Topluluk, birlik, heyet anlamlarına gelir. Eski dilde Cem'iyyet olarak geçer. Kökünden de anlaşıldığı gibi ``cem olmadır`` yani manevi birlik teşkil eden topluluk...
Hukukta, kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade sahsın ilim, malumatlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müsteniden (bir şeye dayanan) ve hükmi (tüzel) şahsiyyeti haiz (uygun) olarak kurdukları teşekkül (kuruluş) ... İktisadi gaye takibeden hususi hukuk hükmi şahısları şirket adını alır.
Tasavvufta, zihnin yalnız Cenab-ı Hakk ile meşgulliyyet halidir.
Edebiyyatta: Tenasübü veya tezadı dolayısiyle birbirine uyan kelimeleri ve zıt olan kelimeleri beraber aynı ifade içinde bulundurmak.
Edebiyat lugatından bir misal:
Bir tair-i kudsiyi uçurdun yuvasından.
Bir lane-i sevdayı tebah eyledin ey mevi.
Bir tûde türaba çevirip cism-i latifin
Bir haclegehi hak-i siyah eyledin ey mevi.
''Tair, uçurdun, lane, tûde, türab, hak'' lafızları (kelimeleri) arasında tenasüb vardır.
''Bir tude türab'' ile ''cism-i latif'', ''haclegeh'' ile ''hak-i siyah arasında tezad vardır. Buna sözün cem'iyetli olması denilir.
Bir de Cem'iyett-i Kelam var: Kelamın cami' olmasına denir. Müteaddid (çoğalmış) manası bulunan kelam, söz...
Birisini izlemekle, değer vermek arasında fark olmasına rağmen bazı kişiler bunları birbirine karıştırıyorlar. Bir insan hakkında gerçekleri yazarken bazen övermiş gibi görünür, bu da ona karşı çıkanı kızdırır fakat illa da övüyordur diye mülhidi olacağı şartı yoktur. Bir yandan Ahmeti, diğer yandan Mehmete değer verebilir ama Ahmet ve Mehmet birbirine muhalefet de olabilir ama ikisini bir yapan kabukları değil, özleridir... O yüzden insanlarla uğraşanlar, karpuzun kabuğunu yiyen eşek gibidirler, ama değer veren kabuğun altındakinin daha tatlı olduğunu bilir...
İki zıt kutup da gözüken insanlar bile olsa, onlar renkler gibidir, kırmızı veya mavi gibi faklı olabilirler ama ikisi de renktir... önemli olan insanlık davasıdır, işte bu kişileri altın gibi değerli yapan insanlık cevheridir, isterse çamura düşsünler, yine de altın gibi değerlerini kaybetmezler ama bazıları daha da gömer ya da üstüne basar geçer. İşte onlar kaybedenlerdir, şeytan gibi insanın özünü bilmeyip cahilliklerinden aldanıp başlarını bile eğemezler... Ellerindekinin değerini bilenler ise kazançlıdır...
İzlemek yerine daha çok değer vermek kolaydır, çünkü izlenmesi gereken dayanıldığında sağlam olması gerektiğinden, her şeye dayanmamak gerekir... ama insan kolayı yapmadan zoru başarmayı çalışır, yürmeyi öğrenmeyinin suya atlması gibi...
İnsanın nasıl kaderi varsa ailelerin de kader planı vardır, aynı şekilde ülkelerin, dünyaların hatta evrenlerin bile. Hepsinin bir doğuşu, gelişimi ve ölümü mevcuttur. Bu bakımdan bir Ülke bir insanın vucudu gibidir, insan kendini ne kadar kontrol edebilicek kadar özgürse, bir ülke de kendini kotrol edebileceği kadar da bağımsızdır.
Eninde sonunda toplumlar bireylerden oluşur, burdan yola çıkarsak bir insanı diğer canlılardan farklı olması sadece düşünebilmesi değildir. Bilim adamları, çoğu hayvanın da zevkine göre hareketler de bulunabildiği ya da olaylara göre stratejiler geliştirebildiklerini ispatlamış ve bitkilerin kıskanma, üzülme gibi duygulara sahip olduklarını da göstermişlerdir. O zaman düşünmeyi getiren olguların olduğu bir yaratılış da bizi ayıran sadece '''aklımızın olması''' değil kendi hür irademizle kontrol mekanizmalarını kullanabilmemizdir.
Bir insanın özgürlüğü başkasını rahatsız etmeden istediğini yapmaksa, kontrolü kaybedecek merhalelere kolayca girebilir. İster bağımsız bir ülke, ister hür bir köle ya da özgürüm diyen kişiler olsun eğer BAĞIMLILIKLARI varsa özgür değillerdir. Kontrolü olmayan bir insan, ister yaşadığı ülkenin duvarları yıkılsın, isterse prangaları çıkarılıp hür olsun, eğer fiziki ya da psikolojik olarak bir maddeye bağımlıysa ''asfalt yolda da olsa, çamurlu yolda da olsa eşek eşektir'' benzetmesinden ileri gitmez.
Aynı şekilde bir ülkenin hem askeri hem de ekonomik olarak kendi kararları kendi alamıyorsa, önemli durumlarda halkına değilde başka ülkelere başvuruyorsa tuvalete bile gitmek için izin isteyen mahkumdan ne farkı vardır. İsterse bu ülkeye hamburgerler gelip görmediği teknolojilerle çağ atlasın, orasını burasını açıp kendini özgür olduğunu sana dursun, esas bir milleti ileri götüren bağımıszlığından gelen özgürlükler değildir, tersine kontrol edebilme makinizması ile sağlanan gelişme dinamizmini devam ettirebilmesidir. Yani kendini kontrol etmesini engelleyecek durumlara karşı koyması ya da uzak durmasıdır.
Bağımlılık başkadır, sorumluluk başkadır. Yukarda yazıdıklarımı bu açıdan okursanız bağımlı olduğumuz yanlış şeylerin ne olduğuna daha kolay görebilirsiniz. Mesela neden önce halkımız için değil de AB'nin gözüne girmek için bunca değişikler yapıyoruz? Belki değişikler sağlıklı, halk için önemli ama bu hükümetin halkına olan sorumluluğundan değil IMF olan yani dolara ve borçlarına olan bağımlılığından geliyor. Aynı şekilde uğruna ölünecek kadar kararlar alınması gerikirken tam ters kararlar alınıyor, mesela yine halkın vicdanına olan sorumluluktan değil de, NATO'ya olan bağımlılıktan kararlar alıyoruz ama Kıbrıs çıkartması ne muhteşem bağımsız bir ülkenin hareketi idi, uğruna ölünecek, ekonomiksel-toplumsal yani herhangi bir şekilde fedakarlıkta bulunucak hareketler, ama malesef sağdan soldan o kadar bağlanmışınız ki iplerini kopartamayan kukla olmak kadar acı durumlara düşülmüş.
Malesef maddeye o kadar bağlanmışız ki basit bir olayı bile artık iyi (adil bir şekilde) tartamıyoruz. Değer yargıları, ahlak, birlik, düzen gibi kuramlar çökmüş, anlamlar çarptırılmış bir çağda daha dolu örnek verebiliriz. Bundan dolayı ki bence artık bağımsızlık anlamını yitiridi. Nasıl anarşiye barış olarak, bozgunculuğa reform olarak bakılıyorsa tutsaklığa da özgürlük, bağımlılığa da bağımsızlık olarak anlıyoruz. Etrafınıza bakın içkiye, sigaraya, eşe-dosta, paraya-pula bağımlı insanlar görürsünüz, işte aynı şekilde ülkelerde böyle sarhoş yaşıyorlar. Ama bilmezler ki insan ağaca.dayansa; ağaç yıkılır, insana dayansa; insan uyuyabilir...
Aklıma Tarık Akan'ın 'Adak' adlı türk filmi geliyor. Fİlmin konusunda olduğu gibi çok istenilen bir dileğin gerçekleşmesi için nezir yani adanılan şeye denir.
Daha çok törensel bir havaya sahip olan bu adama işi yy'lar boyunca daha çok dünyasal ya da sapık istekler için kullanılmıştır. Daha çok şu olursa şunu kesecem,bunu edicem gibi bir çağrıştırma yapsa da insana bir dayanak olarak verilen kurban ile, yanlış uygulanan bu olayı maddecilikten çıkartılıp hem sosyal hem manevi olarak anlam kazanmıştır.
Senfonik Metal muziğinin en bilinen isimlerinden Therion'i, zirveye çıkartan ''Deggial'' albümünde cover ettikleri (yorumladıkları) yapıt. Gerçekten de çok iyi bir çalışma.
7 Nisan 1920 doğumlu 4 erkek kardeşin en küçüğü olan Ravi, George Harrison'ın tabiriyle ''Godfather of World Music.'' yani dünya müziğinin (büyük) babası haline geldi.
Genç yaşta ''Robu'' takma adını alan ve efsanevi dansçı olarak tanınan en büyük abisi Uday Shankar sayesinde sanat dünyasına giren Ravi esas sitarın en bilinen ustalarının ''Baba'' Allauddin Kahn'nın öğrencisi olarak yetişerek tanınmıştır..
Ve anlatmakla bitmiyecek kariyerine başlayan Ravi Shankar'ın bilmek için Sitar'ı bilmek lazım. Bir Türk için saz, bir Yunan için Buzuki, bir kovboy için gitar neyse Hintli için de sitar odur ama öyle mistik bir sesi vardır ki bir sufinin ney çalması gibi insanı kendinden geçirir. Doğu müziğine veya mistik muziklere ilginiz varsa Ravi Shankar'ı dinlemenizi mutlaka tavsiye ederim...
Altın Oran (golden ratio, the golden ve divine proportion olarak da bilinen golden section) , fibonacci sayılarına ait bir özelliktir. Sanatta, doğa da hatta yaşayan organizmalar da bile görünen bu muhteşem düzen çoğu kişi tarafından yüce bir Yaratıcı'nın varlığının ispatı olduğunu düşünürler. Genel olarak anlamı: ''Dizideki bir sayıyı kendinden önceki sayıya böldüğünüzde birbirine çok yakın sayılar elde edersiniz. Hatta serideki 13. sırada yer alan sayıdan sonra bu sayı sabitlenir. İşte bu sayı 'altın oran' olarak adlandırılır''
Bildiğimiz Pi sayısı gibi belli bir sıradan sonra yani 13. sıradan sonra sabbitleşen Altın oran 1,618... eşittir. Yunanca alfabesinden gelen PHi ile sembol edilir.
Phi = (1 + sqrt{5}) / 2 ya da (Sqrt(5) +1) /2 = 1.618033988749895 yani Phi^-1 = Phi-1 olarak da bilinir.
*Sgrt(5) derken 5'in kökü anlamına gelir
Tabi bu sayfada şekillerle ya da sembollerle gösteremediğimden basitçe açıklamaya çalışayım...
Matemetik derslerinizden de belki hatırlarsınız...
Mesela 0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987... sayı dizisinden yola çıkarsak, bir beşgenden bir çizgi alalım.
x---y---z
böylece yz/xy = Altın oran(1,618....) = xz/yz
Yıukardaki sayı dizinde de göreceksiniz ki hangi sayıyı alırsanız alın genel anlamından yola çıkarak hep Altın oranı bulursunuz. Mesela 144 alalım, 144'den önce 89 gelir, toplarsak 233 eder demek ki 233/144=1,618.. varir... aynı şekilde devam edersek 233'e önce ki sayı olan 144 eklememiz lazım o da 377 eder yani 377'den önce ki sayı olan 233 bölersek 377/233=1,618 çıkar böyle devam devam edersek
233 / 144 = 377 / 233 = 610 / 377 = 987 / 610 = 1597 / 987 = 2584 / 1597 =.... xz/yz=yz/xy= 1,618.... elde edderiz.
Bu konuda türkçe ve ingilizce olarak nette çizimli ve şekillerle olan daha detaylı bilgiler bulabilirsiniz. Tabi bazı çok bilmişlere, kopyalayıp-yapıştırmak zor geldiğinden bunca zamandır boş bırakılan terimi doldurmak benim gibi şovenistlere kaldı...
Kadın savaşçıya ya da eskiden ata binen kadına verilen ad.
bkz. Amazonlar
Nette en çok alışveriş yaptığım, en geniş kaynaklara sahip Sanal Kitapevinin adı.
bkz. www.amazon.co.uk - www.amazon.com
Tabi ki akla ilk gelen 6500 km.'den uzun Amazon Nehri ve etrafı kaplayan dev Amazon yağmur ormanları artı orada yaşayan Amazon yerlileri. O kadar doğal zenginlğine rağmen her saniye can kaybeden bir güzellik...
Ünlü Filozof, bilgin ve toplumsal eleştirmen. 1. Dünya Savaşına karşı olduğundan Cambridge Universitesi'ndeki görevinden alınmış olan Bertrand Russell, dinimiz hakkında çok olumlu sözler söylemiştir.
Bunlardan en çarpıcı olanı 699-1000 arasında Avrupa'da karanlık çağlar yaşanırken İslamiyetin, Hindistan'dan İspanya'ya kadar aydınlantığı gerçeğini belirtmiştir. Popüler tarihte pek bunlara yer verilmemesine ve kişilerin İslamiyet'e karşı dar bakışlarını kınar.
'Our use of the phrase 'The Dark Ages' to cover the period from 699 to 1000 marks our undue concentration on Western Europe … From India to Spain, the brilliant civilisation of Islam flourished. What was lost to Christendom at this time was not lost to civilisation, but quite the contrary … To us it seems that West-European civilisation is civilisation, but this is a narrow view'. (History of Western Philosophy, London, 1948, p.419) .
Bertrand Russell in ‘History of Western Philosophy,’ London, 1948, p. 419.
Başka Sözleri:
'The whole problem with the world is that fools and fanatics are always
so certain of themselves, and wiser people so full of doubts'
- Bertrand Russell
One of the main causes of trouble in the world is dogmatic and
fanatical belief in some doctrine for which there is no adequate
evidence'
- Bertrand Russell
Kaynağa bakın, eski KGB. SSCB'inde hırsitiyanlık dahil müslmanlığı bastırmaya çalışanlar örgütü KGB. Yapmadıkları zulm kalmamıştır. Kurulan universitelerle dini ve Türkçeyi öğrenenler varken, SSCB namazı, orucu yani her türlü ibadeti yasaklamasına rağmen bazı sarhoşlar eski KGB'yi kaynak olarak mı kullanıyor, vah vah...
Tabi ajan majan diyecekler, ellerinde ki her kozu kullanmaya çalışacaklar çünkü kendi çıkarlarına ters düşen her akımı tehlike olarak görecekler, ve o akımı yıkmak için her türlü çirkeflik yapılacaktır. Daha önceden de söyledim, bu kaynları ancak kendi çıkarlarına uyan insanlar kullanırlar. Tarihte, kendi doğruları için şeytanla yatanlar çok görümnmüştür... Taklitlerinden sakının derim...
O değerli bir insandır. Değerli insanlar hakkında ne kadar bahsetsem insanlar yüceltiğimi sanırlar. Başkaları da bahsettikçe o kadar yukarılara çıkartılırlar ki kendini bilmez biri gelip kolayca baltalayıp kesince, malesef o kadar yukarılardan düşerler. Fakat başta önemli olan onların kim olduğu değil davalarıdır, insanlık davası... Bu dava için verdikleri emekler, fedakarlıklar ve sayamayacağım kadar uğraşlarıdır. Esas takdir Allah'ın, sahip çıkmak da bizden... Yine de kim olduğunu merak ediyorsanız, onu benden daha iyi tanıyanlar elbette vardır. Kötü veya iyi zaten bu başlık altında hakkında çok defa yazıldı, o kadar da bu başlık silindi. Hatta en çok silinen başlık oldu. Bir daha silinebilir.
Silsinler, yine de yazalım, bu kadar küçük bir fedakarlıkta biraz da biz bulunalım ve bir daha emek verip yazalım. Ama ne göklere çıkartalım, ne de yerin dibine geçerelim. Yapıcı ve sakin bir şekilde yazalım yakışır bir şekilde...
Ülkemizin mozağinden yetişmiş bir sanatçı. Dikenlerinden dolayı belki tutulacak bir yeri yok ama dikenleri ayıklayamıyorsunuz bari değerini bilip kopartmayın...
Hakkında binlerce dava açılmasına rağmen suçlu bulanamayan, hatta insanların suçlu-suçsuz infaz edilen mahkemelerden bile temiz çıkan vatan evladımızı güvenilir olmayan bir kaç kaynakla etiketlenip satılmak isteniyor. Daha güvenilir kaynaklardan kendinisini tanımanız dileği ile:
Said Nursi Efendi Hakkında:
Rusya'daki esaret hayatından sonra İstanbul'a dönen Said Nursi, Mondros Ateşkes Sözleşmesi'nden sonraki dönem de rahat durmadı. 16 Mart 1920'de İstanbul'un İngiliz askerleri tarafından işgâl edilmesi üzerine Hutuvât-ı Sitte adlı bir broşür bastıran Said Nursi, işgalcilere karşı halkı ve alimleri uyardı. İngilizler tarafından tehlikeli adam olarak görülen Said-i Nursi Anadolu hareketini açıkça destekledi. İstanbul ulemasının Kuvay-ı Milliye ve Kurtuluş Savaşı aleyhinde verdiği fetvaya, 'işgal altındaki bir yerde bulunan sorumluların verdiği fetva irade özgürlüğü bulunmadığı için mualleldir' gerekçesiyle karşı çıktı.
Said Nursi'nin faaliyetleri Kuva-yı Milliye kadrosu tarafından da sempatiyle karşılandı. Nursi'nin Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara'ya davet edildiği, bu davet üzerine kendisinin 1922 sonlarında Ankara'ya geldiği ve Ulus'taki Millet Meclisi binası'nda resmi zevat tarafından karşılandığı ifade ediliyor.
- İsyancı değildi, sürgün edildi:
Cumhuriyetin kurucu kadrosuyla arasına ayrılık giren Said Nursi'nin, 10 maddelik bir beyanname hazırlayarak Meclis üyelerine dağıttığı ifade ediliyor. Bu beyannâmede cumhuriyetin kurucu kadrosunu İslam'ın şiarlarına sahip çıkmaya çağıran Said Nursi'nin Atatürk ile bir- kaç kez görüştüğü de ifade ediliyor. Bazı rivayetlere göre Said Nursi, Şark Umumî Vâizliği, milletvekilliği ve Diyanet âzâlığı gibi teklifleri kabul etmeyerek Van'a döndüğü rivayet ediliyor. Artık ideallerini siyaset yoluyla gerçekleştiremeyeceği kanaatine ulaşan ve Ankara'dan umduğunu bulamayan Said Nursi 1923'ten sonra Van'a dönerek bir tür inzivaya çekildi.
Annesinin yanısıra özel katibi olan yeğeninin de vefat etmesiyle birlikte sosyal hayattan elini eteğini çekti. 1925'te meydana gelen Şeyh Said İsyanı sırasında Van'ın Erek Dağı'ndaki bir kilise kalıntısında yaşayan Said Nursi, isyanın bastırılmasından sonra bölgede nüfuz sahibi olduğu kabul edilen pekçok kişi gibi Batı illerine sürgün edildi. Şeyh Sait taraftarları isyandan biraz önce Said Nursi'yi kendilerini desteklemesi için teklifler götürdüler. Said Nursi'nin bu teklifleri reddettiği ve 'Dahilde, bu milletin evlatlarına kılıç çekilmez' şeklinde konuştuğu belirtiliyor.
- Kayıkla Barla'ya götürüldü:
1926 yılının Şubat ayında, jandarma gözetiminde Eğirdir'den bir kayıkla Barla'ya getirilen Said Nursi, ilk geceyi polis karakolunda geçirdikten sonra 'Muhacir Hafız' diye anılan Ahmet Karaca'nın evine yerleştirildi. Kısa bir süre bu evde ikamet eden Said Nursi, daha sonra ulu bir çınar ağacının yanındaki eve taşındı. Said Nursi'ye sempati duyan bir marangoz çınar ağacının tepesine tahtadan küçük bir barınak yaptı. Said Nursi ağacın tepesine kurulan bu barınakta gecelerini geçirdi. Günde bir tas çorba ve biraz da ekmek yiyordu. Hiçbir hediye kabul etmediği için kendisine getirilen yiyeceklerin de parasını ödüyordu.
İlk günlerde Said Nursi'ye yaklaşmaya ve onunla konuşmaya çekinen Barlalılar bir süre sonra çekingenliklerini bıraktılar. Barlalı Sıddık Süleyman ilk ve çok sevdiği talebeleri arasında yer aldı. 1924'lerden itibaren münzevi bir hayat yaşayan Said Nursi'nin Barla sürgünü hayatında yeni bir cephe açtı. Sürgün döneminde Kur'an'ın anlaşılması için kendini tümüyle tefekküre ve yazmaya verdi. Sözler, Mektubat ve Lem'alar'ın 13. cüzü sekiz senelik Barla sürgününde yazıldı.
- Gözümde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu...:
Said Nursi yakın arkadaşı Eşref Edip'e şunları söylüyor 'Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-i harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandim. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. Işte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade-imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah'a bin kere hamd olsun. Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun
Tüm Yazı Dizisi:
http://www.yenisafak.com/diziler/nur/index.html
http://www.yenisafak.com/diziler/nur/nur2.html
http://www.yenisafak.com/diziler/nur/nur3.html
http://www.yenisafak.com/diziler/nur/nur4.html
Carmina Burana çoğu bölümleri Ortaçağ Latincesi ve bazı bölümleride Ortaçağ Almancası kullanılarak yazılmış 318 şarkıdan aktarılmış, ortaçağın en büyük ve en tanınmış eserleri arasına girer.
Almanya’nın Bayern eyaletinde, Münih şehrinin güneyindeki Benediktin manastırında bulunan el yazmaları üzerine bestelenmiştir.Bu yazmalar halen Bavyera Devlet kütüphanesinde muhafaza altındadır. Codex Buranus 1803’de Bavyera manastırlarının laikleştirilmesi üzerine Münih Saray kütüphanesinin zimmetine geçti. Eser, kütüphanenin taşınması esnasında Münihli kütüphaneci Johann Christoph Freitherr von Aretin tarafından keşfedildi ve kendisi bu toplu eseri ‘Genellikle Papa’nın tahtına saldıran, koşuk ve düzyazı mizah parçalarından oluşan Codex Buranus olarak nitelendirdi.
Bu metin, muhtemeldir ki 13. Yüzyıl goliardik repertuarın Latin seküler şiirlerinin en önemlilerini oluşturur. Eserdeki şiirlerin nerede ne zaman hangi şartlar altında, kimler tarafından yazıldığı hakkında bilim adamları somut bilgiler veremiyorlar. Bilim ve sanatın merkezini oluşturan Avrupa’nın gözde kentleri, Ceasar ve Cicero’nun kullanmış olduğu klasik Latince’den farklı olan; o dönemin yaygın ve esnek diliyle Ortaçağ Latincesiyle birbirleriyle kenetliydi. Eser genellikle bu ortak dil ile yazılmasına karşın, bazı şarkılarda Almanca kökenli dizelerle karşılaşıyoruz hatta bazılarında Alman şairlerin dizeleri de karşımıza çıkıyor.Gezgin şarkıcıların söylediği şarkılarla coşup dans eden ve iyi latince bilmeyen halktan insanların bu tür Almanca dörtlükleri kolaylarına geldiğinden bu dizeleri ekledikleri tahmin ediliyor. Almanca ve Latince dizeler yapı bakımından örtüştüklerinden özgün melodiye uyarlamakta da sorun çıkmıyordu. Saray Devlet kütüphanesinde çalışan bilgin ve kütüphaneci Johann Andreas Schmeller, eserin tamamına BENEDİKTBEUREN’DEN ŞARKILAR anlamına gelen CARMİNA BURANA adını verdi ve 1847 yılında ilk kez kitap haline getirerek geniş okuyucu kitlesine sundu.
CARMİNA BURANA 13. Yüzyılın kültürel ve sosyal yaşamını yansıtır. Ritmik ve metrik yapıya sahip olan bu şarkılar, içerik bakımından bölümlere ayrılmaktadır.
İlk bölüm toplam 55 Ahlak öğretileri ve taşlama niteliğinde bölümlerden,
İkinci bölüm 56-186 Sevda Şarkılarından oluşurken;
Üçüncü bölümde CB187-225 İçki ve Kumar şarkıları ile CB 226-228 din içerikli uzun dialoglar da bulunmaktadır.
El yazmalarının derlenmesine kolaylık getirmek için saptanmış olan bu bölümlerde öbür bölümlerdeki motiflere göndermelerle sık sık karşılaştığımız gibi, saptanan bölümün konusu dışında kalan şarkıları da görürüz.
“Daha önce yazdığım bütün eserlerimi yırt. Carmina Burana benim seçkin eserlerimin bir başlagıcı oldu.” (Carl Orff’tan yayıncısına)
Carl Orff 1895-1982 de Münih’te doğmuştur.Academie der Tonkust’ta öğrenim gördükten sonra iki yıl boyunca seçkin Alman bestecilerinden biri olan Heinrich Kaminski’den ders alır.Yaşamının ileriki yıllarında Münih, Mannheim ve Darmstadt’da orkestra yöneticiliği yapacaktır. Çocukların müzik eğitimi üzerine çalışmalar yaptı. Sonradan oldukça benimsenecek ve gurup alıştırmaları ile vurmalı çalgılar yoluyla ritm duyarlılığına dayanan bir sistem geliştirdi. Orff çocukların hemen kavrayabileceği en basit çalgılama biçiminin vurmalı çalgılar olduğunu düşünüyordu. Ona göre ilk çağlardan beri kullanılan vurmalı çalgılar müzik eğitiminde başlangıç olabilirdi. Buradan yola çıkarak 1930 yılında ‘Schulwerk’okullarda müzik eğitimi adlı kitabını yayınladı.
Bu arada bazı 17 yüzyıl operalarını da yayına hazır hale getirdi.1936’dan sonra beste yapmak amacıyla yaşamını tamamen müziğe adadı. İlk çağların ilkel müziğini, ortaçağın mistik müzikleriyle birleştirdi.1937’de ortaçağ şiirlerinin yer aldığı bir el yazmasına dayanarak Carmina Burana başlıklı din dışı oratoryosunu besteledi.Ardından Yunan tiyatrosuyla Ortaçağ gizem oyunlarından esinlenen iki operayı daha müziğe dökecekti. Bunlar Carmina Burana ile birlikte üçlü oluşturan Catulli Carmina (Catallus’un şarkıları) ve Trionfo di Afrodite (Afrodit’in zaferi) dir.
1950 den ölümüne kadar Yüksek Müzik Akademinde beste dersleri verdi. Ailesi subay kökenliydi ve Bavyeranın soylu aillelerinin başında geliyordu. Çocukluğunun ailesini katı disiplini altında geçtiği tahmin ediliyor. Asker kökenli bir aileden gelmesi yüzünden disiplinli bir hayat yaşayan Orff, bu düzeni sadece işlerini planlamada değil kendi iç dünyasında da kullandı. Sırf konsantrasyonu bozulmasın diye hayatını Münihte geçirdiği Bach Derneğini yönettiği 1930 yılından öldüğü 1982 yılına kadar geçen 52 yıl boyunca Münih’ten ayrılmadığı sanılmaktadır.Orff geleneklerine çok bağlıydı öyle ki onu bir müzisyen değil de bir katolik rahibi olarak düşünmek mümkündü.
Carmina Burana hakkında yukarıda geniş bilgi vermiştik. Catulli Carmina ünlü Romalı şair Catallus’un kendi hayatını anlatmaktadır.Catallus’un yazdığı şiirlerden Luventus adlı bir gençle eşcinsel ilişki yaşadığı anlaşılıyor.Koyu dindar olduğu sanılan bestecinin yer yer müstehcenlik içeren bu metni bestelemesi kiliseyi küplere bindirmiştir. İlginç olan Trionfo di Afrodite’nin de eski Roma ve Yunan şairlerinin metinlerinden bestelenmiş ve Orff’a uymayacak kadar müstehcen olmasıdır.Yine söylentilere göre kilise içinde kilise karşıtı temalar bulunan yapıtların bestelenmesine göz yummamış ve Orff’u afaroz etmiştir.Her ne kadar bu bir söylentiden ileri gitmemişse de katı kuralları olan kilisenin böyle bir tepki verebileceğini düşünmek pek de yanlış sayılamaz.
Eski çağların müziğini günümüz müziği ile birleştiren Orff Carmina Burana’da orkestrayı insan sesini desteklemek amacıyla kullanmıştır.Carmina Burana 8 Haziran 1937 yılında Frankfurt’ta gerçekleşen ilk seslendirilişinde büyük ilgi uyandırdı.Hatta bu başarı bazı eleştirmenleri öyle kızdırdı ki bu eserin ciddi bir eser olmadığını ileri sürdüler.
Orff’un hayatından bir başka bölümü de atlamadan geçmemek gerkir. 30’lu yıllar bir başka Alman’ı da tarih sahnesine çıkarmıştır.Nasyonal sosyalizmi savunan Hitler’e göre ülkede herşey Alman olmak zorundaydı, hatta müzik bile. Hitler uzun bir süre Almanya’nın ve Alman vatandaşlarının gözünde bir simge oldu. Buna Carl Orff’da dahildi.Bu hayranlığın asker kökenli bir aileden gelmesine mi yoksa duyulan hayranlığın karşılıklı olmasından mı kaynaklandığı bilinmiyor.Bilinen gerçek Hitler’in severek dinlediği bestecilerden birinin Richard Wagner diğerinin Carl Orff olduğudur.
Orff’un diğer eserlerinden başlıcaları:
İsa’nın göğe çıkış komedisi,Mucize bebeğin doğuş oyunu,Antigoneler,Tiran Oidipus,Prometheus,
Yüzüklerin efendisi filminde Black Riders’a eşlik eden koro Carmina Burana’dan esintiler taşımaktadır.
Bir klasik müzik arşivinin Orff’un güçlü ve dramatik yapıtı Carmina Burana’sız oluşu düşünülemez.
1946'da İtalyan Achilles Gaggia, espresso makinasını geliştirerek ilginç bir içecek yapar rengi Kapüsen Tarikatı'ndaki (capuchin order) keşişlerinin cubbelerinin rengine benzeyisinden capuccino ismi verilir...
bir ses duyulsa...koşsam sesin geldiği yere...katılsam o seslere...o sesleri çıkarsam...duyulsa seslerimiz...katılsa bütün sesler...ah keşke bir olsa sesler sessizliğin içinde de...bir ses duyulsa...sessizliği bozsak
cemiyet
07.01.2004 - 18:39Topluluk, birlik, heyet anlamlarına gelir. Eski dilde Cem'iyyet olarak geçer. Kökünden de anlaşıldığı gibi ``cem olmadır`` yani manevi birlik teşkil eden topluluk...
Hukukta, kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade sahsın ilim, malumatlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müsteniden (bir şeye dayanan) ve hükmi (tüzel) şahsiyyeti haiz (uygun) olarak kurdukları teşekkül (kuruluş) ... İktisadi gaye takibeden hususi hukuk hükmi şahısları şirket adını alır.
Tasavvufta, zihnin yalnız Cenab-ı Hakk ile meşgulliyyet halidir.
Edebiyyatta: Tenasübü veya tezadı dolayısiyle birbirine uyan kelimeleri ve zıt olan kelimeleri beraber aynı ifade içinde bulundurmak.
Edebiyat lugatından bir misal:
Bir tair-i kudsiyi uçurdun yuvasından.
Bir lane-i sevdayı tebah eyledin ey mevi.
Bir tûde türaba çevirip cism-i latifin
Bir haclegehi hak-i siyah eyledin ey mevi.
''Tair, uçurdun, lane, tûde, türab, hak'' lafızları (kelimeleri) arasında tenasüb vardır.
''Bir tude türab'' ile ''cism-i latif'', ''haclegeh'' ile ''hak-i siyah arasında tezad vardır. Buna sözün cem'iyetli olması denilir.
Bir de Cem'iyett-i Kelam var: Kelamın cami' olmasına denir. Müteaddid (çoğalmış) manası bulunan kelam, söz...
ahmet özhan
06.01.2004 - 20:56bülbül
kerbela
06.01.2004 - 20:54hala kanayan yara
değerli insanlar
06.01.2004 - 19:58Birisini izlemekle, değer vermek arasında fark olmasına rağmen bazı kişiler bunları birbirine karıştırıyorlar. Bir insan hakkında gerçekleri yazarken bazen övermiş gibi görünür, bu da ona karşı çıkanı kızdırır fakat illa da övüyordur diye mülhidi olacağı şartı yoktur. Bir yandan Ahmeti, diğer yandan Mehmete değer verebilir ama Ahmet ve Mehmet birbirine muhalefet de olabilir ama ikisini bir yapan kabukları değil, özleridir... O yüzden insanlarla uğraşanlar, karpuzun kabuğunu yiyen eşek gibidirler, ama değer veren kabuğun altındakinin daha tatlı olduğunu bilir...
İki zıt kutup da gözüken insanlar bile olsa, onlar renkler gibidir, kırmızı veya mavi gibi faklı olabilirler ama ikisi de renktir... önemli olan insanlık davasıdır, işte bu kişileri altın gibi değerli yapan insanlık cevheridir, isterse çamura düşsünler, yine de altın gibi değerlerini kaybetmezler ama bazıları daha da gömer ya da üstüne basar geçer. İşte onlar kaybedenlerdir, şeytan gibi insanın özünü bilmeyip cahilliklerinden aldanıp başlarını bile eğemezler... Ellerindekinin değerini bilenler ise kazançlıdır...
İzlemek yerine daha çok değer vermek kolaydır, çünkü izlenmesi gereken dayanıldığında sağlam olması gerektiğinden, her şeye dayanmamak gerekir... ama insan kolayı yapmadan zoru başarmayı çalışır, yürmeyi öğrenmeyinin suya atlması gibi...
cesar
06.01.2004 - 15:26Fransa'da Oscar'a benzeyen kişilere ve filmlere verilen ödüllermiş...
cemaat
06.01.2004 - 15:22Topluluk.
Bir yere toplanmış insanlar.
Takım, bölük...
Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti.
Bir mezhebe tabi bir heyet teşkil eden ahali...
bağımsızlık
06.01.2004 - 15:09İnsanın nasıl kaderi varsa ailelerin de kader planı vardır, aynı şekilde ülkelerin, dünyaların hatta evrenlerin bile. Hepsinin bir doğuşu, gelişimi ve ölümü mevcuttur. Bu bakımdan bir Ülke bir insanın vucudu gibidir, insan kendini ne kadar kontrol edebilicek kadar özgürse, bir ülke de kendini kotrol edebileceği kadar da bağımsızdır.
Eninde sonunda toplumlar bireylerden oluşur, burdan yola çıkarsak bir insanı diğer canlılardan farklı olması sadece düşünebilmesi değildir. Bilim adamları, çoğu hayvanın da zevkine göre hareketler de bulunabildiği ya da olaylara göre stratejiler geliştirebildiklerini ispatlamış ve bitkilerin kıskanma, üzülme gibi duygulara sahip olduklarını da göstermişlerdir. O zaman düşünmeyi getiren olguların olduğu bir yaratılış da bizi ayıran sadece '''aklımızın olması''' değil kendi hür irademizle kontrol mekanizmalarını kullanabilmemizdir.
Bir insanın özgürlüğü başkasını rahatsız etmeden istediğini yapmaksa, kontrolü kaybedecek merhalelere kolayca girebilir. İster bağımsız bir ülke, ister hür bir köle ya da özgürüm diyen kişiler olsun eğer BAĞIMLILIKLARI varsa özgür değillerdir. Kontrolü olmayan bir insan, ister yaşadığı ülkenin duvarları yıkılsın, isterse prangaları çıkarılıp hür olsun, eğer fiziki ya da psikolojik olarak bir maddeye bağımlıysa ''asfalt yolda da olsa, çamurlu yolda da olsa eşek eşektir'' benzetmesinden ileri gitmez.
Aynı şekilde bir ülkenin hem askeri hem de ekonomik olarak kendi kararları kendi alamıyorsa, önemli durumlarda halkına değilde başka ülkelere başvuruyorsa tuvalete bile gitmek için izin isteyen mahkumdan ne farkı vardır. İsterse bu ülkeye hamburgerler gelip görmediği teknolojilerle çağ atlasın, orasını burasını açıp kendini özgür olduğunu sana dursun, esas bir milleti ileri götüren bağımıszlığından gelen özgürlükler değildir, tersine kontrol edebilme makinizması ile sağlanan gelişme dinamizmini devam ettirebilmesidir. Yani kendini kontrol etmesini engelleyecek durumlara karşı koyması ya da uzak durmasıdır.
Bağımlılık başkadır, sorumluluk başkadır. Yukarda yazıdıklarımı bu açıdan okursanız bağımlı olduğumuz yanlış şeylerin ne olduğuna daha kolay görebilirsiniz. Mesela neden önce halkımız için değil de AB'nin gözüne girmek için bunca değişikler yapıyoruz? Belki değişikler sağlıklı, halk için önemli ama bu hükümetin halkına olan sorumluluğundan değil IMF olan yani dolara ve borçlarına olan bağımlılığından geliyor. Aynı şekilde uğruna ölünecek kadar kararlar alınması gerikirken tam ters kararlar alınıyor, mesela yine halkın vicdanına olan sorumluluktan değil de, NATO'ya olan bağımlılıktan kararlar alıyoruz ama Kıbrıs çıkartması ne muhteşem bağımsız bir ülkenin hareketi idi, uğruna ölünecek, ekonomiksel-toplumsal yani herhangi bir şekilde fedakarlıkta bulunucak hareketler, ama malesef sağdan soldan o kadar bağlanmışınız ki iplerini kopartamayan kukla olmak kadar acı durumlara düşülmüş.
Malesef maddeye o kadar bağlanmışız ki basit bir olayı bile artık iyi (adil bir şekilde) tartamıyoruz. Değer yargıları, ahlak, birlik, düzen gibi kuramlar çökmüş, anlamlar çarptırılmış bir çağda daha dolu örnek verebiliriz. Bundan dolayı ki bence artık bağımsızlık anlamını yitiridi. Nasıl anarşiye barış olarak, bozgunculuğa reform olarak bakılıyorsa tutsaklığa da özgürlük, bağımlılığa da bağımsızlık olarak anlıyoruz. Etrafınıza bakın içkiye, sigaraya, eşe-dosta, paraya-pula bağımlı insanlar görürsünüz, işte aynı şekilde ülkelerde böyle sarhoş yaşıyorlar. Ama bilmezler ki insan ağaca.dayansa; ağaç yıkılır, insana dayansa; insan uyuyabilir...
adak
06.01.2004 - 14:18Aklıma Tarık Akan'ın 'Adak' adlı türk filmi geliyor. Fİlmin konusunda olduğu gibi çok istenilen bir dileğin gerçekleşmesi için nezir yani adanılan şeye denir.
Daha çok törensel bir havaya sahip olan bu adama işi yy'lar boyunca daha çok dünyasal ya da sapık istekler için kullanılmıştır. Daha çok şu olursa şunu kesecem,bunu edicem gibi bir çağrıştırma yapsa da insana bir dayanak olarak verilen kurban ile, yanlış uygulanan bu olayı maddecilikten çıkartılıp hem sosyal hem manevi olarak anlam kazanmıştır.
carmina burana
06.01.2004 - 14:02Senfonik Metal muziğinin en bilinen isimlerinden Therion'i, zirveye çıkartan ''Deggial'' albümünde cover ettikleri (yorumladıkları) yapıt. Gerçekten de çok iyi bir çalışma.
Ravi Shankar
06.01.2004 - 13:557 Nisan 1920 doğumlu 4 erkek kardeşin en küçüğü olan Ravi, George Harrison'ın tabiriyle ''Godfather of World Music.'' yani dünya müziğinin (büyük) babası haline geldi.
Genç yaşta ''Robu'' takma adını alan ve efsanevi dansçı olarak tanınan en büyük abisi Uday Shankar sayesinde sanat dünyasına giren Ravi esas sitarın en bilinen ustalarının ''Baba'' Allauddin Kahn'nın öğrencisi olarak yetişerek tanınmıştır..
Ve anlatmakla bitmiyecek kariyerine başlayan Ravi Shankar'ın bilmek için Sitar'ı bilmek lazım. Bir Türk için saz, bir Yunan için Buzuki, bir kovboy için gitar neyse Hintli için de sitar odur ama öyle mistik bir sesi vardır ki bir sufinin ney çalması gibi insanı kendinden geçirir. Doğu müziğine veya mistik muziklere ilginiz varsa Ravi Shankar'ı dinlemenizi mutlaka tavsiye ederim...
altın oran
06.01.2004 - 13:26Altın Oran (golden ratio, the golden ve divine proportion olarak da bilinen golden section) , fibonacci sayılarına ait bir özelliktir. Sanatta, doğa da hatta yaşayan organizmalar da bile görünen bu muhteşem düzen çoğu kişi tarafından yüce bir Yaratıcı'nın varlığının ispatı olduğunu düşünürler. Genel olarak anlamı: ''Dizideki bir sayıyı kendinden önceki sayıya böldüğünüzde birbirine çok yakın sayılar elde edersiniz. Hatta serideki 13. sırada yer alan sayıdan sonra bu sayı sabitlenir. İşte bu sayı 'altın oran' olarak adlandırılır''
Bildiğimiz Pi sayısı gibi belli bir sıradan sonra yani 13. sıradan sonra sabbitleşen Altın oran 1,618... eşittir. Yunanca alfabesinden gelen PHi ile sembol edilir.
Phi = (1 + sqrt{5}) / 2 ya da (Sqrt(5) +1) /2 = 1.618033988749895 yani Phi^-1 = Phi-1 olarak da bilinir.
*Sgrt(5) derken 5'in kökü anlamına gelir
Tabi bu sayfada şekillerle ya da sembollerle gösteremediğimden basitçe açıklamaya çalışayım...
Matemetik derslerinizden de belki hatırlarsınız...
Mesela 0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987... sayı dizisinden yola çıkarsak, bir beşgenden bir çizgi alalım.
x---y---z
böylece yz/xy = Altın oran(1,618....) = xz/yz
Yıukardaki sayı dizinde de göreceksiniz ki hangi sayıyı alırsanız alın genel anlamından yola çıkarak hep Altın oranı bulursunuz. Mesela 144 alalım, 144'den önce 89 gelir, toplarsak 233 eder demek ki 233/144=1,618.. varir... aynı şekilde devam edersek 233'e önce ki sayı olan 144 eklememiz lazım o da 377 eder yani 377'den önce ki sayı olan 233 bölersek 377/233=1,618 çıkar böyle devam devam edersek
233 / 144 = 377 / 233 = 610 / 377 = 987 / 610 = 1597 / 987 = 2584 / 1597 =.... xz/yz=yz/xy= 1,618.... elde edderiz.
Bu konuda türkçe ve ingilizce olarak nette çizimli ve şekillerle olan daha detaylı bilgiler bulabilirsiniz. Tabi bazı çok bilmişlere, kopyalayıp-yapıştırmak zor geldiğinden bunca zamandır boş bırakılan terimi doldurmak benim gibi şovenistlere kaldı...
Amazon
06.01.2004 - 04:35Kadın savaşçıya ya da eskiden ata binen kadına verilen ad.
bkz. Amazonlar
Nette en çok alışveriş yaptığım, en geniş kaynaklara sahip Sanal Kitapevinin adı.
bkz. www.amazon.co.uk - www.amazon.com
Tabi ki akla ilk gelen 6500 km.'den uzun Amazon Nehri ve etrafı kaplayan dev Amazon yağmur ormanları artı orada yaşayan Amazon yerlileri. O kadar doğal zenginlğine rağmen her saniye can kaybeden bir güzellik...
amelie
06.01.2004 - 04:26''Fabulous Destiny of Amelie Poulain'' yani direk çevirirsek ''Amilie Poulain'nin harika (inanılmaz) kaderi (alın yazısı) '' adlı film.
Son yıllarda izlediğim en anlamlı ve insanın damağında tad bırakan filmlerden birisi.
türkiyem
05.01.2004 - 14:19Türkiyemizin ne kadar farklı renklere ve geniş mozaiğe sahip olduğunu gösteren bir presentasyon:
http://www.halicrotary.org/ercu/ercu_flash.html
darwin ve evrim
03.01.2004 - 16:12Ünlü Filozof, bilgin ve toplumsal eleştirmen. 1. Dünya Savaşına karşı olduğundan Cambridge Universitesi'ndeki görevinden alınmış olan Bertrand Russell, dinimiz hakkında çok olumlu sözler söylemiştir.
Bunlardan en çarpıcı olanı 699-1000 arasında Avrupa'da karanlık çağlar yaşanırken İslamiyetin, Hindistan'dan İspanya'ya kadar aydınlantığı gerçeğini belirtmiştir. Popüler tarihte pek bunlara yer verilmemesine ve kişilerin İslamiyet'e karşı dar bakışlarını kınar.
'Our use of the phrase 'The Dark Ages' to cover the period from 699 to 1000 marks our undue concentration on Western Europe … From India to Spain, the brilliant civilisation of Islam flourished. What was lost to Christendom at this time was not lost to civilisation, but quite the contrary … To us it seems that West-European civilisation is civilisation, but this is a narrow view'. (History of Western Philosophy, London, 1948, p.419) .
Bertrand Russell in ‘History of Western Philosophy,’ London, 1948, p. 419.
Başka Sözleri:
'The whole problem with the world is that fools and fanatics are always
so certain of themselves, and wiser people so full of doubts'
- Bertrand Russell
One of the main causes of trouble in the world is dogmatic and
fanatical belief in some doctrine for which there is no adequate
evidence'
- Bertrand Russell
düşünür
02.01.2004 - 18:30düşünen... düşündüren... mütefekkir...
bediüzzaman said nursi
01.01.2004 - 20:28Kaynağa bakın, eski KGB. SSCB'inde hırsitiyanlık dahil müslmanlığı bastırmaya çalışanlar örgütü KGB. Yapmadıkları zulm kalmamıştır. Kurulan universitelerle dini ve Türkçeyi öğrenenler varken, SSCB namazı, orucu yani her türlü ibadeti yasaklamasına rağmen bazı sarhoşlar eski KGB'yi kaynak olarak mı kullanıyor, vah vah...
Tabi ajan majan diyecekler, ellerinde ki her kozu kullanmaya çalışacaklar çünkü kendi çıkarlarına ters düşen her akımı tehlike olarak görecekler, ve o akımı yıkmak için her türlü çirkeflik yapılacaktır. Daha önceden de söyledim, bu kaynları ancak kendi çıkarlarına uyan insanlar kullanırlar. Tarihte, kendi doğruları için şeytanla yatanlar çok görümnmüştür... Taklitlerinden sakının derim...
fethullah gülen
01.01.2004 - 16:10O değerli bir insandır. Değerli insanlar hakkında ne kadar bahsetsem insanlar yüceltiğimi sanırlar. Başkaları da bahsettikçe o kadar yukarılara çıkartılırlar ki kendini bilmez biri gelip kolayca baltalayıp kesince, malesef o kadar yukarılardan düşerler. Fakat başta önemli olan onların kim olduğu değil davalarıdır, insanlık davası... Bu dava için verdikleri emekler, fedakarlıklar ve sayamayacağım kadar uğraşlarıdır. Esas takdir Allah'ın, sahip çıkmak da bizden... Yine de kim olduğunu merak ediyorsanız, onu benden daha iyi tanıyanlar elbette vardır. Kötü veya iyi zaten bu başlık altında hakkında çok defa yazıldı, o kadar da bu başlık silindi. Hatta en çok silinen başlık oldu. Bir daha silinebilir.
Silsinler, yine de yazalım, bu kadar küçük bir fedakarlıkta biraz da biz bulunalım ve bir daha emek verip yazalım. Ama ne göklere çıkartalım, ne de yerin dibine geçerelim. Yapıcı ve sakin bir şekilde yazalım yakışır bir şekilde...
ahmet kaya
31.12.2003 - 16:23Ülkemizin mozağinden yetişmiş bir sanatçı. Dikenlerinden dolayı belki tutulacak bir yeri yok ama dikenleri ayıklayamıyorsunuz bari değerini bilip kopartmayın...
bediüzzaman said nursi
31.12.2003 - 16:14Hakkında binlerce dava açılmasına rağmen suçlu bulanamayan, hatta insanların suçlu-suçsuz infaz edilen mahkemelerden bile temiz çıkan vatan evladımızı güvenilir olmayan bir kaç kaynakla etiketlenip satılmak isteniyor. Daha güvenilir kaynaklardan kendinisini tanımanız dileği ile:
Said Nursi Efendi Hakkında:
Rusya'daki esaret hayatından sonra İstanbul'a dönen Said Nursi, Mondros Ateşkes Sözleşmesi'nden sonraki dönem de rahat durmadı. 16 Mart 1920'de İstanbul'un İngiliz askerleri tarafından işgâl edilmesi üzerine Hutuvât-ı Sitte adlı bir broşür bastıran Said Nursi, işgalcilere karşı halkı ve alimleri uyardı. İngilizler tarafından tehlikeli adam olarak görülen Said-i Nursi Anadolu hareketini açıkça destekledi. İstanbul ulemasının Kuvay-ı Milliye ve Kurtuluş Savaşı aleyhinde verdiği fetvaya, 'işgal altındaki bir yerde bulunan sorumluların verdiği fetva irade özgürlüğü bulunmadığı için mualleldir' gerekçesiyle karşı çıktı.
Said Nursi'nin faaliyetleri Kuva-yı Milliye kadrosu tarafından da sempatiyle karşılandı. Nursi'nin Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara'ya davet edildiği, bu davet üzerine kendisinin 1922 sonlarında Ankara'ya geldiği ve Ulus'taki Millet Meclisi binası'nda resmi zevat tarafından karşılandığı ifade ediliyor.
- İsyancı değildi, sürgün edildi:
Cumhuriyetin kurucu kadrosuyla arasına ayrılık giren Said Nursi'nin, 10 maddelik bir beyanname hazırlayarak Meclis üyelerine dağıttığı ifade ediliyor. Bu beyannâmede cumhuriyetin kurucu kadrosunu İslam'ın şiarlarına sahip çıkmaya çağıran Said Nursi'nin Atatürk ile bir- kaç kez görüştüğü de ifade ediliyor. Bazı rivayetlere göre Said Nursi, Şark Umumî Vâizliği, milletvekilliği ve Diyanet âzâlığı gibi teklifleri kabul etmeyerek Van'a döndüğü rivayet ediliyor. Artık ideallerini siyaset yoluyla gerçekleştiremeyeceği kanaatine ulaşan ve Ankara'dan umduğunu bulamayan Said Nursi 1923'ten sonra Van'a dönerek bir tür inzivaya çekildi.
Annesinin yanısıra özel katibi olan yeğeninin de vefat etmesiyle birlikte sosyal hayattan elini eteğini çekti. 1925'te meydana gelen Şeyh Said İsyanı sırasında Van'ın Erek Dağı'ndaki bir kilise kalıntısında yaşayan Said Nursi, isyanın bastırılmasından sonra bölgede nüfuz sahibi olduğu kabul edilen pekçok kişi gibi Batı illerine sürgün edildi. Şeyh Sait taraftarları isyandan biraz önce Said Nursi'yi kendilerini desteklemesi için teklifler götürdüler. Said Nursi'nin bu teklifleri reddettiği ve 'Dahilde, bu milletin evlatlarına kılıç çekilmez' şeklinde konuştuğu belirtiliyor.
- Kayıkla Barla'ya götürüldü:
1926 yılının Şubat ayında, jandarma gözetiminde Eğirdir'den bir kayıkla Barla'ya getirilen Said Nursi, ilk geceyi polis karakolunda geçirdikten sonra 'Muhacir Hafız' diye anılan Ahmet Karaca'nın evine yerleştirildi. Kısa bir süre bu evde ikamet eden Said Nursi, daha sonra ulu bir çınar ağacının yanındaki eve taşındı. Said Nursi'ye sempati duyan bir marangoz çınar ağacının tepesine tahtadan küçük bir barınak yaptı. Said Nursi ağacın tepesine kurulan bu barınakta gecelerini geçirdi. Günde bir tas çorba ve biraz da ekmek yiyordu. Hiçbir hediye kabul etmediği için kendisine getirilen yiyeceklerin de parasını ödüyordu.
İlk günlerde Said Nursi'ye yaklaşmaya ve onunla konuşmaya çekinen Barlalılar bir süre sonra çekingenliklerini bıraktılar. Barlalı Sıddık Süleyman ilk ve çok sevdiği talebeleri arasında yer aldı. 1924'lerden itibaren münzevi bir hayat yaşayan Said Nursi'nin Barla sürgünü hayatında yeni bir cephe açtı. Sürgün döneminde Kur'an'ın anlaşılması için kendini tümüyle tefekküre ve yazmaya verdi. Sözler, Mektubat ve Lem'alar'ın 13. cüzü sekiz senelik Barla sürgününde yazıldı.
- Gözümde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu...:
Said Nursi yakın arkadaşı Eşref Edip'e şunları söylüyor 'Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-i harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandim. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. Işte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade-imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah'a bin kere hamd olsun. Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun
Yazının Tümü:
http://www.yenisafak.com/diziler/nur/nur2.html
Tüm Yazı Dizisi:
http://www.yenisafak.com/diziler/nur/index.html
http://www.yenisafak.com/diziler/nur/nur2.html
http://www.yenisafak.com/diziler/nur/nur3.html
http://www.yenisafak.com/diziler/nur/nur4.html
üç şey
31.12.2003 - 03:46J. R. R. Tolkien
C. S. Lewis
Charles williams
''İnklings'' olarak bilinen fantazi edebiyatını kuran dil-edebiyat profesörü ve yazar üç yakın arkadaş
carmina burana
30.12.2003 - 17:10Şakıların 'İçindekiler' bölümü vesözleri:
http://www.classical.net/music/comp.lst/works/orff-cb/carmlyr.html#track1
carmina burana
30.12.2003 - 17:06CARMINA BURANA (BENEDIKTBEUREN ŞARKILARI)
Carmina Burana çoğu bölümleri Ortaçağ Latincesi ve bazı bölümleride Ortaçağ Almancası kullanılarak yazılmış 318 şarkıdan aktarılmış, ortaçağın en büyük ve en tanınmış eserleri arasına girer.
Almanya’nın Bayern eyaletinde, Münih şehrinin güneyindeki Benediktin manastırında bulunan el yazmaları üzerine bestelenmiştir.Bu yazmalar halen Bavyera Devlet kütüphanesinde muhafaza altındadır. Codex Buranus 1803’de Bavyera manastırlarının laikleştirilmesi üzerine Münih Saray kütüphanesinin zimmetine geçti. Eser, kütüphanenin taşınması esnasında Münihli kütüphaneci Johann Christoph Freitherr von Aretin tarafından keşfedildi ve kendisi bu toplu eseri ‘Genellikle Papa’nın tahtına saldıran, koşuk ve düzyazı mizah parçalarından oluşan Codex Buranus olarak nitelendirdi.
Bu metin, muhtemeldir ki 13. Yüzyıl goliardik repertuarın Latin seküler şiirlerinin en önemlilerini oluşturur. Eserdeki şiirlerin nerede ne zaman hangi şartlar altında, kimler tarafından yazıldığı hakkında bilim adamları somut bilgiler veremiyorlar. Bilim ve sanatın merkezini oluşturan Avrupa’nın gözde kentleri, Ceasar ve Cicero’nun kullanmış olduğu klasik Latince’den farklı olan; o dönemin yaygın ve esnek diliyle Ortaçağ Latincesiyle birbirleriyle kenetliydi. Eser genellikle bu ortak dil ile yazılmasına karşın, bazı şarkılarda Almanca kökenli dizelerle karşılaşıyoruz hatta bazılarında Alman şairlerin dizeleri de karşımıza çıkıyor.Gezgin şarkıcıların söylediği şarkılarla coşup dans eden ve iyi latince bilmeyen halktan insanların bu tür Almanca dörtlükleri kolaylarına geldiğinden bu dizeleri ekledikleri tahmin ediliyor. Almanca ve Latince dizeler yapı bakımından örtüştüklerinden özgün melodiye uyarlamakta da sorun çıkmıyordu. Saray Devlet kütüphanesinde çalışan bilgin ve kütüphaneci Johann Andreas Schmeller, eserin tamamına BENEDİKTBEUREN’DEN ŞARKILAR anlamına gelen CARMİNA BURANA adını verdi ve 1847 yılında ilk kez kitap haline getirerek geniş okuyucu kitlesine sundu.
CARMİNA BURANA 13. Yüzyılın kültürel ve sosyal yaşamını yansıtır. Ritmik ve metrik yapıya sahip olan bu şarkılar, içerik bakımından bölümlere ayrılmaktadır.
İlk bölüm toplam 55 Ahlak öğretileri ve taşlama niteliğinde bölümlerden,
İkinci bölüm 56-186 Sevda Şarkılarından oluşurken;
Üçüncü bölümde CB187-225 İçki ve Kumar şarkıları ile CB 226-228 din içerikli uzun dialoglar da bulunmaktadır.
El yazmalarının derlenmesine kolaylık getirmek için saptanmış olan bu bölümlerde öbür bölümlerdeki motiflere göndermelerle sık sık karşılaştığımız gibi, saptanan bölümün konusu dışında kalan şarkıları da görürüz.
“Daha önce yazdığım bütün eserlerimi yırt. Carmina Burana benim seçkin eserlerimin bir başlagıcı oldu.” (Carl Orff’tan yayıncısına)
Carl Orff 1895-1982 de Münih’te doğmuştur.Academie der Tonkust’ta öğrenim gördükten sonra iki yıl boyunca seçkin Alman bestecilerinden biri olan Heinrich Kaminski’den ders alır.Yaşamının ileriki yıllarında Münih, Mannheim ve Darmstadt’da orkestra yöneticiliği yapacaktır. Çocukların müzik eğitimi üzerine çalışmalar yaptı. Sonradan oldukça benimsenecek ve gurup alıştırmaları ile vurmalı çalgılar yoluyla ritm duyarlılığına dayanan bir sistem geliştirdi. Orff çocukların hemen kavrayabileceği en basit çalgılama biçiminin vurmalı çalgılar olduğunu düşünüyordu. Ona göre ilk çağlardan beri kullanılan vurmalı çalgılar müzik eğitiminde başlangıç olabilirdi. Buradan yola çıkarak 1930 yılında ‘Schulwerk’okullarda müzik eğitimi adlı kitabını yayınladı.
Bu arada bazı 17 yüzyıl operalarını da yayına hazır hale getirdi.1936’dan sonra beste yapmak amacıyla yaşamını tamamen müziğe adadı. İlk çağların ilkel müziğini, ortaçağın mistik müzikleriyle birleştirdi.1937’de ortaçağ şiirlerinin yer aldığı bir el yazmasına dayanarak Carmina Burana başlıklı din dışı oratoryosunu besteledi.Ardından Yunan tiyatrosuyla Ortaçağ gizem oyunlarından esinlenen iki operayı daha müziğe dökecekti. Bunlar Carmina Burana ile birlikte üçlü oluşturan Catulli Carmina (Catallus’un şarkıları) ve Trionfo di Afrodite (Afrodit’in zaferi) dir.
1950 den ölümüne kadar Yüksek Müzik Akademinde beste dersleri verdi. Ailesi subay kökenliydi ve Bavyeranın soylu aillelerinin başında geliyordu. Çocukluğunun ailesini katı disiplini altında geçtiği tahmin ediliyor. Asker kökenli bir aileden gelmesi yüzünden disiplinli bir hayat yaşayan Orff, bu düzeni sadece işlerini planlamada değil kendi iç dünyasında da kullandı. Sırf konsantrasyonu bozulmasın diye hayatını Münihte geçirdiği Bach Derneğini yönettiği 1930 yılından öldüğü 1982 yılına kadar geçen 52 yıl boyunca Münih’ten ayrılmadığı sanılmaktadır.Orff geleneklerine çok bağlıydı öyle ki onu bir müzisyen değil de bir katolik rahibi olarak düşünmek mümkündü.
Carmina Burana hakkında yukarıda geniş bilgi vermiştik. Catulli Carmina ünlü Romalı şair Catallus’un kendi hayatını anlatmaktadır.Catallus’un yazdığı şiirlerden Luventus adlı bir gençle eşcinsel ilişki yaşadığı anlaşılıyor.Koyu dindar olduğu sanılan bestecinin yer yer müstehcenlik içeren bu metni bestelemesi kiliseyi küplere bindirmiştir. İlginç olan Trionfo di Afrodite’nin de eski Roma ve Yunan şairlerinin metinlerinden bestelenmiş ve Orff’a uymayacak kadar müstehcen olmasıdır.Yine söylentilere göre kilise içinde kilise karşıtı temalar bulunan yapıtların bestelenmesine göz yummamış ve Orff’u afaroz etmiştir.Her ne kadar bu bir söylentiden ileri gitmemişse de katı kuralları olan kilisenin böyle bir tepki verebileceğini düşünmek pek de yanlış sayılamaz.
Eski çağların müziğini günümüz müziği ile birleştiren Orff Carmina Burana’da orkestrayı insan sesini desteklemek amacıyla kullanmıştır.Carmina Burana 8 Haziran 1937 yılında Frankfurt’ta gerçekleşen ilk seslendirilişinde büyük ilgi uyandırdı.Hatta bu başarı bazı eleştirmenleri öyle kızdırdı ki bu eserin ciddi bir eser olmadığını ileri sürdüler.
Orff’un hayatından bir başka bölümü de atlamadan geçmemek gerkir. 30’lu yıllar bir başka Alman’ı da tarih sahnesine çıkarmıştır.Nasyonal sosyalizmi savunan Hitler’e göre ülkede herşey Alman olmak zorundaydı, hatta müzik bile. Hitler uzun bir süre Almanya’nın ve Alman vatandaşlarının gözünde bir simge oldu. Buna Carl Orff’da dahildi.Bu hayranlığın asker kökenli bir aileden gelmesine mi yoksa duyulan hayranlığın karşılıklı olmasından mı kaynaklandığı bilinmiyor.Bilinen gerçek Hitler’in severek dinlediği bestecilerden birinin Richard Wagner diğerinin Carl Orff olduğudur.
Orff’un diğer eserlerinden başlıcaları:
İsa’nın göğe çıkış komedisi,Mucize bebeğin doğuş oyunu,Antigoneler,Tiran Oidipus,Prometheus,
Yüzüklerin efendisi filminde Black Riders’a eşlik eden koro Carmina Burana’dan esintiler taşımaktadır.
Bir klasik müzik arşivinin Orff’un güçlü ve dramatik yapıtı Carmina Burana’sız oluşu düşünülemez.
Enis A. Kavurmacıoğlu - Mayıs 2002
Cappuccino
29.12.2003 - 18:211946'da İtalyan Achilles Gaggia, espresso makinasını geliştirerek ilginç bir içecek yapar rengi Kapüsen Tarikatı'ndaki (capuchin order) keşişlerinin cubbelerinin rengine benzeyisinden capuccino ismi verilir...
Toplam 2591 mesaj bulundu