir tür terapi mi sizce?
- Evet, bunu birçok Müslüman olmayan Alman hastamda uyguladım. Sonuçlar çok iyiydi. Meslektaşlarım, halvetin hapishanelerdeki hastalarda da faydalı sonuçlar verebileceğini söylüyorlar. Ancak şu haliyle Alman kanunları bir pilot çalışmaya izin vermiyor.
Halvetin beyin yıkamak için bire bir olduğunu belirtiyorsunuz. Beyin yıkamak, sağlıklı bir şey olarak değerlendirilebilir mi?
- Beyin yıkama yöntemi, tıpkı bıçak kullanmaya benzer. Bıçak, ekmek keserken faydalı, adam öldürürken zararlıdır. Beyin yıkamayı da, kimin hangi şartlarda ne amaçla yaptığı çok önemlidir. Beyin yıkama, zihni şartlanmalardan arındırarak, yeni önermelere açık hale getirmektir. Şayet şartlanmaları kişiyi sınırlandırıp engelliyorsa ve bunlardan kurtulmak kişinin daha geniş açılı, daha iyi seçenekleri benimsemesini sağlıyorsa, beyin yıkama kişiyi özgürleştirir. Halvet gönüllü olarak yapılan bir ibadettir. Allah'a yakınlaşmak isteyen kişi, böylesi bir beyin yıkamayı, Allah'a giden 'kestirme bir yol' olarak değerlendirecektir.
DERS KİTABI YAPILDI
Halvetten çıktığınızda hissettiğiniz en somut değişim neydi? Modern dünyaya uyum sağlamakta herhangi bir güçlük çektiniz mi?
- ‘‘Her şey Allah'tan gelir’’ düşüncesiyle, ‘‘hayatı akışına bırakma’’ arzusu çok cazipti. Zaten tasavvufta inzivanın zamanla sınırlandırılmış olmasının sebebi, bu cazip arzuya uymayı engellemektir. Halvetten çıkınca, öncelikle aktif bir şekilde dünyevi işlerle ilgilenmeye zorladım kendimi.
Bu deneyim, Batılı meslekdaşlarınız tarafından nasıl değerlendirildi?
- ‘‘Halvette Kırk Gün, ’’ manevi yolları takip edenlerin dikkatini çekmekle kalmadı, üniversitelerin karşılaştırmalı din bilimleri ve etno-psikoloji bölümlerinde ders kitabı olarak da okutuldu. İslam'a dair gazete başlıklarının genellikle sadece terörizmden bahsettiği bir dönemde, bu kitap birçoklarınca, Anne Marie Schimmel'in ifadesiyle, ‘‘İslam'a yeni bir bakış açısıyla yaklaşmaya giden kapı' olarak değerlendirildi. İnşallah öyledir.
------
1949'da Almanya'da doğdum.13 yaşımdayken, babam Dr. Günther Jantzen, İstanbul'daki Alman İrtibat Bürosu'na başhekim olarak atandı. Genç kızlığa adım attığım bir dönemde Türkiye'ye yerleştik.60'lı yıllarda Türkiye'de yaşayan çoğu yabancı ailenin aksine, babam, o zamanların ‘‘yabancı kolonileri’’nde oturmak istemedi ve ‘‘Türkiye'de yaşayacaksak, Türklerle beraber yaşarız, Almanlarla değil’’ dedi. Böylece Nişantaşı'nda sadece Türk komşularımızın yaşadığı bir apartmana yerleştik. Türkçe öğrendim, yazlarımı, o zamanlar yolu, elektriği, suyu olmayan Anadolu köylerinde geçirdim. Şimdi de Afyon'da küçük bir ahşap evim var.15 yaşımdayken, ‘‘görücü usulüyle’’ Dr. Mehmet Özelsel'le tanıştırıldım.19 yaşında liseden mezun olur olmaz evlendik ve üniversiteyi okumak için ABD'ye gittik. Üç harika çocuğumuz oldu. Ama 26 yıllık evliliğimizin ardından, Mehmet'le ayrılmaya karar verdik. Ben daha sonra Almanya'ya yerleştim ve burada ikinci evliliğimi yaptım. Klinik psikolog olarak çalışıyorum, hastalarımın çoğu Türk.
Zorla örtünmeye de karşıyım, örtü yüzünden mağduriyete de İbadet sırasında örtünmek gerektiğini düşünüyorum. Ben İran ve Afganistan'da kadınların zorla örtünmesine karşı çıktığım kadar, Türkiye'de başörtüsüyle üniversiteye giremeyen kadınları da destekliyorum. Bence iki durum birbiriyle çelişmiyor. Dıştan görünen şekliyle yaşamımda, yaşadığım yerdeki 'edepli' kadınların çoğu nasıl giyiniyorsa ona göre başımı örtüyorum ya da açıyorum. İbadet ederken de yalnız da olsam insanlarla beraber de olsam mutlaka başımı örtüyorum.
ZİKİR SIRASINDA EROTİK ÇAĞRIŞIMLAR
Zikir sırasında cinsel hazza benzer duygular yaşadığınızı söylüyorsunuz. Nasıl açıklıyorsunuz bunu?
- Başlangıçta bu hislere bir anlam veremedim. Sadece böyle şeyler hissettiğimi kabul ettim. Halvetten sonra Doğu dinleri hakkında birçok kitap okudum ve 'Kundalini' kavramıyla tanıştım. Kundalini, insanda da mevcut olan yaradılış enerjisi, yani ilahi enerjidir. Maddi dünyada cinsellik, yeni bir hayat yaratan enerjidir. 'Kundalini, ' harekete geçmemiş potansiyel haliyle, bütün varlıklarda mevcuttur, insan vücudunda omurganın en aşağı noktasında 'kıvrılmış uyuyan bir yılan' şeklinde tanımlanabilir. Manevi nitelikli bazı egzersizler, bu enerjiyi 'uyandırır, ' yani harekete geçirir. Harekete geçen 'Kundalini, ' omurga boyunca yukarı tırmanır. Bu arada da 'kalbi' ve diğer manevi-psikolojik duyu merkezlerini açar. Tasavvuf bir yandan da zikir, namaz, oruç, halvet ve sema gibi uygulamalarla 'kalbin aynasını parlatarak, ' bu duyuların aşamalı olarak açılmasını sağlar. Doğu dinlerine göre, 'Kundalini'nin uyanma' sürecinde (benim deneyimimde olduğu gibi) cinsel olarak uyarılmaya benzeyen hisler duyulur, ancak buna cinsellik denilemez. Doğulu yazarlar, tasavvuf ya da diğer hakiki manevi yollarda yürüyenlerin, bu gerçeğin farkında olmalarını, ancak bu konuda fazla konuşmamalarını önerirler. Çünkü böyle bir deneyime sahip olmayan insanlar anlatılanları yanlış anlayabilir. Benim deneyimim ve tasavvuf edebiyatının erotik çağrışımlarla dolu olması, zihnimde bu fikri pekiştirdi. Kısa süre önce vefat eden tasavvuf uzmanı Anne Marie Schimmel bana, hayatı boyunca tasavvuf eserlerini incelediğini, ancak tasavvuf eserlerinde rastladığı erotik çağrışımları, ancak benim kitabımı okuduktan sonra anlamlandırmaya başladığını söylemişti.
Sefa KAPLAN
(Alman psikolog Michaela Üsküdar’da 40 gün halvete girdi - Hurriyet - 8 Subat 2003)
__________________________________________________
halvet olmak
15.05.2003 - 19:06Halvet Issız yerde yalnız kalmaya denir. Halvet olmaksa görüşmek için yalnız kalıp içeriye kimseyi sokmamak anlamına gelir.
Toplam 2591 mesaj bulundu
bir ses duyulsa...koşsam sesin geldiği yere...katılsam o seslere...o sesleri çıkarsam...duyulsa seslerimiz...katılsa bütün sesler...ah keşke bir olsa sesler sessizliğin içinde de...bir ses duyulsa...sessizliği bozsak
...
[Hata Bildir]
© Copyright Antoloji.Com 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Antoloji.Com'a aittir. Sitemizde yer alan şiirlerin telif hakları şairlerin kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Şu anda buradasınız:Cem Nizamoglu Nedire Yazılan Yorumlar Sayfası
22 Şubat 2025 Cumartesi - 21:42:48