genelde savaşlarda düşmanlar ayrıldıkları yerdeki erzaklarına zehir ya da etrafa bubi tuzağı bırakırlar... İşte kurtuluş savaşımızda düşmanı attık ama geride zehir gibi kültürlerini bırakmışlar ve bıraktıkları tuzakları halen daha düşmekteyiz... Bu yetmiyormuş gibi batılılaşmak adına düşmanı topraklarımıza yeniden sokmaktan geri kalmıyoruz...
tarafsızlık diye bir durum belki olamaz ama bu holiganlık gibi aşırılığa ya da ayrımcılık gibi bölücülüğe, ırkçılığa ve bilhassa terbiyesizliğe bahane değildir.
Nerede olursa olsun ister siyaset meydanın da ister futbol sahasında taraf tutuyorsanız adam gibi tutun!
Bu savaşa elbette ki halkımız sayesinde kurtuluş adını verdik ama bıcak kemiğe dayandığı anda zekası ve inancıyla Mustafa Kemal gibi bir lider çıkıp halkımızı bir araya getirmeseydi Selçuk'lunun beyliklere bölünmesinden daha beter bölünürdük. Fakat bir daha bıcak kemiğe dayandığında Mustafa Kemaller olacak mı acaba, sanmıyorum çünkü bıcak kemiğimizi bırak dokunmasını oyuyor bile.
Bilin ki ülkemiz işgal altındadır, çünkü savaşımızı belli başlı ülkelerin silahlarına karşı yapmadık; en başta onların siyasetlerine karşı yaptığımızı unutmayın... Lakin bu siyasetler silahları ile alamadığı ülkemezi kültürleri-dinleri-dilleri ile işgal etmişlerdir...
Bu kadar basit bir web sitesinde bile işgal altında olduğumuz söyleniyorsa yazık çünkü bu savaşta belli ki sadece kollarımızı değil idrakimizi de kaybetmişiz...
Parayı veren düdüğü çalar timsali İsrail'in Eurovision da işi ne?
Bir de Bosna'dan gelmesi gereken şarkıyı Sırplardan dinleyince kötü oldum. Hey gidi Bosna hey yazık! ! ! ooo Bir de üstüne 12 puan da verdiler... Sırplar işlerini iyi becermiş...
Şimdi İslâm sağa mı daha yakındır yoksa sola mı diye lüzumsuz ve içi boş bir tartışma ile karşı karşıyayız. Birileri fantazilerini İslâma onaylatmak istiyor. Merhum Mustafa Sibai, dönemindeki sol rüzgârların ve sosyal adalet vurgusu ihtiyacının etkisiyle ‘İştirakiyettü’l-İslâm/İslâm sosyalizmi’ adında bir kitap yazmıştır. Ali Şeriati, merhum Cemil Meriç’in ifadesiyle Marksizmden etkilenmişti ve bu anlamda marksizan bir teorisyendi. Dini, sol ideolojiye uyarlamaya çalıştı. Veya sol ideolojiyi dine. Keza Mısır’da yıllardır İslâmî sol diye bir akım vardır. Bu akım tam mânâsıyla eklektik bir akımdır. Bu akımın nazariyatçısı da Hasan Hanefi’dir. Hasan Hanefi İslâmda ümmet olduğunu yani toplum olduğunu, ama devlet olmadığını söyler. Bu, bir nevî yüzyıl önce Ali Abdurrazık’ın hilâfeti inkâr cihetinde söylediği argümanların daha yumuşatılmış tekrarıdır. Bundan dolayı kullandığı kavramlar cihetiyle her yerde muhalif aydınların gözdesi olsa da aslında rejimin baştacı ettiği aydınların başında gelmektedir. Bizde, Hüseyin Atay vesaire gibi.
Bunlar döneme göre, konjonktüre göre söylenmiş sözlerdir. Son sıralarda gündeme geldiği üzre, İsmet Özel gibi, Mısırlı, soldan gelme Muhammed Amara da soldan İslâmî hayata geçerek çizgi değiştirmediğini sadece tekâmül ettiğini söylemiştir. Öyleyse, İslâmî anlayışı solun bir yorumu olarak kalacaktır.
Merhum Muhammed Mütevelli Şaravi’nin deyimiyle İslâm veya muayyen bir din, bir ideolojiyle bütünleştirilemez. Sözgelimi siz İslâmın sosyalist bir yorumunu yaparsanız, kalkar birisi de kapitalist yorumunu yapar. Böylece herkes dini basitleştirir ve Muvafakat sahibi Şatibi’nin dediği gibi kıçına don ve yama yapar. İslâm kimsenin ideolojik etiketi değildir. Marks’ı İslâma bulamak ve yamamak isteyenler olduğu gibi Darwin’i de İslâmla barıştırmak isteyenler var. Tempo dergisinin gündeme getirmesiyle birlikte Darwin’le İslâmı barıştırma çabaları da yeniden güncellik kazanmıştır. Kaynaklara inildikçe Darwin gibi müşekkel bir nazariye olmasa bile bazı sufilerde veya Müslüman filozoflarda tekâmül nazariyesine rastlanabilir. İnsanın bitki, ardından hayvan kademelerini geçtiği ve sonra insan hale geldiği ifade edilir. Esasen Cenâb-ı Hakk da, sarahaten insanı topraktan yarattığını belirtiyor. Ancak evrim yoluyla değil de yaratılış (kün) yoluyla.
***
Bununla birlikte, nevîlerin ve insanların tekâmülü İhvan-ı Safa gibi bazı akımlarda var olduğu söylenir. Ama nevîden nevîye geçiş olarak evrim pek savunulmamış bazı fantastiklerle sınırlı kalmıştır, Kur’ân da bize bazan insanların irtikap ettikleri günahlar nedeniyle mutasyon sûretiyle hayvana dönüştürüldüğünü haber verir. Kur’ân evrimden hiç bahsetmez, ama nesh geçirdiklerini haber verir.
Kur’ân-ı Kerim’de yaratılışın hilâfına bir şeye rastlanmaz. Ama ilâhiyatçılarımız bütün işi bırakmışlar şimdi de Darwin’le İslâmı barıştırmanın yollarını arıyorlar. Yorulurlar, ama bir netice alamazlar. Ankara ilahiyat çevrelerinden Prof. Mehmet Bayrakdar, İlhami Gürel, Hadi Adanalı “Darwin’in görüşleri İslâm’a ters düşmez” demişler. Bayrakdar bu durumda tek işkalin ve sorunun evrimin Allah’ın iradesi dışında gerçekleştiği tezinin kalacağı ve onun dışında bir müşkilatın görülmediğini söylemiş. Aslında bu, faraziyeye verilmiş farazî bir cevaptır. Veya nazariyeye nazariye yoluyla verilmiş bir cevaptır. Bunu ilk veren Risâle-i Hamidiye sahibi Hüseyin Cisr efendi olmuştur. O şartlı olarak faraza Darwin nazariyesinin isbatı halinde dinin iptalinin sözkonusu olmayacağını ifade etmiştir. Bir telif yolunun bulunabileceğini söylemiştir. Şimdi ise bu tartışma yeniden ısıtılıp sansasyon merakı ve buna bağlı olarak reyting iştahını kamçılamak için malzeme yapılmaktadır. Şimdi ilahiyatçıların bu zamanı geçmiş çıkışlarından sonra evrimciler, Kur’ân ve ilme dayalı yaratılış inancını alaya alıyorlar. Emre Aköz gibiler, ‘Artık bize iş kalmadı, nasıl olsa ilahiyatçılar var adımıza konuşuyor’ diyorlar. Meselâ Aköz: “Bundan sonra onlara cevap verecek olan benim gibi gazeteciler değil, Ankara İlahiyat Fakültesi Hocaları” diyor... Demek ki Darwincilerin yerini ilahiyatçılar aldı. Sözcüleri oldular.
***
Hüseyin Cisr Efendi bu faraziyenin isbatlanması halinde İslâmı temellerinden sarsamayacağını söylemişti. Hâlâ bu nazariye ilmen subut bulmuş bir nazariye değil, sadece bir fantazi, mitoloji, postula ve faraziyeden ibarettir. Darwinizm nazariyesi sadece ‘kün’ emrini dolaylı hale getirmekle kalmıyor, aynı zamanda yaratılışı zorunluluk ve sebebiyet ve illiyet kanunu üzerinden hayata geçiriyor. Allah’ın yaratmasına tabiat bir nevî aracı olmuş. Bu revizyonist bir yaklaşım. Halis evrimciler Allah’ın kudretini tabiata yüklüyorlar. Revizyonistler ise Allah’ın kudretini tabiat üzerinden yürütüyorlar. Elbette esbab vardır, ama kanunu küllî değildir. Bu itibarla, Darvinizm sadece yaratılışı dolaylı hale getirip evrimleştirmiyor aynı zamanda sebebiyet ve zorunluluk nazariyesini de lüzumlu hale getiriyor ve isbat ediyor.
Evrim ve tekâmül nazariyesi dışında da Darwinizm, dinî referans dışı bıraktığından dolayı ahlâkın İlâhî menşeini de inkâr ediyor. Evet, Allah ahlâkı fıtrata kodlamıştır ama fıtrat ve vahiy tev’em’dir, yani ikizdir. İkisi birbirinden ayrılmaz. Biri diğerini takviye eder. Din fıtratı takviye için gelmiştir. Bundan dolayı, doğanların tamamının İslâm fıtratı üzerine olduğu ifade edilmiştir. Fıtratın bozulmasına karşı vahiy bir aşı ve takviyedir. Bu bakımdan, ahlâk tartışmalı ilmî nazariyelere dayandırılamaz. Aksi takdirde, Darwin gibi “tabiî seleksiyon”la hayatı bir mücadele alanı görmek zorunda kalırız. Bu durumda Allah’ın Rahman, Rahim ve Rauf gibi isimlerini unutmak zorundayız. Darwinizmle İslâm eklektik bir biçimde evrim nazariyesinin üzerinden barıştırılamaz. Bunu yapanlar sadece fantastik lâflar etmiş olurlar.
Şimdi İslâm sağa mı daha yakındır yoksa sola mı diye lüzumsuz ve içi boş bir tartışma ile karşı karşıyayız. Birileri fantazilerini İslâma onaylatmak istiyor. Merhum Mustafa Sibai, dönemindeki sol rüzgârların ve sosyal adalet vurgusu ihtiyacının etkisiyle ‘İştirakiyettü’l-İslâm/İslâm sosyalizmi’ adında bir kitap yazmıştır. Ali Şeriati, merhum Cemil Meriç’in ifadesiyle Marksizmden etkilenmişti ve bu anlamda marksizan bir teorisyendi. Dini, sol ideolojiye uyarlamaya çalıştı. Veya sol ideolojiyi dine. Keza Mısır’da yıllardır İslâmî sol diye bir akım vardır. Bu akım tam mânâsıyla eklektik bir akımdır. Bu akımın nazariyatçısı da Hasan Hanefi’dir. Hasan Hanefi İslâmda ümmet olduğunu yani toplum olduğunu, ama devlet olmadığını söyler. Bu, bir nevî yüzyıl önce Ali Abdurrazık’ın hilâfeti inkâr cihetinde söylediği argümanların daha yumuşatılmış tekrarıdır. Bundan dolayı kullandığı kavramlar cihetiyle her yerde muhalif aydınların gözdesi olsa da aslında rejimin baştacı ettiği aydınların başında gelmektedir. Bizde, Hüseyin Atay vesaire gibi.
Bunlar döneme göre, konjonktüre göre söylenmiş sözlerdir. Son sıralarda gündeme geldiği üzre, İsmet Özel gibi, Mısırlı, soldan gelme Muhammed Amara da soldan İslâmî hayata geçerek çizgi değiştirmediğini sadece tekâmül ettiğini söylemiştir. Öyleyse, İslâmî anlayışı solun bir yorumu olarak kalacaktır.
Merhum Muhammed Mütevelli Şaravi’nin deyimiyle İslâm veya muayyen bir din, bir ideolojiyle bütünleştirilemez. Sözgelimi siz İslâmın sosyalist bir yorumunu yaparsanız, kalkar birisi de kapitalist yorumunu yapar. Böylece herkes dini basitleştirir ve Muvafakat sahibi Şatibi’nin dediği gibi kıçına don ve yama yapar. İslâm kimsenin ideolojik etiketi değildir. Marks’ı İslâma bulamak ve yamamak isteyenler olduğu gibi Darwin’i de İslâmla barıştırmak isteyenler var. Tempo dergisinin gündeme getirmesiyle birlikte Darwin’le İslâmı barıştırma çabaları da yeniden güncellik kazanmıştır. Kaynaklara inildikçe Darwin gibi müşekkel bir nazariye olmasa bile bazı sufilerde veya Müslüman filozoflarda tekâmül nazariyesine rastlanabilir. İnsanın bitki, ardından hayvan kademelerini geçtiği ve sonra insan hale geldiği ifade edilir. Esasen Cenâb-ı Hakk da, sarahaten insanı topraktan yarattığını belirtiyor. Ancak evrim yoluyla değil de yaratılış (kün) yoluyla.
***
Bununla birlikte, nevîlerin ve insanların tekâmülü İhvan-ı Safa gibi bazı akımlarda var olduğu söylenir. Ama nevîden nevîye geçiş olarak evrim pek savunulmamış bazı fantastiklerle sınırlı kalmıştır, Kur’ân da bize bazan insanların irtikap ettikleri günahlar nedeniyle mutasyon sûretiyle hayvana dönüştürüldüğünü haber verir. Kur’ân evrimden hiç bahsetmez, ama nesh geçirdiklerini haber verir.
Kur’ân-ı Kerim’de yaratılışın hilâfına bir şeye rastlanmaz. Ama ilâhiyatçılarımız bütün işi bırakmışlar şimdi de Darwin’le İslâmı barıştırmanın yollarını arıyorlar. Yorulurlar, ama bir netice alamazlar. Ankara ilahiyat çevrelerinden Prof. Mehmet Bayrakdar, İlhami Gürel, Hadi Adanalı “Darwin’in görüşleri İslâm’a ters düşmez” demişler. Bayrakdar bu durumda tek işkalin ve sorunun evrimin Allah’ın iradesi dışında gerçekleştiği tezinin kalacağı ve onun dışında bir müşkilatın görülmediğini söylemiş. Aslında bu, faraziyeye verilmiş farazî bir cevaptır. Veya nazariyeye nazariye yoluyla verilmiş bir cevaptır. Bunu ilk veren Risâle-i Hamidiye sahibi Hüseyin Cisr efendi olmuştur. O şartlı olarak faraza Darwin nazariyesinin isbatı halinde dinin iptalinin sözkonusu olmayacağını ifade etmiştir. Bir telif yolunun bulunabileceğini söylemiştir. Şimdi ise bu tartışma yeniden ısıtılıp sansasyon merakı ve buna bağlı olarak reyting iştahını kamçılamak için malzeme yapılmaktadır. Şimdi ilahiyatçıların bu zamanı geçmiş çıkışlarından sonra evrimciler, Kur’ân ve ilme dayalı yaratılış inancını alaya alıyorlar. Emre Aköz gibiler, ‘Artık bize iş kalmadı, nasıl olsa ilahiyatçılar var adımıza konuşuyor’ diyorlar. Meselâ Aköz: “Bundan sonra onlara cevap verecek olan benim gibi gazeteciler değil, Ankara İlahiyat Fakültesi Hocaları” diyor... Demek ki Darwincilerin yerini ilahiyatçılar aldı. Sözcüleri oldular.
***
Hüseyin Cisr Efendi bu faraziyenin isbatlanması halinde İslâmı temellerinden sarsamayacağını söylemişti. Hâlâ bu nazariye ilmen subut bulmuş bir nazariye değil, sadece bir fantazi, mitoloji, postula ve faraziyeden ibarettir. Darwinizm nazariyesi sadece ‘kün’ emrini dolaylı hale getirmekle kalmıyor, aynı zamanda yaratılışı zorunluluk ve sebebiyet ve illiyet kanunu üzerinden hayata geçiriyor. Allah’ın yaratmasına tabiat bir nevî aracı olmuş. Bu revizyonist bir yaklaşım. Halis evrimciler Allah’ın kudretini tabiata yüklüyorlar. Revizyonistler ise Allah’ın kudretini tabiat üzerinden yürütüyorlar. Elbette esbab vardır, ama kanunu küllî değildir. Bu itibarla, Darvinizm sadece yaratılışı dolaylı hale getirip evrimleştirmiyor aynı zamanda sebebiyet ve zorunluluk nazariyesini de lüzumlu hale getiriyor ve isbat ediyor.
Evrim ve tekâmül nazariyesi dışında da Darwinizm, dinî referans dışı bıraktığından dolayı ahlâkın İlâhî menşeini de inkâr ediyor. Evet, Allah ahlâkı fıtrata kodlamıştır ama fıtrat ve vahiy tev’em’dir, yani ikizdir. İkisi birbirinden ayrılmaz. Biri diğerini takviye eder. Din fıtratı takviye için gelmiştir. Bundan dolayı, doğanların tamamının İslâm fıtratı üzerine olduğu ifade edilmiştir. Fıtratın bozulmasına karşı vahiy bir aşı ve takviyedir. Bu bakımdan, ahlâk tartışmalı ilmî nazariyelere dayandırılamaz. Aksi takdirde, Darwin gibi “tabiî seleksiyon”la hayatı bir mücadele alanı görmek zorunda kalırız. Bu durumda Allah’ın Rahman, Rahim ve Rauf gibi isimlerini unutmak zorundayız. Darwinizmle İslâm eklektik bir biçimde evrim nazariyesinin üzerinden barıştırılamaz. Bunu yapanlar sadece fantastik lâflar etmiş olurlar.
Belki bu tür oyunları sevenler için bir macera olabilir ama genelde zorluk, stres, acı gibi hayatın gerçeklerinden kaçıştır.. İnsanı öyle bir içine alır ki, insanı hayattan kopartacak kadar yan etkileri kötü olabilir...
Artık kılıçlarımızı kuşanıp atımıza binip maceradan maceraya atlamadığımızdan,,, Yani silah icad oldu mertlik öldü dediğimiz bu çağda... Hele hele teknolojinin, ulaşımın ve kominikasyonun ilerlerleyip macera anlayışının insana iyice yabancılaşması bu gibi tüketimsel paket ürünleri daha da çekici yapıyor.
Tarihe güvenmiyoruz artık çünkü iktidar güçler tarafından çarptırılmış ya da uydurulmuş. Geriye kalan saf duygularımızla bari başından hayal gücü olduğunu bildiğimiz bir dünyaya inanmak daha doğru geliyor.
Çalışan bir kişi için bir tatil, ya da bir öğrenci için serüven olurken bence her FRP bir tecrübedir. Hele hele teknoloji ilerledikçe çıkan oyunlarda ki gerçekliğe bakarak ya da dünyanın her bir tarafından insanlarla internet üzerinden maceradan maceraya koşarken yaşananlar çok ilginçtir.
Mesela sadece bir büyücü olup ejderha ile savaştıktan sonra bir kamp ateşinde dinlenip gittiğiniz okullarda yeni yeni büyüler öğrenip değişik serüvenlere atılmak değil dünylardan dünyalara portal'lardan (büyülü kapılardan) yolculuk etmek gibi sınırsız bir hayal dünyasına girmek tecrübeden başka ne olabilir ki? ? ?
Morrowind'i oynayın mesela ya da Everquest ile internet üzerinden... Ne kadar geniş olduğunu bir de siz görün...
Irklar da belirtiğim gibi hangi kitaba ya da hangi oyuna göre yazılıyor bunlar. Sınırsız bir fantezi dünyası varken kaç tane karekteri buraya sıkıştırabiliriz ki?
Hangi FRP oyunun ya da hangi kitabın ırkları? Binlerce karakter vardır fantazi dünyasında mesela ''Heroes of - Might and Magic'' oyunlarını alırsak; Titanlardan ya da cinlerden tutun onlarca ejderha türüne kadar çeşit çeşit ırklar vardır. Ya da ''Wizards & Warriors'' oyunlarını alırsak kertenkeleye benzeyen Lizzords'tan file benzeyen Oomphaz'a kadar bir sürü ırk vardır.
Cilt cilt fantezi ansiklopedileri vardır, bu kaynakları belki baz alırsak düzenli bir liste çıkatılabilir. Bu işin babası olan Tolkien'ın kitaplarını da baz alabiliriz. Yahut bu işi piyasalaştıran TSR yayınlarını da ya da teker teker oyun başlıkları altında ırklar, karakterler vs vs verilebilir ama sadece Everquest ya da bir kaç kitabı baz almak yanlış olur hele hele ırkların karakterlerini sadece bir ya da bir kaç oyuna ya da kitaba göre tanıtmak da... Mesela bir oyun da ya da kitapta cüceler yer altından yaratılırken başka bir kitapta da kayalardan yaratıldıklaırını söylebilir bu yüzden yok elfler şöyledir böyledir diye yazmaya başlanırsa; sadece bir oyunun ya da kitabın reklamını yapmaktan başka bir şey olmaz... Bundan dolayı amacım sadece eleştirmek değil fantezi dünyasının genişliğini de belirtmektir.
Tavsiyem bir daha ki sefere bilgi verirken kaynaklarını detaylı bir şekilde vermenizdir...
bkz. Sinan Paşa, Molla Lütfi, Ahmed-i Dâî, Takîyüddîn, Seydî Ali Reis, Mustafa ibn Ali, Emîr Mehmed Efendi, Ishak ibn Murad, Hacı Paşa, İbn Şerif, Şerefeddin Sabuncuoğlu, Hekim Nidai
Roger Bacon, Johannes Kepler, Robert Boyle, Blaise Pascal, Antonie von Leeuwenhoek, Isaac Newton, Adam Sedgwick, Michael Faraday, James Prescott Joule, Gregor Mendel, Louis Pasteur, James Clerk Maxwell, Georges Lamaitre, Max Planck, Galileo Galilei ve niceleri
arti bkz. Müslüman Alimler
'Tabiat hiç şüphesiz Allah'ın hiç vazgeçemeyeceğimiz, okunması gereken diğer bir kitabıdır.'
Galileo Galilei
“'Bilim insanı Allah'a götürür.”'
'Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı'nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor'
Louis Pasteur
“'Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum.'”
Albert Einstein
“'Bizler Allah'a muhtaç, aciz kullar olarak, kendi aklımıza göre Allah'ın aklının büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O'na teslim olmalıyız.”'
Isaac Newton
'Uzun zamandır rahatsızdım. Ama şimdi, astronomi konusundaki araştırmalarım yoluyla Allah'ın varlığının farkına vardım.'
Johannes Kepler
'Doğa, her şeyde Allah'ın varolduğunu bizlere öğretmektedir.'
Adam Sedgwick
'Allah'ın isteklerini öğrendikten ve itaat ettikten sonra yapacağımız diğer şey, yaptığı işlerin kanıtından yola çıkarak O'nun aklı, gücü ve iyiliği hakkında birşeyler bilmektir. Tabiat kanunlarını bilmek, Allah'ı bilmektir.'
James Prescott Joule
...eşine yazdığı bir mektupta şu şekilde Allah'a dua etmiştir: 'Yeryüzündeki herşeyi kullanımımız altına alabilmek için bizlere Senin eserlerinin üzerinde çalışmayı öğret ve Sana hizmet etmek için aklımızı güçlendir.'
James Clerk Maxwell
'Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: İman et. İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır.'
Max Planck
Modern astronominin kurucusu olan Kepler 1571 yılında Almanya'da doğmuştur. Yaşamı boyunca çeşitli dallarda eğitim gördükten sonra astrolojinin, doğruluğu henüz kesinleşmemiş olan diğer bilimlerden çok daha önemli bir bilim olduğuna karar vermiştir. Daha sonraki tüm çabaları, astrolojinin değerini ve önemini yüceltmek amaçlı olmuştur.
Kepler
Astronomi biliminin gerçek anlamda kurucusu olan Kepler, gezegenlerin hareketlerini, güneş sisteminin uzaklığını hesaplamış ve yıldız hareketlerinin haritasını çıkarmıştır. Dolayısıyla ilk astronomik takvimi yayınlamıştır. Eseri Mysterium cosmographicum, Ptolema ve Kopernik'in iddialarının karşılaştırmasını yapan son derece önemli bir eserdir.
Kepler de, bilimin insanları Allah'a yaklaştıracak bir vesile olduğunu düşünmüştür. Astronomi ile ilgili araştırmaları sonucunda Allah'ın varlığının farkına varmış ve bu gerçeği şu şekilde dile getirmiştir: 'Uzun zamandır rahatsızdım. Ama şimdi, astronomi konusundaki araştırmalarım yoluyla Allah'ın varlığının farkına vardım.' (Dan Graves, Scientists of Faith, Kregel Publications, 1996, s.. 49)
Kepler, neden bilim ile uğraştığı kendisine sorulduğunda ise 'Yaratıcının eserlerindeki lezzeti tatmak için' diyerek cevap vermiştir. İnsanları, 'Yaratıcıyı anlamak için sahip oldukları bütün duyularını kullanmaya' çağırmış ve bilimsel eserlerinde bu önemli noktayı sürekli dile getirmiştir.
Kitabımızda da belirtiği gibi bazı haram olanlar insana güzel gözükür bazı helal olanlarsa çirkin... ama bu her günahın tatlı ya da güzel olduğu anlamına gelmez.
Eğer günah bu kadar tatlıysa, gidin insan eti ya da dışkı yiyin ne bileyim eğer günah tatlıdır diye genelleme yapıyorsanız ayrım yapmayın...
Fatih’in ölümünden sonra da müsbet bilimlere gösterilen ilginin devam ettiği görülmektedir. Bu sırada da Sinan Paşa ve öğrencisi olan Tokatlı Molla Lütfi’nin matematik ve astronomi üzerine çalışmaya devam ettikleri anlaşılmaktadır. Gerçekten bu sırada Molla Lutfi, yüz kadar bilim dalının ad ve konularını gösteren El-Metalibu’l-İlahiye fi Mevzuati’l-Ulum adlı eserini yazmıştır. Ali Kuşçu’dan matemakitk dersleri almış olan Molla Lütfi’nin önemli sayılabilecek bir eseri deTaz’ifu’l-mezbah (Sunağın İki Katına Çıkarılması) adını taşımaktadır. Lutfi’nin bu eseri yazarken İzmirli Theon’un Delas adasında yapılan sunağın iki katına çıkarılmasına dair, Eflatun’dan öğrenmiş gibi yazdığı ünlü eserden ilham aldığı sanılmaktadır. Bilindiği üzere bu konu, bilim tarihinde Delos Problemi adıyla anılır. Sunağın iki katına çıkarılması meselesi de tanrının daha büyük bir sunağa ihitiyacı meselesi olmayıp,Yunanlıların matematiği ihmal ettiklerine bir işarettir. Theon,bu meselenin orta orantılı usulüyle çözümlenebileceğini anlatmıştır. Molla Lütfi de,adı geçen eserinde,önce çizgi ve karelerin kendileriyle çarpımı üzerinde durmuş,sonra küpün ikileştirilmesinin,yanına yeni bir küp eklemek olmadığını aksine bunu sekiz defa büyütmek olduğunu açıklamıştır.Lutfi,bu vesile ile ünlü Kadızade’nin Eşkalu’t-Tessi adlı eserine yazılan Ebu’l-Fetih hasiyesinden başlayarak, birçok eserde sözü edilen “geometnri bilmeyen kadının yargıda yanlışlık yaptığı yolundaki düşünceyi de tekrarlamıştır. Bilindiği üzere bu düşünce,daha sonraları, başka eserlerde de tekrar edilecektir..Kaynaklar, Lütfi’nin keskin zekalı, keskin dilli, bilimin bir çok dalında bilginlik derecesine ulaşmış,söz söylemekte ve hazır cevaplılıkta üstün yetenekli,geleneksel bilimlerin yanında akılcı bilimlere de ayrı bir önem veren, bilgisinden ötürü de halka arasında Deli Lütfi diye de ün kazanmış olan bu bilginin, aynı zamanda keskin hekim olduğu anlaşılmaktadır. Anımsanacağı gibi, hocası Sinan Paşa, Fatih zamanında 1470 yılında vezirliğe yükseltilmiş,o yıl,Sahn-ı Seman’da ve Şeyh Vefa zaviyesinde müderrislik yapan Lütfi de hocası sayesinde Fatih’in saray kütüphanecisi (Hafız-ı kütüp) olmuştu. Daha sonra hocası gözden düştü, Müdderris olarak Sivrihisar’a sürüldü,öğrencisi Lütfi de kendisiyle birlikte gelmişti.
İshak ibn Murad'ın hayatı hakkında fazla bilgimiz bulunmamaktadır. Geredelidir ve Müntehâb-ı Şifâ adlı Türkçe bir eser kaleme almıştır.
Giriş'te eserini herkesin okuyabilmesi için Türkçe yazdığını ve bilinen bütün drogları bir araya getirmeye gayret ettiği belirtir.
Bu eser daha çok erken tarihli olması ve Türkçe kaleme alınması açısından önem taşımaktadır. İshak ibn Murad eserini hazırlarken, kendisinden önce yaşamış olan belli başlı tıp otoritelerinden yararlanmış ve eserinde Hippokrates, Dioscorides ve İbn Sina'nın adlarını anmıştır.
Osmanlı'da bilim yoktu diyen bir daha tarihe göz atsın, biliyorlar mı bakalım Sinan Paşa, Molla Lütfi, Ahmed-i Dâî, Takîyüddîn, Seydî Ali Reis, Emîr Mehmed Efendi, Ishak ibn Murad, Hacı Paşa, İbn Şerif, Şerefeddin Sabuncuoğlu, Hekim Nidai ve daha nicelerini?
***
ve bir de Mustafa ibn Ali vardı 1574 yılında öldüğü tahmin edilen, Mustafa ibn Ali'nin hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Bir süre Sultan Selim Camii'nde muvakkitlik yapmış ve mîkât ilminin yanısıra coğrafyayla da ilgilenmiştir.
Tuhfetü'z-Zamân ve Harîdetü'l-Evân (Zamanın Armağanı ve Çağın İncisi) adlı eseri, gök kürelerinin ve yıldızların niteliklerini bildirdikten sonra, denizleri dağları, nehirleri, su kaynaklarını ve şehirleri tanıtır.
Mustafa ibn Ali'nin Kânûnî'ye sunmuş olduğu 'İlâmü'l-İbâd fî 'Alâmi'l-Bilâd(Şehirlerin Uzaklıkları) adlı coğrafya yapıtı da değerlidir. Burada Çin ve Fas arasındaki yüz önemli kentin İstanbul'a olan uzaklıkları, enlem ve boylamları ve kıble doğrultuları verilmiştir.
Mustafa ibn Ali, yapıtlarında basit bir Türkçe kullanmış ve özellikle muvakkitlerin gereksinim duydukları bilgileri derlemiştir.
Büyük bir Türk amirali, coğrafya ve matematik bilginidir. İstanbul, Galata'da doğdu. İstanbul'un fethinden sonra Sinop'tan gelerek buraya yerleşen denizci ailenin oğludur. Dedesi ve babası tersane kethüdasıydı. O da küçük yaşta tersane hizmetine girdi. Barbaros Hayreddin Paşa'nın yanında yetişti. Seydi Ali Reis, tersane kethüdası olduğundan bir deniz harekatında bağımsız olarak kumandanlık yapmadı. Rodos'un fethine (1522) ve daha sonra Akdeniz'de cereyan eden bütün deniz savaşlarına Barbaros'un yanında katıldı ve batı Akdeniz bölgesini çok iyi öğrendi. Preveze deniz savaşında (1538) Osmanlı donanmasının sol tarafına komuta ederek büyük yararlıklar gösterdi ve bu savaştan sonra adı daha çok duyulmaya başlandı. Trablusgarp'ın fethiyle biten harekatta kaptan-ı derya Sinan Paşa ve Turgut Reis emrinde çalıştı (1551) .
Kanuni Sultan Süleyman tarafından, Portekiz donanmasıyla girdiği deniz savaşını kaybeden Murat Reis'in yerine Hint kaptanlığına atandı ve Basra'daki donanmayı Süveyş'e getirmekle görevlendirildi. 15 gemiyi derhal tamir ettirerek uygun deniz mevsimi için beş ay bekledi ve donanması ile Basra'dan ayrıldı (1554) . Basra'dan aldığı 15 kadırga ile Süveyş'e doğu yol alırken Horfakan şehri açılarında 25 parçalık Portekiz donanmasıyla karşılaştı. Yapılan çarpışmada Portekizliler bir gemi kaybedip geri çekilince yoluna devam etti.
Maskat yakınlarında 34 parçalık bir Portekiz donanmasının saldırısına uğradı. Güney Arabistan sahillerinde dağların denize dik inmesinden faydalanarak, gemilerini Portekiz donanmasıyla kıyı arasına soktu, savaş başladığı zaman dağların kestiği rüzgar sebebiyle Portekiz donanmasının yelkenli gemileri hareketsiz kaldı, kürekli gemileriyle hızlı hareket ederek düşmanın sayı üstünlüğünü yok etmeye çalıştı. Yapılan savaşta Portekizlilerin altı gemisi batırıldı, Osmanlı donanmasının da beş gemisi battı, biri de yandı (1554) .
Umman sahilindeki Zufar limanı geçilerek Şihr şehri hizasına gelinince, günbatısı yönünden fil tufanı denilen bir fırtına çıktı. Çıkan fırtına yüzünden Seydi Ali Reis kalan dokuz kadırgalık donanmasıyla birlikte kıyıdan uzaklaşmak zorunda kaldı. Fırtınaya kapılan, günlerce denizde çalkalanan gemiler doğuya doğru sürüklenerek Hindistan kıyılarına,Gücerat sultanlığının Demen kalesi önüne gelebildi, burada üç gemi karaya vurdu; geri kalan gemilerdeki top ve levazımı bırakarak Seydi Ali Reis elindeki altı gemiyle Surat limanına girdi; çünkü Portekiz donanması onu yakalamak için dolaşıyordu
Seydi Ali Reis buradan Gucerat'ın başkenti Ahmedabad'a gitti. Harap gemilerle Süveyş'e ulaşmak imkansız olduğundan, kalan gemiler satılıp karadan İstanbul'a dönülmesine karar verildi. Seydi Ali Reis Gucerat sultanı Ahmet Han tarafından iyi karşılandı. Daha sonra adamlarından bir kısmı Gucerat Sultalığı'nın emrine girdi. Seydi Ali Reis, Ahmedabad'tan Sind memleketinin başkenti Multan'a, oradan Lahor'a, bu şehirden de Delhi'ye gelerek Timuroğullarından Hümayun Şah'ın huzuruna çıktı(1555) .
Hümayun şahın ölmesi üzerine Afganistan - İran yoluyla Anadolu'ya hareket etti (1556) . Bundan sonra Kabil, Semerkant, Buhara, Meşhet şehirlerinde hükümdarları gördü.
Buhara civarında Özbeklerin saldırısına uğradı ve yaralandı. İran da Meşhet valisi tarafında tutuklandı, daha sonra serbest bırakılarak Şah I.Tahmasp'a gönderildi. Bir süre göz hapsinde kaldıktan sonra Anadolu'ya geçmesine izin verildi ve Şah'ın Kanuni'ye yazdığı bir mektubu da alarak Kazvin'den ayrıldı (1557) . Aynı yıl Bağdat'a ulaştı. böylece Basra'dan çıkışından 3 yıl 7 ay sonra tekrar Osmanlı ülkesine dönüyordu.
Seydi Ali Reis 1557 mayıs ayı başlarında İstanbul'a vardı ve Edirne'de bulunan hükümdarın yanına gitti. Süveyş donanmasının uğradığı kayıptan dolayı padişahtan af diledi. Dolaştığı yerlerde görüştüğü hükümdarların verdiği 18 nameyi sundu; Ali Reis mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar kabul edilerek suçlu görülmedi, önce Müteferrika yapıldı, sonra Diyarbakır tımar defterine tayin edildi.
Denizcilikteki ününün yanı sıra denizcilik, coğrafya, astronomi gibi konularda da yetki sahibi Dolaştığı yerlerde görüştüğü hükümdarların verdiği 18 nameyi sundu; Ali Reis mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar kabul edilerek suçlu görülmedi, önce Müteferrika yapıldı, sonra Diyarbakır tımar defterine tayin edildi. Bir süre şehzade Selim'in hizmetinde çalıştı; Galata Hassa gemi reislerinden biri oldu (1560) . Son görevi bilinmemektedir. 1562 yılında İstanbul'da öldü.
Bir bilim adamı olan Seydi Ali Reis'in bu konularda bıraktığı eserler şunlardır:
# Mirat-ı Kainat (Kainatın Aynası)
# Hulasat el-Heyyet (Kısa astronomi)
# Kitap el-Muhit fi İlm el-Eflak ve'l-Buhur (Felekler ve Denizler biliminde okyanus kitabı)
# Mir'at el-Memalik (Ülkelerin Aynası)
Son iki eser batı dillerine de çevrilmiştir Başından geçen olayları anlatan Mirat-ül-Memalikin (Memlaketlerin Aynası) 1557 adlı seyahatnamesi donanmasının akıbetini ve emrindeki adamların hesabını veren bir müdafaname gibi düşünülebilir. Gucerat devletinin başkenti Ahmedabad'ta yazdığı Muhit (1554) basılmamıştır. Ali Kuşçu'nun matematiğe ait kitabını Hülasat-ül-Heyyet adıyla Türkçe'ye çevirdi (Halep 1549) . Beş makale ve 120 fasıl hjalindeki Mirat-ül-Kainat (Kainatın Aynası) astronomi ilmine aittir. Katibi mahlasını kullanan Seydi Ali Reis'in şiirleri de bulunmaktadır.
Gazeteler; TGRT'den yüklü maaş, lüks cip ve araba alan ünlü artistlerin dudak uçuklatan anlaşmalarını yayınlıyor. Bir şarkıcıya toptan 3 milyon dolar, ötekine ayda seksen milyar maaş, berikine 700 bin Dolar...Bu arada hediye edilen yüzbin dolarlık cipler, trilyonluk villalar da caba. Peki bu durum sadece TGRT'de mi böyle? Hayır! Son yıllarda medya ve eğlence sektöründe, Amerika'ya parmak ısırtacak rakamlar telaffuz edilmeye başlandı. Milyonlarca dolarlik transferler, yüz-yüzelli bin dolar aylık maaşlar herkesin çenesini yoruyor. Kendisini dinleyenlere göbek attırma hünerine sahip şarkıcılar, milyonlarca dolarlık servetin sahibi oluyor.
Görgüsüz 'sosyete' düğünlerinde şarkı-türkü söyleyenler bir gecede iki 'ekstra' çıkarıp 100 bin doları cebe koyuyor, ertesi gün programları için sete, bir sonraki gün de dizilerine koşuyorlar. Peki bu adamlar ve kadınlar, topluma hangi katkıda bulunuyorlar da bu servetlere kavuşuyorlar dersiniz? Bu paraları kim ödüyor ve daha önemlisi neden ödüyor?
***
Bu soruların cevabı basit: Bir takım hanende sazende takımı, bizden enayilik vergisi alıyorlar. Onlara bu büyük serveti kazandıran şey; bizim toplumsal enayiliğimiz. Değerler sistemi aşırı derecede bozulmuş, ayakların baş, başların ayak, olduğu bir toplumda yaşanan çarpıklığın, her el çırpan kişinin arkasından ağzı açık ayran budalası gibi koşmamızın sonucu bütün bunlar.
Kendileri gibi erkek olan arabesk şarkıcısının çıplak ayaklarına dokunabilmek için birbirini ezen kalabalığın psikopatolojik yansımaları.
Her taraflarından löpür löpür et ve yağ fışkıran terli eşcinsel şarkıcılara hayranlıkla bağlı olan ve onların söylediği şarkının ritmine uyarak kalça tokuşturan aslan parçası erkeklerimizin eğlence dünyası.
Adamlar ve kadınlar, böyle bir toplumdan enayilik vergisi tahsil etmesin de ne yapsın!
***
Siz siz olun; sakin Nazım Hikmet'e sahip çıkmayın, Sabahattin Ali'yi kim öldürdü diye sormayın, Melih Cevdet Anday ne yapıyor diye merak etmeyin, Fazıl Hüsnü Dağlarca nasıl geçiniyor diye aklınıza takmayın, Avni Arbas'ı ziyarete gitmeyin, Cemil Meriç'in kıtaplarına el sürmeyin. Doğdukları ev müze yapılacak, adlarına enstitüler kurulacak, üniversite doktoraları hazırlanacak değerlerinizi bir an önce tepelemeye bakın. Çünkü kültür, şiir, resim, nitelikli müzik, düşünce gibi kavramlar bu millete zararlıdır. Allah korusun, onun aklını falan bozar! Bu insanların çıktığı televizyon kanallarını hemen 'zap'layıp, kalça-göbek lumpen eğlence dünyasına zıplayın. Ve paşa paşa enayilik verginizi ödeyin. Sonra sokaklara çıkıp 'Bütün dünya şaşırma, sabrımızı taşırma! ' diye bağırın. Bizler gibi bir avuç insana da 'damarlarımızda mevcut olan asil kanı' arayarak ömür tüketmek düşsün.
Türkiye'deki eğitim sistemini anlatan güzel bir benzetme:
Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelip okul açmaya karar verdiler.
Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılan balığı yönetim kurulunu oluşturdu. Tavşan, müfredatta koşmanın bulunmasını istemekteydi. Kuş, uçmanın dahil olmasını, balık yüzmenin dahil olmasını ve sincap, ağaca tırmanmanın mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerektiğini söylemekteydi. Bütün bunları bir araya getirip, bir müfredat programı yaptılar ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istediler.
Tavşan koşu dersinden A alıyor olmasına rağmen, ağaca tırmanmak onun için çok ciddi bir sorunda. Sürekli kafa üstü düşüyordu. Bir süre sonra beyni hasar gördü ve eskisi gibi koşamadı. Artık koşuda A almak yerine, C alıyordu. Ve tabii, ağaç tırmanmada ise her zaman zayıf alıyordu. Kuş, uçmada çok başarılıydı, ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değildi. Sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyordu. Bir süre sonra toprak kazma notu hala F olmasına rağmen, uçma notu C’ ye düşmüştü. O’ da ağaca tırmanmada çok zorlanıyordu. Sonuçta sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekalı yılan balığı oldu. Ancak eğitimciler çok mutluydu, çünkü herkes bütün dersleri görüyordu. Ve buna “geniş tabanlı eğitim sistemi” dediler.
... Bir insanın her işi ve her huyu hoşumuza gitmeyebilir. Fakat iyi niyetli ve ülfet edilir insan, kendi hanımında hoşuna gidecek nice meziyetler bulabilir.
Onlarla kendisini memnûn ve mes’ûd edebilir. BUNUN İÇİN AYIP ARAMAYA DEĞIL, MEZIYET ARAMAYA BAKMALIDIR. Zîrâ mârifet iltifâta tâbîdir. İltifatsız mârifet zâyîdir.
''Cennet annelerin ayağı altındadır. '' diyen dinimiz kadına hak etmiş olduğu değeri vermiştir. İslamiyet’in ilk şehidi bir kadındır. İlk Müslüman bir kadındır. Peygambe-rimizin soyu kızından devam eder. Hz. Ebubekir’in kitap haline getirdiği dünyadaki tek Kur’an-ı Kerim Hz.Ebubekir, Ömer, Osman dönemlerinde onlarca yıl bir kadının yanında kalmıştır.
''Kadınların haklarını yerine getirme husûsunda Allâh’dan korkunuz! Zîrâ siz onları Allâh’ın bir emâneti olarak aldınız.'' (1)
''Sizin en hayırlınız, ehline (eşine ve çocuklarına) en hayırlı olanınızdır. Ve ben de ehline karşı en hayırlı olanınızım.'' (2)
''Mü’minlerin îmân bakımından en olgunu ve en hayırlısı, hanımına karşı en hayırlı olanıdır.'' (3)
''EY İNSANLAR! KADINLAR HAKKINDA ALLÂH’DAN KORKUNUZ! Sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır. Kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır.'' (4)
'Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onları dövmeyin, onlara çirkin demeyin, FENA SÖZ SÖYLEMEYİN! ' (6)
'KADINLARINIZLA IYI GEÇİNİN; EĞER ONLARDAN HOŞLANMADI İSENİZ BILE! .. Olabilir ki bir şey, sizin hoşunuza gitmez de, Allâh onda bir çok hayır takdîr etmiş bulunur.' (7)
1. el-Aclûnî, a.g.e., c. I, 36.
2. Münâvî, a.g.e., c. III, s. 495.
3. Riyâzu’s-Sâlihîn, c. II, s. 148.
4. Veda Hutbesi
6. Müslim, c. IV, s. 385.
7. Nisâ Suresi 19
8. Buhârî, c. VI, s. 145.
bir ses duyulsa...koşsam sesin geldiği yere...katılsam o seslere...o sesleri çıkarsam...duyulsa seslerimiz...katılsa bütün sesler...ah keşke bir olsa sesler sessizliğin içinde de...bir ses duyulsa...sessizliği bozsak
kurtuluş savaşı
18.05.2004 - 02:14genelde savaşlarda düşmanlar ayrıldıkları yerdeki erzaklarına zehir ya da etrafa bubi tuzağı bırakırlar... İşte kurtuluş savaşımızda düşmanı attık ama geride zehir gibi kültürlerini bırakmışlar ve bıraktıkları tuzakları halen daha düşmekteyiz... Bu yetmiyormuş gibi batılılaşmak adına düşmanı topraklarımıza yeniden sokmaktan geri kalmıyoruz...
tarafsızlık
17.05.2004 - 19:29tarafsızlık diye bir durum belki olamaz ama bu holiganlık gibi aşırılığa ya da ayrımcılık gibi bölücülüğe, ırkçılığa ve bilhassa terbiyesizliğe bahane değildir.
Nerede olursa olsun ister siyaset meydanın da ister futbol sahasında taraf tutuyorsanız adam gibi tutun!
Attila İlhan'la zaman içinde yolculuk
17.05.2004 - 19:21haykırıştı son nefesimiz lakin bizi çoktan öldü sanıyorlarmış...
kurtuluş savaşı
17.05.2004 - 19:16Bu savaşa elbette ki halkımız sayesinde kurtuluş adını verdik ama bıcak kemiğe dayandığı anda zekası ve inancıyla Mustafa Kemal gibi bir lider çıkıp halkımızı bir araya getirmeseydi Selçuk'lunun beyliklere bölünmesinden daha beter bölünürdük. Fakat bir daha bıcak kemiğe dayandığında Mustafa Kemaller olacak mı acaba, sanmıyorum çünkü bıcak kemiğimizi bırak dokunmasını oyuyor bile.
Bilin ki ülkemiz işgal altındadır, çünkü savaşımızı belli başlı ülkelerin silahlarına karşı yapmadık; en başta onların siyasetlerine karşı yaptığımızı unutmayın... Lakin bu siyasetler silahları ile alamadığı ülkemezi kültürleri-dinleri-dilleri ile işgal etmişlerdir...
Bu kadar basit bir web sitesinde bile işgal altında olduğumuz söyleniyorsa yazık çünkü bu savaşta belli ki sadece kollarımızı değil idrakimizi de kaybetmişiz...
ismet inönü
17.05.2004 - 18:50Türk siyasetinin Pavlus'u...
bruce willis
17.05.2004 - 18:19tabi ki Mavi Ay... moonlight is shining bla bla...
Zor Ölüm'ü (Die Hard) de unutmamak gerek...
Lakin 11 Eylülü engelleyemedi ya içim gitti...
eurovision
17.05.2004 - 18:13müziğin evrenselliğini kaybettiği yer...
Parayı veren düdüğü çalar timsali İsrail'in Eurovision da işi ne?
Bir de Bosna'dan gelmesi gereken şarkıyı Sırplardan dinleyince kötü oldum. Hey gidi Bosna hey yazık! ! ! ooo Bir de üstüne 12 puan da verdiler... Sırplar işlerini iyi becermiş...
Athena'nın işi ne orada cık cık cık
darwin ve evrim
17.05.2004 - 13:12Darwin’in neresi doğru?
Şimdi İslâm sağa mı daha yakındır yoksa sola mı diye lüzumsuz ve içi boş bir tartışma ile karşı karşıyayız. Birileri fantazilerini İslâma onaylatmak istiyor. Merhum Mustafa Sibai, dönemindeki sol rüzgârların ve sosyal adalet vurgusu ihtiyacının etkisiyle ‘İştirakiyettü’l-İslâm/İslâm sosyalizmi’ adında bir kitap yazmıştır. Ali Şeriati, merhum Cemil Meriç’in ifadesiyle Marksizmden etkilenmişti ve bu anlamda marksizan bir teorisyendi. Dini, sol ideolojiye uyarlamaya çalıştı. Veya sol ideolojiyi dine. Keza Mısır’da yıllardır İslâmî sol diye bir akım vardır. Bu akım tam mânâsıyla eklektik bir akımdır. Bu akımın nazariyatçısı da Hasan Hanefi’dir. Hasan Hanefi İslâmda ümmet olduğunu yani toplum olduğunu, ama devlet olmadığını söyler. Bu, bir nevî yüzyıl önce Ali Abdurrazık’ın hilâfeti inkâr cihetinde söylediği argümanların daha yumuşatılmış tekrarıdır. Bundan dolayı kullandığı kavramlar cihetiyle her yerde muhalif aydınların gözdesi olsa da aslında rejimin baştacı ettiği aydınların başında gelmektedir. Bizde, Hüseyin Atay vesaire gibi.
Bunlar döneme göre, konjonktüre göre söylenmiş sözlerdir. Son sıralarda gündeme geldiği üzre, İsmet Özel gibi, Mısırlı, soldan gelme Muhammed Amara da soldan İslâmî hayata geçerek çizgi değiştirmediğini sadece tekâmül ettiğini söylemiştir. Öyleyse, İslâmî anlayışı solun bir yorumu olarak kalacaktır.
Merhum Muhammed Mütevelli Şaravi’nin deyimiyle İslâm veya muayyen bir din, bir ideolojiyle bütünleştirilemez. Sözgelimi siz İslâmın sosyalist bir yorumunu yaparsanız, kalkar birisi de kapitalist yorumunu yapar. Böylece herkes dini basitleştirir ve Muvafakat sahibi Şatibi’nin dediği gibi kıçına don ve yama yapar. İslâm kimsenin ideolojik etiketi değildir. Marks’ı İslâma bulamak ve yamamak isteyenler olduğu gibi Darwin’i de İslâmla barıştırmak isteyenler var. Tempo dergisinin gündeme getirmesiyle birlikte Darwin’le İslâmı barıştırma çabaları da yeniden güncellik kazanmıştır. Kaynaklara inildikçe Darwin gibi müşekkel bir nazariye olmasa bile bazı sufilerde veya Müslüman filozoflarda tekâmül nazariyesine rastlanabilir. İnsanın bitki, ardından hayvan kademelerini geçtiği ve sonra insan hale geldiği ifade edilir. Esasen Cenâb-ı Hakk da, sarahaten insanı topraktan yarattığını belirtiyor. Ancak evrim yoluyla değil de yaratılış (kün) yoluyla.
***
Bununla birlikte, nevîlerin ve insanların tekâmülü İhvan-ı Safa gibi bazı akımlarda var olduğu söylenir. Ama nevîden nevîye geçiş olarak evrim pek savunulmamış bazı fantastiklerle sınırlı kalmıştır, Kur’ân da bize bazan insanların irtikap ettikleri günahlar nedeniyle mutasyon sûretiyle hayvana dönüştürüldüğünü haber verir. Kur’ân evrimden hiç bahsetmez, ama nesh geçirdiklerini haber verir.
Kur’ân-ı Kerim’de yaratılışın hilâfına bir şeye rastlanmaz. Ama ilâhiyatçılarımız bütün işi bırakmışlar şimdi de Darwin’le İslâmı barıştırmanın yollarını arıyorlar. Yorulurlar, ama bir netice alamazlar. Ankara ilahiyat çevrelerinden Prof. Mehmet Bayrakdar, İlhami Gürel, Hadi Adanalı “Darwin’in görüşleri İslâm’a ters düşmez” demişler. Bayrakdar bu durumda tek işkalin ve sorunun evrimin Allah’ın iradesi dışında gerçekleştiği tezinin kalacağı ve onun dışında bir müşkilatın görülmediğini söylemiş. Aslında bu, faraziyeye verilmiş farazî bir cevaptır. Veya nazariyeye nazariye yoluyla verilmiş bir cevaptır. Bunu ilk veren Risâle-i Hamidiye sahibi Hüseyin Cisr efendi olmuştur. O şartlı olarak faraza Darwin nazariyesinin isbatı halinde dinin iptalinin sözkonusu olmayacağını ifade etmiştir. Bir telif yolunun bulunabileceğini söylemiştir. Şimdi ise bu tartışma yeniden ısıtılıp sansasyon merakı ve buna bağlı olarak reyting iştahını kamçılamak için malzeme yapılmaktadır. Şimdi ilahiyatçıların bu zamanı geçmiş çıkışlarından sonra evrimciler, Kur’ân ve ilme dayalı yaratılış inancını alaya alıyorlar. Emre Aköz gibiler, ‘Artık bize iş kalmadı, nasıl olsa ilahiyatçılar var adımıza konuşuyor’ diyorlar. Meselâ Aköz: “Bundan sonra onlara cevap verecek olan benim gibi gazeteciler değil, Ankara İlahiyat Fakültesi Hocaları” diyor... Demek ki Darwincilerin yerini ilahiyatçılar aldı. Sözcüleri oldular.
***
Hüseyin Cisr Efendi bu faraziyenin isbatlanması halinde İslâmı temellerinden sarsamayacağını söylemişti. Hâlâ bu nazariye ilmen subut bulmuş bir nazariye değil, sadece bir fantazi, mitoloji, postula ve faraziyeden ibarettir. Darwinizm nazariyesi sadece ‘kün’ emrini dolaylı hale getirmekle kalmıyor, aynı zamanda yaratılışı zorunluluk ve sebebiyet ve illiyet kanunu üzerinden hayata geçiriyor. Allah’ın yaratmasına tabiat bir nevî aracı olmuş. Bu revizyonist bir yaklaşım. Halis evrimciler Allah’ın kudretini tabiata yüklüyorlar. Revizyonistler ise Allah’ın kudretini tabiat üzerinden yürütüyorlar. Elbette esbab vardır, ama kanunu küllî değildir. Bu itibarla, Darvinizm sadece yaratılışı dolaylı hale getirip evrimleştirmiyor aynı zamanda sebebiyet ve zorunluluk nazariyesini de lüzumlu hale getiriyor ve isbat ediyor.
Evrim ve tekâmül nazariyesi dışında da Darwinizm, dinî referans dışı bıraktığından dolayı ahlâkın İlâhî menşeini de inkâr ediyor. Evet, Allah ahlâkı fıtrata kodlamıştır ama fıtrat ve vahiy tev’em’dir, yani ikizdir. İkisi birbirinden ayrılmaz. Biri diğerini takviye eder. Din fıtratı takviye için gelmiştir. Bundan dolayı, doğanların tamamının İslâm fıtratı üzerine olduğu ifade edilmiştir. Fıtratın bozulmasına karşı vahiy bir aşı ve takviyedir. Bu bakımdan, ahlâk tartışmalı ilmî nazariyelere dayandırılamaz. Aksi takdirde, Darwin gibi “tabiî seleksiyon”la hayatı bir mücadele alanı görmek zorunda kalırız. Bu durumda Allah’ın Rahman, Rahim ve Rauf gibi isimlerini unutmak zorundayız. Darwinizmle İslâm eklektik bir biçimde evrim nazariyesinin üzerinden barıştırılamaz. Bunu yapanlar sadece fantastik lâflar etmiş olurlar.
Mustafa ÖZCAN
05.10.2003
evrim teorisi
17.05.2004 - 13:11Darwin’in neresi doğru?
Şimdi İslâm sağa mı daha yakındır yoksa sola mı diye lüzumsuz ve içi boş bir tartışma ile karşı karşıyayız. Birileri fantazilerini İslâma onaylatmak istiyor. Merhum Mustafa Sibai, dönemindeki sol rüzgârların ve sosyal adalet vurgusu ihtiyacının etkisiyle ‘İştirakiyettü’l-İslâm/İslâm sosyalizmi’ adında bir kitap yazmıştır. Ali Şeriati, merhum Cemil Meriç’in ifadesiyle Marksizmden etkilenmişti ve bu anlamda marksizan bir teorisyendi. Dini, sol ideolojiye uyarlamaya çalıştı. Veya sol ideolojiyi dine. Keza Mısır’da yıllardır İslâmî sol diye bir akım vardır. Bu akım tam mânâsıyla eklektik bir akımdır. Bu akımın nazariyatçısı da Hasan Hanefi’dir. Hasan Hanefi İslâmda ümmet olduğunu yani toplum olduğunu, ama devlet olmadığını söyler. Bu, bir nevî yüzyıl önce Ali Abdurrazık’ın hilâfeti inkâr cihetinde söylediği argümanların daha yumuşatılmış tekrarıdır. Bundan dolayı kullandığı kavramlar cihetiyle her yerde muhalif aydınların gözdesi olsa da aslında rejimin baştacı ettiği aydınların başında gelmektedir. Bizde, Hüseyin Atay vesaire gibi.
Bunlar döneme göre, konjonktüre göre söylenmiş sözlerdir. Son sıralarda gündeme geldiği üzre, İsmet Özel gibi, Mısırlı, soldan gelme Muhammed Amara da soldan İslâmî hayata geçerek çizgi değiştirmediğini sadece tekâmül ettiğini söylemiştir. Öyleyse, İslâmî anlayışı solun bir yorumu olarak kalacaktır.
Merhum Muhammed Mütevelli Şaravi’nin deyimiyle İslâm veya muayyen bir din, bir ideolojiyle bütünleştirilemez. Sözgelimi siz İslâmın sosyalist bir yorumunu yaparsanız, kalkar birisi de kapitalist yorumunu yapar. Böylece herkes dini basitleştirir ve Muvafakat sahibi Şatibi’nin dediği gibi kıçına don ve yama yapar. İslâm kimsenin ideolojik etiketi değildir. Marks’ı İslâma bulamak ve yamamak isteyenler olduğu gibi Darwin’i de İslâmla barıştırmak isteyenler var. Tempo dergisinin gündeme getirmesiyle birlikte Darwin’le İslâmı barıştırma çabaları da yeniden güncellik kazanmıştır. Kaynaklara inildikçe Darwin gibi müşekkel bir nazariye olmasa bile bazı sufilerde veya Müslüman filozoflarda tekâmül nazariyesine rastlanabilir. İnsanın bitki, ardından hayvan kademelerini geçtiği ve sonra insan hale geldiği ifade edilir. Esasen Cenâb-ı Hakk da, sarahaten insanı topraktan yarattığını belirtiyor. Ancak evrim yoluyla değil de yaratılış (kün) yoluyla.
***
Bununla birlikte, nevîlerin ve insanların tekâmülü İhvan-ı Safa gibi bazı akımlarda var olduğu söylenir. Ama nevîden nevîye geçiş olarak evrim pek savunulmamış bazı fantastiklerle sınırlı kalmıştır, Kur’ân da bize bazan insanların irtikap ettikleri günahlar nedeniyle mutasyon sûretiyle hayvana dönüştürüldüğünü haber verir. Kur’ân evrimden hiç bahsetmez, ama nesh geçirdiklerini haber verir.
Kur’ân-ı Kerim’de yaratılışın hilâfına bir şeye rastlanmaz. Ama ilâhiyatçılarımız bütün işi bırakmışlar şimdi de Darwin’le İslâmı barıştırmanın yollarını arıyorlar. Yorulurlar, ama bir netice alamazlar. Ankara ilahiyat çevrelerinden Prof. Mehmet Bayrakdar, İlhami Gürel, Hadi Adanalı “Darwin’in görüşleri İslâm’a ters düşmez” demişler. Bayrakdar bu durumda tek işkalin ve sorunun evrimin Allah’ın iradesi dışında gerçekleştiği tezinin kalacağı ve onun dışında bir müşkilatın görülmediğini söylemiş. Aslında bu, faraziyeye verilmiş farazî bir cevaptır. Veya nazariyeye nazariye yoluyla verilmiş bir cevaptır. Bunu ilk veren Risâle-i Hamidiye sahibi Hüseyin Cisr efendi olmuştur. O şartlı olarak faraza Darwin nazariyesinin isbatı halinde dinin iptalinin sözkonusu olmayacağını ifade etmiştir. Bir telif yolunun bulunabileceğini söylemiştir. Şimdi ise bu tartışma yeniden ısıtılıp sansasyon merakı ve buna bağlı olarak reyting iştahını kamçılamak için malzeme yapılmaktadır. Şimdi ilahiyatçıların bu zamanı geçmiş çıkışlarından sonra evrimciler, Kur’ân ve ilme dayalı yaratılış inancını alaya alıyorlar. Emre Aköz gibiler, ‘Artık bize iş kalmadı, nasıl olsa ilahiyatçılar var adımıza konuşuyor’ diyorlar. Meselâ Aköz: “Bundan sonra onlara cevap verecek olan benim gibi gazeteciler değil, Ankara İlahiyat Fakültesi Hocaları” diyor... Demek ki Darwincilerin yerini ilahiyatçılar aldı. Sözcüleri oldular.
***
Hüseyin Cisr Efendi bu faraziyenin isbatlanması halinde İslâmı temellerinden sarsamayacağını söylemişti. Hâlâ bu nazariye ilmen subut bulmuş bir nazariye değil, sadece bir fantazi, mitoloji, postula ve faraziyeden ibarettir. Darwinizm nazariyesi sadece ‘kün’ emrini dolaylı hale getirmekle kalmıyor, aynı zamanda yaratılışı zorunluluk ve sebebiyet ve illiyet kanunu üzerinden hayata geçiriyor. Allah’ın yaratmasına tabiat bir nevî aracı olmuş. Bu revizyonist bir yaklaşım. Halis evrimciler Allah’ın kudretini tabiata yüklüyorlar. Revizyonistler ise Allah’ın kudretini tabiat üzerinden yürütüyorlar. Elbette esbab vardır, ama kanunu küllî değildir. Bu itibarla, Darvinizm sadece yaratılışı dolaylı hale getirip evrimleştirmiyor aynı zamanda sebebiyet ve zorunluluk nazariyesini de lüzumlu hale getiriyor ve isbat ediyor.
Evrim ve tekâmül nazariyesi dışında da Darwinizm, dinî referans dışı bıraktığından dolayı ahlâkın İlâhî menşeini de inkâr ediyor. Evet, Allah ahlâkı fıtrata kodlamıştır ama fıtrat ve vahiy tev’em’dir, yani ikizdir. İkisi birbirinden ayrılmaz. Biri diğerini takviye eder. Din fıtratı takviye için gelmiştir. Bundan dolayı, doğanların tamamının İslâm fıtratı üzerine olduğu ifade edilmiştir. Fıtratın bozulmasına karşı vahiy bir aşı ve takviyedir. Bu bakımdan, ahlâk tartışmalı ilmî nazariyelere dayandırılamaz. Aksi takdirde, Darwin gibi “tabiî seleksiyon”la hayatı bir mücadele alanı görmek zorunda kalırız. Bu durumda Allah’ın Rahman, Rahim ve Rauf gibi isimlerini unutmak zorundayız. Darwinizmle İslâm eklektik bir biçimde evrim nazariyesinin üzerinden barıştırılamaz. Bunu yapanlar sadece fantastik lâflar etmiş olurlar.
Mustafa ÖZCAN
05.10.2003
fantasy role playng
14.05.2004 - 19:27Belki bu tür oyunları sevenler için bir macera olabilir ama genelde zorluk, stres, acı gibi hayatın gerçeklerinden kaçıştır.. İnsanı öyle bir içine alır ki, insanı hayattan kopartacak kadar yan etkileri kötü olabilir...
Artık kılıçlarımızı kuşanıp atımıza binip maceradan maceraya atlamadığımızdan,,, Yani silah icad oldu mertlik öldü dediğimiz bu çağda... Hele hele teknolojinin, ulaşımın ve kominikasyonun ilerlerleyip macera anlayışının insana iyice yabancılaşması bu gibi tüketimsel paket ürünleri daha da çekici yapıyor.
Tarihe güvenmiyoruz artık çünkü iktidar güçler tarafından çarptırılmış ya da uydurulmuş. Geriye kalan saf duygularımızla bari başından hayal gücü olduğunu bildiğimiz bir dünyaya inanmak daha doğru geliyor.
Çalışan bir kişi için bir tatil, ya da bir öğrenci için serüven olurken bence her FRP bir tecrübedir. Hele hele teknoloji ilerledikçe çıkan oyunlarda ki gerçekliğe bakarak ya da dünyanın her bir tarafından insanlarla internet üzerinden maceradan maceraya koşarken yaşananlar çok ilginçtir.
Mesela sadece bir büyücü olup ejderha ile savaştıktan sonra bir kamp ateşinde dinlenip gittiğiniz okullarda yeni yeni büyüler öğrenip değişik serüvenlere atılmak değil dünylardan dünyalara portal'lardan (büyülü kapılardan) yolculuk etmek gibi sınırsız bir hayal dünyasına girmek tecrübeden başka ne olabilir ki? ? ?
Morrowind'i oynayın mesela ya da Everquest ile internet üzerinden... Ne kadar geniş olduğunu bir de siz görün...
frp - karakterle
14.05.2004 - 18:46Irklar da belirtiğim gibi hangi kitaba ya da hangi oyuna göre yazılıyor bunlar. Sınırsız bir fantezi dünyası varken kaç tane karekteri buraya sıkıştırabiliriz ki?
Ya da lütfen kaynaklarını verin.
Mesela M&M 7:
Knight, Cavalier, Champion, Black Knight, Cleric, Priest, Sun Priest, Moon Priest, Paladin, Crusader, Hero Villian, Sorceror, Wizard, Arch Mage, Lich,
Archer, Battle Mage, Warrior Mage, Warlock, Druid, Great Druid, Arch Druid, Witch
Ya da Final Fantasy oyunu:
Alchemist, Animist, Archer, Assassin, Bard, Beast Master, Berserker, Bishop, Black Belt, Black Mage, Black Wizard, Blue Mage, Calculator, Caller, Chemist, Dancer, Dark Knight, Defender, Divine Knight, Dragoner,
Dragoon, Elementalist, Engineer, Fencer, Fighter, Gadgeteer, Geomancer,
Gladiator, Gunner, Heaven Knight, Hell Knight, Holy Knight, Holy, Swordsman, Hunter, Illusionist, Juggler, Knight, Lancer, Master, Mediator, Mime, Mog Knight, Monk, Morpher, Mystic Knight, Ninja, Onion Knight, Oracle, Paladin, Priest, Red Mage, Red Wizard, Sage, Samurai, Scholar, Shaman, Sniper, Soldier, Squire, Summoner, Templar, Temple Knight, Thief, Time Mage, Trainer, Viking, Warlock, Warrior, White Mage, White Monk, White Wizard, Wizard...
vs vs...
frp - ırklar
14.05.2004 - 18:27Hangi FRP oyunun ya da hangi kitabın ırkları? Binlerce karakter vardır fantazi dünyasında mesela ''Heroes of - Might and Magic'' oyunlarını alırsak; Titanlardan ya da cinlerden tutun onlarca ejderha türüne kadar çeşit çeşit ırklar vardır. Ya da ''Wizards & Warriors'' oyunlarını alırsak kertenkeleye benzeyen Lizzords'tan file benzeyen Oomphaz'a kadar bir sürü ırk vardır.
Cilt cilt fantezi ansiklopedileri vardır, bu kaynakları belki baz alırsak düzenli bir liste çıkatılabilir. Bu işin babası olan Tolkien'ın kitaplarını da baz alabiliriz. Yahut bu işi piyasalaştıran TSR yayınlarını da ya da teker teker oyun başlıkları altında ırklar, karakterler vs vs verilebilir ama sadece Everquest ya da bir kaç kitabı baz almak yanlış olur hele hele ırkların karakterlerini sadece bir ya da bir kaç oyuna ya da kitaba göre tanıtmak da... Mesela bir oyun da ya da kitapta cüceler yer altından yaratılırken başka bir kitapta da kayalardan yaratıldıklaırını söylebilir bu yüzden yok elfler şöyledir böyledir diye yazmaya başlanırsa; sadece bir oyunun ya da kitabın reklamını yapmaktan başka bir şey olmaz... Bundan dolayı amacım sadece eleştirmek değil fantezi dünyasının genişliğini de belirtmektir.
Tavsiyem bir daha ki sefere bilgi verirken kaynaklarını detaylı bir şekilde vermenizdir...
müslüman bilginler
14.05.2004 - 18:03bkz. Sinan Paşa, Molla Lütfi, Ahmed-i Dâî, Takîyüddîn, Seydî Ali Reis, Mustafa ibn Ali, Emîr Mehmed Efendi, Ishak ibn Murad, Hacı Paşa, İbn Şerif, Şerefeddin Sabuncuoğlu, Hekim Nidai
dindar bilim adamları
14.05.2004 - 18:02BİLİM İNSANLARI ALLAH'A ULAŞTIRIR
Roger Bacon, Johannes Kepler, Robert Boyle, Blaise Pascal, Antonie von Leeuwenhoek, Isaac Newton, Adam Sedgwick, Michael Faraday, James Prescott Joule, Gregor Mendel, Louis Pasteur, James Clerk Maxwell, Georges Lamaitre, Max Planck, Galileo Galilei ve niceleri
arti bkz. Müslüman Alimler
'Tabiat hiç şüphesiz Allah'ın hiç vazgeçemeyeceğimiz, okunması gereken diğer bir kitabıdır.'
Galileo Galilei
“'Bilim insanı Allah'a götürür.”'
'Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı'nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor'
Louis Pasteur
“'Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum.'”
Albert Einstein
“'Bizler Allah'a muhtaç, aciz kullar olarak, kendi aklımıza göre Allah'ın aklının büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O'na teslim olmalıyız.”'
Isaac Newton
'Uzun zamandır rahatsızdım. Ama şimdi, astronomi konusundaki araştırmalarım yoluyla Allah'ın varlığının farkına vardım.'
Johannes Kepler
'Doğa, her şeyde Allah'ın varolduğunu bizlere öğretmektedir.'
Adam Sedgwick
'Allah'ın isteklerini öğrendikten ve itaat ettikten sonra yapacağımız diğer şey, yaptığı işlerin kanıtından yola çıkarak O'nun aklı, gücü ve iyiliği hakkında birşeyler bilmektir. Tabiat kanunlarını bilmek, Allah'ı bilmektir.'
James Prescott Joule
...eşine yazdığı bir mektupta şu şekilde Allah'a dua etmiştir: 'Yeryüzündeki herşeyi kullanımımız altına alabilmek için bizlere Senin eserlerinin üzerinde çalışmayı öğret ve Sana hizmet etmek için aklımızı güçlendir.'
James Clerk Maxwell
'Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: İman et. İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır.'
Max Planck
johannes kepler
14.05.2004 - 17:54Modern astronominin kurucusu olan Kepler 1571 yılında Almanya'da doğmuştur. Yaşamı boyunca çeşitli dallarda eğitim gördükten sonra astrolojinin, doğruluğu henüz kesinleşmemiş olan diğer bilimlerden çok daha önemli bir bilim olduğuna karar vermiştir. Daha sonraki tüm çabaları, astrolojinin değerini ve önemini yüceltmek amaçlı olmuştur.
Kepler
Astronomi biliminin gerçek anlamda kurucusu olan Kepler, gezegenlerin hareketlerini, güneş sisteminin uzaklığını hesaplamış ve yıldız hareketlerinin haritasını çıkarmıştır. Dolayısıyla ilk astronomik takvimi yayınlamıştır. Eseri Mysterium cosmographicum, Ptolema ve Kopernik'in iddialarının karşılaştırmasını yapan son derece önemli bir eserdir.
Kepler de, bilimin insanları Allah'a yaklaştıracak bir vesile olduğunu düşünmüştür. Astronomi ile ilgili araştırmaları sonucunda Allah'ın varlığının farkına varmış ve bu gerçeği şu şekilde dile getirmiştir: 'Uzun zamandır rahatsızdım. Ama şimdi, astronomi konusundaki araştırmalarım yoluyla Allah'ın varlığının farkına vardım.' (Dan Graves, Scientists of Faith, Kregel Publications, 1996, s.. 49)
Kepler, neden bilim ile uğraştığı kendisine sorulduğunda ise 'Yaratıcının eserlerindeki lezzeti tatmak için' diyerek cevap vermiştir. İnsanları, 'Yaratıcıyı anlamak için sahip oldukları bütün duyularını kullanmaya' çağırmış ve bilimsel eserlerinde bu önemli noktayı sürekli dile getirmiştir.
http://www.harunyahya.org/Makaleler/bilimadamlari2.html.
günah
13.05.2004 - 17:39Kitabımızda da belirtiği gibi bazı haram olanlar insana güzel gözükür bazı helal olanlarsa çirkin... ama bu her günahın tatlı ya da güzel olduğu anlamına gelmez.
Eğer günah bu kadar tatlıysa, gidin insan eti ya da dışkı yiyin ne bileyim eğer günah tatlıdır diye genelleme yapıyorsanız ayrım yapmayın...
molla lütfi
13.05.2004 - 17:32Molla Lütfi
Fatih’in ölümünden sonra da müsbet bilimlere gösterilen ilginin devam ettiği görülmektedir. Bu sırada da Sinan Paşa ve öğrencisi olan Tokatlı Molla Lütfi’nin matematik ve astronomi üzerine çalışmaya devam ettikleri anlaşılmaktadır. Gerçekten bu sırada Molla Lutfi, yüz kadar bilim dalının ad ve konularını gösteren El-Metalibu’l-İlahiye fi Mevzuati’l-Ulum adlı eserini yazmıştır. Ali Kuşçu’dan matemakitk dersleri almış olan Molla Lütfi’nin önemli sayılabilecek bir eseri deTaz’ifu’l-mezbah (Sunağın İki Katına Çıkarılması) adını taşımaktadır. Lutfi’nin bu eseri yazarken İzmirli Theon’un Delas adasında yapılan sunağın iki katına çıkarılmasına dair, Eflatun’dan öğrenmiş gibi yazdığı ünlü eserden ilham aldığı sanılmaktadır. Bilindiği üzere bu konu, bilim tarihinde Delos Problemi adıyla anılır. Sunağın iki katına çıkarılması meselesi de tanrının daha büyük bir sunağa ihitiyacı meselesi olmayıp,Yunanlıların matematiği ihmal ettiklerine bir işarettir. Theon,bu meselenin orta orantılı usulüyle çözümlenebileceğini anlatmıştır. Molla Lütfi de,adı geçen eserinde,önce çizgi ve karelerin kendileriyle çarpımı üzerinde durmuş,sonra küpün ikileştirilmesinin,yanına yeni bir küp eklemek olmadığını aksine bunu sekiz defa büyütmek olduğunu açıklamıştır.Lutfi,bu vesile ile ünlü Kadızade’nin Eşkalu’t-Tessi adlı eserine yazılan Ebu’l-Fetih hasiyesinden başlayarak, birçok eserde sözü edilen “geometnri bilmeyen kadının yargıda yanlışlık yaptığı yolundaki düşünceyi de tekrarlamıştır. Bilindiği üzere bu düşünce,daha sonraları, başka eserlerde de tekrar edilecektir..Kaynaklar, Lütfi’nin keskin zekalı, keskin dilli, bilimin bir çok dalında bilginlik derecesine ulaşmış,söz söylemekte ve hazır cevaplılıkta üstün yetenekli,geleneksel bilimlerin yanında akılcı bilimlere de ayrı bir önem veren, bilgisinden ötürü de halka arasında Deli Lütfi diye de ün kazanmış olan bu bilginin, aynı zamanda keskin hekim olduğu anlaşılmaktadır. Anımsanacağı gibi, hocası Sinan Paşa, Fatih zamanında 1470 yılında vezirliğe yükseltilmiş,o yıl,Sahn-ı Seman’da ve Şeyh Vefa zaviyesinde müderrislik yapan Lütfi de hocası sayesinde Fatih’in saray kütüphanecisi (Hafız-ı kütüp) olmuştu. Daha sonra hocası gözden düştü, Müdderris olarak Sivrihisar’a sürüldü,öğrencisi Lütfi de kendisiyle birlikte gelmişti.
yazının devamı:
http://www.atominsan.com/molla_lutfi.htm.
ishak ibn murad
13.05.2004 - 17:27İshak ibn Murad'ın hayatı hakkında fazla bilgimiz bulunmamaktadır. Geredelidir ve Müntehâb-ı Şifâ adlı Türkçe bir eser kaleme almıştır.
Giriş'te eserini herkesin okuyabilmesi için Türkçe yazdığını ve bilinen bütün drogları bir araya getirmeye gayret ettiği belirtir.
Bu eser daha çok erken tarihli olması ve Türkçe kaleme alınması açısından önem taşımaktadır. İshak ibn Murad eserini hazırlarken, kendisinden önce yaşamış olan belli başlı tıp otoritelerinden yararlanmış ve eserinde Hippokrates, Dioscorides ve İbn Sina'nın adlarını anmıştır.
mustafa ibn ali
13.05.2004 - 17:23Osmanlı'da bilim yoktu diyen bir daha tarihe göz atsın, biliyorlar mı bakalım Sinan Paşa, Molla Lütfi, Ahmed-i Dâî, Takîyüddîn, Seydî Ali Reis, Emîr Mehmed Efendi, Ishak ibn Murad, Hacı Paşa, İbn Şerif, Şerefeddin Sabuncuoğlu, Hekim Nidai ve daha nicelerini?
***
ve bir de Mustafa ibn Ali vardı 1574 yılında öldüğü tahmin edilen, Mustafa ibn Ali'nin hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Bir süre Sultan Selim Camii'nde muvakkitlik yapmış ve mîkât ilminin yanısıra coğrafyayla da ilgilenmiştir.
Tuhfetü'z-Zamân ve Harîdetü'l-Evân (Zamanın Armağanı ve Çağın İncisi) adlı eseri, gök kürelerinin ve yıldızların niteliklerini bildirdikten sonra, denizleri dağları, nehirleri, su kaynaklarını ve şehirleri tanıtır.
Mustafa ibn Ali'nin Kânûnî'ye sunmuş olduğu 'İlâmü'l-İbâd fî 'Alâmi'l-Bilâd(Şehirlerin Uzaklıkları) adlı coğrafya yapıtı da değerlidir. Burada Çin ve Fas arasındaki yüz önemli kentin İstanbul'a olan uzaklıkları, enlem ve boylamları ve kıble doğrultuları verilmiştir.
Mustafa ibn Ali, yapıtlarında basit bir Türkçe kullanmış ve özellikle muvakkitlerin gereksinim duydukları bilgileri derlemiştir.
http://www.bilimtarihi.gen.tr/kimkimdir/mustafa_ibn_ali.html.
saydî ali reis
13.05.2004 - 17:04İşte size gerçek bir macera:
Seydi Ali Reis (? -1562)
Büyük bir Türk amirali, coğrafya ve matematik bilginidir. İstanbul, Galata'da doğdu. İstanbul'un fethinden sonra Sinop'tan gelerek buraya yerleşen denizci ailenin oğludur. Dedesi ve babası tersane kethüdasıydı. O da küçük yaşta tersane hizmetine girdi. Barbaros Hayreddin Paşa'nın yanında yetişti. Seydi Ali Reis, tersane kethüdası olduğundan bir deniz harekatında bağımsız olarak kumandanlık yapmadı. Rodos'un fethine (1522) ve daha sonra Akdeniz'de cereyan eden bütün deniz savaşlarına Barbaros'un yanında katıldı ve batı Akdeniz bölgesini çok iyi öğrendi. Preveze deniz savaşında (1538) Osmanlı donanmasının sol tarafına komuta ederek büyük yararlıklar gösterdi ve bu savaştan sonra adı daha çok duyulmaya başlandı. Trablusgarp'ın fethiyle biten harekatta kaptan-ı derya Sinan Paşa ve Turgut Reis emrinde çalıştı (1551) .
Kanuni Sultan Süleyman tarafından, Portekiz donanmasıyla girdiği deniz savaşını kaybeden Murat Reis'in yerine Hint kaptanlığına atandı ve Basra'daki donanmayı Süveyş'e getirmekle görevlendirildi. 15 gemiyi derhal tamir ettirerek uygun deniz mevsimi için beş ay bekledi ve donanması ile Basra'dan ayrıldı (1554) . Basra'dan aldığı 15 kadırga ile Süveyş'e doğu yol alırken Horfakan şehri açılarında 25 parçalık Portekiz donanmasıyla karşılaştı. Yapılan çarpışmada Portekizliler bir gemi kaybedip geri çekilince yoluna devam etti.
Maskat yakınlarında 34 parçalık bir Portekiz donanmasının saldırısına uğradı. Güney Arabistan sahillerinde dağların denize dik inmesinden faydalanarak, gemilerini Portekiz donanmasıyla kıyı arasına soktu, savaş başladığı zaman dağların kestiği rüzgar sebebiyle Portekiz donanmasının yelkenli gemileri hareketsiz kaldı, kürekli gemileriyle hızlı hareket ederek düşmanın sayı üstünlüğünü yok etmeye çalıştı. Yapılan savaşta Portekizlilerin altı gemisi batırıldı, Osmanlı donanmasının da beş gemisi battı, biri de yandı (1554) .
Umman sahilindeki Zufar limanı geçilerek Şihr şehri hizasına gelinince, günbatısı yönünden fil tufanı denilen bir fırtına çıktı. Çıkan fırtına yüzünden Seydi Ali Reis kalan dokuz kadırgalık donanmasıyla birlikte kıyıdan uzaklaşmak zorunda kaldı. Fırtınaya kapılan, günlerce denizde çalkalanan gemiler doğuya doğru sürüklenerek Hindistan kıyılarına,Gücerat sultanlığının Demen kalesi önüne gelebildi, burada üç gemi karaya vurdu; geri kalan gemilerdeki top ve levazımı bırakarak Seydi Ali Reis elindeki altı gemiyle Surat limanına girdi; çünkü Portekiz donanması onu yakalamak için dolaşıyordu
Seydi Ali Reis buradan Gucerat'ın başkenti Ahmedabad'a gitti. Harap gemilerle Süveyş'e ulaşmak imkansız olduğundan, kalan gemiler satılıp karadan İstanbul'a dönülmesine karar verildi. Seydi Ali Reis Gucerat sultanı Ahmet Han tarafından iyi karşılandı. Daha sonra adamlarından bir kısmı Gucerat Sultalığı'nın emrine girdi. Seydi Ali Reis, Ahmedabad'tan Sind memleketinin başkenti Multan'a, oradan Lahor'a, bu şehirden de Delhi'ye gelerek Timuroğullarından Hümayun Şah'ın huzuruna çıktı(1555) .
Hümayun şahın ölmesi üzerine Afganistan - İran yoluyla Anadolu'ya hareket etti (1556) . Bundan sonra Kabil, Semerkant, Buhara, Meşhet şehirlerinde hükümdarları gördü.
Buhara civarında Özbeklerin saldırısına uğradı ve yaralandı. İran da Meşhet valisi tarafında tutuklandı, daha sonra serbest bırakılarak Şah I.Tahmasp'a gönderildi. Bir süre göz hapsinde kaldıktan sonra Anadolu'ya geçmesine izin verildi ve Şah'ın Kanuni'ye yazdığı bir mektubu da alarak Kazvin'den ayrıldı (1557) . Aynı yıl Bağdat'a ulaştı. böylece Basra'dan çıkışından 3 yıl 7 ay sonra tekrar Osmanlı ülkesine dönüyordu.
Seydi Ali Reis 1557 mayıs ayı başlarında İstanbul'a vardı ve Edirne'de bulunan hükümdarın yanına gitti. Süveyş donanmasının uğradığı kayıptan dolayı padişahtan af diledi. Dolaştığı yerlerde görüştüğü hükümdarların verdiği 18 nameyi sundu; Ali Reis mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar kabul edilerek suçlu görülmedi, önce Müteferrika yapıldı, sonra Diyarbakır tımar defterine tayin edildi.
Denizcilikteki ününün yanı sıra denizcilik, coğrafya, astronomi gibi konularda da yetki sahibi Dolaştığı yerlerde görüştüğü hükümdarların verdiği 18 nameyi sundu; Ali Reis mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar kabul edilerek suçlu görülmedi, önce Müteferrika yapıldı, sonra Diyarbakır tımar defterine tayin edildi. Bir süre şehzade Selim'in hizmetinde çalıştı; Galata Hassa gemi reislerinden biri oldu (1560) . Son görevi bilinmemektedir. 1562 yılında İstanbul'da öldü.
Bir bilim adamı olan Seydi Ali Reis'in bu konularda bıraktığı eserler şunlardır:
# Mirat-ı Kainat (Kainatın Aynası)
# Hulasat el-Heyyet (Kısa astronomi)
# Kitap el-Muhit fi İlm el-Eflak ve'l-Buhur (Felekler ve Denizler biliminde okyanus kitabı)
# Mir'at el-Memalik (Ülkelerin Aynası)
Son iki eser batı dillerine de çevrilmiştir Başından geçen olayları anlatan Mirat-ül-Memalikin (Memlaketlerin Aynası) 1557 adlı seyahatnamesi donanmasının akıbetini ve emrindeki adamların hesabını veren bir müdafaname gibi düşünülebilir. Gucerat devletinin başkenti Ahmedabad'ta yazdığı Muhit (1554) basılmamıştır. Ali Kuşçu'nun matematiğe ait kitabını Hülasat-ül-Heyyet adıyla Türkçe'ye çevirdi (Halep 1549) . Beş makale ve 120 fasıl hjalindeki Mirat-ül-Kainat (Kainatın Aynası) astronomi ilmine aittir. Katibi mahlasını kullanan Seydi Ali Reis'in şiirleri de bulunmaktadır.
http://www.bodrum-bodrum.com/vorteks/denizciler/seydialireis.htm.
televole
13.05.2004 - 12:35TELE VOLE KÜLTÜRÜ
Gazeteler; TGRT'den yüklü maaş, lüks cip ve araba alan ünlü artistlerin dudak uçuklatan anlaşmalarını yayınlıyor. Bir şarkıcıya toptan 3 milyon dolar, ötekine ayda seksen milyar maaş, berikine 700 bin Dolar...Bu arada hediye edilen yüzbin dolarlık cipler, trilyonluk villalar da caba. Peki bu durum sadece TGRT'de mi böyle? Hayır! Son yıllarda medya ve eğlence sektöründe, Amerika'ya parmak ısırtacak rakamlar telaffuz edilmeye başlandı. Milyonlarca dolarlik transferler, yüz-yüzelli bin dolar aylık maaşlar herkesin çenesini yoruyor. Kendisini dinleyenlere göbek attırma hünerine sahip şarkıcılar, milyonlarca dolarlık servetin sahibi oluyor.
Görgüsüz 'sosyete' düğünlerinde şarkı-türkü söyleyenler bir gecede iki 'ekstra' çıkarıp 100 bin doları cebe koyuyor, ertesi gün programları için sete, bir sonraki gün de dizilerine koşuyorlar. Peki bu adamlar ve kadınlar, topluma hangi katkıda bulunuyorlar da bu servetlere kavuşuyorlar dersiniz? Bu paraları kim ödüyor ve daha önemlisi neden ödüyor?
***
Bu soruların cevabı basit: Bir takım hanende sazende takımı, bizden enayilik vergisi alıyorlar. Onlara bu büyük serveti kazandıran şey; bizim toplumsal enayiliğimiz. Değerler sistemi aşırı derecede bozulmuş, ayakların baş, başların ayak, olduğu bir toplumda yaşanan çarpıklığın, her el çırpan kişinin arkasından ağzı açık ayran budalası gibi koşmamızın sonucu bütün bunlar.
Kendileri gibi erkek olan arabesk şarkıcısının çıplak ayaklarına dokunabilmek için birbirini ezen kalabalığın psikopatolojik yansımaları.
Her taraflarından löpür löpür et ve yağ fışkıran terli eşcinsel şarkıcılara hayranlıkla bağlı olan ve onların söylediği şarkının ritmine uyarak kalça tokuşturan aslan parçası erkeklerimizin eğlence dünyası.
Adamlar ve kadınlar, böyle bir toplumdan enayilik vergisi tahsil etmesin de ne yapsın!
***
Siz siz olun; sakin Nazım Hikmet'e sahip çıkmayın, Sabahattin Ali'yi kim öldürdü diye sormayın, Melih Cevdet Anday ne yapıyor diye merak etmeyin, Fazıl Hüsnü Dağlarca nasıl geçiniyor diye aklınıza takmayın, Avni Arbas'ı ziyarete gitmeyin, Cemil Meriç'in kıtaplarına el sürmeyin. Doğdukları ev müze yapılacak, adlarına enstitüler kurulacak, üniversite doktoraları hazırlanacak değerlerinizi bir an önce tepelemeye bakın. Çünkü kültür, şiir, resim, nitelikli müzik, düşünce gibi kavramlar bu millete zararlıdır. Allah korusun, onun aklını falan bozar! Bu insanların çıktığı televizyon kanallarını hemen 'zap'layıp, kalça-göbek lumpen eğlence dünyasına zıplayın. Ve paşa paşa enayilik verginizi ödeyin. Sonra sokaklara çıkıp 'Bütün dünya şaşırma, sabrımızı taşırma! ' diye bağırın. Bizler gibi bir avuç insana da 'damarlarımızda mevcut olan asil kanı' arayarak ömür tüketmek düşsün.
** Zülfü Livaneli **
eğitim
21.04.2004 - 19:09Türkiye'deki eğitim sistemini anlatan güzel bir benzetme:
Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelip okul açmaya karar verdiler.
Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılan balığı yönetim kurulunu oluşturdu. Tavşan, müfredatta koşmanın bulunmasını istemekteydi. Kuş, uçmanın dahil olmasını, balık yüzmenin dahil olmasını ve sincap, ağaca tırmanmanın mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerektiğini söylemekteydi. Bütün bunları bir araya getirip, bir müfredat programı yaptılar ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istediler.
Tavşan koşu dersinden A alıyor olmasına rağmen, ağaca tırmanmak onun için çok ciddi bir sorunda. Sürekli kafa üstü düşüyordu. Bir süre sonra beyni hasar gördü ve eskisi gibi koşamadı. Artık koşuda A almak yerine, C alıyordu. Ve tabii, ağaç tırmanmada ise her zaman zayıf alıyordu. Kuş, uçmada çok başarılıydı, ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değildi. Sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyordu. Bir süre sonra toprak kazma notu hala F olmasına rağmen, uçma notu C’ ye düşmüştü. O’ da ağaca tırmanmada çok zorlanıyordu. Sonuçta sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekalı yılan balığı oldu. Ancak eğitimciler çok mutluydu, çünkü herkes bütün dersleri görüyordu. Ve buna “geniş tabanlı eğitim sistemi” dediler.
OSHO’nun ''Sezgi”' kitabından alıntıdır.
kadın ve nankörlük
21.04.2004 - 18:28... Bir insanın her işi ve her huyu hoşumuza gitmeyebilir. Fakat iyi niyetli ve ülfet edilir insan, kendi hanımında hoşuna gidecek nice meziyetler bulabilir.
Onlarla kendisini memnûn ve mes’ûd edebilir. BUNUN İÇİN AYIP ARAMAYA DEĞIL, MEZIYET ARAMAYA BAKMALIDIR. Zîrâ mârifet iltifâta tâbîdir. İltifatsız mârifet zâyîdir.
''Cennet annelerin ayağı altındadır. '' diyen dinimiz kadına hak etmiş olduğu değeri vermiştir. İslamiyet’in ilk şehidi bir kadındır. İlk Müslüman bir kadındır. Peygambe-rimizin soyu kızından devam eder. Hz. Ebubekir’in kitap haline getirdiği dünyadaki tek Kur’an-ı Kerim Hz.Ebubekir, Ömer, Osman dönemlerinde onlarca yıl bir kadının yanında kalmıştır.
www.islamustundur.com/konular/islamvekadin.htm
kadın ve nankörlük
21.04.2004 - 18:17''Kadınların haklarını yerine getirme husûsunda Allâh’dan korkunuz! Zîrâ siz onları Allâh’ın bir emâneti olarak aldınız.'' (1)
''Sizin en hayırlınız, ehline (eşine ve çocuklarına) en hayırlı olanınızdır. Ve ben de ehline karşı en hayırlı olanınızım.'' (2)
''Mü’minlerin îmân bakımından en olgunu ve en hayırlısı, hanımına karşı en hayırlı olanıdır.'' (3)
''EY İNSANLAR! KADINLAR HAKKINDA ALLÂH’DAN KORKUNUZ! Sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır. Kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır.'' (4)
'Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onları dövmeyin, onlara çirkin demeyin, FENA SÖZ SÖYLEMEYİN! ' (6)
'KADINLARINIZLA IYI GEÇİNİN; EĞER ONLARDAN HOŞLANMADI İSENİZ BILE! .. Olabilir ki bir şey, sizin hoşunuza gitmez de, Allâh onda bir çok hayır takdîr etmiş bulunur.' (7)
'KADINLAR HAKKINDA BİRBİRİNİZE HAYIR TAVSİYE EDİNİZ! ' (8)
1. el-Aclûnî, a.g.e., c. I, 36.
2. Münâvî, a.g.e., c. III, s. 495.
3. Riyâzu’s-Sâlihîn, c. II, s. 148.
4. Veda Hutbesi
6. Müslim, c. IV, s. 385.
7. Nisâ Suresi 19
8. Buhârî, c. VI, s. 145.
ve daha dolu örnek var....
Toplam 2591 mesaj bulundu