Umut (hikaye) Şiiri - Seyit Burhaneddin ...

Seyit Burhaneddin Kekeç
1570

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Umut (hikaye)

Umut

Umut babasını daha küçük yaşlarda kaybetmişti. Babası bir devlet kuruluşunda çalışırken amansız bir hastalığa yakalanmış karısını ve iki çocuğunu yetim bırakıp ahirete göç etmişti. Annesi Halime hanıma ancak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri kadar bir dul yetim maaşı bağlanmıştı.

Zor yıllardı, benzin ancak karneyle alınabiliyordu. Yağ, sigara ve bazı hububat ürünleri kara borsaya düşmüştü. Bir margarin yağ alabilmek için saatlerce sıra beklemek zorunda kalıyorlardı. Bazen saatlerce sıra bekledikten sonra sıra daha kendilerine gelmeden almak için sıraya girdikleri ürün tükeniyor ve eli boş dönmek zorunda kalıyorlardı.

Bu zor dönemde karaborsacılıktan köşeyi dönen çok olmuştu. Parası olan gayet kolay para kazanabiliyordu. Ülkede enflasyon almış başını gitmişti. İşte bu zor dönemlerde yetişmişti Umut. Her bayramda annesi camın kenarına oturur genç yaşta dul kalışına ağıtlar yakardı. Bu yüzden Umut hiç bayram gelmesin isterdi.

Her akşam evlerine mutlaka misafir gelirdi. Evde erkek olmadığı için kadınlar rahatça Halime Hanıma misafirliğe gelirler gece geç saatlere kadar dedikodu yaparlardı. Bu yüzden Halime Hanım çocuklarıyla pek ilgilenemezdi. Zaten zar zor okuma yazma öğrenmişti. Gündüzleri kimin yardıma ihtiyacı varsa koşardı. Bazen gündelikçiliğe temizliğe giderdi. Ne verirlerse teşekkür eder alırdı. O paraya saatlerce şükrederdi.

Yazları iyiydi ama kışları gerçekten başlı başına bir sorundu. Kış gelmeden herkes odununu kömürünü hazırlamak zorundaydı. Çünkü yaz aylarına odunda kömür de kuru oluyordu. Eğer sonbahar ya da kış ayında kömür alınmaya kalkılırsa hem odun hem de kömür yağan yağmurdan ıslanmış olduğu için daha ağır çekiyor yaz ayında alınan odun kömüre oranla daha az yakacak evlere girmiş oluyordu. Bu yüzden herkes yaz ayında odununu kömürünü almaya gayret ederdi. Umut okul tatilinde mahallede kimin odun kömürü gelmişse taşır eline ne verirlerse az çok bakmaz cebine koyardı. Mahalleli bazen para yerine bir torba kömür ya da odun da verirlerdi.

Umut ve annesi için en bereketli ay Ramazan ayıydı. Mahallenin zenginleri fakir fukaraya yakacak giyecek yiyecek yardımı yaparken Halime Hanımı da unutmazdı. Ama bu ay Umut için çok sıkıcı geçerdi.

Bazen tanıdığı biri ya da hiç tanımadığı hatta bazen bir akrabası yanına çağırır Umut’a, “Bak ben şimdi sana fitremi ve zekâtımı vereceğim. Ben sana üç defa aldın kabul ettin mi diye soracağım sende aldım kabul ettim diyeceksin tamamı” diye sorar fitre ve zekâtlarını verirlerdi. Umut küçükken bu durumu anlamadığı için bu adamlar bana neden para veriyorlar ve neden böyle soruyorlar diye içinden geçirir ama kimseye soramazdı.

Yıllar geçip büyümeye başladıkça dini bilgileri de öğrendikçe bu durum ona zül gelmeye başlamıştı. Bu nedenle birisi onu çağıracak olsa duymazdan gelip kaçmak istiyor ama ısrarlı seslenmeler ve araya başkalarının da girmesiyle Umut’a ulaşılıyordu.

Umut artık kimsenin fitre ve zekâtına ihtiyacı olmadığını söyleyerek çekip gitmek istiyor ama zorla da olsa cebine bir şeyler koyuluyordu. Bu durum Umut’un gururunu onurunu kırıyor kendisinin diğer insanlara karşı aşağılanmışlık duygusuna kapılmasına neden oluyordu.

En çok ağrına gidene ise annesinin maddi durumları iyi olan bazı akrabalarının da aynı şeyleri Umut’un yaşıtı çocuklarının yanında yapmaları idi. Bu durum Umut’u içten içe insanlara karşı kinlendiriyordu.

Din böyle bir şey olmamalıydı. İnsanların onurlarıyla açıkça oynanmamalı guruları kırılmamalıydı. Dinin yardımlaşma dayanışma olan fitre zekât bölümü insanların vicdanlarını rahatlatmak için rezilce kullanılmamalıydı. Umut, kendisini aklı yetmezken insanlara karşı borçlu hissederken büyüdükçe kalbi her geçen gün daha çok kinle doluyordu.

Akrabaları tarafından Ramazanda hatırlanan Halime Hanım on bir ay unutulurdu. Umut büyüdükçe bir daha kimseden para almamak kendi harçlığını kendisi kazanmak için önce yaz aylarında su sattı. Akşamları buzdolabının derin dondurucu bölümüne tas tas suları koyar ertesi günü öğleyin o tasın içinde oluşan buzları derin bakraçlara koyar sonra bakraçları suyla doldurur insanların yoğun halde bulundukları çarşıda pazarda terminallerde satardı.

Yaz aylarını bu yüzden seviyordu. Cebi parasız kalmıyordu. Kış aylarında ise bir fırıncıdan aldığı simitleri satmaya çalışırdı ama simitte hep zarar ederdi. Çünkü kış aylarında Simit’in üstünü örtmesi gerekiyordu. Oysa Umut daha kendi sırtını örtememişti ki Simit’in üstünü örtsündü. Bu nedenle simitler hemen ıslanır ve hemen bayatlarlardı. O yüzden kimse de onun bayat simitlerini almaya yanaşmazdı. Fırıncıyla yaptığı anlaşmaya göre satılmayan simit geri alınmazdı. Bu yüzden Umut simit işinde iflas etti.

Arkadaşlarıyla oynanan oyunlara katılmak ister ama nedenini hiç bilmediği bir şekilde dışlanırdı. Umut ömrü boyunca o günleri hiç unutmadı. Çocukluğunun en acı dersini küçük yaşlarda öğrenmişti. Çocuklar dünyanın en acımaz ve pişmanlık duymaz insanlarıydı. Sanki yetim olmak bir suçtu ve Umut bu suçu omuzlarında taşımakla cezalandırılmıştı.

İlkokulu bitirdiğinde gerek maddi yetersizlikten ve gerekse annesi onun hayatı bir an önce öğrenmesini istemesinden dolayı onu bir meslek öğrenmesi için sanayiye çırak olarak vermek istemişti.

Girdiği işyerlerinde ustaları devamlı küfürlü konuşuyordu. Bir hata yaptığı zaman hemen ya bir tokat ya da bir küfür geliyordu. Umut defalarca işten kaçmayı düşünüyor ama işten kaçarsa bir de annesinden dayak yiyeceğini çok iyi bilen Umut her gün biraz daha kinlenerek sabrediyordu.

Sanayide toz toprak içinde çalışmak zorunda kalan Umut cilt hastalığına yakalandığı için sıcaktan vücudu devamlı kaşınıyordu. Umut’u gören ustaları huylanıyor, “uyuz olmuş gibi ne kaşınıyorsun lan. Kaşınmayı kes yoksa dayağı yersin” diyorlardı. Elinde olmayan bir nedenden dolayı kaşınan Umut önce okkalı bir küfür ve ardından dayak yiyor bir süre sonra da işten kovuluyordu.

Annesi ise Umut’un bunu işten kaçmak için yaptığına inanıyordu. Bir kaç işyerinden daha kovulunca günlük hayatın stresiyle de iyice sinirli hale gelmiş olan Halime Hanım Umut’u feci bir şekilde dövdü. Öyle dövmüştü ki eline geçirdiği oklavayı Umut’un omuzunda kırmıştı. Siniri yatıştıktan sonra oğluna sıkıca sarılan Halime Hanım bu kez pişmanlık gözyaşları dökmeye başlıyordu.

Oğlunun sanayide çalışamayacağını anlamıştı. Bari İmam Hatip okuluna vereyim de hem geçmişlerimizin ruhuna okur hem de belki bir imam olur diye Umut’un karşı çıkmasına rağmen İmam Hatip okuluna yazdırdı.

Okullar açıldığında Umut heyecanlıydı. Hastalıkla zor geçen bir yaz mevsiminden sonra heyecanla okula başladı. Başlangıçta her şey iyi gidiyordu. Ama Umut çok yaramaz bir çocuktu. Evde sokakta yaşadığı aşağılanmışlık duygusu onu hırçınlaştırmıştı. Okulda her ders öncesi okul numarası yaramazlık yapanların başında kara tahtada yer alıyordu. Bazı öğretmenler onların bir çocuk olduklarını bildiklerinden daha hoş görülü yaklaşıyorlardı.

Ama askerden henüz yeni gelmiş Kur’an-ı Kerim öğretmeni hiç hoş görülü yaklaşmıyordu. Derste önce askerdeyken komutanlarının onları nasıl dövdüğünü anlatıyor sonra da yaramazlık yapanları tahtaya çıkartıyor aynı komutanlarının onu dövdüğü gibi o da öğrencileri sırayla dövüyordu.

Sıra Umut’a gelmişti. Öğretmeni Umut’a dahi bakmadan avucunun içi Umut’un yüzüne gelecek şekilde kolunu hiç eğmeden yere paralel olarak vurdu. Bu yumruk mu tokat mı olduğu belli olmayan dayak karşısında Umut gözlerinin önünün karardığını hissederken bu kez ani dayak karşısında sersemleyerek başını sınıfın duvara asılı olan kara tahtasına çarpıp yere düştü. “Bundan sonra yaramazlık yapmayacaksınız. Yaramazlık yapan herkes bu dayağı yer. Ayağınızı ona göre denk alın. Şimdi haydi yerlerinize”.

Umut yediği dayağın tesiriyle bütün ders boyunca sersem kaldığı için anlatılan dersten de bir şey anlamadı. Bu dayak her Kur’an derslerinde devam etti. Umut yediği dayağa rağmen yaramazlığa devam ediyordu. Aslında içinde biriktirdiği kini kusuyordu ama kimse onu anlamıyordu.

Yediği dayak sonucunda dersini anlamadığı için Kur’an –ı Kerim ödevlerinde de başarısız oluyor ve yine dayak yiyordu. Bir kaç kez annesine söylemek istedi ama her defasında annesi, “Etin onların kemiğin benim. Öğretmenin dövüyorsa sen rahat durmadığın içindir” deyip öğretmeninden yana tavır alıyordu. Umut daha 12 yaşında bir çocuğun yaşadığı çaresizlik içerisinde kıvranıyordu.

O yıl İmam hatip okullarında kolay karşılanmayacak bir durum oldu. Umut Arapça dersinden sınıf geçerken Kur’an-ı Kerim’den sınıfta kalıyordu. Kur’an-ı Kerim temel ders olduğu için sınıfta kalmış sayılıyordu. Umut İmam Hatip Okulunda eğitimine devam edemeyeceğini anlamıştı.

Umut on iki yaşında bir travma yaşıyordu ama kimse bunu görmüyor anlamıyordu. Umut kendisini çok yalnız hissetmeye başlamıştı. Her geçen gün daha çok içine kapanıyor daha çok hırçınlaşıyordu. Umut annesine normal bir ortaokula gitmek istediğini söyledi. Annesi, “gitmek istiyorsan işte İmam Hatip yoksa doğru sanayi diyerek” Umut’a rest çekiyordu. Hatta o sırada onlarda misafir bulunan bir komşu kadın, annesine de gaz vererek “senin bu oğlun okumaz anam. Okusun adam olsun ben başımı keserim” diye iddiaya birle giriyordu.

Umut çaresizdi, sokakta her gün kavga ediyor annesine devamlı şikâyet geliyordu. Annesi onu yine sanayide bir ustanın yanına çırak vermeyi denedi. Kaportacının yanında çalışmaya başlayan Umut bol bol zımpara yapmak zorunda kalıyor bu kez de tozlanmadan dolayı kaşınmaya başlıyor ve cilt hastalığı azıyordu.

Halime Hanım oğlunun çalışamayacağını bir kez daha anlamıştı. Çaresiz oğlunun okul kayıtını bir başka ortaokula yaptırmak zorundaydı. Mahallelerindeki ortaokulun kayıtları dolduğu için bir hayli uzakta olan bir başka okula kayıt yaptırmaya gittiler.

O okul müdürü de kayıtların dolduğunu söyleyince kendisini çaresiz hisseden Halime Hanım Umut’un yüzüne ani bir tokat patlattı. “Sana okul beğendiremedik. Bu okulunda kayıtları dolmuş, şimdi doğru sanayiye. Seni ancak sanayi paklar”. Umut başkalarının yanında annesinden yediği tokat karşısında yere oturmuş dizlerini karına doğru çekmiş sessiz ağlamak istese de hıçkırıklarını tutamıyordu.

Başkalarının yanında dayak yemek her gün kırılan onuruna bir çentik daha açmıştı. Umut’un durumunu gören okul müdürü acımıştı. “Dur hanım dur, ne yapıyorsun sen? Böyle çocuk dövülür mü?” deyince Halime Hanım da gözyaşlarını tutamayıp durumunu okul müdürüne anlattı. “Normalde okul kayıtlarımız doldu ama madem öyle oğlunu bir yere sıkıştırırız artık” deyip Umut’un kayıtını okula yaptı.

Umut, istediği bir okula yazılmanın da etkisiyle kendisini derslerine vermeye başlamıştı. Evle okul arası yaklaşık 4-5 kilometre olmasına rağmen hiç usanmadan sıkılmadan yaz kış demeden o yolu yürüyerek okuluna gidiyordu.

Ortaokulda kendisini spora vermişti. Arkadaşları arasında ufak tefek sıska bir çocuk olan Umut yeni okulunda yaptığı sporla gelişmeye başlamıştı. Önce beden dersinde yaptıkları koşulardaki hızıyla beden öğretmeninin dikkatini çekmişti. Ama Umut Basketbol oynamak istiyordu. Bir gün öğretmeni Umut’a, “Basketbol oynamak istiyorsan önce okul atletizm takımında koşacaksın. Eğer bunu yaparsan sana söz seni basketbol takımına alacağım”. Bu sözü alan Umut şehirdeki ortaokullar arası atletizm müsabakasına hazırlanmaya başladı.

Yarışmadan bir gün önce okul Müdürü atletizm takımını toplayıp, “Çocuklar evinize gidip dinlenin. Yarın ki yarışmaya hazır bir şekilde gelin. Yarın yarışma yerinde buluşmak üzere deyip” takımı evlerine gönderdi.

Umut eve gelmişti ama heyecandan evde duramıyordu. Umut biraz hava almak için dışarı çıktı. Biraz ilerde ana caddenin genişlediği bir yol ve yolun kenarında bir elektrik direği vardı. Bu direğin belirli bir yükseklikteki deliği pota kabul edilmiş ve çocuklar burada basketbol maçları yaparlardı. Arkadaşları orada basketbol oynuyordu. Umut da onlara katıldı.

Karşılaşma heyecanlı geçiyordu. Umut topu kapıp zıplayıp şut atacakken arkadaşları çil yavrusu gibi dağıldılar. Daha Umut ne olduğunu anlayamamışken bir kamyonun arka kasası hafiften Umut’un böğrüne çarptı. Umut yere düştüğü anda da parmaklarının ucundan kamyonun arka tekerleği geçti. Kamyon sürücüsü paniğe kapılıp durmadan hızla olay yerinden uzaklaştı.

Umut böğrünü tutuyordu ama parmaklarının da üzerinden teker geçmişti. Umut, “Allah’ım ne kadar şanssız insanım. Tam da zamanıydı sanki” diye inledi. Arkadaşları hemen etrafında toplanıp bir şeyi olup olmadığını sordular. Umut böğrünü tutarak ayağa kalktı. “Biraz ağrım var ama geçer birazdan” deyip böğrünü tutarken seke seke eve doğru yol aldı.

Eve varır varmaz dolaptaki soğuk su şişelerinden birini alıp böğrüne tutarken ayağını da banyoda soğuk suyun altına tuttu. Bir süre öyle kaldı. Böğründe biraz morarma oluşmuştu. Parmaklarında ise şişme vardı. Ertesi güne hazır olmak için kendisini sadece dinlenmeye verdi.

Ertesi günü yarışma yerine yürüyerek gittiği için kaslar ısınmış ağrısı biraz zayıflamıştı. Ama böğründe morluk vardı. Bunları kimse görmesin diye okulun verdiği atletizim formasını evde giyinip gelmişti. Arkadaşları takım formalarını giyinirken Umut sadece formasının üzerine giydiği elbiselerini çıkardı. Sonra bir otobüs geldi. Atletlerin hepsi otobüse binerek startın verileceği yere gittiler. Atletler yerlerini aldı ve koşu startı verildi. Umut heyecanla sanki yüz metre koşuyormuşçasına hızla çıktı. Bir süre sonra vücudundaki ağrıların da artmasıyla hızı düşmeye başladı. Ama Umut bir ritim tutturarak o ritmi korumaya gayret etti. Yarışı orta sıraların üzerinde tamamlamıştı. Kendisinden beklenilen performansı karşılayamamıştı ama yine de takım halinde şehir birinciliğini kazanmışlardı.

Daha sonra şehirlerini temsilen bir başka şehirde yapılan grup yarışmalarına katıldılar. Dramatik bir şekilde takım halinde ikinci oldular. Eğer takımdan biri yarışmayı bir atletin daha önünde yarışmayı tamamlamış olsaydı grup şampiyonu olacaklardı. Bu üzüntüyle şehirlerine geri döndüler.

Ama Umut okul basketbol takımının 12 numaralı formasını giymeyi hak etmişti. Kendisini tamamıyla basketbola vermişti. Okula erken gidiyor bol bol basketbol oynuyor, kendi kendine dripling yapıyor bazı basketbol hareketlerini çalışıyordu. Hiç kimsenin beklemediği bir şekilde kendisini geliştiriyordu. Boyu uzamaya vücudu ve kasları gelişmeye başlamıştı.

Okullar arası basketbol müsabakaları başladı. Umut, heyecanla müsabakalara hazırlanıyor, antrenmanlarda elinden geleni yapmaya gayret ediyordu. İlk maçına çıktığında bacaklarının titrediğini hissetti. Bir süre sonra yerini kazanma hırsına bırakmıştı. Okul takımı maçlarını birer birer kazanarak şampiyonluğa doğru ilerliyordu.

Yarı finalde karşılarına şampiyonluğun en güçlü adayı okul çıktı. Yarı final maçında karşılarındaki okul, özel bir Anadolu Koleji idi. Oyuncularının hepsi bir basketbol takımında oynuyordu. Dolayısıyla da hakemleri hepsi tanıyordu tabii hakemlerde onları. Maç çok çekişmeli geçti. Kritik zamanlarda hakemlerin taraflı kararlarıyla maçı kaybettiler.

Şampiyonluk hayalleri suya düşmüştü. Umut o yıl sınıfı doğrudan geçen öğrenciler arasındaydı. Derslerinde vasat bir not ortalaması tutturmuştu. Yaz geldiğinde yine su satarak konu komşunun odun kömürlerini taşıyarak cep harçlığını çıkardı. Ramazan ayı geldiğinde kimse Umut’u görmedi. Umut, ya evde kalıyor dışarı çıkmıyor bol bol kitap okuyordu. Ya da başka semtlere gidip oradaki parkta yanında götürdüğü kitabını çimenlere uzanarak okuyordu. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihi roman serisinin tamamını okumayı başarmıştı.

Bir gün mahalleden hızla uzaklaşmak isterken bir ihtiyar kadın onu yanına çağırdı. Yardıma ihtiyacı vardır diye yaşlı kadının yanına vardı. “Buyur teyze, senin için ne yapabilirim” dedi. Bu sırada yaşlı kadının yanına bir kaç çocuk daha geldi. Yaşlı kadın, “yavrum sen Halime’nin oğlu değil misin?” diye sordu.

-Evet, oyum teyze. Bir şey mi var? Yoksa anneme bir diyeceğin mi var?

-Yok yavrum yok. Anana diyecek bir şeyim yok. Allah yardımcısı olsun. Böyle bir zamanda iki yavrusuna dul başına bakmaya çalışıyor. Ben sana şey diyecektim.

-Buyur teyze, yapabileceğim bir şey varsa çekinme söyle yardım edeyim.

-Yavrum biliyorsun Ramazan ayındayız. Ben sana fitre zekâtımı vermek istiyorum. Ben sana üç defa fitre zekâtımı verdim kabul ettin mi diye soracağım sen de kabul ettim de. Al şu parayı da.

Deyip parayı Umut’un avucuna sıkıştırmak istedi. Umut mahcubiyetten utanıp yüzü kıpkırmızı oldu. Çocukluk çağından ergenliğe adım atıyor olmanın da psikolojisi içinde kadının verdiği parayı tekrar kadının eline koyup, “gerek yok teyze, başkasına verirsin deyip” kaçar adım kadının yanından uzaklaştı.

Kadın Umut’un bu hareketine bir anlam veremedi. Sadece arkasından, “Yetimin kucağına sıcak kavurga koymuşlar vay pipim yandı diye yere dökmüş. Bunun ki de o hesap” diye söylenerek evine dönerken yanındaki çocuklar kahkahalarla onun bu sözlerine gülüyorlardı.

Umut bir kez daha aşağılanmışlık duygusunun ezikliği içerisinde bir süre koştu. Koşu esnasında hep, “Neden Allah’ım neden hep beni buluyor böyleleri. Yetim olmak benim mi suçum sanki” diye söylenirken gözyaşlarını içine akıta akıta yoluna devam etti.

Ramazan bitmiş bayram gelmişti. Annesi onu erken saate kaldırır. “Haydi oğlum, bayram namazına camiye git. Evimizin erkeği sensin artık”.

Umut aslında bayram namazlarını sever. Çünkü bayram namazlarında ayrı bir huzur bulur. Hele hoca hutbeye çıkıp salavatı şeriflere başlayıp da cemaat de ona eşlik ederken Umut da şevkle katılır. Hatta öyle ki camiden evlerine dönerken dahi yolda salavatı şerifleri okuyarak döner.

Ama her bayram olduğu gibi bu bayramda da annesi yine camın önüne oturmuş dilinde bir ağıt kara yazgısına isyan etmektedir. Umut her zaman yaptığı gibi gidip annesine sarılmadan köşedeki yatak odasına geçip önce yorganı başının üstüne sonra da sesini bastırsın diye yastığı kafasının üstüne çekti sonra o da gözyaşlarını ve hıçkırıklarını salıverdi. Öylece de uyuyakaldı.

Annesinin sesiyle uyanır Umut. Annesi onu çağırmaktadır. “Haydi kuzum, bir gelen giden olmadan gel de yemeğimizi yiyelim” der.

Anadolu’da bayram yemeği aslında her evde aynıdır. Pirinç pilavı ve bol soğanla yapılan nohut yahnisi yemeğidir. Evlerde pişen yahnideki fark ailenin gelir durumuna göredir. Kimisi bol etli kimisi etsiz.

Bayramda çocuklar hep aynıdır. Sevinçleri neşeleri mutlulukları aynıdır. Çünkü hepsine yeni bayramlık elbise ve ayakkabı alınmıştır. Birbirlerine nazire yaparlar. “Benimkisi daha güzel hem de daha pahalı. Benim elbisemi babam filanca mağazadan aldı” gibi iddialaşmalar olur. Umut bu tür çekişmelerden hep uzak durur. Çünkü onun bayramlığı genelde olmaz. Umut’un bayramlığı genelde annesinin bayramda temiz görünsün diye yıkayıp ütülediği gündelik elbisesidir.

Çocuklar apartmanın önünde toplanıp önce apartmanda oturanların bayramlarını kutlarlar sonra da tanıdıklarla bayramlaşmaya gideler. Ama Umut artık bu bayramlaşma faslından da sıkılmıştır. Arkadaşları bayramlaşmaya giderlerken onlara seslenir. “Bebeler gibi hala mı şeker toplamaya çıkacaksınız aslanım. Siz ne zaman büyüyeceksiniz” der.

Öğleden sonra arkadaşları apartmanın önünde toplanmaya başlarlar. Hepsinin cebinde şeker çikolata ve bol bol da bayram harçlıkları vardır. Çocuklar bayram sevinci içerisinde bu harçlıklarıyla çeşitli oyuncaklar bazen de yiyecekler ve gazoz alırlar. Umut genelde seyircidir. Çünkü annesi zar zor oğlunun cebine ne koymuşsa bayram harçlığı o kadardır. Ve genelde bir gazoz dahi alamayacak kadar azdır.

Arkadaşları mahalle bakkalına giderken o apartmanın önünde bekler. Onun yaz kış bayram seyran dinlemediği tek şey vardır o da top. Oynayacak kimse olmasa dahi bazen ayağında top sektirir bazen direğin deliğini çember sayıp basketbol oynar. Yine sıkıntıdan top sektirip oynarken topa birden kontrolü dışına çıkar ve topa istek dışı sert bir şekilde vurur. Kontrolsüz bir şuta dönüşen top gider bir arkadaşının elindeki gazoz şişesine çarpar. Şişe yere düşer ve şişe kırılır. Elindeki gazozu yere düşen çocuk buna sinirlenir. “Napıyosun aslanım dikkat etsene. Bak senin yüzünden gazozum düştü şişesi de kırıldı. Bakkal amca benden şişenin parasını da ister. Hem gazozun hem de şişenin parasını sen ödeyeceksin. Yoksa gider anneme söylerim” der.

Umut hırçınlaşır, zaten yok denecek kadar bir bayram harçlığı vardır. Ona da gazoz almaya kalksa şişesini ödemeye yetmez. Kırılan şişeyi ödemeye kalksa gazoz alamaz. Çaresizlikten itiraz eder. “isteyerek mi yaptım aslanım. Hem sen de bakkalın orada içseydin. Ne diye gösteriş yapar gibi buraya kadar getiriyon ki. Ben ödemem git kime şikâyet edersen et” der.

Umut ödemeye yanaşmayınca çocuk da hırçınlaşır. Alırdın almazdın derken bunlar birbirleriyle kavgaya tutuşurlar. Gazozu kırılan çocuk sinirle bir de küfreder. Edilen küfür kırılma noktası olmuştur. Umut dayanmaz hemen bir yumruk atarak kavga etmeye başlar. İkisi de yerde toz toprak içerisinde kalmıştır. Elbiselerinde yırtıklar oluşmuştur. Bu yırtıkları gören çocuk biraz da annesinden dayak yiyeceğini düşünerek ağlayarak evlerine annesine Umut’u şikâyet etmeye gider. Umut için artık bu bayram gününde de dayak yemek kaçınılmaz bir hal almıştır. Çareyi kaçmakta bulur.

Çocuğun annesi oğlunu da yanına alıp Halime Hanımın yanına gelmiştir. Ağza alınmayacak sözler söylemiş Halime Hanımın onurunu kırmıştır. Zaten duygusal bir durumda olan Halime Hanım fıldır fıldır Umut’u aramaya başlar. Bulamayınca daha da sinirlenir. “Akşama elbet geleceksin eve. O zaman nasıl ki benim bayramımı ağzımdan burnumdan getirdiler ben de senin ağzından burnundan fitil fitil getirmezsem ne olayım” der.

Umut üstü başı toz toprak içerisinde şehri gezer. Herkesi biraz kıskanarak seyreder. Her zaman ki gibi yine Allah’a sitem eder. “Ya Rabbi benim suçum günahım neydi de beni böyle yetim bıraktın. Hiç mi yüzümüz gülmeyecek” der. Şehirde avare avare gezerken bir lokantanın camında “Bulaşıkçı Aranıyor” ilanını görür. Aklına işe girmek düşer. Lokantaya girer kendisinin bu işi istediğini söyler. Umut’un üstüne başına bakan lokanta sahibi, “Oğlum sen daha çocuksun, yapamazsın” hem şu üstünün başının hali ne?” diye sorar. Umut çekinmeden o günkü yaşadığı olayı anlatır.

-Eve gidince annem mutlaka beni dövecek. Ama bir işe girdiğimi söylersem belki dövmez be amca. Şu işi bir denesem ne olur ki? Belki üstesinden gelirim.

-Peki, öyle olsun yarın gel başla. Bakalım üstesinden gelebilecek misin?

Umut iş bulmuş olmanın sevinciyle bir süre daha dolanır, dolanırken acıkmıştır da. Biraz da açlığın tesiriyle çaresiz evin yolunu tutar. Eve vardığında annesini gözyaşları içinde bulur. Halime Hanım fena halde sinirlidir. Komşu kadının söylediği sözlerle de onuru kırıldığı için fena halde de içerlenmiştir. Umut’u görür görmez hazırladığı oklavayı aldığı gibi Umut’un kafasına geçirir. Sonrasında ise artık Halime Hanım nereye vurduğunun farkında bile değildir.

Umut daha tek söz söyleyemeden çok fena halde dayak yemiştir. Annesinin elinden kurtulur kurtulmaz hemen yatak odasına kaçar. Önce yorganı üzerine sonra da yastığı başının üstüne çekerek hıçkıra hıçkıra ağlar.

Umut, ertesi günü sabah erkenden kalkar. Üstünü giyinip doğruca işe gider. Lokanta sahibi ona yapması gereken işi gösterir. “Dikkat edeceksin, bardak tabak kırmayacaksın. Kırdığın her tabağın parasını yevmiyenden keserim ona göre” diye de sıkı sıkı tembih eder. Sabah erken olduğu için önce Aşçı’ya yardım edecektir. Bunun için soğan soyulacak, pirinç ayıklanacaktır. Soğan soyar sonrasında pirinçleri temizler. Masalardaki su kavanozlarını doldurur. Sonra ekmekleri dilim dilim keser ve ekmek sepetlerine doldurup masalara dağıtır. Aşçının yemek yaparken kullandığı tencereler artık yıkanmayı beklemektedir. Elinden geldiğince güzelce yıkamaya çalışır.

Çorbalar pişip hazır olduğu için artık sabah servisi başlamıştır. Sabah çorbası yemeğe gelenlerin çorba tabaklarını yıkayarak başlar işe. Öğlen sonuna kadar başını kaşıyacak vakit bulamaz. Çok acıkmış olmasına rağmen yapacak hiç bir şeyi yoktur. Hemen ilk fırsatta masadaki ekmek sepetinden bir dilim ekmek alıp atar ağzına. Yoksa gözlerinin önü kararacak duruma gelmiştir.

Öğleyin 16.30 gibi döner kebap biter. Dönerin bitmesi demek o saatten sonra işlerin azalacağı anlamına gelmektedir. Ama Umut henüz acemi olduğu için anlamamıştır. Ama anladığı andan itibaren de dönerin bitmesini dört gözle bekleyecektir.

Akşama doğru fırsat bulan garsonlar sırayla yemeklerini yerler. Umut’a bir şey söyleyen olmamıştır. Umut da çekindiği için kimseye ne sorabilmiş ne de bir şey isteyebilmiştir. Sadece arada bir kendisine en yakın masaya gidip birkaç dilim ekmek alıp gizlice yemiştir. Akşam 19 gibi lokanta sahibine, “Usta artık gidebilir miyim” diye sorar. Mutfakta işerin bitip bitmediğini soran usta işlerin bittiğini öğrenince gidebileceğini ertesi gün erkenden gelmesini tembih eder.

Umut evlerinin kapısına vardığında inanılmaz derecede aç olduğunu hisseder. Kapıya vurur, kapıyı sinir krizleri içerisinde açan annesidir. “Kuzuuuum” diye hemen boynuna sarılır. Umut sabah erkenden hiç bir şey demeden evden çıktığı için annesinin aklına bin bir türlü fikir gelmiştir. Umut’un yediği dayağa kızıp evden kaçmış olabileceği aklına gelmiş fena halde korkmuştur. Hele akşama kadar da gelmeyince çıldıracak gibi olmuştur. Oğlunu sağ salim karşısında bulan anne Allah’a dualar etmektedir. Umut, “Anne çok açım, yemek yaptın mı?” diye sorar.

-Ne yemeği oğlum sabahtan beri seni arıyorum. Aklım başımdan gitti. Dur ben sana hemen pilavla yahni getireyim de karnını doyur. Bu saatlere kadar sen nerelerdesin?

-İşe girdim anne, bütün gün çalıştım.

-İşe mi girdin? Ne işiymiş bu hem de nerede bu iş?

-Bir lokantada bulaşıkçı arıyorlardı. Dün gittim sordum, işe aldılar. Bugün de işe başladım. Bütün gün gün çalıştım. Kurt gibi açım.
-Madem lokantada işe başladın niye söylemiyorsun be evladım. Bütün gün aklıma neler geldi. Az daha delirecektim.

Umut muzipçe gülerek “onu da attığın dayağa sayarsın artık” dedi

-Ama oğlum hak ettin sende. Ben sana kaç kere kimseyle dalaşma demedim mi. Ben kavga etme dedikçe sanki sen inadına yapıyorsun. Dün o çocuğun annesi geldi bir sürü laf söyledi. Kavgada oğlunun yırtılan elbiselerinin parasını istedi.

Umut bir anda annesinin karşısına dikilip,

-Sakın ha parasını ödeyim filan deme. Zaten kazara oldu. Üstüne üstlük bir de küfretti bana. Yoksa ne diye kavga edeyim.

-Annesi öyle mi diyor. Toz kondurmuyor oğluna.

Halime hanım hazırladığı yemek tepsisini oğlunun önüne koyarken,

-Yavrum, kınalı kuzum ben sana dayak atmayı çok mu istiyorum sanıyorsun. Bak evin her türlü derdi benim üzerimde bunu görüyor biliyorsun. Artık doldum, dolu bardağa su koysan alır mı? Taşar, bende taşıyorum yavrum. O sinirle hırsımı senden alıyorum. Sinirlendiğim zaman yanıma gelme. Benden uzak dur ki seni dövmeyeyim. Dün seni dövdüm diye sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Yokluğun gözü kör olsun. Ben o çocuğun elbise parasını bir şekilde öderim. O kadının sözlerini yedireceğim ona geri.

Umut da biliyordu annesinin onu isteyerek dövmediğini. Onlar için ne büyük fedakârlıkta bulunduğunu biliyordu bilmesine ama içindeki kini öfkeyi yenemiyordu. Öyle ki artık yediği dayakların ya da küfürlerin acısını evdeki kardeşinden çıkartıyordu. Annesi onu o da kardeşini dövüyordu. Evde gücü yeten yeteneydi. Evde herkesin psikolojisi bozulmuştu ama kimse bunun farkında değildi.

Karnını doyuran Umut saati sabahın altısına kurdu. Yedide işbaşı yapmak zorundaydı. Televizyon seyretmek için sedire uzanan Umut yorgunluktan hemen uyuyakaldı. Oğlunun uyuduğunu gören anne oğlunun üstüne yorgan getirip örttü.

İşe başlamasının üzerinden bir haftadan biraz fazla zaman geçmişti. Herkese maaşını ödeyen lokanta sahibi Umut’a da emeğinin karşılığı olan parayı vermişti. Umut çok sevinmişti. Usta, Umut’un beklediğinden fazla para vermişti. Akşamı zor etti Umut. Akşam olunca koşarak eve gitti. Büyük bir gururla annesine verdi parayı. Annesi oğlunun getirdiği paradan çok Umut’un büyümeye başlamasına seviniyordu.

Aradan iki ay geçmişti. Umut kendisini herkese sevdirmişti. Artık yemeklerini lokantada yiyordu. Lokantada pişirilen yemeklerden artan olursa çalışanlar evlerine götürebiliyordu. Bu artan yemeklerden Umut da evine götürmeye başlamıştı. Annesinden daha çok kız kardeşi çok sevmişti bu yemekleri. Hatta getirmediği zamanlar, “Abi bugün lokantadan yemek getirmedin mi bana?” diye sorar olmuştu.

Bu arada lokantaya ayak işlerine bakması için bir çocuk daha alınmıştı. Yine bir sabah lokantadaki rutin sabah işerini yapıyorlardı. İşe yeni giren çocuk Umut’un yanına gelip oturdu. Birlikte soğan soymaya başladılar. Ama çocuğun elindeki bıçak keskin olmadığı için çocuk zorlanıyordu. Ama başka bıçak da olmadığı için değişemiyordu. Çünkü diğer bıçaklar usta aşçıların ellerindeydi. Bir süre daha bıçakla soğanları soymaya devam etti. Daha sonra “tuvalete gidiyorum” deyip gitti. Bir süre sonra geri döndü. Bıçağın keskin olmayışından mıdır yoksa yapılan iş hoşuna gitmediğinden midir nedir bilinmez Umut’u kendisine ait olan bıçağı çalmakla suçladı. Umut, “hayır almadım diye itiraz etmesine fırsat kalmadan çocuk Umut’un elindeki bıçağın sapına yapışıp hızla çekti. Çekmesiyle birlikte ortalık bir anda kan gölüne dönüştü. Çocuk bıçağı çekince bıçak Umut’un parmağına oturmuş kemiğe dayanmıştı. Biraz daha çekmiş olsa Umut’un parmağı kopmuş olacaktı.

Umut sadece “ah parmağım diyebildi”. Kanı gören çocuk korkmuş, “isteyerek yapmadım diye ağlamaya başlamıştı”. Umut’un parmağını gören ustalar hemen bir pamuk bulup pamuğu yaranın üzerine bastırdılar. Daha sonra patrona haber verdiler. Durumu gören patron Umut’u aldığı gibi en yakın hastaneye götürdü. Umut’un eline dikiş atmışlardı. Umut çekememezliğin kurbanı olmuştu. Ceza olarak o çocuğu bulaşığa Umut’u da ortalık işine verdiler. Umut artık maslardaki boşları topluyor. Suyu, ekmeği biten masalara ekmek su veriyordu.

Okulunun açılmasına birkaç hafta kalmıştı. Ama bulaşığa geçen çocuk işi kaldıramamış olacak ki ertesi günü işi bırakmıştı. Patron Umut’a, “ya evladım eline eldiven alalım. Bir de öyle dene. Yoksa başka bir bulaşıkçı bakmamız lazım. Bulana kadar idare et” dedi. Umut, “deneyim usta” dedi. Umut denedi ama elini her sıcak suya sokuşta canı yanıyordu. Zaman zaman gözlerinden yaş geldiği de oluyordu. Umut anlamıştı, yapamayacaktı. Patronun yanına gidip, “Usta özür dilerim ama artık yapamayacağım. Canım çok yanıyor. Parmağım sancıyor, maalesef bulaşığa devam edemeyeceğim” dedi.

-Senin de canın amma tatlıymış ya. Ne vardı akşama kadar idare etseydin. Adam arıyoruz işte. Bulunca zaten senin de işin bitecek. Zaten yakında okulunda açılacak. Bu arada bir kaç hafta dinlenirsin.

Umut duyduklarına inanamıyordu. Yeni bir bulaşıkçı bulduklarında Umut’un işine son vereceklerdi ama Umut’tan fedakârlık yapması isteniyordu. Umut hemen önündeki önlüğü ve elindeki eldiveni çıkartıp “hesabı kes usta ben gidiyorum” dedi.

Umut’un bu tepkisi karşısında patron da şaşırmıştı. Aslında Umut’un kesilen eli onu korkutmuştu. Sigortasız bir işçi çalıştırıyordu ve üstelik bu çocuktu. Umut ya da annesinin sosyal haklarını bilmiyor olmaları patronun işine geliyordu. Hoş bilmiş olsalar da bir şey fark etmiyordu. Birçok fakir öğrenci okul tatili döneminde bu tür işlerde sigortasız çalışıyorlardı. Alan razıydı veren razıydı ama böylesi kaza durumlarında patronlar işçiyi bir an önce işten çıkarmanın yolunu arıyorlardı. Hem olası bir şikâyetten hem de yaranın pansuman ücretinden kurtulmuş oluyorlardı.

Yapılan muamele Umut’un zoruna gitti. Patron masaya bir miktar para koydu. Parayı alan Umut, “Haydi eyvallah, işin gücün rast gelsin usta” diyerek lokantadan ayrıldı. Umut’un eve erken gelmesi annesini merakta bırakmıştı.

-Ne oldu oğlum, neden erken geldin?

-İşi bıraktım anne

-İyi ama neden?

-Elim bu haldeyken beni bulaşığa verdiler. Sıcak suda elim sancıyor, çalışamıyorum. Patrona canımın yandığını söyledim. O da birazcık sabret birini bulalım zaten seni göndereceğiz dedi. Adamdaki yüzsüzlüğe bak ya. Hem elim kesik çalışıyorum hem de sabret zaten işten çıkarılacaksın diyor. Bende kes hesabı gidiyorum dedim. Zaten okulların açılmasına şurada ne kaldı ki?

Birkaç hafta sonra açılan okulla birlikte sorunlarda başlamıştı. Ders kitaplarını ve her ders için ayrı bir defter almak zorundaydı. Neyse ki yaz boyunca çalıştığı paraları biriktirmiş annesine olabildiğince daha az yük olmuştu.

Okullar başladı ama Umut’un parmağındaki yara yeni yeni kabuk bağlamaya başlamıştı. Okulların açılmasıyla birlikte Umut yine kendini basketbola vermişti. Eli yaralı olduğu için tek elle dripling yapmaya çalışıyordu. Biliyordu ki iki aya kalmaz okul basketbol takımı seçmeleri yapılacaktı. Eğer hazır olmazsa öğretmeni onu takımdan çıkartıp bir başkasını takıma alabilirdi.

Ama Basketboldan önce yine atletizm müsabakaları vardı. Ama okulun atletizm takımını oluşturan atletlerin dördü okuldan mezun olup liseye kayıt yaptırmışlardı. Yeni katılanlar ne onlar kadar hızlıydı ne de onlar kadar tecrübeli.

Beden Eğitimi dersi öğretmeni Umut’a bu yıl mutlaka atletizm takımında koşması gerektiğini çünkü takımın mezun olanlar yüzünden zayıfladığını söyledi. Umut, “Ama hocam ben atletizm değil basketbol oynamak istiyorum” diye itiraz edecek oldu. Öğretmeni, “Atletizm bütün sporların anasıdır. Basketbol için kondisyonun olması şart. Bunun için de yine koşman lazım. Hem basketbol maçları başlayana kadar sen de takımda koşarsın. Maçlar başlayınca da en hazır oyuncu sen olmuş olursun” deyince bu fikir Umut’un da aklına yattı. “Madem öyle peki hocam koşarım dedi.

Umut ikinci sınıfa başlamış olmasına rağmen yaramazlıklarına yine devam ediyor çoğu derste yine dayak yiyordu. Bu kez yediği dayaklar onu daha kızdırıyor ve onu tahtaya yazan sınıf başkanıyla teneffüslerde kavga ediyordu. Çünkü bu kez sınıfta kız arkadaşları da vardı. Kız öğrencilerin önünde yediği dayağın acısını teneffüste sınıf başkanını döverek kızların önünde onu küçük düşürerek intikamını almak istiyordu. Ama başkan onu her seferinde yine tahtaya yazıyor öğretmenlere de Umut’u şikâyet ediyordu.

Matematik dersine girmek üzereydiler. Bu kez Umut nedense alışılmadık şekilde sakin duruyordu. Ama her nedense ismi yine yaramazlık yapanların arasına hem de en başa yazılmıştı. Öğretmen derse girdi. Yoklamayı kontrol etti. Sonra derse geçecekti ki kara tahtaya yazılmış numaraları gördü. Kim yazdı bunları diye sordu. Sınıf başkanı, “Ben yazdım hocam, yaramazlık yapanların numaraları” dedi.

“Numarası olanlar tahtaya çıkın diye komut verdi” öğretmen. Herkes tahtaya çıkmasına rağmen Umut çıkmadı. Numara sayısı ile tahtaya çıkan öğrenci sayısı tutmayınca “kim çıkmadı” diye sordu öğretmen. Başkan hemen atıldı, “Umut çıkmadı öğretmenim”. Umut itiraz etti.

-Öğretmenim vallahi bir şey yapmadım. Sınıf başkanı bana gıcık gittiği için her ders numaramı tahtaya yazıyor.

-Öyle mi başkan? Sen sınıf başkanlığını kötüye mi kullanıyorsun?

-Hayır öğretmenim, Umut yaramazlık yaptığı için ismini yazıyorum. O da numarasını yazdığım için teneffüslerde benimle kavga ediyor. Bu ders yaramazlık yapmadı ama teneffüste benimle kavga ettiği için tahtaya numarasını yazdım.

Öğretmen Umut’un yanına gelip, “Doğru mu bu” diye sordu. Umut daha kendisini savunmaya fırsat bulamadan yediği tokadın etkisiyle yere düştü. Umut’un gözünün önü kararmıştı. Bu haldeyken beklemediği bir şey daha oldu. Öğretmen, Umut’u dayaktan kurtulmak için yere düştü sanıp daha da hırslanmış bu kez de tekmelemeye başlamıştı. Yediği tokadın etkisiyle de olsa gerek Umut’un burnundan kan geldi. Umut hem yerde yatıyor hem de eliyle kanayan burnunu tutmaya çalışıyordu. Bu kez telaşlanma sırası öğretmene gelmişti. Ama yine kızmaktan kendisini alamıyordu.

-Biz eşkıya mı yetiştiriyoruz. Her ülkenin her kurumun her okulun bir kuralı var. Kurallara uymak sınıf kurallarına uymakla başlar. Siz bizi dinlemiyor musunuz? Biz size kurallara saygı duyulmasını öğretemeyecek miyiz?

Diye kızarken eğilip Umut’u kaldırmayı isterken gördüğü manzara karşısında yüreği cız etti. Umut’un giydiği ayakkabının altı delinmiş ve o delik ayakkabının içine koyulan bir kâğıtla kapatılmıştı.

Öğretmen olduğu yerde donup kalmıştı. Umut bu kez yerden kalkmadığı için dayak yiyeceğim korkusuyla düştüğü yerden kalkmış bir eliyle burnunu tutmaya çalışırken bir eliyle de ceketinin önünü iliklemeye çalışıyordu. Öğretmen yüreğinde kopan pişmanlık fırtınasına teslim olmuştu. Kısık sesle, “Durma koş lavaboya git. Ağzını burnunu güzelce yıka” derken yüreğinde ayaklanan bir vicdanın sesini duyuyordu. “Allah’ım ben ne yaptım’”

Umut, “Yine mi, yine mi ben” diye içinden söylene söylene lavabonun yolunu tutarken başını yere yıkmış kimsenin yüzüne bakmıyordu. Çok sürmeden sınıfa geri dönmüştü.

Öğretmen olanlardan dolayı etkilenmiş sınıfın yoklamasını ağırdan alarak yapmıştı. Umut sınıfa döndüğünde, “Yarın baban gelip beni bulacak. Onunla konuşacağım, hem ne iş yapıyor senin baban? Kim senin baban, adı ne?” diye sordu. Umut eline aldığı kâğıt mendille mendilini tutup ağlamamak için dişleriyle dudaklarını ısırarak, “benim babam yok, öldü” dedi. Tabi kısık sesle çıktığı için öğretmen tam duymamıştı. Bu kez de, “Doğru dürüst cevap versene evladım” dedi bu kez sesi titreyerek. Umut, eli burnunda olabildiğince gür sesle cevap vermeye çalışarak cevabını yineledi. “Benim babam yok öğretmenim. Benim babam öldü”.

Öğretmen aldığı cevap karşısında sendeledi. İçinden bir şey cız etti. Bir yerlere tutunma ihtiyacı hissetti. Birden şimdiye kadar ders verdiği çocukları sadece bir iş olarak gördüğünü hissetti. Onları, ailelerini yakından tanımak hiç aklına gelmemişti. Onların daha birer çocuk olduklarını ve eğitim almak için burada olduklarını hatırladı.

Evet, çocuk bir hata yapıp şiddet göstermişti. Ama kendisi de şiddete şiddetle cevap vermişti. Bunun çok kötü bir örnek olduğunun farkına ancak çocuk “Babam öldü” dediğinde varmıştı. Umut’un “babam öldü” sözü öğretmenin kulaklarında yankılanmaya başlamıştı. Öğretmen kendisini büyük bir vicdan azabı altında hissediyordu. “Geliyorum, kimse yerinden kımıldamasın” deyip kendisini sınıftan dışarı attı. Doğruca lavaboya gidip elini yüzünü yıkarken kulaklarında hala Umut’un sesi yankılanıyordu. “Benim babam yok öğretmenim. Benim babam öldü.”

Öğretmen babasını kaybedeli birkaç ay olmuştu. Yaşı kırka yaklaşmış olmasına rağmen o bile babasının yokluğunu hala kabullenememişti. Sanki yüreğinin yarısını babası çalıp gitmişti. Yıllarca sırtını babasına dayamıştı. Şimdi bir sıkıntıya düşse aklına babası geliyor ve onun yokluğu kalbini her gün biraz daha çok acıtıyordu. Ama Umut o kadar kolay söylemişti ki “babam öldü” sözünü, şaşırmıştı. Yıkadığı elini yüzünü cebinden çıkardığı mendille güzelce kuruladı.

Sınıfa döndüğünde bütün sınıf olanların etkisiyle de derin bir sessizlik içerisindeydi. O ana kadar sınıftaki hiç bir çocuk bir diğerinin ailesi hakkında bir bilgiye sahip değildi. Herkes Umut’a acıyarak bakıyordu. Hatta sınıf başkanı çocuk bile bir vicdan azabı hissetmeye başlamıştı.

Öğretmen yavaşça Umut’un yanına gitti. Oturduğu sıranın yanında diz çöküp, “Ne zaman öldü senin baban?” diye sordu. Umut doluktu, gözlerinden yaşlar akın etmek üzereydi ama dişlerini o kadar sıkıyordu ki sonunda dayanamadı, kollarını daire şekline getirip birleştirdiği ellerinin üzerine başını koyarak içinden gelen bütün hıçkırıklarını koyuverdi. Yıllarca içine akıttığı gözyaşlarını hıçkırıklar eşliğinde özgürlüğüne salıvermişti. Artık gözyaşlarını tutacak gücü kendisinde bulamıyordu. Sınıfta öyle hazin öylesine yürek yaralayıcı bir manzara oluşmuştu ki herkesin yüzünde bir hüzün biraz gözyaşı vardı.

Öğretmenin içinden ders yapmak da gelmiyordu artık. Ağlayan Umut’un saçlarını okşamak istedi. Eli Umut’un saçlarının üzerindeydi ama duyduğu vicdan azabı yüzünden elini bir türlü Umut’un saçlarına değdiremiyordu.

Öğretmen, Umut’un yıllarca içine akıttığı gözyaşlarının ve hıçkırıklarının dinmesini sabırla bekledi. İşaret parmağını dudağına götürerek sınıfa sessiz olmalarını söyledi. Bir süre daha ağlayan Umut’un sesi kesilmeye başladı. Bir süre sonra tamamen sustu. Hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu, Umut uyuyakalmıştı.

Öğretmeni bu kez Umut’un kılık kıyafetini inceleme altına aldı. Kolları kısalmış bir ceket, kumaşı soluk pantolon ve altının delik olduğunu bildiği ayakkabıyı giymiş olan Umut’un yanında bu kez öğretmen ağlamamak için yumruklarını sıkıp dudaklarını ısırıyordu.

İki ders arka arkaya matematik dersiydi ama ne öğretmende ders anlatacak güç kalmıştı ne öğrencilerde o dersi dinleyecek dikkat kalmıştı. Ortamı yumuşatmak gerekiyordu. Umut’a fısıltılarla seslenip saçını okşuyordu. “Umut, haydi uyan oğlum. Bak dersteyiz senin yüzünden derse başlayamadık daha”. Umut’u hafifçe silkeleyerek uyandırmaya çalıştı. Sonunda Umut gözlerini açıyordu. Bu kez Umut’a karşı tebessüm ederek “Haydi beraber gidip şu elini yüzünü yıkayalım” dedi.

Umut’un elinden tutup birlikte lavaboya gittiler. Bu kez öğretmen hiç erinmeden gücenmeden Umut’un yüzünü yıkadı. Hatta parmakları işe Umut’un burnunu sıkıp sümkürterek burnunda kalan kan kalıntılarını da temizledi. Sonra birlikte sınıfa döndüler.

Öğretmen ders yapmadı. Öğrencilerine sırasıyla kendisini tanıtıp annesinin babasının ne iş yaptığını söylemesini istedi. Öğrenciler sırayla kendilerini tanıtmaya başlamışlardı ki teneffüs zili çaldı. Öğretmen isteksiz bir şekilde ağır adımlarla sınıftan ayrıldı.

Umut başı elleri arasında sıranın üzerinde durmaya devam etti. Bazı öğrenciler isteksizce yerlerinden kalkıp lavaboya doğru gitti. Ama kimsenin içinden bir şey yapmak geçmiyordu. Gözler Umut’un üzerinde perçinleşmiş acıyarak bakıyorlardı. Umut biraz daha incinmiş biraz daha gururu kırılmış bir şekilde “ne kadar daha” diyerek içinden geçirirken yine dudaklarını ısırmaya başlamıştı.

Biraz sonra çalan zille birlikte öğretmen sınıfa girdi. Sınıfa derin bir sessizlik hakimdi. Öğretmen kaldıkları yerden öğrencilerin kendilerini tanıtmaya devam etmesini söyledi. Öğrenciler kendilerini tanıtmaya devam etti. Sıra Umut’a gelmişti ama Umut’un başı elleri arasında sırada yatmaya devam ediyordu. Öğretmen, Umut’un yanında oturan çocuğa göz işaretiyle yaparak devam etmesini istedi. Ders boyunca bütün öğrencileri tanımaya ve onlar hakkında bir kanaat edinmeye gayret etti. Sınıftaki öğrencilerin çoğu orta gelirli ailelerin çocuklarından oluşuyordu.

Dersin sonuna doğru öğretmen Umut’a seslenerek kendisini tanıtmasını istedi. Umut sessiz kaldı. Bu sefer, “Umut sana sesleniyorum. Öğretmenin sana seslenirken sen kafanı masaya koyup yatamazsın. Bu senin yaptığın büyük saygısızlık.”

Umut sanki büyük bir güç harcıyormuşçasına yavaşça doğrulup önünü iliklemeye çalıştı. Zorlukla fısıltı halinde “Öğretmenim çok başım ağrıyor, başımı kaldıramıyorum” dedi. Öğretmen, geliyorum deyip sınıftan ayrıldı. Döndüğünde elinde bir tane ağrı kesici hap ve bir bardak su vardı. “Şu hapı şu suyla birlikte yutuver evladım” dedi. Umut, titrek elleriyle tuttuğu hapı ağzına atıp yine elleri titreyerek bir bardak suyu içti. “Kendini iyi hissetmiyorsan eve gidebilirsin. Ben okul idaresiyle konuşur senin izinli sayılmanı sağlarım” dedi.

-Gerek yok öğretmenim ama başım çok ağrıyor. Başımı dik tutamıyorum.

-Birazdan düzelirsin gel bakayım sen benimle biraz.

Umut öğretmenini takip ederek arkasından sınıftan çıktı. Koridorda hiç kimsenin onları duyamayacağı bir yerde durdu öğretmen.

-Şimdi sana bir şey soracağım ama bana doğru cevap vereceksin. Okula geldiğinden beri bir şey yedin mi?

-Gerek yok öğretmenim. Okuldan dönmeme annem yemek hazırlamış oluyor. Zaten şurada son iki ders kaldı ondan sonra evde karnımı doyururum ben.

-İyi de evladım senin başın karnın aç olduğu için ağrıyor. Gel bakalım benimle.

Öğretmen doğruca kantine gitmişti. Kantinciye iki tost bir de gazoz siparişi verdi. Çok geçmeden siparişler geldi. Öğretmen, başıyla yiyecekleri işaret ederek yemesini istedi ama Umut kımıldamadan duruyordu. Bu kez öğretmen tosttan bir parça kopartarak öğrencisinin ağzına zorla sokmaya çalıştı. Umut için yapacak bir şey kalmamıştı. İstemeyerek de olsa lokmayı ağzına aldı çiğneyeme başladı. Bunu diğer lokmalar takip etti. Biraz sonra yutkunmakta zorlanmaya başlayınca öğretmeni bu kez eliyle gazoz içirdi öğrencisine. Sabırla çocuğun yemeğini bitirmesine yardımcı oldu öğretmen.

Umut yemeğini yerken öğretmen yıllar öncesine gitmişti. Babasıyla birlikte bisiklet sürmesini öğreniyordu. Babası onu bisikletin arkasından tutuyor o ise önceleri pedal çevirmeye sonraları ise hem pedal çevirip hem dengede durmayı öğreniyordu. Bu esnada babası bisikletin arkasında koşturmaktan kan ter içerisinde kalmasına rağmen oğlunu cesaretlendirecek “Haydi aslan oğlum yaparsın sen. Ha gayret az kaldı başaracaksın” sözler söylüyordu.

Babası yine bisikletin arkasında koştururken karşıdan gelen otomobil karşısında oğlunun bocaladığını gördü. Tam direksiyonu tutup sola doğru kaçmaya çalışacakken bunda geç kaldığını fark etti. Oğlunu bisikleti ile beraber olabildiğince hızla sola doğru yitti. Oğlu kurtulmuştu ama kendisi arabanın altında kalmıştı.

Çevredekiler korkudan ağlayan çocuğu susturmamışlardı. Çocuk ille de babamı isterim diye ağlıyordu. Çevrenin haber vermesiyle kısa sürede ambülans gelmiş hem çocuğu hem babasını hastaneye götürmüştü.

Öğretmen ambülansta geçen dakikaları ömrü boyunca hayatının en uzun saniyeleri olarak adlandırmıştı. Saniyeler asır oluyor yollar adeta birbirine bağlanıyor bitmek nedir bilmiyordu. Ambülans hastaneye vardığında acil olarak ameliyata alınmış geçirdiği iç kanama tedavi edilmişti ama bu süreçte babası için kan aranması gerekmişti. Aranan kan zor bulunan bir kan grubu olduğu için para talep ediliyordu.

Bazı insanlar kanlarını satarak para kazanıyordu. Hastaneye gelen annesi gereken kan için gözünü kırpmadan bileğindeki üç bileziğini çıkarıp kan ticareti yapanlara verdi. Bütün olan biten çocuğun gözleri önünde olmuştu. Babası kurtulmuştu ama yaşadığı babasını kaybetme korkusundan ömrü boyunca kurtulamamıştı. Bu yüzden olsa gerek babasına çok düşkündü öğretmen. Birkaç ay önce de emri vaki hasıl olmuş babası vefat etmişti. Öğretmenin kanayan yarasının hiç bir zaman dinmeyeceğini hissediyordu.

Umut yemeğini bitirince birlikte sınıfa çıktılar. Umut’a sorular sormak istiyordu ama Umut’un cevaplamak istemediğini anlamıştı. Bu yüzden Umut’a sorular sormaktan vaz geçti. Zaten dersin de sonu gelmiş teneffüs zili çalmıştı.

Umut günün kalan derslerinde sınıfta hiç olmadığı kadar uslu oturdu. Hatta sıradan başını dahi kaldırmıyordu. Umut için o gün zor bir gün olmuştu. Okulun bitiş ziliyle beraber defter ve kitaplarını toplayıp koltuğunun arasına sıkıştırmış evlerine doğru yürümeye başlamıştı.
Onu birisinin takip ettiğinden habersiz evlerine yürüdü.

Matematik öğretmeni okuldan sonra Umut’u gizlice takip etmişti. Umut o kadar dalgın ve halsizdi ki yolda güçlükle yürüyordu. Başını geriye çevirse belki de öğretmenin kendisini takip ettiğini görecekti. Ama Umut başını dahi yerden kaldırmadan yürüdü. Evlerine geldiğinde kapının ziline bastı. Kapıyı annesi açmıştı. İçeri giren Umut hiçbir şey demeden kitaplarını masanın üstüne koyup doğruca yatak odasına gidip yatağa uzanmıştı. Halime Hanım oğlunda bir gariplik olduğunu anlamıştı.

-Oğlum bir şey mi oldu okulda? Keyifsiz ve solgun görünüyorsun.

-Bir yok anne sadece yoruldum. Dersler bugün biraz ağırdı. Kendimi yorgun hissediyorum.

Umutlar beş katlı bir apartmanın zemin katındaki hemen girişte oturuyorlardı. Öğretmen okuldan çıktıktan sonra yürüdüğü yola şaşırmıştı. Demek Umut her gün bu yolu yaya olarak gidip geliyordu. “Hay ellerim kırılaydı da vurmasaydım yavrucağa” diye geçirdi içinden. Sonra Umut’un bir apartmana girdiğini görünce hızlanıp apartman kapısının yan tarafına saklanarak içeri baktı. Umut’un evlerine geldiğini anlamıştı.

Umut eve girince bulunduğu yerden ayrılarak doğruca bir giyim mağazası sahibi olan arkadaşının yanına gitti. Bir hal hatır sorma faslından sonra o gün okulda yaşadığı olayı arkadaşına anlattı. Umut’un elbiseye ayakkabıya ihtiyacı olduğunu ve kendisine yardımcı olmasını rica etti. Umut için bir takım elbise birkaç gömlek iki tane pantolon ve bir çift ayakkabı almak istediğini ancak bunların tutarının tamamını bir seferde ödeyemeyeceği için kendisine taksit kolaylığı göstermesini rica etti. Mağaza sahibi, “para işi kolay sen çocuğun bedenini biliyor musun onu söyle” dedi.

-Ya nereden bileyim. On iki yaşlarında bir çocuk işte. O sırada elinde çay tepsisiyle çaycı çocuk kapıda belirdi. Çocuk çay getirmişti. Çayları masaya bırakıp gidecekti ki öğretmen çocuğa seslendi.

-Delikanlı bana biraz yardım edebilir misin? Yardımın karşılığında sana on lira vereceğim.
Para lafını duyan çocuk,

-Uzun sürmeyecekse yardım ederim. Çay dağıtmak zorundayım, geç kalırsam usta kızar sonra.

-Elimizden geldiğince çabuk bitirmeye çalışırız.

Çocuk hemen hemen Umut’un boylarında bir çocuktu. Takım elbiseyi pantolonları ve gömlekleri çocuğun üzerinde denediler. Çocuğun bedenine göre kıyafetleri bir çantaya kondu. Sonra çocuğun ayakkabı numarasını sordular. Daha sonra öğretmen cebinden on lira çıkartıp çocuğa verip gönderdiler. Çocuk sevinçle parayı kapıp koşarak mağazadan ayrıldı.

Şimdi bir ayakkabı eksik kalmıştı. Ama mağazada ayakkabı satılmıyordu. Mağaza sahibi hemen telefonu eline alıp bir numara çevirdi. Konuşmaya kendisini tanıtarak başladı ve hal hatır sordu. Daha sonra,

-Bahattin bey, bizim fakir bir çocuğumuz var. Bu çocuğun bazı ihtiyaçları var. Elbise olarak ihtiyaçlarını biz karşıladık ama biliyorsunuz biz ayakkabı satmıyoruz. Ayakkabı için müşterilerimizi size yönlendiriyoruz. Acaba sizden istirham etsek bir yazlık ve bir kışlık olmak üzere bize iki çift ayakkabı gönderebilir misiniz? Artık masrafı neyse biz karşılayacağız. Sizden ricam fiyatta mümkün olduğunca indirimde bulunmanız.

Telefondaki sesi dinledikçe mağaza sahibinin yüzü gülüyordu. “Efendim sizden ayakkabıları hediye değil uygun bir indirimde bulunmanızı istirham ediyorum. Bedeli neyse bizzat ben ödeyeceğim”. Bir süre daha konuştu ve ayakkabı numaralarını söyledikten sonra mağaza sahibi teşekkür ederek telefonu kapattı.

Öğretmene dönen mağaza sahibi ayakkabıları da hallettik. Birazdan ayakkabılar da gelecek. Ayakkabılar ayağına olmazsa diye biz içerisine ayakkabı mağazasının bir kartını koyacağız gerekirse gidip değişecekler. Öğretmen çok sevinmişti.
-Allah razı olsun. Yardımlarınız için çok teşekkür ediyorum. Ben borcumu da öğreneyim en azından bir kısmı şimdi ödeyim. Kalan kısmını da taksitle öderim.

-Ayıp ediyorsun hocam. Aramızda bu kadarcık şeyin lafı mı olur. Allah senden de razı olsun. Bak sayende biz de sevap kazanıyoruz. Bu elbiseler bizim dükkânımızın zekâtı olsun.

-Mahcup ediyorsunuz beni. Bari en azından yarısını ödeyeyim de benim de bu sevaba bir katkım olsun.

-Kesinlikle kabul edemem sevgili dostum. Sen zaten gerçek ihtiyaç sahibini bularak sevabını kazandın. Bırak biraz da biz sevap kazanalım. Ayrıca böyle başka bir kaç çocuk daha varsa gel yine yardımcı olmaya çalışalım.

Biraz sonra ayakkabılar da gelmişti. Bütün elbise gömlek ve pantolonları birkaç çantaya koydular. Mağaza sahibi tezgâhtarı yanına çağırdı.

-Bu paketleri hocamın vereceği adrese bırakıp geleceksin. Çantalarla birlikte şu kartı da ver. Eğer kıyafetler ve ayakkabılar olmazsa buraya gelsinler elbiseleri değiştirelim. Kim gönderdi diye sorarlarsa bir hayırsever geldi bunların parasını ödedi. Sonra da buraya getirmem söylendi. Ben mağazanın bir çalışanıyım. Ben sadece bana söyleneni yaptım dersin.

“Tamam mı”, diye tezgâhtarı sıkıca tembihledi. Öğretmenden adresi istedi. Öğretmen, “adresi bende bilmiyorum. Bende öğrencimi gizlice takip edip evini öğrendim. En iyisi biz birlikte gidelim. Ben sana evi göstereyim sen paketleri verip gelirsin ben seni dışarda bir yerde beklerim”.

Bir taksiye atlayıp Umut’un oturduğu apartmanın yakında bir yerde taksiden indiler. Öğretmen tezgâhtara apartmanı gösterip evi tarif edip tezgâhtarı gönderdi. Daha sonra kendisi de apartmanın tam karşısındaki bir dükkâna sanki müşteriymiş gibi girip olan biteni izlemeye başladı.

Tezgâhtar kapının ziline basıp beklemeye başlamıştı. Kapıyı Halime Hanım açtı. Tezgâhtar kendisini tanıtıp kendisine tembih edilenleri tek tek söyledi. Halime Hanım şaşırmıştı. Şaşkın bir şekilde bir paketlere bir tezgâhtara bakıyor ne söyleyeceğini bilemiyordu. Tezgâhtar elindekileri Halime hanımın eline tutuşturup oradan kaçar adım uzaklaştı. Halime hanım dışarıya kadar çıkıp tezgâhtarın arkasından baktı ama ona yetişmesi imkânsızdı. Çaresiz elindeki paketlerle evine geri döndü.

Bir süre sonra tezgâhtarı takip eden öğretmen çok teşekkür ederek patronuna selam söylemesini isteyip ayrıldı. Öğretmen yaşadığı vicdan azabının yerini her an biraz daha büyüyen bir huzurun kapladığını hissetmeye başladı. Gözlerinde gayri ihtiyari oluşan bir kaç damla gözyaşını silerek vicdan azabından kurtulduğu için Allah’a şükretti.

Halime hanım evine girdiğinde Umut hala yatıyordu. Umut’un yanına varıp,

-Umut kalk yavrum, şu elbiseleri bir dene bakalım üstüne olacaklar mı?

Umut uyku sersemliği içerisinde uyandı.

-Ne var anne ne oluyor? İnsana bir rahat vermiyorsun. Bırak da uykumu alayım.
Oğlum uykunu yine alırsın. Önce sen şu elbiseleri bir giy bir dene bakalım üstüne olacaklar mı? Daha sonra yine uykunu alırsın.

-Ne elbisesi, yine mi milletin eski elbisesini bana giydirmeye çalışacaksın. Ben onun bunun eskisini giymem. Götür ihtiyacı olan birine ver.

-Yok evladım yepyeni elbiseler bunlar. Bir hayırsever göndermiş. Eğer üzerine uymazsa gidip şu mağazadan değiştire bilirmişsin. Getiren adam oranın tezgâhtarıymış, öyle dedi vallahi.

Umut çantaları açıp teker teker baktı. Gerçekten de yeni elbiselerdi bunlar. İyi de kim gönderirdi ki bunları. Bu devir de böyle hayırseverler hala var mıydı? Hem de incitmeden kimseye belli etmeden hayrını gizli yapanlar hala var mıymış diye geçirdi içinden.

Sonra heyecanla takım elbiseyi giydi. Kollar hafifçe uzundu ama olsundu. Umut gelişme çağındaydı boyu uzadıkça üzerine tam olurdu. Pantolonların paçaları biraz uzundu. Gömleklerin de kolları hafif uzundu. Ama olsun ceketin içinde görünmezdi. Sadece pantolonların paçaları kısalacaktı. “Onu da ben yaparım” dedi Halime Hanım.

-İçine katlarım boyun uzadıkça paçaları açarız. Hem sen de daha uzun süre giymiş olursun.

Ayakkabıları denedi Umut. Ayakkabılar birer numara büyüktü. Bundan fazla bir şey olmazdı. Birkaç aya kalmaz ayakkabılar ayağına tam olurdu. Umut’un yüzü gülüyordu. Okulda ne kadar kötü bir gün yaşamıştı ama şimdi her şey sanki bir anda tersine dönmüştü. Umut, hala ben uykuda rüya mı görüyorum yoksa gerçek mi bütün bunlar diye düşünmekten kendini alamadı.

Umut ertesi günü okula büyük sevinçle gitti. Yepyeni elbiselerini yeni ayakkabılarını giyinmişti. Okulda onu sabırsızlıkla bekleyen bir başkası daha vardı. Öğretmenler odası penceresinin önünde matematik öğretmeni de Umut’un bu sevincine ortak olmak onun mutlu olduğunu görmek için can atıyor sabırsızlıkla Umut’un okula gelmesini bekliyordu. Gözleri sürekli öğrenciler arasında Umut’u arıyordu. Bir süre sonra Umut’u gördü.

Umut bir köşeye çekilmiş okul zilinin çalmasını bekliyordu. Kimseyle konuşmuyor belki de ilk defa top oynamak için çağıran arkadaşlarına olumsuz yanıt veriyordu. Elbiseleri kirlensin istemiyordu. Bir süre sonra ders zili çaldı, bütün öğrenciler sınıflarının yolunu tuttular. Umut’un yeni kıyafetleri sınıftakilerin de gözünden kaçmamıştı. Kaçamak göz işaretleriyle birbirlerine Umut’u gösteriyorlardı.

O gün Umut okula gittikten sonra Halime Hanım eşarbını bağlayıp paltosunu giyinip kızını da yanına alıp evden çıktı. Doğruca elindeki kartvizitte ismi bulunan mağazaya gitti. Orada tezgâhtarı görünce ona yalvardı. “Ne olur şu hayır sahibinin adını söyle. Gidip bir teşekkür edeyim. Varsa evinin işini yapayım be kardeşim. Ne olur söyle de borçlu kalmayayım” diye adeta yalvardı. Halime Hanımın durumunu gören mağaza sahibi geldi.

-Buyurun hanımefendi, size nasıl yardımcı olabiliriz?

-Beyim dün bu mağazadan bu tezgâhtar arkadaş bize bir sürü elbise getirdi. Allah razı olsun. Bir hayırsever göndermiş. İsmini öğrenip gidip bir teşekkür etmek istedim ama bu beyefendi hayırseverin ismini vermiyor.

-Anladım hanımefendi, biz sizin teşekkürlerinizi kendisine iletiriz. Ama arkadaşımın da dediği gibi hayırsever bilinmek istemiyor. Bu durumda biz de bir şey yapamıyoruz. Başka bir isteğiniz varsa onu da yapmaya hazırız. Aldığımız emir bu yönde. Şey yanınızdaki minik yavru da sizin mi?

-Evet, o benim kızım. Ama böyle de olmadı ki. Kendimi minnet altında hissettim. Bari evine gidip evini barkını varsa yapılacak ev işlerini yapsaydım.

-İnanın o insan öyle biri değil. Ne siz ilk olacaksınız ne de son. Her yıl buraya gelir. Tespit ettiği yardıma ihtiyacı olan çocuklara elbiseler gönderir. Yardıma ihtiyacı olan biri gelirse eli boş gönderme diye de sıkı sıkı tembihte bulunur. Madem buraya kadar gelmişsiniz. Buyurun siz şöyle oturun size bir çay ikram edelim. Bu arada da minik yavrumuza bir iki elbise bakalım.

Tezgâhtar hemen bir bardak çay getirdi. Daha sonra Halime hanımın küçük kızının üzerinde bir kaç elbise denediler. Hangilerini sevdiğini sorup sevdiği elbiselerden bir kaçını çantaya koydular. Daha sonra ayakkabı numarasını sordular. Ona da biri yazlık diğeri kışlık olmak üzere Umut’a ayakkabı verilen mağazadan ayakkabı getirttiler. Ama bu kez ayakkabıların parasını da mağaza sahibi üstlenmişti. Minik yavru sevinçten havalara uçuyor inanamıyordu. “Anne bu elbiseler sahiden benim mi şimdi? Bunları sonra geri almazlar değil mi anne” diye de korkusunu dışarı vuruyordu. Halime hanım korkma yavrum kimse almaz. Onlar senin” derken gözyaşlarını tutamıyordu.

Mağaza sahibi Halime Hanım’a kimi kimsesi olup olmadığını sordu. “Olmaz mı beyim, elbette benim anam babam gardaşlarım var, onlar köydeler. Herkes bir ekmek kavgasına kapılmış gidiyor işte. Eşim ölünce köye dönmemi istediler. Köye dönsem yine bir kocaya verecekler. Bu sefer de elin adamı çocuklarımı kabullenir mi kabullenmez mi nereden bileyim? Çocuklarıma babalık dayağı yedirmek istemiyorum. Kocamdan kalan dul yetim maaşıyla yavrularıma bakmaya çalışıyorum. Allah’a şükürler olsun ki oturduğumuz ev de bizim. Kira derdi olmayınca en azından biraz olsun insan rahat oluyor. Yanlarına dönmedim diye anam babam gardaşlarım pek arayıp sormazlar. Aman onlar iyi olsunlar da yel esip kokusu gelsin. Napayım beyim, alnımıza böyle yazılmış çaresiz yaşayacağız. Bu hayırsever her kim ise Allah ne muradı varsa versin. Onun yavruları da onun sırtını yere getirmesinler. Bir dediğini ikiletmesinler. Allah ona Kâbe’ye yüz sürmeyi nasip etsin. Bu yetimlerimi sevindirdi ya Allah onun işini gücünü rast getirsin. Tuttuğunu altın etsin.”

-İnanın bu yaptığınız dualar onu fazlasıyla mutlu edecektir. Bu arada sizin de bir ihtiyacınız varsa onu giderelim.

-Yok beyim, Allah razı olsun. Bu yetimlerimin yüzleri güldü ya daha ne isterim ben. Allah razı olsun. İşiniz gücünüz rast gitsin. Biz size daha fazla sıkıntı vermeden gidelim.

-Estağfurullah, sıkıntı ne demek bilakis memnun olduk. Hem sizin sayenizde biz de para kazandık. Bu aldıklarınızın parası o hayırsever tarafından ödendi. Hem bir de zarf bırakmıştı onu da size vereyim. İhtiyacı olan biri gelirse bunu ona verirsiniz demişti. Zarf yazıhanemde kasada, biraz beklerseniz gidip alayım.

-Beyim benim yavrularımın yüzü güldü ya başka ne isterim. Siz o zarfı bir başka yardıma muhtaç olan birine verin. O gariban da sevinsin. Hem elbiseler hem para çok olur.

-Siz başkasını düşünmeyin. Onun zarfı bizde hiç bitmez. Mutlaka arada bir uğrar bırakır. Lütfen biraz bekleyin ben geliyorum.

Mağaza sahibi yanından ayrılır ayrılmaz Halime Hanım parayı almadan gitmek ister. Ama tezgâhtar bırakmaz.

-Hanımefendi siz giderseniz azarı ben işitirim. Ne olur en azından patron gelene kadar bekleyin almazsanız ondan almayın. Ama ne olur benim azar işitmeme neden olmayın.

Halime hanım çaresiz bekler. Biraz sonra mağaza sahibi elinde şişkin bir zarfla geri döner. Zarfı Halime Hanıma uzatarak “Buyurun efendim. Eğer bir ihtiyacınız olursa yine bekleriz”.

Halime Hanım duygulanmıştır. Titreyen elleriyle gözyaşlarını silerken, “Allah kimseyi yetimleriyle ortada koymasın. Babamın gardaşlarımın yapmadığını adını dahi bilmediğim biri yapıyor. İşte beni kahreden de bu. Çok teşekkür ediyorum efendim. Size yeterince rahatsızlık verdik. Hakkınızı helal edin. Biz de müsaadenizi isteyelim artık”.

“Estağfurullah, rahatsızlık yok efendim bilakis çok memnun olduk. Tekrar bekleriz. Güle güle” diyerek mağaza kapısına kadar Halime hanımı uğurlar.

Halime Hanım yol boyunca gözyaşlarını tutamaz. Oysa yanındaki minik kızının yüzünde güller açmaktadır. Sevincinden ne yapacağını şaşırmıştır. Elbiselerinin içinde bulunan çantayı annesine dahi vermeden kendisi taşımak istemiştir. Yolda zorlansa da annesine vermek istemez.

Halime Hanım evine geldiğinde zarfı açtığında az daha küçük dilini yutacaktır. Hiç beklemediği miktarda çok para vardır. Minik kızını komşuya emanet bırakıp doğruca oduncuya gider. Bir ton odunun parasını ve adresini verir. Oduncu hafta sonu evde olmasını odunun kapısına geleceğini söyler. Oradan bir kömürcüye giden Halime Hanım bir ton da kömür siparişini verip parasını öder. Odun kömürünü de almış olmanın rahatlığı içerisinde evine döner.

Hafta sonu Umut’u yorucu bir gün beklemektedir. Sipariş verilen odun kömürü taşımak işi ona kalmıştır. Hiç söylenmeden hem odunu hem de kömürü taşır. Ama işi bittiğinde Umut da yorgunluktan bitap düşmek üzeredir.

Umut da büyük bir değişim başlamıştır. Bedenen gelişirken zihnen de gelişmektedir. Ders notları yükselmiş arkadaşlarıyla arası hızla iyileşmiştir. Ama onun böyle gelişmesine sevinenler olduğu gibi kıskananlar da olmaktadır. Umut kimsenin ne dediğinden ne düşündüğünden habersiz hayatını basketbol ve derslerle doldurmuştur.

Okul takımında bir hayli başarılı olmuştu. Birkaç mahalli kulüp haberci gönderip onu takımlarında görmekten memnunluk duyacaklarını belirtmelerine rağmen Umut hiç birine gitmez. Mahalleye en yakın okulda arkadaşlarıyla oynadığı basketbol ona yetmektedir. Hiç bir kötü alışkanlığı da yoktur. Sadece annesinin onun gece yarılarına kadar kitap okumasından şikâyeti vardı. Oğlum akşama kadar gezip top oynayacağına otur kitabını oku. Sabaha kadar kitap okumak da neyin nesi, hem gözlerine yazık. Konu komşu bu kadar fazla kitap okumasın sonra kafayı yer diyorlar”.

-Yahu anam bırak şu konu komşunun ne dediğini. Onlar değil miydi senin oğlun okusun ben başımı keserim diyen?

Halime Hanım oğlunun gelişiminden son derece memnundu. Umut ortaokulu bitirmiş meslek lisesi sınavını onuncu olarak kazanmıştı. Bu hiç kimsenin Umut’tan beklemediği bir başarıydı.

Umut meslek okulunda da basketbola devam etti. Hatta o seçmelere girmeden onu daha önceden tanıyan bazı öğrenciler beden hocasına tavsiye etmişlerdi. O seçmelere katılmadan okul takımına alınmıştı. Kısa sürede okul takımında kendisini göstermişti. Takımda oyun kurucu görevini üstlenmişti. Elinden top kapmak neredeyse imkansızdı. Top sürerken çok rahat oyuncu geçiyor ya da birkaç oyuncuyu oyundan düşürebiliyordu.

Lise ortaokuldan çok farklıydı. Lisenin kendi kapalı spor salonu vardı. Okuldan sonra okulda kalan öğrenciler ve onlara katılan öğretmenler arasında çok çekişmeli maçlar yapılıyordu. Okul on altıda bitmesine rağmen maçtan çıktıklarında saat yirmi ikiyi bulmuş oluyor. İşin tuhafı saat ona kadar maç yaptıkları öğretmenleri ertesi günü ödevlerinin de hazır olmasını istiyordu. Tabii yapılmayan ödevlerin cezası da gecikmiyordu. Bu yüzden Umut saat kaça kadar sürerse sürsün ödevlerini bitirmeye gayret ediyordu.

Liseye başlamıştı ama sefalet devam ediyordu. Annesi her geçen gün hayat şartları karşısında kendisini biraz daha çaresiz hissediyordu. Umut yine bir gün okuldan eve geç saate döndü. Kapıyı açıp eve girdiğinde her taraf karanlıktı. Annesi bu saatte yatmazdı. Hele ki Umut eve girmeden kesinlikle uyumazdı. Acaba komşuya mı gitti diye içinden geçirirken annesinin sesini duydu.

-Umut, sen mi geldin kuzum?

-Evet anne, ben geldim. Anne siz neden karanlıkta oturuyorsunuz?

-Elektrikler kesildi oğlum. Ödenmemiş elektrik borcumuz varmış. TEK’ten gelip sordular. “Borcunuzu ödeyin yoksa elektriğinizi keseceğiz” dediler. Benim de param yoktu ödeyemedim.

-Benim için sorun yok da anne Siz bütün akşam böyle karanlıkta mı oturdunuz?

-Nereye gideyim oğlum. Kime gitsem evinde erkeği var. İnsan rahat oturamıyor. Bu yüzden evde oturduk kardeşinle.

-Fatma karanlıktan korkmadı değil mi? Benim için sorun yok anne. Sen beni düşünme ben bir şekilde işimi hallederim de siz ne yapacaksınız böyle karanlıkta?

-Allah büyük yavrum, kul sıkışmadan Hızır imdada yetişmezmiş. Asıl sen nasıl yapacaksın ödevlerini ben onu düşünüyorum.

-O kolay anne sen meraklanma.

-Nasıl kolay oğlum? Elektrik yok mum ışığında mı yapacaksın ödevlerini.

-Mum ışığı mı kaldı anam. Şimdi hallediyorum ben. Sen yemek yaptın mı onu söyle, kurt gibi açım.

-Yaptım oğlum yaptım kuzum. Bulgur pilavı var, yanına da turşu. Hemen ısıtıp getireceğim de elektrikler kesik, mutfak da karanlık.

-Anam sana zahmet sen ısıtmadan getir ben onu öyle de yerim. Sen yemeğimi hazırlarken bende şu masamı hazırlayayım da ödevimi yapayım.

-Oğlum bu karanlıkta nasıl yapacaksın ödevini.

-Meraklanma anam ben şimdi hallediyorum. Haydi, sen yemeğimi getir de vakit kaybetmeyim.

Halime hanım mutfağa doğru giderken Umut masayı balkona taşıyordu. Balkonun önünde bir sokak direği vardı. Sokak lambası yandığı zaman balkonu da aydınlatıyordu. Sokak lambasından gelen ışık fazla olmasa da kitabı okuyabiliyordu. Sandalyesini de balkona götüren Umut ödevlerine başlamıştı bile. Annesi elinde yemek sinisiyle odaya geldiğinde Umut’u göremeyince şaşırdı.

-Oğlum neredesin?

-Buradayım anne, balkonda. Dur ben geliyorum. Yemeğimi arada yiyeyim. Burada masanın üstü kitaplarla dolu.

Umut oturma odasına geçti. Karanlıkta yemeğini hem büyük bir iştahla ve hızla yedi. Annesi, “yavaş oğlum ardından atlı kovalamıyor ya” dediyse de Umut duymadı bile. Fena halde acıkmıştı. Tabağında ne varsa silip süpürdü. Annesine teşekkür edip hemen ödevlerinin başına geçti. Annesi, “Biz de yatıyoruz o zaman. Sende kendini fazla zorlama. Olmadı erken yat uyu. Sabah saati erkene kurarsın. Erkenden kalkıp ödevini tamamlarsın” deyip yatmaya gitti.

Umut balkonda tek başına kaldığında annesinin yaşadığı çaresizliği düşündü. Bakkaldan veresiye alıyorlardı. Maaşların büyük bir kısmı da bakkala gidiyordu. Enflasyon almış başını gitmişti. Halkın cebindeki para her gün durduğu yerde eriyordu. Böyle olmayacak, bir şeyler yapmalıyım diye düşündü.

Ödevlerini bitirdiğinde hemen yatmaya gitti. Uyandığında okulun başlamasına çok az bir zaman olduğunu gördü. Hızla giyinip elini yüzünü yıkadı. Hızla koşar adım okula gitti. Okula vardığında arkadaşından kötü haberi almıştı. Elektroteknik öğretmeni her ders bir kaç kişiyi tahtaya sözlüye çıkarıyordu. O an mazeretsiz sınıfta bulunmazlarsa ona sıfır veriyordu. O sabahta piyango tesadüfen Umut’a vurmuştu. Sınıfta olmadığı için öğretmen sıfırı basmıştı. Hemen parmak kaldırıp söz hakkı istedi. Öğretmen, “söyle” dedi.

-Hocam sözlü için benim numaramı okumuşsunuz. Sınıfta olmadığım için sıfır vermişsiniz. Gecikmeli de olsa buradayım, sözlüye kalkabilir miyim?

Elektroteknik dersi gerçekten formüllerle dolu bir dersti. Formülün birini hatırlayamazsa problemi bitirmesi imkânsızdı. Hoca, “Gel bakalım, boyunun ölçüsü ne kadarmış görelim” dedi. Hoca önce tahtaya seri ve paralel bağlantılardan oluşan bir karışık devre çizerek problemi çözmesini istedi.

Umut problemi çözmeye başladı. Formülleri bir bir tahtaya yazıyor sırasıyla aranan değerleri buluyordu. Problemi bitirdiğinde neredeyse dersin yarısı bitmişti. Tahtaya yazılan cevabı inceleyen hoca Umut’un konuyu bildiğini yazılan formüllerden anlamıştı. Ama Umut farkına varmadan çarpma yaparken bir işlem hatası yapmıştı. O hata direk sonucu etkiliyor ve cevap yanlış çıkıyordu. Bu yüzden Umut’a sordu, “Problemi doğru çözdüğünden emin misin?”

Umut yüzünü kara tahtaya dönüp en baştan kontrol etmeye başladı. Hata yaptığı yeri gördü ve yeniden düzeltmeye başladı. Bütün formüllerdeki değerler değişmek zorundaydı. Bütün işlemleri yeni baştan yaptı. Sonra sonuçtan emin olduğunda “bitirdim” hocam dedi.

Hoca yeniden “emin misin” diye sordu. Umut, “eminim hocam” diye tekrarladı. Hoca gülerek, “Biz seni Umut biliyorduk” dedi. Umut gülümsedi,

“Sonuçtan eminim demek istemiştim” hocam dedi.

-Tamam, otur bakalım. Sıfırın üstüne bir sıfır daha.

Umut bir an şaşırdı. Kekeleyerek “ama hocam doğru yaptım” diyerek itiraz etti.

-Otur lan işte. Sıfır üstüne bir sıfır daha koyunca sekiz olur

Umut’un endişeyle gerilen yüzünü bir tebessüm kapladı. “Teşekkür ederim hocam” deyip yerine oturdu. Okulda gün güzel başlamıştı ama Umut dersleri değil evin elektriğini düşünüyordu. Okul bittiğinde her akşam spor yapan kadro yine spor salonunun yolunu tutmuştu. Ama bu kez Umut yoktu aralarında. Hocalardan biri öğrencilerden birini gönderip Umut’u bulup getirmesini söyledi. Öğrenci Umut’u bulmuştu ama Umut’un gitmesi gerekiyordu. “ya gardaş sen beni bulmamış olsan. Ben senden önce okuldan gitmiş olsam olmaz mı? Bir takılırsam akşam onu buluyor. Bugün ödevde çok, kalamam. Ne olur bugünlük beni idare ediversen?” Öğrenci, “Tamam, sorun yok sen git. Ben bulamadığımı söylerim.” Umut teşekkür edip okuldan ayrıldı.

Yürüyerek mahalleye girdi. Bir binanın önünde kömür gördü. Belli ki kömürlüğe ya da sahibinin balkonuna taşınması gerekiyordu. Bekledi biraz sonra yaşlı bir kadın gelip kömürün başında dikilmeye başladı.

-Teyze kömür senin mi?

-He benim oğlum. Taşınacak da taşıyacak adam bulamıyorum. Sen taşır mısın? Bak her gaça taşırsan paranı da veririm.

-Nereye taşınacak teyze, kömürlüğe mi?

-Yok yavrum, üçüncü kata taşınacak. Ben her gün yukarı kömür taşıyamıyorum, artık yaşlandık. Ne diyon taşıyabilin mi? Ben hemen çuvalınan küreğini getiririm.

-Ne kadar vereceksin teyze?

-Kadın Umut’u toy görüp işi ucuz kapatmak ister. Sana helalinden bir 50 lira veririm.

-Nörüyon teyze ya, senin paran mark mı dolar mı?

-Kim yitirmiş ki ben bulayım markı doları kuzum.

-Şaka yaptım teyze. Senin paran pek değerliymiş. O paraya bir ton kömür üçüncü kata taşınmaz. Sen başka birini bul. Haydi, işin gücün rast gelsin.

Umut’un gideceğini anlayan yaşlı kadın, “Dur yavrum dur kuzum, bak yaşlı bir kadınım yardım et de şu kömür ortadan kalksın. Sen ne istiyon. Tamam, elliyi beğenmedin madem yitmiş beş olsun.”

-Teyze ya sen paranın değerinden ya da kömürün ağırlığından haberin yok. Gözünü sevdiğim o dediğin parayla kirlenen sırtımı hamamda keseletemem bile. Nörüyon sen Allanı seversen.

-Kiminin duası kiminin parası be kuzum. Haydi, yardım et de vakit geçmeden taşıyalım şu kömürü. Hem sana bol bol dua ederim.

-Allah razı olsun teyze. Sen biraz daha çık da ben de sana dua edeyim. Doğru dürüst bişi söyle de taşıyalım. Dediğin parayı bayram da çocuğa harçlık versen kabul etmez valla. Bunu sende biliyon mahsus mu yapıyon ne?

-İyi madem sen ne istiyon onu söyle.

-Teyze işin bitince ben temiz bir üç yüz liranı alırım. Sonra da helalleşir gideriz.

-Çok istedin be kuzum. Sen üç yüz lira ne kadar onu bilmiyon herhalım.

-Bilmem mi teyze. Bu bi ton kömürü taşıtmaya sen bir adam çağırsan en az yedi yüz elli den aşağıya razı olmaz bunu biliyon ama beni çocuk gördün beleşe taşıtmak istiyon. İnan paraya ihtiyacım olmasa bedavaya bile taşırdım ama yokluğun gözü kör olsun işte para lazım.

-İyi, madem öyle diyon gel daşı. Napalım bu seferlik de bööle ossun.

Umut birkaç saat sonra kömürleri üçüncü kata taşımıştır ama üstü başı simsiyahtır. Kadın gelir önce Umut’un eline iki yüz lira koyar.

-Yavrum biz üç yüze anlaştık ama o kadar param yokmuş. Şu iki yüzü al da hakkını helal et.

-Vallahi hakkımı helal etmem teyze. Biz seninle ne anlaşmışsak o parayı isterim. Şu üstümün başımın haline bak da insaf et biraz. Bu paraya kim taşır bir ton kömürü üçüncü kata.

Kadın o esnada ağzından kaçırır. “1.5 ton”

-Umut şaşkınlık içerisindedir. “Ne 1,5 ton mu? Teyze hakikaten sende hiç vicdan yokmuş. Ben 1 ton diye 300 istedim sen 1,5 tonu 200’e taşıtmaya kalkıyorsun. Şimdi ben 400 isterim. Yoksa para mara almadan giderim hakkımı helal etmem.

-Kadın sokrana sokrana göğsünden bir yüz lira daha çıkartır. Al işte anlaştığımız 300’ün. Sen tonuna anlaşmadın gabalasına anlaştın. Ben 400 niyim virmem.

Kitaplarını ve ceketini alan Umut kadının uzattığı parayı kaptığı gibi kadının yüzüne dahi bakmadan oradan ayrılır. Umut’un arkasından bakan kadın, “şimdiki gençlerde de hiç ahlak kalmamış. 300’e anlaş sonra da gel 400 iste. Ben kulundan utanmıyon madem Allah’tan da mı korkmuyorsun? Diye söylene söylene evinin yolunu tutar.

Umut haksızlığa uğradığı hakkı yendiği için kızgındır. Hakkımı helal etmiyorum. Yorgun argın evlerine varır. Annesi Umut’u eli yüzü kapkara görünce şaşırır.

-Nu oldu oğlum sana böyle. Bacanın içine mi girdin her tarafın kapkara olmuş.

-Yok be ana, okuldan gelirken biri kömür almış onu taşıdım. Al bu da oradan kazandığım para. Şöyle birkaç gün daha böyle bir iş bulursam inşallah elektriği açtırırız. Ben hemen bir duş alayım.

-İyi de oğlum sıcak su yok. Soğuk suyla da hasta olursun. Dur ben güğüme su doldurup balkona koymuştum bulaşıkları yıkarım diye. O ısınmıştır. Onunla idare edersin artık.

-Sağ olasın anam. Sen yarın balkona daha fazla su koy. Bari çalışırsam duşumu olsun alabileyim.

O günden sonra Umut okuldan sonra çevrede taşınacak odun kömür aramaya başladı. Bir hafta boyunca iki üç tane daha bulmuştu. Şükür ki oradan kazandıklarıyla elektriği açtırabilmişti.

Böyle olmayacaktı. Hafta sonu spor yapmayı bırakıp bir kömür satış yerinin orada bekleme başladı. Kömür alan adamlara kömürünü taşımayı teklif ediyordu. Burada bayağı bir iş çıktı kendisine. Kömür satın alan adamla anlaşıyor, kömürün adamın evine indirileceği saati öğrenip o gün o saatte kendisine verilen adreste oluyor kömürü taşıyıp bir sonraki işine gidiyordu. Okulun ilk yılında sınıfı geçmeyi başarmıştı. Artık bütün yaz boyunca kömürcünün orada durdu. Tatil boyunca kömür taşıdı. Tabii bu arada kömür tozundan olsa gerek yine cilt hastalığı başladı.

Okulunun açılmasına bir kaç gün kala artık kömür taşıyamayacağını anlamıştı. Vücudunun her yeri fena kızarmış ve fena halde kaşınıyordu. Doktora gitti, doktor ekzema yani cilt hastalığı teşhisini koymuştu. Reçete yazıp ilaçlarını aksatmamasını istedi.

Umut için bereketli bir yaz olmuştu. Hem bayağı bir para biriktirmiş hem de yük taşıdığı için kasları gelişmişti. Yine okullar açıldı. Umut’un bütün yaz bin bir emekle biriktirdiği paralar yavaş yavaş defter kitap parası olarak erimeye başlamıştı.

Böyle olmayacaktı, eğer okumak istiyorsa bir de iş bulmalıydı. Mahallede bulunan marketle bakkalla konuştu. Market sahibi gün boyunca sakin oluyor ama akşama doğru yoğunluktan müşterilere yetişemiyorum. Akşam saatlerinde yardım edersen eline üç beş bir şey geçer. Hem bazen meyve ve sebzelerinde çürüklerini ve geçmiş olanlarını ayıklamak gerekiyor. Çürükleri seçersin yenebilecek olanları da evine götürürsün. Cumartesi Pazar da bütün gün yardım edersin. Çünkü genelde hafta sonu çok satış oluyor. Meyve ve sebze de geliyor. Onların taşınması yerleştirilmesi de lazım. Umut sevinmişti bu işe hemen kabul etti.

Umut hem okula gidiyor okuldan sonra da hemen işe başlıyordu. Çok sevdiği basketbol için bile zaman ayıramaz oldu. Okul basketbol takımı antrenmanlara başlamıştı. Hoca onun da bu antrenmanlara katılmasını söyledi. Umut durumunu öğretmenine anlattı. Öğretmen de Umut’un durumuna üzülmüştü. Ama Umut okul takımı için vazgeçilmez oyunculardan biriydi. Onun antrenmanları aksatmaması için bir çözüm buldu. Okulda her Çarşamba günü öğleden sonra talebeleri sosyal aktivitelere yönlendirmek için bazı sosyal kolları kurulmuştu. Spor kolu, Trafik kolu, Kitaplık kolu gibi kollar her Çarşamba öğleden sonra bir sınıfta toplanıp ne tür faaliyetler yapabilirler onu araştırıp bu faaliyetleri gerçekleştirmenin yollarını arıyorlardı. Umut da sınıfta spor kolu başkanlığına getirilmişti. Fakat okul takımında olduğu için bu kol faaliyetlerine katılmayacak okul takımının antrenmanlarına katılacaktı. Hafta sonları da antrenmanları sabah sekize aldılar. İki saat antrenman yapacaklardı. Umut’un sadece maç saatlerinde marketten izin alması gerekiyordu. Umut bu düzenlemenin kendisi içinde uygun olduğunu biliyordu. “Tamam hocam, böyle olursa benim için de sanırım bir sorun olmaz” dedi.

Umut okul-iş-basketbol üçgeninde koşturup duruyordu. Her Çarşamba öğleden sonra ve cumartesi sabah takım antrenmanlarına katılmaya başladı. Yine bir Çarşamba öğleden sonra antrenmanlarını bitirmişlerdi. Herkes sınıflarda olduğu için bunlarda spor salonundan bahçeye çıkmışlar teneffüs zilinin çalmasını beklemeye başlamışlardı.

Arkadaşlarından birisi, “Şöyle zula bir yer bulalım da birer sigara içelim. Sabahtan beri bir tane bile içemedim, başım döndü sigarasızlıktan” dedi. Tam bu sırada onlar farkında değildi ama okulda çalışan bayan memurlardan biri arkalarından geçiyordu ve maalesef ki söylenen son cümleyi duymuştu. Üzerine hiç vazife olmadığı halde öğrencilere dönüp. “siz benim yanımda nasıl sigara içelim dersiniz. Ben sizi müdür muavinine şikayet etmez miyim?” dedi. Onu tanıyan öğrencilerden birisi biraz da lakayıtça, “iyi ama siz ne öğretmensiniz ne de müdür yardımcısı. Siz sadece okulun evrak işlemlerini yapan bir memursunuz. Bizim ne yaptığımız sizi ilgilendirmez. Siz gidin kendi işinize bakın” dedi. Bunu duyan kadın bir anda sinirlendi. “Siz nasıl talebelersiniz. Karşınızda bir bayan var ve sizden büyük. En azından saygı gereği böyle konuşmamanız lazım” diye kızınca aynı öğrenci, “Biz size saygısızlık yapmadık. Hatta geldiğinizi ne duyduk ne gördük. Birden arkamızda belirdiniz. Hem siz kabul etseniz de etmeseniz de bazılarımız sigara içiyor ve tiryakisi olmuş durumda. Bundan ailelerimiz bile haberdar iken birilerinin bize bu yasağı dayatmasını anlayamıyorum. Özel hayatımıza olsun biraz müsamaha gösterseniz ne olur sanki? Sanki siz hiç öğrenci olmadınız mı?” deyince kadın daha da sinirlenerek, “Şuna bak ya özrü kabahatinden büyük. Ben sizinle uğraşamam gidip müdür muavinine söyleyim. O size gereken dersi verir nasılsa” diyerek çocukların yanından ayrılır.

O gider gitmez öğrencileri telaşlanır. Çünkü kadının şikayet edeceği kesinlik kazanmıştır. Hemen okulun arka tarafına gidip ceplerindeki sigaraları bahçeye saklarlar. Biraz daha oyalandıktan sonra “haydi hemen dağılalım yoksa yakayı ele vereceğiz der birisi”. Ama geç kalmışlardır, müdür muavini kapıda onları görmüş yanlarına çağırmıştır bile. “Hepiniz hemen odama geliyorsunuz” diye emreder.

Müdür muavinin odasından içeri girerler. Müdür muavini, “ceplerinizde ne var ne yoksa hepsini masanın üstüne koyun” der. Öğrenciler ceplerindeki her şeyi masanın üstüne koyarken müdür muavini çocukların ellerindeki çantaları almış aralarına mesafe koyarak çantaları da yere boşaltmaya başlamıştır. Çantalarda spor malzemelerinden başka bir şey yoktur. Ceplerden çıkanlarda da yasak bir şey bulamaz. “Sigaraları nereye sakladınız” diye gürler müdür muavini. Kimseden çıt çıkmaz. Kimdi o Lale Hanıma saygısızca konuşan? Yine kimseden bir ses çıkmaz. “Bakın sinirleniyorum sizin için iyi olmaz, söyleyin kimdi o saygısız?”

Bu sırada cam kenarında bulunan kaloriferin altından yaklaşık bir metre uzunluğunda yedi-sekiz santim kalınlığında bir sopa çıkartır. Öğrencilerin gözü sopaya gitmiştir ama hiç kimse arkadaşını ispiyonlamayı kendisine yediremez.

Öğretmen sinirlenmiştir, gözüne Umut’u kestirir ve hırsla sopayı Umut’un kalçasına indirir. Umut’un feci şekilde canı yanmıştı. Umut’un gözünden yaş gelirken öğretmen sopayı bir diğer öğrencinin koluna bir diğerinin baldırına yani sopayı gözü dönmüş bir biçimde sağa sola sallamaktadır. Her salladığında da bir öğrenciyi yere devirir. Kısa sürede öğrencilerin hepsi yerde kıvranmaktadır. Ama müdür muavini hırsını alamamıştır. “Kimdi o saygısız diye” diye bütün hırsıyla bağırarak sorar.

Onca dayaktan sonra arkadaşlarının kendisi yüzünden dayak yemesine tahammül edemeyen çocuklardan biri, “bendim hocam” diye inler. Olanlar da o an olur zaten. Öğretmen hırs ve öfkeyle sopayı öğrenciye öyle bir vurur ki öğrencinin çıkarttığı feryadın yüksekliğinden müdür muavinin kendisi korkar. Ama çocuk fena halde yerde kıvranmaktadır. Ne yapacağını şaşıran muavin kendisini dışarı atar.

Çocuklar bir süre müdür muavinin odasında beklerler. Umut ve arkadaşları yerde kıvranan arkadaşlarını ayağa kaldırmaya çalışırlar ama maalesef çocuk ayaklarının üzerine basamaz. Çocukların hepsinde hasar büyüktür.

Bir süre sonra bir öğretmen içeri girerek öğrencilerin durumunu kontrol eder. “Çocuklar çantalarınız alın ve evlerinize gidin. Ailelerinize sakın bir şey anlatmayın. Bu mesele de burada kapansın” der. Yerlere dökülü eşyalarını çantalarına koyan çocuklar masanın üzerindeki eşyalarını da ceplerine koyup müdür muavinin odasını terk ederlerken Ferdi ayağının üzerine basamamaktadır.

Ferdi’nin yardım almadan eve gidemeyeceği anlaşılmıştır da hasarın ne kadar olduğu bilinmemektedir. Onların bu halini izleyen öğretmen, “Dur bakayım oğlum, şu pantolonunun paçalarını yukarı sıyır bakalım bacağın ne durumda” Pantolonun paçası yukarı sıyrıldığında ortaya çıkan manzara karşısında hem öğretmen hem o durumu gören öğrenciler korku ve şaşkınlıktan az daha küçük dillerini yutacaklardı. Ferdi’nin sol arka baldırında kocaman bir morluk vardı. Daha doğrusu kan toplanması. Manzarayı gören hoca gözlerine inanamaz. “Çocuk senin olmayınca dövmesi kolay oluyor. Kendi çocuğuna bir fiske vurmaya kıyamazsın el alemin yavrusuna kıran girersin. Ne deyim ben sana be hoca” diye söylenir.

-Ferdi oğlum senin bu halde eve gitmen doğru değil. Yaslan omuzuma da seninle hastaneye gidelim. Orada da dayak yedim deme, düştüm filan de başımız belaya girmesin.

Ferdi hastaneye diğer çocuklar ise evlerine giderler ama hiç birinde ne moral ne de yürüyecek derman vardır.

Eve vardığında kolundaki morluğu annesinden gizlemek için eve girer girmez yatmaya gider. Oğlunun yattığını gören annesi, “Oğlum bu saatte ne uykusu, bakkal seni bekler. Haydi yemeğini getireyim sen de ye işine git”. Anne okulda antrenmanda fena düştüm kolum sancıyor. Sanırım bugün çalışamayacağım. Sana zahmet bakkal amcaya söyle de kolum iyileşene kadar bana izin versin. Sanırım basketbola da gidemeyeceğim”.

Anne bir anda telaşlanır, zorla da olsa kolunu açtırır. Kolu gördüğünde Halime Hanımın öyle bir çığlık atar ki Umut korkar.

-Yavaş anam bağırma öyle. Bir iki güne kalmaz geçer.

-Oğlum bu düşmeye filan benzemiyor. Hangi eli kopasıca vurdu sana böyle? Yolda biriyle mi kapıştın, kim yaptı sana bunu?

Ama Umut’tan tek laf alamaz. Annesi hemen mahallenin kasabına giderek biraz iç yağı alır. Biraz soğan doğrar sonra da soğanı içyağın içine koyup üzerine birazcık zeytin yağı gezdirir. Sonra eski tülbentlerinden birini alarak çaprazlama katlar. Sonra iç yağını tülbentin içine koyup Umut’un koluna sardı. “Sen uzan kuzum. Ben bakkala söylerim bu hafta başının çaresine baksın artık.”

Umut bütün gece kolunun sancısından uyuyamadı. Ertesi günü okula gidemedi ama annesi gidip okula oğlunun kolunun sakatlandığı için okula gelemeyeceğini söyledi. Müdür muavini, “Tamam hanım, ben onu bir hafta izinli yazıyorum. Bir hafta sonra okula gelsin ama” dedi.

Öğretmen Halime Hanımın olan bitenden haberi olmadığını anlamıştı. Olay dallanıp budaklanmasın diye Umut’u raporlu gibi göstermişti. Tabi aynı muamele diğer dayak yiyen öğrenciler için de geçerliydi.

Ancak Ferdi’nin babası oğlunu o halde görünce dayanamamış durumu Milli Eğitim Müdürlüğüne haber vermişti. Ayrıca hastaneden 1 aylık rapor almıştı. Çünkü kendisi de bir öğretmendi. Üstelik oğlunu böylesine döven kişi de yakın arkadaşıydı. Bunun için kabullenemiyordu.

Müdür muavini araya Ferdinin babasının hatırını kıramayacağı ortak arkadaşlar koyup özür dilemişti ama Ferdi’nin basının öfkesi dinecek gibi değildi. Müdür muavini çok güvendiği ağzı sıkı bir dostu aracılığıyla Ferdi’nin bu okulda olduğu müddetçe sınıfta kalma gibi bir sorun yaşamayacağına söz vermiş el atından da yüklü miktarda para göndermişti. Ferdi’nin babası aslında vazgeçmeyecekti ama paraya çok sıkışmıştı. Kooperatif taksiti gecikmişti. Son iki ödemesi kalmıştı. Borç için çalmadığı kapı kalmamıştı. Hatta oğlunu döven müdür muavinden de istemiş ama olumlu yanıt alamamıştı. Ferdinin babasının sıkışıklığını bilen kurt müdür muavini onu nazik yerinden yakalamıştı. Ferdinin babası şikayetini geri çekmiş ama dostlukları da bir daha da hiç düzelmedi.

Yedikleri dayaklardan sonra okul takımı ikisi as takım oyuncusu 3 yedek olmak üzere beş kayıp vermişti. Ferdi haricindeki oyuncular ancak üçüncü karşılaşmalara yetişmişlerdi ama antrenmanları kaçırdıkları için takımda uyum yoktu. Sonuçta o yıl bütün karşılaşmaları kaybettiler. Ferdi de bir daha okul takımında oynamadı.

Zaman hızla geçiyordu. Umut iki hafta içinde eski haline dönmeye başlamıştı. Bir haftalık ara ona tatil gibi gelmişti. Hem okul hem iş hem de spor onu fazlasıyla yormuştu. Bir hafta boyunca bol bol yattı kitap okudu. Bir hafta sonra okula başladığında takım arkadaşlarından Ferdi hariç diğerlerinin de okula gelmeye başladıklarını gördü. Onları sağ salim görmek Umut’u sevindirmişti.

Olay aslında bütün şehrin dilindeydi. Ancak Müdür Muavinin güçlü ilişkileri sayesinde ört bas edilmişti. Yoksa Müdür Muavinin meslekten ihracı kesindi. Bir ay içerisinde her şey eskiye döndü. Herkes her şeyi unuturken olayı yaşayanların beynine ise kazınmıştı. Umut tekrar bakkaldaki işine döndü. Gücü nispetince koşturup duruyordu.

Halime hanım oğlunun gayretini gördükçe çok mutlu oluyordu. “Adını Umut koydum ki yaşama tutunmama yardım etsin diye. Yavrum ne çocukluğunu yaşayabildi ne de gençliğini yaşayabiliyor. Ama en güzel tarafı hayatı öğreniyor galiba bu çocuk büyüyor artık” diye düşünüyordu.

Umut’un derslerden yana durumu da fena değildi. Öyle ahım şahım yüksek not almıyordu ama zayıf notu da yoktu. Evde önceki zamanlarda olduğu gibi derslerine çalışmak için vakti olmuyordu. Bu yüzden derslerde çok aktif oluyordu. Anlamadığı yerleri tekrar tekrar soruyor konuyu derste anlamaya çalışıyordu. Derslerden imtihan olmaya yakın da bol bol kopya hazırlıyordu. Ders çalışmanın en iyi yönteminin kopya hazırlamak olduğunu anlamıştı.

İmtihanlardan birinde kopya çeken çocuklardan biri yakalanınca, “Hocam herkes çekiyor siz bir beni yakalıyorsunuz ama bu haksızlık. O zaman herkesi yakalayın” diye itiraz edince öğretmen de kimler çekiyor diye sordu. Yakalanan çocuk ilk olarak Umut’un ismini vermişti. Öğretmen Umut’un üzerini arayınca hazırladığı kopyalar cebinden çıkmıştı. Umut itiraz etti.

-Hocam, evet ben kopya hazırlıyorum ama kopya çekmiyorum ki? İmtihana hazırlanmanın en iyi yolu kopya hazırlamak. Kopya hazırlarken konuyu okumak zorunda kalıyorum. Okurken de bilgiler kafamda kalıyor. Bende kopya çekme ihtiyacı hissetmeden soruları cevaplandırıyorum. Eğer siz beni kopya çekerken yakalarsanız vereceğiniz her cezaya razıyım. Ama yemin ederim ki kopya çekmiyorum. Sadece hazırlıyorum.

-Onu anlamanın en kolay yolu sözlüden geçer. Teneffüste seni sözlüye kaldıracağım. Verdiğin cevaplarla kâğıda yazdığın cevaplar tutuşursa kaç aldınsa hem sözlü hem de yazılı notun olacak. Şimdi o kopyaları ver ve soruları cevaplamaya devam et.

Sonra kopya çekerken yakalanan çocuğa dönüp, “sana gelince, bu yazılıdan sıfır alacaksın. Çünkü seni çekerken yakaladım. Ama bu sıfır telafi etmek istersen seni de gelecek ders sözlüye kaldırabilirim. Sözlüde ki sorular tabii ki farklı olacak. Ama istemezsen sen bilirsin. Bir de sen kopya çekerken yakalanmışsın. Ne diye bir başka arkadaşını ele veriyorsun. Ayıp değil mi, insan arkadaşını satar mı? O da sıfır almış olsaydı mutlu mu olacaktın. Hoş, henüz sıfır almış olmaktan kurtulmuş da değil. Onu da teneffüste sözlü de anlayacağız.

Umut sınavı en önce tamamlayanlardan biri olmuştu. Cevap kâğıdını öğretmene teslim etti. Ders sonunda sınav da tamamlanmış oldu. Öğretmen cevap kâğıtlarını topladı. Umut’a dönüp, “Şimdi tahtaya gel bakalım Umut efendi. Gel de kopya çekiyor musun çekmiyor musun onu anlayalım” dedi. Umut tahtaya çıktı ve öğretmenin imtihanda sorduğu soruları sırayla cevaplandırmaya çalıştı. Verdiği cevaplar neredeyse kâğıda yazdığı cevaplarla bire bir aynıydı. Cevapların genelde doğru ama eksiklerinde var. Yazılı ve sözlü notu olarak sana sekiz veriyorum. Ama bir daha imtihana girerken hazırladığın kopyaları imtihana başlamadan bana vereceksin. Yoksa bundan sonra seni de kopya çektin sayarım bilmiş ol” dedi. Umut, teşekkür edip yerine otururken kendisini ele veren arkadaşına da, “beni müzevirlediğine değdi mi bari diye sitem etti”. Arkadaşı suçluluk duygusu altında başını öne eğdi.

Günler bu şekilde eriyip gidiyordu. Umut’un kardeşi Fatma’da okula gidiyordu. Gündüzleri boş zaman bulan Halime hanım zenginlerin evlerine gündelikçiliğe gitmeye başladı. Aldığı maaşın yanına Umut’un ve kendi kazancını da katınca maddi olarak bir hayli rahatlamışlardı.

Artık Umut’un okulda son senesiydi. Umut’ta bu yıl apayrı bir heyecan vardı. Çünkü Umut bu yıl üniversite imtihanlarına katılacaktı. Beklenen gün gelip çatmıştı. Umut’un heyecanı bir gün öncesinde tavan yapmıştı. Geceleri gözüne uyku girmez oldu. Ne yapsa da uyuyamıyordu. Sınav sabahı erkenden kalktı. Sınava katılım belgelerini tekrardan gözden geçirdi. Güzelce kahvaltısını yaptı. Evden çıkacakken halime hanım Umut’un yanına elinde bir avuç pirinçle geldi. Umut şaşkınca annesine baktı.

-Hayırdı anne, bunlar da ne?

-Okunmuş pirinç oğlum. Cebinde bulunsun.

-Ya anam bırak şu batıl inançları. Benim bilemediğim soruları bu pirinçler mi cevaplayacak?

-Öyle deme oğlum çarpılırsın maazallah. Hem herkes koyuyor. Hem sana ne zararı var? İmtihan boyunca yanında dursun çıkınca kuşlara atarsın. Hem de beni üzmemiş olursun.

Derken pirinçleri Umut’un ceketinin cebine elleriyle koymuştu bile. Umut evden çıkarken, “şimdilik için rahat etsin diye bir şey demiyorum ama bu batıl inançları seninle konuşacağız daha” dedi annesine.

-Tamam kuzuuum, sen hele şimdi cebine koy biz sonra konuşuruz seninle. Haydi Rabbim zihin açıklığı versin. Allah yüzüne baksın, utandırmasın. Haydi, güle güle kınalı kuzuuum benim.

Umut sınava gireceği okula gitti. Sınav belgelerini verdi. Önce öğretmenler sınavın nasıl yapılacağı konusunda kısa bir bilgilendirme yaptılar. Daha öğrencilere önce cevap anahtarını sonra da soru kitapçıklarını dağıttılar. Öğretmenlerin başlayabilirsiniz komutuyla bütün öğrenciler sorulara gömüldüler.

Umut önce soruyu okuyor, bildiklerinin cevabını hemen işaretleyip hemen bir sonraki soruya geçiyordu. Bildikleri soruları cevaplandırdıktan sonra cevaplamadığı sorulara tekrar dönüp cevabı hakkında tekrar bilgilerini gözden geçiriyor iyice düşündükten sonra cevaplandırıyordu. Sınav bittiğinde umut kazandığından emin bir şekilde bu iş bu kadar deyip soru ve cevap kağıdını teslim edip evin yolunu tuttu.

Umut eve vardığında annesini büyük bir heyecan içerisinde kendisini beklerken buldu. Annesi,

-Nasıl geçti yavrum? Zor sorular değildi inşallah.
-Sorular çok kolaydı anne. Beni sınav düşündürmüyor. Sınavı nasılsa kazandım da ikinci sınavda hangi okulu seçsem onu düşünüyorum. Sahi sen oğlunu ne olarak görmek istersin? Mesela avukat olsam mutlu olur musun?

-Niye olmayım yavrum, yeter ki sen adam ol. Bir zamanlar senin oğlun okursa başımı keserim” diyenleri utandır yeter bana.

-Tamam anam, senin için avukat olacağım. Ama okulu kazanırsam okula hangi parayla gideceğim? Nerede nasıl kalacağım onu da bilmiyorum ya. Neyse, Allah büyük elbet. Bugünlere nasıl geldikse onun da bir çaresine bakacağız artık.

Aradan günler geçer. Umut’un okulda ders notları artık ortalamanın da üzerine çıkmıştır. Umut sınıf geçmeyi garantilemiş gözü kulağı açıklanacak sınav sonuçlarındadır. Beklenen gün gelip çatmıştır. Umut evden okula diye çıkar ama doğru bir gazete bayine gider. Hemen bir gazete alıp sınav numarasını kazananlar içerisinde aramaya başlar. Çok geçmeden de bulur. Okula gitmekten vazgeçip tekrar evlerine döner. Kapıyı kendisi açmaz kapı ziline basar ve annesinin açmasını bekler. Kapıyı açan Halime Hanım oğlunu karşısında görünce şaşkındır.

-Oğlum sen okula gitmiyor muydun? Neden geri döndün, bir şey mi unuttun?

-Bırak okula gitmeyi anam sınavı kazandım sınavı! diyerek sevinçle anasına sarılır.

Halime Hanım oğlunun bu sevincine ortak olur. Gözyaşlarını tutamaz, “Şükürler olsun Allah’ıma bana bu günleri gösterdiği için” diye şükreder. Annesine müjdeli haberi veren Umut adeta uçarcasına okulun yolunu tutar. Okula vardığında herkesin elinde bir gazete vardır. Kimi sevinçli kimisi üzgündür. Umut’un geldiğini görenler merakla ona bakarlar. İçlerinden biri, “Elindeki gazeteye ve yüzündeki mutluluğa bakılırsa kazanmış anlaşılan” diye fikir yürütür.

Umut arkadaşlarının yanına geldiğinde önüne ilk gelene sarılır. “ heyt be kazandım” diye bağırır. Kazananlar onun sevincine ortak olurlarken kaybedenlerin yüzünde bir hüzün vardır. Ama onlar bile kazanan arkadaşlarının sevinçlerine ortak olurlar. Kazananlar da kaybedenlere, “gelecek yıl da inşallah siz kazanırsınız diye teselli verirler”.

Okullar kapanmış, Umut okulunu başarıyla bitirip diplomasını almıştır. Diplomasıyla eve geldiğinde Allah’ın hikmeti ya Umut’a “okuyamaz, okursa başımı keserim” diyen komşu kadın da oradadır. Umut heyecan ve mutlulukla diplomasını annesine uzattığında, annesi oğlunu alnından öper.

-Aslan oğlum benim. Sen beni sevindirdin ya Allah da seni sevindirsin. Rabbim gönlünden geçen yeri kazanmayı nasip etsin.

-Sen böyle güzel dua edersin de kazanmam mı hiç? Hangi ananın duasını Rabbim geri çevirmiş. Deyip annesine sarılı verir.

Komşu kadın mahcup bir yüzle ana oğulun kucaklaşmasını izler. Ana oğulun kucaklaşması bitince, “Umut, hatırlıyor musun sana bir çift söz söylemiştim. Beni yanılttın, aferin oğlum. Tebrik ediyorum. Allah her şeyi gönlüne göre versin. Hakkını helal et yavrum” der.

Umut komşu kadına dönüp, “Hiç bir zaman unutmadım ki. Eğer senin o sözün olmasaydı ben belki buralara gelemezdim. Bütün okul yıllarım boyunca senin sözün kulaklarımda çınladı durdu. O sözlerin bana bir kırbaç oldu. İyi ki de söylemişsin, bak sayende okulumu bitirip diplomamı aldım. Varsa bir hakkım helal olsun. Ama asıl üzerimde hakkı olan başta anam sizlersiniz. Siz hakkınızı helal edin” deyince hem ana hem komşu kadın gözyaşlarını tutamaz ikisi birden “Helal olsun” derler.

Yerleştirme sınavının da günü gelip çatmıştır. Sınav sabahı yine erkenden kalkınmış el yüz yıkanmış kahvaltı yapıldıktan sonra sınav belgeleri son kez kontrol edilirken annesi yine elinde bir avuç pirinçle oğlunun yanına gelmiştir. Umut gülerek, “yine mi anne ya? Bırak Allah’ını seversen şu batıl inançları” der.

-Öyle diyorsun ama bak ilk sınavda da vermiştim kazandın. Belki bunun da bir payı vardır ha. Sen yine de şunları cebine koy bakayım. Benim de içim rahat etsin.

Umut itiraz etmenin bir şey değiştirmeyeceğini çoktan anladığı için, “peki öyle olsun ama sırf senin gönlün olsun diye yoksa inandığım için değil” deyip evden çıkarak sınava gireceği okulun yolunu tutarken Halime Hanım oğlunu beklemek için camın önündeki her zaman ki yerini almıştır bile.

Umut sınava gireceğe okula gelir. İçinde bir korku olmasına rağmen oldukça sakindir. Sınava gireceği sınıfa girer ve sınav belgelerini sırasının üstüne koyar. Öğretmenler gelir, öğrencilerin sınav belgelerini incelerler. Daha sonra imtihan hakkında bilgiler verirler. Önce cevap kağıtlarını dağıtarak cevap kağıdı üzerindeki boş yerleri doldurmaları istenir. Öğrenciler cevap kağıdındaki yerleri doldurduktan sonra soru kitapçıkları dağıtılır. Öğretmenlerin başlayabilirsiniz komutuyla birlikte soruları cevaplamaya başlarlar.

Umut baştan başlayarak soruları okuyup önce bildiklerini cevaplar. Daha sonra yine baştan başlayarak cevaplamadığı sorular üzerinde yine bilgi dağarcığını kullanarak cevaplamaya çalışır. Cevabından emin olmadığı soruları cevaplamaz. Sınavını bitirmiş cevap kağıdını teslim edip çıkmıştır ama içinde bir çok korku ve beyninde cevabı olmayan sorular vardır. Daha sonra hedefi olmadan bir yol tutturur.

Yol boyunca annesini ve kardeşini düşünür. Sınavının iyi geçtiğinden emindir. Okul tercihlerinde hukuk fakülteleri ön ağırlıklıdır. Umut beyninde sınavı kazanırsam ne olacak korkusu yer edinmiştir. Annesinin durumu ortadır. Gideceği şehirde nerede barınır ne yer ne içer? Okul masraflarımı nasıl karşılarım sorularına kalbinde ve beyninde cevap aramaktadır.

Daha sonra evlerine döner. Annesi heyecanla onu beklemektedir. Pencereden oğlunun geldiğini gören anne koşarak kapıyı açarak oğlunu karşılar. Merak ve heyecanla oğlunun yüzüne bakar. Oğlunu düşünceli görünce bir an umudu yıkılır.

-Ne oldu oğlum, yüzün neden soluk? Sınavın kötü mü geçti?

-Yok be anam, sınav gayet iyi geçti. Bir yeri kazanacağımdan yüzde yüz eminim ama beynimdeki sorulara cevap bulamıyorum.

-Nasıl sorularmış onlar?

-Anne ben galiba boş bir hayale kapılıyorum. Benim istediğim okul burada yok. En yakını Ankara’da. Orayı kazansam bile nasıl okurum. Senin aldığın maaşınla zaten çok zor geçiniyoruz. Düşünüyorum da okul parası, kitap parası, kira yeme içme giyim kuşam anne ben o okulu nasıl bitiririm? Bunca masrafın altından nasıl kalkarız?

-Allah büyüktür be oğlum. Hele sen hayırlısıyla bir sınavı kazan bir çaresine bakarız.

Aradan bir ay geçmeden sonuçlar açıklanmıştır. Umut beklediği gibi Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanmıştır. Eylül ayında kayıtını yaptırması gerekmektedir. Umut bu süre boyunca yine bol bol odun kömür taşımış kazandığı her kuruşu biriktirmeye çalışmıştır. Kayıt zamanı gelmiştir. Biriktirdiği parayı sayar ama tedirgindir. Terminale gider Ankara bir bilet alır. Dönüşte kendi kendine kızmaktadır. Ulan salak kafam ne otobüs bileti alıyorsun gidip tren bileti alsana diye hayıflanır.

Üniversite kayıtları için istenen evrakları hazırlamaya başlar. Kredi ve Yurtlar Kurumundan gelen formülü de doldurarak postaya atar. Hem kalabileceği bir yurt hem de kredi için müracaatını yapmıştır. Sonra gider vesikalık fotoğraf çektirir. Ertesi gün gece yola çıkacaktır. Ufak bir çanta hazırlar. İçerisine yolda okumak için bir kitap koyar. Sonra okul için hazırladığı evrakları ve üniversite sınav sonuç belgesini koyar.

Umut, umutsuzca bir karamsarlığa düşmüştür. Gece geç saatlere kadar uyuyamaz. Ancak sabah ezanını duyduğunda hala uyanık olduğunu hatırlar. O kadar derin düşüncelere dalmıştır ki kendisini rüyada zannetmektedir. Okunan ezanla kendine gelir. Kalkıp abdest aldı. Sonra seccadeyi kıbleye doğru serip namaza durdu. Namaz sonunda içinden geldiği gibi dua etti. Namazını bitirdiğinde annesini gözyaşları içerisinde kendisini izlediğini gördü.

-Hayırdır anam seni de mi uyku tutmadı?

-Yok oğlum bende namaz için kalkmıştım. Seni böyle namaz kılarken gördüm duygulandım. Şimdi baban da yaşasaydı da seni böyle görseydi diye düşündüm. Kim bilir nasıl gurur duyardı? Allah namazını kabul etsin. Haydi sen yat uyu, uykunu almaya çalış ki bu akşam yola gideceksin. Yolda da kendine mukayyet ol. Ortalık kötü, dost diye yaklaşırlar paranı pulunu çalıp kaçarlar. Yolda kimseye güvenme oğlum. Sakın otobüste de uyumaya kalkma. Maazallah sen uyurken paranı maranı çalarlar.

-Anacığım sen orasını düşünme. Başımın çaresine bakarım ben. Haydi kıl namazını, Allah kabul etsin.

Umut yatmaya gitmiştir. Yatağına uzanır artık yorgun düşen gözkapakları Umut’un isteklerine kayıtsız kalıp kapanmaya başlamıştır. Biraz sonra Umut derin bir uykuya dalmıştır. Umut gecenin uykusuzluğundan olsa gerek ancak öğleden sonra uyanır. Annesinin ütüleyip hazırladığı en güzel elbiselerini giyer. Yalnız odada bir şey eksiktir ama neyin eksik olduğunu bir türlü çıkaramaz. Kafasına takılıp kalmıştır ama şu anda buna kafa yoracak zaman değildir. Elini yüzünü yıkar saçlarını tarar ayakkabısını giyip dışarı çıkar. Mahalleli onun üniversiteyi kazandığını öğrenmiştir. Yolda karşılaştığı herkes onu tebrik eder ve onunla gurur duyduklarını söyleyerek üniversite hayatında başarılar dilerler.

Umut akşama kadar şehri gezer. Şehrin her köşesine hatıraları sinmiştir. Çarşısını parkları alış veriş yaptığı kitapçıları gezer. Mağazaların vitrinlerini seyreder. Akşama doğru halktaki telaşı izler. Sonra yavaş adımlarla evlerine gelir. Hep birlikte yemek yerler. Yemekten sonra annesi oğluna bol bol nasihatte bulunur. Umut, “Anacığım meraklanma yarın olmadı diğer gün olmadı en fazla üç gün içerisinde yine buradayım. Şimdi ben çantamı ve evraklarımı hazırlayayım” der.

Yol çantası için yanına bir spor çantası almıştır. İçerisine üniversite kaydı için gerekli evrakları koyar. Sonra okumakta olduğu kitabı eline alır ve bir önceki kaldığı yerden okumaya devam eder.

Saat gece yarısına doğru anasının yanına varıp elini öper. Fatma uyumuştur, bacısını hem koklar hem de öper. “Anam meraklanma dediğim gibi iki üç güne kalmaz gelirim” der. Halime hanım tam o sırada oğlunun eline yüklü miktarda para sıkıştırır. “Koy cebine yanında bulunsun. Belki lazım olur” der. Umut, “Gerek yok be anam, bütün yaz çalışıp biriktirdiğim para var aynımda. Hem sen nereden buldun bu kadar parayı” diye sorar. Halime Hanım, “Üzümünü ye bağını sorma, koy cebine bulunsun yanında. Lazım olmazsa geri getirirsin” der. Umut itiraz eder, “Nereden geldiğini bilmediğim parayı almam. Nereden buldun bunca parayı?”. Halime hanım biraz da gururu kırılarak, “Çalmadım ya oğlum, konu komşu aralarında toplayıp getirmişler sağ olsunlar”. Umut, daha fazla karşı gelmenin yararsız olacağını anlamıştır. “Peki ana” deyip parayı cebine koyar. Çantasını alıp evden çıkarak yavaş adımlarla otobüs terminaline gider. Ankara’ya gideceği otobüs perondaki yerini almıştır bile. Tek çantası oldu için doğrudan otobüse biner ve koltuk numarasına oturur.

Sabaha doğru otobüs Ankara terminaline giriş yapmıştır. Çantasını ve üzerini kontrolden geçiren umut otobüsten inip terminalin çıkış kapısına doğru yürümeye başlar. Terminalin önünde bulunan taksicilerden birisine “Gazi Üniversitesinin uzak olup olmadığını sorar. Bak kardeş Anıtkabir’i sol tarafına al sen onun yanından sağa doğru dümdüz gidersen Gazi Üniversitesine varırsın. Götürelim derim ama mesafe kısa. Bize bir getirisi olmaz. En fazla yirmi dakikada oradasın. “

Umut bir an önce okula gidip kayıtını yaptırmak için süratle okula doğru yürümeye başlar. Sabah’ın çok erken saatleri olmasına rağmen kendisi gibi Ankara’nın dışından gelen öğrenciler de erkencidirler. Okul kayıt yaptırılacak yerler okul idaresi tarafından hazırlanan yön tabelalarıyla gösterilmiştir. Öğrenciler okul kayıt odasının önünde sıra olmaya başlamışlardır. Bir süre sonra kayıtlar başar. Öğrenciler sırasıyla kayıtlarını yaptırırlar. Kayıtını yaptıran tekrar memleketinin yolunu tutar. Çünkü okul açılana kadar yapacak pek bir şey yoktur.

Umut da öğleye doğru kayıtını yaptırıp fazla oyalanmadan memleketine dönmek için terminalin yolunu tutar. Şansına on dakika sonra kalkacak otobüste yer bulmuştur. Hemen otobüsüne biner kısa süre sonra da otobüs hareket eder. Otobüs akşam saatlerinde memleketine varır. Otobüsten atlayan Umut hızlı adımlarla evinin yolunu tutar.

Annesi o gittiği andan itibaren pencerenin önüne oturmuş oğlunun dönmesini beklemektedir. Halime Hanım oğlunun geldiğini görünce heyecanlanır, koşarak kapıyı açar. “Kınalı kuzuuum” diyerek oğluna sarılır.

-Hemen döndün oğlum, bir aksilik çıkmadı ya inşallah.

-Aksilik olsa bu kadar çabuk döner miydim ana. Dediğim gibi bu basit bir okul kaydıydı. Şimdi kredi ve yurtlar kurumundan haber bekleyeceğiz. Bir yurt çıktı çıktı, çıkmadı ayvayı yediğimiz gündür. Okul açılana kadar haber gelmezse kalacak yer aramam lazım. İnşallah çıkar da yer aramak zorunda kalmam.

Anası oğluna yemek getirir. Umut yemeğini yerken annesinin giderken ona verdiği parayı Halime Hanıma uzatır. “Sağ ol ana, buna gerek kalmadı” der. Halime Hanım bir şey demeden parayı alır yanına koyar oğlunun yemek yemesini izler. Umut, yemeğini yedikten sonra uyuyan kardeşinin saçını okşayarak alnından öper. Daha sonra da bir duş alıp yatıp uyur.

Umut, Kredi ve Yurtlar Kurumundan haber beklerken bu arada yine kömürcülerin bulunduğu civarı mesken tutmuştur. Sabah erkenden gidiyor eve neredeyse gece yarısı eli yüzü kapkara dönüyordu. Umut bu durumdan pek memnun değildir ama sızlanmanın da bir yarar getirmeyeceğini bildiğinden sabırla her gün işe koşturuyor ne kazandıysa bir kitabının yaprakları arasında biriktiriyordu. Bir hayli para biriktirmişti ama bu paranın okul açılınca nasıl buz gibi eriyeceğini o daha şimdiden çok iyi tahmin etmekteydi.

Kredi ve yurtlar kurumundan haber gelmiştir. Müracaatı kabul edilmiş hem kalabileceği bir yurt hem de kredi alacaktır. Özellikle yurt işinin olmasına çok sevinmiştir. Yoksa Ankara gibi bir yerde ev kiralamaya kalksa kesinlikle altından kalkamayacağını çok iyi bilmektedir. Gelen belgede yurtların hangi tarihler arasında açık kalacağı yazmaktadır.

Zaman su gibi akıp geçmektedir. Okulların açılmasına dört gün kala annesine artık gitme zamanının geldiğini söyler. Çünkü gidip hem yurda yerleşmesi hem de okul kitaplarını alması gerekmektedir.

Annesi o güne kadar metanetli durmaya çalışmıştır. Oğluna bir şey belli etmemeye gayret etmiş ama gizli gizli gözyaşı dökmeye de devam etmiştir. Bundan Umut’un da haberi vardır ama annesinin gönlüne söz geçiremeyeceğini bildiğinden yüreği kanaya kanaya görmezden gelmiştir.

Ankara için terminalden bilet almaya giderken birden aklına tren gelir. “Tabii ya geçen sefer yaptığım hataya bu kez düşmeyim. Gidip tren bileti alayım der” ve yönünü tren garının yönüne çevirir. Ertesi akşam Ankara’ya gidecek tren için bilet alarak evinin yolunu tutar.

Mahalleye vardığında evin önünde birkaç arkadaşıyla karşılaşır. Nereden gelip nereye gittiklerini sorarlar birbirlerine. Umut, “Bilet aldım yarın gidiyorum” der. Arkadaşlarından biri, “Demek artık gidiyorsun ha? Seni özleyeceğiz be oğlum. Ama sen yine de fazla özletme olur mu? Bizi de unutma ama!” diye takılırlar.

Umut çocukluğunu gençliğini birlikte geçirdiği arkadaşlarının bu sözleri karşısında duygulanmıştır. Gözleri dolmuştur, dokunsalar ağlayacaktır. Arkadaşlarına birer birer sarılarak vedalaşır. Ayrılmak üzereyken arkadaşlarına dönerek, “Az daha unutuyordum. Biz hepimiz bu mahallede büyük bir aile gibi yaşadık. Gün geldi ağladık gün geldi güldük. Birlikte oyunlar oynadık ama birbirimizle kavga da ettik. Kavgalarımız dostluklarımızın tuzu biberi oldu. Dostluklarımızın pekişmesini sağladı. Kimin bir ihtiyacı oldu hep birlikte koştuk. Bu güzel kardeşliğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum. Hakkınızı helal edin. Benim bir hakkım varsa o da helal olsun.”

Arkadaşlarından biri bir adım öne çıkarak, “Lan oğlum bizi ağlatmaya mı geldin sen buraya? Biz kardeşiz aramızda hak hukuk mu olurmuş. Tabii ki bizim hakkımız da sana helal.” Sonra arkadaşlarına dönüp, “Öyle değil mi arkadaşlar” diye bu kez arkadaşlarına sorar. Hepsi birden “Helal olsun’ derler. Arkadaşı sözlerine devam eder. “Hem giderken gözün arkada kalmasın. Anan da bacın da senin bize emanetindir. Halime ana anamız, Fatma bacımızdır. Sen bizim gururumuzsun. Gittiğin yerlerde yolunu şaşırma yeter. Allah yar ve yardımcın olsun. Yarın akşam tren garına birlikte gideriz. Yolcu etmeye mutlaka geleceğiz” dediğinde Umut artık gözyaşlarını tutmakta zorlanmaktadır. Gözyaşlarını gizlemek için arkasını döner, “Eyvallah, o halde şimdilik müsaadenizle” diyerek yavaş adımlarla oradan ayrılırken ağlamaktadır.

Ertesi gün erkenden kalkan Umut işe gitmek ister ama annesi bu kez müsaade etmez.

-Bunca çalıştığın yeter. Akşama yolcusun, git bavullarını hazırla.

Umut annesini kırmaz boyun büker. İçeri geçip bulduğu bir bavula elbiselerini İhtiyaç duyabileceği bazı şeyleri koyar. Evde durursa kendisini kötü hissedeceğini bildiğinden annesine bir kaç şey alması gerektiğini söyleyip dışarı çıkar.

Dışarıda birkaç mahalleli kadınlarla karşılaşır. Hal hatır sorduktan sonra ne zaman gideceğini sorarlar. O da, “akşama” deyip müsaade ister. Kadınlar, “Allah zihin açıklığı versin” diye arkasından dua ederler.

Umut, mahallelinin çocuklarına örnek gösterdiği, onunla gururlandığı bir delikanlı olmuştur artık. Bir zamanlar yaptığı yaramazlıkları unutulmuştur. Ama Umut’un yediği dayaklar yüzünden her gün gurunun, onurunun kırılıp ayaklar altına alındığı gönlünün ince ince kanadığı yılları unutmaya niyeti yoktur.

Umut, farkında olmadan içinde yaşadığı topluma büyük kin beslemektedir sadece farkında değildir. Mahalle esnafı da artık Umut’un gideceğini duymuş herkes başarılar dilemektedir. Mahalleliyle vedalaşma günü olmuştur bugün. Umut vedalaşarak mahalleden çıkar.

İlk defa paraya kıyıp şehri yüksekten görebileceği yüksek bir yere gider. Buraya yürüyerek gelmesi ve dönmesi bütün gününü alacağı için belediye otobüsüne binmiştir. Buradan şehri adeta nefes nefes ciğerlerine çekerek fotoğraflarını beynine işleyerek şehri seyreder.

Gözlerinin önünde hatıralar canlanır. İlkokuldan başlayarak verdiği hayat mücadelesi gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçer. Saatlerin hızla aktığının farkına varmamıştır. Yakınlardan gelen bir ezan sesiyle kendine gelir. İkindi vakti olmuştur. Camiye yönelir, caminin çeşmesinden abdest alıp ikindi namazını kılar. Namazdan sonra ilk belediye otobüsüne binerek mahallenin yolunu tutar.

Mahallede biraz daha zaman öldüren Umut akşam üzeri evlerine girer. Eve girer ama girdiğine bin pişman olmuştur. Oğlunu yolcu etmeye hazırlanan Halime hanım oturmuş daha oğlu gitmeden Umut’un mintanını koklayıp ağıtlar yakmaya başlamıştır.

Rabbim verdi bir emanet.
Benim canıma minnet.
Bin tane canım olsa
Hepsi de uğruna feda…

Adını umut koydum
Canımı canında buldum
Sabah akşam yolunu gözler oldum
Gurbette ananı unutma olur mu
Tez gel oğul tez gel…

Yolların ardı gurbet
Umudumun umuduysa gurbet
Bağrıma daş basar beklerim elbet
Yeter ki umudum meyveye dursun
Ben nasılsa sabrederim
Ama sabır da ateşten göymekmiş meyer bilmedim…

Umudumu gurbete yolladım
Gözlerimi hasretle dağladım
Geceyi gündüze bağladım
Yüreğimi umut diye dağladım
Aç mısın tok musun haber vermeyi unutma oğul…

Halime hanım oğlunun geldiğinden habersiz pencerenin önüne oturmuş ağıt yakmaktadır. Umut anasını dinledikçe antreye çökmüş ağlamaktadır. Umut ellerini yumruk yapmış işaret parmağının kaba etini ısırarak hıçkırıklarına mani olmaya çalışmaktadır. Daha fazla dayanamaz ses yapmadan tekrar dışarı çıkar. Doğruca camiye giderek caminin çeşmesinde elini yüzünü yıkar.

Elini yüzünü yıkayan Umut olabildiğince sakin olmaya çalışarak evin yolunu tutar. Bu kez özellikle annesinin oturduğu camın önünden geçer ki annesi ağlamasını kessin diye. Halime Hanım oğlunun geldiğini görünce hemen lavaboya koşarak elini yüzünü yıkar. Umut eve girdiğinde annesi elini yüzünü yıkamış banyodan çıkmaktadır. Umut soru sormayı bırakmış tek kelime söz etmeye korkmaktadır. Çünkü dokunsalar ağlayacaktır. Hoş, Halime Hanım’ın da ondan farkı yoktur. Halime Hanım oğlunu rahatlatmak için yalan söyleme gereği hisseder. “Abdest aldım oğlum. Akşam namazının vakti geldi. Sen geç ben geliyorum” der.

Umut son kez çantasını kontrol ederken annesi elinde yüksek meblağda bir parayla oğlunun yanına gelerek oğluna uzatır. “Al oğlum bu da yanında bulunsun. Yola çıkacaksın kitap parasıydı defter parasıydı başka şeydir mutlaka lazım olacak.” Para Halime Hanım’ın oğluna daha önce konu komşu getirdi dediği paradır. Umut elleri titreyerek parayı ikinci kez alır. “Sağ ol anam, Allah razı olsun” der.

Hep birlikte son akşam yemeklerini yemeye çalışırlar. Ama lokmalar boğazlarında düğümlenip kalmaktadır. Evde bir ölüm sessizliği vardır. Sessizliği Fatma bozar.

-Abi büyünce bende senin gibi üniversiteye gidecek miyim?

-Tabi ki gideceksin benim minik çingenem. Hem sen benden daha akıllısın.

-Yok ben üniversiteye filan gitmem. Bak sen gidiyorsun diye annem nasıl üzülüyor. Bugün bütün gün mintanını koklayıp ağladı. Ben annemi bırakıp gidemem.

Fatma’nın son sözleri yüreklerdeki ve gözlerdeki bütün bentleri yıkmıştır. Ne Umut ne de Halime Hanım artık gözyaşlarını saklayacak durumları kalmamıştır. Umut annesine sarılıp ağlarken Halime Hanımda oğlunu öpüp koklarken ağlamaktadır. Onları bu halde gören Fatma ikisine birden sarılıp ağlamaya başlar.

Biraz sonra kapı zili çalar. Kapıyı açan Umut arkadaşlarını kapıda görür.

-Haydi saatin gelmek üzere. Hep birlikte gideriz diye düşündük seni almaya geldik.

-Ya zahmet etmeseydiniz.

-Ne zahmeti ya, aramızdan her gün biri üniversite kazanmıyor. Seni yalnız başına uğurlamadan göndereceğimizi düşünmüyordun herhalde?

-Peki tamam, ailemle vedalaşayım geliyorum.

Kapıya gelen annesi.

-Oğlum bizde gelseydik yolcu etmeye. Böyle olur mu?

-Kesinlikle olmaz anam. Sen gelirsen ben seni terminalde bırakıp gidemem. Aklım sende kalır. Sen evde kal ki yüreğim terminalde değil evde kalsın. Hem orada dayanamam ağlarım. Arkadaşlarımın yanında beni ağlatma istersen. Ver elini öpeyim. Hakkını helal et anam.

Umut annesini öper, Halime hanım da oğluna son defa sıkı sıkı sarılır koklar. Sık sık da tembihte bulunur. Fatma koşarak abisinin boynuna sarılır. Bu kez Fatma da ağlıyordur. “Çok bekletmezsin değil mi abi” der. Umut gözyaşları içinde “bekletmem çingenem” deyip kardeşini gözlerinden yanaklarından öper. Biraz daha durursa ayrılmanın daha da zor olacağını anlayan Umut hazırladığı bavulunu ve ceketini alıp evden süratle kendini dışarı atar. Açık hava iyi gelmiştir. Arkadaşları bavulunu elinden alırlar birlikte yürüyerek tren garına doğru yol alırlar.

Tren garına vardıklarında arkadaşları Umut’a bir zarf uzatırlar. Umut, “Teşekkür ederim, gerek yok yeterince param var. Hem mahalleli de geçenlerde aralarında para toplayıp anama vermişler. O da getirip bana verdi. Allah hepsinden razı olsun” der. Ama bu kez arkadaşlarının boyunları yere yıkılmıştır. Umut bir anlam veremez buna.

-Ne oldu niye başınızı yere yıktınız?

Arkadaşlarında sessizlik vardır. Biri başını kaldırıp, “O öyle senin bildiğin gibi değil” der.

-Benim bildiğim gibi olmayan şey ne? diye sorarken merakla arkadaşlarının yüzüne bakmaktadır.

-Umut sen kayıt için Ankara’ya gitmeden öncesi bir sabahtı. Anneni elinde büyük bir halıyla çarşıya giderken gördük. Yardım edelim dedik, ettirmedi. Biz de çaresiz geri döndük. Meğer annen o güzelim el işlemesi halıyı satmış. Büyük ihtimalle sana verdiği para da o halının parası.”

Umut o günü hatırlamıştı. Uyandığında hatta daha sonraki günlerde oturma odasındaki eksikliği hissetmiş ama aşırı yorgunluktan mıdır nedir sormayı hep unutmuştu.

-Tabi ya, halı sedirin üzerindeydi. Ama uyandığımda minderler vardı. Ben o yüzden hep bir eksiklik hissine kapıldım. Odaya her girişimde bir eksiklik hissetmiştim ama sormayı hep unuttum. Ah canım anam ya. Ne gerek vardı…

Trenin kalkacağı perona gelirler. Tren gelmiştir, yolcuların bir kısmı inerken bir kısmı da trene binmektedir. Umut, bütün arkadaşlarıyla sarılarak vedalaşıp trene biner. Umut yepyeni bir dünyaya adım atmak üzeredir. Bir süre sonra tren hareket ederken Umut trenin açık camından arkadaşlarına el sallamaktadır.

Sabah on gibi tren Ankara tren garına giriş yapmıştır. Çantasını ve üzerini kontrolden geçiren Umut trenden inip garın çıkış kapısına doğru yürümeye başlar. Elindeki adreste yurdun Bahçelievler de olduğu belirtiliyordu. Daha önce geldiğinde Bahçelievler’in neresi olduğunu öğrenmişti. Valizi elinde yürüyerek yurdun yolunu tutar.

Yurt girişinde Kredi ve yurtlar kurumundan gelen belgeleri ve kayıt yaptırdığı okulun belgelerini de görevliye verir. Görevli Umut’a ikici katta kalacağını ve oda numarasını söyler. Umut’un eline üzerinde yurdun bir krokisi ve uyması gereken kuralların yazılı olduğu bir broşür tutuşturur. Buradaki kurallara uymazsanız yurttan atılacağınızı bilmelisiniz. Bu nedenle bu broşürü dikkatle okumanızda fayda var.

Umut, ikinci kata çıkar odasını bulur. Odada altlı üstlü beş ranza ve ranzaların yanında bulunan dolaplar vardır. Odada kimse yoktur. O yüzden kaloriferin yanında bulunan ranzanın alt tarafına bavulunu koyarak beklemeye başlar. Beklerken de yurdun krokisini inceler ve kuralları okur.

Yurtta kalacak öğrenciler yavaş yavaş yurda gelmeye başlamışlardır. Umut’un kaldığı odada kalacak öğrencilerin tamamı gelmiştir. Bazıları yatacakları ranzaları beğenmezler ve başka bir ranzada kalmak isterler. Bakarlar ki olmayacak birisi bir fikir atar ortaya. “Ranzalara numara verelim. Kağıtlara bu numaraları yazıp bir torbaya koyalım. Herkes bir kura çeksin. Başında anlaşalım bu kuraya itiraz hakkı kimsenin olmayacak.” Aslında en güzel fikir de budur. Çaresiz herkes kabul eder. Umut’a orta sıralarda üst ranza düşmüştür. Daha önce hiç yüksekte yatmadığı için tedirgindir.

Biraz önce bavulunu koyduğu alt ranzayı çeken öğrencinin yanına giderek durumunu anlatır. Mümkünse yer değiştirmek istediğini söyler. Öğrenci de yerinden daha doğrusu alt ranzada olmaktan rahatsız olmuştur ve seve seve değişir.

Umut yatağının hemen yanındaki dolabını açarak eşyalarını dolaba dizmeye başlar. Aslında bütün öğrenciler aynı şeylerle meşguldürler. Bir süre sonra işerini bitirdiklerinde herkes ranzasının üzerine oturmuş ne olacak diye beklemeye başlamıştır.

İçlerinden biri, “Arkadaşlar adım Musa. Sivas’tan geliyorum. Gazi üniversitesi elektrik bölümünü kazandım. Allah’tan bir mani olmazsa okul süresi boyunca hep birlikte bir kader birliği yapacağız. Şimdiden herkese başarılar diliyorum” der.

Böylece herkes sırayla kendisini tanıtır. Hemen hemen hepsi bir Anadolu şehrinden gelen orta halli ailelerin çocuklarıdır. “Arkadaşlar burs işini halleden var mı? Maaşlarımızı nasıl alacağız?”

Yeni gelenlerden Çorumlu Mehmet, üst sınıflarda okuyan bir arkadaşından neyi nasıl yapması gerektiğini öğrenmiştir ve anlatır.

-Banka hesaplarını önceden gelen formüllerde belirtmemiz gerekiyordu. Banka hesabı olmayanlar gecikmeden hemen bir banka hesabı açtırıp kredi ve yurtlar kurumuna bildirsin ki mağdur olmasınlar. Bu yüzden ben gelmeden bir hesap açtırıp banka numaramı Kredi Yurtlar Kurumunun formuna yazmıştım. Siz de bir an önce gerekeni yapın derim ben” der.

Banka hesabı olan iki kişi daha çıkar. Diğer beş öğrencinin de banka hesabı yoktur. Ertesi günü sabaha erkenden bir bankaya gidip hesap açtırmak için kavilleşirler.

Yemekleri nasıl yapacaklarını sorar birisi. Diğer bir öğrenci broşürü okumuştur.

-Broşüre göre yurtta günde üç öğün yemek çıkıyormuş. Aynı lokanta gibi ne yemek istiyorsan onu alıyorsun tabii ki bedelini ödemek şartıyla. Odalara yemek çıkarmak, alkol, bulundurmak filan yasakmış. Sigarayı yurt içerisinde içmemek şartıyla yanımızda bulundurabilirmişiz. Tabii dışarıdan yemeğini alıp gelebilirsin ama yemeğini yemek salonunda yemek zorunda. Duşlar ve tuvaletler her katta bulunuyor. İsteyen istediği zaman duş alabilirmiş. Hatta ben ilk duşumu almaya gidiyorum

Deyip havlusunu alıp duşa gider.

Okullar açılmasına iki gün kalmıştır. Yıl boyunca okutulacak kitapların listesi üniversite ilan panosuna asılmış listeyi alan öğrenciler kitapları temin etmenin derdine düşmüşlerdir.

Umut okulun kantinine giderek öğrencilere burada hukuk ikinci sınıfta olan arkadaş var mı diye sorar. Birisi ayağa kalkarak, “Ben varım hocam, hayırdır” der. Umut öğrencinin yanına gidip rahatsız ettiği için özür dileyerek meramını anlatır. “Geçen yıl ki ders kitaplarını satmak ister misiniz?” diye sorar.

Öğrenciler arasında yaygın bir durumdur aslında bu. Bu şekilde hem öğrenciler kitaplarını daha ucuza alır satan öğrenci de o yıl okuyacağı ders kitapları için bir gelir elde etmiş olur. Öğrenci, “Neden olmasın, aslına bakarsan benim kitapların tamamı duruyor. Hepsini mi alacaksın yoksa sadece eksiklerini mi alacaksın” der.

-Ben daha yeniyim. Hiç bir kitabımı almadım. İçlerinde değişen ders kitapları yoksa hepsini alırım.

-Tamam arkadaşım istersen okuldan sonra birlikte bizim eve gideriz oradan alırsın istersen yarın okulda benden alırsın. Yani sen nasıl istersen.

-Hocam ben Ankara’nın yabancısıyım. Sana zahmet olmazsa buradan alayım da borcum ne olacak?

-Bak arkadaşım sen daha ilk müşterisin. ben bu kitapları satıyorum desem bir sürü alıcı çıkar. Hem ben kitaplarımı yıpratmadım. Zaten neredeyse bazısının yüzünü hiç açmadım. O yüzden tertemiz duruyorlar. Kitapları normal kitabevi satış fiyatının yüzde yetmişine sana bırakırım.

-Yapma be hocam sende talebesin. Halimizden anla da biraz daha indirim yap bari en azından yarı yarıya yapalım.
-Hocam sen biraz fazla uyanıksın galiba. Hem ilk geldin hem tertemiz kitapları alacaksın bir de yarı fiyatına diyorsun. Ben o kitapları satıp bir üst sınıftan bu yıl okuyacağım kitapları alacağım. Yani senin anlayacağın ben de senin durumundayım. Yeni olduğun için sana son % 65 yaparım.

-Hocam % 60 de ver elini anlaşalım.

-Ya % 5 için seni mi üzeceğim. Tamam anlaştık, yarın bu saatlerde gel al kitaplarını. Öğle arasında seninle bir kitap evine gidip kitap fiyatlarına bakalım. Ona göre hesabımızı da yapmış oluruz.

Umut kitap işini de halletmenin huzuru içerisinde okulu gezmeye başlar. Sınıfının bulunduğu kata çıkar. Sınıfa, tahtaya bakar sonra pencereye kadar gidip oradan dışarısını izler. Okulun bahçesinde öğrenciler oradan oraya koşturup duruyorlardır. Kimileri erkekli bayanlı oturmuşlar sohbet ediyorlar kimileri buldukları toplarla voleybol ve basketbol oynuyorlardı.

Umut da yavaş adımlarla okulun bahçesine çıkıp basketbol oynayanları izlemeye başladı. Oyun aynı oyundu ama hayatında ilk defa kızlı erkekli basketbol oynayan bir grupla karşılaşmıştı. Biraz şaşkınlıkla oyunu seyre daldı. Bir süre maçı izledi. Sonra top tam yanından dışarı çıkıyordu ki topu tutup kendisine gelen oyuncuya attı. Gelen oyuncu onun bu davranışı karşısında teşekkür ederek, “oynamak ister misin” diye sordu. “Neden olmasın” diye karşılık verdi. “Zaten karşı takım bir eksik oynuyordu, onları tamamlarsın. Geç bakalım karşı takımdansın”.

Ceketini çıkaran Umut oyuna katıldı. Oyuna katılmasıyla da maçın rengi değişmeye başladı. Çünkü Umut bu oyunu çok iyi oynuyordu. Topla ilk buluştuğunda yaptığı hareketle basketbolu ne kadar iyi bildiğini belli ediyordu. Kısa sürede yaptığı dripling ve yaptığı pas dağıtımıyla iyi bir oyun kurucu olduğunu gösterdi. Arka arkaya birkaç top çalıp bunları baskete dönüştürünce karşı takım için korkulacak bir oyuncu olduğunu göstermişti. Kısa sürede üç top çalıp üçünü de üçlük olarak sayıya çevirmeyi başarmıştı. Kısa süre içerisinde çevrede maçı izleyenlerin sayısı artmıştı. Takımdan birisi,

-İsmin ne, sana nasıl seslenelim?

-Umut

-Memnun oldum Umut ben de Mete

-Ben de memnun oldum.

Kısa sürede takımdaki herkes ismini öğrenmiş ona ismiyle seslenip pas istemeye başlamışlardı. Umut epeydir oynayamadığı basketbolu ne kadar özlediğini hissetmişti.

Oynayamadığı ayların acısını çıkarırcasına mesafe tanımadan şutlar atıyor turnike yapıyordu. Oyunu biraz da şova dönüştürmeye başlayınca seyircilerinin “Umut, Umut” tezahüratları kulaklarında çınlamaya başlayınca şaşırdı. İzleyenlere dönüp elini göğsüne götürüp hafifçe eğilerek teşekkür etti. Maç bittiğinde orada bulunan herkes onu alkışlıyordu. Herkesle tokalaşarak oyun için teşekkür etti. Oyunculardan biri,

-Bu okuldan mısın? Seni ilk defa görüyorum.
-Evet bu okula yeni geldim. İlk senem daha.

-Okul seçmelerine katılacak mısın? Kazanacağından eminim çünkü bayağı iyisin.

-Bilmiyorum, duruma bağlı. Önce dersler, başarısızlık gibi bir şansım maalesef yok.

Öğrenci gülerek, “Kimsenin öyle bir lüksü yok. Takımda oynamak istersen senin için bir şeyler yapabilirim. Ama oynamazsan da burada devamlı maçlarımız olur. Aramızda görmekten mutlu oluruz”.

Umut teşekkür ederken çevresini bir çok bayan öğrenci sarmıştı bile. Hepsi de elini uzatıp umutla tanışmaya çalışıyorlardı. Umut’u uzaktan seyreden öğrencilerden biri arkadaşına başıyla Umut’u işaret ederek, “Renkli bir kişiliğe benziyor. İçimde bir his bu yıl onu çok konuşacağımızı söylüyor” diyordu.

Umut lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Saçını kıyafetini düzeltip ceketini giyinip kantinin yolunu tuttu. Kantinde kitaplarını satan öğrenciyle buluştu. Çocuk Umut’un yanına geldiğinde, “Herkes seni konuşuyor, ne yaptın ki ayrıldığımız bu kısa süre içerisinde herkes seni hemencecik tanıdı”. Umut, “sadece birazcık basketbol oynadım. Haydi gidelim mi” deyip yürümeye başladı.

Kitaplarını satan öğrenciyle en yakın kitapevine gidip listedeki bütün kitapların fiyatlarını kontrol ederek deftere not ettiler. Bütün kitapların fiyatlarını öğrendikten sonra okula gelip bütün hesabı çıkardıklarında Umut’un gözleri fal taşı gibi açılır. Ortaya çıkan meblağ gerçekten çok yüksektir. Ama yeni almaya kalksa % 40 daha fazla ödeyeceği de kesindir. Çaresiz razı olur.

Umut ertesi günü kitaplar için yanına para alarak okula gelir. İkinci sınıf öğrencisiyle kantine giderler. Bir plastik çanta dolusu kitap ayrıca dört tane de elinde kitap vardır. Not aldığı ders kitapları listesini çıkartarak birer birer okuyarak masanın üstüne komaya başlar. Medeni hukuk (başlangıç-kişiler hukuku-aile hukuku), Anayasa hukuku, Hukuk Başlangıcı, İktisat, Roma Hukuku, Türk Hukuk tarihi, Uygarlık Tarihi, Felsefe, Sosyoloji, Mantık ve Mesleki Yabancı Dil (İngilizce).

Allah’ım ne çok ders var diye geçirir içinden. Teşekkür ederek kitapların parasını öder ama beraberinde getirdiği paranın hatırı sayılır bölümü kitaplara gitmiştir bile. Kitapların bir bölümünü plastik çantaya yerleştirir. Kalanını da koltuğunun altına koyar ve sınıfına doğru yal alır.

Sınıfının bulunduğu kata gelmiştir. Merdivenlerden hemen sağa dönüp sağdan ikinci sınıfa girecektir ama merdivenleri çıkıp sağa dönecekken köşede biriyle çarpışır. Koltuğunun altındaki kitaplar ve çarpıştığı kişinin kitapları yere düşer. Kızgın bir şekilde yere düşen kitaplarına bakar. Başını kaldırıp, “Önüne bak” der ama cümlesinin sonunu getiremez. Çünkü karşısındaki bir bayan öğrencidir ve onun elinde bulunan üç kitap da yere düşmüştür. Bir süre bir birlerine bakakalırlar. İkisi de şaşkındır. Kız öğrenci hemen eğilip yere düşen kitaplarını toplamaya başlar. Umut da kendi kitaplarını toplayıp kıza dönecekken kız öğrenci, “acelem var” deyip merdivenlerden hızla aşağı inerek gözden kaybolur..

Umut kitaplarını toplayıp sınıfına doğru giderken, “O da neydi ya, rüzgar gibi geçti” diye kendi kendine mırıldanır. Sınıfına girerek sıralardan birisine rastgele oturur. Üniversite ilk başta sıralarıyla farklılığını ortaya koymaktadır. Lisedeki o iki kişilik sıraların yerini daha uzun ama aralıklı sıralar almıştır. Bir sınıfta belki de yüz öğrenci ders görebilecek büyüklüktedir. Bir süre daha sınıfta oturduktan sonra kitaplarını alıp yurdun yolunu tutar.

Yurttaki odasına çıkıp kitaplarını dolabına yerleştirirken arkadaşları takılırlar. “Oooo maşallahın var. Dün bir bugün iki ne çabuk kitapları tamamladın?”

-Ne yapalım eninde sonunda alacaktık. Hem bunları ucuza getirdim. İkinci sınıfa geçen bir öğrenciden aldım bitapları. Kitaplar ikinci el ama yine bayağı cep yaktı. Paramın yarısından fazlasını vermek zorunda kaldım.

-Geriye de bir şey kalmamış zaten. Bir kaç tane de harita metot defteri aldın mı bu seneyi kurtarırsın Allah’ın izniyle.

-İnşallah be arkadaşım. Aslına bakarsan okulu yarım bırakmak zorunda kalırsam diye çok korkuyorum.

-Al benden de o kadar. Eğer bitirmeden dönecek olursam nasıl bakarım babım yüzüne? Adamcağız beni buraya gönderebilmek için ineğinin tekini satıp parasını bana verdi. Şimdi bu parayı harcamaya elim bile gitmiyor. İstiyorum ki bu parayı harcamadan babama götürüp geri vereyim. Ama ne yapacaksın çaresizlik işte. Biz çiftçiyiz babam da çiftçilik yapar. O yüzden ziraat mühendisi olmamı çok isterdi. Ben sırf onun yüzünü kara çıkarmamak için yazıldım Ziraat Mühendisliği bölümüne. Okulu bitirdiğim gün elimde diplomamla gururla döneceğim babamın yanına. O anın heyecanıyla yaşıyorum. Babamın köylüler karşısında benimle gururlanışı hayal ederek yaşıyorum.

Umut, arkadaşının bu uzaklara dalıp gitmiş halini dudaklarında tebessümle izledi. “Ne mutlu sana, inşallah başarırsın.”

-Arkadaşı hayal aleminden uyanıp kendisine gelirken, “Sahi senin baban ne iş yapıyor” diye sordu.

Umut sadece “boş ver” dedi. Arkadaşı, Umut’un ailesi hakkında konuşmak istemediğini anlamıştı. Lafı değiştirmek için, “Banka işini hallettin mi” diye sordu bu kez.

-Sahi ya, daha bankaya gidecektik değil mi? Hallettiniz mi siz?

-Yok daha, öğleden sonra hep beraber gidecektik ya!

-Peki arkadaşlar gelsinler hep birlikte gideriz o zaman. Onlar gelene kadar bir duş alıp geleyim. Okulda maç yaptık, leş gibi ter kokuyorum.

Umut dolabından havlusunu alırken çaktırmadan ceketinin cebinden de parasını alıp duş almaya gider. Duştan geldiğinde diğer öğrenciler de yavaş yavaş gelmeye başlamışlardır. Umut ne olur ne olmaz diye bütün evraklarını yanına alır. Diğer öğrencilerde geldiklerinde bankaya gitmek için yola çıkarlar. En yakın bankaya giderek hepsi de birer hesap açtırır. Umut annesinin verdiği ve kendi biriktirdiği paradan bir kısmını cep harçlığı yapmak için yanına alır kalanını da yeni açtırdığı banka hesabına yatırır.

Daha sonra bu hesap numaralarını bildirmek için Kredi ve Yurtlar Kurumunun Ankara’daki şubesine giderek banka numaralarını kuruma bildirirler. Bu işleri yaptıktan sonra üstelerinden büyük bir yük atmışçasına bir huzur hissederler.

Okulun açılış günü gelmiş çatmıştır. Bütün öğrenciler heyecan içerisinde okullarına giderler. Umut okula vardığında heyecanı yeni kayıt yaptıranlarda da görür. Zaten yeniler telaşlarından okulda yeni olduklarını belli etmektedirler. Okuldaki kıyafeti saç sakal serbestisi hoşuna gitmiştir. Ortaokul ve lise yıllarındaki kıyafet ve saç sakal mecburiyeti gözlerinin önüne gelir ve gayri ihtiyari gülümser. Saçların hafifçe uzun olması bile başlarında bir tren yolunun açılmasına sebep olan o yıllara. Sanki üzerinden çok zaman geçmiş gibi “Hey gidi yıllar” der.

Okul çeşitli binalardan oluşmuştur. Her bölüm farklı binalardadır. Umut Hukuk fakültesinin binasına doğru yönelir. Okulun ilk günü olduğu için bahçe de kalabalıktır. Umut yanına sadece tek bir harita metot defteri alarak okula gelmiştir.

Sınıfına doğru gitmek için merdivenlere yönelir. Sınıfının geldiği kata çıkıp tam sağa dönecekken yine biriyle çarpışır. Bu kez elinde sadece defter olduğu için bir tek o yere düşmüştür. Ama çarpıştığı kızın hem çantası yere düşmüş hem de bir kaç kitabı yere düşmüştür. Kız yürürken çantasından bir şey almaya uğraştığı için köşeden birinin çıkacağını tahmin edememiş hem de çantasının kapağı açık olduğu için bazı eşyaları sağ sola merdivenlerden aşağıya savrulmuştur.

Umut, defterini alıp tam “Yine mi” diyecekken başını kaldırdığında yine geçen sefer olduğu gibi aynı kızla çarpıştığını fark eder. Bu kez dayanamaz, “Önüne baksana kardeşim aynı yerde ikinci çarpışmamız”. Kız da alttan almaya hiç niyeti yoktur. “Ben dikkatli değilim madem sen dikkatli olaydın da çarpışmasaydık. Senin yüzünden düştüğüm şu duruma bak” deyip çantasından savrulan özel eşyalarını toplamaya başlar.

Umut da kızın kitaplarını toplayarak kızın özel eşyalarını toplamasını bekler. Kız özel eşyalarını toplayınca kitapları kıza uzatır. Kız kitaplarını alırken biraz da mahcubiyet duyarak “Özür dilerim, sanırım hatalıydım. İkidir çarpışıyoruz biraz film gibi oldu”. Umut, “Ama bu gerçek diye” diye cevaplandırır. Kız Umut’un bu sözlerini ters bir tepki gibi algılayarak,

-İsteyerek yapmadık herhalde. Üstelik özür de diledim. Sende biraz nazik ol özürü kabul et istersen. Yoksa ben de gerektiğinde kabalaşabilirim ama emin ol bunu hiç istemezsin.

-Tamam ya tamam bir şey demedim.

Kız öğrenci, “Şimdi okul telefon kulübesine kadar gitmem gerek. Zamanında gidip gelmezsem derse geç kalacağım. Şimdi müsaadenle” deyip Umut’un yanından hızla ayrılır.

Kız, vücuduna yapışmayan bol ama bel kısmı incecik olan hoş bir pantolon üzerine beyaz bir gömlek ve gömleğin üzerine de omuzları geniş ama bele doğru incelen siyah bir mont giymiştir. Saçları omuzlarına doğru dalgalı bir şekilde düşmektedir. Beyaz tenli yüzü, oldukça bakımlı olduğunu göstermektedir.

Umut kızın arkasından kısa bir süre baktıktan sonra dönüp gidecekken gözü merdivenle duvarın birleştiği yerde bir anahtara ilişir. Hay Allah bu onun olmalı. Teneffüste kızı bulursam veririm yoksa idareye bırakırım deyip anahtarı alır.

Sınıfına vardığında öğrencilerin büyük bölümü gelmiştir ve halen gelmeye devam etmektedirler. Umut, “Herkese selam diyerek içeri girer”. Sınıftaki öğrencilerde, “Selam” diyerek cevap verirler.

Umut oturabileceği bir yere bakar ve geride kalmayı yeğler. Sınıfın arka kısmına doğru yürür ve arkadaki sıralardan birine geçip oturarak sınıftaki öğrencileri incelemeye başlar. Öğrencilerin büyük bölümü kılık kıyafetlerinden de anlaşılacağı üzere maddi durumları iyi varlıklı ailelerin çocuklarıdır. Umut öğrencileri süzerken içinden, “Sanırım aramızda uçurumlar var. Yarını düşünmeden para harcayabilmeyi ne kadar isterdim” der.

Sınıfta sıralar merdiven usulü yukarıdan aşağıya doğru dizilmiştir. Böylece öğrenciler uzun yada kısa boylu oldukları fark etmeksizin hangi sıraya otururlarsa otursunlar öğretmeni ve tahtayı rahatça görebilmektedirler. Ön sıralar Lisede olduğu gibi yine kızlar tarafından doldurulmuştur. Bazı kız öğrenciler ise arka sıralarda oturmayı seçmişlerdir ama Umut gibi en geriye oturan kimse olmaz. Sınıf dolmuştur. Artık gelen öğrenciler mecburen Umut’un yanına oturacaklardır.

Biraz sonra ders zili çalar ve üniversitedeki ilk ders de başlamış olur. Zille birlikte ilk ders hocası da sınıfa girer. “Merhaba arkadaşlar, günaydın” der. Öğrenciler lise yıllarından gelen alışkanlıkla “Sağ ol” derler. Öğretmen masasına yürür çantasını masanın üstüne bırakarak sınıf defterinden yoklama bölümüne bakar. “Arkadaşlar sanırım bazı arkadaşlar yoklama defterini imzalamamışlar. Bundan sonra bilmelisiniz ki sınıfa ilk geldiğiniz de yapacağınız ilk iş bu günlük yoklama tutanağını imzalamak olacaktır. Bunu kesinlikle unutmayın. Derse devam mecburiyeti yok. Ama derslerime katılımınız benim için dersime verdiğiniz önemi belirtecektir. Bu nedenle sınav kağıtlarınıza not verirken ben de bu günlük yoklamaları göz önünde bulunduracağımdan emin olabilirsiniz. Eğer kendinize güveniyor “Ben derslere girmeden de sınıf geçerim” diyorsanız derslere girmeyebilirsiniz. Ama bu güne kadar böyle bir babayiğit daha çıkmadı bilmenizde fayda var diye söylüyorum”.

Tam o esnada kapı vurulur içeri üç öğrenci daha girer. Özür dileyerek sınıfı bulmakta güçlük çektiklerini belirtirler. Öğrenciler arasında Umut’un iki kez merdivende çarpıştığı kız da bulunmaktadır.

Yeni gelen öğrenciler mecburen en arkaya, yukarıya doğru yürüyerek Umut’un yanından geçip sıralara otururlar ama Umut’un merdivende çarpıştığı kızın çantası bu kez Umut’un başına çarpar. Kız da çantasının çarptığını fark etmiştir dönüp bakar ki yine Umut. “Yok artık” der. Ama konuşmanın ne yeri ne de zamanıdır. Durmaz geçip sırasına oturur. Oturunca doğrudan Umut’a baktığında Umut’un da kendisine baktığını görür ve dudaklarıyla sessizce “Özür dilerim” der. Umut tebessüm ederek gözlerini yumar. Öğretmen ilk ders olduğu için öğrencilere bir hoş geldiniz konuşması yaparak üniversite öğrencisinin nasıl olması gerektiğini anlatmaktadır.

-Artık lisedeki yıllarınızı unutun. Burada hepiniz kendi kişilik ve karakterinizle özgür bireylersiniz. Sizler geleceğin hakimi, savcısı avukatı hukukçusu olacaksınız. Öncelikle kendi düşüncelerinizi özgürce savunabilesiniz ki gelecekte size müracaat edenleri de savunabilesiniz.

Daha sonra öğrencilere o yıl ki müfredat hakkında bilgilendirme konuşması yaptı. Sözlerini bitirmişti ki teneffüs zili çaldı. Öğretmen, “Bir sonraki derste görüşmek üzere hoşça kalın arkadaşlar” diyerek sınıftan ayrıldı. Öğretmenin sınıftan ayrılmasının ardından öğrencilerden bazıları sınıftan dışarı çıkmaya bazısı da yanındaki arkadaşıyla tanışıp sohbet etmeye başladı. Umut da yine sınıfı gözlem altına almaya başlamıştı ki kendisine bir el uzandığını fark etti.

-“Merhaba ben Dilan”. Kusura bakmayın, yerime geçerken yine size çarptım. Biraz da geç kalmışlığın telaşından oldu”.

-Merhaba, ben de Umut. Nihayet tanışabildik. Bende bir kurban kestirmeyi filan düşünüyordum. Bütün negatif enerjileri üstüme çekiyorum diye. Şaka yapıyorum tabii ki, kazadır insanlık hali olabilir. Sorun yok.

-Demek aynı sınıftayız. Başarılar diliyorum.

-Teşekkür ederim size de başarılar.

Dilan tam sırtını dönüp gidecekken Umut’un seslenmesiyle dönüp tekrar Umut’a bakar. Umut, “Az daha unutuyordum, sanırım bunu merdivenlerde çarpıştığımız sırada siz düşürmüş olmalısınız. Dilan anahtarı görür görmez tanır.

-A aaa, çok teşekkür ederim. Arkadaşlarla tuttuğumuz evin anahtarı. Gerçi arkadaşlar evde olurlardı ama evde yoklarsa da onlar gelene kadar kapıda beklemek zorunda kalacaktım. Çok teşekkür ederim, sağ olun.

Umut, “Rica ederim” diyecekken Dilan arkasını dönmüş sınıftan dışarı çıkmak için aşağıya doğru gidiyordu. Umut sadece arkasından bakakaldı.

Dersler birbirini takip edip gidiyordu. Bazısından zevk alıyor bazısı sıkıcı geliyordu. Ama ne olursa olsun Umut dersi derste anlamaya gayret ediyor Kafasına takılan soruyu doğrudan soruyordu. Sınıftaki diğer öğrenciler bunu önce öğretmene yalakalık olsun diye yapıyor sandılar ama sorulan sorulara dikkat ettiklerinde kendilerinin da konuyu anlamadıklarını fark ediyorlardı. Bazen iyi ki de sormuş diyorlardı.

Umut’un böylesine gayretli olması ders öğretmenlerinin de gözlerinden kaçmıyordu. Sorulan soruyu cevaplamak isteyenler arasında mutlaka onun eli de havada idi. Bazı öğretmenler bunu sanki bir saklanma metodu olarak algıladılar. Yani konuyu anlamayan öğrenci bana soru sorulmasın diye cevaplayabilirmiş gibi elini kaldırarak saklanıyor sandılar. Arka arkaya sorular sorduklarında aldıkları cevaplar karşısında yanıldıklarını anlamışlardı.

Umut Öğretmenlerinin gözünde artık idealist kendisini hedefe odaklamış bir öğrenci olarak görünüyordu. Hem koca sınıfta bütün öğretmenlerini dikkatini üzerinde toplamak büyük bir başarıydı. Ama Umut bunu başarmıştı hem de inanılmayacak kadar kısa süre içerisinde.

Umut yurtta odasında kalan arkadaşlarıyla da kaynaşmıştı. Kısa sürede arkadaşlıkları dostluğa dönüşmüştü. Okulda öğle aralarında bir araya geliyorlar birlikte oyunlar oynayıp birlikte yemek yiyorlardı.

Ama Umut ne zaman bir basketbol maçı oynandığını görse arkadaşlarından müsaade isteyip maçı izliyordu. Okul açılmadan önce basketbol maçı yaptıklarında Umut’un nasıl bir oyuncu olduğunu gören biri mutlaka çıkıyor ve onu da maça davet ediyorlardı.

Öğle arasındaki maçlar okul çıkışına taşındı. Artık maçlar iddialı oynanmaya başlamıştı. Umut bu maçlarda da kendisini göstermiş hem takdir hem de çoğunluğu bayanlar olmak üzere ilgi toplamıştı.

Umut, okulda ve yurtta olabildiğince tasarruflu olmaya gayret ediyordu. Günler geçtikçe parası da bitmeye başlamıştı. Hazıra dağ dayanmazdı, bunu anlamıştı. Anlamıştı ama bir çözüm de bulamıyordu. Yurt çevresindeki lokanta kafe çay ocağı gibi yerlerde iş aramaya başladı.

Şansı yaver gitmişti. Okul civarında öğrencilerin sıklıkla gittiği bir kafede iş bulmuştu. Okuldan sonra hafta içi 17- 22 hafta sonları ise 12-20 saatleri arasında burada çalışacaktı. Eline geçecek para asgari ücretin altında da olsa bir öğrenci için önemli bir miktar eline geçecekti.

Okulda dersleri derste öğrenmesi için bir neden daha çıkmıştı. Çünkü eğer dersi derste öğrenirse ekstradan ders çalışmasına gerek kalmayacaktı. Sadece ev ödevlerini yapmak için vakit bulması gerekecekti. Onu da hafta sonları sabah erken kalktığı takdirde öğleye kadar ödevleri için zaman kalıyordu. Bu zaman dilimi yetecek miydi kendisi de bilmiyordu.

Günler su gibi akıp gitmeye başlamıştı. Okula gidiyor okuldan sonra hemen iş yerine gelip çalışmaya başlıyordu. Arada annesine mektuplar yazıyor annesinin mektuplarını da dört gözle bekliyordu. Fatma ve annesini çok özlemişti. Gözlerinde tütüyordu. Annesine yazdığı mektuplarda iş bulduğunu okuldan arta kalan zamanlarını çalışmakla geçirdiği için fazla bir boş vakti kalmadığından yakınıyordu.

Annesi, oğlunun iş bulmasına çok sevinmişti. Fatma’ya yazdırdığı mektuplarda, “Sık dişini yavrum. Allah’ın izniyle okulunu bitirip hakim ya da savcı olduğunda ömrün boyunca rahat edeceksin” şeklinde nasihatler ediyordu. Bunu Umut da biliyordu. Maalesef ki başka bir seçeneği de yoktu. Bu yüzden elinden geldiğince okulu aksatmadan çalışıp para kazanmaya bakıyordu.

Üniversite de ilk sınavlara vize diyorlardı. Final sınavı ise; bir dersten geçtiğinizi ya da kaldığınızı belirleyen sınav demek oluyordu. Bir dersten geçmek, okulun kapanacağı hafta yapılan finallerden geçer not almakla mümkün oluyordu. Yıl içerisinde yapılan vize imtihanları da final notlarını azımsanmayacak derecede etkiliyordu.

Okulda ilk vizeler gelip çatmıştı. Bütün öğrenciler okulda, bahçede yurtta ya da kaldıkları yerlerde var güçleriyle derslerine çalışıyorlardı. Ailesinin maddi durumu iyi olan öğrenciler okul hayatını biraz daha rahat geçiriyorlardı. Maddi durumları orta halli olan ailelerin çocukları zamanlarını genelde ders çalışarak ve spor yaparak değerlendiriyorlardı. Bu gençler farkında olmadan ya da gençliklerinden gelen toylukla bazen bir kıza tutuluyor farkında olmadan derslerini aksatmaya başlıyorlardı.

Umut’un böyle bir lüksü olamazdı. Çünkü aşka zamanı yoktu. Ama bilmediği ise aşk kapıyı ansızın çalardı. Okul dağılışında okuldan çıkan öğrenciler çevre kafeler giderek vakit geçirirlerdi. Bazen ders çalışırlar bazen sohbet ederler bazen de bol bol müzik dinliyorlardı. Hafta sonları birlikte gençlerin takıldığı canlı müzik olan kafelere gidiyorlardı.

Umut’un sınıf arkadaşlarından bazıları da Umut’un çalıştığı kafeye gidip gelmeye başlamışlardı. Umut’u orada çalışıyor gördüklerinde “Kolay gelsin” demişlerdi. Umut yerinmeden alınmadan sınıf arkadaşlarının siparişlerini alıp masalarına bırakmıştı. Arkadaşları hesabı istediklerinde hesap tamam” diyerek hesap almadı. Arkadaşları, “Durumun iyi olsa niye burada çalışasın. Senin de paraya ihtiyacın varken bizden hesap almaman doğru olmaz” deyip hesap ödemek istedilerse de Umut, “O kadar değil, Arkadaşlarımıza bir şeyler ikram edecek kadar paramız olsun. Hem arkadaşlarıma bir şey ikram edemeyeceksem çalışıp para kazanmanın ne anlamı kalıyor. Bugün bendensiniz. Artık gelecek sefere ödersiniz” deyip masanın hesabını kendi cebinden ödemişti.

Umut’un bu hareketi patronunun gözünden de kaçmamıştı. Umut kısa sürece çalıştığı kafede de kendisini göstermişti. Tok gözlü efendi çalışkan biri olarak hem kafe çalışanlarının hem okul arkadaşlarının takdirini kazanmıştı.

Umut gece geç saatlere kadar ders çalıştığı için sabah uyanmakta zorluk çekiyordu. Arkadaşları onu yine zorla uyandırmışlardı. Umut uyanınca hemen elini yüzünü yıkayıp dişlerini fırçaladıktan sonra yemek dahi yemeden vize sınavına yetişmek için koştura koştura okulun yolunu tuttu.

Tam sınıfa girerken hocayla karşılaşmışlar hoca önde Umut arkada sınıfa girmişlerdi. Kısa süre sonra sınav başlamıştı. Umut cevap kağıdını ilk verenler arasındaydı. Umut, yarım saat gibi kısa bir sürede bütün sorulara cevap vermişti. Ders kitabını da yanına alarak soru cevaplarına bakıyor genelde tebessüm ederken bazen yüzünü ekşittiği de oluyordu. Yüzünü ekşitmesi soruya verilen cevap ya yanlış ya da cevapta eksiklik olduğu anlamına geliyordu.

Yürüyerek bahçeye çıkmış halen kitabı karıştırıyordu. Sonra kendisine hitap edildiğini duydu, kafasını kaldırıp baktı. Basketbol oynayan çocuklar onu oyuna davet ediyorlardı. “Teşekkür ederim ama birazdan tekrar derse gireceğim” dedi.

-Yahu biz de derse gireceğiz. Ders başlayıncaya kadar oynarız, sınavın stresini atmış oluruz haydi gel.

-Madem öyle peki o halde.

Kısa ama çekişmeli maç olmuştu. Umut topu rakip sahaya o kadar hızlı ve kolay taşıyordu ki daha rakip savunma yerleşmeden Umut ya da bir arkadaşı sayı yapmış oluyordu. Umut’un elinden top kapmak neredeyse imkansızdı. Çok güzel bacak arası hareketleri yapıyor vücuduyla feyik atıyor topu hızla belinin arkasından geçiriyor bazen topla birlikte öyle hızlı yön değiştiriyordu ki rakip oyuncu bir anda oyundan düşmüş oluyordu. Bu yüzden basketbol maçlarında gözler hep Umut’u arıyordu. Ama Umut genelde çalıştığı için basketbola ayıracak zaman bulamıyordu.

Umut’un şöhreti üniversite basketbol Koçunun kulağına kadar gelmişti. Bir çok kez maç izleyen çocukları izlemeye almış ama Umut’la karşılaşmamıştı. Ama bu kez uzaktan Umut’un oyununu izleme fırsatını yakalamıştı. “Bu çocukta iş var. Bu çocuğu mutlaka takıma kazandırmalıyım” diye düşündü.

Umut maçı bitirmiş ceketini giyinip kitabını aldıktan sonra hiç tanımadığı Koçun yanından geçip gidecekti ki Koç’un seslenmesiyle durdu. “Hiç fena değilsin delikanlı. Neden okul takımı seçmelerinde katılmadın?” Umut beklemediği bir soruyla karşılaşmıştı.

-Maalesef vaktim yok. Basketbolu çok sevmeme rağmen özel durumum nedeniyle vakit ayıramıyorum.
-Sakıncası yoksa o özel nedeni öğrenebilir miyim?

-Yo, neden sakıncası olsun. Genelde bir çok öğrenci gibi maddi sorunlar. Ailemin maddi durumu iyi olmadığı için onlardan yardım alamıyorum. Kredi ve Yurtlar Kurumundan aldığım burs da yeterli olmadığı için okul sonrasında ve hafta sonları bir kafede çalışmak zorunda kalıyorum. Bu yüzden de boş zamanım hiç yok. Derslerime çalışmak için dahi çok kısıtlı bir zamanım kalıyor.

-Bak buna üzüldüm işte. Senin gibi yetenekli bir oyuncuyu takımımda görmek isterdim.

-Takımımda derken?

-Ah, özür dilerim kendimi tanıtmayı unuttum. Ben okul takımının antrenörü Ahmet Uzunefe.

Bu isim Umut için bir çok anlama geliyordu. Birden heyecanlandı,

-Bir zamanların meşhur basketbol oyuncusu Uzunefe mi?

-Meşhur muydum bilmiyorum ama bir zamanlar evet milli takıma kadar yükselmiştim. Şimdiyse bu okulun basketbol antrenörlüğünü yapıyorum. Demek beni tanıdığına göre basketbolla bayağı ilgilisin.

-Hocam sizi tanımamak mümkün mü? Siz her basketbol oynayan öğrenci gibi bir zamanlar benim de ilham kaynağım, idolümdünüz.

-Teşekkür ederim, beni şımartman için gelmedim yanına. Neyse, okul takımında oynamayı düşünür müsün? Senin gibi bir oyuncuya her takımın ihtiyacı vardır.

–Hocam söylediğim gibi maalesef vaktim yok.

-Yok öyle, vaktim yok deyip pes etmek olmaz. Sana o vakti yaratmanın yolunu bulmalıyız o halde. Hangi bölümde okuyorsun?

-Hukuk birinci sınıftayım hocam.

-Ooooo bu çok iyi işte. Dört yıl boyunca senin gibi bir oyuncuya sahip olmak büyük şans. Sende aklını kullanabilirsen bu işi profesyonel olarak yapıp para dahi kazanabilirsin.

-O nasıl olacak hocam?

- Üniversiteler arası maçlarda başarılı olursan mutlaka bir basketbol kulübünün de dikkatini çekersin. Ama az ama çok bir transfer bedeliyle de o takımda oynarsın. Bu hem senin okulunu bitirmene de faydası dokunur.

-Sizin gibi bir hocayla bu şansı yakalayabilirim belki. Ama şu sıralar gerçekten hayal kurmaya zamanım yok hocam.

-Anladığım kadarıyla senin okul takımda oynayabilmen için önce senin maddi durumunu düzeltmemiz lazım. O halde sana bir burs bulalım ne dersin?

-Burs mu, nereden bulacağız hocam? Ben Ankara’nın yabancısıyım. Burs veren hiçbir kurumu tanımıyorum.

-Tamam, burs işini sen bana bırak. Şu anda çalıştığın yerde ne kadar kazanıyorsun?

-Çok fazla değil ama bir öğrenci için çok önemli bir miktar diyebiliriz. Biraz asgari ücretin altında ama yetiyor işte. Çalıştığım için ekstra harcamalarım olmuyor. Bir de akşam yemeklerimi işyerinde yediğim için o para da yanıma kalıyor. Elhamdülillah kimseye muhtaç olmuyorum.

Umut’un böyle gözü tok konuşması Koçun hoşuna gitmişti. “Seninle iyi anlaşacağız delikanlı. Adını soyadını, sınıfını, okul numaranı bir kağıda yaz bana ver şimdi.” Umut Koçun dediklerini bir kağıda yazıp hocaya verdi. “Benden haber bekle. Bu zaman süresince de kendine iyi bak, Sen bana lazımsın” deyip Umut’a göz kırparak yanından ayrıldı. Umut Koçun ardından, “Görüşmek üzere hocam” dedi.

Umut bütün hafta boyunca başını derslerden ve sınavlardan kaldıramadı. Bütün öğrenciler için ağır bir hafta olmuştu. Hafta sonu geldiğince bütün öğrenciler derin bir oh çekmişlerdi. Bazıları böylesine zor geçen bir haftadan sonra eğlenmeyi hak ettiklerini söyleyerek hafta sonu canlı müziğin olduğu bir kafeye gidip eğlenmeyi teklif ettiler. Arkadaşlarının çoğunluğu hiç fena olmaz derken o arkadaşlarına sırtını dönmüş çalıştığı kafeye doğru gitmektedir. Hiç kimse Umut’un yokluğunun farkında değildir. Sadece Dilan haricinde.

Dilan, Umut’un bir kafede çalıştığını arkadaşlarından duymuştu. Umut’u diğer öğrencilerden farklı kılan bir şey var diye düşünüyordu. Çarpışmalarını hatırladı, yüzünde tebessüm oluştu. Bu bir kader miydi yoksa tesadüf müydü? Oysa babası hep hayatta tesadüflere yer yoktur derdi.

DİLAN

Dilan, zengin bir babanın tek kızı tek göz ağrısıydı. Dilan daha dokuz yaşındayken annesini bir trafik kazasında kaybetmişti. Babası da eşinin bu ani kaybıyla zor bir dönem geçirmişti. Kızının kendisine ihtiyacı olduğunu biliyordu ama eşinin acısını unutmak için o kadar çok içiyordu ki kızını unutuyordu.

Oğullarının bu durumuna dayanamayan anne-baba hemen duruma müdahale etmişler, Dilan’ı yanlarına alıp bakarlarken oğullarının da bir psikiyatri kliniğine yatırarak tedavi görmesini sağlamışlardı. Bu süre zarfında Dilan’ın emekli olan dedesi oğlunun ticari işlerine bakmaya çalışmıştı. Ama işten anlamadığı için işi gerçekten bilen bir uzman genel müdür bulmuş ve ona hak ettiği maaşı vererek işletmeyi çekip çevirmesini söylemişti.

Baba kız zor dönemler yaşamışlardı. Dilan’ın babası Oktay Bey ancak bir yıl sonra işyerine adım atıp şirketin durumunu yani neredeyse kendi işini yeniden öğrenmeye başlamıştı. Oktay Bey bir yıl sonra toparlanmaya başlamış ancak kızının varlığını hatırlamıştı.

Bir hafta sonu kızını yanına alıp birlikte bir restorana yemeğe gittiler. Oktay bey yemek sırasında kızından özür dileyerek, “Biliyorum yavrum sende bende yıkıldık. Annenin yerini hiç bir zaman hiç kimse dolduramayacak. Ama şundan emin ol ve sana söz veriyorum seni en az annen kadar seveceğim. Biliyorum, belki annen gibi sabahları saçlarını öremeyeceğim. Belki sana annenin yaptığı o lezzetli yemeklerden yapamayacağım. Dahası da var, belki de hiç bir zaman bir annenin kız çocuğunu anladığı gibi anlayamayacağım ama sana söz veriyorum ne olursa olsun seni çok seveceğim. Ne zaman bana ihtiyaç duyarsan yanında olmaya çalışacağım. Ama annen bizi terk etmedi yavrum. Her zaman aklında bulunsun, annen seni her zaman bir yerlerden izliyor olacak. Sen onu görmeyeceksin ama o seni hep izleyecek. Eminim ki ne zaman bir yardıma ihtiyaç duysan bir şekilde sana yardım gönderecektir.”

-Baba ben çocuk değilim. Ölümün ne olduğunu anlayacak kadar büyüdüm.

-Evet kızım, maalesef ki büyüdün.

-O halde bana tutamayacağın sözler verme. Tabii ki hiç kimse annemin yerini alamaz. Ama annem öldüğü için artık daha çok korkuyorum.

-Neden korkuyorsun yavrum, bak ben yanındayım.

-Seni kaybetmekten korkuyorum baba. Sen kaç zamandır yoktun. Babaannem, bana senin iş nedeniyle yurt dışına gittiğini söyledi. Madem beni çok seviyordun neredeydin bunca zamandır?

Oktay Bey bazı şeyleri kızına anlatamamanın çaresizliğini yaşıyordu. Kızının yanına geldi. Oturduğu sandalyenin önünde diz çöküp onu kucakladı. Daha sonra Dilan’ın yüzünü avuçlarının arasın alıp gözlerinin içine bakarak, “Seni uzun süre hem de en fazla ihtiyaç duyduğun anda yalnız bırakıp gittiğim yanında olamadığım için senden çok ama çok özür diliyorum. Bir daha sen beni bırakıp gitmedikçe seni asla bırakmayacağımı söylersem beni affeder misin?”

-Söz mü ama? Bir daha asla beni bırakmayacaksın!

-Tamam, söz.

Söz lafını duymasıyla birlikte Dilan babasının boynuna sarıldı. “Ben de seni çok seviyorum baba” diye fısıldadı Oktay Beyin kulağına. Oktay Bey’in ruhunda fırtınalar kopuyordu ama kimse görmüyordu. Oktay Bey anlaşılamamanın acısını yaşıyordu. Belki anlatabilseydi
anlayan olacaktı ama Oktay Bey dertlerini acılarını yalnız yaşamayı seçmişti. Belki de anlaşılmaktan korkuyordu.

Her gün Dilan’ı kendisi uyandırdı. Kahvaltısını kendi eliyle yedirmeden okul için gelen servise bindirmedi. Her akşam da kızını yine kendisi yatağına yatırdı. Dilan her akşam babasına annesini anlatmasını istiyordu. Oktay Bey’de anlatıyordu. Hafta sonu bir akşam Dilan yine sordu.

-Baba yine annemi anlatır mısın?

-Tabi anlatırım kızım, neden anlatmayım.

-Ama bu kez farklı.

-Nasıl farklı?

-Bu kez nasıl tanıştığınızı anlatacaksın, sahi anlatır mısın baba?

-Peki öyle olsun. Anlatayım ama sen de kimseye anlatmayacaksın. Aramızda sır olarak kalacak tamam mı? Başkaları öğrenirse sonra annen küser diye çok korkuyorum.

-Peki, söz kimseye anlatmayacağım.

Oktay Bey sanki çok uzaklara gidiyormuş gibi gözleri daldı. Yüzü önce hafifçe aydınlandı sanki ya da Dilan’a öyle gelmişti. Sonra tebessüm etti ve anlatmaya başladı.
- Annen o zamanlar gençti daha. Tabii bende gençtim. Dedenler başka bir semtte oturuyorlardı. Bir gün bizim mahalleye birileri taşındı. Orta halli birkaç küçük çocuğu olan bir aileydi. Mahallenin gençleri olarak yardıma koştuk. Eşyalarını hemen evlerine taşıdık. Adamda karısı da çok memnun olmuştu. Karısı hemen bize çay demlemiş demlikle göndermişti. Biz de apartmanın önünde arkadaşlar ve yeni taşınan komşuyla birlikte çayı içtik. Adam bize tekrar tekrar teşekkür etti. Çayları içip dağıldık.

Aradan birkaç gün geçmişti. Biz arkadaşlarla yine apartmanın önünde sohbet ederken uzaktan genç güzel bir kızın geldiğini gördüm. Saçları dalga dalgaydı, esen rüzgarla saçları gözlerinin önüne geliyor o da saçlarını eliyle geriye itiyordu. Başında saçlarının üzerinde büyük geniş camları koyu renkte olan bir güneş gözlüğü vardı. Yüzü o kadar güzeldi ki. Bebeklerin saflığı vardı yüzünde. Teni süt gibi bembeyazdı. Yeşil-beyaz bol bir mintan giyinmiş pantolonunun üzerine salıvermişti. Gömleğin altına bol paçalı beyaz bol bir pantolon giyinmişti. Ayaklarında yüksek ökçeli yazlık beyaz bir çift ayakkabı vardı. O yüksek ökçelerle o kadar rahat yürüyordu ki şaşırmıştım. Onun yüzünü gördüğüm ilk anda bir şey oldu. Sanki o ana kadar hissetmediğim bir şey.

Sanki yeryüzüne bir melek inmişti. Ben de bu meleğin çekim gücüyle gökyüzüne doğru uçuyordum. Bulunduğum zaman ve mekandan soyutlanmış çok farklı bir alemdeydim. Gözümde yalnız annenin rüzgarda salınan saçları ve gülen yüzü vardı. Sanki dünya ayaklarımın altından kaymıştı. Ben bulutların üzerinde uçuyordum. Öylesine hayal alemine dalmış öylesine geçmişim ki kendimden, arkadaşlarım bana seslendikleri halde duymamıştım. Arkadaşım, “Ayıptır ya, yeni gelen komşunun akrabası galiba. Yakışır mı bize arkadaşım? Ayıp ediyorsun, kendine gel” diyerek beni sarsmasıyla kendime gelebildim. Utanmış, mahcup olmuştum.

Bu sırada annenin el salladığını gördüm. Neden bilmem bende birden el salladım hem de neden el salladığımı hiç düşünmeden. Meğer yeni gelen komşu kadın da balkona çıkmış onlara el sallamış bunu gören annen de ablasına el sallıyormuş. Ben de bir an boşta bulunup annene el sallamıştım. Arkadaşların kızgın bakışlarıyla karşılaşınca elim sanki düşer gibi inmişti yan tarafıma.

Anneni annesiyle yanımdan geçip giderken yüzüme bile bakmazken annesi benim yüzüme biraz kızgın biraz da tuhaf bakmıştı ya da bana öyle gelmişti. Aradan yarım saat geçmemişti ki annen balkonda göründü. Ben çaktırmamaya çalışarak gizli gizli bakmaya çalışıyordum ama bu arkadaşlarımın gözünden kaçmıyordu. Ama ben de elimde olmayarak bakıyordum. Çünkü sanki büyülenmiştim, evet annen beni büyülemişti. Ona bakmadan duramıyordum. Sonun da arkadaşlardan birisi, “Haydi şuradan uzaklaşalım yoksa bu Oktay bizim başımızı yeni komşuyla belaya sokacak” dedi. Bende mecburen arkadaşların peşinden gitmek zorunda kaldım. Arkadaşlarla epeyce bir vakit geçirdikten sonra tekrar apartmanın önüne geldik. Herkes evlerine dağıldı. Ben olduğum yere çömelmiş ne yapayım diye düşünürken annenle annesi bu kez önümden geçip gittiler. Evlerine dönüyorlardı ama annesi yine bana ters ters bakıyordu. Çaresiz başımı yere indirmiştim.

Onların uzaklaşmalarını bekledim. Sonra ani bir kararla onları gözden kaybetmeden arkaları sıra yürümeye başladım. Onlarla aramda yüz metre kadar mesafe oluşmuştu. Dönüp baksalar da beni göremezler diye düşünüyordum ki sanki annesi benim bu düşüncelerimi okumuş gibi birden geriye dönmez mi. Onun dönmesiyle bende hemen geriye dönüp geldiğim istikamete doğru yürümeye başladım. Beni görmüş müydü bilmiyorum. Ama o an çok heyecanlanmış hatta biraz da korkmuştum.. Sonra ilk binanın köşesine geldiğimde sola dönüp gözlerinden kaybolmuştum Ama takip etmekten vazgeçmedim. Hemen bir arka sokaktan onların gittiği yöne doğru yürüdüm. Bir süre sonra onları gözden kaçırma korkusuyla yine onların bulunduğu sokağa geçip kaldırımdan yürümeye başladım. Aramızdaki mesafeyi korumuştum. Bu kez caddenin karşısına geçip onları paralel şekilde takip ettim. Hatta anaannen arada bir geriye dönüp bakıyordu ama karşı tarafa bakmak aklına gelmiyordu. Onları evlerine kadar takip ettim. Oturdukları binayı öğrendim.

Sonra herkesten gizli günde bir defa oralarda dolanmaya başladım. Bu dolanmamın birinde anneni balkonda gördüm. O kadar güzeldi ki. Onu görür görmez her şeyi unutuyordum. Nerden geldim nereye gidiyorum, neden oradayım her şeyi ama her şeyi unutuyordum. Sonra bir gün annen yanında bir çocukla geldi ablasına. Onu görünce ben doğru eve gidip pencerenin önüne bir sandalye çekip onun gidiş saatini beklemeye başladım. Öğlen sonu 5-6 gibi yine yanındaki çocukla evlerine doğru gittiğini gördüm.

Hemen fırladım, bizim mahalleyi çıkana kadar uzaktan takip ettim. Mahalleyi çıktıktan sonra aradaki mesafeyi kapatıp yanına vardım. Sağ tarafında elinden tuttuğu çocuk vardı. Ben sol tarafına yaklaşıp usulca, “Merhaba” dedim. Annenin bembeyaz yüzü bir anda kıpkırmızı olmuştu. Onun da heyecanlandığı belli oluyordu. Ben tekrar, “Merhaba, seninle tanışmak istiyorum” dedim. Annen yine tek eklime dahi etmeden yürüyordu. Ben de onu korkutmamak için geride kalıp onu evlerine kadar takip ettim.

Bu ablasına gelip gitmelerin birisinde ısrarlarıma dayanamayıp benimle konuştu. Adı Bahar’dı. Ama annen gerçekten de bahar gibiydi. Annene her bakışımda ilkbaharın bütün çiçeklerini annende görürdüm. Nutkum tutulur tek kelime edemez hale gelirdim. Zamanla onun için nasıl deli divane olduğumu gördü. Ona ne şiirler yazdım bilemezsin. Söz büyüdüğünde sana okutacağım o şiirleri.

İşteee böyle tanıştık annenle. Çok sevdik birbirimizi ve evlendik. Allah bize en büyük hediyeyi yani seni verdi bize. Seninle birlikte mutluluğumuz daha da katlandı. Ama o trafik lambası kırmızı yanarken durmayan o araba, o trafik canavarı onu öldürene kadar mutluyduk. O hain adam senin anneni benim de canımı çalıp gitti bizden. İşte yavrum annenin hikayesi bu.

-Şimdi söz verdiğin gibi yatıp uyuyorsun. Bu anlattıklarımı da kimseye anlatmıyorsun, anlaştık mı?

-Tamam, anlaştık.

-O halde şimdi sana tatlı rüyalar. Allah rahatlık versin meleğim.

-Sana da babacığım.

Tam Oktay Bey kapıdan çıkacakken Dilan Babasına seslenir.

-Babacığım

-Buyur meleğim bir şey mi oldu?

-Hayır, sadece seni seviyorum diyecektim.

-Ben de seni seviyorum bir tanem. Allah rahatlık versin…

O günden sonra baba kız hiç ayrılmadılar. Baba kızının her şeyiyle ilgilendi. Gündüzleri devamlı kızının yanında olamayacağı içinde Oktay Beyin babasının evinde hizmetçilik yapan ve Bahar’ın ölümünden sonra Dilan’la çok güzel ilgilenen Nazlı Oktay Beylerin evlerinde çalışmaya başladı. Nazlı’yı tanımalarına ve onun Dilan’a ne kadar iyi baktığını bilmesine rağmen Oktay Bey Nazlıyla teke tek görüşerek kızının kendisi için ne kadar önemli olduğunu hata yapsa bile ona karşı müsamahakar davranmasını istedi. Kendisi evde olmasa bile kızının her isteği ile ilgilenmesini ne olursa olsun onu kırmayıp üzmemesini söyledi. Zaten Nazlı Bahar Hanımın vefatı sonrası dedesinin evine geldiğinde Dilan’ın hiç de kaprisli bir çocuk olmadığını görmüştü. Annesini kaybetmiş olması ve Nazlı’nın çocuk hasreti çekiyor olması Nazlı’nın Dilan’ın üzerine titremisini sağladı. Nazlı ile Dilan çok iyi anlaşıyorlardı.

Nazlı anne-babasının da zoruyla görücü usulüyle evlendirilmişti. İlk evlendiği yıllar çok mutluydular. Aradan iki sene geçmiş olmasına rağmen çocukları olmamıştı. Kocası eşini sevdiği için hiçbir şey söylemiyordu ama kayınvelidesi Nazlı’yı hor görmeye başlamıştı. Önceleri oğlunu fitlemeyle başladı. Daha sonraları ise doğrudan Nazlı’ya laf sokmaya başladı.

İki yılın sonunda bir bayanlar oturması sırasında kadınlar arasında konu yine çocuktan açılmıştı. Komşuları Türkan Hanımın bir yıllık gelini ikiz çocuk dünyaya getirmişti. Konu komşunun dilinde Türken Hanımın gelini vardı. Tabii bazı komşu kadınlar bunu biraz da abartarak Nazlı’nın kayınvalidesi Hanife hanımın duyabileceği şekilde söylemişlerdi. Asıl söylenilmek istenileni sonunda bir komşu kadın dle getirdi. “Hanife Hanım, sizin oğlanla gelin evleneli kaç yıl oldu. Hala bir çocukları yok. Kendileri mi istemiyor yoksa çocukları mı olmuyor?”

Hanife Hanım, sinirlenmişti ama bunu açığa vermek istemiyordu. “Ne bileyim anam oğlanla geninin bileceği bir şey. Bana kalsa ben tabi ki bir torun istiyorum. Hem kim istemez ki? Aslına bakarsan oğlan da istiyor da gelinde bir sakatlık var herhalde.”

Oturmaya gelenlerden biri, “O zaman bir doktora gösterin anam. Artık tüp bebekti neydi bir çaresini buluyorlar artık.”

-Haklısın anamda bizim gelin gitmek istemiyor. Bu durumda ben ne yapa bilirim ki? Bilmiyorum ama galiba biz oğlanın başını yaktık gibime geliyor. Hayırlısı artık, nasip dieyeceğiz bekleyeceğiz anam. Başka elden ne gelir?

Kayınvalide bu konuşmaları akşam oğlu eve geldiğinde onu bir köşeye çekip tamamen çarpıratak anlatmıştı. “Bak oğlum millet sana kısır diyor. Seni ben doğrudum, benim doğruduğum kısır olur mu hiç? Amma milletin ağzı torba değil ki büzesin. Aerık doktora mı gideceksin yoksa boşayıp başkasını mı alacaksın bir karar ver. Biz artık torun sevmek istiyoruz. Gözümüzün önünde sslan gibi oğlumuzun meyve vermeyen kuru ağaç gibi solup gitmesini seyretmek ağrımıza gidiyor. Hele konu komşunun sözleri yok mu, her gün göğsüme sanki hançeri saplayıp çıkarıyorlar. Artık bunun bir çaresine bak”.

Annesinin bu kışkırtmalarıyla konu komşunun kendisini kısır gibi görmeleri Nazlı’nın kocası Ender’in de zoruna gitmişti. Artık yavaş yavaş karısının hareketleri giyim kuşamı gözüne batmaya başlamış yaptığı her yemeğe bir kup takar olmuştu. Evlilikleri Nazlı için bir işkence halini almaya başlamıştı.

Bir gün kocası Nazlı’yla birlikte doktara gitti. Hem kendisinden hem de eşinden sperma örnekleri alınmış sonuçlarına göre tüp bebek denemeye karar vermişlerdi. Labaravatuar incelemesinden çıkan rapora göre Nazlı’nın bebeği olamayacağı anlaşılmıştı.

Rapor sonucu kaynanası tarafından konu komşuya sızdırılmış Nazlı’nın kısır olduğu duyurulmuştu. Artık konu komşu Nazlı’ya bazen acıyor bazen de yarım kadın gözüyle bakıyordu. En kötüsü de kayın validesi bir gün Nazlı’ya “Sen de kadın mısın? Bir çocuk bile doğuramıyorsun” dediğinde kocasının annesine hak vermesi olmuştu.

Bunun üzerine bu evliliğin daha fazla yürümeyeceğini anlayan Nazlı eşyalarını toplayıp baba evinin yolunu tutmuştu. Kızlarını bavuluyla kapıda gören Nazlı’nın anne-babası hiçbir şey diyememiş kızlarını teselli etmeye çalışmışlardı. Bir süre sonra da Ender boşanma davası açmış, ilk celsede boşanmışlardı.

Aradan br yıl geçmeden Nazlı’ya talipler çıkmaya başlamıştı. Çocuğu olmadığını bilmeyen kalmamıştı. Bu yüzden de taliplerin hepsi de yaşlı insanlardı. Onların evlilikten bekledikleri tek şey de kendilerine bakacak biri yani hizmetçi aramalarıydı. Babası da çaresiz kalmıştı. Nazlı tek başına çarşıya pazara bakkala çıkamıyordu. Çıksa laf olacak korkusu vardı.

Bu taliplerden birisine babası vermek istedi. Ama Nazlı babasının bu isteğine karşı çıkarak İstanbul’a halasının yanına taşınmaya karar verdiğini söyledi. Babası kızının kalması helinde laf söz çıkmasından korktuğu için buna razı oldu. Nazlı kısa zamanda İstanbul’a halasının yanına taşındı.

Halasına yük olmak istemeyen Nazlı, hizmetçi arayan zenginlerin evlerinde çalıştı. Burada da bazı eşlerin kıskançlıkları yüzünden birkaç işini kaybetti. Daha sonra Nazlı’nın halasının bir tanıdığı vasıtasıyla Oktay bey’in anne-babasının evine hizmetçi olarak girdi. Orada çalışkanlığı güzel ahlakıyla ev halkının sevgisini ve takdirini kazanmıştı. Oktay Bey’in eşi trafik kazasında hayatını kaybedince bir yıl boyunca Dilan’a Nazlı bakmış her şeyiyle ilgilenmişti. Zaten annelik hasreti çeken Nazlı, Dilanı öylesine sevmiş öylesine sahiplenmişti ki dışardan görenler Dilan’ı Nazlı’nın kızı zannederdi.

Oktay Bey’in iyileşip kızını alarak kendi evine çıkınca, aile içerisinde yabancı biri yerine Nazlı’nın Oktay Bey’in evinde çalışması kararı alınmıştı. İşte Nazlı’nın Oktay Beylerin evinde işe başlaması bu şekilde olmuştu.

Dilan ilkokuldan sonra özel paralı bir orta öğretim okuluna başlamıştı. Babası onun en iyi şekilde yetişmesini istiyordu. Bunun içinde elinden gelen her şeyi yapıyordu. Dilan da derslerinde çok başarılı bir çocuktu. Ama annesini hiç unutamıyordu. Sırf bu yüzden babası bir başka kadınla evlenmeyi düşünmemişti. Dilan’ı hayatının odak noktasına yerleştirmişti. Her şeyi onun için yapıyordu. Ama Oktay Beyin anne ve babası onun yeniden bir yuva kurması gerektiği konusunda ısrar ediyorlardı. Bu nedenle bir kaç kez çevrelerindeki tanıdıkların yetişkin kızlarıyla tanıştırmaya çalışmışlar her seferinde de Oktay Beyin sert tepkisiyle karşılaşmışlardı. Ama kader ağlarını örüyordu. Günün birinde gittiğ bir iş gezisi sırasında Figen Hanımla tanışmıştı. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki Oktay Bey kendisini kısa sürede nikah masasında bulmuştu.

Oktay Bey, Figen Hanımla da Dilan hakkında uzun uzun konuşmuş onun mutluluğunun her şeyden önemli olduğunu anlamasını istemişti. Figen Hanımdan ayrıca kendisini asla Dilan’ın annesi yerine koymamasını özellikle rica etti. Dilan’ın onun varlığına alışması için ona zaman tanımasını ve sabırlı olmasını istedi.

Figen Hanım da başlangıçta Dilan’a olabildiğince itinalı yaklaşmaya gayret etti. Ama Dilan’ın babasını bir başka kadınla paylaşmak istememesi ve kıskançlık göstermesi aralarında bir yakınlık kurmayı zorlaştırmıştı. Oktay Bey kızını anlıyordu bu yüzden Dilan’ı alıp baş başa konuşabileceği bir yere götürdü.

Gittikleri yer şehire yüksekten bakıyorlardı. Dilan ilk defa geliyordu buraya ve çok sevmişti. Gördüğü şehir manzarası onu büyülemişti. Oktay bey Dilan’ın yanına gelip ne zaman kızıyla konuşmak isterse yaptığı gibi Dilan’ın önünde yere çöküp gözlerini gözlerinin hizasına getirip kızın gözlerinin içine baktı. Dilan babasının kendisiyle konuşmak istediğini anlamıştı. Sessiz kalıp babasını dinlemeye karar verdi.

Oktay Bey kızının gözlerinin içine bakarak,

-Bak kızım hayatıma kim girerse girsin hiç kimse annenin yerini dolduramaz ve dolduramayacak ta. Beni bir başkasıyla paylaşmanın sana ne kadar zor geldiğini görüyor anlıyorum. Ben sana söz verdiğim gibi sen kendin istemedikçe hiç bir zaman yalnız bırakmadım bırakmayacağım.

-Ben hiç bir zaman beni yalnız bırakmanı istemeyeceğim ki babacığım. Seni de hiç bir zaman terk etmeyeceğim.

Oktay bey kızının bu saf ve masumca söylediği sözler karşısında tebessüm etti.

-Gelecek kızım, bir gün gelecek sen de beni terk etmek isteyeceksin. Bir gün gelecek büyüyecek herkesin büyülenerek baktığı çok güzel bir kız olacaksın. Bir gün sende kendi kanatlarınla uçmak isteyeceksin. Artık gölgem sana karanlık gelecek. Günün birinde göreceğin bir çift göz senin güneşin olacak, yüreğini ısıtacak ve sen de o güneşi takip etmek isteyeceksin. İşte o gün geldiğinde ben istemesem de sen beni terk edeceksin. Bir zamanlar rahmetli annenin anne ve babası da kızlarını üzerine titreyerek yetiştirmişlerdi. Büyüdü çok güzel bir kız oldu ve ben onu ailesinden kopartıp kendi yuvamı kurdum. Senin gibi olağanüstü harika bir kızım oldu. İşte sende günü geldiğinde kendi yuvanı kurmak için beni terk etmek zorunda kalacaksın. Ve ben sana dur bile diyemeyeceğim. Çünkü sende bir yuva kuracaksın. Allah’ın izniyle senin de çocukların olacak. Aynı bugün benim senin üzerine titrediğim gibi sen de yavrularının üzerine titreyeceksin. O günler de benim yalnız kalmamı ister misin?

-O zaman sende bizimle yaşarsın babacığım. Hem böylece ayrılmamış oluruz.

-Bunu ben de çok isterdim yavrucuğum ama senin de özel bir hayatın olacak. Bunu bugün istesen bile belki o gün geldiğinde istemeyeceksin. Sen istesen bile belki eşin istemeyecek. İşte o günlerde ben de yaşlanmış olacağımdan belki de huysuz aksi ihtiyarın biri olacağım. İşte o günler geldiğinde yalnız kalmamak için, hastalandığımda bana bakacak biri olması için kafamın uyuşabileceği bana uygun biriyle hayatımı birleştirmem gerekiyordu. Bunun için de Figen Hanımla evlendim. İleriki günlerde yalnız kalmamak adına verdiğim bu kararı senin de onaylamanı istiyorum. Benim için olsun Figen hanımla iyi geçinmeyi dener misin?

-Madem öyle istiyorsun madem Figen ablayla mutla olacağına inanıyorsun ben de senin mutlu olman için her şeyi yaparım babacığım. Ama sende şunu unutma ki bu kızın seni asla yalnız bırakmayacak. Ama Figen ablaya söyle hiç bir zaman annemin yerine geçmeye kalkmasın. Odamda bulunan annemin fotoğraflarına karışmasın.

Oktay Bey kızına sımsıkı sarılmış ağlıyordu. Dilan da babasını bir başka kadınla paylaşmak zorunda kalacağının kırgınlığı ve gelecek korkusunun yeniden kalbine yük olmaya başladığını hissetmesiyle kendini tutmaya çalışmasına rağmen göz yaşlarına engel olamıyordu.

Baba kız bir süre daha bulundukları yerden şehri seyrettiler. Dilan babasına, “Burası çok güzelmiş daha sonra yine gelelim. Burası ikimizin gizli yeri olsun olur mu babacığım?” Oktay Bey, “Tabii güzel kızım. Sen ne zaman istersen geliriz. Söz burası sadece seninle benim yerimiz olacak. Senden başka kimseyi buraya getirmeyeceğim” dediğinde Dilan yüzünde tebessüm belirmişti.

O günden sonra Dilan’ın Figen Hanıma karşı davranışlarında önemli ölçüde değişiklik olmuştu. Figen Hanımla alış verişe gitmiş kıyafet alırlarken birbirlerine fikir sormuşlardı. Oktay Bey de Figen Hanımla konuşmuş Dilan’ın odasına karışmaması ve annesinin fotoğraflarının bulunmasına sabır göstermesini rica etmişti.

Figan Hanım da biliyordu ki Oktay Beyle evli kalabilmek için en azından çocuğu olana kadar buna mecburdu. Dilan nasıl istiyorsa bir müddeet daha katlanmak zorundaydı.

Figen Hanım aslında Oktay Beye aşık olduğu için değil sadece geleceğini garantiye almak için mantık evliliği yapmıştı. Oktay bey çevresinde gelecek vadeden bir iş adamı olarak görülüyordu. Bu yüzden de gerek sosyete çevresindeki bekar bayanların ve gerekse magazin dünyasının objektifleri Oktay Beyin üzerindeydi. Figen Hanım Oktay Beyle evlenerek bazı bayanların umutlarını kırarken magazin dünyası objektiflerinin Oktay Beyin üzerinden başka bekarlara yönelmesini sağlamış oluyordu.

Aradan iki yıl geçmişti ki bir gün Figan hanım Oktay Beye kendisiyle bir akşam baş başa akşam yemeği yemek istediğini söyledi. Oktay Bey, Dilan’ı hatırlattı. Figen Hanım, “Seninle önemli bir konu konuşacağım. Bunun için seninle baş başa kalmak istiyorum. En azından bu konuda senden anlayış bekliyorum” dedi. Oktay Bey Dilan’la konuşarak bu akşam dışarıya çıkacaklarını söyledi. Akşam eve geç geleceklerinden dolayı Dilan’ın uyku saatini kaçırabileceklerini bu yüzden Dilan’ın evde Nazlı’yla kalması gerektiğini söyledi.

Dilan yıllardan sonra babasından ilk defa gelen bu teklif karşısında sessiz kaldı. Babasının sözlerinden sonra arkasını dönüp odasına çıktı. Oktay Bey verdiği sözü hatırladı, “Sen istemedikçe seni asla yalnız bırakmayacağım”. Yüreği daraldı, kendisini huzursuz ve yalancı biri olarak hissediyordu. “Figen eğer söyleyeceklerin gerçekten önemli değilse beni böyle hissettirdiğin için seni affetmeye birilim” diye geçirdi içinden.

Şehrin önemli restoranlarından birinde rezervasyon yaptırmıştı. Akşam olduğunda Figen Hanım da Oktay Bey de oldukça şık giyinmişlerdi. Evden çıkmadan önce Oktay bey kızının yanına giderek, “ Dilan’ım, kızım biliyorsun seni ilk defa bir akşam evde Nazlı ablanla baş başa bırakıyorum. Bundan dolayı büyük bir huzursuzluk hissediyorum. Biliyorum sana verilmiş bir sözüm var. Sanki bu sözümü çiğniyor muşum gibi bir his var kalbimde. Bu akşam için senden özür diliyorum. Ne olur kızım beni affet. Yemeğini zamanında yemeyi unutma. Dilediğin her şeyi yapabilirsin ama uyku saatini kaçırma sabah okula geç kalmanı istemem” deyip kızların yanaklarından öptü.

Dilan babasının bunca konuşmasına rağmen sessiz kalmayı sürdürdü. Oktay Bey yanından ayrılırken Dilan’ın gözlerinde iki damla yaş vardı. Bu babasının söz verdiği günden beri babasından ayrı kaldığı ilk akşam olarak beynine kazınacaktı.

Oktay Bey ve Figen Hanım restoranda siparişlerini vermişler gelmesini bekliyorlardı. Oktay Beyin her halinden sabırsızlığı belli oluyordu. Figen Hanımsa vereceği haberin getireceği mutluluktan emin bir şekilde anın tadını çıkartıyor Oktay Beyin hali ona tuhaf bir keyif veriyordu. Oktay bey daha fazla dayanamadı ve sordu.

-Benimle çok önemli bir şey konuşmak istediğini söylemiştin. Hala hiç bir şey söylemedin.

-Ne acelemiz var hayatım bütün akşam bizim nasılsa. Yemeklerimizi, tatlılarımızı yiyelim kahvelerimizi içelim nasılsa konuşuruz.

-Ama ben çok merak ediyorum. Konu ne bilmek istiyorum. Konuyu söylemedikçe de içime bir huzursuzluk çöküyor. Sanırım ben daha fazla sabredemeyeceğim. Lütfen artık daha fazla uzatmadan ne söyleyeceksen söyleyiver de beni meraktan kendisni de yükten kurtar.

-Peki hayatım peki konuşalım o zaman. Gerçekten hazırmısın?

- A aaaa hazırım dedim ya. Uzatma artık.

-Beni yanlış anladın, hazır mısın derken ikinici kez baba olmaya hazır mısın? Artık ben anne olmak istiyorum. Sende tekrar baba olmak istemez misin? Kimbilir belki bu kez bir oğlumuz olur.

-Hayatım bunu konuşmak için mi dışarıya çıktık. Hem de Dilan’ı evde bırakarak. Bunu odamızda da konuşabilirdik. Neden baba olmak istemeyim tabii ki isterim ama sende biliyorsun ki böyle şeyler nasip işi.

-Sen beni yine anlamadın hayatım. Ben anne sende ikinci kez baba oluyorsun. Bunu müjdeyi güzel bir ortamda baş başa kalarak kutlamak istedim.

Oktay bey bir an durdu, Hiçbir tepki vermedi, öylece dona kaldı. Sonra birden, “Ne ben babamı oluyorum” diye ağzından bir şaşkınlık nidası çıktı. Sonra nerede olduğunu unutup hemen eşinin yanaına varıp eşini kucaplayıp dönmek isteyince çevredeki sandalye masalara çarptı. Bazı bardakların düşme sesiyle kendine geldi. Bütün restoran onlara bakıyordu. Bir şeyler söylemek gereği hissetti. “Şey çok özür dilerim. Eşim biraz önce baba olacağımı müjdeleyince ben de sevinçten ne yapacağımı şaşırdım. Çok affedersiniz”.

Oktay Bey’in konuşmasıyla birlikte restoranta bir alkış koptu. Oktay Bey geçip yerine oturdu. Eşine, “Aşkolsuın bunu bu saate kadar sakladın ha. Nasıl dayanabildin ben olsam hemen söyleyiverirdim. Bütün gün boyunca beni kıvrandırıp durdun”.

-E hayatım hamileyim bırak o kadarcık olsun naz yapayım. Bu kadarcığa da mı hakkım yok?

-Tamam hayatım öyle olsun. Ama bundan sonra hamileliğin boyunca kendine her zamankinden daha fazla dikkat ediyorsun. Beklemediğimiz bir sürprizle karşılaşmayalım.

Çok güzel bir akşam geçirmişlerdi. Yemekten sonra çalan müzik eşliğinde dans etmişler sonra arabalarına binerek şehri gezmişlerdi. Eve girdiklerinde saat gece yarısını çoktan geçmişti.

Figen Hanım hamile kalmasıyla birlikte bir anda çok değişmişti. Kaprisli biri olup çıkmıştı. Dilan’a artık nezaketin ötesinde basbayağı kaba davranmaya başlamıştı. Bazen emreder gibi konuşuyor bir hatası olduğunda Dilan’ı azarlıyordu. Dilan bu duruma bir anlam veremiyor gün geçtikçe sessizleşiyor ve kendisini odasına hapsetmeye başlıyordu. Ancak babası geldiğinde ortaya çıkıyordu. Figen Hanım Oktay Bey’in yanında müşfik anne rolüne bürünüyor Dilan’a güler yüzlü bir nezaket içerisinde davranıyordu.

Dilan artık genç bir kız olma yolundaydı. Genç kızlığa geçerken başına gelen ilk regl hadiseysdi. Çok korkmuştu, neden olduğunu bilmiyordu. Korkudan çığlık atmış ilk koşan Nazlı olmuştu. Figen hanım da gelmiş durmu görünce Nazlı’ya sen ilgileniver demişti. Nazlı Dilan’la özel olarak ilgilenmiş bu durmun normal olduğunu her şenç kızın bu durumu ayda bir kez yaşayacağını korkmaması gerektiğini anlattı. Bu durumlarda karnının ağrıyabileceğini bazen ateş basabileceği gibi bazen de tam tersi bir durumla üşüyebileceğini söyledi. Bu özel durumun bir kaç gün süreceğini ve bittiğinde yapması gerekenleri anlattı.

Dilan o güne kadar bazı dini terimleri hiç duymamıştı. Gusul abdesti ne demek bilmiyordu. Neden alması gerktiğini bilmiyordu. Nazlı hanım dilinin döndüğü kadarıyla Dilan’ın sorularını cevaplamaya çalıştı. Bunu yaparken bir şey fark etti ki Nazlı da inandığı dinin kurallarını bilmiyordu. Ne yapacağını şaşırdı. Belki Figen hanım daha iyi anlatır diye düşündü.

Daha sonra Dilan’a neyi nasıl yapması gerektiğini elinden geldiğince anlatmaya çalıştı. Dilan’a, “Sen şimdi odanda uzan ben de senin için gerekli bazı şeyleri alıp geleyim. Artık anladın değil mi Dilancığım? Korkmak yok, uzanıp yatıyorsun sadece”. Daha sonra Figen Hanımın yanına giderek Dilan’ın durumunu anlattı. Sorduğu sorulara cevaplayamadığı için Figen Hanımın bu sorulara cevap verip veremeyeceğini sordu.

Figen hanımın durumu daha vahim bir haldeydi. “O dediğin şey de ne kuzum, öyle bir adetimiz mi var? Ben İngilterede yetiştim. Benim çevremdeki insanları çoğu ya inançsızdı ya da Hiristiyan. Ben Allah var mı yok mu ona inanayım mı inanmayayayım mı henüz ona bile karar vermiş değilim” dedi.

Nazlı Figen Hanım’ın verdiği cevaplar karşısında şok geçiriyordu. Bir insan Allah’a inanıp inanmadığını nasıl bilmez diye düşündü. Sonra Figen Hanıma ne yapacağız şimdi diye sordu? “Amaan canım biz nasıl büyüdüysek o da o şekilde büyüyecek. Eğer Allah’ın varlığına inanıyorsa araştırıp kendisi öğrensin. Onu da ben öğretecek değilim ya” dedi. Nazlı duyduğu sözler karşısında ne söyleyeceğini bilememezliğim acizliğini yaşıyordu.

Oktay beyi akşam eve geldiğinde Dilan’ı göremeyince sordu.

-Dilan nerede, neden ortalıkta görünmüyor?

-Ah, söylemeyi unuttum hayatım. Bugün kızının İstanbul’dan halası geldi.

-İyi de Dilan’ın İstanbul’da halası yok ki, nasıl gelsin.

Figen Hanım buna kahkahalarla gülerken eşinin kulağına eğilip, “Hizmetçiyi utandırmamak için böyle söyledim” dedi. “Bu bayanlar arasında bir şifredir. Bir bayan regl olduğu zaman İstanbul’dan halam geldi der bütün bayanlarda anlar”.

Oktay Bey durumu öğrenince önce hemen kızının yanına gitmek ister sonra onu utandırabileceğini düşünerek Nazlı’yı çağırır. Nazlıdan Dilan’ hakkında bilgi alır. Sonra yardımcı olup olamadığını sorar. Nazlı yardımcı olmaya çalıştığını ama Nazlı’nın sorularına cevap veremediğini söyler. Bu durum karşısında çaresiz kalan Oktay Bey psikiyatr olan bir arkadaşını arayarak ne yapması gerektiği konusunda bilgi almak ister. Psikiyatr arkadaşı bir bayan meslektaşını hemen onların evine göndermeye çalışacağını söyler.

Aradan bir saati geçmişti ki kapı ziline basıldı. Gelen, başı türbanlı bayan bir psikiyatrdı. Oktay Bey ve Figen hanımla tanıştıktan sonra Dilan’ın odasına tek başına gitmesinin daha iyi olacağını söyledi.

Psikiyatr kapıya vurmasına rağmen içerden ses gelmeyince Dilan’ın odasına girdi. Dilan utandığı için başını yorganın altına sokmuş öylece yatıyıyordu.

-Merhaba Dilan ben Psikiyatr Doktor Zeynep. Sen şu an için hayatının bir dönüm noktasını yaşıyorsun. Bunu seninle konuşarak sana yardımcı olmaya çalışacağım. Soruların olursa çekinmeden sorabilirsin. Şu an senin yaşadığın olay her sağlıklı genç kızın yaşaması gereken doğal bir durum. Senin başına ilk defa geldiği için korkmuş olabilirsin. Asıl korkman gereken şey ise senin şu an başına gelen olay gelmezse bil ki sağlık sorunun var demektir. Yani senin başına gelen şey her sağlıklı bayanaın başına ayda bir kez gelen bir şey. Bunun için korkmana gerek yok. Bu başına gelen olay bundan sonra sürekli olarak her ayın bu günlerinde başına gelecek demektir. Bu nedenle bugünler için hazırlıklı olmanda ve ve çantanda her zaman bir kaç ped bulundurmanda fayda var. Ben gelirken senin için eczaneden almıştım.

Dilan başını yorgandan çıkartırken,”Çok utanıyorum ama” der.

-Dilancığım utanman çok normal bir şey ama utanman için hiç bir neden yok. Dediğim gibi sen artık çocukluktan çıkıp genç bir bayan oluyorsun. Her genç bayanda ayda bir kez regl olur. Bundan sonraki yaşamın boyunca bu özel günlere hazırlıklı olarak yaşamalısın. Yanında ihtiyaç duyabileceğin bazı şeyleri çantanda bulundurmalısın.

Psikikiyatr Dilan’a tatlı dille yaklaşarak konuyu detaylı bir şekilde anlatıp Dilan’ın merak edip sorduğu soruları cevaplandırdı. Artık Dilan korkusunu yenmişti. Dilan, “Nazlı’nın söylediği gusül abdestini ve “Neden alınması gerektiğini sordu”. Zeynep, “Dinin gereği, Allah’ın bir emri olduğu için yapmalıyız” dedi. Zeynep doktor Dilan’a bir sonraki regli olabileceği tarihi hesaplamasnı öğretti Zeynep Doktor. Bir sonrakine nasıl bir hazırlık içerisinde olması gerektiğini ve çantasında neler bulundurması gerktiğini ince ince anlattı. Ve Dilan’a bu durumdan korkup kendisini odasına kapatmasının doğru olmadığını anlattı. Tam tersine bol bol açık havada gezip oksijen deplomasını tavsiye etti. Dilan artık konuya hakimdi ve korkmuyordu.

Zeynep, Dilan’ın korkularını yendiğine emin olduktan sonra artık gitmesi gerektiğini söyledi. “Çok teşekkür ederim” dedi Dilan. Zeynep Doktor, tebessüm ederek “Rica ederim, bak şuraya kartvizitimi bırakıyorum ne zaman ihtiyacın olursa beni çekinmeden arayabilirsin, tamam mı Dilancığım”.

Dilan, “Tamam olur” diye karşılık verdi.

Doktor Zeynep, Oktay Bey ve Figen Hanımla da konuşup Dilan’ı utandırmadan ona nasıl yaklaşmaları gerektiğini anlattı. Oktay Bey’e bir kartvizit uzatarak “Ne zaman isterseniz arayabilirsiniz” dedi. Oktay Bey, Doktor Hanımı kapıya kadar geçirirken hazırlamış olduğu zarfı Zeynep Doktor’a uzattı. Doktor teşekkür edip zarfı aldıktan sonra iyi akşamlar dileyerek ayrıldı.

Oktay Bey kızının yanına gidip nasıl olduğunu gözleriyle görmek istedi. Kapıya vurduğunda Dilan içeriden, “Şu an kimseyle görüşmek için müsait olmadığını yalnız kalmak istediğini” söyledi. Oktay Bey çaresiz geriye salona döndü.

Dilan artık genç bir kız olma yolundaydı. Vücudu fiziksel değişimlere uğramaya başlamıştı. Gençliğe ilk adım attığı bugünlerde Zeynep Doktorla bir kaç kez daha görüştü. Bu görüşmeler Dilan için çok olumlu olmuştu. Neler yaşayacağını önceden Doktor Zeynep söylüyordu. Söylenenler gerçekleştikçe de doktor hanına daha fazla güvenmeye ona inanmaya hatta içerisinde ukde kalan anne özlemini ona anlatmaya başlamıştı. Zeynep Doktor, Figen Hanımın Dilan’ın öz annesi olmadığını öğrendiğine nedense hiç şaşırmamıştı. Çünkü Figen Hanım Dilan’ın özel durumu karşısında o kadar kayıtsız kalmıştı ki bu normal bir annenin yapacağı bir davranış değildi. Zeynep Doktor ve Dilan çok iyi anlaşmışlardı. Dilan hayatının ileri ki bölümlerinde de Zeynep Doktorla çok iyi dost olacakmış gibi bir his taşıyordu içinde

Figen Hanımın hamileliği ilerledikçe kaprisleri de artıyordu. Gerek Nazlı’ya gerekse Dilan’a evde etmediği kalmadı. Özellikle de Dilan evde gözüne batmaya başlamıştı. Olur olmadık bahanelerle Dilan’a kızıyordu.

Dilan, Figen Hanımla karşılaşmamak için odasından çıkmamaya başladı. Bir gün bir arkadaşı Figen Hanımın ziyaretine geldi. Nazlı kapıyı açıp misafiri içeri buyur edip Figen Hanımın yanına bıraktıktan sonra mutfağa misafir için hazırlık yapmaya gitti. Mutfakta hazırlık yaparken Figen hanım Nazlı’ya seslendi ama Nazlı duymamıştı. Daha sonra daha yüksek sesle Nazlıyı yanına çağıran Figen Hanım Nazlıya öyle ağır hakaretlerde bulundu ki misafirin yanında Nazlı’nın gururu kırılmıştı. Nazlı kendisini mutfağa atıp gözyaşlarına boğuldu.

Akşam Oktay Bey geldiğinde Nazlı, Oktay Beyle özel görüşmek istediğini söyledi. Oktay Bey, Nazlıyı çalışma odasına alıp Nazlıyı dinlediğinde duyduklarına inanamıyordu. Severek evlendiği şefkat timsali gitmiş yerine bambaşka bir Figen gelmişti. Nazlı o gün olanları anlattı. Daha sonra da işten ayrılmak istediğini söyledi.

Oktay Bey dinledikçe ağzı açık kalmıştı. “Öncelikle işten ayrılmayı unut. Sen benim bu evde sağ kolumsun. Hem Dilan hem ben seni çok seviyoruz. Sen bu evin bir hizmetçisi değil bu aileninin bir parçasısın. Figen Hanımın hamilelikten dolayı sinirleri yıpranmış olmalı. Biraz alttan al, onun adına senden ben özür diliyorum. Sonra Figen’in Dilan’a karşı olan tutumunu merak edip sordu.

-Peki Dilan’a karşı davranışları nasıl? O na da kötü davranıyor mu?”

Diye sordu. Nazlı Figen Hanımın Dilan’a karşı davranışlarında da bir değişiklik olduğunu, olur olmadık Dilan’ı azarladığını bu yüzden Dilan’ın sırf Figen Hanımla karşılaşmamak için gerekmedikçe odasından çıkmadığını söyledi”.

Oktay Bey şaşırıp kalmıştı. Nazlı’ya, “Sen şimdi hiç bir şey olmamış gibi işinin başına dön. Ben bir süre Figen’i gözlemleyeceğim. Gerekirse Zeynep Hanıma danışırız. Senden biraz sabır rica ediyor ve Figen adına tekrar özür diliyorum.”

Nazlı istemeye istemeye tekrar işinin başına döndü. Oktay Bey eşinin yanına döndüğünde bu kez Filiz Hanımın hizmetçi hakkındaki şikayetlerini dinlemek zorunda kaldı. Oktay Bey eşinin hamiliğini de dikkate alarak, “Sen bunları kafana takma, kadıncağız evde tek başına her yere aynı anda yetişemiyor olabilir. Aslında ona da bir yardımcı alsak o sırf seninle ilgilense daha iyi olmaz mı?”

-Ne gerek var hayatım, tek başına da sanki biz ona taş mı taşıtıyoruz? Arada bir istersek çay kahve. Zaten hamile kalana kadar kendi işimi kendim görüyordum. Onun baştan savma yaptığı işe mi kaldım. Bilseydim ben eski hizmetçimi getirirdim. Nazlı onun eline su dökemez.

-Anlaşılan senin sinirlerin bozulmuş. Sen şimdi bunları düşünme. Yemek yedin mi sen?

-Yemek yemeye fırsatım mı oldu hayatım. Misafirim vardı, o da ancak akşam üzeri gitti. Yemek için de seni bekledik.

-Tamam o halde akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz.

Oktay Bey Nazlı’ya seslenir. “Nazlı, Dilan’a haber ver akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz. İkiniz de hazırlanın. Yemeğe hep birlikte gidiyoruz.” Nazlı bir an yanlış duyduğunu sandı. Şaşkınlıkla, gayri ihtiyari “Bende mi?” diye sordu.

-Evet Nazlıcığım sende bizimle geliyorsun. Hem sen de bu ailenin bir parçasısın. Benim kız kardeşim, Dilan’ın teyzesisin. Hep birlikte güzel bir akşam yemeği yiyeceğiz. Haydi sen de hazırlan.

Nazlı tereddüt ediyordu. “Oktay Bey beni mazur görseniz, yanımda dışarı çıkmak için uygun kıyafetim de yok. Gideceğimiz yerde bu kıyafetimle pek uygun görünmem herhalde” dedi. Oktay Bey, “Mazeret kabul etmiyorum. Filiz hanımın kıyafetlerinden sana uygun olan birisini giy. O kıyafet de senin olsun. Biz Filiz Hanıma zaten doğumdan sonra yeni bir gardrop yapacağız.”

İtiraz etmeye hazırlanan Filiz Hanım yeni bir gardrop sözünü duyunca itirazından vaz geçti. Ama bir hizmetçiyle de yemeğe gitmeyi içine sindiremiyordu. Nazlı’ya dönüp, “Madem Oktaycığımın içinden böyle bir iyilik yapmak geldi o halde yukarı çıkıp gardrobumdan istediğin elbiseyi alabilirsin. Ben zaten misaferim için hazırlanmıştım. Elbisemi değişmeme gerek yok. Aslında bugün ki suçundan sonra seni cezalandırmak lazım ama bu seferlik biricik aşkımı kırmayacağım.

Nazlı sessiz kalmayı yeğleyerek isteksizce Filiz hanımın odasına doğru yol alırken Filiz Hanım Oktay Beye sitemde bulunuyordu. “Aşk olsun hayatım, bir hizmetçi parçasıyla birlikte yemeğe mi çıkılırmış. Bunu da sende görüyorum. Ama senin gönlünden böyle geçmiş bu seferlik böyle olsun”.

Oktay Bey bu akşam yemeğini o gün olan olayları yatıştırmak, biraz olsun Nazlı’nın kırılan gururunu onere etmek adına yapıyordu. Ama eşinin sözleri karşısında içinden bir şeylerin kırıldığını hissediyordu. Buna rağmen, “Hayatım arada bir de olsa yanımızda çalışan insanları da onore etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu akşam bunun için bir fırsat oldu. Hem aranızda oluşan tatsızlıklar da ortadan kalkmış olur” dedi. Filiz Hanım, “Yooo o konu bu kadar kolay kapatılamaz. Ben o konuyu ayrıca konuşacağım seninle.”

Oktay bey kendisini bir fırtınanın beklediğini anlamıştı. Anlayamadığı o müşfik sevecen ve saygılı kadın gitmiş yerine kapris dolu bir kadın gelmişti. Hamilelik bir kadını bu kadar değiştirir miydi bunu anlayamıyordu. Filiz’e bakıp, “Bunları sonra konuşuruz. Böyle basit şeylerle ne kendi beynini ne de çevrendeki insanları yormaya gerek var mı hayatım?”

Filiz Hanım haksızlığa uğradığından o kadar emindir ki konuyu kapatmaya hiç niyeti yoktur.

-Bir hizmetçi parçası nerede nasıl davranacağını, haddini bilmek zorunda. Beni misafirim yanında küçük düşüremez. Düşürecek olursa da hak ettiği cezayı almalı ya da işine son verilmeli. Artık ben Nazlı’yla çalışmak istemiyorum. Eski hizmetçime haber gönderdim. Halen boştaysa onu tekrar yanıma almak istiyorum.

Filiz hanım gerçekten de eski hizmetçisine haber göndermişti. Ama eski hizmetçisi Filiz Hanımın kaprislerinden bıkmış olduğu için ve aynı gelir imkanına sahip bir başka yerde iş bulmuş olduğu için o rahatlığı bırakıp Filiz Hanımın kaprislerini çekmek istemez. O ndenle de Filiz Hanıma olumsuz cevap vermiştir. Ama Filiz hanım bunu eşinden ve Nazlı’dan saklayıp bunu Nazlı üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmak istemektedir. Ama Nazlı’nın Oktay Beye istifasını verdiğinden de habersizdir.

Oktay bey ortalığı yatıştırmak için, “Bu tür olaylar her zaman olmuştur bundan sonra da olacaktır. Ayrıca Nazlı bu evin hizmetçisi değil ailemizden biridir. Senden rica ediyorum bu konuyu burada kapatıp Nazlı’nın kırılan kalbini tamir etmeye çalışalım”.

Filiz Hanım duyduklarına inanamaz.

-Nasıl yani, bir hizmetçi parçasının kırılan kalbini tamir etmek için yemeğe çıkarıyorsun ama misafirimin yanında benim kırılan gururum için ona bir ceza vermeye yanaşmıyor musun? Hayır bunu kabul edemem. Madem öyle ben yemeğe gelmiyorum. Sen kızınla ve aileden biri dediğin hizmetçi parçasıyla yemeğe çıkabilirsin.

Oktay Bey bu işin bir çıkmaz bir döngüye dönüştüşünün farkındadır. Otoritesini Filiz hanıma hissettirmenin zamanı geldiğini anlamıştır. Filiz hanımın gözlerinin içine kararlılıkla bakarak ve sesinin tonu bir üst perdede tutarak “Filiz senden son kez rica ediyorum. Bu olay burada kapanacak. Çocuğuma ve bana yıllardır hizmet eden birini bir hata yaptı diye isten çıkaracak değilim. Kaldı ki Dilan onu çok seviyor ve o da Dilan’a sanki kızıymış gibi bakıyor. Şimdi bu konuyu burada kapatmak için hep birlikte yemeğe çıkıyoruz. Ama gelmemekte ısrar ediyorsan sen bilirsin. Biz de sensiz çıkarız yemeğe.

Papucun pahalı olduğunu gören Filiz hanım hemen yelkenleri indirmiş ve mecburen alttan almak zorunda kalmıştır.

-Peki hayatım, bu seferlik sırf senin hatırına sineye çekiyorum ama bu hatasını tekrarlayacak olursa papuçları değişiriz onu da şimdiden söyleyim.

-Filiz ne olur artık kapatalım şu konuyu. Gerçekten çok uzadı.

Bu sırada Nazlı ve Dilan merdivenlerde görülmüşlerdi. Nazlı Filiz Hanım’ın birkaç kez giydiği bir gece abiyesini seçmişti. Tabii seçiminde Dilan’ın büyük etkisi olmuştu. Filiz Hanım, Nazlı’nın üzerindeki elbiseyi gördüğünde kıskançlık krizine girdi.

-Ay sen benim özel gecelerde giymek için sakladığım en güzel elbisemi mi giydin.

Nazlı şaşırmış hem de utanmıştı. Elinde olmadan tedirgin olmuştu.

-Bilmiyordum Filiz Hanım, çok özür dilerim. Dilan bu elbiseyi giymemde ısrar edince ben de onu kıramadım. Hemen yukarı çıkıp değiştiriyorum.

Araya hemen Dilan girdi.

-Yaaaa, Nazlı abla bu sana çok yakıştı ama. Bu elbisenin içerisinde melekler gibi görünüyorsun. Elbise zaten güzeldi ama içinde senle daha da bir güzelleşti. Öyle değil mi baba? Bir şey söyle Nazlı ablama da çıkarmasın elbiseyi.

Top yine Oktay Beyin kucağında kalmıştı. Oktay Bey Dilan’ı kırmak da istemez.

-Filizciğim hayatım, zaten geç kalıyoruz. Bırak Nazlı’nin üzerinde kalsın. Hatta bu elbise Nazlı’ya senin bir hediyen olsun. Yarın sen bir alış verişe çıkar kendine yeni birkaç elbise alırsın. Benden sana açık çek.

-Filiz Hanım yeni elbise ve açık çek sözlerini duyunca bundan kendisinin karlı çıkacağı için kabullenmek zorunda kaldı.

-Madem Dilan’da sen de böyle diyorsun bu seferlik böyle olsun. haydi o halde çıkalım.

Hep birlikte şehrin en lüks restorantlarından birine gittiler. Oktay Bey rezervasyon yaptırmamıştı. Ama restoranda o akşam çok yoğun bir kalabalık vardı. Şef garson Oktay Beyi tanımış boş masa olmadığı için zor durumda kalmıştı. Geri çevirmek demek lokantanın Oktay bey nezdinde prestij kaybına neden olacağını biliyordu. Bunun için Oktay Bey’e, “Efendim keşke geleceğinizi önceden haber vermiş olsaydınız sisin için en güzel masamızı reverve ederdik. Şu an için boş bir masamız yok. Bir masa boşalana kadar sizi barda misafir edip bir şeyler ikram edelim. Bir yer boşalır boşalmaz sizi masanıza alalım. Bunun için ne olur kusurumuza bakmayın. Sizin de gördüğünüz gibi bu akşam her zamankinden biraz daha fazla yoğunuz. Bu durumdan dolayı sizden ve ailenizden özür diliyorum”.

Garson gerçekten işinin ehli bir insandı. Böylelikle hem müşteriyi kaybetmemiş hem de müşterinin gönlünü kazanmış oluyordu. Oktay Bey, “Asıl siz kusura bakmayın. Önceden planlanmış bir yemek değildi. O yüzden rezerbazyonsuz geldik. Eğer uzun sürecekse bir başka yere gidelim” dedi.

Şef garson, Oktay Bey’in bu anlayışı karşısında rahatlamıştı. “Fazla uzun süreceğini sanmıyorum. Siz içeceklerinizi içene kadar bir masa boşalacaktır diye düşünüyorum” deyip Oktay Bey ve aliesine bara kadar eşlik etti.

Onların içecek siparişlerini alıp bir garsonla gönderirken kendisi de restoran salonuna döndü. Oktay Beyler daha içeceklerini bitirmemişti ki sef garson yanlarına gelerek kendisini takip etmelerini söyledi. Şef garson onları boğaz manzarası olan bir masaya götürüp bayanların sandalyelerine oturmalarında yardımcı oldu. Onlar henüz oturmuşlardı ki barda bıraktıkları içeceklerini bir başka garson masalarına bıraktı. Şef garson misafirlerine birer menü takdim ettikten sonra masadan ayrıldı. Böylece misafirlerini sıkboğaz etmeden yemek seçmeleri için zaman tanımış oluyordu.

Bir süre menüyü incelediler. Daha sonra Oktay Bey, “Eveeeet hanımlar ne yiyoruz?” diye sordu. Herkes önce içecekleri çorba çeşidini ara sıcağı ve ana yemeği söylüyordu ama buraların yabancısı olan Nazlı ne yiyeceğine hala karar verememişti. O yüzden ona Dilan yardımcı olmak istedi. Ama Nazlı, “Bu menüdeki yemek isimlerini pek bilmiyorum. Ben bir çorba içsem doyarım” dedi. Dilan hemen itiraz etti.

-Yemek seçme işini babacığım sana bırakıyoruz. Bize yemekler hakkındaki bilgilerini gösterme zamanı geldi. Siparişlerimizi sen yapacaksın.

-O kadar zor değil. Herkesin damak zevkine hitap edecek basit şeyler söyleyelim o halde. Çorbadan sonra ara sıcak olarak sigara böreği ve su böreği alalım ana yemek olarak da karışık ızgara yanına da biraz bulgur pilavı ve prinç pilavı söyleyelim ne dersiniz?

Aslında Oktay bey böyle yapmakla Nazlı’yı rahatlatmak istemişti. Herkes bu teklifi kabul ederken sadece Filiz Hanım tercihini balıktan yana kullanmıştı. Tatlı olarak da kaymaklı ekmek kadayıfında karar kılmışlardı ama Filiz Hanımın burada tercihini dondurmalı şöbiyetten yana kullanmıştı. Daha sonra yemeklerin yanında alacakları içecekleri de sipariş verdiler. Siparişleri alan şef garson masadan ayrılmış onları baş başa bırakmıştı.

Filiz hanım gözleriyle restorantı tarayarak tanıdık biri olup olmadığına bakıyordu. Aslında orada neredeyse herkes birbirini tanıyordu. Tanıdıklarla göz göze geldikçe dudaklarda bir tebessümle göz selamı veriyor hafifçe başını öne doğru eğip kaldırıyordu.

Oktay Bey’in aklında ise Nazlı’nın gelmeden önce kendisine söylediği sözler vardı. Bu yüzden hem Filiz Hanımı hem Dilan’ı hem de Nazlı’yı inceliyordu. Sadece bir konuşma başlatabilmek amacıyla, “Bugün ki misafirin kimdi hayatım?” diye sordu.

-Benim eski arkadaşlarımdan Mukkaddes ayol. Nasıl olduğumu merak etmiş, bir de hamilelik nasıl gidiyor diye görmeye gelmiş. Malum olaylar yüzünden fazla kalamadı kadıncağız. Neyse o yaşananları tekrar hatırlayıp da yemeğin tadını kaçırmayalım.

-Neyse olan olmuş bir kere. Olanları unutmak için buradayız. Dilan, aşkım senin günün nasıl geçti kuzum. Sen neler yaptın bugün?

Oktay bey bu soruyu özellikle sormuştu ve Dilan’ın cevabını gerçekten merak ediyordu. Dilan soruyu kaçamak bir cevapla geçiştirmek istedi. “Her zaman ki şeyler babacığım. Okul, televizyon kitap müzik ve ders”.

-Dersler nasıl gidiyor, var mı kırık notun?

Dilan o çocuk masumiyetiyle, “Ben kimin kızıyım hiç kırık notum olur mu? Aşk olsun babacığım mahsustan soruyorsun değil mi” deyip babasına tebessüm etmişti.

-Tabii ki mahsustan soruyorum aşkım. Yoksa bilmez miyim ben kızımın ne kadar çalışkan bir öğrenci olduğunu. Her yıl olduğu gibi bu yılda karnenle birlikte takdirnameni bekliyorum. O zaman seni de bekleyen bir sürpriz olacak.

Dilan merakta kalmıştı, “Neymiş o beni bekleyen sürpriz” diye sordu. Oktay Bey, “Adı üzerinde, Sürpriz olmasa adına sürpriz demezlerdi” deyip Dilan’a göz attı. Dilan, “ama baba ya sen mızıkçılık yapıyor beni merakta bırakıyorsun. Ben karnemi alana kadar meraktan ölürüm şimdi”.

-Allah korusun yavrum. Ben sen yaşayasın mutlu olasın diye koşturuyorum. Ama dediğim gibi önce takdirmane almalısın ki sürprizi hak edebilesin.

Bu arada yemekler gelmiş garsonlar servis yapıyorlardı. Servisi yapan garsonlar çekildikten sonra Oktay Bey, “Herkese afiyet olsun” deyip besmele çekerek yemeğine başladı. Diğerleri de “Afiyet olsun” diyerek karşılık verip yemeklerini yemeye başlamışlardı. O sırada Oktay Bey hiç kimsenin beklemediği bir şey yaptı. Ceketini çıkartıp sandalyesine astı. Sonra mintanının kol düğmelerini çözüp kollarını sıvadı. Yemeğini yerken çatal bıçak kullanmak yerine elleriyle yemeyi tercih etti. Başta Filiz Hanım itiraz edecek oldu.

-Oktaycığım ne yapıyorsun Allah aşkına. Bizi sosyeteye rezil mi etmek istiyorsun. Rica ediyorum yemeğini adabı muaşeret kurallarına riayet ederek yer misin? Herkes sana bakıyor rezil olacağız.

-Hayatım sen milleti düşünme. Millet ben çalışıp kazanırken de yanımda terlemiyor ya. Nasıl çalışıyorsam müsade etsinler de kazancımında keyfini süreyim. Bugün içimden böyle yemek geldi. Hem ne demişler, et balık kelle bunlar yenir elle. Hatta bana sorarsan sende öyle çatal bıçakla uğraşma ellerinle ye. Bak gör daha çok keyif daha fazla tat alacaksın.

Aslında böyle yapmakla Oktay bey Nazlı’yı rahatlatmak istiyordu. Onun ola ki çatal bıçak kullanamayacağını düşünmüş utanıp sıkılmasının önüne geçmek istemişti. Ama Nazlı gayet düzgün bir şekilde çatal bıçağını kullanıyordu. Ama diğer masalardan Oktay Beyi gören birkaç kişi de çatalı bıçağı bırakıp elleriyle yemek yemeye başlamışlardı.

Yemek boyunca fazla konuşmadılar. Yemekten sonra tatlılar geldi. Tatlılardan sonra kahve içerlerken Oktay Bey, eşinin ölümünden sonra Nazlı’nın Dilan için neler yaptığının altını çizerek anlattı. Nazlı’ya en son olarak, Eğer Dilan bugünler gelmişse bunda en az kendisinin kadar Nazlı’nın da emeği olduğunu söyleyerek Nazlı’ya tüm hizmetlerinden dolayı teşekkür etti.

Oktay Bey bunu yapmakla Filiz Hanıma Nazlı’nın kendisi ve Dilan için ne kadar önemli olduğunu anlatmak istemişti. Nazlı da bunun farkına varmış için için sevinirken Oktay Beyin vefası karşısında şaşırıp kalmıştı. Söylenenler karşısında, “Ben sadece vazifemi yaptım. Ama sizler bana yuvanızın kapısını öyle bir açtınız ki. Kendimi ailenizden biri gibi hissetmeme neden oldunuz. Bana bir ağbey bir kardeş oldunuz. Bunun için ben de sizlere teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız” diyebildi.

Oktay Bey buzların eridiğini sanmıştı. Yemekten sonra kalkıp arabayla kısa bir şehir turu yaptıktan sonra evlerine dönmüşlerdi. Kötü başlayan gün Nazlı için güzel bitmişti. Filiz Hanım eve döndüklerinde odasına çekilirken Oktay Bey çalışma odasına yönelirken Nazlı’dan bir kahve rica etmişti. Nazlı “Başüstüne, hemen yapıyorum” deyip mutfağa giderken Oktay Bey çalışma odasına geçti. Ceketinin cebinden banka çekini çıkarttıp üzerine bir mebla yazdıktan sonra çeki imzaladı. Çekin üzerinde Nazlı’nın adı ve soyadı yazılıydı.

Biraz sonra Nazlı elinde kahve tepsisiyle içeri girdi. Tepside bir fincan kahve yanında bir bardak su ve bir tnae de lokum vardı. Nazlı yavaş adımlarla Oktay Beyin masasının yanına kadar gelip tepsidekileri çalışma masasına bıraktıktan sonra afiyet olsun deyip odadan çıkacaktı ki Oktay bey ona seslendi.

-Nazlı bir dakika beni dinleyebilir misin.

-Tabii, buyurun efendim bir emriniz mi vardı.

-Estağfurullah, Nazlıcığım bugün yemekte söylediklerimde ben çok ciddiydim. Dilan’ın bugünlere gelmesinde senin emeğini gözardı etmek sana karşı insafsızlık olur. Bu zaman zarfında verdiğin hizmete karşılık verdiğim maaşın hiçbir şey olduğunu anladım. Senden şunu kabul etmeni rica ediyorum. Biliyorum bu bile vermiş olduğun hizmetlerin bir karşılığı olamaz. Ama lütfen izin ver hizmetlerinin karşılığı olarak az da olsa bir şeyler verebilmiş olayım.

-Efendim siz bana her zaman adaletli oldunuz. Bunun için size müteşekkirim. Benim hizmetimin karşılığını fazlasıyla verdiniz. Şimdi ekstradan bir ücret ödemenize gerek yok, bunu kabul edemem.

-Ben hizmetlerinin özellikle de Dilan için yaptıklarının karşılığını istesem de ödeyemem. Zaten bunu da ben bize vermiş olduğun hizmetlerin karşılığı olarak değil Dilan’dan ablasına bir hediye olarak kabul etmeni istiyorum. Bundan sonra da Dilan’a aynı hassasiyetle yaklaşmanı ve ona daha fazla dikkat etmeni istiyorum. Filiz Hanımın durumu malum. Sanırım hamileliğinde etkisiyle her zamankinden daha fazla hassaslaştı. Bazen beklenmedik şekilde kırıcı olabiliyor. Onun bu durumuna en azından şu hamileliği atlatana kadar sabretmeni rica ediyorum. Bunu Dilan benim ve doğacak bebeğimiz için yapar mısın?
-Oktay bey siz bana bir ağbey oldunuz. Aile içinde her zaman kavga nizah olmuştur bundan sonra da olacaktırda. O konuda merakta kalmayınız, elimden ne geliyorsa yapmaya gayret edeceğim. O çeki de lütfen ihtiyacı olan birisine verin.

Oktay Bey sesininin tonuna dikkat ederek olabildiğince yumuşak ve müşfik olmaya çalışarak.

-Nazlı madem beni bir abi bildin madem bu çeki kabul etmiyorsun o halde senden Dilan’ın hediyesini reddetmemeni istiyorum. Yoksa bir ağbeyin olarak kızacağım. Eğer yanındaysa bana nüfus cüzdanını verebilir misin?

Nazlı nedenini sormadan, “Getireyim” deyip çantasından kimliğini alıp getirip Oktay Beye verdi. Oktay Bey yazdığı çeki Nazlı’nın gözleri önünde yırtıp çöp kutusuna attı. Sonra kahve için teşekkür edip, “Gidebilirsin” dedi.

Aradan bir hafta geçmişti. Oktay Bey bir akşam Nazlı’ya kimliğini geri verdi. Nedenini doğum günü gelene kadar Nazlı da anlamamıştı. Nazlı’nın doğum günü gelip çatmıştı. Filiz Hanımın dışarıda olduğu bir anda Dilan Nazlı’yı odasına çağırmıştı.

-Nazlı abla biraz bana yardım edebilir misin?

Nazlı merakla Dilan’ın odasına geldiğinde Dilan sürprizi patlatmıştı. Dilan’ın elinde yuvarlak bir rulo kağıt vardı. Ortasından kırmızı kurdelayla bağlanmıştı.

-Nazlı ablacığım doğum günün kutlu olsun. Bu da benim ve babamın sana doğum günü hediyesi. Peşin peşin söyleyim babam da bende itiraz istemiyoruz. Babam itiraz istemiyorum sözünü üstüne basa basa söyledi haberin olsun.

Bu arada Dilan koşarak Nazlı’ya sarılmıştı. Nazlı da Dilan’a kayıtsız kalmamış birbirleriyle kucaklaşmışlardı. Nazlı eğilip Dilan’ın yanaklarından öpmüş Dilan da aynı şekilde karşlık vermişti. Nazlı rulo halindeki kağıdı açtığında bunun bir ev tapusu ve bir banka mevduat cüzdanı olduğunu gördüğünde az daha küçük dilini yutacaktı. Tapu ve banka cüzdanının yanında kısa bir mektup vardı. Nazlı mektubu okumaya başladı.

Sevgili Kardeşim Nazlı

Dilan’ı senin kucağına verdiğimizde Dilan da ben de çok zor bir dönemden geçiyorduk. Ailemizin en önemli varlığı Bahar2ımızı kaybetöenin acısını yaşyorduk. Bu zor günlerimizde Dilan’a destek oldun. Onun iyi gününde kötü gününde hatta genç kızlığa adım attığı şu günlerde bile yanında sen vardın. Ben işlerimde başarılı olmuşsam Dilan’ın senin ellerinde emin olduğunu bildiğimden, aklımın Dilan’da kalmamasındandır. Bana bir kız kardeş Dilan’a bir teyze oldun.

Dilan ve benim için yaptıkların için sana minnettarız. Bu emeklerinin karşılığını mutlaka ödeyemeyiz. Ama dünyanın bin bir türlü hali var. Bir gün bize bir şey olursa en azından kimseye muhtaç olmamak adına kafanı sokabileceğin küçük bir evin olsun istedik. Peşin peşin söyleyim hiçbir şekilde itiraz kabul etmiyoruz. Bizimle daha uzun yıllar birlikte olacağın için evini kiraya verdik. Kira bedeli de adına açılan banka hesabına yatmış bulunuyor. Bizimle kalmaya devam ettiğin müddetçe de evinin kirası banka hesabına yatmaya devam edecek.

Senden son ricam bundan Filiz’in haberinin olmaması. Biliyorsun hamileliği nedeniyle huyu bir hayli değişti. Öğrenip de olası bir tatsızlığa sebebiyet vermesin.

Ailemiz için yaptığın her şey için sana çok ama çok teşekkür ediyoruz. İyi ki varsın iyi ki hayatımızdasın

Ağbeyin Oktay

Nazlı mektubu okuduktan sonra Dilan’a sımsıkı sarılıp ağlamıştı. Dilan, Nazlı’nın gözyaşlarına bir anlam verememişti.

-Neden ağlıyorsun Nazlı abla? Babam kötü bir şey mi yazmış?

-Hayır Dilancığım baban çok güzel bir hediye verdi. Mutluluktan ağlıyorum ama bunu kimseye söylemek yok tamam mı bir tanem. Özellikle de Filiz hanımın bu hediyeden haberi olmayacak.

-Sen merak etme Nazlı abla, ona bir şey söylemem.

Seyit Burhaneddin Kekeç
Kayıt Tarihi : 24.8.2020 00:37:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Seyit Burhaneddin Kekeç