Üç ayaklı masa Şiiri - İbrahim Hazini

İbrahim Hazini
32

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Üç ayaklı masa

Öyle bir kelimeler seçtim ki,
hikâyemin anlamları eğiterek düşündürsün,
düşünceli olanların fikirlerini arttırsın,
cahillerin duygularını iyice hissettirsin,

Öyle bir cümleler seçtim ki,
karanlıkların deliklerine güneş girsin,
aydınlıkların yerlerine yeşillik gelsin,
toprakların üzerinde çiçekler açsın,


Öyle bir hikâye yazdım ki,
Okuyanların zihinlerini açtırsın
ciddi kimseler hor görmesin,
seven ve bilenler övsün.

İtiraf edeyim, bu hikâyeyi yazarken çok sabırla ve güçlükle bitirdim, çok kez ara vererek unutmaya çalıştım, çok kez kalemim elimden düşerek masada uzun süre açık kaldığı için kurudu, ne zaman tekrar başlayacağıma da süre koymamıştım. Birden aklımı kurcalayan bu hikâyenin başı ortaya çıkıverdi. Hikâyeyi yazarken duyduğum zevk farklı, hikâyenin sonuna gelince göğsümün daraldığını hissettim ve yarıda bırakmak istemedim. Bütün görüp düşündüklerimi sayfaya almak için elimden geleni yaptım. Hatta en küçük ayrıntılarını bile yazdım. Her düşündükçe masaya oturup ve hikâyenin önemli noktalarını tamamlamaya çalıştım.O sırada akıllı ve faydalı sözler yazmak her zaman denk gelmeyebilir ya da akılımın bir köşesinden geçmeyebilir. Bunun üzerine hikâye yazmak için sabır ve vakit gerekli olduğuna inanıyorum.

Şiirin hikayesi:Üçayaklı masa

Yılın her gününde açık bulunan yegâne pazar bitpazarıdır. İsmi belki hoş olmasa bile içindeki yüzlerce değerli ve antika eşyaları görünce farklı ve güzel bir anlam kazanır. Burası zenginlerin eski uğrak pazarıdır diyebilirim.

Gizemlerle dolu sanat harikası mobilya eşyalar, eski kitaplar, müzik aletleri, avizeler, vazolar ve buna benzer eşyalar bitpazarında rahatlıkla bulanabilirdi.
Bu eşyaların sevgisi asırlardır gönüllerde yaşar. Yolunuz Avrupa Yakasına düşerse malum İstanbul’un Aksaray Bölgesi’nde bulunan bitpazarına mutlaka uğrayın. Belki de tarihe tanıklık etmiş eserlerden elde edebilirsiniz…

Hikâyemizde üçayaklı masaya değinmek istiyorum. Tarih 1992 sıcak yaz günlerinde, temmuz ayının en sıcak gününde çaresiz ve yapayalnız Aksaray Sokaklarında gezerken dikkatimi çeken bir tabela üzerinde “Bitpazarı” yazılıydı. Rastlantı sonucunda bu tabelayı gördüm. Önce bu ismi yadırgadım; bana çok tuhaf ve anlamsız geldi. O anda aklıma gelen bir sürü soru gibi, ona da şöyle düşüneyim, ya da böyle olması gerektiği bakımından bir sonuç alamadım. Kendi kendime tekrar dedim ki bu ismin arkasında mutlaka gizemli bir şey var git ve keşfet...

Aksaray’da oturduğum için bitpazarı evime yakındı. Belki defalarca Aksaray’a gitmiştim ama bir türlü görmek kısmet olmamıştı ya da farkında değilim. Ama üzüldüğüm şey şu ki, bunun farkına çok geç vardım ve artık bundan sonra daha dikkatli ve beni tarihi eserlere kavuşturacak bilgiler veya kitaplar okuyacağım, çünkü noksanlarımın olduğunu hissediyorum. Ana Giriş Kapısı’ndan girerken büyülendim. Büyülendiğim için içten gülmeye ve dıştan sevinmeye başlayan bir hal aldım. İçimden geçenleri haykırmaya başladım bile. Bu tatlı düşüncelere kapılarak hemen dolaşmaya başladım. Kendi kendime “İyi ki geldim yoksa hayatımda böyle bir fırsat olmayacak, içimdeki eksikliğin nedenini anlayamayacağım.”diye mırıldandım.

Hiçbir zaman her hangi bir şey için hasret çekmemek, hiçbir zaman çok ilerisini düşünmemek ve tüm becerimi, bilgimi o günkü şartlara uymak için kullanmak isterim. Boş kaldığım vakitler kendime seçtiğim hedef için ulaşmaya gayret ederim; özellikle tarihi eserler veya buna benzer ilginç ve görkemli el sanatları görmek ve aramak için her zamanki gibi atılgan ve yatkın davranırım. Onun aşkına öylesine alıştım ki, bir başkasını ilgi duyabilmemi dahi kabul etmiyorum.

Önce, bodrum kattan başlayarak bütün katları gezdim. Hatırladığım kadarıyla 5 katlı büyükçe bir binaydı ve alt katı tamircilerle dolu idi. Bu bölümün ilkel bir tamirat haneden farkı yoktu. Her şey ince ve dikkatlice yapılıyordu. Ayrıca ilk bakışta eski mobilya eşyalarına çok önemsediklerini ve değer verdiklerini anlamak kolaydır. Her katta uzun süre doya doya bakarak kalmıştım. Her dükkânda duyduğum hayranlık ve büyük sevgiyi anlatmak mümkün olmayabilir.

Gerçekten dediğim gibi eski mobilya ve ev eşyalarını yegâne görme yeri bitpazarıdır. Her parçanın elbette ayrı bir hikâyesi vardır. Belki bu parçaların birbirlerine benzer sevinç ve hüzün dolu hikâyeleri vardı, belki de yalnız acıklı hikâyeler olabilirdi. Bunları araştırmak ve anlamak için insanın ömrü yeter miydi? Sonra, çarçabuk tüm katları gezmiş oldum, gözlerimi yine alt kattaki eski eşyalara çevirdim.

Asıl hikâyemize dönelim.

Alt katta dolaşırken dükkânlardan birinde gözüm üçayaklı masaya takıldı. Cilası kalmamış, semaveri masanın üzerine yerleştirilmiş, işlenmiş kalın ayakları, masanın yüzü genişti, hafif tozlanmış ve mobilya renkteydi. Ona doğru yaklaştım, içimde bir his uyandı ve merakıma engel olamadım. Sanki dünyada bütün, bütün güzel olan şeyler ve bütün acılı kıssalar onun içinde gizliydi, mazilerle doluydu. Her parçası mükemmeldi. Ona söylenecek hiçbir kusur tarafı yoktu fakat bu eksik ayağın hikâyesi neydi? . “ Gözümü korkutan o eksik bacak ve üzerinde kurşun izlerini nasıl meydana geldiğini öğrenmekti”. Kendi kendime: “ Bunun anlamı nedir? ” dedim.

Sanki bu masa kederli ve hüzün dolu bir maceradan geçmişti. Onun acıklı hikâyesi ancak damarlarının zonklamasından anlaşılıyor ve bu zonklama, içinden çıkıp bütün tetikleyen duyguları dolduran, gerçek bir görüntü hikâyesi gibi akla geliyordu. Görüntü tahribatlı bir savaş sahnesinden meydan geldiği kesin gözle anlaşılırdı.

İlginç tarafı bir ayağı eksikti, gövdesinde bir kaç delik, bazı yerlerde hafif ve tek tük hasarlar vardı. Belli ki uzun ve acıklı bir hikâyesi muhakkak ki vardı. Onun için başlangıç olarak ona üçayaklı masa adını verdim ve vermeye devam ettim. Üçayaklı masa böyle bir isim verdikten sonra, ismine yakışacak sade bir hikâye yazmak istedim ve bunun içinde düşündürecek sözcükler olsun, sonunda üçayaklı masa adını buldum. Kimlerine göre, komik bulacak, kimlerine göreyse, içeriğini okuyup düşünecek.
Üslubumu basitleştirerek ve anlaşılır hala getirdim, cümlelerimi anlamlı ve tutarlı olarak yazmaya riayet ettim. Fikirlerimi anlatırken çok açık ve kesin bir dil kullandım.

“Öyle bir kelimeler ve cümleler seçtim ki, hikâyemin anlamları eğiterek düşündürsün, düşünceli olanların fikirlerini arttırsın, cahillerin duygularını iyice hissettirsin, karanlıkların deliklerine güneş girsin, aydınlıkların yerlerine yeşillik gelsin, toprakların üzerinde çiçekler açsın, ciddi kimseler hor görmesin, seven ve bilenler övsün” diye bu hikâye kaleme aldım. Hikâyemde asaletlerden ve değerli eşyalardan söz eder, bunun da insanın kişiliğini ve niteliğini kefeye koyar.Böyle bir hikâye yazmakta, hem bedenimi hem zihnimi dinlendirmiş olurum. Hem beden yorgunluğu nedir bilmemde zihin yorgunluğu en çekilmez şeydir, sanırım.

Duruş ve heybet bakımından dört ayaklı masadan farkı yoktu, mükemmeldi ve mükemmelliği göz kamaştırıcıydı. Eksik bacağına rağmen albenisi vardı. Ustasının ona dürüstçe emek verdiği anlaşılıp ve güçlü bir inançla birleştirerek bu sanat işi muhakkak ki oluyordu. Onarılması gereken emek çok büyük, harcayacağı çaba çok fazlaydı. Yepyeni bir masa ortaya çıkacağı belliydi.Tahminlerinin tersine gerçekten güzel olacağına göre onun püf noktalarının keşiflerini bularak sıralayalım.
Ağacının iyi topraktan yetiştiği, kayın ağacında yapıldığı, kıymetini bilenlerin elinde olduğu kesindi. Zaten hikâyenin başlangıcından itibaren çok kıymetli olduğu belliydi.

İnsanın da aşamaları böyle olmalı, iyi yetişmeli, sağlam durmalı, aklıselim olmalı. Yılmadan ümitsizliğe kapılmadan, emin ve hikmetli kişilerle kendini düzeltmeli, imanın üstünlüğünden daha üstünü yok, diyebilmeli.

Merakım git gide artınca, merak dozunu daha fazla artırmaya ihtiyaç duydum sanki. Sonunda kendimi tutamadım, dükkânın sahibine meraklı soruyu sordum. Adam yaşlıydı, yetmiş beşle altmış beş arasındaydı, elleri düzensiz titriyordu, elbiseleri sade ve ucuzdu, lehçesi biraz güldürücü, dört duvar arasında bütün gününü geçiren biri, başına gelenleri her halde çok, anlaşılıyordu.
Eski, yamalı bir pantolon, uzun çizmeler giymişti, iki çaydanlık dolusu çayla, bir bardak çay taşımaktaydı. Adamın tüm kişiliği ve davranışları, görünüşü, sesi neşe ve kuvvet saçıyor gibiydi. Vücutça dinç. Anlayabildiğim kadarı ile çocuk iken eski mobilya ile ilgili bir uğraşa yapmış olmalıydı.
Evet, insanları yakından iyi tanımam, yüz hareketlerini güzel okumam gerek. Güvenmem için kendime şart görüyorum. İleride tedirgin ve kuşku içinde bakmaya gerek kalmaz, sanırım.

Üzüntülü bir sesle, masanın öyküsüne başlamadan önce gözlerini bir türlü masadan ayıramıyordu. Ölmüş bir kişinin ailesinden satın alınmıştı. Ona da başka bir kişiden kalmıştı. Bu satın alan aile, masayı altın gibi saklayıp korumuşlardı. Bu onlara savaştan kalan bir hatıra idi. Etrafında daha önce toplanan aile fertlerinin devamlı görüntülerini canlandırılıp ve onları daha öncelerde yemek yeme için birleştiren bir masayı andırıyordu. Akrabaları, kişinin ölmesiyle bu masayı alelacele satışa çıkarması kısmeti oldu. “İşte, tam benim aradığım gibi bir yemek masası! ” dedi.

Masanın kıymetini fazla bilmedikleri ve hatıralarla alakaları olmadıkları için tüm eşyalarıyla birlikte müzayedeye koyarak satmışlardı. “Genellikle ölüm halinde bu tip şeyler olurdu”, dedi.
Amma, masadaki hasarlar ikinci dünya harbinden kalmıştı ve yarım yamalak bir bilgim vardı. “ Ne bileyim işte, çok bildiğim yok,”dedi. Onun öyküsü beni biraz korkutuyor. Sanırım büyük ihtimalle ilk patlamadan sonra isabet almıştı ve yere devrilmeden veya sendelemeden bir ayağı parçalanmıştı, belki bir kaç patlamadan sonra gövdesinde bir kaç delik açılmıştı, belki de sırtına düşen moloz ve demir parçalarından sıyrıklar oluşmuştu. Gövdesinin bazı yerleri böcekler tarafından zarar görmüş olabilirdi. Böyle tahribatlar ancak savaş vahşetinde olur diye sözüne devam etti.

Çünkü acımasız savaşlar her şeyi kırıp affetmezdi. Buna rağmen onun muhteşem sağlamlığı ve güzelliği eksilmemişti. Bir yandan ellerini okşamak için masanın yüz kısmına doğru uzatıyor, öbür yandan bana bunları anlatırken yaşlı adamın yüzü alevleniyor ve neşesini yitiriyordu.
Bir müddet sonra hiçbir şey olmamış gibi sohbetine devam ediyordu. “Alçak herifler! Küstahlar! ..Şerefsizler! ... Bu savaşa sebep olanlara” ara sıra diyordu. Ben de o esnada savaş hayallerine dalarak, savaşta ölenleri, yaralıları, infilak eden bomba sesleri, tahribatları ve acı çekenleri gözlerimde canlandırıyorum. Şimdi öbür dünyadadırlar. Cinayete benzeyen bir savaş olup ve büyük bir katliam yaşanmıştır.

Üstelik böyle bir öykünün kendisini çok etkilediğini görüyorum. Bazen acındıracak bir hale sokmaya çalışıyordu. “ Sözleri doğru da olsa, acıdır. Çünkü o savaş sahneleri hor görünüyordu”. “Ne yazık hayat böyledir! ” galiba dedim. Şimdi onun geçmiş günlerdeki hallerini, söylediği hikâyenin sözleri, bütün kişiliğini ortaya çıkarıyor, sanki canlı film gibi elleriyle ve yüz hareketleriyle canlandırıyordu. Birden heyecanlanıp kendinden biraz geçiyordu.

Böylece dükkân sahibi sözüne devam ederken, bu masanın en kısa zamanda eski orijinal şeklini alacağını, daha değerli olacağını ve tarihine yeni tarih ekleyeceğini söyledi. Alacak kişi kıymetini bilerek ya çalışma masası ya da yemek masası olarak kullanacak veya evinin en güzel köşesine yerleştirip sergileyecekti. “ Bu antikacı adamda üstün yetenekler var, kendine has becerileri de vardı. Yağlı ve suluboya resim yapar, keyifle tarihle ilgilenirdi. Bu antikacı bilgili olmasından dolayı ona karşı saygım arttı ve çok nazikti. Çünkü terbiyeden mahrum kalan ve her türlü güzellikten yoksun olarak yetişen meslek sahipleri rastlamak mümkündür. Eskisinden daha iyi hale getireceğini eminim. Ama bu masa bilinen bir ahşaptan yapılmış, bunca yıl geçip aşınmış, buna benzer çok masalar var ve daha da ucuzu muhakkak ki bulunabilir, içimden geçti”.

“Eski ve hasarlı olmasına rağmen neden dükkân sahibi emek ve değer vererek onu eski şekline dönüştürme istiyor, tabii antika bir parça ve yüksek değerliğinden olmalıydı,” diye düşündüm. Yoksa bu masa, acemi birinin eline düşmüş olsaydı yakılıp atılırdı, elbet. O zamanda masanın uzun tarih hikâyesi biterdi. Bu demektir ki, asil ve kıymeti bilinen bir şeyin varsa kolay kolay kendi asaletini kaybetmez, hele güvenli, ilgili ve bilgili kişilerin ellerine düşerse asla eseri kolaylıkla erimez.
Kalitesiz ve vasıfsız veya değeri bilinmeyen her hangi bir şeyin çabuk güzelliği ve çekiciliği bozulur, kimsenin ilgisini çekmez ve ruhunu bile kimse duymaz olur.
Oysa kâinatta en değerli varlık insandır, mükemmel aklıyla ve mükemmel tefekkürüyle değerliliği yüksektir. Şayet doğru giderse ve insanca yaşarsa değerliliği hiç bir zaman sönmezdi. O zaman antika ve değerli eşyaların değerliliğine değer biçilemezdi? İnsanoğlu neden değerini ve asaletini, değerli eşyalara göre sinsi olarak kaybedip azalıyor ve vasıfsız hale gelince buna hiç şaşmıyor ya da hiç şaştığında görünmüyor.

Aslında değerini ancak doğru dine sarılarak yükseltebileceğini bilmez mi? . Yine toplum tarafından onu gafil ve cahil olarak kalmasına göz yummaktan ziyade uyanmasına engelli davranırlar. Ben buna çok şaştım doğrusu. Aslında hiç şaşmamak gerekirdi. Çünkü bu durum doğal gibi görünüyor ve doğal hale getiriliyor, zaten insanlar kendilerini düzeltmeyince hiç kimseyi düzeltemezler. Hâlbuki bu bir felakettir, ama kimse farkında ya da ömründe değildir.
Keşke insanoğlu Allah'ın (c c) ona verdiği kaliteyi, boyayı muhafaza etseydi o zaman asırlar geçer kalitesini değiştirmeden, bozulmadan geleceğe miras kalırdı, öyle toprakta çürümüş ceset gibi toz olup savrulmazdı.

Zamanların en iyisi, inançlıların döneminde ve en kötüsü de inançsızlığın veya kafasızlığın musallat olduğu dönemlerde yaşamaktır. Nihayette herkes inandığına göre ya cennete girecek veya tam tersine, cehenneme. Her dönem bugün ki döneme tam benziyor ve üstünlüğü görülmüyordu. “Nereye bakarsak bakarız, insanların kafaları değişmez ve farklı bulunmazken? ”. Bu benzetme inançların üzerinde büyük bir rol vardı. Söz konusu benzerlikler olmasaydı, hayat bu şekilde devam edemezdi. Zaman gelince de hiçbir şey olmamış gibi davranmayız. “ Aklımızı kullanıp istikamet yolundan şaşırmamalıyız”. Zaman değişti diye insanın doğru davranışı değişmez.

Sonuç olarak; her şeyin özü sevgiye ve ilgiye bağlıdır. Tam üçayaklı masa hikâyesine benzer bir tablo ortaya çıkardım. Bu masanın ilginç öyküsünü, asırlar geçiyor, elden ele değişiyor, yılmadan ve yorulmadan her yere taşınıp tamir ediliyor, sözde ahşaplı bir masaydı, ama o kadar ilgi toplanıp muhafaza ediliyor, niye acaba? Genellikle sevgisiz ve ilgisiz her hangi bir şeyin ya da işin ömrü kısa ve çekiciliği azdı.
Benim tavsiyem ve itiraf edeyim: Değerimizi ve kalitemizi, gücümüzü yettiği kadar dine sarılarak yükseltelim ve şüpheli şeylerden kendimizi çabucak koruyalım.

Lafın kısası bu hikâye hakkında iyi ya da kötü aklımızdan geçen her hangi bir şeyi söyleyebiliriz. İyi bir şey söylersem, bunu söyleyebilirim. Üçayaklı masa hikâyesi gibi şayet metinsek velev ki bir parçamız arızalı ise veya sağlamlığımız yerinde velev ki bir organımız hasta ise ya da uzun süre kalıcı izler bırakmak istiyorsak O zaman sanat ehlinin gerekli onarımları ve ayarları yapmasına müsaade edelim ki düzelip şifa bulalım.Hiç kimse doğuştan bilgili değildir.

Şunu bilmeliyiz ki, Söz verince sözümüzde durmalıyız. Canımız pahasına olsa bile. Her ne kadar değilse bile, dürüst bir adam olmak şart, zaten doğal olarak insanın temel yapısındadır. Kendimizin iyiliği için verdiğimiz sözü tutacağımıza emin olmalıyız. Hiç aklımızda olmadığı bir sırada, kendimizi iyi bir yerde ve başarılı görmeye başlamış oluruz.

Yine başka bir tavsiye daha: Mücadeleci insanlar, hayatını Allah rızası için verenler, toprak altında kalıp unutulmasınlar, isimleri tekrar edilsin ve yeni gelen nesile enerji ve kaliteleri örnek olsunlar.

Kötülersem, maalesef böyle kahramanca şehit düşenlerin ya da onların hizmetlerinin izlerini silmeye teşebbüs edenler gibi olmayalım. Toprak üzerlerinde iken değerleri yitirilmeden vefat etmişlerdi, toprak altında ise mücevherleri bozulmamıştı. Zaten değersiz insanlar çabucak unutulur. Toprak üzerinde iken değerleri hiçbir zaman olmamış, toprak altında ise küflenip silinmişlerdi. Amma velâkin değerli insanlar hiç unutulmazken Kuran ve hadisler bahseder. Üstelikte Allah katında kaliteleri hep yüksektedirler.

Yüce Allah’ın yardımıyla her şey yoluna girer, mademki gücüne inanıyorsak ve amelimizi Onun rızası için dürüstçe yapıyorsak, çünkü musibeti de dermanını da veren O’dur. Ama önce biraz toparlanmamız lazım. Yarın ne olacağını kimse kestiremez. Gün doğuşuyla neler olur, neler biter malum değil, yarına çok zaman var diye kimse aldanmasın ya da ne olacağını kimse de bilmez! Güneş varken yağmur yağdığını görüyoruz, hava güzelken sis aniden basıp her şeyi kararttığını da şahit oluyoruz, yer harekesizken bir lahzada hareketli oluyor, arkasında bıraktığı facialarda az olmuyordu, insan evden çıkar, ama tekrar evine geri döneceğini de kesin değildi, akşam sapasağlam yatar ertesi gün yatağından kalkamaz olur. Gerçekten dünyamız istikrarlı bir konak yeri değil, sürekli tehdit altındayız, asıl daimi konak yeri ahirettir.
Şayet ahireti gerçekten inanıp seviyorsak, elimizden geleni yapalım, belki Yüce Allah’ımız günahlarımızı affeder ve Cennetine ulaştırmak vesilemiz olur. Allah’ın yardımına çok, her zaman ve her saniyede muhtaç bir kuluz biz.

“Çok ulu, çok olağanüstü sahip olan Allah’a, sonsuza dek bağlı kalmayı nasip etsin ve lütfünü bağışlasın. Allah hepimize selamet ve rahmet versin, beni de unutmasın, Allah humma Emin”. Hikâyemi bu dualarla sonlandırmak istiyorum.

Şiir ve şiirin hikayesini yazan: İbrahim Hazini

İbrahim Hazini
Kayıt Tarihi : 20.11.2009 10:27:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İbrahim Hazini